SECDE SÛRESİ
Kuran-ı Kerimin otuz ikinci sûresi. Otuz âyet, üç yüz seksen kelime ve bin beş yüz on sekiz harften ibarettir. Fasılası, mim, nûn, lâm harfleridir. Mekkî sûrelerden olup Müminûn sûresinden sonra nazil olmuştur. On sekiz, on dokuz ve yirminci âyetlerinin Medinede nazil olduğu rivayet edilmektedir. Adını on beşinci ayetinde geçen secde kelimesinden almış olup, içinde secde ayeti bulunan sûrelerden biridi. Diğer bir adı da el-Mecadi" dir. Kuranda Secde Sûresi" olarak adlandırılan iki sûre vardır. Bunlardın birisi bu sûredir; diğeri de Fussilet sûresidir. İkisini birbirinden ayırdetmek için bu sûreye Lokman Secdesi, diğerine de Hamim Secdesi adı verilmiştir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, istanbul 1936, V, 3856; Said Havva, el-Esas fit-Tefsir, Kahire, 1985, VII, 4349)
Ebu Hureyre (r:a)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Rasulullah (s.a.s) cuma günleri fecir vaktinde, Secde ve İnsan sûrelerini okumakta idi" (Buhârî, Cuma; 10). Cabir (r.a)'dan rivayet edilen başka bir hadiste de; "Rasûlullah (s.a.s), Secde ve Mülk sürelerini okumadan uyumazdı" denilmektedir (Ahmed b. Hanbel, III, 340).
Sûre, sahih inanma şekli olan İslâm akidesini kalplere yerleştirmek için tevhîd, risâlet ve âhiret ile ilgili gerçekleri değişik bir tarzda ele alarak, şüphe içerisinde bulunan kalpleri imana yüceltmeyi hedef edinmektedir. Mekke'de nâzil olan bütün sûreler, insanların düşüncelerini şirkten, putperestlikten ve diğer bütün câhilî inanç prensiplerinden temizlemeyi; Rasûlullah (s.a.s.) aracılığıyla gönderilen Kur'an âyetlerinin bildirdiği tevhid, âhirete iman ve risalete bağlılık gibi, insanı dalaletten kurtaracak yüce gayelere ulaştırmayı amaçlamaktadırlar. Bu sûrelerin tamamında konular hemen hemen aynı olmakla birlikte, ele alınış şekilleri her defasında insanları ikna edebilmek için değişik uslûplarda olmaktadır.
Allah Teâlâ'nın eşsiz ve benzersiz olduğu, kâinâtı ve içinde bulunan her şeyi O'nun yarattığı, gökleri, yeri ve ikisinin arasında kalan her şeyin O'nun emri içerisinde hareket ettiği, insanların akıllarını kullanarak varlık âlemindeki her şeyin O'nun birliğini ve gönderdiği kitabın hak olduğu gerçeğini açık bir şekilde ortaya koymakta olduğu, değişik misaller verilerek anlatılmak istenmektedir.
Sûre, Rasûlullah (s.a.s)'in getirdiği Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından indirildiğinin kesin bir gerçek olduğunu bildiren âyetle başlamaktadır:
"Elif, lâm, mim... Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbı olan Allah tarafındandır" (1).
Müşrikler ise, Onun Muhammed (s.a.s) tarafından uydurulduğunu iddia etmektedirler. Allah Teâlâ bu iddiaları Kur'an-ı Kerim'in değişik âyetlerinde ele alarak, onların âyetler karşısındaki acziyetlerini ortaya koymaktadır. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Yoksa o müşrikler "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" diye mi iddia ediyorlar? Onlara de ki; "İddianızda samimi iseniz Allah'tan başka gücünüz yettiği herkesi yardımınıza çağırın da O'nun sûrelerinden bir benzerini getiriniz." (Yunus, 10/33). Müfessirlerin bazılarına göre, sûrelerden bir kısmının başında bulunan huruf-ı mukatta kâfirlerin bu iddialarına meydan okumak ve Kur'an'ın bir mucize olduğunu bildirmek anlamını ifade etmektedir. Yani Allah Teâlâ, Arapların dillerini meydana getiren bu gibi harfleri göstererek; "Kur'an'ın da bu harflerden oluştuğu yolundaki iddialarında samimi iseler, aynı harfleri kullanarak böyle bir kitabı meydana getirsinler!" demektedir.
Allah Teâlâ onların iddialarının doğru olmadığını bildirerek, Kur'an'ın gönderilişinden maksadın ne olduğunu şöyle açıklamaktadır:
"Yoksa; "Onu Muhammed uydurdu" mu diyorlar! Öyle mi? Hayır, O, senden önce kendilerine peygamber gönderilmemiş bir milleti uyarman için, sana Rabbın tarafından indirilmiş bir gerçektir. Belki böylece doğru yolu bulup hidayete ererler" (2).
Peşinden gelen âyetlerde Allah Teâlâ'nın, gökleri, yeri ve aralarında bulunanları yarattığı ve her şeyin O'nun bilgisi dahilinde ve hâkimiyeti altında bulunduğu gerçeği zikredildikten sonra, insanın yaratılışına değinilerek, inkâr edenlerin bizzat kendi yaratılışlarının mucizevî mükemmellikteki durumuna bakarak ibret almaları gerektiğini ihtar eden âyet yer almaktadır:
"Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan var eden, sonra insan soyunu alelâde bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen, size kulaklar, gözler ve gönüller veren de O'dur. Ne de az şükredersiniz" (7-9).
Allah Teâlâ, ilk yaratılıştaki bu mükemmelliği ortaya koyduktan sonra, tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin, içinde yaşadıkları âlemin ve kendilerinin ilk yaratılışını muhakeme etmekten yoksun bir şekilde söyledikleri sözleri dile getirmektedir:
"Biz toprağa karışıp kaybolduktan sonra mı, biz mi yeniden yaratılacağız?" derler. Doğrusu onlar Rablerini de inkâr ederler" (10).
Her akıl sahibi kimse için ikna edici delillerle ortada olan ilahî gerçekleri körü körüne inkâr eden kimseler ölümle birlikte öteki hayata gözlerini açtıkları zaman, dünyadayken çağrıldıkları kitabın doğruluğunu şüphe götürmez yakınî bir şekilde kavrayacaklar ve pişmanlık içerisinde Allah Teâlâ'dan kendilerine bir fırsat daha vermesini isteyeceklerdir:
"Suçluların, Rablerin huzurunda başlarını eğerek "Rabbımız! Gördük, işittik; bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller işleyelim, artık kesin olarak iman ettik" dediklerini bir görsen" (12)
Ancak, Allah Teâlâ'nın takdirinde bir değişiklik asla mümkün olmadığı için hakettikleri azabın içine atılacaklardır.
Daha sonra Allah Teâlâ, göndermiş olduğu âyetlere iman eden kimselerin özelliklerinden sözetmektedir. Bu kimseler Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı zaman, kendilerine o âyetleri hatırlatan Rablerini ta'zimle anarak, O'nun celâli karşısında hürmetle secdeye kapanırlar. Onlar, Rablerinin azameti ve celalini benliklerinde hissettikleri için huşu ve taat içerisinde ona yönelir ve tesbih ederek emirlerine boyun eğerler. Onlar gecelerinin bir bölümünü namazla geçirirler, korku ve ümit ile Rablerine duada bulunurlar ve rızıklandırıldıkları şeylerden gönül hoşluğu içerisinde infâk ederler:
"Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine âyetlerimiz hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamadan Rablerini hamd ile tesbih edenler, çok ibadet etmekten vücutları yataklardan uzak kalanlar, Rablerine korku ve ümitle dua edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak edenler inanır" (15-16).
Bu niteliklere sahip mü'minlerle, inkâr edip, Allah'ın emirlerine isyan eden kimselerin eşit olmayacakları bildirildikten sonra, iman edenlerin "me'va" cennetleri ile mükafatlandırılacakları, yoldan çıkanların ise, Cehennem ateşinde barındırılacakları belirtilmektedir.
Allah Teâlâ, kendilerine okunan âyetler karşısında inadla inkâra devam etmenin zulümlerin en büyüğü olduğunu, bu zulmü işleyenlerin ise layık oldukları şekilde cezalandırılacaklarını;
"Kendilerine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da, onlardan yüz çevirenlerden daha zâlim kim olabilir? Biz, mutlaka suçlulara layık oldukları cezayı vereceğiz" (22) âyetiyle insanlara tebliğ etmektedir.
Daha sonra, Tevrat'ın Mûsa (a.s)'a verilişinden söz edilerek bunun, hakkında şüpheye düşülmemesi gereken bir gerçek olduğu ve onun İsrailoğulları için hidayet edici bir rehber kılındığı bildirilmekte, İsrailoğullarından iman edip sabredenlerin insanları doğru yola iletmek için önderler yapıldıkları anlatılmaktadır. Bu açıklama ile Mekke'de bulunan müslüman azınlığın her türlü baskı ve zorluğa sabrederek dinlerini tebliğe devam etmeleri halinde insanlığı İslâm'ın aydınlığına ulaştırmada rehberler olacakları bildirilmektedir. Bu, her çağda sabır ve sebat gösteren tebliğcileri de ihtiva edecek genişlikte bir anlam taşımaktadır.
Müşrikler, eninde sonunda Allah'ın emrine teslim olacakları hakikatini hafife alarak inkâr ediyorlardı. Onların bu tutumları şu şekilde ifade edilmektedir:
"Onlar "Eğer sözünde doğru iseniz, o fetih ne zamandır" derler" (28).
Süre, Rasûlüllah (s.a.s)'in şahsında bütün iman edenlere hitap ederek, şu şekilde son bulmaktadır:
"Sen onlara şöyle de: "Fetih günü kâfirlere, iman etmeleri hiç bir fayda sağlamayacaktır" onlara mühlet de verilmeyecektir". Sen onlardan yüz çevir de bekle. Onlar da bekliyorlar" (29-30).
Ömer TELLİOĞLU