VESVESE

Fısıltı, hışırtı ve fışırtı gibi gizli ses, fiskos. Kalpte meydana gelen şüphe, tereddüt, vehim, kuruntu, iç üzüntüsü, nefis ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı anlamları için kullanır.

Zıddı tereddütsüz, kararlı, emin ve azimli olmak demektir (el-İsfahanî, el-Müfredât, İstanbul,1986, 819, vesvese mad).

Vesvese kelimesi Kur'ân'da dört yerde geçmektedir. Şeytanın Cennette bulunan Âdem (a.s) ve Havva validemize nasıl vesvesede bulunduğu Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:

"Derken Şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı (vesvesede bulundu): - Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti" (el-A'raf, 7/20).

Bu âyette geçen vesvese kelimesi, fısıldama şeklinde anlaşılmakta ve tercüme edilmektedir.

Bir de şeytanın Cennete nasıl girdiği ve Âdem (a.s) ile Havva validemize nasıl vesvesede bulunduğu hususunda, alimlerin farklı yorumları vardır. Bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür (Geniş bilgi için bk. el-Maverdî, en-Nuketü ve'l-Uyun, Beyrut 1992, II, 210).

Kur'ân'ın başka bir yerinde, Tâhâ sûresinin 120. âyetinde de şeytanın Âdem (a.s) ve Havva validemize yaptığı bu vesvese dile getirilmiştir.

Vesvese ile ilgili diğer bir âyetin meali de şöyledir: "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini (fısıldadığını) biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf 50/16).

Bu âyette de Yüce Allah'ın kudretine işâret buyurulmaktadır. O, insanı yaratan, yoktan var edendir. İnsanların gizli ve açık her şeylerinden haberdardır. İnsanın kalbinden geçirdiği vesvese ve düşüncelerin tamamına vakıftır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s), bu âyetin tefsiri mahiyetinde açıklamada bulunurken; "Şüphesiz Yüce Allah, ümmetimden olan kişilerin kalbinden geçirdikleri şeyleri, söylemedikleri ve işlemedikleri takdirde affeder; günah olarak saymaz" diye buyurmuştur (Buharî, Itk, 6; İmân, 15; Neseî, Talâk, 22; İbn Mâce, Talâk, 16).

Başka bir âyette ise, vesvese hakkında şu bilgiler verilmiştir: "De ki: Sığınırım ben, insanların Rabb'ine insanların padişahına, insanların ilâhına. İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine (kötü düşünceleri) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım)" (en-Nas, 114/1-6).

Burada geçen "vesvâs" kelimesi, şeytan için kullanılmıştır. Yani bununla şeytan kastedilmektedir ve vesvese de onun eseridir. İnsana vesvese veren şeytan iki türlüdür. Biri cinlerden ve diğeri de insanlardan olan şeytanlardır. Bu şeytanlar, insanların kalbinde vesveseyi meydana getirecek akıl ve fikirlerini çeler, onları kötü emeller işlemeye sevkeder. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkor. Nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helâke sürükler. İnsanların kalbine fısıldayıp duran, onları gaflete düşüren, her şerrin başı olan vesveseyi meydana getiren herşey, "hannâs" ve "vesvas" olarak kabul edilir (ez-Zemahşerî, el-Keşâf, Mısır 1977, VI, 265 vd).

Hiç şüphesiz, şeytanın verdiği vesvese insanı imandan ve ibâdetten uzaklaştırır; fert, aile ve toplumun hayatında çeşitli sıkıntıların meydana gelmesine sebep olur. Medine çevresinde badiyede yaşayan Müslümanlar, koyun ve sığır kesip etini satmak üzere şehre getiriyorlarmış. Bu eti yemekten çekinen bazı Müslümanlar Hz. Muhammed (s-.a.s)'e giderek;

"Ya Rasûlüllah! Bazı badiye halkı bize et getirip satıyorlar. Bunların, hayvanı keserken besmeleyi söyleyip söylemediklerini bilmiyoruz" diye sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s) şu cevabı vermiştir:

"Bismillah deyiniz ve sonra bu eti yeyiniz" (ez-Zebidî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi, trc. Kamil Miras, Ankara 1974, VI, 354 vd).

Rasûlüllah (s.a.s) bununla vesveseden uzak durmaya işaret buyurmuştur.

Başka bir konu ile ilgili olarak Hz. Muhammed (s.a.s)'e şöyle sormuşlar:

"Ya Rasûlüllah! Birisi namaz kılarken abdestim bozuldu diye gönlünde bir vesvese hissederse, bu kişinin namazı bozulur mu, bozulmaz mı? Hz. Muhammed (s.a.s) bu soruya şu cevabı vermiştir:

"Hayır. Bir yellenme sesi veya bir kokuyu duymadıkça namazı bozmaz" (ez-Zebidî, a.g.e., VI, 355).

Burada da Rasûlüllah (s.a.s) vesveseden uzak durmayı, abdestin bozulduğuna dair kanaat hasıl olmadıkça namazı bozmamayı tavsiye etmiştir.

Fıkıh usulünde de vesvese kötü bir şey olarak kabul edilmiştir. Her şeyde tereddüt ve vesvese ile hareket edenin sözüne itibar edilmemiştir. Hz. Muhammed (s.a.s) vesvese ile hareket edenin talâkının geçerliliğini kabul etmemiştir (Buharî, Talâk, 11). Yani hanımını boşayıp boşamadığını veya söylediği sözler hakkında vesvese içinde olan bir kişinin talâkı (boşaması) geçerli kabul edilmemiştir.

Görüldüğü gibi, Kur'ân ve sünnette vesvese tasvib edilmemiştir. Bilhassa vesvese ile ilgili bütün âyetlerde, vesvesenin şeytandan geldiğine işaret buyurulmuştur. Buna göre İslâm vesveseden sakınmayı istemiştir. Çünkü vesvese faydalı değil, zararlı olan bir şeydir. Vesveseye kapılan insan, ibadetlerinde yanılır, çeşitli hatalara düşer ve haz almaz. Vesvese insanı yanlış ve batıl yollara saptırır. Hatta vesvesenin neticesinde insan akli dengesini bile kaybedebilir.

Vesvese ve Desise konusunda dikkat edilmesi gerekenler:

Etrafımıza şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddî varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar!?..

Bir de göremediğimiz, ışınlar âlemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate alalım.

Ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:

Ateş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da âdemoğlundan o kadar ayrı olmalı.

Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar benzememeli.

İlâhî imtihana tâbi tutulan iki tür varlık: İnsan ve cin.

Her ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor.
İşte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi: Şeytan.

İnsanın bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Âdem’e(a.s.) secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve lânetlenmiş.

Şeytan, cin türünden olduğu için normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinnîye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar musallat olmasına müsaade edilmiş.

Hiç şeytan olmadan da Cenâb-ı Hakk insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları lâyık oldukları saadete erdirebilir yahut azaba dûçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü, ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete lâyık kılınmıştır.

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” Lem’alar, 82

Birisini görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak istemektedir.

Hâl böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak görülmemeli.

Bazı kimselerin şeytanı inkâr ettiklerini görürüz. Nur Müellifinin ifadesiyle, bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkârda tek temel dayanak, şeytanın gözle görülmemesidir.

Şimdi o şahsa soralım:

Sen şeytanı neyinle inkar ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?

Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir: O’nun varlığını aklım almıyor.

O hâlde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır.

Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkâr etmektedir; delili ise “görülmemesi.”

Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. İnsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş düşer.

İşte, kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. İşte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterim:

Şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibadet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız olur.

Bu defa şeytan yeni bir oyun sergiler:

“Böyle karışık bir kalp ile de Allah’ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Hâlbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. İbadet ve itaati bırakıp günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilâhî feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibadete devam etmektir.

Bir sohbette, şeytanın bu oyununa maruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk. “Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hâl çaresi arıyordu. Ona, önce, Nur Müellifinin şu harika reçetesini sundum:

“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.” Sözler, 275

Sonra şöyle sürdürdüm konuşmamı:

Kendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? İşte senin hâlin o adam gibi.

Üstadın bu reçetesine göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, meselâ, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara dost.

Hem kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin!?... Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli yoldur.

Sonra kendisine Nur Külliyatından şu paragrafı okudum:

“Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i ilâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.” Mesnevî-i Nuriye, 96

Yine böyle birisine, şöyle bir soru sordum:

Sen ilmihâl okudun mu?

“Evet,” diye karşılık verdi.

İkinci sorum şöyle oldu:

İlmihâlde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı?

Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi.

“O hâlde,” dedim, “sen namazına devam et.” Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, Haydin felâha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir meseledir.
Bu konuda Nur Külliyatından bir durum tespiti ve teselli cümlesi:

“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” Kastamonu Lahikası, 148

“Bu zamanda” ifadesi aynı mektupta şöyle açıklanıyor:

“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”

Bu iki tespiti birlikte düşündüğümüzde hayalimizde bir harp meydanı canlanır. Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman saflarına iltihak edecek de değiliz.

İşte günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir” cümlesi bizi bu noktada hem teselli eder, hem de müjdeler.

Aynı mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor: bir günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olacağı müjdesi...

Birkaç asır önce, bu günahların yüzde birisine bile maruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine salih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nafile ibadetlerini artırıyorlardı. Şimdi ise, salih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanı sıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir göstergesidir.

Biz asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun