SALTANAT

Devlet, hükümet, hakimiyet, otorite; ihtişam, tantana, debdebe, bolluk, zenginlik; tek kişinin bölünmez hakimiyeti ve bu hakimiyetin babadan oğula geçişi ilkesine dayanan yönetim biçimini ifade eden siyaset bilimi terimi. Hükümdarlık, sultanlık, padişahlık, krallık ve monarşi gibi isimlerle de anılan saltanat, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri boyunca İslâm tarihinde görülen başlıca yönetim biçimi oldu. Günümüzde de Suudi Arabistan ve Ürdün gibi halkı Müslüman ülkelerde varlığını sürdürmektedir.

Yüzyıllar boyunca hükümdarların aynı zamanda "halife" ünvanını taşımaları, saltanat yönetimiyle hilafet yönetiminin birlikte düşünülmesine, birbirine karıştırılmasına, hatta saltanatın İslâmî bir yönetim biçimi olarak kabul edilmesine neden oldu. Oysa saltanat yönetimi ile İslâm'ın ön gördüğü yönetim biçimi arasında nitelikleri, amaçları ve oluşumu bakımından çok temel ayrılıklar, hattâ zıtlıklar vardır.

İslâm'ın yönetim anlayışı, evren hakkında ortaya koyduğu temel düşünceye dayanır. Buna göre tüm evrenin yaratıcısı Allah'tır (el-Bakara, 2/29, en-Nisa, 4/1, el-En am, 6/73, er-Ra'd,13/16, el-Furkan, 25/3, vakıa, 56/58-72). Allah, tüm yaratılmışların rabbi, kanun koyucusu ve yöneticisidir (el-Araf, 7/54, Taha, 20/8, er-Rum, 30/26, es-Secde, 32/5). Evrende Allah'tan başka ne hakim bir güç, ne de bu hakimiyeti paylaşan bir güç vardır (el-Bakara, 2/107, Alu İmran, 3/154, el-En'am, 6/57, en-Nahl, 16/17, el-Kasas, 28/26-70, el-Furkan, 25/2, er-Rum, 30/4, Fatır, 35/40-41, Hadid, 57/5). O'nun iyilik etmek istediğine hiç kimse zarar veremez; zarar vermeyi istediğini de hiç kimse koruyamaz. O, hiç kimseye karşı sorumlu değildir; buna karşılık tüm yaratıklar O'na karşı sorumludurlar. Tüm yöneticiler üzerinde mutlak yönetme gücüne sahiptir. Sahibi olduğu dünyada kimin hakim olmasını isterse ona bu fırsatı verir; dilediğini de mahrum eder. Mutlak hakimin sahip olması zorunlu özellikler, yalnızca Allah'a mahsustur (el-Bakara, 2/225, 284, Alu İmran, 3/26, 83, el-Maide, 5/l, el-En'am, 6/18, el-A'raf, 7/128, Yunus, 10/65,107, er-Ra d, 13/9,141, el-Kehf, 18/11, 26-27; el-Enbiya, 21/23, el-Müminun, 23/88, Yasin, 36/83, el-Mülk, 68/1, Cin, 72/22, Buruc, 85/13-15, Tin,95/8).

Evren için konulan kurallar insan için de geçerlidir. İnsanla ilgili tüm meselelerde de tek yetki ve güç sahibi Allah'tır. İnsanlar Allah'tan bağımsız olarak karar verme, kanun koyma yetkisine sahip değildirler. Ancak evrenden farklı olarak insana nisbi bir özgürlük tanınmış, evrenin zorunlu olarak uyduğu kanunlara kendi iradesiyle uyması istenmiş, zorlama yoluna gidilmemiştir. Buna karşılık insanın önüne ilahi kitaplar aracılığıyla evrenin Rabbi'nin insanın da Rabb'i olduğunu, kanun koyma yetkisinin sadece Allah'a ait bulunduğunu, bu nedenle insanın yalnız O'na itaat etmesi gerektiğini; tek yaratıcı olduğu için düzenleme, yönetme ve hükmetme yetkisinin Allah'a ait olduğunu, gerçeği yalnız O bildiği için Allah'ın tek doğru yolu gösterici, ön gördüğü sistem ve yönetim biçiminin de tek doğru ve adil düzen olduğunu gösteren bilgi ve kanıtlar serilmiştir (el-En'am, 6/164, el-A'raf, 7/54, Yunus,10/31, en-Nas, 114/1-3, Alu İmran, 3/154, Yusuf, 12/40, eş-Şura, 42/ 10, el-Maide, 5/38-40, el-Bakara, 2/216, 220, 255, en-Nisa, 4/11,176, el-Enfal, 8/75, et-Tevbe, 9/60, en-Nur, 26/58, 59, el-Mümtehine, 60/107).

Evren ve insanla ilgili bu temel düşüncenin sonucu olarak İslâmî yönetim biçiminin temel ilkesi şöyle belirlenir: Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Allah'ın koyduğu kanunlar herşeyin üstündedir. İnsan samimi olarak bu kanunlara itaat etmelidir. Allah'ın kanunlarına aykırı olarak ne başka bir kanun ve kurala, ne de bir insan ya da kuruma boyun eğilebilir (el-Araf, 7/3, er-Ra'd, 13/37, en-Nahl,16/36, ez-Zümer, 39/2,11, 22, el-Mümin, 40/18). Allah'ın kanunlarıyla çelişen emir ve kurallar yalnızca yanlış ve gayri meşru değil; aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve küfürdür (el-Bakara, 2/229, el-Mücadele, 58/4, et-Talak, 65/1). Bununla birlikte Allah'ın herhangi bir şey söylemediği, herhangi bir hüküm vermediği konularda yasama organının İslâm'ın genel ilkeleri doğrultusunda toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak kanunlar çıkarması yolu açıktır.

Kur'an'a göre Allah'ın kanunlarının hâkimiyeti ilkesine göre düzenlenen yönetim, hükümranlık hakkından Allah'ın emirleri lehine feragat etmiş bir yönetimdir. Merkezinde halifelik kurumunun yer aldığı bu yönetimin başında bulunan kişi Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamakla yükümlüdür. Gerçek anlamda iman etmiş, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevleri bilen, dürüst, güvenilir, takva sahibi ve erdemli herhangi bir müslüman bu göreve getirilebilir. Zalim, şehvet düşkünü, nankör, ilahi sınırlara riayet etmeyen, bilgisiz, akıl ve ruh sağlığı bozuk, bedence özürlü kişiler yönetim sorumluluğunu üstlenemezler (Alu İmran, 3/118, en-Nisa, 4/5, 59, 83, et-Tevbe, 9/16, el-Bakara, 2/124, 247; el-Kehf, 18/28, eş-Şuara, 26/151-152, Sad, 38/28, Hucurat, 49/13, Yusuf, 12/55, ez-Zümer, 39/9).

Kur'an'a göre İslâm devletinin başlıca iki amacı vardır. Bunlardan ilki insanlar arasında adaleti sağlamak (el-Hadid, 57/25); ikincisi de ülke kaynaklarının halkın yararına kullanılmasını temin etmektir. Halkın yararına olan iyi; zararına olan şeyler kötüdür (el-Hac, 22/41). Devletin başlıca görevi de ister müslim, ister gayri müslim olsun, tüm vatandaşların temel insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır. Bunların önde gelenleri can güvenliği (el-İsra, 17/23), mal güvenliği (el-Bakara, 2/188, en-Nisa, 4/29), özel hayatın mahremiyeti (en-Nur, 24/27, el-Hucurat, 49/12), namus ve şerefin dokunulmazlığı (el-Hucurat, 49/11,12), zulme karşı çıkma hakkı (en-Nisa, 4/148), iyiliği emredip kötülükten sakındırma hakkı (Alu İmran, 3/110, el-Maide, 5/78-79, el-A'râf, 7/165), örgütlenme hakkı (Alu İmran, 3/101), vicdan ve inanç özgürlüğü (el-Bakara, 2/ 191, 256, Yunus, 10/199), kişiyi inancına ilişkin duyarlılığına yönelik saldırılara karşı koruma (el- En'am, 6/ 164, el-İsra, 17/15, el- Fatır, 25/ 18, ez- Zümer, 39/7, en -Necm, 53/38), suçu kanıtlanmayan insanın masumluğu (en-Nisa, 4 /58, el-İsra, 17/36, el- Hucurat, 49 /6), ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların temel ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanması hakkı (ez-Zariyat, 51/19) ve devletin vatandaşları arasında hiç bir ayırım yapmaması, bütün insanları eşit tutmasıdır(el-Kasas, 28/4)

Kur'an'ın getirdiği en önemli yönetim ilkelerinden birisi de "meşveret" ya da "şura" ilkesidir. Müslümanlar, devletin her türlü işinde, anayasanın yapımından devlet başkanı ve şura meclisi üyelerinin seçimine, yasama işleminden yürütme işlemine kadar her şeyde kendi aralarında meşveret yapmak ve meşveretin sağlıklı biçimde işlemesini sağlayacak kurum ve mekanizmaları oluşturmakla yükümlüdürler (eş-Şuara, 42/38). Diğer önemli bir ilke de yargının bağımsızlığıdır. Yargı makamının her türlü baskı ve etkiden bağımsız hareket etmesi, yetki sahiplerinin etkisinde kalmadan tarafsız biçimde işlemesi gerekir. Bu makamın görevi hukuka ve adaletin gereklerine sarılarak ne kendi üyelerinin, ne de başkalarının ön yargı ve tutkularından etkilenmeden karar vermek, adaleti uygulamaktır (en-Nisa, 4/58, el-En'am, 6/48, Sad, 38/26).

Kur'an, Devlet Başkanının seçimi konusunda belli bir kural getirmemiştir. İslâm hukukçuları ile siyaset bilimcileri Raşid Halifelerin uygulamalarını göz önüne alarak halifenin seçimi konusunda başlıca üç yöntem belirlemişlerdir. Bunlar; serbest seçim, şura ve istihlaf yöntemleridir. Hz. Ebu Bekr'in halife seçilmesiyle örneklenen seçim yönteminde müslümanlar, adaylar arasından bir tanesi üzerinde birleşerek bey'at (bağlılık yemini) ederler. Şura yöntemi, örneğini Hz. Osman'ın halife seçilişinde bulur. Hz. Ömer, seçkin Sahabilerden oluşan altı kişilik bir heyeti kendisinden sonraki halifeyi seçmekle görevlendirmişti. Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman bin Avf ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'tan oluşan heyet, Hz. Ömer'in vefatından sonra toplumun eğilimini de göz önünde bulundurarak Hz. Osman'ı halife seçti. Halkın bey'atından sonra Hz. Osman halifelik görevini üstlendi. Hz. Ömer'in seçiliş biçimiyle örneklenen istihlaf yönteminde, iş başındaki halife, çeşitli danışmalardan sonra bir kişiyi halife adayı olarak belirler. Ümmet, belirlenen kişiyi kabul ederek bey'at ederse, önceki halifenin ölümünden sonra, halef bırakılan kişi halifelik görevine getirilmiş olur. Biçimsel olarak birbirinden farklı görünse de bu üç yöntem halkın seçimine ve bey'atına bağlı olması bakımından özde değişmemekte, meşru seçim yöntemleri olarak kabul edilmektedir.

İslam hukukçuları ve siyaset bilimcileri Raşid Halifelerden sonra ortaya çıkan yeni durumu da dördüncü bir yöntem olarak değerlendirmişlerdir. Bu yöntem, istila ve veliahd tayini yöntemi olarak adlandırılır. İstila, meşru halifenin hayatında ya da ölümünden sonra, seçim, şura ve istihlaf olmaksızın hilafet makamının zorla ele geçirilmesi ve bunun arkasından da yine zorla halkın bey'atının alınmasıdır. Bilginler, istila yönteminin iki biçiminden söz etmişlerdir. Birinci biçim; müstevlinin halifelik için gereken şartlara sahip olması ve yönetimi dinin yasakladığı bir fiil işlemeden, barışçı yollarla ele geçirmesidir. İkinci biçim de, gerekli şartlara sahip olmayan bir kimsenin savaş gibi dinin yasakladığı vasıtalarla yönetimi ele geçirmesidir. İslâm bilginlerinin bir bölümü, istila yönteminin birinci biçiminin halkın bey'atının zor kullanılmadan alınması şartıyla meşru sayılabileceği görüşündedir. İkinci biçimi ise, İslâm'ın temel ilkelerine kökten aykırı olduğundan, gayri meşru bir yöntem sayılmış, böyle bir yönetimin kendisine itaat edilme hakkına sahip olmadığı belirtilmiştir.

İstila yönteminin bir sonucu olarak ortaya çıkan veliahd atama yolu, halifelik makamında oturan kişinin hayatında ailesinden birisini halife olarak tayin ederek halkın bey'atını alması yöntemidir.

İA.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun