DÂRU' L-ADL

Adalet ülkesi. Dâr, sözlükte; ev, mesken, kabile, yurt ve ülke anlamlarına gelir. Adl veya adalet ise; doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, bir şeyi diğerinin eşi kılmak, aynı seviyede kılmak demektir. Bir İslâm hukuku terimi olarak Dâru'l-adl, İslâm ülkesi anlamında kullanılmıştır. Bir İslâm ülkesinde bütün halka eşitlik ve adalet esasları üzere hükmetmek gerekli olduğu için islâm ülkesine aynı zamanda "adalet ülkesi" denir. Bunun karşıtı, Dâru'l-bağy'dir. Bu ise, müslümanlardan bir grubun meşru idareye karşı, sahibinden geçerli bir delîle (te'vîle) dayanarak itâattan çıkması ve bağımsız bir bölgede askerî bir güçle hâkimiyet kurmasıdır. İşte muhariplik sıfatları tanınan bu müslüman isyancıların hâkim olduğu bölge veya ülkeye de "Dâru'l-bağy" denilmektedir. Buna, Dârul-cevr de denir. (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 334; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 283, III, 308; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 310; Ö. N. Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 334, 412; Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, Dârü'l İslâm, Dâru'l-Harb, İstanbul 1988,135-136).

İslâm'da adalet, genel anlamıyla, hak olan semâvî dinlerin getirdiği esaslara uygun olarak hükmetmektir. Cenâb-ı Hak, bu esasları peygamberlerine vahyetmiştir. Bunlarda, müslümanların birbirleriyle ve müslüman olmayanlarla, hatta düşmanla olan ilişkileri düzenlenmiştir. Yerler ve gökler, adaletle ayakta durur. Adalet mülkün esasıdır. Zulüm ise, medeniyetlerin yıkılmasına ve saltanatların son bulmasına sebep olur.

Âyet ve hadîslerde adalet teşvik edilmiştir. Kur'ân'da şöyle buyurulur:

"Şüphesiz ki, Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı emreder." (en-Nahl, 16/90); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor. " (en-Nisâ, 4/58); "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın." (En'âm, 6/152). Düşmana karşı bile adaleti emreden şu âyet, olgun insanı târif etmektedir: "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olun. Bir kavme olan kîniniz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun. Çünkü o takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (el-Mâide, 5/8). İslâm, adaleti istemekle yetinmedi; bunun mukabili olan zulmü de kesin bir şekilde haram kıldı: "Ey Peygamber, sakın zalimlerin yaptıklarından Allah'ın habersiz olduğunu sanma. Allah onların cezalarını, gözlerin belerdiği o zor güne bırakır. " (İbrahim, 14/42)

Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulur:

"Bu ümmet, konuştuğu zaman doğru söylediği, hükmettiği zaman adaletle hükmettiği ve kendisinden merhamet dilenildiği zaman merhamet ettiği sürece hayır üzere devam eder. " (İbn Mâce, Menâsîk, 103; et-Tergîb ve't-Terhîb, III, 171); "Yaratılmışların Allah'a en sevimlisi, ülkesini adaletle yöneten devlet başkanıdır. Onların Allah'ın en çok buğzunu davet edeni de, ülkesini zulümle yöneten devlet başkanıdır." (Buhârî, Zekât, 16; Hudûd, 19; Müslîm, Zekât 91; Tirmizî, Ahkâm, 4; Cünne, 2, Zühd, 53; Ahmed b. Hanbel, III, 305, 439, 444, 445);

"Ey kullarım, şüphesiz ki, ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin aranızda da haram kıldım. Birbirinize zulmetmeyiniz." (Müslîm, Birr, 55; Ahmed b. Hanbel, V,160); "Zulümden sakınınız. Şüphesiz ki, Kıyamet gününde zulüm, karanlıklar demektir." (Buhârî, Mezâlîm, 8; Tirmizî, Birr, 83).

İslâm'ın istediği adalet, idare edeni, idare edileni ve insanlığı topluca kapsamına alır. Bu; hükümde, idarede, vergi koymada, insanların maslahatını gözetmede hak ve görevleri dağıtmada, sosyal adaleti gerçekleştirmede, şahitliklerde kaza, infaz, had ve kısasların uygulanmasında, kadın ve çocuklarla birlikte aile konusunda, eğitimde, mülk edinmede, görüş, düşünce ve tasarruflarda fertle toplumu, dostla düşmanı, zenginle, fakiri, aydınla bilgisizi, işçiyle işvereni tatmin eden, toplumda huzur ve sükûn sağlayan bir adalettir.

İslâm adaleti, muamelelerde, kazada, hak ve mal mülkiyetlerinde eşitliği ister. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in hilâfete gelirken yaptığı ilk konuşmada bu adalet anlayışının ipuçlarını bulmak mümkündür. O, şöyle demişti: "Sizin işinizde güçsüz olanlar, benim yanımda, ben onların hakkını alıncaya kadar güçlüdür. Güçlü olanlarınız da benim yanımda ben inşallah güçsüzün hakkını kendilerinden alıncaya kadar güçsüzdür." Hz. Ömer (r.a.) de Ebû Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektupta şöyle demiştir: "İnsanların arasında yüz hareketlerinde, adaletinde ve oturuşunda eşit davran ki; şerefli kimse, senden fazla bir şeyler koparacağı ümidine kapılmasın; zayıf olan da senin adaletinden ümidini kesmesin." (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî, VI, 718-719)

Hz. Peygamber İslâm adaleti karşısında insanların eşit olduğunun kendi ailesinden çok sevdiği kızı Fatıma'yı örnek vererek şöyle ifade etmiştir:

"Sizden önceki kimseleri, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakmaları, güçsüz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ise, ona ceza vermeleri mahvetmiştir. Muhammed'in hayatını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsa idi, onun elini de keserdim." (Buhârî, Enbiya, 54; Megazî, 53, Hudûd, 2; Müslîm, Hudûd, 9; Ebû Dâvûd, 2, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudud, 6, Nesâi, Sarık 6; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5).

İslâm adaletinin uygulandığı ülke ile bu ülkede meşru yönetime karşı isyan edenlerin kontrolü altındaki bölge (dâru'l-bağy) arasındaki ilişkiler, Hz. Ali'nin Muâviye ve Haricîlerle olan ilişkilerine dayandırılır. İki tarafın savaş sırasında birbirlerinin mal ve canlarına verdikleri zararlar, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tazmin edilemez. İsyan ve savaştan önce veya sonra, mal veya cana verilen zararlar ise tazmin edilir. Âsîlerin hâkimiyeti altında bulunan dâru'l-bağy, dâru'l-İslâm'dan sayılır. Bu yüzden bu iki dâr arasında prensip olarak ülke ayrılığı mevcut değildir. Ancak meşru idare ile âsîlerin idaresinin ayrı oluşu birtakım hukûkî sonuçlar meydana getirmektedir. (es-Serahsî, el-Mebsut, X,127-128, XXIV,108; el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyi, VII, 141; Mâlik, el-Müdevvene, III, 48; İbn Kudâme, el-Muğnî, X, 60-61; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Kahire 1966, 61; Ebû Ya'la, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1938, 40; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1959, II, 211; Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 142; Ahmed Özel, a.g.e., 136-137).

İsyancıların (buğât) hâkimiyeti altındaki yerler yeniden adalet ülkesinin eline geçince, halkın daha önce yöneticilere ödediği zekât ve öşür gibi vergileri mahalline sarfetmedikleri anlaşılırsa, yükümlülerin bu vergileri yeniden ödemelerine istihsan yoluyla fetva verilir, fakat buna zorlanmazlar. Âsî idarecilerin bazı tasarruflarının geçerliliği, velâyetlerinin meşru olmasından değil: tebaanın maslahatı için zaruret yoluyla kabul edilmiştir. (el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyî, VII, 142; İbnü'l-Hümâm, Fethü'l-Kadîr, V, 338; Ö. N. Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye ve Kâmusu, III, 420).

Hanefilere göre bâğîlerin beldesinde adalet ülkesinden tayin edilen hâkimlerin İslâm'a uygun hükümleri geçerli olup, bu belde meşru idarenin eline geçince infâz edilir. Hâkim, âsîlerden ise, adalet ülkesinin fâsıkları gibi sayılır. Bu bölge, meşru idarenin eline geçince; eğer bu hâkimin verdiği hükümler, ehl-i adl hâkimine getirilirse, hâkim, kendi görüşüne uygun olanı veya ictihad konusu meselede verilmiş hükümleri geçerli sayarak uygular. Haksız ve İslâm'a aykırı olanları geçersiz sayar. Hanefîlerde geçerli olan görüş budur. (es-Serahsî, a.g.e., X, 130, 135; el-Kâsânî, a.g.e. VII, 142; Ahmed Özel, a.g.e., 131) (Ayrıca bk. Dârü'l-İslam, Dârü'l-Harb).

Hamdi DÖNDÜREN

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun