Hümanizm Üzerine : GÜNEŞTEN BAŞLAYAN YOLCULUK

Hümanizm, insanı insan yapan değerlere saygıyı öne çıkarmak isteyen bir düşünce akımı; insanın tabiatını, yaratılışını esas alan “insan odaklı” bir ideolojik yaklaşım. Bazılarınca hümanizm, mazide din üzerine, yakın tarihte ise ırk üzerine kurulu olan toplum hayatına yeni bir çehre kazandıracak ve onu “insan eksenli” olarak belirleyecek, kuracak ve işletecek.

Her ideoloji gibi hümanizm de birtakım önyargılara, hayallere, arzulara dayanır. Bunların gerçekleşmesi ise sanıldığı kadar kolay olmaz. Bu gibi yenilik taraftarlarına Üstad Bediüzzaman' dan şöyle bir hatırlatma gelir:


Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.” Lem’alar 170



Bunun yakın tarihimizdeki en belirgin örneği komünizmdir. Kâinatta olmayan bir kural üzere oturtulan bu ideoloji, milyonlarca insana yetmiş yıllık bir esaret ve zulüm devri yaşattıktan sonra yıkılıp gitti. “Mutlak eşitlik” kâinatta yok iken bu sistemde kişilere her konuda eşitlik sağlanacağı vaad edilmişti. Mutlu bir azınlığa ulaşılacağı hayalleri ile yola çıkanlar esarette ve mahrumiyette eşitlendiler. Her zulüm gibi bu da sonunda yıkılmaya mahkûm oldu.

Hümanizmi “bütün insanları sevmek” şeklinde takdim edenler de fıtrat (yaratılış) kanunlarına aykırı bir yol tutmuş olurlar. Çünkü insanın yaratılışında herkesi sevmek değil, “iyiyi, güzeli, mükemmeli sevmek” vardır. Bütün insanların dürüst, faydalı, hayırlı kişiler olması düşünülemeyeceğine göre bu fikrin de herkesi içine alan umumî bir ideoloji olarak benimsenmesi imkân haricidir.

Şunu hemen ifade edelim:

İnsana insanları sevdirmek, ona bizzat kendisini sevdirmektir. Bu çok hayırlı bir teşebbüs, güzel bir idealdir. Ama bunu yaparken, insanı insan yapan gerçek değerlere cephe alma yoluna gidilirse çelişkilere düşülür ve çıkmaz sokağa girilir.

Batı toplumlarına bir göz atalım. İktisadî kalkınmalarını tamamlamış, fertlere her türlü imkânı tanımış ve insan nefsine nerdeyse sınır tanımaz bir serbesti ortamı sunmuş olan bu toplumlarda acaba insanlar hümanist midirler? Yoksa, evinde kalan ve devlet bursu alan çocuğundan kira alacak kadar egoist mi?

Düşkünlere yardım batı toplumunda bir hayal olmuş durumda? Hâlbuki o düşkünler de insan değiller mi?

“Çalışsın, kazansın!” diyorlar. “Güçleri yetmiyorsa devlet el atsın!” diyorlar. “İşsizlere asgari ücretten de olsa bir maaş bağlansın!” diyorlar. Kısacası, “Her şeyi devlet halletsin, kimse bizden yardım istemesin!” diyorlar.

Bu anlayışa göre, hümanizm sadece devlet yöneticileri için geçerli oluyor. Hümanist olmaktan olanca güçleriyle kaçan, başkasının derdini dinlemekten rahatsız olan, zevk ve eğlenceyi her şeyin üstünde tutan bu insanların kalplerine hümanizmi nasıl yerleştireceksiniz?

Egoizmin hüküm sürdüğü, insan sevgisinin yerini köpek sevgisinin aldığı, anne ve babaların yılda sadece birer defa ve resmî biçimde hatırlandığı bir toplumda hümanizmden ne ölçüde söz edebilirsiniz?

İnsanı sevdirmek için, turistlere sanat eserlerini tanıtmada gösterdiğimiz hassasiyetin çok daha fazlasını insanın kendisini tanıtmada göstermek mecburiyetindeyiz.

İnsanlık âlemine insanı öyle tanıtmalıyız ki onu her zaman ve her şart altında sevebilelim. Çocukluğunda da sevebilelim, gençliğinde de ihtiyarlığında da. Sıhhatli iken de sevelim, hasta iken de. Varlıklıyken de sevelim düşkünken de. “Asıl olan insan olmaktır, bütün bu haller arızîdirler, gelip geçicidirler.” diyelim ve insanı sevelim.

İnsanı tanıtmanın ilk basamağı, onu tanımaktır. Tanımayan tanıtamaz; bilmeyen bildiremez, sevmeyen sevdiremez.

O hale insanı nasıl tanımalı ve niçin sevmeliyiz? Bu soruların cevaplarını doğru belirlememiz gerekiyor.

Şu milyarlarca insan gökten birer yağmur tanesi gibi inmemiş, yerde birer çiçek gibi açmışlar. Bu çiçeklere birer de ruh takılmış, böylece yürümeye, konuşmaya, anlamaya, gülmeye, ağlamaya başlamışlar.

Dünya güneşten kopmuş. Nice devreler geçirerek bu ateş parçası deniz haline, taş haline, toprak haline gelmiş. Buna göre, toprak ve su da güneşten yaratılmış oluyorlar. Daha sonra topraktan bitkiler, hayvanlar ve sonunda insan yaratılmış. O halde, kaynak itibariyle insan da güneşten yaratılmış oluyor. Ama onda güneşte olmayan çok şeyler var; tıpkı yeryüzünde güneşte olmayan çok şeyler olduğu gibi. Güneşte orman da yok, okyanus da. Ceylan da yok balık da.

Burada akıllara durgunluk veren nice tefekkür tablolarıyla karşı karşıyayız:
Toprak, su ve diğer elementler bir terbiyeden geçerek bitki oluyorlar. O bitki ayrı bir terbiyeden geçerek, meselâ, yumurta haline geliyor. Yumurta bir başka terbiye sonunda göz, kulak, ayak, kanat sahibi oluyor ve uçmaya başlıyor. Buna göre toprak ve su bir terbiye sonunda uçmuş oluyorlar.

Ötede güneşten kopup gelen bir ateş parçası iki ayrı terbiyeden geçiyor. Bir kısmı deniz oluyor, bir kısmı kara. Deniz suyunda ayrı bir terbiye tecellisiyle akıl ermez ve rakamlara sığmaz balıklar âlemi yaratılıyor. Sanki dünün lavları bugün göz, ağız, mide sahibi oluyorlar ve bir terbiye sonunda dünün ateşi bugün suda yüzer hale gelmiş oluyor.
Örnekler sayılamayacak kadar çok.

Biz kendimize dönelim ve insanın yaratılışını düşünelim. Dünün toprağı bugün görüyor, işitiyor, okuyor, anlıyor, düşünüyor, fikirler üretiyor. Önceki günün ateşi, bugün nice manevi ürünler veriyor.

Bedenimizin yapı taşları menşe itibariyle güneşe dayansa bile, o hanede vazife gören ruhun ve ona bağlı his ve duygu âlemlerinin madde ile açıklanmasa mümkün değildir.

Deniz ve içindeki balıklar gibi, ruh ve onda cevelan eden hisler âlemi de güneşte yok. Ne tilkinin kurnazlığını, ne bülbülün nağmesini, ne aslanın yırtıcılığını, ne koyunun uysallığını güneşte bulamazsınız.

İnsan ruhunda bunların hepsinin misalleri var:
Kâinatın meyvesi olan insan, dilerse güneş gibi yakıyor; isterse, hava gibi okşuyor. Kaya gibi sert olanları da var, pamuk gibi yumuşak olanları da.
Kurnazlıkta tilkilere, canavarlıkta sırtlanlara rahmet okutacak kişiler toplumda boy gösteriyorlar.

Yine güneşimize dönelim: Güneşte ışık ve ısı olduğu gibi insanda da şefkat ve gazap var. Şu var ki, güneş kendinde olup bitenlerin farkında değil, insan ise farkında. Ve yine güneş bu sermayesini dilediği gibi kullanama yetkisine sahip değil, insan ise sahip.

İnsan odaklı bir ideolojiyi, dine alternatifmiş gibi sunanlar, ön yargılarını bir tarafa bırakıp şu İlahî fermanı dikkatle incelemelidirler:
Şems Suresinde Allah, bir takım mahlûklarına kasem ediyor, bunların başında “Şems” yani güneş geliyor, son kasem ise insan nefsine ediliyor. Kasem, yemin demektir. Bu kasemlerden sonra bir haber veriliyor:


Nefsini kötülüklerden arındıranlar kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran da ziyan (zarar) etmiştir.”



Nefse kasemle ilgili kısmın meali şöyle: “Nefse (ruha, insanın zatına) ve onu en güzel şekilde biçimlendirene, sonra ona kötülük duygusunu da sakınıp iyi olmayı da birlikte ilham edene(yemin ederim ki)

Felaha erenlerin kimler olduğunu doğrudan haber vermek yerine bir takım varlıklara yemin edilmesiyle bunların önemi vurgulanıyor ve üzerlerinde dikkatlice düşünülmeye teşvik ediliyor. Güneşte başlayan tefekkür seyri “kâinatın en mükemmel meyvesi” olan insanda noktalanıyor; tıpkı dünyanın güneşten kopmasıyla başlayan yolculuğun insanda son bulması gibi.

İşte hümanizmi savunanların bu kaseme çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü “Hümanizm kelimesi Latince 'insan tabiatı' manasına gelen 'hümanitas'dan türemiş. Bu ayette de insana yemin edilmiş ve insan tabiatına “kötülük duygusunun” ve “ondan sakınmanın” birlikte ilham edildiği haber verilmiş.

Bütün insanlık âlemi için bir anket düzenlesiniz ve İslam’dan hiç söz etmeden haram ve helal olan şeyleri sıralayarak bunlar hakkındaki kanaatlerini belirleseniz ortaya İslam’ın hükümlerinin çıktığını görürsünüz. Yalanı hepsi reddedecek, doğruluğa hepsi evet diyecektir. İftiraya hepsi karşı çıkacak, dürüstlüğe sahip olacaklardır. Gururu herkes reddedecek, tevazuu hepsi beğenecektir. Örnekler çoğaltılabilir.

Hak dine karşı çıkanlar insanın yaratılışını dikkate almıyor, onu tesadüfen insan olmuş bir canlı olarak görüyor, sonra da kalkıp insan odaklı bir ahlâk sistemi kurmak istiyorlar.

Bu sistem insanın yaratıcısını düşünmeden, insan tabiatına neleri koyduğunu ve bunların nasıl kullanılması gerektiğini dikkate almadan kurulamaz.
Aksi yola girmek açık bir çelişkidir, insana ters düşmektir.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun