"Bir mümin bir mümini sevmedikçe tam olarak iman etmiş sayılmaz." ne demektir?

Tarih: 06.04.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ahlaksız insanları nasıl seveceğiz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

Soruda geçen hadisin tamamı şöyledir:

"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)

Peygamberimiz (asm), İslâm'a göre her işin başı ve âhiretin yegâne geçer akçesi olan iman ile sevgi arasındaki bağı en çarpıcı biçimde bu hadisinde dile getirmiş bulunmaktadır.  Konunun ehemmiyetine binâen yemin ederek söze başlamış ve önce kesin bir gerçeği, "imansız cennete girilemeyeceğini" haber vermiştir. Sonra da cennete girebilmenin vazgeçilmez şartı olan imanı elde edebilmek için müminlerin birbirlerini sevmeleri gerektiğini, aynı kesinlikle ve aynı açıklıkla bildirmiştir: "Birbirinizi sevmedikçe  iman etmiş olmazsınız!"

Bundan şu sonuç çıkmaktadır: İman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez şartı ise, müminleri sevmek de tam ve kâmil bir imana sâhip olabilmenin biricik şartıdır. Mümin, kendisiyle aynı imanı paylaşan herkesi, ırkına, rengine, yurduna ve diline bakmaksızın sevecek, onlara karşı muhabbet ve sorumluluk duyacaktır. Çünkü imana sınır, yine imanın kendisiyle çizilebilir.

Müslümanları, tasa ve kıvançlarını paylaşma, dertlerini dert edinme seviyesinde sevgi ve ilgiye lâyık bulmanın tabiî sonucu onlarla selamlaşamaz hale gelmemektir. Selâm, Müslümanlar arasında oluşacak sıcak ilgi ve alâkanın mukaddimesidir. Müslümanlar selâm ile tanışır, bilişir ve sevişirler. Onları aynı inanç çizgisinde birleştiren, bir anda kalbî duygularla birbirlerine bağlı olduklarını hissettiren sihirli kelime selâmdır.

Peygamber Efendimiz (asm), sadece tesbit ve teşhis ile kalmaz, mutlaka tedavî yollarını da Müslümanlara gösterir. Bu hadîs-i şerîfte de onun böyle bir uygulamasını görmekteyiz. Müslümanlar arası ilişkilerin sevgi düzeyine çıkarılabilmesi için nereden başlanması gerektiğini, "Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi, aranızda selâmı yayınız!" sözleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır. Artık sonuç belli, vâsıta belli, o vâsıtayı elde edebilmek için gereken sermâye (sevgi) belli, o sermâyeye ulaşmak için atılacak ilk adım da bellidir. Ötesi Müslümanlara kalmıştır.

Cennet-iman-sevgi-selâm irtibâtı, konumuz olan sevginin önem ve yerini göstermesi bakımından başkaca hiçbir söze ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır.

Buna göre, imansız cennete girilmez. Birbirlerini sevmeyenler gerçek mânâda iman etmiş sayılmazlar. Çünkü iman sevgiden doğar, sevgi ile kemâl bulur. Selâmlaşmak müminler arasındaki sevgi bağlarının kuvvetlenmesine vesîledir. Müminlerin birbirlerini sevmemeleri, iman zayıflığının işaretidir.

Cevap 2:

İman sahibi bir insanın, yani bir müminin hoş karşılanmayan hareket ve davranışları olabilir. Bu durum hasta olan bir kimseye benzetilebilir. Hiçbir kimse hastaya düşman olmaz; ancak hastalıklarını tedavi etmeye çalışır. Bunun gibi manen hasta olan müminleri de imanlarından dolayı sevmemiz gerekir. Ancak manevi hastalıkları sayılan günahlardan kurtulmaları için hem dua etmek hem de elimizden gelen bir şey varsa yardımcı olmak gerekir.

Buna göre, müminleri sevmek, onun günahlarını, hatalarını, suçlarını ve verdiği zararları da sevmek anlamına gelmez. Kendini zehirlemiş bir hastanın zehrini sevmeyiz, ancak hastayı sevmeye devam ederiz. O zehirden kurtulması için de elimizden ne gelirse onu yapmaya çalışırız. Necasete bulaşmış bir elmasın, bulaşan pisliğini sevmezsek de elması sevmeye devam ederiz. Bunun gibi, günah kirlerine bulaşmış bir mümini, günahlarını sevmezsek de elmas gibi olan imanını sevmeye devam ederiz.

Diğer taraftan, nurani varlıklar ile onun zıddı olan kesif varlıkların yansımasında ve temessülünde durumları farklılık arz eder, hükümleri başka başkadır; biri hakiki yansır diğeri sadece görüntü olarak yansır.

Nurani bir varlık yansıdığı yere kendi aslındaki vasıfları da götürür, bir nevi yansıyan ile yansımaya mahal olan şey aynı gibi olur. Mesela, aynada yansıyan güneş kendine özgü vasıflarını aynaya da aksettirir, bir nevi küçük bir güneş o aynada oluşur. Aynı güneş gibi o da güneşten aldığı kadarıyla ısı ve ışık verir. Nuranin temessülü temessül ettiği yeri, yani yansıdığı yeri kendi gibi yapar.

Kesif şeylerde yani madde ve cismin hükmettiği şeylerde ise yansıma, temessül sadece görüntü olarak vardır, vasıflar oraya aksetmez. Onun için yansıyan şey ile yansımaya mahal olan şey farklıdır, aralarındaki tek ilişki görüntü naklidir. Mesela, maddi ve kesif olan bir taş aynada yansısa, sadece görüntüsü oraya gider taşın kendine ait özellikler oraya geçmez.

İşte insanın mahiyeti ve kalbi de bir ayinedir, bu aynaya nurani şeyler de yansıyor kesif şeyler de yansıyor.

Kalp aynasına nurani ve hayırlı bir şey yansıdığı vakit kendine ait vasıfları da oraya taşıdığı için, kalbe nuraniyet ve hayır getiriyor. Adeta o kalbi hayır ve nura çeviriyor,onun içindir ki hayırlı ve nurani şeyler ile meşgul olmak gerekiyor.

Bu örnekten hareketle, bir kişiye imanından ve iyiliklerinden dolayı muhabbet etsek, o muhabbet nurani olduğu için iyilik eden şahsın dostlarına da aynı ile temessül edip yansır. Madem imanı var, o yönüyle onu sevmek gerekir.

Ayrıca, bir kalpte muhabbet hakiki anlamda yerleşmiş ise, onun zıddı olan düşmanlık yol bulup içine giremez. Zira bir yerde iki zıddın aynı anda bulunması mümkün değildir. Birisi var ve yerleşmiş ise, zıddını def eder. Nasıl ışık ile karanlık bir odada aynı anda bulunamıyor ise, bir kalpte de muhabbet ile düşmanlık beraber bulunamazlar. Muhabbet kalpte hakiki bir şekilde yerleşmiş ise, düşmanlık olamayacağı için, düşmanlık hissi acımak ve şefkat manasına dönüşür. Yani kişiye düşmanlık yerine acımak hükmeder.

Durum tersinde de aynıdır. Şayet bir kalpte düşmanlık hakikati ile yerleşmiş ise, bu kez de muhabbet riyaya dönüşür. Yani suni ve yapmacık bir şekilde seviyormuş gibi görünür. Böyle yapmasının sebebi de ya menfaati içindir ya da zarardan korunmak içindir. İnsan aynı anda bir kişiye hem düşmanlık edip, hem de muhabbet besleyemez.

Buna göre, bir mümin diğer müminlerin hatalarına acımalı, onun o yolda gitmesine razı olmamalıdır. Keşke hakta ve doğruda gitse de bu fenalığı yapmasa, diye hayıflanmalıdır.

Bununla beraber, küfür ve zulümden lezzet alan ya da ikaz ve uyarılara rağmen severek yanlışa gidenlere de acınmaz. Evet dalalet ve sefahat yolunda gidenlere acıyıp, onun o halden kurtulması için dua etmemizde bir sakınca yok. Yalnız tavır alıp ikaz ettiğin halde "Dalalette gitmek bana daha zevkli geliyor." gibi müstehzi bir şekilde olanlara acınmaz. Yoksa dalaletin ve sefahatin içine düşmüş, çıkmak istediği halde çıkamayan çok insanlar vardır ki onların elinden tutmak ve onlara acımak gerekir.

Konunun diğer bir boyutu yapılan kötülüklere iyiliklerle karşılık vermektir. Bu açıdan, bizden nefret edenlere sevgiyle karşılık vermek gerekir. Düşmanlık yapanlara karşı fenalık ve kötülük ile karşılık verip, onları düşmanlıkta daha da zarar verici bir hale getirmek yerine, iyilik ve güzellik yapıp, hem onun şerrinden kurtulmak hem de onun pişman olup samimi bir dost olacağını ümit etmek en kolay, en selametli ve en karlı bir yoldur.

Özetle, meallerini vereceğimiz ayetlere uygun bir yaşam, imanımızın derecesini gösterecektir:

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussılet, 41/34)

“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun