BAŞI BOŞ DEĞİLLER

Güneşten “ışık ile ısının” birlikte gelmesi gibi, Kur’ân nuru da insanın kalbine “iman ile kuvveti” beraber hâkim kılar. Müminin ruhu bu nurla hem aydınlanır, hem kuvvet bulur. 
 
“İman hem nurdur, hem kuvvettir.” (Sözler)
 
Göz, görmek için güneşe muhtaç olduğu gibi, akıl da İlâhî hakikatleri anlamakta ve kavramakta Kur’an nuruna muhtaçtır. 
 
Hem insanın, hem de kâinatın mahiyeti, ancak o nur ile ışıklanır ve okunabilir. 
 
İnanmayan insan küfür karanlığında kalmıştır. Ne kendini okuyabilir, ne de kâinat kitabını… Her organının ve her duygusunun ayrı birer kudret mucizesi olduklarını hiç düşünmez. Onları sadece dünyanın geçici menfaatlerinde ve zevklerinde kullanmakla yetinir. Düşünmeden yaşar veya yaşıyorum zanneder. 
 
Kalbi Allah’a iman ile nurlanan kişi, Rabbine nasıl şükür ve ibadet edeceğini, ruhuna takılan bütün duyguları ve hisleri nelere yönlendirip nelerden uzak tutacağını da yine Kur’an’dan ve Resulûllah’tan (asm) öğrenir. İşlerini, hareketlerini ve düşüncelerini Allah kelâmına ve Resulûllah’ın (asm) sünnetine göre tanzim etmeye başlar. Böylece iman şerefine, salih ameli de ilave etmiş olur.
 
Bu bahtiyar insan, her şeyi ve her hadiseyi Allah’ın takdir ettiğini bilmekle, mahlûklara karşı ne aşırı bir minnet duygusu taşır, ne de onlardan gelecek zararlardan fazlasıyla korkar. 
 
Bir kul olarak kendine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirdikten sonra, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül etmekle, mahlûkattan gelecek zararlara ve tehlikelere gereğinden fazla önem vermez.
 
Nitekim, dersin devamında imanın çok büyük bir kuvvet olduğu şöyle beyan edilir:
 
“Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler)
 
Kâinata meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve O izin vermedikçe hiçbir şeyin insana zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu gerçek, eşya için olduğu gibi olaylar için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikatından kurtulabil”me ifadesiyle bu mânâ ders verilmiştir.
 
“Hakiki imanı elde eden adam,” hava âlemini O’nun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. Rüzgârın şuursuz ve iradesiz olduğunu unutmaz; onun kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını çok iyi bilir. 
 
Bu bahtiyar kul, yakînen inanır ki, deniz Allah’ın bir mahlûkudur; dalgaların fırtına ile yükselmeleri de, insanın tansiyonunun yükselmesi gibi bir hadisedir. Denizin sahibine iman ile intisap eden bir mümin, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin gereği olarak kendine düşen tedbir görevini yerine getirmekle birlikte çok iyi bilir ki, deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz. Yükselen dalgalara bu imanla karşı koyabilir.
 
İnsanın başına gelen bütün korkutucu ve zarar verici olaylar da böyledir. Onların hiçbiri kendi başlarına buyruk değillerdir. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi, “Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır.”
 
O’nun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir. Bahçesinin bakımını güzelce yapan bir bahçıvan, onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. 
 
Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece görevini en iyi şekilde yapmak durumundadır. Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki, “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de O’nun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zarara uğradığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki yanlış yol tutmakla şerri kendisi istemiştir.
 
İmanın hem nur, hem kuvvet olduğunun beyan edildiği paragrafın sonunda şu hüküm cümlesi geçer:
“...İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder.”
 
Allah’ın varlığına iman eden insan tevhid yoluna girmiş, O’nun hem zâtının birliğine, hem de sıfatlarında şeriki olmadığına inanmıştır. Bir mümin, bütün kudretin ancak Allah’a ait olduğunu, mahlûkattaki bütün kuvvetlerin ise O’nun yaratmasıyla meydana geldiğini bilir. “Allah’tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur.” cümlesi “kudret sıfatında tevhidi” ifade eder. 
 
Keza, ilim sıfatı da ancak Allah’a mahsustur. Mahlûkata ihsan edilen ilimler, O’nun Âlim isminin tecellileridir. İlim konusunda tâbi tutuldukları imtihanda Hazret-i Adem’e mağlûp olan meleklerin “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizde ilim yoktur.” demeleri “ilim sıfatında tevhidi” ifade etmektedir. 
 
Diğer İlâhî sıfatları da aynı şekilde düşünen bir mümin, hiçbir varlığa hakikî mânâda ne hayat, ne kudret, ne ilim, ne de irade verir. Hepsini Allah’tan bilir. O dilemedikçe hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine olan kuvvetli imanı, onu tevhidin bir sonraki kademesi olan teslime götürür. 
 
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih Sûresi,7) ayet-i kerimesinden aldığı dersle, her varlığı Allah’ın emrinde çalışan bir asker olarak gören insan, ancak Allah’a teslim olur ve yalnız O’na tevekkül eder. 
 
İşte iki dünya saadetinin reçetesi, hakiki imanın meyveleri olan bu teslim ve tevekküldür. 
 
Bu reçeteyi kalb âlemine hâkim kılan bir mümin, dünyada da mesut yaşar, ahirette de.
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+