MÜRTED
Geri dönmek, geri istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidad" mastarının ism-i faili. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimi. Dinden çıkma olayına da "riddet" denir.
Bir müslümana kafir denilemez. Zira Rasûlüllah (s.a.s); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" (Buhârî, Edep, 73; Müslim, İman, 111). "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehadet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" (Buhârî, İlim, 49) buyurmaktadır.
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar" (Ebu Davud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudud,1; Nesai, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15).
Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü gerektiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz:
"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı Şeylerden sorumluluğu kaldırdı" (İbn Mâce, Talâk, 16).
Kalbi imânla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vaki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkar edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nahl,16/106). İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır (el-ihtiyâr, II, 106).
Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilaf vardır. Alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir. Her ne olursa olsun cezayı vermek devlet idaresinin görevidir. Onlardan başksaı bu cezayı veremez.
Hz. Ali (r.a), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. en-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli İslam'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür.
Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün salih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/217).
Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda İslâm alimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şafiî'ye göre irtidad edip, sonra İslam'a dönenin haccı da dahil hiç bir ameli düşmez. İmam Malik'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer (el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III, 48).
İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz. Hanetiler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak* olarak kabul etmişlerdir. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1).
Bir müslümanın dinden çıktığına karar vermek için, ilmi bir heyet tarafından sorgulanması gerekir. Böyle bir sorgulama olmadan kafir demek asla doğru değildir.
Bazı akaid kitaplarında şu ibare yer alıyor;"bir kimsede 99 küfür ve 1 iman hali varsa müftüye yakışan o kişinin imanına fetva vermesidir" burada anlatılmak istenen nedir
Âhirzaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdetâ ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhirzaman” demekle yetiniyorlar.
Ötede birçok hanede hz. İbrahim’in (a.s.) mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek? Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...
Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.
Peygamber efendimizi (a.s.m.) dinleyelim: “kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (su-i zan), iyiye yormak (hüsn-ü zan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.
“günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” Tartışması ehl-i sünnet âlimleri ile haricîler ve mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Bu kavganın sonunda galibiyet ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz: Yahya bin muaz buyuruyor: “bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
“kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir” âyet-i kerimesini (maide, 44) yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir” diyen haricîlere karşı, ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden fahreddin-i râzi hazretleri bu hususta en isabetli görüşün hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.
İkrime hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım: “hak teâlânın ‘kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (tefsir-i kebir-9/86)
Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar haricîlik nedir, mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar resûlûllah efendimizin (a.s.m.) Tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...
Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler.
Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...
Merhum elmalılı hamdi yazır, “tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan kur’an-ı kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.
Bir de ahmet ziyaeddin gümüşhanevî hazretlerini dinleyelim: “bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.” Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “su-i zan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...
Gümüşhanevî hazretleri devamla şöyle buyuruyor: “şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz” (ehl-i sünnet itikadı, sh.68)
Tekfir konusunda risale-i nur külliyatından “sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm’dan uzaklaştırır... “meselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!...” (sünuhat, 20)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “sıfatın delâletinde şek var” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, ben mü’minim, müslümanım diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
El-ezherî’nin “kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” Sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:
– söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– bazen müslümanın ağzından küfür çıkabilir.
Yine nur külliyatından “münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.
Dış siyaset konusunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. “sen bu görüşünle hıristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile kur’an-ı kerim’de, “yahudileri ve nasranîleri dost edinmeyin” buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut: “bu nehiy, yahudi ve nasara ile, yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”
Demek ki âyet-i kerime yahudiliğe ve hıristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, hıristiyan bir devleti hıristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: “ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yâni, bir müslüman’ın ehl-i kitaptan, meselâ hıristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun hıristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...
Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah efendimizin (a.s.m.) Bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar: “konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kafir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, müslüman görünen kimsedir. Bu adam islâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah efendimiz (a.s.m) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: “sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.” Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir su-i zan...
Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder: bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “bugün hava bulutlu” demiş. Adam “sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade: belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:
“said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” Bediüzzaman
“bir müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” Gümüşhanevî
Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli müslüman tipine son derece muhtaç...
Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler islâm’ı temsil edemezler...
Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek, diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir.
Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!.. Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.), – ey Allah’ın resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle! Denilmişti. Şu cevabı verdi: – ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..
İslam dininde, dinini değiştireni öldürünüz, hükmünü nasıl anlamak gerekir?
Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben: "Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara sûresi, 26/3) derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.
İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.(Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.
İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım" diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur. (Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72)
Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük" deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: "Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım." (Muvatta, Akdiye, 58)
BENZER SORULAR
- MÜRTED / İRTİDAD
- Hangi nedenlerle dinden çıkmış oluruz? Dinden çıkan bir kişinin geri dönüşü yok mudur?
- Bir Müslümanın diğer bir Müslümanı kötülemek için, onun ağzına sövmesi onu kâfir yapar mı?
- İslam'ın bazı hükümlerini inkâr etmek, bazılarını kabul etmek kurtuluşa sebep olabilir mi? Haramı haram olarak kabul etmeyip de helal diyen kişinin durumu nedir?
- Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kâfir olur mu?
- TEKFİR
- MÜ'MİN
- Yanımızda dine ya da-haşa- mukaddesata küfür edenler oluyor, ne yapmalıyız?
- "Dinini değiştireni öldürün." hadisine göre, mürted olan öldürülür mü?
- İSLAM`DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ