Hâlid bin Velid (r.a.)
Hâlid, müşriklerin Müslümanlarla yaptıkları bütün harplere ön safta katılmıştı. Ama her defasında içi ezik olarak evine dönmüştü. Çünkü Allah onu Kendi hizmetine hazırlıyordu.
Safkan Arap atları üzerindeki bir grup süvari çöl sıcağında tozu dumana katarak at koşturmaktaydı. Çöl güneşinin kızdırdığı kum taneleri gerek atların ve gerekse binicilerinin terli vücutlarında yapış yapış olmuştu. Nihayet süvari grubu tepeye vardı. Tepeden vadinin ortalarında görünen manzara süvarilere dehşet ve korku ile karışık bir sevinç vermekteydi. Saatlerdir at koşturarak bulmak istedikleri kimseler, işte, vadinin ortasında durmaktaydı.
Kendileri tepede, düşmanlarına hâkim vaziyetteydi. Ancak süvari grubunun kumandanı, bir türlü vadiye doğru hücum işareti vermiyordu. Soluk soluğa tepinen atlar, kumları eşelemekte ve acı acı kişnemekteydi.
Mekke müşriklerine ait bu süvari grubunun kumandanı, Arab’ın harp dâhisi Hâlid bin Velid’den başkası değildi. Vadide ise, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), saf saf olmuş nurlu Ashâbına öğle namazını kıldırmaktaydı.
Hadiseyi Hâlid (r.a.) şöyle anlatır:
“Onlara hücum etmenin tam zamanı, diye düşündüm. Ancak bir türlü hücum emrini veremiyordum. Epey müddet bekledikten sonra, nasıl olduysa, arkadaşlarımla birlikte hücum etmekten vazgeçtik. Bu durum bana çok tesir etmişti. ‘Bu zat gerçekten Allah tarafından korunuyor.’ dedim. Şunu da söyleyeyim ki, o zamana kadar Muhammed’e karşı yapılan bütün savaşlarda bulunmuştum. Ancak her savaştan dönüşte kendimi yanlış iş yapmış birisi olarak hissettiğimi ifade etmeliyim.”
Bu hadiseden sonra Hâlid bin Velid büsbütün kararsız bir tavır içine girmişti. Bir ara Habeşistan’a Necâşî’ye gitmeyi düşündü. Ancak “O, Muhammed’e uydu ve Muhammed’in Ashâbı onun yanında emniyet içinde yaşıyor.” diyerek vazgeçti. Bizans’a ve İran’a gitmeye karar verdi. Bir türlü yola çıkamadı. İşte, böyle kararsızlık içinde iken, Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Hudeybiye Anlaşması dolayısıyla yapamadıkları umrenin kazası için Mekke’ye gelmişti.
Hâlid bin Velid, Resûlullah ile karşılaşmamak için bir yere gizlendi. Hâlid’in (r.a.) daha önce Müslüman olmuş olan kardeşi Velid bin Velid de Resûlullah ile beraber gelmişti. Kardeşi Hâlid’i bütün aramalarına rağmen bulamadı ve şu mektubu bıraktı:
“Bismillâhirrahmânirrahim.
“Bu kadar akıllı olduğun hâlde İslam’a girmekten kaçman kadar acayip bir şey görmedim. İslamiyet gibi bir dinden kim uzak kalabilir? Resûlullah bana seni sordu ve ‘Hâlid nerede?’ dedi. ‘Allah onu getirir.’ dedim. ‘Onun gibiler İslam’a uzak kalabilir mi? Mücadele ve gayretini Müslümanlar için kullansaydı onun için daha iyi olurdu.’ dedi. Kardeşim, çabuk ulaş, fırsatları kaçırma!”
Hâlid bin Velid’in İslam’a olan alakası bu mektubu aldıktan sonra daha da arttı. Hususen Resûlullah’ın kendisini sorması onu çok sevindirmişti. Rüyasında çok dar ve kurak bir yerden geniş ve yeşil bir ülkeye çıkıyordu. Bu rüyanın tabirini kesin olarak bilmemekle beraber, rüya kendisinin Müslüman oluşunda bir teşvik unsuru oldu.
Artık Resûlullah’ın yanına gitmeye karar vermişti. Ancak kendisine bir arkadaş aramakta idi. Yolda Safvan bin Ümeyye’ye rastladı.
“Ey Ebû Vehb! İçinde bulunduğumuz durumu biliyor musun? Biz çok azaldık. Muhammed ise hem Araplara hem de Acemlere galip geliyor.” dedi. Safvan, Hâlid’in bu konuşmasına şiddetle karşılık verdi:
“Kendimden başka kimse de kalmasa, yine ona tabi olmam!”
Hâlid, onun bu gayzını ve kinini, kardeşinin ve babasının Bedir’de öldürülüşüne verdi. Bu Safvan bin Ümeyye, Peygamberimizin kaza umresi sırasında Hz. Bilâl-i Habeşî’nin yanık sesiyle okuduğu ezanı duyunca, “Şükür ki, babam bu sesi işitmeden öldü!” diyecek kadar küfür ve şirk içerisindeydi.
Hâlid daha sonra, önceden İslam’ı kabul etmiş olan, Ebû Cehil’in oğlu İkrime bin Ebû Cehil’e rastladı ve Safvan’a söylediklerini ona da tekrar etti. İkrime (r.a.), Hâlid’e, inancını katiyen açığa vurmamasını söyledi.
Artık Hâlid bin Velid tek başına Resûlullah’a gitmeye karar vermişti. Eve gidip hazırlık yaptı ve hemen yola koyuldu. Yolda Osman bin Talha’ya rastladı. Safvan ve İkrime’ye söylediklerini ona da tekrarladı. Osman bin Talha, Hâlid bin Velid’in teklifini kabul etti ve beraberce Resûlullah’a gitmeye karar verdiler. Hidde’ye vardıklarında, Habeşistan’dan gelen Amr bin Âs da kendilerine katıldı.
Beraberce Medine’ye gittiler. Medine’ye vardıklarında onları ilk karşılayan, Hâlid bin Velid’in kardeşi Velid bin Velid oldu.
Velid, gelenlere müjdeyi verdi:
“Çabuk olun! Resûlullah sizin gelişinizi haber aldı, sevindi ve şimdi sizleri bekliyor.”
Bu esnada Resûl-i Ekrem (a.s.m.), etrafındaki sahabilerine şöyle diyordu:
“Mekke, ciğerparelerini kucağımıza attı.”
Gerçekten de, yakın bir zamana kadar müşrik ordularının ön saflarında Müslümanlara karşı çarpışan bu bahadırlar, şimdi hakka teslim olmuş ve biat etmek üzere Resûlullah’ın huzuruna geliyorlardı.
İki Cihan Peygamberi, şefkatli ve re’fetli nebi Hz. Muhammed (a.s.m.) gelenleri tebessümle ve sevinçle karşıladı. Önce Hâlid bin Velid selam verdi ve Kelime-i Şehadet getirdi. Herkes heyecanla, Resûlullah’ın ne söyleyeceğini merak ediyordu. Resûlullah’ın mübarek ağızlarından Hâlid bin Velid’e hitaben şu sözler döküldü:
“Seni hidayete erdiren Allah’a hamd olsun! Sen akıllı birisin. Allah’tan sana hayırlı hizmetler yaptırmasını niyaz ediyorum.”
Hâlid bin Velid ise eski günahlarını hatırlıyor, mahcup bir şekilde, günahlarının affedilmesi için Resûlullah’ın dua etmesini istiyordu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “İslam daha önce yapılanların hesabını sormaz.” diye cevap verdi. Hâlid bin Velid yine de Resûlullah’ın bu mealde dua etmesini istiyordu. Resûlullah ellerini kaldırdı ve dua etti:
“Allah’ım! İnsanları Senin yolundan çevirmek için şimdiye kadar işlediği günahlarını affet!”
Hâlid bin Velid, daha sonra kahramanlıklarıyla ve hizmetleriyle Resûlullah’ın bu takdir ve dualarına mazhar olduğunu ispat edecek ve “Allah’ın Kılıcı” unvanını alacaktı
Hâlid bin Velid, Cahiliye Devri’nde Kureyşlilerin ileri gelenlerindendi. Kureyşliler ona süvari birliği kumandanlığı gibi mühim bir vazife vermişlerdi. Başarılı bir kumandandı. Savaş taktiğini iyi biliyordu. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, Hâlid gibi birinin Müslüman olmasını ve gücünü İslam yolunda kullanmasını çok arzuluyordu. Hattâ bir defasında bunu şöyle beyan buyurmuştu:
“Hâlid gibi birisinin İslamiyet’i bilmemesi ve tanımaması olamaz. Keşke o bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Onu başkalarına tercih eder, üstün tutardık.”
Evet, bundan böyle Hz. Hâlid artık kuvvetini Allah yolunda İslam düşmanlarına karşı kullanacaktı. Onun katıldığı ilk cihat, Mute Savaşı oldu. Bu savaşın sebebi, Peygamber Efendimizin Rum kayserine gönderdiği Hâris bin Umeyr’in (r.a.), Şam valilerinden Şurahbil bin Amr tarafından şehit edilmesiydi. Bu hadise Resûlullah’ın çok ağırına gitti. Hemen üç bin kişilik bir ordu hazırladı. Orduya Zeyd bin Hârise (r.a.) kumanda edecekti. Şayet Zeyd şehit olursa Câfer bin Ebî Tâlib (r.a.) kumandayı ele alacak, o da şehit olursa Abdullah bin Revâha kumandan olacaktı. Hâlid bin Velid de (r.a.) orduya bir nefer olarak katılmıştı.
Medine’den hareket eden mücahitler, Bizanslılarla Mute mevkiinde karşılaştılar. Bizans ordusunun sayısı 100 bin civarındaydı (diğer bir rivayete göre 200 bin). Üstelik mükemmel bir şekilde silahlanmışlardı. Fakat onların sayıca kalabalık ve silahça üstün olmaları mücahitleri korkutmadı. Çünkü onlar zaten şehit olmak arzusuyla cihada katılmışlardı. İşte bu fırsat önlerindeydi. Hiç tereddüt etmeden kumandanları Zeyd bin Hârise’nin arkasında “Allah, Allah!” sesleriyle şahlandılar. Bir müddet sonra Hz. Zeyd, Hz. Câfer ve Hz. Abdullah, kahramanca çarpışarak şehit oldular. İslam ordusu kumandansız kalmıştı. Bizanslılar neredeyse Müslümanların hepsini imha edeceklerdi. Sahabilerin bir kısmı şehit düştü.
Bu arada Sâbit bin Akrem (r.a.), sancağa sarılarak, dağılan askeri toplamaya uğraşıyor, “Ey Müslümanlar! İçinizden birini kumandan olarak seçin ve onun çevresinde toplanın.” diyordu. Müslümanlar her taraftan onun sesine toplandılar. “Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız.” dediler. Fakat o, bunu kabul etmedi ve sancağı Hâlid bin Velid’e uzattı. Hz. Hâlid kumandanlığı kabul etmek istemediyse de Sâbit bin Akrem’in, “Sen savaş usulünü benden daha iyi bilirsin.” demesi üzerine sancağı eline aldı. Zaten mücahitler de hep bir ağızdan onun kumandan olmasını istiyordu.
Bu arada Cenâb-ı Hak, zaman ve mekân perdelerini ortadan kaldırdı. Savaş meydanını olduğu gibi Peygamberimizin gözleri önüne serdi. Peygamber Efendimiz minbere çıkıp oturdu. Müslümanlar toplanınca şöyle buyurdu:
“Onlar düşmanla karşılaştılar. Zeyd şehit oldu. O şimdi cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Şimdi o, yakuttan iki kanadıyla uçuyor. Câfer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı. O da elinde sancak olduğu hâlde şehit edildi. Abdullah bin Revâha’dan sonra sancağı Hâlid bin Velid aldı. İşte şimdi ocak tutuştu, savaş kızıştı.”
Peygamber Efendimiz daha sonra da ellerini kaldırarak, “Ey Allah’ım! O, Senin kılıçlarından bir kılıçtır, ona yardım et.” şeklinde dua etti.
Böylece Peygamber Efendimizin duasına da mazhar olan İslam ordusu derlenip toparlanmaya, Hz. Hâlid’in kumandasında düşmanla çarpışmaya devam etti. Çok geçmeden de Rumlardan bir bölüğü bozguna uğrattı. Vakit bir hayli ilerlemiş, karanlık iyice bastırmıştı. İki ordu birbirinden ayrıldı ve istirahate çekildi.
Hz. Hâlid için bu, bulunmaz bir fırsattı. Bu ânı iyi değerlendirmesi gerekiyordu. Hz. Hâlid harp hususunda tecrübeliydi. Artık bu tecrübesini göstermeli, hem mücahitleri imhadan kurtarmalı, hem de bir avuç askerle kalabalık Bizans ordusuna ağır bir darbe indirmeli idi.
Karargâhı dolaştı, askere moral verdi. Gece yarısından sonra düşündüğü planı tatbikata koydu. Sağ kanattaki mücahitleri sol kanada, sol kanattakileri sağa, arkadakileri öne ve öndekileri de arka safa yerleştirdi. Böylece “Taze kuvvet geldi.” imajını vererek düşmanın maneviyatını sarsmak istiyordu. Sabah olunca da vakit geçirmeden “hücum” emrini verdi. Rumlar daha önce şekil ve kıyafetlerini tanıdıkları Müslümanlardan başkalarını görünce, “Her hâlde bunlara yardımcı kuvvet gelmiş.” dediler. Yüreklerine korku düştü ve paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen mücahitler âni bir hücuma geçtiler ve düşmanı bozguna uğrattılar. Ordu komutanı da ön safta kılıç sallıyordu. Öyle ki, o gün Hâlid’in elinde dokuz kılıç kırıldı…
Böylece Müslümanlar, Hz. Hâlid’in başarılı kumandanlığı sayesinde büyük bir zafer kazandı, birçok da ganimet ele geçirerek Medine’nin yolunu tuttular.
Bundan sonra Hz. Hâlid “Seyfullah,” yani “Allah’ın Kılıcı” lakabıyla anılmaya başlandı.[1]Hz. Hâlid’in, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu Hane-i Saadet’in yakınında bir eve yerleştirdi ve süvari birliği kumandanlığına getirdi. Hz. Hâlid, Tâif Muhasarası’nda, Mekke’nin Fethi’nde, Huneyn Savaşı’nda ve katıldığı diğer gazalarda büyük hizmetlerde bulunmuş, Huneyn Savaşı’nda yaralanmıştı. Peygamber Efendimiz mübarek nefesiyle onun yarasını iyileştirmişti.
Peygamber Efendimiz, Hz. Hâlid’i askerî hizmetlerin dışında başka mühim vazifeler için de gönderirdi. Hz. Hâlid aynı zamanda hakka davet hususunda muvaffakiyetlere mazhar bir insandı. Mesela Benî Hârisleri İslam’a davet için gittiğinde, onlara İslam’ı anlayacakları bir üslupla, ruhlarına sinecek bir tarzda anlattı. Benî Hârisler davete icabet ettiler ve Müslüman oldular. Bundan sonra Hz. Hâlid, Peygamberimizin emri üzerine bir müddet onların yanında kaldı. Onlara Kur’ân’ı ve İslam’ın esaslarını öğretti, zekâtlarını topladı. Birkaç gün sonra da Benî Hârislerin elçileriyle birlikte Peygamberimizin huzuruna çıktı.
Peygamberimiz, Mekke’nin Fethi’nden sonra Hz. Hâlid’i, Uzza putunu yıkması için de görevlendirmişti. Uzza’nın bakıcısı, Hâlid’in kararını fark edince putun üzerine bir kılıç asarak kendisi dağa çıktı. Hz. Hâlid putu yıkmak üzere geldiğinde yanında kapkara, çırılçıplak, saçı başı darmadağınık, elleri boynunda, dişlerini gıcırdatan bir kadın gördü. Bu, bir şeytandı. Hâlid birden ürperdi. Bu arada putun bakıcısı, kadına şöyle bağırıyordu:
“Ey Uzza, haydi! Şiddetli bir şekilde Hâlid’e saldır! Ey Uzza, eğer sen bugün onu öldürmezsen zelil ve perişan olacaksın!”
Hz. Hâlid’in şaşkınlığı geçmişti. “Ey Uzza! Seni tanımak yok. Tespih etmek de yok. Allah’ın seni alçaltmış olduğunu görüyorum!” diyerek saldırdı ve kadını ikiye böldü. Kadın kara bir kül hâline geldi. Hz. Hâlid daha sonra Uzza’nın bakıcısını da öldürdü ve Peygamberimizin yanına döndü. Olup bitenleri haber verdi. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
“Bundan sonra Araplar için Uzza yoktur. Artık ona hiç tapılmayacaktır.”
Hz. Hâlid de Allah’a hamd etti: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Bize İslamiyet gibi yüce bir dini ikram ve ihsan eden ve bizi helak olmaktan kurtaran Allah’a hamd olsun. Ben babamın 100 deve ve koyun içerisinden en iyisini seçerek Uzza için kestiğini ve onun yanında üç gün kaldıktan sonra sevinçli bir hâlde yanımıza döndüğünü görürdüm. Babamın, üzerinde hayatını tüketmiş ve ölüp gitmiş olduğu bu görüş ve inanışına, işitmeyen, görmeyen, zarar ve fayda vermeyen bir ağaç parçası için kurbanlar keserek aldanmış olduğuna bakıyorum da şaşıyorum!” dedi.[2]
Hâlid, Peygamberimizden gelen her şeyi mübarek telakki eder, ondan bir şeref duyar, bir iftihar vesilesi sayardı. Nitekim Resûlullah’ın mübarek sakalından ve saçından dökülen kılları toplar, onları yanından ayırmazdı.
Yermuk Savaşı’ndaydı… Hz. Hâlid, sarığını kaybetmişti. Askerlere, sarığının aranmasını ve mutlaka bulunmasını emretti. Mücahitler bir hayli aradıktan sonra nihayet buldular. Sarık birçok yerinden yırtılmıştı. Aramaya değmezdi. Kumandanlarının böyle bir sarığı niçin ısrarla arattığını anlayamadıkları için sebebini sordular. Hz. Hâlid şöyle dedi:
“Resûlullah umre yaparken mübarek başını tıraş ettirdi. Bütün sahabiler ondan kesilen saçları daha yere düşmeden aldılar. Ben diğerlerinden daha atik davranıp onun mübarek saçlarını aldım ve bulduğunuz sarığımın içine koydum. O günden beri bu sarık başımın üzerinde olduğu için, hangi savaşa girdiysem muhakkak galip geldim.”[3]
Hz. Hâlid’in dünyada lezzet aldığı tek şey, Allah ve Resûl’ü yolunda cihat etmekti. Cihadın, “çok sevdiği bir kadınla evlendiği geceden veya bir erkek çocukla müjdelendigi günden daha lezzetli olduğunu” söyleyen Hz. Hâlid, başka sefer de bunu şu sözleriyle ifade ediyordu:
“Resûlullah tarafından gönderilen bir askerî birlik içerisindeydim... Ayaz ve buzlu bir geceydi. Düşmanla karşılaşmak için sabırsızlıkla sabahı bekledim. Yeryüzünde benim için o geceden daha tatlı bir an yoktur. Kazançlı olmak istiyorsanız cihada sarılın.”[4]
Hâlid bin Velid, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetleri zamanında da ordu kumandanlığı vazifesini devam ettirdi. İslam düşmanlarının kalbine büyük korku saldı. Çünkü girdiği bütün savaşlar büyük bir zaferle neticeleniyordu. Öyle ki, Müslümanlar arasında artık, “Hâlid’in girdiği savaştan mutlaka galip çıkarız.” gibi fikirler iyice yer etmişti. Hz. Ömer bundan rahatsız oldu. Müslümanların gaflete düşerek neticede Allah’ın yardımını unutup bütün her şeyi Hz. Hâlid’e vermesinden korkuyordu. Bu sebeple, bir insanın yalnız başına her şeyi yapmaya muktedir olmadığını göstermek için, Hz. Hâlid’i kumandanlıktan azlederek yerine Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı tayin etti. Hz. Hâlid’e emir tebliğ edildiğinde hiç itiraz etmedi. Hz. Ebû Ubeyde’nin emrine girdi. Bir müddet önce kumandan olduğu orduda artık bir asker olarak savaşacaktı.[5]
Bütün ömrünü at üzerinde ve cihat meydanlarında geçiren Hz. Hâlid, vücudunda yaralanmayan yer kalmadığı hâlde şehitliğin nasip olmamasına çok üzülüyordu. Hicret’in 21. yılında vefat ederken bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu:
“Şu kadar savaşta bulundum. Vücudumda kılıç, mızrak, ok yarası bulunmayan bir tek karış yer yoktur. Fakat görüyorsunuz ki, develer gibi yatağımda ölüyorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin!”[6]
Allah ondan razı olsun!
______________________________________
[1]Tabakât, 2: 128-130; 7: 395; İnsânü’l-Uyûn, 2: 788-789.
[2]Tabakât, 1: 339; Sîre, 4: 239; Mektûbât, s. 144.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 506; Mektûbât, s. 135.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 333.
[5]Asr-ı Saadet, 4: 291.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 418