CEMİYET

Topluluk, kalabalık, heyet, komisyon, meclis, cemaat.

Cemiyet veya toplum; başta kendi kendini koruma ve varlığını sürdürme olmak üzere bir çok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan, arada sırada çatışmakla birlikte, belirli bir sürekliliği olup, belirli bir coğrafyada bulunan ve ortak kültüre sahip, az ya da çok müesseseleşmiş karmaşık bir münasebetler bütünüdür.

Toplumu gelişigüzel ya da geçici olarak teşekkül etmiş insan yığınlarından ayırdetmek gerekir. Bir trendeki yolcular, bir spor oyunundaki seyirciler gelişigüzel bir şekilde biraraya gelmiş insan yığınlarıdır. Gösterinin veya yolculuğun bitiminde bu yığınlar da ortadan kalkarlar. Toplumun ise, teşkilâtlanmış belli bir düzeni, yapısı ve izafi de olsa bir sürekliliği vardır. (Özer Ozankaya, Toplumbilim, Ankara 1979, s. 3).

Toplumun bir başka tarifinde ise; aralarında kurumlar halinde organlaşmış bağıntılarla karşılıklı yardımlaşma münasebetleri bulunan fertlerin bütünüdür, denilmektedir. Cemiyet, teşkilâtlanmış bir insan topluluğudur.

Bazıları cemiyeti canlı bir vücuda benzetmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyıl İngiliz filozoflarından Spencer'e göre cemiyet, uzvî evrimin bir sonucu, canlılar dünyasının bir nevi devamıdır. Cemiyet, tıpkı uzvî yapıyı andırır: İkisinde de bölümler, bütünlük, çokluk ve birlik vardır. Fransa sosyologlarından Espinas'a göre cemiyet, yaşayan bir şuurdur. XVII. yüzyıl İngiliz filozoflarından Hobbes ve XVIII. Yüzyılda Jean Jacques Rousseau, cemiyetin sözleşme ile kurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Hobbes'e göre ilk insanlar aralarında sürekli olan ve aynı şeyi iki kişinin elde etmek istemesinden doğan harbe son vermek için sözleşme yaptılar ve cemiyet kurdular. Rousseau'ya göre, insan zekâsının kendiliğinden inkişâfı insanları birlikte çalışmaya sürükledi. Aralarında sözleşme yaparak tabiat halinden cemiyet haline geçtiler. Tabiat halinde saf kalpli, mesut ve samimi olan insan, cemiyet hayatında hem saadetini, hem de faziletini kaybetti. Cemiyet, ferdi çürüttü, hürriyetini öldürdü, onu zincirledi. İnsanın tabiat halindeki dostluk ve merhamet duygularına karşılık, cemiyette harp ve huzursuzluk doğdu. Alicenaplık, yerini hîle ve hasede bıraktı. Rousseau'ya göre cemiyet hayatında bedbaht olan insan için yalnız bir kurtuluş yolu vardır. O da yeniden tabiata dönmektir. (Nurettin Topçu, Sosyoloji, İstanbul 1982, s. 9).

Bazı Batılı sosyal bilimcilerin cemiyet kavramıyla toplumda meydana gelen değişmeleri izah etmeye çalışmaları, yeterli bir açıklama olamamaktadır. Özellikle insan faktöründe meydana gelen değişmelerin; bizzat insan yetiştirme ve eğitme ile ilgili temel dünya görüşü, eğitim metodu ve sosyal çevreden kaynaklandığı açıktır.

Birçok sosyolog cemiyeti bir "sosyal münâsebetler ve teşkilatlar ağı" olarak tarif etmektedir. Bu tarif, soyut bir durumu belirlemekte ve bu yönüyle insan topluluğu kavramını aşan bir muhtevaya sahip olmaktadır. Kavramın içinde elbette insan topluluğu vardır. Ama cemiyete esas varlığını veren, bu insanların meydana getirdiği sosyal münâsebetler ve teşkilatlar ağıdır. Fert, ancak bu münâsebetler ve teşkilatların çerçevesindeki davranışlarıyla bir cemiyetin üyesi vasfını kazanmaktadır.

İnsan ömrünü doğumundan ölümüne kadar bir cemiyetin azası olarak geçirmektedir. Bir cemiyette yaşamak demek, devamlı ve yaygın bir şekilde sosyal tesirin altında kalmak demektir. Zira bir cemiyetin esas özelliği; birbiriyle karşılıklı tesir ve münasebetlerde bulunan insanların teşkilatlı bir tarzda birarada toplanmış olmasıdır. Müşterek inançlara, tutumlara ve hareket tarzlarına sahip olan bu insanların faaliyetleri, birtakım umumi ve müşterek hedeflerin etrafında toplanmıştır. (Kerch-Crutchfield Ballachey, Cemiyet İçinde Fert, İstanbul 1971, Trc. Mümtaz Turhan, s. 55).

Tarihte ve insan tarihi öncesinde ne kadar eskilere gidilirse gidilsin, ulaşılan sonuçlar insanın grup ya da gruplar içinde yaşadığını göstermiştir. Ve bu grupların az çok teşkilatlanmış oldukları, alışkanlıklara, geleneklere, toplumsal inançlara sahip oldukları anlaşılmıştır. Bugünkü sosyoloji, toplumu insanların tabiat ile ilişkilerinin ve kendi aralarındaki ilişkilerin bir bütünü olarak tarif etmektedir. Ve bu münâsebetler bütünü, bir yapıda biçimlenmiştir ki, bu biçime toplumsal yapı denir. (Doğan Ergun,100 Soruda Sosyoloji el kitabı, İstanbul 1973, s. 120).

Büyük Osmanlı tarihçi ve hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, cemiyeti kan değil, inanç birliği tek vücut haline getiren kuvvettir. O bu düşüncesini İslâmiyetten alır. Cemiyetlerin de fertler gibi belirli merhalelerden geçtiğini söyler. Bu görüş, İbn Haldun ve Nâima gibi müslüman tarihçilerde de vardır. Cemiyetler de doğar, büyür, gelişir, duraklar ve ölürler. Devletler bir tavırdan bir tavıra geçerler. Her tavrın kendine göre kanunları, ve icabları vardır. Bu geçiş dönemleri, cemiyetler için tehlikeli çağlardır.

Cevdet Paşa, cemiyet hayatının ulaştığı en yüksek mertebeye devlet demekte, insan cemiyetlerinin devlet sayesinde;

a. Birbirlerinin gadrine uğramaktan, düşman ve yabancı endişesinden kurtulduklarını,

b. Beşeri ihtiyaçlarını tatmin ettiklerini,

c. Kemâlât-ı insaniyelerini tamamladıklarını, söyler. (Ümid Meriç, A. Cevdet Paşa'nın Devlet ve Cemiyet Görüşü, İstanbul 1975 s. 24-25).

Müslüman Sosyolog Ali Şerîati'ye göre: ideal İslâm toplumuna "ümmet*" denir. Değişik dil ve kültürlerde insan topluluklarını gösteren toplum, ulus, ırk, halk, kabile, kılan vs. gibi kelimelerin yerini alan ümmet, ilerici bir ruhla doludur ve dinamik, inançlı, ideolojik, bir toplumsal görünüş arzeder.

Ümmet kelimesi "ümm" kökünden gelir ve yol, niyet gibi manaları vardır. Bu yüzden ümmet; ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanların ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir biçimde meydana getirdikleri toplum demektir. Diğer anlayışlar, kan ve toprak birliğini ve ortak maddi çıkarları toplumun temel ölçütü olarak aldıkları halde, İslâm; ümmet kelimesini seçerek, fikrî sorumluluğu ve ortak bir hedefe doğru yürümeyi toplumsal felsefesinin temeli yapmıştır.

İslâm, bünyesindeki sınıf ve tabakaların birbirlerini istismar etmiyeceği, bilâkis insanlar arasında karşılıklı anlayış ve yardımlaşma duygularının hakim olacağı faziletli bir cemiyet ortaya koymak için vaz olunmuştur. Bu esasa göre İslâm'da fazîletli bir cemiyetin ilk işareti, kötülükleri terk edip hayra yönelmiş faziletli bir kamuoyunun mevcut olmasıdır. Çünkü cemiyet, umumî durumu itibariyle sulhçu bir birliktir. Bu birliğin gölgesinde fazilet büyüyüp gelişirken, nuruyla da kötülükler yok olur.

İslâm, faziletli kamuoyunun doğması için: "kötülüklerden nehyedip, iyilikle emretmeyi" teşvik etmiştir. Buna dayanarak kötülerin, sapıklıklarına son vermeleri; iyilerin de doğru yollarında yürümelerine devam etmeleri için umumî irşâdı gerekli kılmıştır. Zira faziletli insanlar irşâdı cemiyeti faziletli kılar; ferdleri iyi işlerde yardımlaşan, kötü şeyleri de külliyen terkeden insanlar haline getirir. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz..." (Âli İmran, 3/110)

İslâm, faziletli bir cemiyeti meydana getirme yolunda, her türlü bayağılık ve kötülükleri gizler ve örter. Faziletli şeyleri ise, bütün güzelliğiyle meydana çıkarır.

İslâm'da sosyal dayanışmanın aslı ve esası; bünyesinde yalnızca hayırların ortaya çıkacağı faziletli bir cemiyetin meydana gelmesi için yardımlaşma ve dayanışmadır.

Sami ŞENER


Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun