Abdurrahman bin Avf (r.a.)
Cennetle müjdelenen 10 Sahabeden birisi olan Abdurrahman (r.a.), Resûlullah’a (a.s.m.) tabi olan ilk sekiz Müslüman’dan biri olup, Hz. Ebû Bekir (r.a.) vasıtasıyla İslam’a girenlerin de beşincisi idi. Fil Vakası yılında dünyaya gelmiş olan Abdurrahman (r.a.), Hz. Peygamber’le (a.s.m.) aynı yaşta idi.
İslamiyet’ten önce ismi “Abdülkâbe” iken, Resûlullah (a.s.m.) “Abdurrahman” olarak değiştirdi. Hem Habeşistan’a hem de Medine’ye hicret etmekle, iki şerefi birden kazanan Müslümanlardan birisi oldu.
Hicret’ten sonra çok müstesna ve tatlı bir manzara sergilenmişti. Şöyle ki:
Mekkeli muhacirlerle, Medineli ensar İki Cihan Peygamberi’nin (a.s.m.) işaretleriyle kardeş ilan edilmişti. Ensar, Mekkeli kardeşleri için, öz kardeşlerine yaptıklarından da öte fedakârlıklardan çekinmiyor, evine barkına ve malına mülküne onları ortak ediyordu. Herkes kardeş olmuş, sıcak ve taze duygularla birbirinin boynuna sarılıyor idi.
Hz. Peygamber’in (a.s.m.) kardeş ilan ettiklerinden ikisi de Mekkeli Abdurrahman bin Avf ile Medineli Sa’d bin Rebi’ (r.a.) idi. Sa’d, Abdurrahman’a şöyle diyordu:
“Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. İşte malımın yarısı, al. İki tane de hanımım var; bak, hangisi hoşuna gidiyorsa boşayayım, onunla evlen!”
Abdurrahman’ın cevabı ise şöyle oldu:
“Kardeşim Sa’d! Allah malını da, aileni de sana bağışlasın. Siz bana çarşının yolunu gösterin.”
Abdurrahman’a çarşının yolunu gösterdiler. Doğruca çarşıya gitti, epey bir miktar kazanç elde ederek döndü. Daha sonra Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mal çokluğu için duasına da mazhar olan Abdurrahman, çok geçmeden öylesine zengin oldu ki, bir defada 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yolunda bağışlayacak dereceye geldi. Kendisi der ki: “Elime taş alsam, altın ve gümüş olduğunu gördüm!”[1]
Bedir Savaşı’na katılan Hz. Abdurrahman, çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Bedir Savaşı’nda, Peygamberimiz bir ara göremeyince onu sordu. Bir sahabi:
“Yâ Resûlallah, onu dağın eteğinde gördüm. Başına birçok müşrik toplanmıştı. Ona yardım etmek istedim, fakat sizi burada görünce yardımınıza koştum!” dedi. Peygamberimiz:
“Onun için korkma, çünkü melekler ona yardım etmektedir.” buyurdu.
Daha sonra o sahabi, Hz. Abdurrahman’ı aramaya çıktı. Yedi kişiyi öldürdüğünü gördü.
“Hepsini sen mi öldürdün?” diye sordu. Hz. Abdurrahman:
“Şu ikisini ben öldürdüm. Fakat diğerlerini, daha önce hiç görmediğim birisi öldürdü.” dedi. Bunun üzerine o sahabi:
“Allah Resûlü doğru söyledi.” diyerek Resûlullah’ı tasdik etti.
Uhud Savaşı’nda Peygamberimizi vücuduyla koruyan sahabilerden birisi de Hz. Abdurrahman’dı. Bu savaşta 21 yerinden yara aldı. Ayağından aldığı yara, biraz sakat kalmasına ve aksayarak yürümesine sebebiyet verdi.
Hz. Abdurrahman, Peygamberimize herhangi bir şekilde en küçük bir zarar bile gelmesini istemezdi. Bunun için de gözünü ondan ayırmazdı. Bir gün Peygamberimizin yalnız olarak bir yere gittiğini gördü. Başına bir şey gelmesinden endişe etti. Peşine düştü. Bir ara Resûlullah secdeye kapandı. Uzun müddet öylece kaldı. Hz. Abdurrahman, onun ruhunu teslim etmiş olmasından korktu. Yanına gitti. Tam o sırada Resûlullah (a.s.m.), başını secdeden kaldırdı. Hz. Abdurrahman’ı görünce:
“Ne var, bir şey mi oldu?” buyurdu. Hz. Abdurrahman:
“Yâ Resûlallah, secdeniz o kadar uzadı ki, mübarek ruhunuzu teslim etmiş olmanızdan endişe duydum!” deyince, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Bana Cebrâil geldi. ‘Kim sana salat ve selam getirirse, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiret ve selamına nail olur.’ dedi. Ben de bunun için şükür secdesi yaptım.”[2]
Hz. Abdurrahman, günlerinin çoğunu oruçlu geçirir, her sene hacca giderdi. Peygamberimizin (a.s.m.) duasının bereketiyle sahip olduğu servetini Allah yolunda harcama hususunda en küçük bir tereddüt göstermedi. Bir defasında 40 bin dinar, 500 at ve 500 yük devesini cihat için vermişti. Gayet sade yaşar, evinde fakirler için devamlı olarak sofralar kurulurdu.[3]
Enes’in (r.a.) rivayetine göre, bir gün Medine’de birtakım sesler duyuldu. Hz. Âişe (r.a.):
“Nedir bu?” diye sordu.
“Abdurrahman bin Avf’ın kervanıdır.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi:
“Resûlullah’ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu duydum: ‘Abdurrahman bin Avf’ı emekleyerek cennete girerken gördüm.’”
Bu söz Abdurrahman’a ulaşınca:
“Eğer yapabilseydim, cennete yürüyerek girerdim!” dedi ve o kervanı bütün ağırlıklarıyla Allah yolunda harcamak üzere sadaka olarak verdi.[4]
Abdurrahman (r.a.) zaman zaman Resûlullah’ın duasına da mazhar olurdu. Bir defasında Peygamberimiz, “Allah’ım, Abdurrahman’a cennet sebillerinden içir!” diye dua etmişti. Diğer taraftan bu bahtiyar sahabi, Peygamberimizin “Abdurrahman bin Avf yeryüzünde ve gökyüzünde emindir.” şeklindeki iltifatına da mazhar oldu.
Abdurrahman bin Avf (r.a.) malını mülkünü Allah yolunda sarf etmekte böylesine cömert, ibadet ve taatine öylesine takva ve hassasiyet sahibi, cihatta fevkalade yiğit ve fedakâr olmasına rağmen, zaman zaman kendisinden daha fedakâr olan sahabileri hatırlar ve ahiret yurdu için hazırlık yapamama endişesinden dolayı ağlardı.
Bir gün sofrada şöyle demekten kendisini alamamıştı:
“Benden daha hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehit olduğunda kefen olarak bir hırkaya sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtülünce başı açıkta kalıyordu! Benden hayırlı olan Hamza da şehit olduğunda böyle olmuştu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım!”
Hz. Abdurrahman bu sözlerinden sonra, ağlamaktan dolayı yemek yiyemedi.[5]
Hicret’in 6. senesinde Peygamberimiz (a.s.m.), Abdurrahman’ı Duvmetü’l-Cendel’de bulunan Kelb kabilesine İslam’ı tebliğ etmek için vazifelendirdi. Yola çıkmadan önce kendi elleriyle sarığını sarıp sancağını eline teslim ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Allah’ın ismiyle Allah yolunda git. Allah’ın emri dairesinde hareket et. Kelb kabilesini İslam’a davet et. Kabul ederlerse reislerinin kızıyla evlen.”
Abdurrahman bin Avf orada bulunduğu müddetçe İslam’ı öylesine güzel bir şekilde tebliğ etti ki, Hıristiyan olan kabilenin büyük ekseriyeti Müslüman oldu ve geri kalanları da Hıristiyan kalarak cizye vermeyi kabul etti.[6]
Hz. Abdurrahman cemaate imam olduğu bir sırada Resûlullah’ın gelip kendisine uyması, onun faziletine bir yenisini daha ilave ediyordu. Hadise Tebük Seferi esnasında oldu. Peygamberimiz bir ara kafileden ayrılmıştı. Sabah namazının vakti geçmek üzereydi. Sahabiler, Hz. Abdurrahman’ı imamlığa geçirdiler ve arkasında namaza başladılar. Birinci rekât için rükûya gidildiğinde Peygamberimiz geldi. Cemaate katıldı. İkinci rekâtı Hz. Abdurrahman’ın imamlığında kıldı. Cemaat selam verdikten sonra kalktı, namazı tamamladı. Namazını bitirince:
“Güzel kıldırdınız, iyi yaptınız.” buyurarak iltifatta bulundu.[7]
Hz. Abdurrahman, varlıktan da tehlike gelebileceğini idrak eden insanlardandı. Bu hususta endişe duymuyor değildi. Bir gün müminlerin annesi Ümmü Seleme’ye gelerek, bu endişesini şöyle dile getirdi:
“Malın çokluğu helake sebep olur. Bundan endişe ediyorum!” dedi. Ümmü Seleme (r.anha):
“Fakat Allah yolunda sarf edilen mal böyle değildir.” deyince rahatladı. Çünkü kendisi zaten malını Allah yolunda sarf ediyordu.
Hz. Abdurrahman (r.a.), evine her girişinde Âyete’l-Kürsî’yi okur, sık sık da “Allah’ım, beni nefsimin tamahkârlığından koru!” diye dua ederdi. “Bundan başka, Allah’tan isteyeceğin bir şey yok mudur?” diyenlere şu cevabı verirdi:
“Şayet nefsimin tamahkârlığından korunursam ne hırsızlık eder, ne zina yapar, ne de herhangi bir günah işlerim.”
Hz. Abdurrahman gerek Hz. Ebû Bekir’in gerekse Hz. Ömer’in en büyük yardımcılarındandı. Her iki halife de onun fikirlerine ehemmiyet verir, mühim meselelerde onunla istişare ederdi.
Hz. Ömer’in (r.a.) şehit edilmesinden sonra, halife seçimi hadisesinde yine Abdurrahman bin Avf’ın üstün fedakârlığını ve feragatini görüyoruz. Hz. Ömer’in suikastten aldığı yaradan kurtulma ihtimali kalmayınca, sahabenin ileri gelenleri halife olarak yerine birisini tercih etmesini teklif ettiler. Hz. Ömer de, “Sa’d bin Ebî Vakkas, Hz. Talha, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Abdurrahman bin Avf” gibi zatlardan birisi üzerinde karar verilmesi düşüncesinde olduğunu bildirdi.
Hz. Ömer’in vefatından sonra toplanan ilk şûrada, Hz. Abdurrahman şöyle bir teklifte bulundu:
“İçinizden üçümüz, diğer üçümüz lehine feragat edelim.”
Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali, Hz. Talha Hz. Osman ve Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas Abdurrahman bin Avf lehine feragat etti. Daha sonra Abdurrahman da kendi adaylığından feragat edince hilafet meselesi Hz. Ali ile Hz. Osman arasında kaldı.
Hz. Abdurrahman kendilerine şöyle dedi:
“İçinizden hanginiz feragat ederse bu işi ona verelim.”
Ancak her ikisinin de sükût etmesi üzerine Abdurrahman:
“İçinizden birini seçmeyi bana bırakır mısınız? Ben sizin efdal olanınızı araştırır, bu işi ona bırakırım.” dedi.
Hz. Ali de, Hz. Osman da “peki” diyerek kabul ettiler.
Abdurrahman bin Avf üç gün üç gece sahabilerle istişare ettikten sonra, Hz. Osman’a biat edilmesi gerektiğine kanaat getirdi ve halkı toparlayıp kanaatini bildirdi. İlk olarak da kendisi gelip Hz. Osman’a (r.a.) biat etti. Onun üzerine herkes Hz. Osman’a biat ederek tabi oldu.[8]
Abdurrahman (r.a.), Peygamberimizin ilminden en fazla istifade eden sahabilerdendi. Birçok hadis rivayet etti. Bu hadislerden ikisi şu mealdedir:
“Bir yerde veba hastalığının bulunduğunu işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Eğer hastalık bulunduğunuz yerde çıkarsa kaçmak için sakın oradan ayrılmayınız!”[9]
“Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, kocasına da itaat ederse ona, ‘Dilediğin kapıdan Cennete gir.’ denilir.”[10]
Abdurrahman bin Avf (r.a.), vefatından önce, servetinden Bedir şehitlerinin yakınlarına 400’er dinar verilmesini vasiyet etti. Bedir şehitleri ise 100 kişi idi...
Abdurrahman (r.a.), Hicret’in 21. senesinde 72 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını bir rivayete göre Hz. Osman, diğer bir rivayete göre ise Zübeyr bin Avvâm kıldırdı. Allah hepimizi onların yolundan yürümeye muvaffak etsin!
________________________________________
[1]Müsned, 1: 91.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 2: 416, 3: 314; Mektûbât, s. 148.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 314-317.
[4]Tabakât, 3: 93.
[5]Tabakât, 1:403.
[6]Sîre, 2: 256.
[7]Müsned, 4: 247; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 9: 196.
[8]Asr-ı Saadet, 1: 393-394.
[9]Buhârî, Tıb: 30; Müslim, Selâm: 98.
[10]Müsned, 1: 191.