Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğluydu. Ebû Tâlib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi kendi yanında büyüttü. Hattâ o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeye başlatmazdı. Çok tecrübelerle, Peygamberimizin “bereket sebebi” olduğunu biliyordu.
Resûlullah (a.s.m.), Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, “amcasının yükünü hafifletmek ve ona minnet borcunu ödemek” düşüncesiyle Hz. Ali’yi yanına aldı. O sıralar Hz. Ali henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple, çocukluk yılları Peygamber Efendimizin terbiyesi altında geçti.
Kâinatın Efendisi peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali 10 yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan da Hz. Ali ermişti.
Hz. Ali bir gün Peygamberimizle Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, hayranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek çocuksu bir edayla, Peygamberimize:
“Nedir bu yaptığınız?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“Ey Ali!” dedi, “Bu, Allah’ın beğendiği dindir. Seni, bir olan Allah’a imana davet ediyorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum!”
Böyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali:
“Bunu babam Ebû Tâlib’e bir danışmam gerekir.” dedi.
Fakat Peygamberimiz henüz davasını açıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu:
“Yâ Ali, söylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye söyleme!” buyurdu.
O geceyi düşünerek geçiren Hz. Ali, sabah olunca Resûlullah’ın huzuruna çıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şöyle dedi:
“Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki, ben de O’na ibadet etmek için gidip babama danışayım!”
Hz. Ali bu sözleriyle, Resûlullah’ın terbiyesinde yetişen bir kişiden beklenen olgunluğu göstererek imanla şereflendi.
Artık bundan sonra Hz. Ali, Resûlullah’ı bir gölge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir düşüncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû Tâlib, Resûlullah ile görüşüp onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Müslüman olmamakla beraber, Hz. Ali’nin Peygamberimize tabi olmasına rıza gösterdi. Nitekim müşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû Tâlib şu cevabı verdi:
“Eğer nefsim, Abdülmuttâlib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü o halimdir, emindir, tahirdir.”[1]
Hz. Ali daha önce hiç puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri boyunca Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla mühim bir vazife gördü.
Resûlullah (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte Mekke’yi terk etmeden önce Hz. Ali’den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan müşriklere ait emanetleri de kendisine bıraktı. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etmesini söyledi.
Müşrikler o gece Resûlullah’ın evinin çevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden, günün ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden çıkacağı ânı gözetlemeye başladılar. Çünkü o zamanın âdetlerine göre, bir insanı evinin içinde öldürmek büyük bir korkaklık sayılırdı.
Resûlullah, yatağına Hz. Ali’yi yatırıp gece yarısı evden çıktı. Yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin üzerlerine attı ve Yâsin Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okuyarak gözleri önünden çekip gitti. Müşriklerden hiçbiri kendisini görmemişti.
Müşrikler hâlâ bekliyordu. Bir ara Resûlullah’ın evden çıkmış olabileceğini düşündüler. Hane-i Saadet’in penceresinden baktılar. Hz. Ali’yi Peygamberimiz sandılar, “İşte Muhammed yatıyor.” diyerek beklemeye devam ettiler.
Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammül edemeyip içeri daldılar. Yatakta Hz. Ali’yi görünce şaşkına döndüler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Müşrikler fazla üstelemediler, zaman kaybetmemek için etrafa adamlar saldılar.
Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Üç gün sonra o da Medine’nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Öyle ki, ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı hâlini görünce şefkatinden gözyaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mübarek eliyle meshetti. İyileşmesi için duada bulundu. O anda Hz. Ali’nin bütün ağrı ve sızıları geçti, şifa buldu.[2]
Hz. Ali’nin en mümtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı bütün savaşlarda kahramaklık ve cesaretin en güzel örneklerini göstermişti.
Mesela Uhud Savaşı’nda müşriklerin bütün güçleriyle Peygamberimizi şehit etmek için saldırdıkları sırada vücudunu ona siper edenlerden biri de oydu. Bir ara müşriklerden bir grup, Resûlullah’a (a.s.m.) doğru geliyordu. Resûlullah, Hz. Ali’ye, müşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hücum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de öldürdü. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygamberimiz onları da Hz. Ali’ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin Mâlik’i öldürdü.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimize geldi ve:
“Yâ Resûlallah! Ali’nin yaptığı büyük bir iyilik ve civanmertliktir.” dedi. Peygamberimiz de:
“O bendendir, ben de ondanım.” buyurarak Hz. Ali’yi taltif etti. Cebrail,
“Ben de her ikinizdenim.” buyurarak bu taltifi daha da latifleştirdi. Bu sırada semadan şöyle bir ses işitildi:
“Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç olmaz.”
Hz. Ali, Uhud Savaşı’nda müşrikler tarafından birkaç defa yere düşürülmüş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı.[3]
Hayber’in fethi güçlükle gerçekleşmişti. Çünkü Hayber, volkanik bir arazi üzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine’den sürgün edilen Yahudilerin çoğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gün Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûl’ünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.”
Bu söz üzerine mücahitleri bir merak sardı. Kimdi bu büyük şerefe nail olacak insan? Sahabilerden birçoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Ömer’di. Bu hadise için, “Kumandanlığı o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Sancak için çağırılırım ümidiyle bekledim.” demiştir.
Herkes dört gözle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygamberimiz:
“Sancağı getirin.” buyurdu. Sancağı getirdiler. Resûlullah (a.s.m.):
“Ali nerededir?” buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gözlerinden rahatsızdı. Resûlullah mübarek eliyle gözlerini meshetti:
“Allah’ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali’den gider” diye dua etti. Sonra da: “Allah sana fethi nasip edinceye kadar yürü!” buyurdu. Gözlerinin ağrısı geçen Hz. Ali hedefe doğru ilerledi.[4]
Hz. Ali, Resûlullah’ın beyaz sancağını Hayber Kalesi’nin önüne dikti. Bu arada Hayberlilerin kuvvetli ve cesur bir adamı kabul edilen Merhab, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. İki kat zırh giymiş ve iki adet de kılıç kuşanmıştı:
“Ben,” diye kükredi, “arslanları bile kılıç ve mızrakla yere seren biriyimdir!” Hz. Ali ise:
“Ben de annemin bana ‘Haydar’ adını taktığı insanım. Cesarette ormandaki en heybetli arslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” diye haykırdı.
Yapılan teke tek mücadelede Hz. Ali, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab’ı ikiye bölerek yere serdi. Manzarayı gören Resûlullah:
“Sevininiz, artık Hayber’in fethi kolaylaştı!” buyurdu.
Bunun üzerine mücahitler hep birden hücuma geçip kaleyi ele geçirdiler. Hz. Ali, pek ağır olan kalenin demir kapısını yerinden söküp kalkan olarak kullandı. Harp bitince kapıyı yere bıraktı. Fakat sekiz kişi kapıyı yerden kaldıramadı…[5]
Hz. Ali, Tebük Savaşı hariç, Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıldı. Bu savaşa katılmamasının sebebi de, Resûlullah’ın Medine’de, yerine onu vekil bırakmasıydı.
Cihat ordusundan geri kalmak, Hz. Ali gibi bir kahramana çok ağır gelmişti:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “siz beni çocuklar ve kadınlar arasında mı bırakıyorsunuz?!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Harun’un Mûsâ’ya vekâlet ettiği gibi, sen de bana vekâlet etmeyi istemez misin? Ne var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” buyurdu.
Hz. Ali bu ifadeler üzerine rahatladı ve Peygamberimizin vekili olarak Medine’de kaldı.[6]
Hz. Ali’nin en bariz vasıflarından biri de, ihlasıydı. Her işinde Allah’ın rızasını esas maksat yapmıştı. Bir işe nefsi ve duyguları karıştığı zaman hemen ondan yüz çevirirdi.
Bu mevzuyla ilgili bir hadiseyi Bediüzzaman Hazretleri şöyle nakleder:
Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu kadar safi ve hâlistir; o din haktır.”[7]
Hz. Ali, bütün amelinde takvayı esas alırdı. Başkalarına da takvayı tavsiye ederdi. Bununla ilgili olarak şöyle derdi:
“Takvaya dikkat edin ve onu amellerinizin Allah katında makbul olmasına vesile yapın. Takvayla yapılan ibadet hiçbir zaman az sayılmaz. Makbul amel hiç az olur mu?...”
Hz. Ali (r.a.), tevekkül ve kadere rızanın saadet kaynağı olduğuna inanırdı. Bu hususta da şöyle derdi:
“Kadere razı olmayan, imanın tadını alamaz. Kişi Allah’ın takdir ettiği şeye razı olsa da, olmasa da mutlaka o başına gelecektir. Fakat kaderine razı olan sevap kazanır, razı olmayan ise günahkâr olur.”
Hz. Ali, her hususta Peygamberimizden en çok istifade eden sahabilerdendi. Peygamber Efendimiz onun ilminin büyüklüğünü ifade için:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlim öğrenmek isteyen, onun kapısından gelsin.”[8]buyurmuştur.
Hz. Ali (Kerremallâhü Veche), Kur’ân ilmine en çok vâkıf olan zattı. Hangi âyetin nerede, hangi hadise üzerine, kimin için indiğini çok iyi bilirdi. Bir konuşma esnasında, kalabalık bir topluluğa şöyle hitap etti:
“Bana sorunuz. Vallahi bana sorduğunuz her şeye cevap vereceğim! Bana Allah’ın Kitabı’ndan sorunuz. Vallahi hiçbir âyet yoktur ki, ben onun gece mi gündüz mü, dağda mı ovada mı indiğini bilmeyeyim...”[9]
Hz. Ali’nin bu faziletlerinin yanı sıra Peygamber Efendimizin en küçük ve en sevgili kızı Hz. Fâtıma’yla evlenmesi de onun için pek büyük bir şereftir. Peygamber Efendimizin Medine’yi teşriflerinden beş ay sonra Hz. Fatıma, Hz. Ali’yle nikâhlanmış, Hicret’in 2. yılında Bedir Savaşı’ndan sonra da evlenmişlerdir.
Düğün için Resûlullah (a.s.m.), Hz. Bilâl-i Habeşî’ye, “Dört-beş avuç un ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin!” diye emretmiş. Bilâl-i Habeşî Hazretleri der ki:
“Ben yemeği getirdim, mübarek elini üstüne vurdu. Sonra Sahabiler taife taife gelip yediler, gittiler. O yemekten geri kalan miktar için de dua etti. Bütün hanımlarına birer kâse gönderildi. Ayrıca emretti ki: ‘Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler.’ Evet, böyle mübarek bir evlilikte, elbette böyle bir bereket lazımdır ve vukuu katidir.”[10]
Birer sene arayla bu mübarek evlilikten Hz. Hasan ve Hüseyin’in dünyaya gelişi, Peygamber Efendimizi çok sevindirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), nur torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i son derece sever, onları omuzlarına alır, taşırdı. Ve haklarında şöyle buyururdu:
“Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır.”[11]
* * *
Bir gün Hz. Hasan ve Hüseyin hastalanmıştı. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma, sevgili yavruları iyileşirse Allah rızası için üç gün oruç tutmayı adadılar. Cenâb-ı Hak yavrulara sıhhat ve afiyet verince, adaklarını yerine getirmek üzere oruca başladılar. Akşam olmuş, iftar vakti gelmişti. Fakat yiyecek olarak ancak bir parça ekmekleri vardı. O sırada kapıda bir yetim belirdi. Ekmeği ona verip kendileri suyla iftar ettiler. İkinci ve üçüncü gün de üst üste bir fakir ve esir geldi. Yiyeceklerini onlara verdiler. Üç gün üst üste aç kalmanın tesiriyle güçsüz düştüler. Sabah olunca yavrularını da alarak Peygamber Efendimizin huzuruna gittiler. Renklerinin solgunluğu Peygamberimizin dikkatini çekti:
“Yâ Ali!” dedi. “Hâliniz nedir?”
Hz. Ali, başlarından geçen hadiseyi anlattı. Derken Cebrail geldi ve İnsân Sûresi‘nin şu mealdeki 5-10. âyetlerini vahyetti:
“İyiler, şüphesiz güzel kokulu ve serin kâfur dolu bir kadehten içerler. O bir pınardır ki, ancak ondan Allah’ın veli kulları içer. Onu nereye isterlerse peşlerinden akıtırlar, fışkırtırlar. Onlar adaklarını yerine getirirler. Şerri yaygın olan günden korkarlar. Yemeğe olan sevgi ve iştihalarına rağmen fakiri, yetimi, esiri doyururlar. Biz size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rabb’imizden ve yüzlerin ekşiyeceği o çetin günden korkarız, derler.”
Peygamber Efendimiz, gelen bu vahyi kendilerine bildirdiğinde o kadar çok sevindiler ki, üç günlük açlığın verdiği bitkinliği unuttular.[12]
* * *
Hz. Osman’ın şehit edilmesi üzerine karışıklık sürüp gidiyordu. Asiler, Hz. Osman’ın yerine kime halife olmasını teklif etmişlerse hep ret cevabı aldılar. Kimse böyle bir zamanda hilafeti almak istemiyordu. Nihayet fitnenin daha fazla yayılmaması için Medineliler bir araya gelerek “Hz. Ali’nin halifeliği”nde ittifak ettiler. Hz. Ali kabul etmek istemediyse de, karışıklığın önünü almak, fitne ve fesadı önlemek için bu ağır mesuliyeti kabul etmek zorunda kaldı.
Hz. Ali’yi bekleyen müşkiller pek çoktu. İlk önce her tarafa kendi tayin ettiği valileri gönderdi. Tayin ettiği valilerin hepsi de idarecilik hususunda liyakatliydi. Hz. Ali, valilerine güveniyordu. Onları vazifelerine gönderirken birtakım tavsiyede bulundu. Onun bu tavsiyeleri her zaman aynı canlılığı korumaktadır. Mesela bunlardan Mısır Valisi Mâlik’e yaptığı şu konuşma, çok ibretlidir:
“Ey Mâlik! Ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki, birçok hükûmet senden önce oralarda adalet sürdü, zulmetti. Sen vaktiyle nasıl önceki valilerin icraatını gözden geçiriyorsan, halk da şimdi öylece senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimlerin iyi ve doğru olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için en sevimli azığın, doğru ve adil işlerin olsun. Hevesatına hâkim ol.
“Halkın için kalbinde sevgi ve merhamet duyguları, lütuf meyilleri besle. Sakın biçarelerin başına, kendilerini yutmayı bekleyen bir cani kesilme! Çünkü bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaradılışta bir benzerin... Evet, kendilerinden hata sadır olabilir, birtakım arızalar çıkabilir. ‘Ben mutlak güce sahibim, emrederim, itaat ederler.’ deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini zaafa uğratmak ve felakete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret sana bir büyüklük duygusu veriyorsa, derhâl melekutun azametine bak ve senin kendi kendine güç yetiremediğin şeylerde, Allah’ın sana karşı Kadîr olduğunu düşün. İşte bu düşünce, senin o yükseklerde uçan nazarını yere indirir, şiddetini giderir; seni bırakıp giden aklını başına getirir.
“Allah’a ve insanlara karşı adaletten ayrılma. Böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Kullara zulmetmenin davacısı Allah’tır. Birinin hasmı Allah oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün hüccetler batıldır. Dünyada zulüm kadar Allah’ın lütfunu değiştirip kahrını çabuklaştıracak bir şey yoktur. Allah, zulüm altında inleyenlerin iniltisini işitir ve zalimleri de görür.
“İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz. Seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Şunu bunu çekiştiren gammazların sözüne çarçabuk inanma. Çünkü gammaz, ne kadar saf görünürse görünsün, yine dessastır. Ne cimriyi, ne korkağı, ne de sana ihtirası hoş gösterecek hırslı kimseleri meclisine sokma.
“Müşavirlerin içinde en ziyade beğeneceğin, sana acı hakikatleri herkesten çok söyleyen olsun. Sadık ve Allah’tan korkan adamları kendine sırdaş edin. Seni alkışlamalarına, yapmadığın şeyleri sana isnat ederek keyfini getirmelerine müsaade etme. Çünkü alkışın çoğu insanı gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü, yanında bir olmasın! Zira bu çeşit bir eşitlik, iyileri iyilikten soğutur, kötülerin de fenalığa meylini artırır.
“Memurları seçerken sadece simalarını tetkik ve hüsn-ü zannın kâfi gelmesin. Çünkü insanlar daima yapmacık davranıp güzel hizmet göstererek, zahire göre hükmeden valilerin gözüne girebilir. Hâlbuki işin ötesinde ihlas namına bir şey yoktur. Onun için, senden önce halkın arasında iyilikleriyle tanınanları seç.
“Her türlü çareden mahrum fukara ve felaketzedeler, kötürümler hakkında Allah’tan kork, hem çok kork! Bunlar arasında hâlini söyleyen de olur, söyleyemeyen de... Hepsinin hakkını gözetmek senin vazifendir. Sakın büyüklük, seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın! Hâsılı öyle çalış ki, huzur-u İlahiye çıktığın zaman, ‘Gücümün yettiği kadarını yaptım.’ diyebilesin.
“Ben, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden birkaç yerde işittim: ‘Zayıfın hakkının kuvvetlisinden rahatça alınamayan bir millet, hiçbir zaman kuvvetlenemez.’ buyurmuştu.
“Her günün işini o gün gör. Çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi vardır.
“Valinin hususi ve yakın adamları bulunur. Bunların iltiması, zulmü ve muamelelerde insafsızlığı görülebilir. Sen onların zararını, bu gibi durumların sebeplerini kökünden kaldırmakla kes. Etrafındakilere, yakınlarına, akrabana katiyen toprak verme. Bunlardan hiçbiri, senden cesaret alıp etrafındakileri sıkıntıya sokacak şekilde mal biriktirmeye tamah etmesin. Bunun kârı senin olmadığı gibi, ârı hem dünyada hem de ahirette senindir.
“Sakın kendini beğenme! Sakın nefsinin sana hoş gelen cihetlerine güvenme! Sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme! Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsinin mahvı için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sakın halkına ettiğin iyiliği başına kakma, yaptığın işleri mübalağalı gösterme yahut kendilerine olan vaadinden dönme… Çünkü minnet etmek, iyiliği bitirir; mübalağa, hakikati söndürür; sözünden dönmek ise, Yaratıcı‘nın da, halkın da nefretini celbeder.
“Sakın bir işe vaktinden önce atılma, vakti gelince de tembellik etme! Açıklığa kavuşmamış işlerde inat etme, açıklığa kavuştuğu zaman da gevşeme, her işi yerli yerince yap. Herkesin eşit olduğu noktalarda kendine imtiyaz tanımaktan çekin. Çalıştırdığın adamların ortaya çıkmış kötülüklerinden dolayı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma.
“Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol. Bunların hepsinin kötülüğünden masun kalabilmek için şiddetini geciktir ki, öfken geçsin de iradene sahip olasın.”[13]
Hz. Ali, adaletin mutlaka yerini bulması çok titiz davranırdı. Makam ve mevkileri ne olursa olsun, hukuk ve hâkim karşısında insanların eşit olduğunu bizzat kendi hayatıyla ispatladı. Müminlerin halifesi olduğu hâlde, bir Yahudi’yle muhakeme edilmekten çekinmedi. Şöyle ki:
Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip Kûfe’ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi:
“Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.” Yahudi:
“Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir.” dedi.
Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da olsa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti:
“O hâlde hâkime gidelim.” dedi. Birlikte hâkime gittiler.
Hâkim, adaletiyle tanınan Kadı Şureyh idi. Hz. Ali huzura girdiğinde, hâkimin yanıbaşına geçip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da:
“Hasmım Yahudi olmasaydı elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Resûlullah’tan, ‘Allah’ın onları küçülttüğü yerde siz de onları küçültün!’ buyurduğunu işittim.” dedi.
Kâdı Şureyh, Hz. Ali’ye:
“Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir?” dedi. Hz. Ali:
“Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.”
Meseleyi anlayan kadı, Hz. Ali’ye:
“Bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sordu. Hz. Ali:
“Evet, var.” dedi, “Hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir.” Kadı Şureyh:
“Oğulun baba için şehadeti caiz değildir.” dedi. Hz. Ali:
“Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz?! Ben Resûlullah’ın, ‘Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.’ buyurduğunu işittim.” dedi.
Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirdi. Bu büyük adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı:
“Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım.”
Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi:
“Mademki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum” dedi.[14]
Hz. Ali, kendisinden önceki üç halifeye bütün gücüyle destek oldu. Üç halife de, mühim meselelerde Hz. Ali’yle istişare ederek onun fikrine değer verdiler.
Diğer taraftan Hz. Ali, Hz. Osman zamanındaki fitne hareketlerinin önlenmesi için elinden gelen gayreti gösterdi. Fakat kaderin bir tecellisidir ki, Hz. Osman’ın şehadetiyle neticelenen hadiselere mâni olamadı.
Hz. Ali’nin kendi hilafet döneminde de tamamen bir iç karışıklık hüküm sürdü. Müslümanlardan bir kısmı Hz. Ali’yi, bir kısmı Hz. Muâviye’i halife olarak tanıdı. Hz. Muâviye, Hz. Osman’la akraba olduğu için kanını dava etti. Katillerin cezalandırılmasını istedi.
Fakat Hz. Osman’ı kimin öldürdüğü bilinmiyordu. Sadece birkaç kişiden şüpheleniliyordu. Hz. Ali zaman istedi. Şüphe üzerine kısas yapamayacağını söyledi. Katil belirlendiğinde gerekli cezanın verileceğini vaat etti. Ancak Hz. Muâviye acele ediyordu. Neticede iki sahabi arasında, içtihat farklılığı yüzünden kanlı savaşlar oldu. Birçok Müslüman şehit edildi. Bunun için Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik bir türlü temin edilemedi.
Nihayet Hz. Ali, Hicret’in 40. yılında Kûfe’de şehit edildi. Müslümanların tamamı Muâviye’ye biat ettiler.
Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin apayrı bir yeri vardı. En sevgili kızını ona nikâhlaması bunu gösterdiği gibi, Peygamberimizin (a.s.m.) onun hakkındaki şu mübarek hadisleri de bunu gösterir:
“O, Allah ve Resûl’ünü sever, Allah ve Resûl’ü de onu sever.”[15]
“Ali’yi seven beni sevmiş, beni seven Allah’ı sevmiş olur. Ali’ye kızan bana kızmış, bana kızan da Allah’a kızmış olur.”[16]
“Ben Ali’denim, Ali de bendendir.”[17]
“Münafık olan, Ali’yi sevmez; mümin olan da, ona kin duymaz.”[18]
“Yâ Ali, sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin.”[19]
“Ali’ye söven, bana sövmüş olur.”[20]
Hz. Ali’den 586 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birkaçının meali şöyledir:
“Resûlullah: ‘Cennette öyle odalar vardır ki, içeriden dışarısı, dışarıdan da içerisi görünür.’ buyurdu. Bunun üzerine bir zat: ‘Yâ Resûlallah, bu odalar kimler içindir?’ diye sordu. Resûlullah: ‘Tatlı konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken geceleri namaz kılan kimselere aittir.’ buyurdu.”[21]
“Her kim Kur’ân’ı okur, ezberler, helalini helal, haramını haram bilirse, Allah onu cennete koyar ve ailesinden cehennemlik 10 kişiye de şefaatçi yapar.”[22]
“Ey Ali! Üç şeyi geciktirme: Vakti giren namazı, hazır olan cenazeyi ve dengini bulan kız veya dul kadını evlendirmeyi…”[23]
Hz. Ali’nin bize kadar ulaşan birçok hikmetli sözü vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Cenneti arzulayan kimse, dünyada nefsin arzu ettiği şeylerden uzak dursun.”
Hz. Ali bir defasında:
“Kurtuluş imkânı elinde olduğu hâlde mahvolan insana şaşarım doğrusu!” demişti. Dinleyenler:
“Ey Ali, kurtuluş imkânı nedir?” diye sordular. Hz. Ali:
“Allah’tan af dilemek.” cevabını verdi.
“Az konuş ki, selamette olasın. Susmak, cennete girmek için bir vesiledir. Sırrını söyleme dostuna; dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna!”
Cenâb-ı Hak, ondan razı olsun ve bizleri şefaatine nail eylesin!
____________________________
[1]Sîre, 1: 262-264.
[2]Tabakât, 8: 18.
[3]Taberî, 3: 177.
[4]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 33-34.
[5]İnsânü’l-Uyûn, 2: 737-738; Tabakât, 2: 110-112.
[6]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 31.
[7]Mektûbât, s. 248.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 20.
[9]Tabakât, 2: 338.
[10]Mektûbât, s. 119.
[11]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[12]Üsdü’l-Gàbe, 5: 530-531; Tefsîrü’l-Kebîr, 30: 244.
[13]Kitabü’l-Haraç, 448-460.
[14]Târihü’l-Hulefâ, s. 172.
[15]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 33.
[16]Târihü’l-Hulefâ, s. 162.
[17]Tirmizî, Menâkıb: 20.
[18]Tirmizî, Menâkıb: 21; İbni Mâce, Mukaddime: 11.
[19]age.
[20]Fethü’r-Rabbânî, 23: 121.
[21]Tirmizî, Birr: 53.
[22]Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 13.
[23]Tirmizî, Salât.13.