Hangi İslam doğru? Gerçek İslam hangisi?

Tarih: 13.08.2014 - 00:39 | Güncelleme:

Soru Detayı

- İslam dünyasında Sünnilik, Şiilik ve Vehhabiliğin her biri birbirini bâtıl gördüğü gibi bu mezhepler içindeki meşrepler de bırakın başka mezhebi aynı mezhep çatısı altında bulunduğu diğer meşrepleri bâtıl sayıyor. Herhangi bir mezhep veya meşrep bir başka mezhep veya meşrepten bir yanlış görünce “Gerçek İslam bu değil.” diyor hemen. Bu ifade bütün mezhep ve meşreplerin dilinde pelesenk olmuş durumda.
- Bu durumda bütün mezheplerin, bütün meşreplerin bir araya gelip “gerçek İslam”ın hangisi olduğuna dair ortak bir karar vermesi gerekmiyor mu?
- “Gerçek İslam o değil", “gerçek İslam bu değil", peki gerçek İslam hangisi?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

Hazret-i Peygamber (asm)’in,

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır; bunlardan benim ve ashabımın yolunda olanlar kurtulur.” (bk. Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17)

sözü çerçevesinde bu fırkaya Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamber ve onun cemaatinin yolu); mensuplarına da Sünnî denilmiş; diğer fırkalar Ehl-i Bid’at olarak adlandırılmıştır.

Bid’at, sonradan ortaya çıkan demektir. Hazret-i Ali ile Hazret-i Muaviye arasındaki siyasî ihtilafta, ikisinin anlaşmasına karşı çıkan Ali taraftarı bir gruba Hâricî dendi. Bunlar, âyet ve hadîslere zâhirî manasını vererek, marjinal bir duruş benimsemişler; inançları uğruna amansız bir terör hareketine girişerek Hazret-i Ali, Muaviye ve Amr bin As başta olmak üzere kendileri gibi düşünmeyenlere suikastlar tertiplemişlerdir.

Hazret-i Ali ve Muaviye’nin yanındakiler, Sünnî inancında sebat etmiştir. Zamanla Hâricîler sindirilmiş; ancak Ali taraftarlarından bazı aşırılar, ayrı bir inanç yolu tutmuştur. Buna taraftar manasına Şia; mensuplarına da Şiî denmiştir. Şia, kendi arasında çok fırkalara ayrılmıştır. Abbasîler zamanında, aklı naklin önünde tutan ve aralarında birkaç halifenin de yer aldığı bir cereyan doğmuş; buna Mutezile denmiştir. Mutezile taraftarları, kendi inançlarını benimsemeyenlere zulmetmiş; Kur’an’a mahlûk demediği için, büyük âlim Ahmed bin Hanbel’in ölümüne sebep olmuşlardır.

Başta İmam Ebu Hanife olmak üzere büyük âlimler, halkı şuurlandırmak maksadıyla Ehl-i Sünnet’in prensiplerini kitaba geçirmişler; bid’at fırkalarıyla da ilmî münazaralarda bulunarak Ehl-i Sünnet inancını güçlendirmişlerdir. Böylece kelâm ilmi doğmuştur.

Dünya Müslümanlarının büyük ekseriyeti Sünnî inancına mensuptur. Sünnîlerin de Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî adıyla mezheblere ayrılması, inançta değil; amelde olduğu için, dinen makbul görülmüştür.

Tarih içinde ortaya çıkan bid’at fırkalarından çoğu kaybolmuş; yalnızca Şiîlik ve Hâricîlik varlığını bugüne dek sürdürmüştür.

Son zamanlarda Hâricîlik ile Allah’ın cisim ve insana benzer olduğu inancını benimseyen Mücessime / Müşebbihe fırkasının bir karışımı olarak Vehhâbîlik ortaya çıkmıştır. Şu kadar ki İslâm’ı ilk yıllardaki saflığına döndürme iddiasında oldukları için kendilerine Selefî diyen Vehhâbîler, kendilerini Sünnî olarak lanse eder; tasavvufu meşru gören herkesi şirke veya bid’ata nisbet ederler. Batı dünyası da Vehhâbîliği, Sünnî inanç dairesi içinde kabul etme yanılgısına düşmüştür. Bu şaşırtıcı hal, el-Kâide, Tâlibân ve şimdi de IŞİD vesilesiyle devam etmekte; Sünnî dünyasında bile, bu farkı fark edemeyenlere rastlanmaktadır.

Cevap 2:

İcmâdan Ayrılmak

Kur’an-ı Kerim, "Hükmü üzerinde ilk devir âlimlerinin icmâ (ittifak) ettiği meselelerde, farklı bir yol tutanları, azapla tehdit eder." (bk. Nisâ, 4/115) Ehl-i Sünnet, bu icmânın içinde kalanlardır. Bu inancın esasları kısaca şöyledir:

Sahabîlerin hepsi âdildir. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin halifelikleri sırasıyla sahihtir. Allah, cisim değildir; beşere benzemez. Cennette müminler Allah’ı bilinmeyen bir şekilde göreceklerdir. Mi’raç, Mehdî’nin çıkışı, Mesîh’in inişi, kabir azabı, şefaat, kerâmet haktır. İman, artmaz ve eksilmez. İmanda şüphe olmaz. İnsan, fiillerinde serbesttir. Amel, imandan parça değildir; büyük günah işleyen, kâfir olmaz. Ehl-i kıble, yani kıbleye dönüp namaz kılan bid’at fırkaları, küfre nisbet edilmez. Zâlim ve fâsık da olsa hükümete isyan edilmez. Hâli meçhul olan imama hüsnüzan edilir. Mest üzerine mesh vermek haktır.

Görülüyor ki, Ehl-i Sünnet olmak için, mesela hükümete isyanın hak olduğu itikadına sahip bulunmamak gerekir. Şu halde, herhangi bir sebeple, isyanı, hatta insanları öldürmeyi dinen meşru görenlerin, Sünnî olarak vasıflandırması tarihî bir yanılgı sayılır.

Cevap 3:

Ehl-i sünnet mezheplerin hepsi haktır ve hepsi de doğrudur. Bu bakımdan "Şu hak mezhep diğerinden daha üstündür." gibi bir düşünce yanlıştır.

Mezheplerin birden fazla olmasının hikmetine gelince, Bediüzzaman Said Nursi bu hususta şöyle bir misal vermektedir:

“Bir su beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki:"

"Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattır; afiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt eder (çoğalır). Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: 'Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir; başka hükmü yoktur.'"

“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye (İlâhî hükümler) mezheplere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittiba edenlere (uyanlara) göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.” (bk. Sözler, s. 454-455, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1987)

Dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan Müslümanlar dört mezhepten birisine bağlıdırlar. Bir Müslüman hak mezheplerden birisine tâbi olur, ibadet ve muamelelerini o mezhebin hüküm ve içtihadlarına göre sürdürebilir. İslâmî hayatını bu mezheplerden birisine göre yapan bir Müslümanın, ölünceye kadar aynı mezhepte kalması gibi bir mecburiyet yoktur. Bundan dolayıdır ki, arzu ederse tamamen bir diğer hak mezhebe geçebilir. Meselâ, Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse, dilerse Hanefî mezhebine; Hanefi mezhebine mensup bir kimse de isterse Şâfiî mezhebine geçebilir.

Ancak bir mezhepten diğer mezhebe geçen kimsenin, ibadet ve muamelelerinin kâmil mânâda olabilmesi için, girdiği mezhebin meselelerini bilmesi gerekir. Meselâ bir Şâfiî, Hanefi mezhebine geçiyorsa, en azından o mezhebe göre abdestin farzlarını, abdesti bozan halleri, namazın rükünlerini ve vaciplerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden geçecek olursa, farkına varmadan ibadetini eksik yapıp hataya düşebilir.

Bir mezhepten diğerine tamamen geçmek mümkün olduğu gibi, kendi mezhebinde çıkış yolu bulamayan bir kimse o mevzuda diğer mezhebin içtihadına, görüşüne göre amel edebilir. Bu caizdir. Fakat bu taklit keyfi ve nefisten gelen bir arzu ile olmamalıdır. Bir zaruret ve maslahata göre yapılmalıdır.

Cevap 4:

Hak mezheplerin birbirlerine karşı bakışı "Musavvibe" tarzında olmalıdır.

Bir mesele hakkında ortaya konulan görüşler hususunda, bu görüşlerden hak ve hakikat olanın sadece bir tane olduğunu, birden fazla hakikatin olamayacağını savunanlar olmuştur. Buna karşılık hak ve hakikatin birden fazla olabileceğini kabullenen âlimler de vardır.

Aynı meselede birden fazla isabetli görüşün bulunabileceğini savunan âlimlere "Musavvibe ehli", bu alimlerce ortaya konulan düşünceye "Musavvibe mesleği" denilmiştir.

Musavvibe mesleğini savunan ve bu yolu takip edenlere göre her müçtehit isabetlidir; her mezhep haktır. Müçtehit âlimlerin görüş ve fetvaları, birbirlerine aykırı bile olsa, her birinin görüşü ve fetvası Allah'ın rızasına uygundur.

Hak görüşün tek olduğunu savunanlara göre ise, bir meselede farklı içtihatlara sahip müçtehitlerden sadece birisi doğruyu bulmuş ve isabet etmiştir; diğerleri yanılmışlardır. İçtihat ettikleri için sevap kazanırlar. Ancak görüşleri hak değildir. Bir meseledeki farklı mezheplerden yalnızca birisi Allah'ın rızasına uygundur, diğerleri uygun değildir. Dolayısıyla batıldır.

Bir tek hak görüşün bulunduğunu, diğerlerinin ise hatalı ve batıl olduğunu kabul eden görüş "Muhattie mesleği" olarak isimlendirilmiştir. Bu mezhebi ve yaklaşımı sergileme işlemine ise "tahtie" denilmiştir. Üstad Bediüzzaman, Sünuhat isimli eserinde bu anlayışa dahil olanların şöyle dediklerini aktarır: "Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var."

"Musavvibe" mesleğini benimsemiş olan ve bazı risalelerinde bu yönde görüş beyan eden Üstad Bediüzzaman, "tahtie" mesleğinde olanların görüşlerinin cumhur-u avam, yani dinî hususlarda yeterli bilgisi olmayan geniş halk kitlelerini yanlış cihetlere sevk edebileceğini söyler. Bu insanların, tahtieci yaklaşımda bulunanların görüşleri içindeki dinin temel şartları hakkındaki yorumlarıyla içtihada müteallik görüşleri arasında ayırım yapamayacaklarını, bu yüzden tahtie yaklaşımını, sehven veya vehmen genelleyebileceklerini; böyle bir uygulamanın ise çok büyük tehlikeler ortaya çıkaracağını ifade eder. Tahtieci yaklaşımın nefse düşkünlükten kaynaklanan bir illet olarak nitelendirir. Bu hastalığın göstergesi "inhisar zihniyeti," yani "tek doğru ve hak budur" anlayışıdır. Böyle menfi bir tablonun ortaya çıkmasında tahtiecinin mes'ul olduğunu; Kur'an'ın kuşatıcı ve kucaklayıcı özelliklerini, bütün toplum tabakalarını hitap dairesi içine alışını göremediklerini belirtir.

Mesela Uzak Doğu kültüründe böcek yemek normalken, bizim kültürümüzde iğrençtir. Şimdi hangisi hak, hangisi hatadır diyebiliriz; elbette her iki durumda kendi kültüründe haktır.

Bu sebeple Maliki Mezhebi'nde böcek yemek caizken Hanefi Mezhebi'nde caiz değildir. Şimdi Hanefi Mezhebi'nin hükmü ile Maliki Mezhebi'nin hükmü arasında; birisi hata ama, doğru olma ihtimali var; diğeri doğru ama, hata olma ihtimali var demek yerine, her iki hüküm de konumunda hak ve doğru demek en güzel olan değil midir?

İşte musavvibe ekolü "Bütün hak mezheplerin hükümleri, kendi konumuna ve özel şartlarına göre hak ve doğrudur." diyerek, mezhep taassup ve tutuculuğuna geçit vermiyorlar.

Yine abdestte başı mesh etmek husussunda, Hanefilerde başın dörtte biri, Şafilerde başa bir parmakla değmek yeterli iken, Malikilerde başın tamamı yıkanır vs. Şimdi Kutuplarda yaşayan Müslümanlar açısından hak olan Şafilerin fetvası iken Afrika'da yaşayan Müslümanlar için Malikilerin fetvası haktır; normal iklimde olan Müslümanlar içinde Hanefilerin fetvası haktır.

Şimdi hak burada bir değil üçtür. Her üç mezhebin görüşü de coğrafi koşullara göre haklılık arz ediyor. Öyle ise dinin teferruat kısmında hak çoğalabilir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (asm) "Ümmetimin ihtilafında yani farklı hak mezheplerde olmalarında rahmet vardır." (bk. Keşfü'l-Hafa,1/64) diye buyurmuştur.

Bediüzzaman'ın tahtiecilik düşüncesiyle ilgili bir diğer tespiti ise, bu yaklaşımın sûizan ve tarafgirlik hissinin kaynağı oluşudur. Kendisinden başkasının görüş ve kanaatlerini hatalı bulma şeklindeki bir yaklaşım, toplum içindeki birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırır. Dayanışmayı, kalplerin birliğini, kaşılıklı sevgi ve saygıyı yok eder. İçinde bulunulan şartlar içinde başkalarına hüsn-ü zanda bulunmak, sevgi beslemek ve birlik meydana getirmek gibi çok zarurî ve önemli bir görev vardır.

Sonuç olarak, Ehl-i sünnet içinde kalan her Müslüman, hak yoldadır ve hangi hak mezhebe uyarsa uysun İslam dairesinde kalmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müslümanlar arasında barış nasıl sağlanabilir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun