DÂVETİN İKİNCİ SAFHASI: MEKKELİLERE SAFÂ TEPESİNDEN İLK HİTAP

İslamın ilk yıllarında tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îmân ve İslâma davet, inanmış ruhları sevinci ile okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönülleri ise telaşa sevkediyordu.

"Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir."1

İlâhî fermanı gelince Fahr-i Kâinat, âdeta yerinde duramaz hâle gelmişti. Hemşehrilerine maddî, manevî saâdetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.

Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.2

Safâ Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Rasûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile:

"Yâ Sabâhâh! [Ey Kureyş topluluğu, buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var!]" diye seslendi.

Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlike ile karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?

Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti? Merakla,

"Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?" diye sordular.

Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delilerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:

"Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce âilesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp âilesine zarar vermesinden korkarak, 'Yâ sabahâh!' diye haykıran bir adamın benzeri gibidir."

"Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?"

O âna kadar "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan,

"Evet, biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin." dediler.

Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, 'En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut' emrini verdi. Sizi 'Allah bir, Ondan başka İlâh yok' demeye davet ediyorum. Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz 'Allah bir, Ondan başka ilâh yok.' demedikçe, size ben ne dünyada ne de âhirette bir faide temin edemem."3

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitap eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak,

"Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye âdice bağırdı.

Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fısıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

Bu hareketleriye Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullaha olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mal oldu. Çünkü, Cenâb-ı Hak, inzâl buyurduğu Tebbet Sûresiyle korkunç âkıbetini şöyle haber veriyordu:

"Kahrolsun Ebû Leheb! Zâten kahrolup gitti. Ne malı ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda ise bükülmüş bir ip olacak." (Leheb: 111/1-5)

Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah nûrunu tamamlayacaktı.

Bu sebeple de, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.

Dipnotlar:

1. Hicr Suresi, 94.

2. Allah Resûlü, Mekkelilere toptan İslâmiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuracağını düşünmüş durmuştu. Sonunda Safâ Tepesine çıkmayı uygun buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira biri bir tehlike hissettiğinde yahut aniden hücuma geçip gafil bulunan insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasmını fark ettiğinde, bir dağın tepesine veya yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden "Ya Sabâhâh!" diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzerine korkuya kapılan halk, süratle hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşılamaya çıkardı. (bk.: Ebu'l-Hasan en Nedvî, Es-Siyretü'n-Nebeviyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, 9:246.) İşte Peygamber Efendimiz de, Safâ Tepesine çıkmakla Araplar arasında câri olan bu âdeti göz önünde bulundurmuştu.

3. İbni Sa'd, Tabakât: 1/199-200; Buharî, 3/171; Müslim, 1/133-135; Taberî, Tarih: 2/216.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun