Said Nursi kendi kitaplarını ve kendi itibarını pazarlıyor mu?
- Kuran 33 yerde risalei nurdan bahsedermiş.
- Allah aşkına bu ne saçmalıktır?
Değerli kardeşimiz,
Bediüzzaman Said Nursi, iman hakikatlerini en parlak delillerle ispat etmiştir. İmanî meseleleri asrın insanının anlayacağı şekilde ortaya koymuştur. İnsanlık için de bir hayat tarzı ve ahlak programı çizmiştir.
Asrımızda insanlık manevî buhranın girdabına düşmüş, bütün değerlerini yitirmeye başlamıştı. Hayatın asıl gayesini anlamak, müspet hisleri geliştirmek, emniyet ve asayişi sağlamak için bir rehbere muhtaçtı.
İşte, o rehberlerden biri bütün eserlerinin şehadetiyle Bediüzzaman Said Nursî’dir.
İslam alemi, yirminci asrın ilk çeyreğinde düşmanları tarafından açılan savaşlarda mağlup düşerek bütün toprakları işgal edilmişti. Düşman bununla da yetinmeyip Müslümanların özvarlığını, manevî değerlerini tahrip etmek için korkunç bir kültür savaşı başlatmıştı. Kur'an ve iman hakikatleri tahrip ediliyordu.
İşte bu durumda Said Nursî, gerçek cihadın, iman hakikatlerini takviye ile olacağını idrak etmişti.
Zira hakikî iman, insanı insan eder. Onu istikamet dairesinde yaşatarak tahripçi bir unsur olmaktan kurtarır.
Ayrıca iman insanın düşünce ufkunu genişleterek faaliyet ve gayret gücünü geliştirir.
İman, insanı tükenmez bir enerjiye sahip kılar. Onu İslâmî bir hayat çerçevesinde mücadeleye hazırlar. Zira İslâmiyet nazarında hayat, daimî faaliyet ve hayırlı işlerde yarışmak ve yardımlaşmaktır.
İman, insana İslâmî bir şahsiyet kazandırır. Onu ölçülü ve dengeli kılar, günahlardan alıkoyar, menfaatperestlikten kurtarır. Fikrî dalâletlere düşmekten muhafaza eder.
Hakiki iman, insanları, aynı fikrî ve ahlâkî değerler etrafında birleştirir ve geliştirir.
Hakiki îmanı elde eden adam, başkalarının hidayeti için çalışır. Mesuliyet hissiyle insanlığı adalet ve barış sahillerine götürmek için elinden geleni yapar.
Bilindiği gibi, İslâm âleminin maruz kaldığı en büyük tehlike, inanç, ahlâk ve kültür sahalarında şahsiyetini kaybetmesinden doğmaktadır.
Yıkılışımıza sebep olan dinamitin fitili, İslâmî şahsiyetin çökmesiyle ateşlenmiştir.
İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman, bütün himmetini Risale-i Nurun neşrine sarfetmiş; talebelerini bu hususta teşvik etmiştir. Çünkü Risale-i Nur Müslümanları bu hakikatlere götüren yolda birer irşat meşalesidir.
Bu kısa girişten sonra, soruda geçen konulara bazı cevaplar vermeye çalışalım:
Cevap 1:
Kur'an-ı Kerim; Allah’ın ezeli ve ebedi olan sıfatlarından süzülüp geldiği için, elbette içinde nihayetsiz manalar ve incelikler bulunacaktır. Nitekim ayette bu husus şu şekilde ifade edilmektedir:
"... Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta yazılmış olmasın." (En'âm, 6/59)
Demek Kur'an'ın içinde, insanların bitirip tüketemeyeceği manalar ve incelikler vardır. Yalnız bu incelik ve manaların veriliş formatları farklılık arz eder. Bazı manalar herkesin kavrayacağı şekilde açık ifade edilirken; buna muhkem ve zahir mana denilir, bazı manalar da müphem ve kapalı olarak ifade edilir ki; buna işari ve remzi manalar denir. Yani manalar inceliğine ve kabalığına göre ifade kalıplarına ayrılır ve ona göre işaret olunur. Bazı manalar vardır ki kökü derindir, her insan bunu kavrayamaz, bunun için derin düşünecek ve köke ulaşabilecek uzman bir nazar ister.
İnsanların idrak ve anlayış kapasitesi muhteliftir. Her insan Kur'an'dan kendi kabı kadar mana doldurur. Ekser insanlar avamdır, derin ve ince meseleleri göremezler. Kuran idrak noktasından muhtelif olan bu tabakaları ihmal etmeyip, hepsine kabı kadar manalar ve işaretler koymuştur. Bu yüzden her insan Kur'an'dan istifade noktasında çapı ve kabı kadar faydalanır.
Demek anlayış noktasında herkesi aynı kefeye koymak ve herkesi eşitlemek sosyal gerçeklere aykırıdır.
Mesela; İmam Azam ilmi donanım olarak çok harika bir kıvamda olmasından dolayı, Kur'an’ın o eşsiz derinliğine inip oradan bize ince ve latif fetvalar çıkarıyor. Çoğu insanlar hatta alimler, hatta ve hatta müçtehitler, bu çıkarılan fetvaların kök ve delillerini kavramaktan aciz kalıyorlar.
Said Nursi Hazretleri de bu meyanda bir dalgıçtır, o da kabı kadar çıkarıyor. Bizim çapsız ve zahiri nazarlarımızın yüzeysel bakışı ile Üstad'ın o derin ve engin bakışı arasında elbette çok farklar olacaktır.
Bu durum, alimler arasında da böyledir. Yani alimler arasında Kur'an’ı anlamak noktasında mutlak bir eşitlik yoktur. Hepsinin derecesi muhteliftir.
Cevap 2:
Bir doktor, doktorluk mesleğini övse, kimse o doktora kibirli ve kendini övüyor diyemez, çünkü doktor kendini değil, ait olduğu mesleği övüyor.
Üstad Bediüzzaman da kendi şahsını değil, Kur'an’ın mesleğini bu zamanda en güzel bir şekilde yansıtan Risale-i Nur mesleğini övüyor. Bu ince farkı göremeyen kimseler, onun bazı sözlerini kendini övüyor gibi algılıyorlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin kendini beğenmediğine ve nefsine makam vermediğine bütün hayatı ve eserleri şahittir. Şu sözleri bu inceliğe işaret eden güzel bir levha hükmündedir:
"... Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş..." (bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas)
Benzer ifade ve hâller, başka büyük zatların hayatında da görülmüştür. Mesela Abdulkadir Geylani Hazretlerinin kasidesinde geçen temeddüh ve iftihar konusunu Bediüzzaman şöyle yorumluyor:
"Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve ali bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlâhiyeyi yâd edip, bihakkın müftehirane şükretmiştir." (bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem'a)
Nefisleri tezkiye makamında olup, üzerindeki nimetleri tamamen Allah’tan bilen sahabelerin de tahdis-i nimet kabilinden velayet davaları ve izharları olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi de şu şekilde izah ediyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakk'ın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:"
"Her bir nimetin iki veçhi vardır:”
“Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür."
"İkinci veçhi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var:"
"Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun.'dediğine karşı, 'Güzellik paltonundur.' dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur." (bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale)
Bazıları, tahdis-i nimet ile gururu birbirine karıştırıp, tahdis-i nimet kabilinden söylenmiş sözleri, gurur gibi telakki ediyorlar.
Allah’ın insanlar üstünde sayısız nimetleri vardır. Bu nimetleri insan kendinden bilirse gurur ve kibir olur, yok bu nimetleri inkar edip gizlerse bu da küfran-ı nimet olur ki, her iki durum da manevi bir hastalıktır. Yani insanın üstünde görünen nimetleri kendinden bilmesi nasıl caiz değilse, aynı şekilde o nimetleri yok sayıp inkar etmesi de caiz değildir.
Bu yüzden tahdis-i nimet dediğimiz, nimeti Allah’tan bilip bu nimeti üzerinde izhar ve ilan etmek yolunu takip etmeliyiz. Tevazu hasletini bu çerçevede anlamak iktiza ediyor. Tevazu aslında nimeti Hakk'tan bilip insanlar üstünde faziletfüruşluk taslamamaktır. Yoksa nimeti görmezlikten gelip saklamak tevazu değil, küfran-ı nimettir.
Bediüzzaman Hazretlerin Risale-i Nurları övmesini bu kapsamda da anlayabiliriz...
Cevap 3:
Bediüzzaman Birinci Şua isimli eserinde Kur'an'ın bazı işari manalarına dikkat çeker.
Evet, Kur'an'ın sarih manaları olduğu gibi, elbette işari manaları da vardır. Kur'an'ın sarih manaları tefsir edilir, işari manaları ise te’vil edilir. Açık manaları, ehl-i iman için bağlayıcıdır. İşari manalar ise, bağlayıcı olmayıp kanaat vericidir.
Bediüzzaman, Birinci Şua isimli telif ettiği risalede Kur'an'ın bazı işari manalarına temas eder. Ona göre işari mana “âyet veya hadisin işaret ettiği muhtemel manalardan birisi budur” demektir ve kesinlik arzetmeyip bir kanaat ifade eder. (bk. Nursi, Şualar, s. 386)
Cevap 4:
Konunun bazı ayrıntıları olduğundan ve çokça tartışıldığından, sözün burasında işari tefsirle alâkalı biraz ayrıntıya girmekte fayda görüyoruz:
İçinde yaşadığımız âlem sırlarla doludur. Tabiat bilginleri her biri kendi zaviyesinden bu âlemin sırlarını bulmaya çalışırlar. Bu bilginler, başkalarının görmediğini görmeye, sezmediğini sezmeye gayret ederler. Kendilerini bütünüyle araştırmaya vermenin neticesinde kimi uzayın sırlarına vakıf olur, kimi canlıların. Kimi insanlara suyun kaldırma kuvvetini anlatır, kimi yer çekimini haber verir. Kimi insanlığa elektriği hediye eder, kimi televizyonu...
Allah’ın irade sıfatından gelen tabiat, sırlarla dolu olduğu gibi, kelâm sıfatından gelen Kur’an da sırlarla doludur. Müfessirler Kur’an deryasının birer dalgıcı olarak, insanlığa onun mana denizinden nice inciler, mücevherler takdim ederler. Kimi onun ahkâm âyetlerini tefsir eder, kimi iman âyetlerini. Kimi sosyolojik nüktelerini beyan eder, kimi psikolojik nüktelerini. Kimi edebi vechesini ele alır, kimi ahlaki cephesini...
Tabiat, zahirinin maverasında nice sırlar taşıdığı gibi, Kur'an da ilk hatıra gelen mananın ötesinde nice nükteler taşır. Hz. Peygamber (asm), "Kur’an'ın zahiri, batını, haddi, matlaı vardır." hadisiyle Kur'anın mana zenginliğine işaret eder. (bk. Gazzalî, İhya, I, 289; Kavaidu'l- Akaid, s. 112; Süyûti, Itkan, II, 1219; Zerkeşi, II, 169. Hadisin sıhhati hakkında tereddüdler dile getirilmişse de, sahih bir mananın tercümanı olduğunda şüphe yoktur.)
Kur'an zahiri ve batınıyla bir bütündür. Nasıl ki lafız ve mana bir ve beraber mütalaa edilir. İnsan ceset ve ruhuyla mükemmel bir sistem oluşturur. Onun gibi, Kur'an'ın zahir ve batın manaları muazzam bir bütünlük içindedir. Mücerret zahire veya batına bakmakla Kur'anı hakkıyla anlayamayız. Zerkeşi'nin ifadesiyle "Zahiri iyi bilmeden batına ulaşılamaz. Ulaştığını söyleyen, kapıyı geçmeden evin ortasına ulaştığını iddia edene benzer." (Zerkeşi, II, 155)
Kur'an'ın sadece zahirine göre hüküm vermek "Zahirilik mezhebini", sadece batınına dikkat etmek "Bâtınilik ekolünü", zahiri kabulle beraber ince batıni manaları görmeye çalışmak da "İşari Tefsir mektebini" netice vermiştir.
Hamdi Yazır şöyle der:
"Şüphe yok ki Kur'an apaçık bir Arapça ile inmiştir. Kur'an'ın dili, bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nasslarda asıl olan, bir karine-i mânia olmadıkça, zahiri üzere hamlolunmaktır. Bununla beraber, Kuran'ın Ümmü'l-Kitap olan muhkematının yanında 'hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı; hakîkatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tansısi, îmâsı, belâğatının nükteleri, tarizleri, telmihleri remizleri' de vardır. Bütün bunlarda en açık olan mana maksut olmakla beraber, müstetbeat-ı terakib denilen ve tâli derecede matlup olan nice ifadeler de vardır... Herhalde zahirilikte ifrat etmek de, batınilikte ifrat etmek kadar zararlıdır." (Yazır, VIII, 5611- 5613)
Belâğatın zirvesinde yer alan Kur’an âyetlerini sadece zahirine göre yorumlamak insanı yanıltabilir. Zira Kur’an âyetlerinde medih sûretinde zem, emir sûretinde tehdit, haber sûretinde emir görmek mümkündür.
Mesela, "Münafıkları elim bir azapla müjdele!" (Nisa, 4/138) âyeti zahiren müjde ifade etse de hakîkatte bir "tehekküm", yani ince bir alay bildirir.
Kâfirlere yönelik "Dilediğinizi yapın!" (Fussilet, 41/40) ayeti tehdid ifade eder.
"Anneler evlatlarını iki yıl emzirirler." (Bakara, 2/233) ve
"Boşanmış kadınlar, evlenmeden üç hayız müddeti beklerler." (Bakara, 2/228)
ayetleri haber suretinde birer emirdir.
"İhramdan çıktığınızda avlanın." (Maide, 5/2) ve
"Cuma namazını kıldığınızda yeryüzüne dağılın." (Cuma, 62/10)
ayetleri ise emir suretinde ibaha ifade ederler. (Râzî, XI, 131; İbnu Kesir, III, 9; Kurtubi, VI, 31; Ebu's- Suud, III, 4; Süyûti, Dürrü'l- Mensur, II, 451)
Yani "ihramdan çıktığınızda avlanabilir, cumayı bitirince dağılabilirsiniz" demektir. Yoksa her ihramdan çıkanın avlanması, her cuma namazı bitiminde herkesin dağılması icap ederdi.
Zahirden sarfı gerektiren bir delil olmadıkça nass'lar zahirine göredir. Fakat -müteşabih âyetlerle ilgili bölümde görüldüğü üzere- nassın zahirinden cihet, cismiyet ve benzerleri hissediliyorsa âyet müteşabihtir, zahirine hamlolunamaz. (bk. Taftezani, s. 189)
Bu noktalara temastan sonra, "işari tefsir" konusunda bazı ayrıntılara geçmek istiyoruz:
İşari tefsir, erbab-ı sülûk ve ehl-i tasavvufa zahir olan gizli bir işaretle Kur'anı zahirinden farklı bir şekilde te'vil etmektir. Bu tür tefsirde işari mana ile zahir mana arasını cemetmek mümkündür. (Zerkani, II, 78)
Nisaburi, Alusi, Tüsteri ve İbn-i Arabî’nin tefsirleri başlıca işari tefsir kitaplarıdır. Bu tür tefsirlerde genelde hayal hakîkata karışmakta, hak-batıl birbirine girmektedir. (Zerkani, II, 90)
Bunlar ve emsalleri yer yer çok güzel ince manalara dikkat çekmişlerse de, zaman zaman tekellüflü te’villere düşmekten kurtulamamışlardır.
Bâtıni tefsir, İslâm ulemasınca sert bir şekilde reddedilirken, işari tefsir genelde kabul görür. Mesela Taftezani şöyle der:
"Nassın zahirinden batınilerin iddia ettikleri manalara sapmak ilhaddır. Çünkü onlar'nass'lar zahirlerine göre değillerdir' derler ve nass'ların ancak masum imam tarafından bilinen batıni manaları olduğunu iddia ederler. Ancak bazı muhakkiklerin 'Nass'lar zahirlerine hamlolunur. Ama bununla beraber o nass'larda erbab-ı sülûke inkişaf eden bir takım inceliklere işaretler vardır. Bu işaretlerle zahir mana arasında mutabakat mümkündür.' demeleri ise, tam bir iman ve irfan eseridir." (Taftezani, Şerhu'l-Akaid, s. 189)
İşari tefsir sahibi, kendi verdiği mananın dışında zahir bir mana olmadığını iddia etmez. Aksine, her şeyden önce zihne zahir mananın geleceğini, nass'ların zahirleri üzerine mahmul bulunduğunu, fakat bu batıni mananın da âyette mündemiç olduğunu söyler. (Ateş, Süleyman, Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri, s. 14)
İbn-i Teymiye, işari mana istihraç edilirken "lafızdan murat işte bu manadır" denilmesini Allah’a bir iftira olarak kabul eder. Ancak ayetin ibaresinin lafzın delaleti olarak değil de ibret ve kıyas için kullanılmasına sıcak bakar. Bunu fukahanın kıyasına benzetir. Yani, fukaha kıyas yoluyla bazı neticelere varırlar. İşari tefsir mensupları da istihrac ettikleri manalarla ibret alırlar. Fukahanın yaptığı kıyas hem sahih, hem batıl olabileceği gibi, işari tefsir de hem sahih, hem batıl olabilir.
Mesela, "Ona (Kur’an'a) ancak tertemiz olanlar dokunabilir." (Vakıa, 56/79) ayetini "Levh-i mahfuz" veya "mushaf" şeklinde anlayıp, buradan "Nasıl ki Kurana ancak temiz beden dokunabilir. Onun gibi, Kuran'ın manalarını da ancak müttaki insanların temiz kalbleri zevkedebilir." neticesine ulaşmak güzel bir manadır. Keza,
"İçinde köpek ve cünüp bulunan eve melekler girmez." (Ebu Davud, Taharet, 89; Nesai, Taharet, 167)
hadisinden "kibir ve hasetle kirlenmiş kalbe de iman hakîkatleri girmez" sonucuna varmak, isabetli bir yorumdur. (İbnu Teymiye, Takıyyüddin, et-Tefsiru'l - Kebir, II, 55)
Yine İbn-i Teymiyeye göre, "İnsanın ruh ve bedeni vardır ve bunlar birbiriyle uyum halindedir. Onun gibi, dinin de birbiriyle uyum arzeden zahir ve batını vardır." (bk. age. II, 85)
Makbul bir işari tefsir için şu dört esasa dikkat çekilmiştir:
1. Kuran'ın zahirine aykırı olmaması.
2. Onu teyid eden şer'i bir şahidi olması.
3. Şer'i ve akli bir muarızı olmaması. Yani, şer'an ve aklen reddedilmemesi.
4. Zahiri mananın reddedilip, "Bundan murat ancak bu batınî manadır." denilmemesi. (Zehebi, II, 377)
İşari tefsirle ilgili bu genel mülahazalardan sonra, konuyu bazı örnekleriyle görmeye çalışalım:
1. Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde insanların fevc fevc Allah’ın dinine gireceklerini haber veren "Nasr" Sûresi nazil olduğunda, artık Rasulullah'ın dünyadaki görevi bitmek üzere olduğunu hisseden Hz. Ömer ağlamaya başlar. (Nesefi, II, 381; (Râzî, XXXII, 164'de ve Kurtubi, XX, 158-159'da Hz. Abbas ve oğlu İbnu Abbas için aynı mana zikredilir)
Keza, Hz. Peygamber (asm) ömrünün sonlarına doğru bir konuşmasında "Bir kul dünyada kalmakla Allah’a dönmek hususunda muhayyer bırakıldı. O, Allah katında olanı seçti." deyince, Hz. Ebu Bekir gözyaşlarını tutamaz. (bk. Buhari, Menakıbu'l- Ensar, 45; Müslim, Fedailu's- Sahabe, 2; Tirmizi, Menakıb, 15)
Hâlbuki aynı hadisi duyan nice insan, o anda Hz. Ebu Bekir'in hissettiğini hissetmez.
2. Hz. Ebu Bekir, veda haccında nazil olan,
"Bugün dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3)
ayetini duyunca "kemalden sonra ancak noksan vardır" der, Hz. Peygamberin vefatının yaklaştığını hisseder, ağlar. (Râzî, XI, 139)
3. "Musa kavmine ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle nefsinize zulmettiniz. Yaradanınıza tövbe edin ve nefislerinizi öldürün.’ dedi." (Bakara, 2/54)
Ayet, Hz. Musa’nın kavminin buzağıya tapması olayıyla alâkalıdır. Ancak, her kavmin taptığı bir buzağı vardır. Kimi para buzağısına tapar, kimi şehvet buzağısına. Kimi makam buzağısına tapar, kimi hevâ buzağısına... Dolayısıyla, hevâdan alıkoymak sûretiyle nefsi öldürmek lazımdır. (Bursevi, I, 139)
4. "Musa kavmine ‘Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.’ demişti..." (Bakara, 2/67 ve devamı)
Hz. Musa döneminde birisi öldürülür. Katilin bulunması için Hz. Musa’ya gelirler. Hz. Musa, Cenab-ı Hakk'ın onlardan bir sığır kesmelerini istediğini söyler. Katilin bulunmasıyla sığır kesmek arasında bir irtibat kuramayan kavmi, işi yokuşa sürmeye başlarlar. Bu sığırın nasıl bir sığır olduğunu sorarlar. Her seferinde sığırın özellikleri artırılır. Bu sığır ne çok yaşlı ne çok genç olacak, orta yaşta bulunacaktır. Rengi bakanlara ferahlık verecek şekilde sapsarıdır. Ayrıca ne çifte koşulmuş, ne de ekin sulamada kullanılmamış salma bir sığırdır. Neticede bu sığırı bulup keserler, onun bir parçasıyla ölüye vururlar, ölü birden hayatlanır.
"Kıssada hayvani nefsin boğazlanmasına işaret vardır. Çünkü onun boğazlanmasında ruhani kalbin hayatı vardır. Hayvani nefsin öldürülmesi orta yaşta gerçekleşir. Çünkü çocuk yaşta akıl başta değildir. İleri yaşta da kişi seyr u sülûkun görevlerinden geri kalır. Sığırın renginin sarılığı riyazet ehlinin renginin sarılığına işarettir. Bu, bir hastalık sarılığı değil, bakanlara meserret bahşeden hoş bir sarılıktır. Nefsi manen öldürme yolunda ilerleyen kişi, bu hareketiyle tama zilleti taşımamalı, ne insanlar yanındaki şerefini, ne de Halık indindeki makamını alet ederek bir takım yaldızlı ve nefse hoş gelen şeylere ulaşmak için hırs aletiyle dünya toprağını sürmemeli, yüzsuyunu dökerek dünya ekinini sulamamalıdır. Yoksa hem halk, hem de Hakk nezdinde suyu bitecektir. Kıssada anlatılan maktül, kalbe işarettir. Sığırın ölüyü hayatlandıran uzvu dildir. Zikre devam sûretiyle ölü kalp, biiznillah hayat bulacaktır." (Zerkani, II, 82-83, Nisaburi'nin Tefsirinden naklen.)
5. "Musa kavmi için su istemişti. Biz de ‘Asan ile taşa vur.’ dedik. Taştan oniki göze kaynadı. Her grup insan içeceği yeri bildi." (Bakara, 2/60)
Ayet, çölde susuz kalan Hz. Musa'nın kavmine Musa'nın asasıyla ihsan edilen ilâhî bir ikramı anlatmaktadır. Hz. Musa, emr-i ilâhî ile asasını taşa vurmuş, o taştan Beni İsrail'in on iki kabilesi sayısınca su fışkırmıştır. (İbnu Kesir, I, 143; Kurtubi, I, 286; Bursevi, I, 147)
"Arifin âyetten hissesi şudur: İnsan ruhu ve sıfatları kalb âleminde Musa ve raiyyeti gibidir. Ruh onları susuzluktan kurtarmak için Rabbinden hikmet ve marifet suyu ister. Bunun üzerine 'La ilâhe illallah' asasını kalb taşına vurması istenir. Vurduğunda oniki hikmet suyu fışkırır. Zira insanın oniki sıfatı vardır. Bunların beşi zahiri, beşi de batıni duyulardır. Kalb ve nefis de ilave edilince toplam on iki eder." (Alûsî, I, 273)
6. "Allah’ın mescitlerinde Allah adının anılmasını men eden ve harabına çalışandan daha zalim kim olabilir?" (Bakara, 2/114)
Ayet, Allah’ın adının anıldığı mescitlere saldıran, oralarda ibadete engel olan ve onların harabına çalışanların dehşetli zulmünden bahsetmektedir. Hemen her devirde böyle zalimleri tarih kaydetmiştir.
Ancak, kendi iç âlemimizi de mescitler topluluğu olarak görebiliriz.
"Nefis, kalb, ruh, sır, hafi gibi latîfelerimiz birer mescittir. Bunların her birinin kendine münasip zikri vardır.
Nefis mescidinin zikri, taat ve ibadettir. Orada zikrin menedilmesi, hasenatın terki ve seyyiata yapışmaktır.
Kalb mescidinin zikri, tevhid ve marifettir. Burada zikrin menedilmesi şüphelere sarılmak ve şehevata gönül vermektir.
Ruh mescidinin zikri, şevk ve muhabbettir. Zikirden menedilmesi, hazlar ve yatıştırıcı şeylerdir. Sır mescidinin zikri şuhut ve murakabedir. Zikirden menedilmesi, keramete meyildir.
Hafi mescidinin zikri, bezl-i vücud, terk-i mevcuttur. (Yani, vücudunu Hakk yolunda feda etmek, varlıklardan alâkayı kesmektir). Zikirden menedilmesi, müşahede ve mükaşefelere yönelmektir." (Zerkani, II, 84)
7. "Allah gökten bir yağmur indirdi de vadiler kendi miktarınca sel oldu. Sel de üzerine çıkan bir köpük yüklenip götürdü. Ayrıca süs eşyası veya alet yapmak için ateşte üzerini yakıp erittikleri madenlerden de bunun gibi bir köpük oluşur. İşte Allah hak ile batılı böyle misallendirir..." (Ra'd, 13/17)
Ayet hak ve batıl mücadelesini anlatmaktadır. Hamdi Yazır, gökten indirilen yağmurun İlâhi vahyi temsil ettiğini, bunda beşer kesbinin bir müdahalesi olmadığını; madenlerden süs eşyası ve alet yapılmasının ise beşerin kesb ve ictihadı ile istinbat ve telif olunan hak malumatı temsil ettiğini söyler ve şu neticeye varır: "Bunların ikisi de esas itibariyle Hakk'ın birer ihsanıdır." (Yazır, IV, 2975-2976)
Gazzalî, âyetle ilgili şu yorumu yapar: Âyette geçen su, Kur’an'dır. Vadiler kalplerdir. Her kalbin kapasitesi farklı farklıdır. Köpük, küfür ve nifaktır. Her ne kadar suyun üstünde görülse de, köpüğün sebatı yoktur. İnsanlara faydası olan hidayet ise, kalıcıdır. (Gazzalî, Kavaidu'l- Akaid, s. 128-129)
Bir başka cihetten ise, ayette geçen su, ilim ve imana işaret eder. Her kalb kendi miktarınca ilim ve imandan nasibini alır. Suyun üzerindeki köpük gibi, bu ilim ve imanda şüpheler, şehvetler zuhur eder. İnsanlara fayda verecek şeylerin, madenlerin ayrışma ameliyesinden sonra kalması gibi, faydalı ilim de kalplerde sebat bulur. (Zerkeşi, I, 493)
8. "Aşılayıcı rüzgârlar gönderdik de, gökten bir su indirip size onunla su verdik..." (Hicr, 15/22) âyetiyle ilgili olarak Hamdi Yazır'ın şu ifadeleri güzel bir işarî tefsir örneğidir:
Ayetin "Aşılayıcı rüzgârlar gönderdik." kısmı peygamberlerin gönderilmesini; "gökten bir su indirdik" kısmı ise kitaplar indirilmesini hatırlatır ve demek olur ki:
"İşte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgârlar gibidir. İlâhî feyzi yüklenmiş olarak, kabiliyeti olanlara neşir ve telkih ederler. İndirilen semavi kitaplar da, gökten indirilen o su gibi, maye-i hayattırlar." (Yazır, V, 3054-3055)
9. "Görmedin mi Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir kelime güzel bir ağaç gibidir. Kökü sabit, dalları semadadır. Rabbisinin izniyle her an meyve vermektedir... Habis (çirkin) bir kelime ise, yerden bitivermiş kararı olmayan habis bir ağaç gibidir..." (İbrahim, 14/24-26)
İslâm, hurma misali güzel bir ağaca, şirk hanzale türü köksüz bir ağaca benzetilmiştir. İslâm ağacının kökü, kalbdeki "La ilâhe illallah" kelimesidir. (Şevkani, III, 106-107)
İman kalbde kök salar. Daima zahiri ve batıni salih amel meyvelerini verir. (Cevziye, İ'lamu'l-Muvakkiin an Rabbi'l-Âlemin, I, 132)
İman ve İslâm ağacının kökleri ilim, marifet ve yakindir. Gövdesi ihlâs, dalları amellerdir. Ağaç sulanmazsa kuruduğu gibi, kalbdeki İslâm ağacı faydalı ilim, salih amel, zikir ve tefekkürle sulanmazsa kurur. Habis ağaç ise şirk ağacına işarettir. Şirkin bir delili yoktur. Ne yerde sabit bir kökü, ne semada bir dalı vardır. (Cevziye, Zâdu’l-Mesir, I, 134-135)
Âlusi, âyetlerin işari manasına şöyle işaret eder:
"İman ağacının gövdesi marifet, dalları muhabbet, yaprakları şevk, bekçisi helal-harama riayettir. Bu ağaç her nefeste ubudiyet letaifinden ve Rububiyet envarının hissedilmesinden meyveler verir." (Alûsî, XIII, 232)
Cafer-i Sadık, âyette anlatılan habis ağacı şehvet ağacı olarak yorumlar. Şehvet ağacı nefis toprağında biter. Bu ağacın suyu emel, yaprakları tembellik, meyveleri günahlardır. Ve bu ağacın akıbeti, ateşte yanmaktır. (Alûsî, ay)
10. "Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları Allah’tan bir lütuf ve rıza isteyerek rükû ve secde eder vaziyette görürsün..." (Fetih, 48/29)
Fetih Sûresinin bu son âyeti, Hz. Peygamber (asm)'in ashabını seçkin vasıflarıyla haber vermektedir. Ancak bu tarz tavsifte, Hasan-ı Basrinin de dikkat çektiği gibi, dört halifeye bir işaret de sezilmektedir. "Onunla beraber olanlar" ifadesi Hz. Peygamber (asm)'le mağarada özel beraberliğe, hususi sohbete mazhar olan Hz. Ebubekire baktığı gibi, "kâfirlere karşı şiddetli" ifadesi Hz. Ömere, "kendi aralarında merhametlidirler" ifadesi Hz. Osmana, "Sen onları Allah’tan bir lütuf ve rıza isteyerek rükû ve secde eder vaziyette görürsün." ifadesi Hz. Aliye işaret etmektedir. (Alûsî, XXVI, 129; Bursevi, IX, 60; Nursi, Lem'alar, s. 30)
Mezkûr âyetten dört halifeye işaret sezmek işari bir tefsirdir. Fakat "âyetten murat bu dört halifedir" demek, haddi tecavüzdür, batıniliğe kaymaktır.
Cevap 5:
Bu ve benzeri yakıştırmalar, Bediüzzaman’a yapılabilecek en büyük iftiradır. Zira Bediüzzaman’ın en belirgin vasfı, insanların teveccühünde kaçması, kendini nazara vermemesi ve hatta kapısına kadar gelen ziyaretçileri, şahsımı ön plana çıkarmasınlar diye çoğu zaman kabul etmeyip, nezaketle geri çevirmesidir.
Gelen ziyaretçileri kabul edemeyeceğini belirtmek için kapısına astığı özür yazısından bir-iki pasajı dikkatinize sunuyoruz:
“Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassut (gözetleme) ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyordum (rahatsız oluyorum). Hem eskiden beri mânevî ve maddî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan-ı İlâhî olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men edildim. Bazı beni hasta eder; maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.” (bk. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Konuşan Yalnız Hakikattır)
“Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:"
"Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” (bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas)
Değil hayatında, ölünce bile, teveccüh edilmemesi için kabrinin gizli olmasını vasiyet eden bir zattan bahsediyoruz. Dünyanın şan ve şerefinden, şöhret ve reklamından ne kadar korktuğunu ve uzak durduğunu anlamak için iki örnek daha vermeyi uygun görürüyoruz:
"Şöhret ayn-ı riyâdır (iki yüzlülük) ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen, اِنَّا ِللهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o belâdan kurtul.” (bk. Mesnev-i Nuriye, Katre'nin Zeyli)
“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor...”
"Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri (insanların dikkatini) kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benliğin verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden (yaratıcı hesabına bakmak) mana-yı ismîyle (sadece kendini göstermek) tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî (ahiret) istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın (ölünün) dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.”
“Dünyada beni sohbetten men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek…"(bk. Emirdağ Lahikası-II, 126. Mektup)
Cevap 6:
Kur'an’ın, işarî tefsir yoluyla birçok hakikate işaret ettiği, ebced hesabıyla birçok tarihi vakalara dikkat çektiği bilinmektedir. Örneğin, Rum suresinin:
"Elif-Lâm-Mim. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir." (Rûm, 30/1-4)
meâlindeki âyetler, Sasanîlere karşı yenilmiş Bizanslıların, birkaç yıl içinde onlara galip geleceğini açık bir şekilde ifade etmiş ve tarih bu gerçek ihbarı, olduğu gibi tasdik etmiştir.
İslam âlimleri, bu âyetin işârî mânâsını da araştırmış ve ebced hesabıyla bir takım tarihî olayları istihraç etmişlerdir:
Ünlü tefsir alimi İbn Berrecan (Ö. 536) Kudus'ün Selahaddin-i Eyyûbi tarafından fethedileceğini bildirmekle kalmamış, aynı zamanda vefatından yaklaşık kırk yedi yıl sonra vuku bulacak Kudüs'ün fetih tarihini (583) de haber vermiştir. (Suyutî, el-İtkan, II/14; Tarihu’l-Hulefa, Şamile), 1/187)
Muhyiddin İbn Arabî de, İbn Berrecan'ın çok önceden haber verdiği aynı tarihte Kudüs'ün fethedildiğini bildirmiştir. Kendisi de ebced hesabını kullanarak ayetten Kudüs'ün fetih tarihi olan 583'ü istihraç etmiştir. (İbni Arabî, Fütuhat, I/60)
İzz b. Abdusselam'ın bildirdiğine göre: Hz. Ali (ra), Şura suresinin başında yer alan "Hâ-Mim-Ayın-Sin-Kaf" şifreli harflerden, Hz. Muaviye ile kendisi arasında vuku bulan hadiseleri çıkarmıştır. (Suyutî, İtkan, II/14; Alusî, I/102).
"Andolsun, Zikir'den (Tevrat'tan) sonra Zebûr'da da, 'Yere muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır.' diye yazmıştık.." (Enbiya, 21/105)
mealindeki âyetten İbn Kemal, Sultan Selim'in Mısır'ın Osmanlı ülkesine ilhak tarihini çıkarmıştır. Âyette Tevrat yerinde kullanılan "ez-Zikr" kelimesi ebced hesabı ile konunun düğümünü çözen anahtar kelimedir. Âyette "ez-Zikr'den sonra" tabiri kullanılmıştır. Bu kelimenin ebced değeri (okunmayan lâm hariç) 921'dir. Mısır'ın fetih tarihi ise, hicrî 922'dir. Demek ki âyet işârî mânâsıyla hicrî 921'den sonra fethin gerçekleşeceğini ifade etmiştir.(bk. Alusî, I/ 8)
"Andolsun, Sebe' halkı için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Biri sağda biri solda iki bahçe bulunuyordu. Onlara şöyle denilmişti: 'Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Beldeniz güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.' " (Sebe, 34/15)
ayetinden Molla Camî İstanbul'un fethini çıkarmıştır. Ayette âdeta denizin iki yakasının tasviri yanında, güzel belde ifadesiyle de İstanbul'u hatırlatıyor. Bunun yanında "Beldetun Tayyibetun" ifadesinin ebced değeri olan 857 rakamı, İstanbul'un hicrî fetih tarihidir.(bk. Elmalılı Hamdi Yazır, VI/3958).
Nümune olarak verdiğimiz bu misallerden de anlaşılacağı gibi, Asr-ı sadet'ten beri cari olan bir tefsir metodu olan işarı ve ebcedî istihraç metodunu, sanki sadece Bediüzzaman Hazretlerinin kullandığı yeni bir metotmuş gibi dillendirmek, şayet antika bir cehaletten kaynaklanmıyorsa, çirkin bir şarlatanlıktan kaynaklanıyor demektir.
Cevap 7:
Tahrim 8. ayet:
Kuran’ın, aynı ifadeyle birçok manaya işaret ettiği, tefsir usulünü bilenlerin hiç yabancı olmadığı bedihi bir gerçektir. Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan Kur’an’ın en parlak i’caz yönlerinden biri de çok az bir sözle çok geniş manalara delâlet etmesidir. Bu sebeple, ahiretle ilgili kullanılan bir ifadeden, aynı zamanda dünyadaki bir hakikate işaret etmesini inkâr etmek, tefsir ilminden habersiz olmak anlamına gelir.
Ayetin baş tarafının “Ey iman edenler, Allah’a yürekten tövbe edin. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter.” mealindeki ifadeyle başlaması, ahiretle ilgili müjdeleri dünyada da almanın mümkün olduğunu, hatta dünyada bu nurlarını tamamlamayanların ahirette de nurlarını tamamlamalarının zor olduğuna işaret etmektedir.
Keza, ahiretteki iman sahiplerinin “Rabbimiz, nurumuzu tamamla.” mealindeki ifadeden anlaşılıyor ki, onların dünyada elde ettikleri nurları var ki ahirette de tamamlanmasını istiyorlar. Ayette, iman ve nur kavramları çerçevesinde meselenin işlenmiş olması, sarahate yakın bir şekilde, tarihte benzeri olmayan bir şekilde iman hizmetini yapan, Kur’an’ın nurlarından aldığı feyzi insanlara ders veren Risale-i Nur’a kuvvetli bir işarettir olabilir.
Mesele, bakış ve niyet meselesidir. Basiret gözü körleşmiş, feraseti dumura uğramış, vicdanı tefessüh etmiş kimselerin, Bediüzzaman Hazretlerini olumsuz değerlendirmeleri normaldir. Nitekim, yüzlerce mucizeleri yanında her halinden peygamber olduğu açık olan Hz. Muhammed (asm)’i, en yakınındaki insanlardan bazılarının bile yine de onu inkâr ettikleri tarihi bir gerçektir. Yüz yirmi dört bin peygamberin, dört semavî kitabın, milyonlarca aklıselim sahibi ilim adamının, binlerce evliyanın varlığını ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin derecede kabul ettikleri, kâinatın yaratıcısını da inkâr edenlerin de var olduğunu unutmamak gerekir.
Cevap 8:
Nur 35. ayet:
Nur suresinin 35. ayetinde nurla ilgili bir misal verilmektedir. Bu temsil ve misalden, olmuş ve olacak, maddî ve manevî olgulara işaret ettiği sezinlenmektedir. Bu sebepledir ki, eskiden beri İslam âlimleri bu ayet üzerinde durmuş ve farklı yorumlar yapmışlar.
İmam Taberi’nin bu ayete ilk verdiği mana şudur:
“Allah göklerde ve yerde olanların hadisidir/hidayet edicisidir. Onlar, onun nuru ile hakka ulaşırlar, onun nuru ile dalaletten hidayete ererler.” (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri).
Bu açıklama bile tek başına her asırdaki hak yolun rehberlerine işaret ettiği gibi, bu asrın hidayet rehberi olduğu, vicdan sahibi milyonlarca insanın kabul ettiği Risale-i Nurların, Kur’an nurundan istifade ve istifaza yoluyla ortaya koyduğu, nurlu hizmete de işaret ettiğine şüphe yoktur.
Ünlü tefsir alimi Fahruddin Râzî de "Buradaki 'nur'dan maksat, manevi nur olan hidayettir." demektedir. Çünkü, ayette, özellikle hidayet kavramına yer verilmiş olması, bu anlamı pekiştirmektedir. Demek buradaki “nur” kelimesi ilim ve güzel amele hidayet olmak, onlara muvaffak olmak manasına gelir.(bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri).
Kur’an’ın işaretlerinin, her asra bakan yönünün bulunduğu muhakkik âlimlerin ittifak ettiği bir husustur. Her asra bakan ciheti olduğu gibi, bu asra da elbette bakan bir yönü vardır.
Ünlü alimlerden İbn Aşur’un bildirdiğine göre, “nur” kavramının üç önemli manası vardır: İlmi burhan/delil, nefsî/zatî kemalat ve nurani müşahedeler.(bk. İbni Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
Şimdi bakalım; Kur’an’ın hakikatlerini ilmi delillerle ispat eden Risale-i Nur’dan daha kuvvetli bir kitap varsa göstersinler! Dikkat edilirse iftirayı atanlar, Bediüzzaman’ın eserlerinin neredeyse % 80’ini teşkil eden “Tevhid, nubuvvet, haşir, ibadet” gibi konuları tamamen görmezlikten gelerek, zor zamanlarda çevresindeki bir avuç insanın davalarına sıkı sıkı bağlanmaları için teşvik etmek gayesiyle kaleme aldığı bu hakikatlere sataşanlar ehli vicdan olabilirler mi?
Diğer taraftan “nur” kelimesinin bir diğer anlamı olan “nefsî/şahsî kemalat” konusunda bu asırda Bediüzzaman’la boy ölçüşen kim var? Bütün hayatını Kur’an’ın hizmetine vakf eden, “Seksen senelik ömrümde dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.” diyen ve hayatıyla ispat eden bu ahir zamanın hidayet mürşidinden, bu manadaki nurun manasına daha layık kim var, gösterilsin!..
Cevap 9:
Nisa 174. ayet:
Allah, bu gibi akıl ve vicdan fukaralarına iman ve insaf versin. Hayatı boyunca, "Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu" ispat etmekle kendini görevli addeden Bediüzzaman’ın o tertemiz istihracını, böyle mülevves iftiralarla bulandıranların hiç mi Allah korkusu yoktur... Bediüzzaman Hazretleri çok açık bir şekilde:
“... Risale-i Nur adedine tevafuk ile o semavi burhan-ı kudsinin yerde bir burhanı Resâili’n-Nur olduğunu remzen haber veriyor.” (bk. Şualar, Birinci Şua, On Beşinci Ayet)
dediği halde, kalkıp da “Nisa suresi 174. ayette indirilen nur olarak Kur’an’dan bahsederken, bu ayetteki, “size apaçık bir nur indirdik” ifadesinin aslında (yani aslında Kur’an’a değil) Risale-i Nur’a bir işaret olduğu Said Nursi tarafından iddia edilmektedir.” iddiasında bulunmak için vicdandan istifa etmek gerektir.
Cevap 10:
Hucurat 2. ayet, Kasas 20. ayet ve Zümer 1. ayet:
Hucurat sûresi 2. ayetin yorumuna gelen itiraza cevabımız:
Bu yorum, Bediüzzaman’ın bir talebesinin, kendi hissiyatını anlatan bir yorumudur. Bu yorumun İslam dini ile çelişen bir tarafı da yoktur. İslam tarihi boyunca, Müslümanlar daima, büyük tanıdıkları kimselerin yanında seslerini kısarak konuşmuşlardır. Bu gelenek, söz konusu ayetten kaynaklanmış olabilir. Baştan sonra hak ve hakikati anlatan, veraset-i nübüvvet noktasında Hz. Peygamber (asm)’in sünnetini ihya eden, Kur’an’ın üstadlığında irşad görevini yapan Risale-i Nur Küllliyatı için, “Efendimizin sünnetinden ve hadislerinden süzülmüştür.” manasına gelen ifadenin, yani, “Risale-i Nur Hazreti Muhammed (asm)'in sesinden başka bir şey olmadığı…” ifadesinin vurgulanmasında ne gibi bir sakınca, bir yanlış olabilir?
Kasas sûresi 20. ayetin yorumuna gelen itiraza cevabımız:
Yine Nur talebelerinden birinin hissiyatını yansıtan bu yorumun nasıl çarpıtıldığına bakalım:
Kur’an’ın aynı ifadeyle tarih içerisinde tekerrür eden pek çok hadiselere işaret edebileceği hususu, muhakkik İslam alimleri tarafından kabul edilmekte ve fiilen eserlerinde yer almaktadır. İslam hilafet merkezi olan Osmanlı devletinin mirası üzerine kurulmuş Türkiye’deki materyalist felsefi düşüncelerin belini kıran, âdeta Firavunların saraylarında Musaları yetiştiren Risasle-i Nur eserlerinin müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayat hikâyesinin en önemli iki nirengi noktası olan, Şark’ın uzak bir şehrinden ve daha sonra da Rusya’nın esir kampından harika bir şekilde İstanbul’a gelmesi, Müslümanları hem manen hem maddeten öldürmeye teşebbüs eden emperyalist güçlerin başları olan İngilizlerin yüzüne tüküren “Hutuvat-ı Sitte” adında bir eseri neşretmesi ve daha sonra da bir Şark vilayeti olan Van’dan -kader-i ilahînin tensibiyle- yine Müslümanların “toplumsal dinsizlik projesiyle” Türk halkının öldürülmesine karşı çıkması ve bunu önlemesi, onun bu ayetin işaretine layık olduğunun göstergesidir. Bugün Risale-i Nur hareketinin bütün İslam âleminin, belki dünyanın çehresini değiştirecek bir seviyede seyretmesi, bu işaretin doğruluğunu daha da pekiştirmektedir.
Zümer sûresi 1. ayetin yorumuna gelen itiraza cevabımız:
Kur’an’ın bir ifadesi pek çok gerçeğe bakıyor. Kur’an sadece Asr-ı saadet için değil, kıyamete kadar gelen bütün insanlar içindir. Nitekim:
- Fatiha sûresinin son ayetinde yer alan “gazaba uğramış ve doğru yoldan sapmış olanlar”ın Yahudi ve Hristiyanlar olduğu hadiste ifade edilmiştir. Ancak bütün İslam âlimleri, bunların sadece Yahudi ve Hristiyanlara değil, o zihniyette olan herkes ve her kesim için geçerli olduğunu belirtmişlerdir.
- Keza, Tebbet sûresi açıkça Ebu Leheb için söz konusu olduğu halde, bu sûrenin Kur’an’da yer almasının bir hikmeti de, bu sûrenin Ebu Leheb zihniyetinde olan herkes için geçerli olmasıdır.
Rum sûresinin gaybî haberi, açıkça Rum / Bizans ve Sasanîler için söz konusu olduğu halde, İslam âlimleri, bunu Hz. Ömer (ra)’in, Salahaddin-i Eyyubî’nin Kudüs’ü fethetmelerine, hatta İstanbul’un fethine de işaret ettiğini belirtmişlerdir. Ve bunu ebced hesabıyla kanıtlamaya çalışmışlardır.
Kural olarak Kur'an’da iyi veya kötü bir misal sadece o günkü muhataplar için değil, kıyamete kadar gelen bütün insanlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki, İslam âlimleri şu kuralı kabul etmişler:
“Bir ayetin nüzul sebebinin hususi olması, manasının umumi olmasına engel değildir.”
Özetle, milyonlarca insanın ilim ve irfanına, tevazu ve takvasına, Allah’ın rızasından başka hiçbir şeye kalbinde yer vermediğine şehadet ettiği Bediüzzaman gibi bir müceddid ile ilgili, Kur'an'ın bazı ayetleriyle işari mana itibariye haber vermesi, elbette Allah'ın sonsuz ilmine yakışır ve o ilmin bir ispatıdır. Bunlara katılmamak insanı mesul etmemekle beraber, kasıtlı bir şekilde tenkit etmek ve hakarete varacak tarzda değerlendirmelere girmek ise mesuliyet gerektireceği kanaatindeyiz.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Risale-i Nur tefsirinde ayetlerin hepsinin açık yazılmaması bir noksanlık mıdır?
- Kur’an’ın evrim ile arasındaki ilişkiyi biliyoruz, hayvandan ilk insana geçiş süreci nasıl oldu?
- Bediüzzaman tefsirleri lafzi ve manevi olarak ikiye ayırmaktadır. Başka alimler de bu ayrımı yapmış mıdır?
- MÜCEDDİD
- Peygamberimizi överken ölçümüz nasıl olmalıdır? Hristiyanların Hz. İsa (a.s)'yı öve öve onu ilahlaştırdıkları ve müşrik konumuna geldikleri aklıma geliyor. Allah ve Rasulü'nü sevme dengesini nasıl kurabilirim?
- Risale-i Nur ne demektir?
- Kur'anda sadece zahiri mana mı vardır?
- Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir, Bediüzzaman kimdir?
- Vakar / vakarlı olma, tevazu / mütevazı olma nedir; açıklar mısınız?
- Siyer kitaplarında, neden Peygamberimizin nesebinin üstünlüğünden bahsedilmektedir?