İslâm'a ve ilme hizmet etmek ne demektir nasıl olur? Bu yolda hizmet ederek hayatımızı geçirmek istersek neler yapmamız gereklidir?

Tarih: 23.11.2006 - 09:51 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

I. İlim ve amel

Her konuda olduğu gibi İslam'a hizmet konusunda da en önemli şey, doğru İslamiyeti ve İslamiyet'e layık doğruluğu ögrenmek ve yaşamaktır. Biri ilim diğeri ise ameldir. Bu nedenle ilk işimiz İslamiyeti Ehl-i sünnet inancına göre öğrenmek ve her öğrendiğimiz şeyi de yaşamak gerekir.

Bu konuda örnek Peygamber Efendimizin (asm) hayatıdır. Bu hayatı yaşamanın kendisi İslam'a en büyük hizmettir. Bundan sonra eğer zarar vermezse başkalara da nasihat etmektir.

II. Hz. Peygamber’in (asm) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar

Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle mü'minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O'nun İslâm'ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü'minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (asm) İslâm'ı tebliğ ederken, "Şeriat-ı Tekviniye" dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm'a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.

Allah Resûlü'nün (asm) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O'nun gönül verdiği dâvâ uğrunda "kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri" yetişmiştir.

Hz. Resûl-i Ekrem (asm) insanları İslâm'ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz:

1. Sabır,
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü,
3. Tedrîcilik,
4. Neticeleri Allah'tan bilme,
5. İç derinliği,
6. Tevazu,
7. Muhasebe.

1. Sabır

Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nn, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (asm) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.

İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir:

"Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39)

Bu hususta Peygamber Efendimize (asm) de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Mâide, 5/67)

"Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu."

"Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son safada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü (asm) bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı!.. O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu..."

"O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı."

"Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "hayır!" diyordu..."

Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu:

"Allah'ım, güçsüzlüğümü, za'fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin... Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir."

"O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar... Senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur ve iman eder. (İbn Hişam, Sire, II/60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, III/166).

Günümüzde de İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.

Kur'ân-ı Kerim'de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü'minlerin ona ittibaları emredilir.

"Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153)

âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü'min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar. b) Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah'ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, s.353)

      a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır.

      b) Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir.

     c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, II/69).

Müslüman, Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah'ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır. (Bediüzzaman, Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a).

İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali'ye "İlk bakış lehine gerisi aleyhinedir." buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır.

İmtihan, hayatta Allah'ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk'ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır.

2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü

Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz'in İslâm'ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimize (asm), yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/159)

Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti.

Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular.

Allah Resûlü (asm), şöyle buyuruyor:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez." (Buhâri, Tevhid, 2; Müslim, Fezâil, 66)

"Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin." (Hâkim, el-Müstedrek, IV/277)

"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." (Buhâri, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 65)

Hz. Peygamber (asm), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke'nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuştur. Ebû Süfyan'ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi'yi ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir.

İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.

Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur.

Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ediyorlar:

Zü'l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem'e (asm) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle dedi:

"Ya Muhammed, adaletli ol!." (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.)

O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve:

"Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!" der.
Allah Resûlü (asm), Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: "

"Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?" (Buhari, "Edep", 95; Müslim, "Zekât", 142)

3. Tedricilik

Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm'ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz'in (asm) İslâm'ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim'in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.

Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke'deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır:

"Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir." (Nahl, 16/125)

Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir. Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu's-Sîre s. 95).

Kâinatın Efendisi (asm), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm'a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır.

Allah Resûlü'nün bu düsturu da kıyamete kadar mü'minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900'lü yılların başında Japonya'yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

"Benim İslâm'ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon'a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz'in sünneti olduğunu söyledim. 'Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?' diye sordu. Ben de, 'İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi' cevabını verdim. 'Haklısın' dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı." (Abdürreşid İbrahim, Japonya'da İslâmiyet, 1:156).

4. Neticeleri Sadece Allah'tan Bilme

Efendimiz (asm), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk'a bırakırdı. Cenab-ı Hakk'ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O'ndan geldiğini ve O'nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.

Efendimiz'in (asm) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır. Mü'min kendi vazifesini yapmalı ve Allah'ın "vazifesi"ne karışmamalıdır. Bu hususla alâkalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir:

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler:

"Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek."

Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş:

"Ben, Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir." (Nursî, Lem’alar, 17. Lem'a)

Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda "ene"lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır.

5. İç Derinliği

Hz. Peygamber (asm), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah'tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.

İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz'dir (asm). Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O'dur.

Peygamberimiz (asm), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a):

"Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (r.a.) şu karşılıkta bulunur:

"İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun." (Buharî, Tefsir, 21)

Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar:

"Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu." (Tirmizî, Zühd, 44; İbn Mâce, Zühd, 3)

Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân'ın ifadesiyle

"Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." (Nisa, 4/71)

O hâlde mü'min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.

6. Tevazu

Allah Resûlü'nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti.

Bir gün melek geldi ve sordu:

"Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?" Cibril kulağına fısıldadı:

"Rabb'ine karşı mütevazı ol!" Ve, Allah Resûlü cevap verdi:

"Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim..." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX/19-20.)

O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır.

Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:

"Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum..." (İbn Mâce, Et'ime, 30)

Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimizi (asm) örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.

Kâinatın Efendisi Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş'a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti...

Hz. Aişe Validemiz (ra)'den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır:

"Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." (Tirmizi, Şemâil, 78)

O, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu.

Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alâkalı olarak, Kâinatın Efendisi (asm), şöyle buyurur:

"Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti'nin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu Cehennem'in en alçak derecesine indirir." (Münziri, et-Tergîb, IV/339)

7. Muhasebe

Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes'ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi'dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.

"Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz."

Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz (asm) ile Hz. Âişe (ra) Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum.

Kâinatın Efendisi (asm), birgün Hz. Âişe Validemiz'in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca,

"Ya Âişe, seni ağlatan nedir?" diye sorar. Hz. Âişe Validemiz:

"Ya Resûlellah, Mahşer Günü'nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?" der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir:

"Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat'tan geçerken."

Zira herkes, "acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?" diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, "acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?" diye, Sırat'tan geçip, Cennet'e ve Cemâlullah'a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem'in derinliklerine mi düşeceğim?" diye merak içerisinde olacaklardır.

İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alâkalı olarak da Efendimiz (asm), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir:

"Ey Abdimenafoğulları! Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için bir şey yapamam."

Allah Resûlü (asm) halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder:

"Ey Haşimoğulları, siz de Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için de bir şey yapamam."

Efendimiz (asm), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler.

Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet'te değil dünyada kazanılır. Efendimiz'in mübarek beyanlan içerisinde "Dünya âhiretin tarlasıdır." (Aliyyülkârî, el-Masnû' 1:135; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 1:1320) Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz.

Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı." buyurmuştur. Hûd Sûresinde O'na:

"Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol." (Hûd, 11/112)

buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...

Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...

Mes'ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer (ra) ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, "Benden sonraki halifeye verilsin." diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu:

"Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır."

Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve "Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın." demişti.

Hz. Ömer (ra) de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayri müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O'ndan asırlar sonra gelen Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu.

"Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer'i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum." (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları)

Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü'min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır.

III. İslam’ın tebliğinde hangi yol takip edilmelidir?

Tebliğ mesleğinin yolu, dört adımda özetlenmiş: “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarikı.” Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı.

Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.

Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için, bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.

Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.

Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.

Nur'un Muazzez Müellifi, tefekkürün “Hakîm ismine îsal” edeceğini ifade buyurur. Risale-i Nur Külliyatı harika bir tefekkür hazinesidir. Bu külliyatta tefekkür iki safhada ortaya konulur: Enfüsî ve âfâkî tefekkür. “Nefsî tefekkürde tafsilât, âfâkî tefekkürde ise icmâl” tavsiye edilir. Yâni, insan bir nutfe ile başlayan yolculuğunun safhalarından, aklının anlamasına, kalbinin inanmasına kadar her şeyi tafsilâtıyla tefekkür etmeli, Rabbinin ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu bunlarda okumalıdır. Ama aynı insan, yıldızların faydalarını, bedenindeki hücreler kadar, yahut dağların şekillerini organlarının şekilleri kadar rahat tefekkür edemeyeceği için, âfaktaki bu İlâhî tasarrufları icmâlen, özet olarak düşünmekle yetinmeli. Zaten, belli bir sahada ihtisas yapmış olan insanlar bile, ancak o sahayı tafsilâtıyla tefekkür edebiliyor, diğer ilim dallarında icmâlî düşünüyorlar.

Nur Külliyatı hem enfüsî, hem de âfâkî tefekkürün harika misalleriyle dolu. Bu yönüyle Hakîm ismine en güzel bir mazhar. Hakîm isminin tecellisi Büyük Üstad’da değişik şekillerde kendini gösterir. Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı./ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatı'nda kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da. Nur Külliyatı'nın bu hususiyeti Üstad'ın Hakîm ismine mazhariyetinin bir ciheti.

Bir başka cihet de şu: Harf inkılâbıyla âlimler köşelerine itilmişler, yeni harflerle yeni bir neslin yetiştirilmesine başlanılmış. Körpe dimağlar, Köy Enstitülerinde beyinleri yıkanan Marksist, Materyalist ve tabiatperest öğretmenlerin eline teslim edilmişler. Garplılaşma adı altında ahlâksızlığın kapıları ardına kadar açılmış. Hasta ve perişan gençlik şüphe ve tereddütlerle başbaşa bırakılmış. Onların dertlerine deva bulacak insanlar, ihtiyaca kâfi gelmeyecek kadar az. Mevcut âlimlerin, câmiden uzak gençlere ulaşmaları, onların barındıkları yurtlara gitmeleri, kantinlerine girmeleri imkânsız.

İşte bu çaresizlikler arasında Üstad Bediüzzaman ortaya çıkıyor. Gençlerin şüphelerini giderecek ve sorularına tatminkâr cevaplar verecek bir Külliyatın telifine başlıyor. Ve fedakâr talebelerinin akıl almaz himmet ve gayretleriyle, hapislere ve zindanlara rağmen, bu eserlerini muhtaç gönüllere ulaştırmaya muvaffak oluyor.

İşte bu hâl, Hakîm ismine mazhariyetin bir başka tecellisi.

Konunun bir diğer cephesi de şu: Mutlakıyet ve meşrutiyet dönemlerinde devlet yetkililerini çoğu zaman basın yoluyla, bazan da bizzat görüşerek ikaz eden ve onlara hakkı, hakikatı en uygun biçimde tebliğ eden Üstad, cumhuriyet döneminde bu gibi içtimaî hizmetlerden çekilir. Menfî cereyanların, inançsızlığın, ahlâksızlığın birer şahs-ı mânevî hâline geldiği ve dünya çapında teşkilâtlanmış odaklarca yürütüldüğü bu dönemde, bunlara karşı iman cephesinde de bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirmek gerektiğine karar verir ve siyasî, içtimaî faaliyetlerle vakit kaybetmeden bütün kuvvetiyle iman hakikatlarının neşir ve ilânına çalışır. Nur Külliyatının telifiyle, bir İlâhî inayet olarak, dâvâsını kalplere hâkim kılmakla yeni bir nesil yetiştirmeye muvaffak olur. Bu da Hakîm ismine mazhariyetin ayrı bir tezahürü.

Nur Külliyatı'ndaki imanî bahisler bu asrın dertlerine tam deva olacak muhteviyatıyla Hakîm ismine âyine oldukları gibi, Kur’an ve ezan okumak dahil her türlü dinî faaliyetin lâiklik bahanesiyle yasaklandığı bir dönemde, Nur talebelerine bu mayınlı yolda yürüyebilmeleri için gerekli bütün tedbirleri, temkinleri, prensipleri fevkalâde bir incelikle ortaya koyan, başta İhlâs ve Uhuvvet risaleleri olmak üzere bütün içtimaî bahisler ve bütün lâhika mektupları Hakîm ismine mazhariyetin bir başka cilvesini taşımakta.

Bu mazhariyeti ayrı bir yönden seyredebilmek için şu iki tespiti birlikte değerlendirelim:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”

“Her mü’min îlâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.” (Hutbe-i Şamiye)

Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.

Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun