RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA NELER YAŞANDI?

Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı.

Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdetâ mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalblerdi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumi yas ilân edilmişti.

Yeryüzü saâdetin, sevincin, huzurun kaynağı olan “Tevhid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası ruh ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok batıl ilâhlar yer almıştı. Hakiki sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.

İnsanlar birbirini yiyen canavarlar misali vahşileşmiş; küfür şirk, cehâlet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zalimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti.

Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.

Akıl, ruh ve kalbleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Bütün bunlara son verecek zâtı şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti.

İşte, o zât geliyordu. Dünyanın mânevi şeklini beraberinde getirdiği nur ile değiştirecek eşsiz insan, Allah’ın son peygamberi geliyordu.

Cin ve inse ebedî saâdetin yolunu gösterecek Hazret-i Muhammed (a.s.m.) geliyordu.

 

O an...

Kâinat, hürmet ve haşyet içinde efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsâlsiz insana “hoş-âmedîde” bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.

Tarih Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi.

Fil Vak’asından elli veya elli beş gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.

Mekke’de mütevâzî bir ev, günlerden Pazartesi...

Vakit, vakitlerin sultanı, seher vakti.

Bu mütevâzî evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem dünyaya gözlerini açtı.

Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura gark oldu. Karanlıklar anında nurla yırtılıverdi. Kâinat sevinç ve heyecan içinde âdetâ,

“Doğdu ol saatte, ol Sultan-ı Dîn

Nûra gark oldu semâvât ü zemîn” diye haykırdı.

 

Annesinin Dilinden:

Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne, Hz. Âmine, o mes’ud ânı şöyle anlatır:

“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyâda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: ‘Yâ Âmine! Bil ki, sen âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!’”

Derken doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe’yi tavafa gitmişti.

Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı.”

Yanıma bir göz attım. Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez, beni bir nur denizi sardı.

“Ve Muhammed dünyaya geldi...”

Aziz anne doğum sonrasını ise şöyle anlatır:”Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım. Secdede, parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki mahlûklar Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar.’”

Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”

Aynı gece Hz. Âmine bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam’ın saray ve köşklerini seyretmiştir.

 

Şifâ ve Fâtıma Hâtun’un Müşâhedeleri

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı.

Ebelik vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:

“Allah’ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti Onun üzerine olsun.’ Maşrık ile mağrib arası nurla doldu. Hattâ Rûm diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya götürdüler’ diye cevap verildi.”

Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim.” 33

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında o mes’ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır. 34

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı. 35 Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü “Hâtem-i Nübüvvet” bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.

Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin “Nübüvvet Mührü” ile ilgili olarak şöyle der:

“Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekremin (a.s.m.) yanına götürüp,

‘Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında ıztırabı var’ dedi.”

Resûlullah eliyle başımı sığayıp, bana bereket duâ etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri yahut keklik yumurtası gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm.”

Hazret-i Ali de (r.a.) Resûl-i Ekremi tarif ve tavsif ederken, “İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki Peygamberlik Hâteminden belliydi” der.

 

Abdülmuttalib’e Verilen Müjde

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kııreyş’in ileri gelenlerinden birkaçı ile oturmuş sohbet ediyordu.

Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nurtopu torununun yanında buldu. Kucakladı, öptü, kokladı... Sonra da oğlu Ebu Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk sana emanetimdir. Bu oğlumun şânı, şerefi yüce olacaktır” diye konuştu.

Abdülmuttalib, bu mes’ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.

 

Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (a.s.m.)

Umumi ziyafetten sonra nurtopu Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:

“Muhammed.”

“Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?” dediler. Cevabı şu oldu:

“Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için.”

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Allah’ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti. Bunun içindir ki, onun medih makamına erişecek hiçbir fanî olmamış ve olamaz.

 

33. Kastalanî, Mevâhibü’l-Ledünniye, 1/122

34. Kaâdı İyaz, Şifâ, 1/267

35. Rivâyet edildiğine göre ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem de (a.s) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine kaynaklar, peygamberlerden Şit, İdrîs, Nûh, Mûsa, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hûd (Aleyhimüsselâm) Hâzerâtının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun