Allah'ın varlığını nasıl kanıtlayabiliriz?

Tarih: 12.03.2012 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Sorunun cevabına geçmeden önce bazı hususları belirt­mek faydalı olacaktır.

Evvelâ inançsızlığın çeşitleri vardır: Şahsın husûsî ka­naati, iman karşısındaki davranışları; inanılacak şeylerin bü­tününe inanıp inanmama gibi halleriyle çeşitlilik arz etmek­tedir.

İman esaslarına karşı alâkasız olan birisi, o esasları kabul etmeyen bir diğerinden farklı olduğu gibi böyle bir şahıs da, o erkânın bütününü reddeden ve yok kabul edenden tama­men farklıdır.

Daha değişik bir ifade ile bu hususu şöyle bir tertibe tâbi tutmak da mümkündür;

1. İnanılması gerekli olan şeylerin varlığını düşünmeden, sırf bir alâkasızlık ve lâubâlîlikten doğan inançsızlıktır ki; bü­yük bir kısmı itibarıyla muhâkemesizlerin, budalaların veya hevâ ve hevesinin esiri zelil ruhların ve sefil akılların işidir. İnanç adına bunlara bir şeyler anlatmak oldukça zor, belki de imkânsızdır. Bunların davranışlarına insiyâkilik hâkimdir. Kit­lenin ağır baskısıyla hareket eder, onunla oturur, onunla kal­karlar.

2. İnanç esaslarını kabul etmeyenlerdir. Bunlar hangi sâikle bu duruma gelirlerse gelsinler, münkir ve mülhiddirler.

3. İnanılması gerekli olan şeyleri yok kabul edenlerdir ki; eski devirlerdeki emsâllerine nispeten, günümüzde bunların sayıları da oldukça fazladır.

Bu son iki bölümde ele alınan inançsızları, ayrıca;

     a) Her şeyi maddeye irca eden ve hiçbir metafizik hâ­diseye inanmayanlar,

     b) Bazı metafizik ve parapsikolojik hâdiselere inananlar, diye ikiye ayırmak da mümkündür.

İnançsızlık, günümüzde, azgınlaşan insanoğlunun en bâ­riz vasfıdır. Ve asrımızda gençliğin, bunalım sebeplerinden birisidir.

İnançsızlık bütünüyle bir felâket ve bütünüyle anarşinin temel rüknü ve kaynağıdır. Diyebiliriz ki, insanlık en huzursuz demlerini, en imansız olduğu devrelerde yaşadı. “Röne­sans’ın” serâzât efendileriyle, Fransız İhtilâlinin serserileri, tabakât-ı beşer çapında ilk inançsızlığı temsil eden ve onu yaygınlaştıranlar oldular. Daha sonra ise, mujik (Rus köylü­sü) bir tip, ona bir “din” deyip sahip çıktı. Ve onu, bugün dünyanın dört bir bucağında tutuşturulan fitne ateşlerinin kibriti ve çırası hâline getirdi.

İnancın dereceleri ve farklılığı gibi, inançsızlığın da dereceleri ve çeşitleri olduğunu göstermeye çalıştık ki, her inançsıza, her söylenen sözün derman olamayacağına, farklı inkârların farklı şekillerde ele alınması lâzım geldiğine ve her münkirin durumuna göre irşâdın yapılması zaruretine dikkatleri çekmiş olalım.

Binâenaleyh, inançsızlık içindeki farklılıklar kadar, irşat, uyarma ve ıslahta da, az çok birbirinden ayrı usûllere baş­vurmada fayda vardır. İyi bir uyarı ve irşâdın yapılabilmesi için, muhatabın, yukarıda işaret edilen bölümlerden hangisi­ne girdiğini önceden tespit etmek bir kısım uygunsuz beyan ve falsoları önlemiş olur. İşin bu kısmı bir hekim hazâkati içinde ele alındıktan sonra inançsıza neyin ve nasıl anlatılma­sı lâzım geldiği de, bir ölçüde belirlenebilir. Mâmâfih, biz yine de gerekli gördüğümüz şu hususları sıralamak istiyoruz:

1.
Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlara mı râcî bulunduğu hususu­nun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım ge­len meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.

2. Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilin­mesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.

Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlû­matı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günü­müzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muha­tap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.

Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mü­himdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde ya­şayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsur­lar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gön­lünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, ken­dilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtu­lamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodo­lojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getir­mektedir.

Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabe­lerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde deği­liz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.

3. Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır. Aksine, küçük bir falso, ehemmiyetsiz bir yanlış her şeyi alt-üst edebilir.

Bu arada bizim bilgisizlik ve görgüsüzlüğümüzle solgun görünen yüce hakikatler, muhatabımızın nazarında küçülür, değersizleşir ve söner gider. Daha sonra başkalarıyla, bu türlü bir araya gelme ve musahabeler için de farklı bir bakış mey­dana gelmesine sebep olur ki; kanaatimce karşı taraf bir da­ha da böyle bir pozisyona düşmemeye gayret edecektir.

Böyle bir duruma sebebiyet veren şahıs, ne kadar da hüsnü niyetli olursa olsun hatası büyük sayılır. Kim bilir gü­nümüzde böyle yarım mürşitlerden ötürü, ilhadda şartlanan ne kadar genç vardır!.. Eskiler; “Yarım molla din götürür, yarım hekim de can.” derlerdi. Aslında, yarım mürşidin zara­rı, yarım hekimden çok daha büyüktür. Zira hekimin bilgisiz­liği veya yanlışı, kısacık maddî hayatı tehdit etmesine muka­bil, mürşidinki çok uzun ve ebedî hayatı bozup mahvına se­bebiyet vermektedir.

4. Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna kat’iyen giril­memelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zaman­da neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât’la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O’nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat’i­yen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yük­sek gerilimle geliniyorsa... Böyleleri münazaracıdan daha ziya­de birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kal­karken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık... Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıra­cak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yap­mak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.

5. Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona er­melidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıra­cağı gibi, muhatabı da küstürecektir.

Mürşit,
hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ız­dıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fet­hettiğimizden emin olabiliriz.

Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.

Burada; şu nokta da, asla hatırdan çıkarılmamalıdır:

Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamze­den davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudu­muzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikin­ci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.

6. Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, baş­kalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmek­se, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin “demine-da­marına” dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de kat’i­yen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.

7. Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.

8. Bunun aksi olarak. davranışlarında gayri ciddî; dü­şüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı’ya karşı teveccüh ve hu­zuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mü­tedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geç­mesine kat’iyen mâni olunmalıdır.

9. Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı veril­melidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.

Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi verme­den başka bir şeye yaramaz.

Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.

Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlat­mayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hu­susta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.

Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!

10. Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, ka­dîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündü­ğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inan­mayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı oldu­ğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret ola­rak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.

11. Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: “Kelime-i Tevhid”in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şey­lerle, kalben inanç ve iz’âna erdiği hissedilirse, başka hususla­ra geçilebilir.

İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, in­kârcının her zaman tenkidine cür’et gösterebileceği meselele­rin anlatılmasından kat’iyen sakınılmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, inançsızın durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları olmalıdır. Bun­larda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, “ata et, ite ot” vermelere veya ye­mek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya ho­şafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun