Ahiret olmasa akıl insanın başına bela mı olur?

Tarih: 21.04.2017 - 01:16 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ahiret olmasa akıl insanın başına bela olur deniliyor. Fetret ehlinin aklı başına bela mı olmuştur.
- Yoksa bizler Ahireti duyduğumuz için olmazsa hayal kırıklığı gibi bir akli düşünce mi insana bela oluyor.
- Çünkü fetret ehli hiç duymadığından normal yaşamış ve ölmüş..

Cevap

Değerli kardeşimiz,

a) Önce hepimiz Risalelerdeki misallere baktığımız zaman, ahirete inanmayan bir aklın ne kadar bela olduğunu görüyoruz.

Bizim akıl ve basiret gözüyle hak ve hakikat olduğunu gördüğümüz bir meseleyi, görmediğimiz, bilmediğimiz bir konuyla karşılaştırmamız o gerçeğin kuvvetini zayıflamaktan başka bir işe yaramaz. Bu tür bizce meçhul olan tasavvurları önümüze süren şeytandır. İmanın güzelliğini yok etmeye çalışıyor..

b) Din bir imtihandır, imtihan ortamının olması için her şeyi bir çırpıda bilmemek gerekir. Hatta soruların bir kısmını birilerinin bilmesi, birilerinin de bilmemesini gerektirir.

Kafamıza takılan her soruya şıp diye cevabını bulursak, o zaman çalışkanla tembel öğrenciler nasıl ayırt edilecektir.

İsterseniz bu hususu, Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:

“Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bürhan-ı kat'î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyeden olmayan mesail-i fer'iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz'an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat'î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.” (bk. Sözler, s. 341)

c) Bu açıklamalarımızla, İslami konuların hikmetini araştırmayalım demek istemiyoruz. Elbette araştıracağız... Fakat şunu bileceğiz ki, her konunun cevabını tam olarak bulamayabiliriz veya tam olarak ikna edecek derecede bir açıklama yapamayabiliriz… Çünkü, yukarıdaki Bediane tespitlerden de anlaşıldığı gibi, din soruları prensip olarak üç kısımdır:

Birincisi: Kesin delile dayanan bir cevap isteyen sorular.

İkincisi: Kesin bir delil olmamakla beraber, kuvvetli bir zan ile kabul edilebilen cevapları olan sorular.

Üçüncüsü: Ne kati ne de zanni bir delili olmayan, fakat kişinin dindeki samimiyetini test eden ve teslimiyeti gerektiren sorular.

O halde, kesin bir delilini ve zann-ı galiple de bir çözümünü bulamadığımız dinle ilgili sorulara karşı teslimiyet göstermek şarttır. Çünkü İslam kaynağının şubeleri olan feri meselelerin hikmetini öğrenmek her zaman mümkün olmayabilir.

Burhan / delil her zaman kolay ele gelmez.

Cahil nefsin, kör hissiyatın bu yanlışını pekiştirmek için şeytan da boş durmaz. Bu kişinin kafasını tamamen bulandırmak için ikide bir onu hikmetini bilmediği konularla yüzleştirir ve cehaletinden istifade ederek onu şüpheye düşürür. (krş. Sözler, Lemaat)

d) Şimdi asıl soruya gelince; sorudaki konuyla ilgili Bediüzzaman Hazretlerinin ilgili ifadelerin görelim:

“Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade numunelerini gözümüze gösteriyor.” (bk. Sözler, s. 107)

Demek ki mesele genel olarak insan aklının geçmişten gelen elemleri ve gelecekten gelen kaygıları düşündürdüğü için insanlara büyük bir acı taşıyıcısı durumundadır.

Şayet geçmişin elemleri ve geleceğin kaygılarını ortadan kaldıracak bir çare bulunmazsa, -hangi devirde yaşarsa yaşasın- gerçekte en büyük bir nimet olan akıl, kişinin dünya cennetini cehenneme dönüştüren sihirli bir bela değneği olur.

Bu konuyu -ilkler bazında- birkaç madde halinde şöyle açıklamak mümkündür:

1) Her şeyden önce, biz Fetret dönemindeki Allah’a ve ahirete inanmayanların akıllarının sahiplerine çektirdiği sıkıntıların nasıl olduğunu ve bu açıdan aklın nasıl bir bela kesildiğini kesin olarak bilmemiz zordur. Bu sebeple şimdiki dünyada çok iyi bilinen bir konu, Ehl-i fetretin bilinmeyen durumlarının hatırına feda edilemez.

2) İnsanların İslami meselelere bakış açıları farklıdır. Bunları iki kısma ayırmak mümkündür:

Birinci kısım; iman esaslarının doğru olmadığına dair bir iddiaya sahiptir. Bunlar “kabul-i adem”cidir. Yani İslam’ın kabul ettiği konuları kabul etmedikleri gibi, bunların aksinin doğru olduğunu iddia ederler. Bunların, akıllarını kullanmaları ve davalarını ispat etmeleri gerekir. Ancak bu tür iddialar, özellikle eski zamanlarda -bu zorluğundan ötürü- çok az idi.

İkinci kısım; “adem-i kabul”cüdür. Yani İslam’ın başta iman esasları olmak üzere hakikatlerini düşünmezler, gaflet içinde takip ettikleri dünya lezzetlerinin tadını kaçıracak böyle bir zihin faaliyetine yer vermezler.

Ehl-i fetretin önemli bir kısmı bu ikinci kısımdandır. Tarih kaynaklarının bildirdiği gibi, cahiliye dönemindeki içkilerle sarhoşluğun yaygın olması, çalgılarla, cariyelerle, çeşitli eğlencelerle insanların vakit geçirmeleri bu gafletin göstergesidir.

Demek ki fetret ehlinin içki ve eğlencelerle akıllarını muvakkaten askıya almaları, elem ve kederleri tetikleyen hislerini iptal etmeleri sonucu olarak, akıllarının ne kadar büyük bir bela olduğunu düşünmemiş olabilirler.

3) Risale-i Nur’un aşağıdaki ifadelerinde bu gerçeğin altı çizilmiştir:

“Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı ahiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, her biri şefkat ve muhabbet ve alakadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. (Deve kuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin.) Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, ibtal-i his nev'inden bir çare bulur."

"Çünki meselâ: Vâlide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlâdlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder."

"Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mes'ud zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karabet dahi, hakikî sadakatı ve samimî ihlası ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez.” (bk. Asa-yı Musa, s. 44)

4) Risale-i Nur bu asrın ve gelecek asırların mürşidi olduğundan, nazara verdiği konular daha çok bugün ve yarınki insanların terbiyesiyle, eğitimiyle ilgilenmektedir.

Bu sebeple soruda yer alan “aklın bir bela olması” konumu, ilim ve çeşitli hadiselerin etkisiyle uyanmış, insanlığı fark etmiş, içindeki beka aşkını hissetmiş bu yeni nesil insanlara bakar.

Şu ifadeler bu hakikatin altını çizmektedir:

“... Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih (uyanmış) olan beşer, dinsiz olamaz. Lasiyyema (özellikle) uyanmış, insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne (hücumlarına) karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (sınırsız arzularına) neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı (yardım alacağı kaynak) olacak noktayı -yani din-i hak olan dane-i hakikatı- elde etmezse yaşamaz."

"Bu sırdandır ki; herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır."

Demek istikbalde nev'-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraat-ül istihlal vardır.” (bk. Münazarat, s. 46)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun