"Keşke şöyle olsaydı..." demenin bir sakıncası var mıdır?
- Günlük konuşmalarda "keşke" sözünü kullanmak, temennide bulunmak sünnete aykırı mıdır?
Değerli kardeşimiz,
Hayatı bir açıdan tereddüt ve şüpheler içinde geçen insanoğlu, çok defa kendini his, düşünce ve amelde bir yol ayırımında veya çatallaşan bir yolda bulur ve dolayısıyla acil bir seçim yapmak mecburiyeti duyar. Doğru ya da yanlış bir seçim yapıp yoluna devam ederse de, seçim ve davranışlarının rıza-i İlâhî’ye muvafık olup olmadığını, neticenin lehinde mi yoksa aleyhinde mi olacağını başlangıçta bilemeyebilir.
Doğru seçimlerin getirdiği hayır ve bereketlerin yanında, yanlış tercihlerin sebebiyet verdiği hatalar ve günahlar da vardır ki, bunların pek çoğu, kendi cinsinden tövbe ve istiğfar ile telafi edilmezse, nice gaileleri insanın başına açar ve onu çaresiz bırakır. Kader inancı çoğu kez yardıma koşar ve kul hatasından kaynaklanan üzüntü içinde, “Hayır ve bereket, Allah’ın takdir ettiği ve benim için seçtiği şeydedir.” der, teselli bulur. Fakat, iradenin hakkını verememe hüznüyle burkulduğu anlar olduğu gibi, beşeriyet muktezası olarak bazen de dudaklardan şu âh u vâh dökülür: "Keşke!.."
Keşke, bir temenni sözüdür.. .Hazreti Âdem (a.s.)’den bize kadar dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran ve bizden sonra da kıyamete hattâ öteki âleme kadar intikal edecek olan, belki sadece cennetliklerin cennetin kapısında çıkarıp atacakları fıtratımıza yerleşmiş bir sözdür.
“Keşke” demeyen yok gibidir.
- Kimisi çoğu zaman bir pişmanlığın akabinde “keşke” der inler.
- Bir başkası, henüz tahakkuk etmemiş olsa da gerçekleşmesini çok istediği şeyleri hatırlamakla telaffuz eder o hasret kelimesini.
- Bir diğeri, umduğunu bulamama, vaktini ve ömrünü değerlendirememe inkisarıyla dillendirir onu.
- Pek çokları, elindekilerle tatmin olmaz da daha iyi imkânlar, daha fazla dünyalık arzu ve isteğiyle refah, rahat ve lüks boyalı keşkeler seslendirir.
- Ve topyekün beşer, kıymetini bilemediği, elinden kaçırdığı nimetleri sonradan yâdeder; iç burukluklarını “keşke” hicranlarıyla mırıldanır.
Bu çeşit ifadelerin çoğu, İslâm nazarında, kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plan ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa’ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef’âl-i İlâhiye’ye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde buyurmaktadır:
“Eğer başına bir iş gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.’ deme. ‘Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.’ de. Zira, ‘Keşke şöyle yapsaydım.’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” (Müslim, Kader, 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah’ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli “keşke” vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tövbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür.
Nitekim, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Rabbinden gelen üns esintileriyle nazarlarını ötelere yönelttiği bir anda buyurur ki;
“Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, ne kadar isterdim; keşke, Allah yolunda savaşsam ve öldürülsem. Sonra bana bir kere daha can nimeti bahşedilse ve yine cihadın hakkını versem, yine O’nun uğruna öldürülsem. Sonra yine savaşsam ve öldürülsem.” (Müslim, İmare, 103)
Efendimizin bu sözleri de bir temenni ifadesidir. Fakat, kaderi tenkit, haddi aşmak yahut Meşîet-i İlâhiye’ye karışmak değil, Allah yolunda bulunmanın ve O’nun uğrunda şehadet şerbetini içmenin güzelliğinin beyanıdır. Kazanma kuşağına ait bu temenniyi Allah Rasulü’nü rehber edinen hak erlerinin beyanlarında da görmek mümkündür. Onlar da sürekli “Daha yok mu?” ufkunu göstermiş; iyiliğe asla doymamış ve “bu kadarı çok az; daha, biraz daha” gibi himmet u gayret hislerini dile getirmişlerdir.
Bundan başka, Allah’a inkiyat ve teslimiyetin neticesi olarak, nefsi tenkit etme, benliği taşlama ve muhasebe şuuruyla gerilip hayır-hasenat adına yapılanı az görme duygusuyla iki büklüm olmanın işareti “keşke!”ler de vardır.
Lügat Manâsıyla Temennî
Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye (minye/münye) ve (ümniyye) denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, III/39) Temennî, okuma ve yazma manâlarında da kullanılmıştır. İbn Manzur, tilâvete “ümniyye” de dendiğini, çünkü, Kur’an okuyanın rahmetle ilgili bir ayet geldiğinde onu temennî ettiğini, azap ayeti gelince de ondan kurtulmayı dilediğini söyler. Ayrıca, temennînin “aslı olmayan sözü söylemek” anlamında istimal edildiğini de belirtir. (İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 157293-5)
Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir; “N’olaydı gençliğim avdet edeydi!” mısraında olduğu gibi. Adanavî Abdunnafi Efendi’nin ifadesiyle, temennî edilen şey ya imkânsızdır veya imkân dairesinde olduğu halde gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir; fakat, temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir. Çok kere vaki olur ki, insan, kendisi için elde edilmesi muhal olan bir şeye muhabbet duyar ve onu temenni eder. Hasılı, temenni edilen şey bazen mümkün, bazen de muhal olur. (Abdunnâfî Efendi, 278-282)
Türkçe’de temennî genellikle, geçmiş zaman için gereklilik kipinin rivayet ve hikâye sigalarıyla, gelecek zaman için de aynı kipin şart ve hikaye sigalarıyla ifade edilir. Diğer bir ifadeyle, gerçekleşmesi mümkün olsun veya olmasın bir dileği, bir arzuyu, bir isteği ortaya koymak için istek, dilek-şart ve gereklilik kipleri kullanılır ve bu şekildeki cümlelere de “istek cümlesi” denir. İstek cümleleri, “Allah analı babalı büyüte” ve
“Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem / Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni.” (Yunus Emre)
örneklerinde olduğu üzere istek kipiyle kurulabildiği gibi; “Fırsat bulsam da köyüme gitsem”, “Herkes sevgiye koşsa, düşmanlıklar unutulsa” türünden dilek-şart kipiyle ya da “Kur’an’ı en az ayda bir hatmetmeliyim”; “Hareketlerime dikkat etmeli ve tebliğ vazifesiyle beraber temsilin de hakkını vermeliyim” şeklindeki gereklilik kipiyle de kurulabilir.
Fiil kiplerine ilaveten, bari, tek, n’olaydı ve keşke gibi edatlar da temennî bildirir.
“Veda eyler iken bakdı, dedi hasretle ol mehru / N’olaydı olmayaydı beynimizde ülfet evvelden”
mısraında olduğu gibi “n’olaydı”;
“Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş / Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı”
sözündeki “tek”;
“Ateş-i aşkın hakikat pek tahammülsüz imiş / Olmayaydım kaşki sen bîvefaya aşina”
beytindeki “keşke” ve
“Hakkımdaki tegâfülüne sabreder idim / Ağyara bâri etmemiş olsaydı iltifat.”
mısralarındaki “bari” kelimeleri, temenni ifade etmek için kullanılır. (Tâhiru'l-Mevlevî, 64)
Kur’an’da Temennî Edatları
“Bari, tek, keşke, n’olaydı, ne olurdu” gibi manâlara gelen “Leyte”, Kur’an-ı Kerim’de on dört yerde değişik şekillerde kullanılmıştır. Meselâ:
“Onlar ateşin karşısında durdurulup da ‘Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsak!’ dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!” (En’am, 6/27)
“Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah!’ derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik’!” (Ahzab, 33/66)
Genelde, gerçekleşmesi imkân dahilinde olmayan bir temenni için kullanılan edatlardan biri de “keşke olsaydı” anlamındaki “Lev”dir. Kur’an-ı Kerim’de çok yerde geçmekle birlikte, yaklaşık yirmi ayette temenni ifade etmektedir. Meselâ:
“Dini inkâr edip Resûl’e isyan edenler, işte o gün yerin dibine girmek, yerle bir olmak isteyecekler. Onlar hiçbir sözlerini, hiçbir kabahatlerini Allah’tan gizleyemezler.” (Nisa, 4/42)
“Ve ilave edecekler: “Keşke biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” (Mülk, 67/10)
Aslında bir soru edatı olan “Hel” ender de olsa temenni için de kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de “Hel”in bu şekilde istimaline dair örnekler mevcuttur:
“O gün cehenneme biz: 'Doldun mu?' dedikçe O: 'Daha yok mu?' diye iştahını dile getirir.” (Kaf, 50/30)
“Lealle” edatı, tereccî yani, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklenmesini ifade eder. Türkçe’de “umulur ki, ihtimal ki, ümit edilir ki, ola ki, keşke olsa, korkarım ki, umarım, belki” gibi anlamlarla tercüme edilir. (M.Çelen, 243) “Lealle”nin temenni için kullanıldığı da olur. Bu noktada şu ayrımı yapmak da faydalı olacaktır: Temenni, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalardır. Tereccîde ise, istenilen iş mümkündür ve olması beklenir. Temennide hep arzulanan, nefsin hoşuna giden şeylere özlem vardır. Tereccîde ise, bazen hoşlanılmayan şeyleri bekleme de söz konusudur. Kur’an-ı Kerim’de “Lealle”nin temenni için kullanıldığı ayetler de vardır. Meselâ:
“Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: ‘Ya Rabbî!’ der, ‘ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.’ Hayır, hayır! Bu, onun söylediği manâsız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)
“Tuttular, Allah’tan başka tanrılar peşine düştüler, ümit ettiler ki yardıma nâil olacaklar!” (Yasin, 36/74)
Arapça’da, bir diğer temennî edatı “E La”dır. “E La”, “temenni ederim, umarım, keşke” manâlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de tenbih, tevbih ve inkâr, olumsuz ifadeyle soru, arz ve tahdit manâlarında kullanılmıştır; fakat, temennî edatı olarak kullanıldığı yer yoktur.
Mü’minlerin “Keşke”si ve Müflislerin Temennîsi
Kur’an-ı Kerim, bir yandan iman mahrumlarının hem bu dünyada hem de âhirette pişmanlık, esef, korku ve dehşetle, temenni sözlerini birbiri ardına sıralayacaklarını belirtip misaller verirken, diğer taraftan da, mü’minlerin Allah’ı ve hak dini insanlara tanıtma, onları İslâm’ın gölgesinde bir hayata sevketme ve bu vesileyle Rabb’in rızasını kazanma gayesine matuf temennilerine de vurguda bulunur ve bu konuda örnekler serdeder. Evvelâ, Cenab-ı Hakk’ın kullarına karşı merhametini gösteren –kendi Zat’ına has – “keşke” ifadelerini nazara verir:
“Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 29/64)
“Savaşa çıkmayıp Resûlullah’tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?’ Keşke bunu bilip anlasalardı!” (Tövbe, 9/81)
mealindeki ilâhi beyanlarda olduğu gibi, bazı ayetleri “Keşke bilselerdi, keşke anlasalardı.” fezlekesiyle bitirir. Daha sonra da, her devirde Allah elçilerinin ve salih kulların insanlığın imanı için yanıp yanıp tutuştuğunu, beşerin dünya ve ahiret saadetini ölesiye arzu ettiklerini ve temennilerini bu hususa bağladıklarını misalleriyle anlatır.
Böyle makbul bir temenniye örnek olarak Yâsin Suresi’nde kendilerinden bahsedilen üç elçinin hikayesi verilebilir. Müfessirlere göre bunlar, Hazreti İsa’nın (a.s.) Antakya halkına gönderdiği elçilerdir. Kur’an, bunları,
“Sen şimdi onlara misal olarak şu şehir halkını anlat: Mâlum şehir halkını ki, hani onlara da elçiler gelmişti. Evet, iki resul gönderdik onlara, ‘Yalancı!’ deyip yalanladılar o ikisini. Bunun üzerine, güçlendirdik o iki elçiyi bir üçüncü resulle; dediler hep birden: ‘Biz Allah’ın elçileriyiz size’!” (Yasin, 36/13-14)
ifadeleriyle takdim buyurur. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere şehir halkı, Allah’ın elçilerinden ilk gelen ikisine inanmaz ve onları yalanlarlar; dahası taşlayarak öldürmekle tehdit ederler. Derken üçüncü bir şahıs şehrin öbür ucundan koşarak onların bulunduğu yere gelir. Bu zat, tefsircilerin bildirdiğine göre Habib-i Neccar’dır. O da elçilerin davetini seslendirir;
“N’olur ey kavmim! Gelin siz bu resullere uyun! Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yasin, 36/20-21)
der. Fakat halk, ona da hüsn-ü kabul göstermez. İnsanlar bütün gayzlarını ona boşaltmak istercesine üzerine yürürler. Eline herhangi bir şey geçiren durmaz, Habib’e savurur; taşlarla, sopalarla vücudu harap olan o iman abidesi ise sözünden dönmez;
“Hem ne olmuş ki bana? Neden tapmayayım beni yaratana? Hem sizlerin de dönüşü olacak O’na!” (Yasin, 36/22) der durur.
Habib-i Neccar, azgınların işkencelerine ve taş yağmuruna dayanamayacağını anlayınca sükut eder. Tam ruhunu teslim edeceği, ötelere yürüyeceği sırada bir ses duyar; ona,
“Buyur, cennete gir!” (Yasin, 36/26)
denilir. Bu sözü ister bir melekten duysun, isterse de kendi vicdanında hissetsin; onu duyunca içi burkulur, burkulur da “keşke” der. Fakat onun “keşke”si kendi adına değildir. Anlatmıştır insanlara hak ve hakikati; ama taşla-sopayla mukabele görmüştür. Şehadet mertebesine ereceği an da insanlık için yaşayan ve halkın saadetini düşünen bir hak eri olarak kendine yakışır temenniyi seslendirmiş, “Ah halkım bir bilseydi!” demiş ve dünyaya şu sözle veda etmiştir:
“Ah keşke bir bilseler: Rabbimin beni affettiğini, beni ikramlara garkettiğini!” (Yasin, 36/27)
Âyetlerden de anlaşıldığı üzere, temenninin, daha çok inançsızlara ve hayatlarını israf edenlere ait olan mezmum şekli, bir de, mü’minlere, özellikle de ibadete ve Allah yolunda hizmete doymayan “Daha yok mu?” ehline ait muhasebe, murakabe, himmet ü gayret ifade eden şekli vardır. Bu çalışmamızda, önce onun birinci şekli üzerinde duracağız.
Şeytanî Temenni
Hakiki mü’minler, insanların Allah’ın mesajlarını kabul etmelerini ve hak din etrafında toplanmalarını çok arzu ederler. Onlar, hayatlarını dini tebliğ ve temsile bağlar; Rabbilerini anlatabiliyorlarsa yaşamayı manâlı bulurlar; İlâhi davete tercüman olamadıklarını düşünürlerse yaşamayı da abes kabul ederler. Her gönle girebilmek, her kalbin bir beyt-i Hüdâ haline gelmesine vesile olabilmek için gayret eder; bu hedef istikametinde değişik yol ve üsluplar denerler. Şeytan ise, onların bu saf ve dupduru niyetlerini, halis gayretlerini bulandırmak, iman davasına komplolar kurmak, onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak ve hattâ onu temelden değiştirmek ister. Kendini dine adamış o insanlara vesveseler verir, onları asıl vazifelerinin dışında bazı hususlara çekmeye çalışır; Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak olan en büyük gayeyi unutturur, insanları memnun etmek ve kendi safına çekmek gibi bir vesileyi ondan daha kıymetli ve önemliymiş gibi gösterir. Ve maalesef, müminlerden bazıları onun bu vesvesesine ve tuzağına düşerler de, “Taraftarlarım çok olsun, insanlar beni dinlesinler.” gibi düşüncelerle bazen dinden taviz verircesine bir yumuşak tavır içine girer ve mümaşatta bulunur, muhataplarının fikirlerine katılıyormuş gibi görünür ve tavizkâr davranırlar. Bazen de iman hizmetindeki başarılarını kendilerinden bilir; riya, süm’a ve ucba düşebilirler. Dahası, eğer ihlas kalesine sığınmazlarsa hiç farkına varmadan beklentilere girebilir ve tertemiz duygularla eda etmeleri gereken tebliğ ve temsil vazifelerini şahsî yatırımlar haline dönüştürebilirler. Nitekim, Allah Teâlâ,
“Senden önce hiçbir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek ve ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir. (Her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Hac, 22/52)
buyurmuş ve peygamberlerin masumluğunu hükme bağlarken, diğer müminleri de bu tür aldanmalara ve düşünce kaymalarına karşı uyarmıştır.
Burada şu hususa da temas etmenin zaruri olduğunu düşünüyoruz: Bazıları mealini verdiğimiz ayette geçen “temenna” fiilinin ender kullanılan “okuma” mânasını esas almış; onu, Necm suresi, Garanik uydurma kıssası ve nesh konusu ile irtibatlandırıp garip bir senaryo ortaya çıkarmışlardır ki; Allah da, Resulü de, Kur’ân da bundan münezzehtirler. Halbuki, bu kelimenin ilk ve meşhur anlamı “arzu etmek ve ummak”tır.
Temennîyi, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırması şeklinde mutlak olarak anlayanlar da vardır. Yukarıda arzettiğimiz gibi, zihinde canlandırılmış olan bu tabloya “ümniyye” veya “münye” denilir ki, şimdilerde sıkça kullanılan “ideal” tabiriyle o kastedilmektedir. Bu kelime felsefeciler arasında oldukça önemli bir yer edinmiş ve “idealizm” adlı bir felsefî ekolün esası haline gelmiştir. İdealistler bütün gerçeklerin aslının “benlik”te olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealist kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak, peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist görürler. İşte Kur’ân, özellikle de mealini verdiğimiz bu âyetle belirtiyor ki, peygamberlik sadece bir arzu ve bir temenni işi değildir. Hele hele idealistlerin anladığı manâda bir temenni peygambere asla yakışmaz. Zira;
“O, heva ve hevesiyle konuşmuyor. O(nun okuduğu Kur’an), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 53/3-4)
Evet, Allah’ın elçileri hem masum hem de masundur; ismet sıfatına mazhardırlar, günaha girmezler ve Allah onları günahlara karşı sıyanet eder. Peygamberlerden başkası masum değildir; fakat, ümmet içinde de masun (Allah’ın günaha karşı muhafaza ettiği, günaha açık olsa da ilahî sıyanetle korunan) insanlar vardır, hep olagelmiştir. Ne var ki, az sayıdaki bu insanlar dışında herkes her an şeytanın tuzağına düşme ve günaha girme tehlikesiyle yüzyüzedir. Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, şeytanın,
“Ya Rabbî, Senin kullarından mutlaka bir pay edineceğim. Mutlaka onları saptıracağım, birtakım temennilerle oyalayacağım.” (Nisa, 4/118-119)
dediğini haber verir ve kullarını şeytanın ilka edeceği boş kuruntulara ve asılsız temennilere karşı uyarır.
Şeytanın tuzağı tamamen boş vaadlere ve aldatmaya dayanır. Bazen başarı ve zevk vadlerinde bulunarak, zaman zaman güç ve zenginlik vaat ederek, bir başka defa iman esaslarını inkâr ettirerek, kimi zaman muhatabını seçkin bir milletin güzide bir ferdi olması itibariyle cennetin hakiki varisi olduğuna inandırarak servet, şöhret, devlet, şehvet ve bazen de âhiret ile ilgili arzuları kamçılayarak, gönüllere ümniye ve kuruntularak salarak... Şeytan sürekli av peşindedir.
Şeytanın insî dostları da, hep onun temennîlerini seslendirirler. Mesela,
“Şu Kur’ân okunduğunda ona kulak vermediğiniz gibi, ona karşı yaygara koparıp, onun başkaları tarafından anlaşılmasını da engelleyin. Ancak böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırabilirsiniz.” (Fussilet, 41/26)
derler ve isterler ki Kur’an dinlenmesin, emirlerine itaat edilmesin. Yaygaralarıyla Kur’an’ı bastırmayı temenni ederler. Yine onlar, mü’minlerin de kendileri gibi küfre düşmelerini delicesine isterler ve küfürde onlarla beraber olmalarını arzularlar. (Nisa, 4/89) Onlardan da “keşke” sözü sadır olur; ama bu, müminlere karşı kalblerindeki haset ve kinin bir yankısından ibarettir. Şeytan onları boş kuruntularla öylesine doldurmuştur ki, onlar, “Allah’ın çocukları ve sevgilileri” olduklarına, bundan dolayı cennetin kendileri için parsellendiğine ve cehennem ateşinin onlara dokunmayacağına inanırlar. Onlar bu ümniyeleriyle oyalanadursun, Allah Teâlâ da şöyle buyurur:
“Şeytan, onlara sadece vadlerde bulunur, onları birtakım kuruntularla oyalar. Şeytan, aslında onlara kuru bir aldatmadan başka ne vâd eder ki!” (Nisa, 4/120)
“Allah’ın vâd ettiği bu mükâfat, ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i Kitab’ın temennileri ile elde edilmez. Kim kötü iş yaparsa onun cezasını görür ve Allah’tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulabilir.” (Nisa, 4/123)
Ölüm Korkusu ve Uzun Ömür Arzusu
Mü’minler, ölümü bir terhis tezkeresi ve Sevgili’ye vuslat davetiyesi gibi görürken, iman mahrumları ona, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve katiyen onunla yüz yüze gelmeyi arzu etmezler. Onlara göre, insan ölünce her şey biter; her şey ve her yer yokluğun karanlığına gömülür. Bundan dolayı da, onlar ölümü asla istemez ve ondan köşe bucak kaçarlar.
Cenab-ı Hak, Yahudi ve Hristiyanlardan bazılarının “Biz Allah’ın çocukları ve sevgilileriyiz” (Mâide, 5/18) demesi üzerine Peygamber Efendimiz’e şöyle hitap etmiştir:
“De ki: ‘Ey kendilerine Yahudi diyenler! İnsanlar arasında yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ettiğinize göre, bu iddianızda tutarlı iseniz, haydi hemen ölmeyi temenni edin de bir an önce O’na kavuşun’.” (Cuma, 62/6)
Allah Teâlâ, iddialarının ne kadar asılsız ve geçersiz olduğunu göstermek için onlara böyle çağrıda bulunmuş;
“Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?” itabıyla onların dünyaya ve hayata ne kadar düşkün olduklarını ve suistimallerinden dolayı ölümü katiyen istemediklerini ifade buyurmuştur:
“Ama onlar, bizzat yaptıkları zulümler sebebiyle asla ölümü temenni etmezler. Allah, o zalimleri pek iyi bilir.” (Cuma, 62/7)
Evet, Allah o zalimleri pek iyi bilir ve onların karakterlerini, gönüllerinden geçenleri bizlere de bildirmektedir. Yahudi ve Hristiyanlardan bazılarının “Âhiret yurdu (Cennet) ancak bizimdir” demelerine rağmen, o yurdun koridoru olan ölümden korkup kaçtıklarını, ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı olmadığını; bu düşünceyi taşıyanların bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, dünyadan ayrılmayı asla istemediklerini ve hattâ hayata en fazla onların düşkün olduğunu beyan buyurmaktadır.
“İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar olduğunu görürsün. O kadar ki, bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler. Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister. Fakat uzun ömür, onu cezadan uzaklaştıracak değildir. Allah, onların bütün yaptıklarını görür.” (Bakara, 2/96)
Kur’an-ı Kerim, Âd kavmini anlatırken de ehl-i küfrün uzun ömür arzusunu nazara vermekte, Hz. Hud’un onlara şöyle dediğini nakletmektedir:
“Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alâmet yapıp saçma sapan şeylerle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?” (Şuara, 26/128-130)
İşte, mü’minlerin âhiret özlemine mukabil, iman mahrumlarında da pek şedit bir yaşama arzusu ve uzun ömür temennisi vardır. Onlar, dünyada bir müddet daha kalabilmek için sürekli “keşke keşke!” der durur; ölümü hatırlamak bile istemez ve ondan hep kaçarlar... kaçarlar ama, katiyen kurtulamayacakları bir acı son onları beklemektedir:
“Nerede bulunursanız bulunun: sağlam, yüksek kulelerde, hatta eflâke ser çeken gökteki yıldız burçlarında bile olsanız, ölüm mutlaka size yetişir.” (Nisa, 4/78)
Dünya Yörüngeli Temenni
Misallerde açıkça görüldüğü ve görüleceği üzere, mü’minlerin temennisi tövbe, azim ve kasıt televvünlüdür. İmandan mahrumların temennilerine gelince onlar, dünya adına bir nedametin ve iç acısının tezahürleridir, boş ve varidatsızdır. Meselâ, Tebuk Seferi’ne çıkıldığında Ka’b b. Malik (r.a.) –kendi ifadesiyle– bir ihmalkârlık sonucu geride kalmıştı. Artık yola çıksa da orduya yetişemeyeceğini anlayınca hüzünden iki büklüm olmuştu ve o derin üzüntünün ifadesi dudaklarından “Keşke Allah Rasulü’ne yetişebilse ve Onunla beraber olabilseydim!..” şeklinde dökülmüştü. “Keşke” sözü onda bir seyyienin pişmanlığı olarak, tövbesinin bir buudunu teşkil ediyordu; geri kalan kısmı ise, doğruluğunun ve sadakatinin arkasından gelen af fermanı tamamlıyordu.” (Buhari, Megazi, 79; Müslim, Tevbe, 9/53) Ka’b b. Malik’in temennisine mukabil cihada çıkıp yarı yolda nifaklarını kusarak geri dönen münafıklara bakılırsa, onların temennisinin ne kadar boş bir kuruntudan ibaret olduğu görülecektir. Onlar, müminlerin başına bir felâket gelirse derler ki: “Neyse ki, Allah bana lutfetti de onlarla beraber çıkmadım.” (Nisa, 4/72) Fakat, Allah’tan, inananlara bir nimet ve inayet erişirse, bu defa da, “keşke”lerle inler; “Ah! n’olurdu, ben de onlarla beraber olaydım da zafer kazanaydım, büyük bir ganimete konaydım!” diye sızlanırlar.(Nisa, 4/73) Ne tövbe, ne cihad şevki, ne ahiret için azık edinme gayreti ve ne de Peygamberle beraber olma arzusudur onların içini yakan. Pay alamadıkları zafer ve kaçırdıkları bol ganimettir ciğerlerine pişmanlık ateşi salan.
Buna karşılık, Allah Teâlâ, bir mü’minin diğer bir insanın malına, makamına, kabiliyet ve meziyetlerine göz dikmesini yasaklamıştır. Bir mü’min, başkalarına bahşedilen ama kendisine verilmeyen lütuflara göz dikerek yakınmalarla kendini mahvedeceğine, içini kemiren kin, kıskançlık, çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına, komplekslere gireceğine ve bunların neticesi olarak yüce Allah’ın adaletinden ve her şeyi kulları arasında isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına haline kanaat etmeli ve şükür hisleriyle dolmalıdır. Çünkü kanaatsizlik ve başkalarının elindekine göz dikme saikiyle dünyalık temennilerde bulunma haset, kin ve düşmanlık hasıl eder; Allah’ın takdir ve taksimine razı olmama manâsına gelir. Kendi hakkında takdir edilmeyen bir şeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmektir ve kısır bir ızdırap kaynağıdır. Başkasının çalışıp didinmesine bir mükâfat olarak takdir edileni kuru kuru temenni etmek de bir münasebetsizlik, avarelik ve zamanı boşa harcamaktır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Bir de Allah’ın kiminize kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da, daha hayırlı şeyleri Allah’ın fazlından isteyin. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.” (Nisa, 4/32)
Allah’ın verdiklerine kanaat etmeme ve daha fazla dünyalık talebinde bulunma bir küfür sıfatı ve âhirete inanmama veya iyi inanamama hastalığının bir sonucudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu konuda, Karun’un hazineleri karşısında insanların tavır ve davranışlarını iki gruba ayırır ve bir ibret tablosu olarak onların halini gözler önüne serer. Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktığında dünya hayatına çok düşkün olanlar:
“Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok!” (Kasas, 28/79)
demişler; onların bu temennilerine karşılık, âhirete inananlar ise:
“Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi? Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah’ın Cennet’te hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler nâil olur.” (Kasas, 28/80)
sözleriyle mukabelede bulunmuşlardı.
Mal, mülk ve dünyalık arzusuyla yanıp tutuşanlar, servet ü sâmânlarıyla kibirlenip gururlananlar, sırça saraylarında ölmeyecekmişçesine zevkten zevke yürüyüp duracaklarını zannedenler, bolluk ve refah halindeyken Rezzak-ı Hâkiki’yi hiç hatıra getirmeyenler, bu nankörlüklerinin tokadını yiyip azaba uğradıklarında pişman olacak ve “keşke”lerle inleyeceklerdir. Kur’an-ı Kerim, Kehf Suresi’nde biri fakir ama mütevazı ve kanaatkâr, diğeri de zengin fakat oldukça kibirli ve tamahkâr iki arkadaşın misalini anlatır; anlatır ve o güzelim bağının bozulup yok olabileceğine hiç ihtimal vermeyen, kıyametin kopacağına da inanmayan mütekebbirin esef ve hasretini, temenni ve hayretini bir ibret vesilesi olarak hatırlatır:
“Çok geçmeden, bütün serveti kül oldu... Bu hali görünce, bağın çökmüş çardakları karşısında, yaptığı masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp avuçlarını ovuşturakaldı! 'Ah! n’olaydım, keşke Rabbime ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamış olaydım!' demeye durdu."(Kehf, 18/42)
Ötelerde Dehşet Yüklü Temenniler
Mü’minlerin her zaferinden sonra veya dünyada başlarına gelen felâketleri gördüklerinde iç geçirip derin bir hasretle,
“Keşke vaktiyle Müslüman olmuş olsaydık!” (Hicr, 15/2)
diyen inançsızlar, Azrail (aleyhisselâm) ile karşılaştıklarında bu sözü daha bir derin söyleyecek ve hele kıyamet gününde “keşke, keşke” feryatlarıyla inleyeceklerdir. Evet, dünyadaki “keşke”lerden çok daha iç yakıcı temenniler âhirette sadır olacaktır. Kur’an-ı Kerim, kâfir ve fâcirin kabir ve sonrasındaki nedamet ifadelerine ve temennilerine de dikkat çekmekte; bizleri, âhirette “keşke, keşke” deyip sızlanmamak için burada dikkatli yaşamaya davet etmektedir.
Dünyanın sarsılıp parça parça döküldüğü, insanların mahşer meydanında çığlık çığlığa bir oraya bir buraya yürüdüğü, bir kurtuluş vesilesi bulmak için koşarken ter gölüne gömüldüğü ve cehennemin ortaya çıkarıldığı o gün... İşte o gün anlayacak asiler işin aslını; anlayacak ve
“Keşke sağlığımda bu hayatım için hazırlık yapsaydım.” (Fecr, 89/24)
diyecekler. O müthiş gün gelip çatınca herkes kendi derdine düşecek, sırf kendini düşünecektir. Annelerin yavrularını dahi unutacağı o gün, dünyadayken aldanmış yığınların bağlandıkları bütün liderler, kendisine itaat edilen ve arkasından gidilen kimseler de bağlılarını korumak bir yana, kendilerini korumaktan bile âciz kalacaklardır. Liderler ile onların peşinden gidenler arasındaki bütün bağlar, ilişkiler ve ipler bir anda kopuverecek ve hiç olmazsa arkasından gidenlerin sorumluluğundan kurtulmak için metbular tâbîlerinden köşe bucak kaçacaklardır. İşte o zaman bir temenni çığlığı daha kopacaktır.
“O tâbi olanlar şöyle derler: ‘Ah ne olurdu, keşke, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi biz de onları bir reddetseydik’!” (Bakara, 2/167)
Liderlerinden yüz bulamayan zavallılar, eş ve dostlarından, yakın arkadaşlarından medet umacak, suçluluk ve çaresizlik içinde kendilerine uzanacak bir el arayacaklar; ama, arkadaşları tarafından da terkedildiklerini, hattâ o güne kadar dost görünen şeytanın bile onları yüzüstü bıraktığını görecekler... Görecekler de her biri kendisini cehenneme sürükleyen kötü arkadaşından şikâyet edecek; ona duyduğu nefretle
“... Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı! Meğer sen ne kötü arkadaşmışsın!” diyecek. (Zuhruf, 43/38);
Fakat Cenab-ı Allah onlara,
“Bu temenniniz bugün size hiçbir fayda vermez. Çünkü hayat boyunca birlikte zulmettiniz. Burada da azabı birlikte çekeceksiniz.” buyuracaktır. (Zuhruf, 43/39)
Onlar yapayalnız, korku ve dehşet içinde, perişan bir vaziyette bulundukları o hengâmede bir aralık mü’minleri görecekler. İnananların kendi imamları arkasında saf saf dizildiklerini, peygamberlerinin sancağı altında emniyete erdiklerini hasetle seyredince, nebîlere karşı isyanlarını hatırlayacak, parmaklarını ısıracak, “Eyvah!” diyecekler ve nedametlerini,
“Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ândan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27)
şeklinde dile getireceklerdir. Ebu Cehillerin, Utbelerin, Şeybelerin, her devrin peygamber düşmanlarının ve onların izinde gidenlerin acı feryatları böyle olacaktır.
Herkesin hesap defteri kendi önüne konulduğunda, mücrimler defterdeki kayıtlardan korkacak, dehşete kapılacak ve
“Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor? Ne küçük bırakmış ne büyük, yazılmadık bir şey koymamış!” (Kehf, 18/49)
diye yakınacaklardır. Hesap defterlerini sol taraflarından veya arkalarından aldıklarında artık tarifi imkânsız bir hicran, hasret, nedamet, inilti ve feryad u figan kopuverecektir yüreklerinden. Mücrimlerin her biri:
“Eyvah! Keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı bilmez olaydım! N’olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı! Servetim, malım bana fayda etmedi! Bütün gücüm, iktidarım yok oldu gitti!” (Hakka, 69/25-29)
sözleriyle ağıtlar yakacaktır.
Dalâlet bataklığında rotasını şaşırmış cehennem yolunun yolcuları, âhiretin her durağında ayrı bir nedametle kıvranacaklar; Rabbilerinin huzurunda başlarını öne eğecek ve utanç içinde
“Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir daha gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” (Secde, 32/12)
diye yalvaracaklar; ateşin karşısında durdurulunca,
“Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsak!” (En’am, 6/27)
diyecek, kendilerine yeni bir fırsat verilmesini temenni edeceklerdir. Ne var ki, onların karakterlerini ve içlerini en iyi bilen Allah Tealâ, haklarında şu hükmü verecektir:
“Hayır! Öteden beri gizledikleri utandırıcı çirkin halleri, münafıklıkları yüzlerine vuruldu da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya dönecek ve diyeceklerdi ki: ‘Hayat, sırf dünya hayatımızdan ibaret, biz bir daha diriltilecek de değiliz!’ Onlar, hiç şüphesiz yalancıdırlar.” (En’am, 6/28-29)
Evet, herkesin tepeden tırnağa hayatının hesabını vereceği o gün mutlaka gelecek; her şahıs önünde, yalnız yapıp ettiklerini bulup onlara bakacak ve kurtuluş ümidini bütün bütün yitiren kâfir:
“Ah ne olurdu, keşke toprak olaydım!” (Nebe, 78/40) diyecektir.
Netice Olarak
İman mahrumlarının hesaplar görülürken “Keşke Allah’a iman etse, Peygamber’in yolunu izleseydim; keşke kan akıtmasa, canlara kıymasaydım; ah ne olurdu İslâm’a dil uzatmasaydım, n’olaydı Kur’an’a laf atmasaydım...” diye diye inleyeceklerini yakin derecesinde bilen mü’minler, daha yaşıyorken ve fırsat varken mazide fevtettiklerine üzülmeli;
“Keşke başkalarının kusurlarını görmese ve kendi hatalarımla meşgul olsaydım; keşke Rabbânî bir kul olabilse ve Rabbimle münasebetimi sıkı tutsaydım; ah ne olurdu, yanan neslin ateşini söndürmeye koşanlar arasında ben de bulunsaydım.”
demeli;.. demeli ve bu sözlerini sadece bir kuruntu ve boş ümniye şeklinde değil, aksine bir tövbe ve istikbal adına bir karar verme olarak söylemelidirler.
Kaynaklar:
- Abdunnâfi Efendi, Adanavî, En-Nef’u’l-Muavvel Terceme-i Telhis ve’l-Mutavvel, İstanbul, ts.
- Ahmed Asım Efendi, Okyanusu’l-Basit fi Tercemeti’l-Kamusi’l-Muhit, 1-4, İstanbul 1305.
- Çelen, Mehmet, Arapça’da Edatlar, İstanbul 1991.
- İbn Manzur, Ebu’l-Fazl b. Mükrim (v. 711/1311), Lisanü’l-Arab, 1-15, Beyrut 1374/1955.
- Müslim b. Haccac (Ebu Hasan), Sahihu Müslim, İstanbul 1992.
- Tâhiru’l-Mevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973.
(Osman ŞİMŞEK, Kur'an-ı Kerim'de Temenni)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Allah’ın, "Keşke bilselerdi." buyurması, pişmanlık ve acizlik olmaz mı?
- Sağ elle yemenin veya sol el ile yememenin ne gibi hikmeti olabilir?
- Kendisine gıpta edilebilecek iki insan
- Hz. Meryem'in “Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım.” (Meryem, 19/23) demesi, kaderi tenkit değil midir?
- İbadet nedir, insanlar niçin ibadetle sorumlu tutulmuşlardır?
- Kadere iman, imanın şartı mıdır? [Kadere İman]
- "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim." (Maide, 5/3) ayeti, Dinin kemale erdiğini bildirirken; "Allah nurunu tamamlayacaktır." (Nisa, 4/174) ayetinde ise nurun daha sonra tamamlanacağı haber veriliyor. Bu ayetler arasında bir zıtlık mı var?
- Şeytanın tuzakları nelerdir?
- "Dünyaya gönül verme (zahid ol) ki Allah seni sevsin. İnsanların elindekine göz dikme ki, insanlar seni sevsin" hadisi ne demektir?
- "Keşke deli olsaydım da ben de sorumlu olmasaydım, cehenneme gitmeseydim." diyenlere nasıl cevap vermek gerekir?
Yorumlar
TÜYLERİM DİKEN DİKEN OLDU.KENDİM ,ÇOCUKLARIM,AKRABALARIM,ARKADAŞLARIM VE TANIMADIĞIM BÜTÜN İNSANLAR İÇİN ÇOK KORKTUM.KIYAMETİN DEHŞET VE ŞİDDETİNİ,HESABIN ZORLUĞUNU,İMANIN GÜZELLİĞİNİ,AKLIN KIYMETİNİ BİR KERE DAHA ANLADIM.ALLAHU TEALA SON NEFESTE İMANDAN AYIRMASIN KİMSEYİ.