Mucize, Peygamberlerin Mucizeler konusunda en çok merak edilenler

1 Hz. İsa, Allah'ın izniyle ölüleri diriltirken hangi duayı okurdu?

Söz konusu bilgiye rastlayamadık. Konuyu Mukatil b. Suleyman’ın tefsirinde de araştırdık, söz konusu bilgiye rastlayamadık.

Deylem’nin rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamber Efendimiz (asm)'in:

“Ya Ali! Sıkıntıya düştüğün zaman, ‘Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm.’ duasını oku!” (Deylemi, 5/324)

şeklinde kısa bir ifadesi vardır.

Hz. İsa (as) Allah'ın izniyle ölüleri diriltme mucizesi gösterirken okuduğu dualar şöyledir:

"Ya Hayy, Ya Kayyûm!.." (bk. Razi, Âl-i İmran 49. ayetin tefsiri; Sâlebî, Arais, s.394)

"Ey Allah'ım! Semâ'da İlâh sensin! Yerde İlâh, sensin!
İkisinde de senden gayrı İlâh yoktur!
Göklerde Cebbar olan, sensin! Yerde Cebbar olan sensin!
İkisinde de senden gayrı Cebbar olan, yoktur!
Göklerde Hükümdar olan, sensin! Yerde Hükümdar olan, sensin!
İkisinde de senden gayrı Hükümdar yoktur!
Göklerde hüküm, senindir! Yerde hüküm, senindir!
İkisinde de senin hükmünden gayrı hüküm yoktur!
Senin, yeryüzündeki kudretin, semadaki kudretin gibidir!
Senin, yeryüzündeki saltanatın, semadaki saltanatın gibidir!
Ben, senin şerefli isimlerinle, senden dilekte bulunuyorum!
Hiç şüphe yok ki, sen, her şeye Kadirsin, senin her şeye gücün yeter!" (Sâlebî-Arais, s. 390)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. İsa'nın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

2 Şakku'l-kamer / şakk-ı kamer / inşikâku'l-kamer / inşikak-ı kamer (ayın yarılması) mucizesi hakkında bilgi verir misiniz?

Öncelikle "Mucizeyi reddeden helak olur." diye bir şey söz konusu değildir. Tarihte bazı asi kavimler helak edilmişlerdir, bu konu farklıdır.

Sahabeler arasında bu mucizenin olup olmadığı konusunda bir ihtilaf söz konusu olamaz. Şakku'l-kamer / inşikâku'l-kamer mucizesi Kur'an'da geçmektedir. Böyle bir mucizenin bir sahabe tarafından inkarı mümkün değildir. Her sahabeden rivayet gelecek diye bir şey yok. Yalnızca bazı rivayetlerde ay ikiye ayrıldıktan sonra yere inmiş gibi ilaveler yapanlar olmuşsa da, bunlar bu mucizeyi kıymetten düşürmek ve insanların inkar etmesini sağlamak için münfıklar tarafından uydurulmuştur.

- Peygamber (sav) Efendimizin mucizelerinden birisi olan AY'I İKİYE bölmesini kanıtlayabilecek elimizde herhangi bir kanıt var mı?
- Fotoğraflı veya bilimsel açıklamalı bir kanıt lazım?

AY MUCİZESİ

Fahr-ı Kâinat Efendimizin (sav) gösterdiği BİN'e yakın mucize, in­sanlık âleminin ayları ve yıldızları hük­münde parlayan sahabelerin gözü önünde cereyan etmiş ve yalan üzerine ittifak etmeleri imkânsız olan bu nuranî cemaat tarafından bütün teferruatıyla gelecek nesillere aktarılmıştır.

"Benden bilerek yalan bir şey haber veren, ce­hennem ateşinden yerini hazırlasın." (bk. Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70,..)

mealindeki hadîs-i şerifin ikazına karşı, bütün zerreleriyle titreyip herkesten fazla titizlik gösteren ve yalan bir haber karşısında susmaları mümkün olmayan o iman kahramanlarından bize ulaşan hadîs ve mucizeler, bugün modern ilim tarafından da tek tek tasdik edilmekte­dir. İslâmî kaynaklarda “Şakk-ı Kamer” veya "İnşikak-ı Kamer" ola­rak geçen "Ay'ın ikiye yarılma mu­cizesi" de bunlardan birisidir.

NASIL GERÇEKLEŞTİ?

Şakk-ı Kamer Mucizesi, Efendimiz (sav) peygamberlikle vazifeli kılın­dıktan sekiz sene sonra vuku buldu. Kureyş Kabilesi'nin ileri gelen müşrik­leri bir araya toplanmışlar ve Allah Resûlünden, peygamberliğini ispatlaya­cak bir mucize istemeye karar vermiş­lerdi. Hep birlikte O'nun bulunduğu ye­re doğru ilerlerken gecenin ilk saatleri yaşanıyor ve Efendimiz (sav} parıl parıl parlayan ay ışığı altında Hazret-i Ali, Huzeyfe İbn-i Yemân, Abdullah Ibn-i Mes'ud, Cübeyr ibn-i Mut'im ve Abdullah İbn-i Ömer gibi büyük saha­belerle sohbet ediyordu.(1) O nur hal­kasını çevreleyen müşriklerin mucize görme konusundaki ısrarları had safha­ya varıp sabır sınırlarını zorladığında, Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) yerin­den doğruldu ve mübarek elini, gökyü­zünde bir altın tabak gibi ışıldayan Ay'a doğru celâlle kaldırdı. Yaratıldığı günden beri vazifesinden şaşmamış olan Ay, hürmetine koca bir kâinatın yaratıldığı O Zat'in (sav) bu işaretiyle bir anda ikiye ayrılmış ve gerideki Mina Dağı, Ay'ın iki parçası arasında kalarak muh­teşem ve tüyler ürpertici bir manzara teşkil etmişti.

Efendimiz (sav) etrafındaki saha­belerine "Şahit olun, şahit olun." diye tekrarlarken, Kureyş kâfirleri şaşkınlık­la birbirine bakmıyor ve "Bize büyü yaptı." diyorlardı.

Bir başka Kureyşli de "Muhammed (sav) sadece bize büyü yapmış ve Ay'ı iki parça olarak göstermiş olmalı." diyerek, bu hâdisenin civar beldelerden gelen kafile ve kervanlara sorulmasını istiyordu. Bu teklif, diğerleri tarafından da ister istemez benimsendi ve ertesi sabah Yemen ve başka taraflardan ge­len kervanlar soru yağmuruna tutuldu. Hepsi de gece seyahat ettikleri için Ay'ın ikiye yarıldığına şahit olmuşlardı. Bunun üzerine Mekke'li Müşrikler. "Ebû Tâlib'in yetîmindeki sihir, semaya da tesir etti." diyerek inatlarını sürdür­düler. Ve Efendimizin (sav) yanında olmamalarına rağmen, bu mucizeyi gö­ren diğer müşrikler gibi, küfürlerinde sabit kaldılar.(2)

Hemen arkasından Allah kelâmı na­zil oldu:

"Onlar bîr mucize görseler, ondan yüz çevirip 'Nor­mal bir sıhîr...' derler, yalan söylerler, nefislerine uyar­lar." (Kamer, 54/2)

NEDEN HERKES GÖRMEDİ?

Ay Mucizesinin herkes tarafından görülmesi, Cenab-ı Hak tarafından dünyada murad edilen "imtihan sırrı"na ters düşecek ve ister istemez bütün insanların imana gelmesine yol açacak­tı. Bu yüzden Ay'ın iki parçaya ayrılma­sı, insanların uykuda veya evinde oldu­ğu bir zamanda, ani ve kısa süreli olarak gerçekleşti. Ay'ın her gün farklı saatler­de dogması ve farklı menzillerde bulun­masının yanısıra, o asırda gökyüzünü sürekli inceleyen âlimler de yok denecek kadar azdı. Aynı zamanda bazı ül­keler sis ve bulut gibi engellerden, bazıları da saat farkından dolayı Ay'ı göremiyordu. Meselâ bu mucizenin gerçek­leştiği saatte İngiltere ve İspanya'da gü­neş yeni batıyor, Çin ve Japonya'da sa­bah oluyor, Amerika'da ise gündüz sa­atleri yaşanıyordu.(3) Ay'ın görülmesi için yeterli olan şartlar, Arap yarımada­sının dışında en iyi Hindistan'da ger­çekleşmiş ve Dhar şehri kralı Raja Bjoh ve raiyeti tarafından bütün teferruatıyla takîp edilmişti.(4) Chamai Nehri kıyı­sındaki sarayının balkonundan Ay'ın ikiye ayrıldığını gören kral, önce dünya­nın sonunun geldiğini zannederek bü­yük bir korkuya kapılmış, daha sonra da bunun Arabistan'da zuhur ettiğini duyduğu Peygamber'in bir mucizesi olabileceğini tahmin ederek vezirini Mekke'ye göndermişti. Raja'nın veziri Efendimiz (sav) ile görüşme şerefine erişmiş ve Şakk-ı Kamer O'nun muci­zesi olduğunu anlayarak İslâmiyeti seç­mişti.

Bugün bu bahtiyar hükümdarın to­runları olan Bjohzadeler, Hindistan'da­ki Dhar şehrinin hemen dışında ikâmet ediyorlar.(5)

BAŞKALARI DA GÖRMÜŞTÜ

Şakku'l-Kamer Mucizesi, sadece Raja ve saraydakiler tarafından görülmemiş. Hindistan halkı tarafından da seyredilmişti. Mucizenin gerçekleştiği tarih, da­ha sonra bir başlangıç yılı olarak kabul edildi ve bazı eserler üzerine işlendi. Hatta bu ülkede ele geçirilen bir hey­kelde: ''Ay'ın ikiye yarıldığı senede ya­pılmıştır." ifadesi bulunuyordu. Bu du­rum bazı müfessirler tarafından sıkça nakledilmiş ve çok önemli bir delil ola­rak gösterilmiştir.(6)

İLİM GÖRÜYOR

On dört asır önceki astronomi ilmi­nin ve haberleşme imkânlarının yeter­sizliği sebebiyle, tam olarak görüleme­yen veya görüldüğü halde haber olarak yaygınlaşanı ayan Şakk-ı Kamer Muci­zesi, 4 Mayıs 1967 yılında Florida'daki Cape Kennedy Uzay Üssü'nden fırlatı­lan Orbiter 4 uydusundan çekilen Ay fotoğraflarıyla ister istemez gündeme gelmiştir. Orbiter 4'ün bu çalışmasında, Ay'ın dünyamızdan görülmeyen arka yüzü resimlenmiş ve 3.000 km. mesafe­den çekilen yakın plân fotoğraflarıyla Ay yüzeyinin %95'lik bölümü incelene­bilmiştir. 67-1805 numara ile arşivlenen bu fotoğraflarda, daha önce küçük bölümler halinde çekilen Ay fotoğrafla­rında farkedilemeyen bazı hususlar gö­ze çarpmaktadır. Ay'ın arka yüzeyi, uzunluğu 240 genişliği de yer yer 8 ki­lometreyi bulan bir yarık tarafından boylu boyunca kuşatılmaktadır.(7) Bu çatlağın merkezi, 65 derece güney ve 105 derece doğu olarak belirlenmiştir. Tabii sebeplerle meydana gelen çatlak­lar, dalgalı ve düzensiz bir çizgi oluştur­dukları halde, bu çatlak mükemmel bîr düz çizgi şeklindedir. Özel bir sebebe dayandığı intibaını uyandıran çatlaklar, Ay'a ilk defa ayak basan astronot Neil Armstrong'un da dikkatini çekmiş ve kendi ifadesiyle onu hayrete düşürmüş­tür. Size bu haberi aktardığımız "The Müslim Digest" adlı dergi, Mısırlı âlim­ler tarafından N. Armstrong'a Şakk-ı Kamer Mucizesinin anlatıldığını da ifa­de etmektedir.

ÜÇ ASIRLIK HARİTA

Kur'an, hadîs ve nakiller, Şakk-ı Ka­mer Mucizesi gerçekleşip Ay'ın iki parçaya bölündüğünü ifade ettiğine göre, bu parçaların tekrar birleşmesi sırasın­da meydana geldiği tahmin edilen çiz­ginin Ay'ın tamamını dolaşması gerek­mektedir. Yani birleşme çizgisi veya çatlağı, Ay'ın dünyadan görünen yüzünde de bulunmalıdır.

Uzay çalışmalarını yürüten ülkeler, su ana kadar Ay'ın bu yüzünü çevrele­yen bir çatlaktan bahsetmemiştir. An­cak burada ilk defa ZAFER'in ortaya koyacağı bir delil, sanırız astronomi sa­hasında daha önceden ele alınmamış veya gözlerden saklanmıştır. Bu delil, İtalyan gök âlimi Cassini tarafından gü­nümüzden tam 311 sene önce çizilmiş olan bir Ay haritasıdır.

Modern astronomiyle uğraşan ilim adamları tarafından fevkalâde önemli bir kaynak olarak kabul edilen ve ilmî yönü tartışılmadığı için birçok kitapta yer alan bu harita, günümüzde çekilen Ay fotoğraflarıyla da mükemmel bir uyum arz etmektedir. Cassini'nin 311 yıllık bu haritasında, dünyamızdan gö­rülen Ay yüzeyinin tamamını kuşatan ve tesadüflerle meydana gelmeyecek kadar muntazam olan bir çizginin varlı­ğı, son derece açık ve net olarak görül­mektedir. Fotoğrafını takdim ettiğimiz bu haritayı inceleyen insaf sahiplerinin, cetvelle çizilmiş gibi muntazam olan bu çizgiyi ne şekilde yorumlayacaklarını bilemiyoruz. Ancak iki büyük taşın üst üste konduğunu veya bazı yerlerde de­rince çizgiler çizildiğini görüp de bunla­rın uzaylılar tarafından yapıldığını iddia eden Daniken gibi sahte âlimlerin, bu harita karşısındaki suskunluklarının se­bebini az-çok tahmin edebiliyoruz.

AY YÜZEYİ DEĞİŞİYOR MU?

Bu yazıda Cassini'nin haritasından bahsetmemizin sebebi, mucizenin ger­çekleştiği zamana en yakın kaynak ol­ması cîhetiyledir. Çünkü Şakk-ı Kamer'den bu yana geçen on dört asır zarfın­da Ay yüzeyinde önemli değişmelerin olabileceği ve çatlakların yapısını boza­bileceği anlaşılmaktadır.

Ay yüzeyindeki değişmelerin bir se­bebi, sıvı haldeki lâvların taşması olarak belirtilmektedir.(8) Geçmişteki yıkılma ve bozulmaların çoğu, bu aşındırmadan dolayıdır. Meselâ Ebemkuşağı Körfezi (Sinüs Iridum) bunun açık bir örneğidir. Yakın sayılabilecek bir geçmişte çem­ber seklinde olan bu körfez, sıvı halde­ki lâvlar tarafından tamamen tahrip edilmiş ve bir yay haline getirilmiştir.

Ay yüzeyinin değişmesine sebep olan diğer bir faktör de sıcaklık dere­cesindeki ani farklılıklardır. Güneşin, Ay üzerindeki belli bir noktanın üzerine çıkmasıyla birlikte Ay yüzeyindeki sı­caklık, sıfırın altında -80 santigrad de­receden, sıfırın üstünde +120 derece­lere fırlar. Ve Güneş battığında, yine eksi değerlere düşer. Neticede kayalar patlayarak parçalanır ve uzun bir za­man dilimi içinde Ay yüzeyinin görünü­şünü değiştirir.

Ay'ın son derece yoğun bir meteor yağmuruna maruz kalması da yüzeyinin hızla değişmesine yol açar. Ağırlığı bazen tonlarla ifade edilen göktaşlarının yapmış olduğu tahribat, tek kelimeyle dehşet veri­cidir. Hatta saniyede 40 kilometre hızla düşen 1 GRAM'lık göktaşları bile kurşun tesiri yapar ve en sert kayalarda en az 30 dm. derinliğinde 60 cm. genişliğinde bir çukur açar. Bilindiği gibi Dünyamızın etra­fını çevreleyen atmosfer tabakası, bu taş­lar için mükemmel bir kalkan vazifesi gör­mektedir. Buna rağmen nadir de olsa dü­şen göktaşlarının açtığı dev kraterler, her­hangi bir atmosfere sahip bulunmayan Ay yüzeyinin akıbeti hakkında fikir verebilir.

Yukarıda saydığımız bu sebeplerden dolayı Ay'ın çehresi her an değişmekte ve farklı bir yapıya kavuşmaktadır. Bu yüzden şimdi değişmiş veya kısmen ka­panmış olsa bile, 311 yıl önceki Ay ha­ritasında gösterilen o muazzam çatlak önem arzetmektedir.

Şakk-ı Kamer Mucizesi'nin günü­müz tekniğiyle apaçık görülebilecek olan delilleri, Hâlık-ı Kâinat tarafından çeşitli sebeplerle gizlenip örtülmüş ve imtihan sırrına uygun hâle getirilmiş olabilir.

NETİCE

Modern astronomi ilminin Şakk-ı Kamer Mûcizesiyle alâkalı tesbitleri (ve­ya inkârları) hangi boyutta olursa ol­sun, inananlar için fazla bir şey ifade et­mez. Çünkü bu mucize, bizzat Allah ta­rafından haber verilmiş ve Kur'an'da açıkça zikredilmiştir.

"Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. onlar bir âyet (mucize) görseler, ondan yüz çevîrlp 'Normal bir sihir.' derler, ya­lan söylerler, nefislerine uyarlar." (Kamer, 54/1-3)

Evet, bu mucizeyle alâkalı olan Kur'an âyetlerinin meali budur. Ve o âyetlerde bildirilen hakikatlere karşı artık boyun eğmek zorunda kalan ve ders al­maya karar vermiş görünen modern ilim, öğrenci koltuğunda oturarak araş­tırmalarına devam etmektedir. Ay sade­ce resimlerle değil, jeolojik açıdan da incelenebildiğinde, Şakk-ı Kamer Mucizesi bambaşka bir boyut kazanabilecektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimiz’in en önemli mu’cizelerinden biri olan “şakku'l-kamer” (ayın yarılması) mucizesi nasıl meydana gelmiştir?

KAYNAKLAR:

1. Tecrîd-i Sarih Tercümesi, İst.1945, IX/367,372; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, II.baskı, fst.l960, VII/4622.
2. Kadı İyad: eş-Şifa, 
3. Bediüzzaman: Sözler, s. 570.
4, 5. The Muslim Digest, Vol.34, Nos: 3-4, p.35.
6. Ömer Nasûhi Bilmen: Muvazzaf-ı İlm-i Ke­lâm, İst-1959, VIII/161; İsmail Tekin: Inşikâku'l-Kamer, Ank.1970, s.17.
7. The Müslim Digest, Vol.34, Nos: 3-4, p.35.
8. Bilim ve Yaşam Ans., Bilim ve Teknoloji cil­di. Gelişim Yay., s.241.

(Kaynak ve fotoğraflar için bakınız: Gerçeğe Doğru-2, Sayı 15, s. 3-8, Zafer Yayınları).

3 Hz. Muhammed'in peygamberlik delilleri ve Kur'an'ın Allah kelamı olması hakkında bilgi verir misiniz?

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (ALEYHİSSALATU VESSELÂM) PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ

a. Geçmiş İlahî Kitaplarda Geleceğinin Müjdelenmesi

Geçmiş ilahî kitaplarda Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini müjdeleyen ve onun bir peygamber olarak insanlara gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur. Birçok değişikliklere maruz kalmalarına rağmen elimizdeki mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında, pek çok işaret bulunmaktadır.

Tevrat’tan bunlardan sadece dört tanesini arz etmekle iktifa edeceğiz:

“...Musa demiştir: ‘Rab size kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilan ettiler.” (Yeni ahit Resullerin İşleri, Bâb: 3, Ayet 22)

“...Ve Rabbin... Musa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bab: 34, ayet: 12)

“Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek.” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Bâb 18, Ayet 18)

“Rab Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.” (Tesniye, Bâb 33, Ayet: 2)

Ahd-i Atik’in (Tevrat’ın) ilgili yerlerinden yapılan iktibaslardan hareketle şu tespitleri yapabiliriz:

Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğullarına Hz. Musa’nın, ‘kardeşleriniz’ şeklindeki hitabı, İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğullarına işarettir. İsmail Oğullarından gelecek peygamber ise, ancak Peygamber Efendimiz olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) gelmiştir. Burada sonradan gelen birer peygamber olmaları yönüyle akla Hz. Yûşa ve Hz. İsa da gelebilir, ne var ki her ikisi de Hz. İsmail’den değil İsrail Oğullarındandır. Nitekim Hz. Musa, ikinci ayette kendisi gibi bir nebinin İsrail Oğullarından bir daha çıkmayacağını açıkça ifade etmektedir.

Hz. Musa ‘benim gibi’ sözüyle Peygamberimizi (aleyhissalatu vesselâm) kastetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi pek çok hususta Hz. Musa’ya benzeyen, Hz. Yuşa ve İsa değil, Peygamber Efendimiz’dir (aleyhissalatu vesselâm).

"Sözlerimi ağzına koyacağım." ifadesi, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ümmî olup, okuma yazması bulunmadığı halde Kur’ân’ı ezbere okumasıdır. Yüce Allah, vahyi peygamberine inzal etmiş o da şifahen başkalarına aktarmıştır ki, bu konuda o sadece bir aracı durumundadır. Kur’ân’ın şu ayeti bu hususa dikkat çeker:

(Ey Nebi,) muhakkak ki bu (Kur’ân) âlemlerin Rabbinin indirdiği bir kitaptır. Onu ruhu’l-emin, (Cibril) uyaranlardan olman için, senin kalbine gayet açık bir Arapça ile indirmiştir. Bu, (Kur’ân’ın indirileceği) şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları âlimlerinin, bunu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?” (Şuarâ, 26/192-197)

‘Sina’dan gelme’ ifadesi, Hz. Musa’ya Tur-ı Sina’da ilahî hükümlerin verilmesini; ‘Sair’den doğma’ Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini; ‘Paran dağlarında parlama’ ise, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) Mekke’den çıkacağını ifade eder. Paran, -Arapça okunuşuyla Faran- Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünde de , Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır. Bu ayette ‘mukaddesler’ ifadesiyle de, Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) her türlü ayıptan uzak bulunan âline ve ashabına işaret olunmaktadır. Keza bu son ayette geçen ‘sağda ateşli ferman’ ifadesi İslâm dinindeki Cihad’a işaret etmektedir.

Eldeki İncil metinlerinde de bu işaretleri görmek mümkündür:

“Taş köşenin başı oldu... ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.” (Matta, Bab: 21, ayet: 42)

“Rab size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun.” (Yuhanna, Bab: 14, ayet: 15)

“O, size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna, Bab: 14 ayet: 26)

“...ben gitmezsem Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salah ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.” (Yuhanna, Bab: 14, ayet: 7-8)

Birinci ayette geçen "köşe taşı" Hz. İsa olamaz; çünkü Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma ve toz gibi dağılma meydana gelmemiş, bu, Peygamber Efendimizle (aleyhissalatu vesselâm) olmuştur. Zaten hükmeden Hz. İsa değil, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) idi. Nitekim, hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa’nın kendisidir. Diğer taraftan hadis-i şeriflerde, Peygamberimiz, kendisinin peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmektedir, yani, peygamberimizle peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.

Müteakip ayetlerde ise, Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup Arapça’da ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. Zaten Kur’ân’da Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) İncil’deki isminin ‘Ahmed’ olduğu zikredilir. Esasında Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) geleceğini ve vasıflarını anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcut değildir.

b. Üstün ve Eşsiz Ahlâkı

Gerek peygamberliğinin gerekse peygamberlikten önceki hayatının her bir döneminde, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) herkese iyilik yapan, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gideren, sade bir hayat yaşayan, asla yalan söylemeyen, kendisine kötülük yapanları bağışlayabilen, her konuda güvenilebilen “üstün ve yüce Ahlâk sahibi” mükemmel bir insan olduğu, tarihle ilişkili bütün kaynaklarca tespit edilen bir gerçektir. Kur’ân Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) eşsiz ahlâkını şöyle ifade etmektedir:

“Her hâlde sen, ahlâkın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkânsız, idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem, 68/4.)

Hayatın her safhasında her türlü hâl, durum ve engellemeler karşısında, ahlâkî değerlerin tamamını yaşayıp bunların canlı bir örneğini verebilmek, ancak doğrudan doğruya ilahî bir terbiyeye tâbi tutulan bir peygamber için mümkün olabilir.

O, bütün güzel hasletleri en yüce şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamıştır. Son derece cesur ve celadetliydi, ama, aynı zamanda son derece mütevazı, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesaret ve celadeti kalpleri kırıp dökme noktasına varmadığı gibi, tevazuu ve affediciliği de hiçbir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmemişti. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur veren bir insan olan Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), metin ve çetin oluşunun yanı sıra, insanları alabildiğine seven ve onlara merhamet eden birisiydi. Sevenlerinin kendisine en derin hislerle teveccüh ettiği manevî bir mevkide olmasına rağmen, o bir çocukla dahi sohbet edebilecek kadar mütevazı idi. Ve yine O, son derece cömert idi, ama bunu israf derecesine vardırmayacak kadar da iktisatlı idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı şahsında toplayan, yaşayan ve örnek olan bir insanın durumu ancak onun özel ve görevli bir insan oluşuyla (peygamberliğiyle) izah edilebilir.

Hayatı boyunca sade bir hayat yaşamayı tercih eden Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), Mekke döneminde kendisine defalarca yapılan makam ve servet gibi dünyevî vaadleri her seferinde reddetmiştir. Uzak kaldığı bu hususlardan, ailesinin ve çocuklarının da beri olmasını sağlamıştır. Gerek zekât ve sadakanın yasak olduğu aile efradına bakıldığında, gerekse, kendisine bir kolye takma izni bile verilmeyen kızı Fatıma’ya bakıldığında onun bu hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Medine döneminde de elde ettiği çeşitli muvaffakiyetler, zaferler ve malî imkânlardan sonra hiç değişmemesi, O’nun yüce ve yüksek ahlâkının doğruluk derecesini gösterir. Büyük zafer ve fetihlerden sonra bile, bakışının bulanmaması, başının dönmemesi, vazifesini başladığı gibi bitirmesi, peygamberliğinin en parlak bir delilidir.

Hasılı, O’nun -faraza- söz ve davranışlarında yalan ve samimiyetsizlik olsaydı, gerek peygamberlik öncesi gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, ve neticede fırsat kollayıp duran hasımları, kılıca sarılma lüzumu duymadan -bu durumu değerlendirmek suretiyle- maksatlarına ulaşacaklardı.

Şu halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, O’nun hiçbir mucizesi olmasa bile bizzat kendisi, kendi doğruluğuna ve peygamberliğine büyük bir delil ve şahittir.

c. İnsanlık Tarihinde Gerçekleştirdiği İnkılaplar

Beşer tarihinde, kompleks bir varlık olan insan unsurunu, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’den daha iyi anlayan daha iyi yoğurup yetiştiren, tarihe mal edip numune kılan ve de yetiştirdiği kimseleri medenî milletlere yol gösterici mürşid ve muallimler haline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir.

O, Hak’tan, hak olan mesajlarla gelmiş hak bir peygamberdir. Ortaya koymuş olduğu pâk hayat ve gerçekleştirmiş olduğu eşsiz inkılap, onun Allah adına konuştuğunun cerhedilemez (ibtal edilemez) delilleridir.

Bu cümleden olarak, birkaç hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz:

Hayatı bütün yönleriyle kucaklayan ve zaman aşımına uğrama, yetersiz kalma ve yeniden düzenleme gibi noksanlıklardan uzak evrensel bir nizamı, bir adam, bir çocuk, bir köle ve bir kadınla başlatıp yirmi üç yıl gibi çok kısa denilebilecek bir zamanda yerleştiren bir Zat’ın peygamberliğinden nasıl şüphe duyulabilir? Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiçbir askerî okul bitirmeyen, hiçbir ictimaî mektepten çıkış almayan, teleskop ve mikroskopla hiçbir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan o Zat’ın her sahada bir uzman gibi şaşmaz ve eskimez sözler söylemesi başka nasıl izah edilebilir?

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), güçsüzlerin ve fakirlerin alabildiğine ezildiği, kabile ve soylarına göre insanların değer gördüğü, piyasayı faiz ve karaborsanın teslim aldığı ve kuvvetin kanun haline geldiği bir ortamdan, diğer bir ifadeyle, çölün inatçı, zulümkâr ve kendini beğenmiş insanlarından, insanlığın en önemli rehberlerini çıkarmıştır. Bu durum onun peygamberliğinin dışında ne ile izah edilebilir?

Kalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantı derecesindeki huyları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hususiyle, belli bir yaşı aşmış insanlara yanlış ve batıl inançlarını terk ettirmek çok daha zordur. Bugün, bırakın içki, kumar, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık gibi alışkanlıkları- bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı sayılmaktadır. İlim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri halde, sigara gibi içki de, kumar da terk ettirilememektedir.

Şimdi Peygamber Efendimizin (aleyhi ekmelüttehaya) çehresini değiştirdiği asra uzanalım. Kendisi hükümdar olmadığı, yani hiçbir tahakküm ve zorlamayla işini yürütmediği -ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkânına sahip bulunmadığı- halde, âdet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş, inatçı, mutaassıp ve geleneklerine son derece bağlı muhtelif kabile ve topluluklardan küçük bir imkânla ve gayet kısa bir zamanda, o Zat’ın, bir değil, onlarca, belki yüzlerce âdet ve alışkanlığı kaldırdığına şahit oluyoruz. Bunun da ötesinde, bu alışkanlıkları kaldırmakla kalmayıp onların yerine insanı insan yapan hasletleri yerleştirdiğini görüyoruz. Bunları bilen her bir insana ‘Sen Allah’ın resûlüsün.’ demek düşmez mi?

O (aleyhissalatu vesselâm), bütün bu işleri yaparken, korkutma ve zorlamaya başvurmadan sevdirmeye dayalı ikna yoluyla kalplere girmiştir. Zaten, tehdit ve zorlamaya başvurmuş olsaydı, getirdiği dinin asırları aşıp bugüne gelmesi de asla mümkün olamazdı. O, muhabbeti, müsamahası, şefkati, merhameti ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil, kendisine kılıç çekmiş -Halid, Vahşi, Ebu Süfyan, Hind, İkrime ve Safvan gibi- düşmanlarının bile kalplerini bir bir fethetmiştir.

Tebliğ ettiği Kur’ân ve onun canlı tefsiri olan sünnetiyle dünya nüfusunun dörtte birinin ferdî ve ictimaî hayatına modellik yapan, her gün en az beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse, -ki, değildir- o zaman o Zat için, ‘Böyle birisi ancak gücünü Allah’tan alan bir peygamber olabilir.’ diye düşünülmesi gerekmez mi?

d. Mazî ve İstikballe Alâkalı Verdiği Haberler

Gaybı bilmek tamamen Allah’a aittir. Kur’ân, birçok ayetiyle bu gerçeğe dikkat çeker. Bu itibarla Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir beşer olarak gaybı bilemezdi; ancak o Allah’ın bildirmesiyle biliyordu. Nitekim bir ayette bu husus şöyle ifade edilir:

“Gaybı bilen O’dur. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak (bildirmeyi) dilediği resûl bunun dışındadır...” (Cin, 72/26-27.)

O kendiliğinden bir şey söylemiyordu, söyledikleri, yalnızca Allah’ın bildirdikleriydi. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) gaybla ilgili haberlerini, geçmiş ve geleceğe ait olmak üzere iki grupta değerlendireceğiz.

1. Kur’ân vasıtasıyla, onun gerek fert gerekse, Ad, Semud ve İrem kavimleri gibi geçmiş toplumlara ait verdiği haber ve bilgilerin hiçbiri, on dört asırdır yapılan ilmî araştırmalar ve arkeolojik kazılarla yalanlanamamış; hatta, tam tersine her geçen gün yeni buluş ve gelişmelerle doğrulanmıştır. Ayrıca o, anlattıklarını, sadece tarihte kalmış hikâyeler olarak değil, yaşanmış bu hadiseleri ders çıkarılması gereken birer ibret sahnesi olarak takdim etmiştir. Acaba, okuma yazması olmayan Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm), -hem kendi zamanındaki hem de gelecekteki ilim adamları ve mahfilleri karşısında- Tevrat ve İncil gibi ilahî kaynaklı mukaddes kitapları kendinden emin bir şekilde kritiğe tâbi tutup, doğrularını tasdik, yanlış ve muharref yanlarını tashih etmesi, O’nun bir peygamber olmasından başka ne ile izah edilebilir?

2. Onun -Kur’ân’da bildirilenler hariç- ileride vuku bulacağını söylediği gaybî haberlerden birkaçını burada zikredebiliriz: Bedirde Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) savaş öncesinde -Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Velid gibi- inkârcıların ileri gelenlerinin öleceklerini yerleriyle birlikte haber vermesi ve bu durumun aynen gerçekleşmesi; vefatından sonra ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın Fatıma (r.a.) olacağının haber verilmesi ve altı ay sonra kızının babasına kavuşması; Hz. Hasan daha küçük bir yaşta iken, ona işaretle

“Bu benim evladım Hasan, o seyyiddir, Allah onunla iki azim topluluğu birbiriyle sulh ettirecektir.” (Buhari, Fiten 20, Sulh 9, Menakib 25)

buyurması ve bu durumun ileride aynıyla tahakkuk etmesi; Ammar b. Yasir’in vuku bulacak bir fitne içinde şehid edileceğinin haber verilmesi; annesi tarafından akrabası olan Ümmü Haram’ın ileride bir sefere iştirak edeceğini haber vermesi ve bu haberin Kıbrıs seferiyle gerçekleşmesi…

Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) uzak istikbale ait verdiği haberler de söz konusudur ki, bu haberler yorum isteyen haberler olması yönüyle bu çalışmanın hacmini aşmaktadır.

Hasılı, kendisinden asırlar önce vuku bulmuş ve bulacak olan olayları tam bir doğruluk ve mükemmel bir üslup ile nakleden bu ümmî Zat’ın önünde bir kere daha eğilip "Sen Allah’ın Rasûlüsün." demekten öte, önümüzde başka bir yol kalmıyor.

Göstermiş Olduğu Mucizeler

Mucize, Allah’ın, gerek vahyin doğruluk ve sıhhatini desteklemek için gerekse, müminlerin imanını kuvvetlendirip, inkârcıların inadını kırmak için peygamberleri vasıtasıyla göstermiş olduğu harikulade durum ve hallerdir. Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselâm) mucizelerini Kur’ân ve diğer kevnî mucizeler olmak üzere iki grupta inceleyebiliriz:

a. Ebedî Mucize: Kur’ân

Hiç şüphesiz ki O’nun en büyük mucizesi Kur’ân’dır. Çağlar üstü bir gerçekliğe sahip bulunan özelliğiyle Kur’ân her şeyden önce, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini destekleyen bir delil olarak karşımızda durur.

Kur’ân, ümmî bir insanın elinde ortaya çıkışı, ihtiva ettiği hakikatlerin birbiriyle çelişmeyişi, geçmiş ve geleceğe dair haberler verişi ve asırlar öncesinden kevnî bilgilere temas edişi gibi mucizevî yönleriyle, hem Allah kelâmı olduğuna apaçık bir delildir, hem de Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini ispat eden bir delildir.

Her peygamber, kendi zamanında revaçta olan meselelerle alâkalı mucize göstermiştir. Meselâ, Hz. Musa (a.s.) zamanında, Mısır’da "sihir" revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren "asa" mucizesiyle gelmiştir; Hz. İsa (a.s.) zamanında ise ‘tıp’ revaçta olduğundan o, onulmaz hastalıkları iyi etme ve ölüleri diriltme mucizesiyle gelmiştir; Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) zamanında ise, şiir, güzel söz söyleme sanatı (belağat) el üstünde tutulduğundan ve belki ondan sonraki zamanların dahi en tesirli ve güçlü silahı ‘söz söyleme sanatı’ olacağından, O da, en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edipleri susturan Kur’ân mucizesiyle gelmiştir.

b. Diğer Mucizeler ve Bu Mucizelerle Alâkalı Olarak Vurgulanması Gereken Hususlar

Peygamber Efendimize (aleyhissalatu vesselâm) ait mucizeler tabiatıyla sadece Kur’ân’dan ibaret değildir. O, "bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiği" için her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir. Nasıl ki büyük bir hükümdar bir yaverini/elçisini çok çeşitli milletlerin ve toplulukların bulunduğu bir diyara gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf, kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp ‘hoş geldin’ der, ona şükranlarını arz eder ve alkış tutar; aynen öyle de, varlığın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah tarafından âlemlere gönderilen bir elçi olarak Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), insanoğluna bir memur ve meb’us olarak geldiği gibi, diğer mahlûkata da rahmet olarak gelmiştir. Şöyle ki;

Varlıklar, peygamberlerin, hususiyle en son ve en kapsamlı mesajın sahibi Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) verdiği ‘tevhid’ dersiyle, abes, boş ve manasız görülmekten kurtulup bir anlam ve değer kazanmışlardır. Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, yıldızlardan ağaç ve taşlara, hayvanattan bitkilere kadar her taife, her sınıf -kendilerine has bir dille- O’na şükranlarını arz edip O’nun elinden sadır olacak mucizelere birer vasıta olmuşlardır. Böylece bütün bir varlık, kendisine rahmet olarak gönderilen Elçi’nin doğruluğuna şahitlik yapıp peygamberliğini âleme ilan etmişlerdir.

Vurgulamaya çalıştığımız bu husus mübalâğalı ifadeler olarak algılanabilir. Bu noktada şunu hatırlatmakla iktifa edeceğiz: Unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) getirdiği mesaj, vesile kılındığı rahmet, bütün âlemlerle alâkadardır, buna göre, kâinatın her bir âleminin O’nun risaletini/peygamberliğini tasdik eden mucizelere sahne olması gayet makul bir durumdur.

Mucizeyi, imkânı yönünden inkâra imkân yoktur. Çünkü mucizeler peygamberlerin elinde görülmüş olsalar da onları varlık sahasına çıkaran, kendisi için zor ve kolay diye bir şey olmayan, Kur’ân’ın ifadesiyle ‘dilediğini yapan’ yüce Allah’tır. Allah (c.c.), ilahî âdetinin gereği olarak sebepler ve kanunlar çerçevesinde icraatta bulunur. Ama, O, sebepler dâhilinde icraatta bulunmak mecburiyetinde de değildir. Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden O, gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, gerekse akılların sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için, zaman zaman farklı icraatta bulunur, böylece bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır.

Mucizelerin tamamı her yerde, herkesin açıkça göreceği bir şekilde cereyan etmemiştir. Şayet böyle olmuş olsaydı, o zaman, aklın varlığının bir hikmeti kalmazdı. Zira böyle bir durumda, insanlar, iradeleri ellerinden alınmış olduğu için cebren imana zorlanmış olurlardı ki, bu, onların içinde bulunduğu imtihanın sırrıyla bağdaşmaz.

Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmeye tenezzül etmeleri mümkün olmayan bir topluluk nakletmiştir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de diğer şahitlerin/sahabilerin buna itiraz etmemesiyle, onlara yakın bir rivayet kuvveti kazanmışlardır.

Kur'an-ı Kerim'in mucizeliği konusunda şimdiye kadar, hiçbir tereddüde, hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde, pek çok şey söylenmiş ve pekçok şey yazılmıştır. Biz, sual-cevap sütununun müsaadesi ölçüsünde ve hülâsa mahiyetinde birkaç ana başlığı zikretmekle yetineceğiz.

Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz (asm) veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.

Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:

1. Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Araplar, Efendimizin (asm) Kur' ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.

2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.

3. Mektep-medrese görmemiş Ümmî Bir İnsanın -O ümmîye ruhlar feda olsun- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi, her şeyden evvel düşünce ve aklın bedâhetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.

4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet, hukuk ve iktisad gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu beşer kelâmı farzetmek, bir bakıma onun mübelliğini beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi, hususiyetleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden herbiri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir ümmîye isnad etmek mücerred bir iddiadır.

5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen beşer kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hz. Sâlih (as), Hz. Lut (as) ve Hz. Musa (as) gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri!..

Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar, geleceğe aid ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela, senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini,

"Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı traş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’â gireceksiniz." (Fetih, 48/27)

ayetiyle haber verdiği gibi, İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da

"O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şâhid olarak.Allah yeter." (Fetih, 48/28)

beyanıyla ilân etti. Kezâ, o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir gâlibiyetiyle Müslümanların da sevineceğini,

"Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetden sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aiddir. O gün mü'minler de sevinirler." (Rum, 30/2-4)

müjdesiyle duyurmuşdu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı. Bunun gibi,

"Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır." (Maide, 5/67)

ayetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu halde, hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu.

Değişik ilim dallarının inkişâfıyla, âfâk ve enfüsün yâni insan mâhiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tesbitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını,

"Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, o (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri)nin gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?" (Fussilet, 41/53)

mucizevî beyanıyla ifâde etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir. Ayrıca, Kur'ân, nazil olduğu günden bu yana,

"Deki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine O'nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsra, 17/88)

deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu halde, bir-iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazire yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakda ve mucize olduğunu ilan etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu ilk yıllarda, Müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe aid hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hakimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri hâvi yeni dinin güç kaynağı adına hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysa ki, Kur'ân

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va'deti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeyüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir." (Nur, 24/55)

ayetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hakimi olacakları müjdesini veriyordu. Daha bunlar gibi, Müslümanlığın ve Müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, terakkî ve tedennîleriyle alâkalı pekçok ayetler varki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil. Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihâi hudutlarla ilgili olan ayetler teşkil eder. İlmî tesbitlerle alâkalı, kısa fezlekeler halinde, Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hârika ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir. Yüzlerce âyetin sarâhat, delâlet ve işaret yoluyla ifâde ettikleri harikalara dair pekçok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misâl teşkil edecek birkaç ayetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz:

1. Kâinatın Yaratılışı

Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak,

"İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Halâ imân etmeyecekler mi?" (Enbiya, 21/30)

ayetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile ilk hilkatla alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Ayette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebulolara ayrılması, ister güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zabt-ü rabt altına alınması şeklinde olsun netîce değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslup itibariyle, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hakim olmaya da namzed görünmektedir.

2. Astronomi

Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların biraraya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, cildler ister. Biz bir-iki âyetin işaretiyle iktifâ edeceğiz.

"Allah o zattır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd, 13//2)

Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, her şeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-ı âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen, görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir. Kur'ân bu ifadesiyle bizlere, kütlelerarası ile'1-merkez (merkez çek) an'il-merkez (merkez kaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun, Newton'un çekim kanununa veya Einstein'in (hayyiz)'ine* uyup uymaması bir şey ifade etmez. Hele âyetin, Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân suresindeki "Güneş ve Ay'ın hareketleri. tamamen bir hesaba bağlıdır." (Rahman, 55//5), Enbiya suresindeki "Geceyi, gündüzü, Güneşi, Ay'ı yaratan O'dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedirler." (Enbiya, 21/33), Yâsin suresindeki "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir." dedikten sonra "Bunların herbiri belli bir yörüngede döner dururlar." (Yasin, 36/38-40) diyerek, Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıklarını, bir âhengi temsil ettiklerini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduklarını apaçık dile getirmektedir. Yerin Yuvarlaklığı "Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor." (Zümer, 39/5) ayeti, kullandığı malzeme itibariyle, gece ve gündüzün birbirini takib etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın, Yerküre'nin başına "sarık gibi dolanması" sözüyle anlatıyor.

Bir diğer âyette ise,

"Arkasından da yeryüzünü mücessem kat-ı nâkıs (yâni yerküreyi elips şeklinde), söbüleştirdi." (Naziat, 79/30)

diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihâi noktayı göstermektedir. Mekân genişlemesi hususunda:

"Semâyı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz." (Zariyat, 51/47)

Bu genişleme ister Einsteine'nin anladığı mânâda, ister Edwin Hubble'in Güneş sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebulozların uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur'ân'ın, ana teme parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.

3. Meteoroloji

Hava akımları, bulutların kesâfet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur'ân-ı Kerim'de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdid etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ,

"Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üstüste yığıyor... Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor." (Nur, 24/43)

Her yerde olduğu gibi, burada da Kur'ân yağmur vak'asının nihâî durumunu ihtâr ederek, fezâyı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hadiselerin arkasındaki in'amperver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garib bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur'ân'ın beyanına hayranlık duyar. Kur'ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi, rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi; yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları halinde yere inmesi gibi teferruâtla meşgul olmaz.

O ana vak'a ve asıl tema üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır. Hicr suresindeki,

"Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyüzünden su indirip size takdim ettik, (yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz." (Hicr, 15/22)

ayeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysa ki, Kur'ân nâzil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi...

4. Fizik

Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur'ân-ı Kerim'in ele alıp anlattığı mevzulardandır. Meselâ, Zâriyat suresinde

"İyice düşünesiniz diye biz herşeyi çift olarak yarattık." (Zariyat, 51/49)

her şeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur'ân'ın kullandığı malzeme itibariyle, bunun önemli bir esas ve âlem-şümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ suresindeki ayette ise

"Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice içaçıcı çiftler yaratıp yetiştirdik." (Şuara, 26/7)

denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr-ü neşr olan yüzbinlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allâh'ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsin suresindeki ayet ise, daha şümullü ve daha enteresan:

"Ne yücedir o Allah ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır." (Yasin, 36/36)

şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tesbit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da, ihtar edilmektedir.

Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde -anti madde zıd eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdâd sadedinde, kendinden başka her şeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor. Sırf birer misal teşkil etsin diye, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pekçok ilâhî beyan var ki, herbirisi başlı başına birer mucize olması itibariyle, hem Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimizin (asm) O'nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.

Evet, Kur'ân yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hasıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pekçok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevâlı, öyle hâkim bir üslupla ele aldığı şeyleri takib etmektedir ki; bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir. Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hakim bir üslupla o mevzuun hülâsasını veriyorsa, o kitabı, değil on dört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesâisine vermek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur'ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslubu âli, şivesi de ilâhi olursa...

Şimdi dönüp muhatabımıza şunları soralım:

- Ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi?

- Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatât ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi?

- Yerkürenin elipsî olduğunu O'na kim ta'lim etti?

- Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tesbit edebildi?

- Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi?

- Hangi röntgen şualarıyla cenînin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tesbit etti?

- Sonra da bütün bu bilgilerin teferruâtına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddüdsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhatablarına anlattı?..

5. Kur'ân-ı Kerim Efendimizin (asm) vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerini anlatıp O'na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O'na itâbda bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır.

Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı,

"Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce, niçin onlara izin verdin?" (Tevbe, 9/43)

şeklinde tenbihde bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da

"Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir..." (Enfâl, 8//67)

"Eğer Allah'tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Enfal, 8/68)

mahiyetinde itabda bulunmuştu. Bir keresinde, Allah'ın dilemesine havale etmeden, "Yarın bu işi yaparım!.." dediği için,

"Hiçbir şey için, bunu yarın yapacağım, deme. Ancak, Allah dilerse(de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve 'Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır.' de." (Kehf, 18/23-24)

emir ve tenbihinde bulunmuş, bir başka sefer

"İnsanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi." (Ahzab, 33/37)

itab işmâm eder mahiyette sadece AIlah'tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti. Zevcelerini bir meseledeki tavırlarına karşı bal şerbeti içmemeye yemin edince,

"Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arıyarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir." (Tahrim, 66/1)

diyerek sertçe ikaz ediyordu.

Daha bunlar gibi, pekçok âyetle, bir taraftan O'nun vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riâyet edilmediği, vazife ve mesuliyetin mukarrabine göre yerine getirilmediği zamanlarda O'na itab edilmiş, tenbihde bulunulmuş ve yeryer sertçe uyarmalar yapılmıştır. Şimdi hiç akıl kabul eder mi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itab, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!.. O kitap Allah kitabı, O Zât (asm) da O'nun şerefli mübelliğidir...

6. Kur'ân-ı Kerim, bir belâğat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur.

Bu itibarla da onu bir beşere maletmek mümkün değildir. Efendimiz (sav) peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şâir, edib ve söz üstâdı vardı. Bunlar pekçoğu itibariyle de O'na muârız idiler. Yeryer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, bir şeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman Hristiyan ve Yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı. Ne pahasına olursa olsun Kur'ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen her şeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayâle gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hz. Muhammed (sav), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la muâraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasıma rağmen.

Evet, o gün, Hristiyan ve Yahudi ulemasıyla beraber, belâğatın dev temsilcileri, tek cebhe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o başdöndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünniliği ve ruhâniliğiyle muhatablarının gönlüne girdi; arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi... Bir mübâriz gibi hasımlarını muârazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu "Siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir suresine denk bir şey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!.." dediği ve o günden bugüne de

"Eğer kulumuz Muhammed (asm)'e indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız." (Bakara, 2/23)

"De ki: and olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de." (İsra, 17/88)

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sure getiriniz. (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız." (Hud, 11/13)

ayetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu halde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevab verilmemesi, onun kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahitdir ki, Kur'ân'ın muârızları O'na ve O'nun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri halde, Kur'ân'a nazire yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle bir şeye güçleri yetseydi, nazire ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.

Evet, o koca belâğat üstadları, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazire yapılamamasının en açık delîlidir. Eğer nazire yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercîh edecek ve geleceklerini katiyyen tehlikeye atmayacaklardı. Arap şâir ve nâşirlerinin, Kur'ân'ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona Hristiyan ve Yahudiler arasında menşe' aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir.

Hem, Hristiyan ve Yahudiler bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nisbet edeceklerdi. "Biz yaptık" der ve onunla övünürlerdi...

Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir Kur'ân'ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır.

Charles Milles; Kur'ân'ın üslubundaki zenginlik itibariyle tanzîr ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edâya sahib olduğunu...

Victor İmberdes; Kur'an'ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahib bulunduğunu...

Ernest Renan; Kur'ân'ın dînî bir inkılâb kadar edebî bir inkılâb da yaptığını...

Gustave Le Bon; Kur'ân'la gelen İslâm'ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini...

CI. Huart; Kur'ân'ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e (sav) tebliğ edildiğini...

H. Holman; Hz.Muhammed (sav)'in Allah'ın son peygamberi, İslâmiyetin de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulunduğunu...

Emile Dermenyhem; Kur'an'ın, Peygamber (asm)'in birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibariyle de erişilmez bir muamma olduğunu...

Arthur Bellegri; Hz. Muhammed'in (sav) tebliğ ettiği Kur'ân'ın bizzat Allah'ın eseri olduğunu...

Jean Paul Roux; Peygamberimizin en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim olduğunu...

Raymond Charles; Kur'ân'ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah'ın bir elçi vasıtasıyla müminlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu...

Dr. Maurice; Kur'an'ın her türlü tenkîdin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur'ân'ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu...

Manuel King; Kur'ân'ın, peygamberimizin peygamberliği süresince Allah'dan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu...

Mr. Rodwell; İnsanın Kur'ân'ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifâde eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.

Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı bilgilerinin vüs'ati nisbetinde, aynı hakikatlara parmak basmış ve Kur'ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır. Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddi eserlerin yanında, Kur'ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta sâhib-i Kur'ân'ın, sonra da kalem erbâbıbın bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cür'ette bulunduk.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'ın varlığının delilleri nelerdir? Allah'ın varlığını nasıl ispatlarız / kanıtlarız?..
- Gerçeği arayan bir insan peygamberlerin bildirdiği gerçeklere karşı kayıtsız kalabilir mi?..
- Hakkı bulmanın tek yolu Kur'an'a uymak mıdır?..

4 Peygamber Efendimizin Kuran'da anlatılan mucizeleri var mıdır?

Tarih ve siyer kitapları Hz. Muhammed (a.s.m)’in binden fazla mucizesine şahitlik yapmaktadır.

Kur’an, kâinat kitabının mucizeliğini nazara veren bir kitap olarak, diğer peygamberlerin gösterdiği, mahalli, mevkii, maddî ve de hissî mucizelerinden ziyade, manevî, aklî ve evrensel ontolojik mucizeleri ön plana çıkarmıştır. Çünkü, Hz. İsa (as)’ın, Hz. Musa (as)’ın hissi mucizeleri, geçici, spesifik, zamanla sınırlı olduğundan , mucize görerek iman etmek isteyen, ama o mucizeyi görmeyen kimseler için fazla bir önemi yoktu. Söz gelimi, bir kimsenin iman etmesi için Hz. Musa (as)’ın değneğini veya Hz. İsa (as)’ın ölüyü diriltmesi olayını görme imkânı artık yoktur. Oysa kıyamete kadar geçerli son bir kitap olan Kur’an’ın mesajlarının etkin olabilmesi için, her zaman tazeliğini koruyan ilmî ve aklî mucizelere ihtiyaç vardır. Bu açıdan Kur'an baştan sona mucize olduğu gibi, sorunuzda geçen yönüyle hissi mucizeler de vardır. Hz. Peygamber (a.s.m)’in Kur’an’da geçen hissî mucizelerine birkaç örnek göstereceğiz

a. Tarih ve siyer kitaplarının da ittifakla belirttiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.m) Bedir savaşında, eline aldığı bir avuç çakılı “Yüzleri kara olsun!” diyerek düşmana doğru atmış ve o az bir avuç toprak / çakıl bütün düşman askerlerinin gözlerine girmiş, onları kaçırmış ve hezimetlerine vesile ol muştur. Bu mucize olay Kur'an-ı Kerim'de şöyle geçmektedir:

“Resulüm! Sen (o çakılları) attığın vakit -gerçekte- sen atmadın, lakin Allah attı.” (Enfal, 8/17) 

b. Hz. Peygamber (a.s.m) hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş ve kimseye açmamasını tembih etmişti. Ancak, o Efendimiz (asm)'in diğer bir hanımına söylemişti. Vahiy ile bundan haberdar olan Hz. Peygamber (a.s.m). söz konusu hanımına kendi sırını başkasına açtığını söyleyerek sitemde bulunmuştu. Hanımı, bundan nasıl haberdar olduğunu sorunca da Hz. Peygamber (a.s.m) “Bunu bana her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.” diye cevap verdi. 

“Hani Peygamber zevcelerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, (o sözü) başkalarına haber verip Allah da bunu peygambere açıklayınca, peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince hanımı: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. Peygamber de: 'Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.' dedi.” (Tahrim, 66/3)

mealindeki ayette bu geçek vurgulanmaktadır.  

c. Ayı ikiye bölmesi hadisesi, hem hadislerde, hem tarih kaynaklarında geçtiği gibi, Kur’an ile de sabittir. 

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.” (Kamer, 54/1-2)

mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfiirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunu bir büyü olarak değerlendirdiklerine vurgu yapılmaktadır.

İlave bilgiler için tıklayınız: 

Peygamberimiz'in Kuran-ı Kerimde Bahsedilen Mucizeleri Bu eser ...

Mucizeler ve Kur'an-ı Kerim'in mucizevi yönünü anlatır mısınız?  

Kur'an’ın mucizelik yönleri kırk tene deniyor; bunu nasıl anlamak gerekir?  

Kur'an-ı Kerim'in mucize olduğunu ve bir harfinin dahi değiştirilemeyeceğini nasıl anlatırsınız?

5 İsra ve Mirac mucizelerinde Burak ve Refref gibi araçlara ne gerek vardı; hikmeti nedir acaba?

Allah'ın kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar, ayetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır. Çünkü ayette geçen "Ona ayetlerimizden gösterelim diye" (İsra, 17/1) ifadesi gereğince İsra'nın hikmeti ayetleri (alametleri) göstermektedir.

Demek ki Allah’ın hikmeti bazı binitleri uygun görmüştür. Bu hikmetin bir kaç cihetini şöyle açıklayabiliriz:

a. Hz. Peygamber (asm) bir insandır, melek değildir. Miraca çıkarken, insanların bir temsilcisi olarak çıkmıştır. Bu da onun beşeriyetiyle / insanlık vasfıyla huzura çıkmasını gerekli kılar. İnsan ise ancak harika da olsa -sebepler dairesinde- bir araçla böyle iki aylık bir mesafeyi (Mekke’den Kudüs’e) katedebilir. Burak, bir binit olarak Hz. Peygamber (asm)'in bu insanlık vasfına uygun bir harikalar harikasıdır.

b. Hz. Peygamber (asm)'in Burak’a ve Refref’e binmesi, onun hem bedenen hem ruhen isra ve miraca yükseldiğinin bir işaretidir. Çünkü ruhun böyle binitlere ihtiyacı yoktur. Nitekim ölenlerin ruhu da bu tür binitlere muhtaç olmadan yukarılara çıkar. Demek ki, Burak ve Refref aynı zamanda, Hz. Muhammed (asm)’in miracının hem ruh hem de bedenle birlikte yapıldığının bir işaretidir.

c. Hz. Peygamber (asm)'in mirac hadisesini anlatan Necm suresi, İsra suresinden daha önce indiği halde, Kur’an’da tertip itibariyle İsra suresi daha önce zikredilmiştir. Çünkü insanların zihinleri tanıdık oldukları alanlarda daha iyi çalışır. Bu sebeple, önce Mekke’den Kudüs’e olan seyahat kısmı olan İsra hadisesine yer verilmiştir.

İşte Burak’ın olması da bu hikmete uygundur. Çünkü insanlar bir kimsenin hiçbir araç olmadan kısa bir zamanda uzun bir mesafeyi katetmesini akıllarına sığıştıramazlar. Bir binitin varlığı -olağanüstü de olsa- yine de insanlara böyle bir yolculuk ihtimalini düşünme fırsatını verir. Çünkü genel olarak o günkü Mekkeliler, Kudüs’e yaya değil, deve veya at gibi binitlerle yolculuk yaparlardı. İşte Burak, Mekke müşriklerine bu düşünme fırsatını sağlamıştır.

d. İsra’da Burak, Miraçta Refref varlığının önemli bir hikmeti de Hz. Muhammed (asm)’e verilen değerle ilgilidir. Onu huzuruna davet ederken, Hz. Cebrail (as) gibi en büyük bir meleği davetçi olarak gönderen Allah, onu bir binite bindirip dizginini Hz. Cebaril’in eline vererek huzuruna alması, hem (Burakla) yeryüzü, hem de (Refrefle) gökyüzü sakinlerine, Elçisinin, kendi katındaki kadr-u kıymetini göstermesi, miracın yalnız ona tahsis edilmesiyle özdeşleşen bir ihsan ve ikramdır.

e. Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanmasına göre, “ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar." Bu ise şimşek ve elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsra'nın süratini bir dereceye kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. (bk. Elmalılı, Hak Dini ilgili ayetin tefsiri)

Not: Alusi'nin naklettiğine göre, Resulullahın İsra gecesi biniti beş tane idi:

Birincisi, Beytü'l-Makdis'e kadar Burak.

İkincisi, dünya göğüne kadar Mirac (manevi asasnsör).

Üçüncüsü, yedinci göğe kadar meleklerin kanatları.

Dördüncüsü, Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı.

Beşincisi, Kabe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (manevi bir binek). (bk. Alusi, ilgili ayetin tefsiri)

6 Peygamber Efendimizle ilgili olağanüstü olaylar / mucizeler nedir; nasıl değerlendirmemiz gerekir? Bu olaylar akla mantığa aykırı değil midir?

Mucize kelimesi, (acz) kökünden gelmektedir. Hiçbir kimsenin yapabilme imkânı olmayan harika bir şey; başka bir ifade ile; Allah'tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı fevkalâde hâdisedir.

Esasen şu âlemde zerrelerden (atomlardan) yıldızlara kadar her şey harikadır, mu'cizedir. Fakat bunların ekserisi bir sebeb ve kanuniyet ile halk ediliyor. Mu'cize ise, alışılan sebeb ve fıtrat kanunlarının haricinde, alışılmadık tarzda meydana getiriliyor.

Alışılmadık olmak sebebiyle mu'cize inkâr edilmemelidir. Çünkü, meselâ, tavuk yumurtadan çıkıyor, ağaç çekirdekten oluyor. Fakat dünyanın ilk devrelerinde ne tavuk var, ne yumurta; ne ağaç var, ne de çekirdek.

O halde başlangıçta ya yumurta veya tavuğun; ağaç veya çekirdeğin şimdi görüp alıştığımızın dışında olarak yaratılmış olması mecburiyeti var. Pek çok nevileri bu kıyas ile düşünürsek görülür ki, başlangıçtaki gibi bugün bir ferdin meydana gelişini görsek, alışılmadık bir harika ve mu'cize olarak göreceğiz. Çünkü meydana gelen tavuk ise, yumurtadan çıkmayacak; eğer ilk yaratılan yumurta ise tavuktan olmayacak.

Demek şimdi görüp alıştığımızın dışında olacak. O halde hârika hâdiseler mümkündür, muhal değildir. Bir şey muhal olmayıp, mümkün olursa ve aleyhte zahir delil bulunmazsa, o şeyin vukuu inkâr edilemez.

Hem de büyüklüğünü düşünemediğimiz koskoca kâinatı halkeden Allah'ın sonsuz kudreti, gönderdiği peygamberleri tasdik için onlara mu'cizeler vermesinden âciz olması hiç mümkün değildir.

Sonuç olarak kainata mucize olmayan hiç bir şey yoktur. Allah her ne yaratmışsa insanlar onu anlamakta aciz kalmışlardır.

İlim ilerledikçe Allah'ın ilminin ve kudretinin sonsuzluğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu açıdan peygamberlerde görülen harika halleri inkar etmek mümkün değildir. Bunlar Allah'ın izni ile gerçekleşen ve onların Allah'ın elçisi olduğunu doğrulayan olaylardır.

Ancak anlatılan bilglerin güvenilir kaynaklara dayanması gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Mucizeleri inkar etmek...

Peygamberimizin mucizeleri olmadığını iddia ediyorlar. Bu iddialara nasıl cevap vermeliyiz?...

7 Peygamberimizin ölüleri diriltmekle ilgili mucizesi var mıdır?

Cevap 1:

Ölülerin dirilmesine dair Peygamberimizin (asm) mucizeleri:

"Birincisi şudur ki: Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gelerek ağlayıp sızladı. Dedi: "Benim küçük bir kızım vardı. Şu yakın derede öldü, oraya attım." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona acıdı. Ona dedi: "Gel, oraya gideceğiz." Gittiler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ölmüş kızı çağırdı, "Yâ fülâne!" dedi. Birden, o ölmüş kız "Lebbeyk ve sa'deyk!" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?" O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum." (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:106)

İkincisi: İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbni Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes ibni Mâlik'ten haber veriyorlar ki, Enes demiş: Bir ihtiyare kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O saliha kadın çok müteessir oldu. Dedi: "Yâ Rab! Senin rızan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlâtçığımı, o Resulün hürmetine bağışla." Enes der: O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi." (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:292)

İşte, şu hadise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busirî'nin Kaside-i Bürdede şu fıkrasıdır:

"Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterseydiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihyâ edilebilirdi."

Üçüncü hadise: Başta İmam-ı Beyhakî gibi râviler, Abdullah ibni Ubeydullahi'l-Ensârî'den haber veriyorlar ki, Abdullah demiş: Sâbit ibni Kays ibni Şemmas'ın Yemâme harbinde şehid düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit ben hazırdım. Kabre konulurken, birden ondan bir ses geldi: "Muhammed Allah'ın Resulüdür. Ebû Bekir Sıddıktır. Ömer şehiddir. Osman ise, şefkatli ve iyilikseverdir." dedi.  Sonra açtık, baktık; ölü, cansız! İşte, o vakit, daha Hazret-i Ömer hilâfete geçmeden, şehadetini haber veriyor. (bk. Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:649; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:157-158)

Dördüncü hadise: İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym, Delâil-i Nübüvvet'te, Numan ibni Beşir'den haber veriyorlar ki: Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden "Ensıtû, ensıtû-Susunuz" dedi. Sonra, fasih bir lisanla, "Muhammedün Resulullah; esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş. (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 8:291 (muhtelif tariklerle); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:179-180, iki ayrı tarikle)

İşte, cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler! (bk Said Nursi, Mektubat, On Dokuzuncu Mektub)

Cevap 2:

Birinci hadise:

Bu konuda Aliyyu’l-Kari’nin mütalaası şöyledir:

“Hasan-ı Basri’nin bu rivayetinin asıl ravisi bilinmemektedir. Fakat Ben (Kari), bunun bir benzerini Beyhaki’nin Delailinde gördüm. Şöyle ki: Hz. Peygamber bir adamı İslam’a davet etti. Adam: “kızımı diriltmeden sana iman etmem, dedi.” Hz. Peygamber, “kabrini bana göster” dedi. O da gösterdi. Hz. Peygamber (o kızın kabrinin başına gidip): “Ya fülane/Ey Falanca!” diye (ismiyle) çağırdı. Ölü kız: “Lebbeyke ve saadeyke!” diye cevap verdi. Resulullah: “Dünyaya geri gelmek ister misin?” diye sordu. Kız: “Ya resulellah!  Vallahi istemiyorum. Çünkü ben Allah’ın komşuluğunu/yakınlığını/himayesini anne-babamınkinden daha hayırlı olduğunu gördüm. Ahiretin de benim için dünyadan daha hayırlı olduğunu gördüm” dedi.” (bk. Aliyyu’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, Beyrut, 1421, 1/650-651)

- Aynı mucizevi hadise başka kaynaklarda da zikredilmiştir. (bk. el-Kastalani, el-Mevahibu’l-Ledüniye, kahire, ts., 2/296)

Aliyyu’l-Kari, bu münasebetle, Hz. Peygamberin, -Cabir’in evinde- ashabıyla birlikte yediği koyunun kemiklerini bir araya getirip -Allah’ın izniyle- dirilttiğini de zikretmiştir. (bk. a.g.y)

İkinci Hadise

- İbni Kesîr, bu konuyla ilgili olarak üç yolla gelen rivayetlere yer vermiştir. (el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6/171, 291, 323)

- Bu rivayetin ilk kaynağı sayılan İbn Ebiddünya’nın “Men Aşe Bade’l-Mevt/öldükten sonra tekrar yaşayanlar” (Beyrut, 1413, 1/12) adlı eserinde  bu olay -biri Hz. Enes’ten biri de başka raviden naklen- tam senetli olarak verilmiştir. Yukarıdaki alimler de ona itimat etmişlerdir ki bunu eserlerine almışlardır.

- Beyhaki de -hepsi Hz. Enes’ten naklen- senetli üç rivayete yer vermiştir. (bk. Beyhaki, Delailu’n-Nübüvve, 6/50, 51,52)

Bu rivayeti tashih edenlere rastlayamadığımız gibi, onu eleştiriye tabi tutanlara da rastlayamadık.

Üçüncü hadise:

İbn Kesir, Beyhaki’den (Delail, 6/58) naklen öldükten sonra konuşanlarla ilgili sahih rivayetlerin olduğunu bildirmiştir. (bk. İbn Kesir, İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6/174-175)

Bu kaynaklardan bazılarında bu olayın Yemame harbinde, bazıları da Cemel veya Sıffin’de vuku bulduğu yazılmıştır. Nitekim, Beyhaki bu her iki yeri gösteren farklı iki rivayete yer vermiştir. (a.g.y)

Dördüncü hadise:

Beyhaki, bu konuda yaptığı rivayetin “sahih “olduğunu bildirmiştir. Ve bunu destekleyen diğer bazı rivayetlere de yer vermiştir. (bk.Delail, 6/55-56)

- Buhari  de “Zeyd b. Harivce’nin Hz. Osman döneminde vefat eden ve öldükten sonra konuşanlardandır” diyerek kısaca bu olayı doğrulamış ve tarihinde yer vermiştir. (et-Tarihu’l-Kebir, 3/383)

8 Peygamberimiz cennet ve cehennem ehlinin hallerini nasıl görmüştür?

Ehl-i sünnetin kabulüne göre, mekân olarak cennet ve cehennem yaratılmışlardır ve mevcutturlar. Ancak şu anda her ikisinde de insanlar yoktur. Kıyametin kopması ve herkesin hesabının görülmesinden sonra, her biri kendine münasip sakinlerine kavuşacaktır.

Peygamber Efendimiz (asm)'in Miraç’ta cennet ve cehennem ehillerini görmesi ise, (Allahu A’lem) bunların gelecekteki hâllerinin kendisine gösterilmesinden ibarettir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. Bir kısım bilim kurgu filmlerinde, geleceğin dünyası hayali bir tarzda gözler önüne serildiği gibi, bu olayda da cennet ve cehennemin gelecekteki hâlleri Peygamber Efendimiz (asm)'e birer manzara şeklinde gösterilmiştir.  

Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek şeklindeki bir ayırım, zaman ve mekânlarla kayıtlı olan biz insanlara göredir. Zamanı ve mekânı yaratan Zat’a nispetle ise, böyle bir ayırım söz konusu değildir.

9 "Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mûcizeleri göndermeyişimiz..." (İsra, 17/59) ayeti, Hz. Muhammed’e mucize verilmediği anlamına mı gelir? Her peygambere mucize verilmesi gerekmez miydi?

- İsra suresinin 59. ayetinin meali şöyledir:

“Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mûcizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mûcizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mûcize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o âyetleri sadece korkutmak için göndeririz.”

Ahmed b. Hanbel (Müsnede, 4/173), Nesai, Hakim ve Taberanî’nin rivayet ettiklerine göre, İbn Abbas bu ayetin nüzul sebebini şöyle açıklamıştır:

“Mekke halkı Hz. Peygamber (asm'den Safa tepesini altına çevirmesini, Mekke’nin dağlarını ortadan kaldırıp her tarafı -ekin ekebilecekleri şekilde- düz arazi haline getirmesini önerdi. Hz. Peygamber (asm)  bu hususu arz ettiğinde Allah: ‘İstersen (onların istediği mucizeleri vermeyip), onlara bir süre daha yaşama fırsatını tanıyacağım, istersen önerdikleri mucizeleri yaratacağım; ancak iman etmedikleri takdirde -daha önceki ümmetler için söz konusu olan prensibimizi ortaya koyarak- onların kökünü kazıyacağım...' buyurdu. Hz. Peygamber (asm) onların yok edilmemesini istedi. Bunun üzerine ilgili ayet indirildi.” (bk. Taberî, Razî,  İbn Kesir, Alusî, ilgili ayetin tefsiri).

Bu ayetten hareketle Hz. Peygamber (asm)'e Kur’an’dan başka mucize verilmediğini iddia eden bazı kimseler olmuştur. Bunun yanlış olduğunu gösteren pek çok kitap ve makale yazılmıştır. Burada ancak bir kaç noktaya dikkat çekebiliriz:

a. Bu ayette kâfirlerin istediği mucizelerin verilmemesi, Hz. Peygamber (asm)'e başka mucizelerin de verilmediğini göstermez. Bu ayetten öyle bir yargıya varmak doğru değildir. Tefsir ve hadis kaynaklarında ifade edildiği üzere, müşriklerin bu isteklerinin yerine getirilmemesinin hikmeti, bu tür öneriler sonucu gösterilen mucizelere rağmen küfürde inat etmeye devam edenlerin cezası onların yok edilmesidir. Bu ilahî prensip -Arapların yakından tanıdığı- Semud kavminin helaki nazara verilerek durumun nezaketi belirtilmiştir. Bu ümmetin tamamen yok edilmesi, hikmet dolu ilahî takdirde yer almadığı için, onun gerekçesini oluşturan bir durumun oluşmasına da izin verilmemiştir.

b. Ayetin “Biz o âyetleri sadece korkutmak için göndeririz.” mealindeki son cümlesi de mucizelerin bir yönünü teşkil eden “korkutmaya yönelik” ayetlerden/mucizelerden söz edilmiştir. Ayette yer alan “el-âyât” sözcüğünün başındaki el takısı bu tür mucizelere işarettir. Bu sebeple, her mucize korkutmaya yönelik değildir. Nitekim Hz. İsa (asm)’nın ölüleri diriltmesi, âmâların gözlerini iyileştirmek gibi en müzmin hastalıkların şifa bulmasına vesile olması, keza arkadaşlarının evlerinde nelerin olduğunu bilip haber vermesi, bir kuş şeklini yapıp içine üfleyerek -Allah’ın izniyle- havada uçurması,.. şeklindeki bu mucizelerinden hiçbirisinin korkutmakla bir alakası yoktur.

Bundan anlaşılıyor ki, bu ayette söz konusu edilen mucizelerin özellikli olduğu gerçeği vardır. Bu özellik, kâfirlerin inadı, peygamberi tahkir maksadını gütmeleri, imana gelmek için değil, sırf inat uğruna -bir gevezelik kabilinden- değişik mucizeleri önermek suretiyle işi eğlence konusu yapmalarıdır.

İsra suresinin şu ayetlerinde onların bu alaylı tavırlarına dikkat çekilmiştir:

“Bu Kur’ân’da biz her türlü mânayı, insanlar için çeşitli tarzlarda tekrar tekrar açıkladık. Ama insanların çoğu inkârcılıkta ısrar ettiler. Ve 'Biz' dediler; 'Sana asla inanmayacağız. Ta ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler. Yok, yok! Bu da yetmez, senin altından yapılmış bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın. (Ama unutma!) Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de senin oraya çıktığına inanmayız ha!' De ki: 'Fe Sübhanallah! Ben sadece elçi olan bir insandan başka ne olabilirim ki?..' (İsra, 17/89-93)

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım, bu küstahların küstahça ortaya koydukları bu istediklerini yerine getirmenin ne faydası olabilir ki?..  Onların bu sonu gelmez küstahça  istediklerine “evet” demek, ne Allah’ın izzet-i rububiyetine, ne haşmet-i uluhiyetine ne de peygamberliğin mehabetine yakışır. Ve yakışmadığı için de ret cevabı verilmiştir. Demek ki bu küstah adamlara verilen ret cevabı hususidir, başka hissi mucizelerin Hz. Peygamber (asm)'e verilmediğine asla delil olmaz.

c. Ayın yarılması mucizesi bizzat Kur’anla sabittir.

“Kıyamet saati yaklaştı, Ay bölündü. Ama o müşrikler her ne zaman bir mucize görseler sırtlarını döner: ‘Bu, kuvvetli ve devamlı (eskiden beri devam edip gelen)bir sihirdir!’ derler.” (Kamer, 54/1)

mealindeki ayetlerin ifadesi, Ayın kesin olarak yarıldığını ve kâfirlerin de bunu inkâr edemediklerini sadece mucize yerine sihir dediklerini açıkça ortaya koymaktadır.

“Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. (Ey Resulüm!) Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfal, 8/17)

mealindeki ayette de Hz. peygamber (asm)'in Bedir savaşında müşriklerin yüzüne savurduğu bir avuç çakılın herkesin gözüne girip kaçmalarına vesile olduğuna  ve bunun bir mucize olduğuna vurgu yapma için de “(Resulüm!)  Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı.” mealindeki ifadeye yer verilmiştir.

d. Kur’an’ın ayetleri yanında, İslam alimlerinin ittifakla kabul ettikleri Hz. Peygamber (asm)'in onlarca hissi mucizesi siyer, hadis ve tarih kaynaklarında yer almaktadır. En sağlam ve güvenilir yollardan bize kadar gelen bu haberlerin hepsini yalanlamak ne dinen ne aklen ne de vicdanen mümkün değildir. Bir ayetin muhtemel manalarından birini belki de en zayıfını göz önünde bulundurarak, diğer kesin olduğu açık olan ayet ve hadislerin sarih ifadelerini göz ardı etmek hakikaten anlaşılır şey değildir.

- Elmalılı merhumun "Hz.Musa’nın elvah'ı mucizesi her peygamberde olmamıştır ve Nübüvvetin levazımı zaruriyyesinden de değildir..." ifadesinden hareketle  “mucizenin peygamberlik şartlarından olmadığını“ söylemek doğru değildir. Burada belirtilen husus şudur: Hz. Musa (as)’ya Tevrat bir defada levhalar halinde verilmiştir. Ehl-i kitap Hz. Muhammed’e de Kur’an’ın aynı şekilde bir defada inmemesinden dolayı eleştiriyorlar. Halbuki bir vahiy kitabının herhangi bir peygambere mutlaka levhalar halinde gelmesi şart değildir. İşte Elmalılı buna işaret etmiştir.

Şu ayette de Ehl-i kitabın bu arzularına işaret edilmektedir: 

“Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Bu cahilliklerini çok görme! Nitekim daha önce Mûsâ’dan bundan da fazlasını istemişlerdi ve: 'Allah’ı bize açıktan göster!' demişlerdi. Bunun üzerine de zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarpmıştı. Daha sonra kendilerine açık mûcizeler ve deliller gelmesini müteakip, bu sefer tuttular buzağıyı tanrı edindiler. Derken onlar tövbe edince, bunu da bağışladık. Ve Mûsâ’ya da onlar üzerinde âşikâr bir nüfuz ve kudret verdik.” (Nisa, 4/153)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin mucizeleri olmadığını iddia ediyorlar. Bu iddialara nasıl cevap vermeliyiz?

Peygamberimize mucize verilmiş midir? Eğer verildiyse, Kur'an'da mucize verilmediğini anlatan bir ayet olduğu söyleniyor?..

Hz. Muhammed’in mucizeleri var da, bizim mi haberimiz yok, diyerek bazı ayetleri göstermek suretiyle Peygamber efendimize mucize verilmediğini iddia edenlere ne dersiniz?

Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu, (Ankebut 29/51) mealindeki ayete göre, Peygamberimize (asv) hiç mucize verilmemiş midir?

10 Mucizeleri (mi'rac, kamerin yarılması, parmaklardan suyun akması) inkâr etmenin hükmü nedir?

Mucizeye İnanmanın Hükmü:

Ayetle veya mütevatir hadislerle sabit olan mucizeleri inkar etmek küfürdür. Ancak haberi vahid veya zayıf rivayetlerle gelen mucizeleri inkar etmek kişiyi küfre götürmez.

Âlimler, haberleri mütavatir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

Mütevatir haber: Yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, kendileriyle aynı vasıf ve sayıdaki bir topluluktan rivayet ettikleri haberdir. Bu haber, ravilerin gördükleri veya işittikleri bir şey olmalı, zanna dayalı olmamalıdır. Aynı zamanda ilim ifade etmelidir. Âlimlerin çoğunluğuna göre, sözü edilen topluluğun belli bir sayısı yoktur; ayrıca Müslüman veya adil olma şartı da aranmaz. Bu hususta, usul kitaplarında ayrıntılarıyla izah edilen başka zayıf görüşler de vardır.

Haber-vahid ise, mütavatir hadisin şartlarını taşımayan haberdir. Bu noktada haberi rivayet eden kimsenin bir veya birden fazla olması arasında herhangi bir fark yoktur. Hükmü konusunda ise ihtilaf edilmiştir: Sahabe, tâbiîn ve onlardan sonraki muhaddis, fakih ve usulcülerin büyük çoğunluğu, güvenilir tek kişinin (vahid) haberinin şeriatın delillerinden bir delil olduğunu; zan ve ilim ifade ettiğini, bu sebeple onunla amel etmek gerektiğini belirtmişlerdir. Haber-i vahidle amel, aklen değil şeran sabittir.

Her Müslüman'ın, Allah Teâlâ'nın insanlara zaman zaman göndermiş olduğu peygamberlerinin davalarında sadık ve haklı olduklarını ortaya koyan ve Allah tarafından desteklendiklerini ispat eden mucizeler verdiğine inanması farzdır. Hiç bir peygamber yoktur ki, Hak Teâlâ ona bir mucize ihsan ederek onu tasdik etmiş olmasın. Bu husus, Kur'an'da adı geçen her peygamber hakkında indirilen müteaddid âyetlerle sâbit olmuş ve onlara verilen mucizeler açıklanmıştır.

O halde mucize gerçeğine iman; Kitap, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet ile sâbittir. Kur'an'la sâbit olan "İsrâ" ve "İnşikâk-ı Kamer" gibi hissî ve kevnî mucizeleri inkâr, küfrü gerektirir. Her peygambere mucize verildiğine dair pek çok âyetler olduğu gibi, Peygamber (asm)'in şu sahih hadisi de zikredilebilir:

"Hiç bir peygamber yoktur ki, Ona insanların imanına sebep olan mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise, ancak bana vahyolunan bir vahiydir. Onun için kıyamet gününde ümmeti en fazla olan peygamber ben olacağımı ümit ediyorum." (Buharî, Fezâilûl-Kur îın, 1; Müslim, İman, 239).

Peygamberlerin mucize göstermelerinin aklen de mümkün olduğuna en açık delil; mucizeyi yaratan Hak Teâlâ'nın her şeyi yaratacak kudrette bir "Kâdir-i Mutlak" olmasıdır. Çünkü; kâinatta, yerde ve gök yüzündeki canlı cansız varlıklar âlemine dikkatle bakılarak ondaki incelik, şaşmaz düzen ve muhkem nizam incelenip düşünülünce, bütün bunların yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın, peygamberlerini tasdik etmek maksadıyla gerektiğinde, herbirinin elinde, ezelî ilmine ve küllî iradesine uygun olarak mucize adı verilen fevkalâde bir şey yaratmasının aklen mümkün olduğu kolayca anlaşılır.

Allah (c.c)'a, sonsuz kudret ve azametine inanan herkes; mucizeye, onun aklen mümkin ve fiilen sâbit olduğuna tereddütsüz iman eder. İnsanlık tarihi bu gerçeğin canlı örnekleriyle doludur.

11 Hz Aişe, Hz. Ömer, Hz Ali gibi önemli kişilere de Allah bazı mucizelerini göstermiş midir?

Bu tür hayalî soruların sonu gelmez. Allah neyi nasıl yapacağını bizden daha iyi bilir...

Eğer Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ali (ra) veya Hz. Ömer (ra) de soruda geçtiği gibi olsalardı, bu takdirde inkârcılar tamamen şüpheye düşebilirlerdi ve “Bu olay bu şebekenin bir uydurmasıdır.” diyebilirlerdi. Bir tek Peygamberi (asm) hazmetmezken, böyle bir peygamberlik koalisyonunu andıran bir kurula mı inanacaklardı?

Kaldı ki, inkârcılar bu gibi hadiseleri görüp de iman edecek durumda değillerdi. Her biri kendisinin peygamber olmasını istiyordu. Peygamberlik diye bir şey varsa, bu onların hakkıydı; en azından onlara da ayrı sahifeler gönderilmeliydi... Onlar böyle düşünüyorlardı;

“Bu beyler, bu öğütle (Kur’an’la) yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman istiyorlar!” (Müddessir, 74/52)

Ayrıca, Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ali (ra) veya Hz. Ömer (ra) de diğer insanlar gibi imtihana tabidir. Böyle özel bir statüye tabi tutulmuş olsalardı, imtihan için gereken fırsat eşitliği kalmaz ve adalet mefhumu ortadan kalkmış olacaktı. 

Sahabelerin büyük bir kısmı, hiç bir hissî mucizeyi görmeden iman etmişlerdi. Onlar için -her tavrıyla samimi, güvenilir olduğunu yakından gördükleri- Hz. Muhammed’in (asm) sözleri ve Kur’an’ın ortada olması yetiyordu. İman ettikten sonra birçok mucize görmeleri söz konusu olabilir. Nitekim, aynı anda yüzlerce kişinin şahit olduğu mucizeler söz konusu olmuştur.

Mesela; Hz. Peygamber (asm), Bedir Savaşı başlamadan önce adlarını söyleyerek müşriklerin başı olan Ebu Cehil ve arkadaşlarının öleceklerini -yerlerini göstererek- bildirmiştir.

Uhud Savaşı'nda, Ebu Katade’nin ok darbesiyle yerinden çıkan gözünü tekrar yerine koymuş ve aynı anda iyileşmiştir.

Bedir Savaşı'ndan sonradan “Avn” adıyla, Uhud Savaşı'nda “Urcun” adıyla meşhur olmuş iki kılıç var ki, bunlar birer değnek olarak kılıçları kırılmış sahabilere verilmiş ve kılıç olmuştur.

Hendek Savaşı'nda çok az bir yemekle bütün orduyu doyurmuş... Ayrıca susuz kalmış 1500 kişilik bir topluluğa parmaklarından akan suyla hem onlara içirmiş hem de abdest almalarını sağlamıştır.

Bunun gibi yüzlerce mucizeyi yüzlerce sahabe görmüştür.

Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra bile canlarıyla mallarıyla ortaya koydukları fedakarlıklar, sahabenin başka bir mucizeye ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli bir imana sahip olduklarının göstergesidir. Onların başka mucizelere ihtiyaçları olsaydı, herhalde ilahî hikmet gereğini lütfederdi.

“Perde-i gayb açılsa, imanım bundan daha fazla olmaz.” diyen Hz. Ali (ra)’in başka mucizelere ne ihtiyacı olabilir ki?

Genel olarak sahabeler derecelerine göre eşsiz bir iman gücüne sahip oldukları hususu, bütün ümmetin kabul ettiği bir gerçektir.

Bununla beraber, Hz. Cebrail (as) defalarca sahabeden Dıhye adındaki şahsın suretinde Hz. Peygamber (asm)'in meclisine gelip oturmuş, sohbet etmiş gitmiştir. Ve Hz. Peygamber (asm) onun Cebrail (as) olduğunu arkadaşlarına bildirmiştir.

Not: Mucizeler, ancak peygamberlere verilir. Peygamber olmayan kimselerin gösterdiği harika haller varsa buna keramet denilir.

12 Sihir ile mucize arasında fark yoksa, mucizenin sihirden farklı olacağı nasıl anlaşılır?

Mucize kudretin karşıtı olan "acz" kökünden if'al babında "i'caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terimdir.

Mucize; peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın, bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ'nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini (mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir.(1).

Bu tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah'ın bir fiilidir. Onu peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr eden herkesi aciz bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik iddiasını ispat ve tasdik manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika göstermesi, "Kulum, peygamberlik iddiasında sadıktır, kendisi de, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve gerçektir." demektir. Tarifteki, "peygamberlik iddiasında bulunmak" ve "meydan okumak" (tahaddi) şartları, mucizeyi, Allah'ın salih kulları olan evliyânın gösterdikleri "kerâmet" adı verilen ve benzeri diğer fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah dostları olan evliyanın, "peygamberlik iddiası" ve "meydan okuma" vasfı yoktur. Onların gösterdiği kerâmetler, tâbi oldukları ve şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür mucizesi sayılır.(2)

Mu'cize sahih ve kabule şayan olması için, bazı şartları gerektirir.

1. Mucize, Allah Teâlâ'nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtar'dır; yani dilediğini yaratır. Ancak kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Meselâ, Hz. Musa (as)'ın elindeki asayı yılana çevirmek, İsa (as)'ın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ'nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir.

2. Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve kâinatın normal nizamına göre meydana gelen (güneşin doğması gibi) hadiselerde fevkalâdelik özelliği yoktur.

3. İtiraz edilmesi imkansız olmalıdır. Çünkü icâz'ın fonksiyonu, karşı çıkan muarızların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.

4. Mucize, Allah'ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir.

5. Gösterilen mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.

6. İddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır.

7. Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü (iddiasını) müteakip hemen meydana gelmelidir.(3)

Sihir, mucizeden farklıdır. Kurtubi; “Aslında sihir hile ile bir şeyi örtmektir. Zira sihirbaz, hile ile bir takım şeyler yaparak, sihir yapılan kimseye, bazı şeyleri olduğundan başka türlü gösterir. Serabın uzaktan su görünmesi gibi, sihir de gerçek dışıdır.” demektedir.

Sihrin mucizeden farklı olduğu Araf suresindeki şu ayetlerde açıkça ifade edilmiştir.

115. Sihirbazlar şöyle dediler: "Ey Musa, önce maharetini ya sen or­taya koy yahut da biz koyalım."  

Firavun'dan, mükâfatlandırılacaklarına dair söz alan sihirbazlar, Mu­sa'ya yönelerek: "Ey Musa ya önce sen asanı yere at. Veya biz senden önce ya­pacağımız şeyleri ortaya koyalım." dediler. 

16. Musa: "Önce siz koyun." dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Böylece büyük bir sihir göstermiş oldular."

Musa (as), önce sihirbazların maharetlerini ortaya koymalarını istemiştir ki insanlar onların tüm maharetlerini görsünler, düşünsünler heyecanları yatışsın, ondan sonra da kendisinin ortaya koyacağı Hakka şahit olsunlar. Hayalî şeylerle gerçekleri birbirinden ayırabilsinler. Evet, sihirbazlar bütün maharetlerini ortaya koydular, insanların gözlerini büyülediler, onlara korku verdiler. Fakat gerçeği görünce de önce bizzat kendileri iman ettiler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Sihirbazlar ortaya kalın ipler ve uzun uzun ağaçlar attılar. Sonra da sihir yaparak bu attıkları şeyleri insanlara, hareket ediyormuş gibi gösterdiler. İnsanlar onlardan korktular. 

117. Biz de Musa'ya: "Asanı bırakıyor." diye vahyettik. Bir de ne gö­rürsün, âsâ onların bütün uydurduklarını yutuyor. 

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Musa'nın âsası, sihirbazların ortaya attık­ları ip ve odunlardan önüne geleni yutuyordu. Bu yüzden sihirbazlar bunun, ilâhî bir mucize olduğunu ve sihir olmadığını anlayarak secdeye kapandılar. Ve dediler ki: "Musa'nın ve Harun'un rabbi olan, âlemlerin rabbine iman ettik." 

118, 119. Böylece hak ortayı çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler ve zelil olarak geri döndüler. 

Böylece Musa (as)'ın Hak Peygamber olduğu ortaya çıktı ve sihirbazların uydurdukları şeyler boşa gitti. Musa (as), Firavunu ve topluluğunu mağlup etti. Böylece onlar, hor ve hakir olarak geri döndüler. 

120-122. Sihirbazlar secdeye kapandılar ve şöyle dediler: "Âlemlerin rabbi olan, Musa ve Harun'un rabbine iman ettik."  

Hz Musa (as)'ın gösterdiği şeyin sihir olmadığını herkesten önce sihirbazlar anlamışlardı. Zira onlar kendi yaptıklarının nasıl bir şey olduğunu, onunla in­sanları nasıl yanılttıklarını iyi biliyorlar ve Hz. Musa (as)'ın gösterdiği şeyin de kendilerinin yaptığına benzemediğini çok iyi anlıyorlardı. Bu yüzden derhal gerçeği kabul ederek secdeye kapandılar ve Allah’a iman ettiler.(4)

Dipnotlar:

(1) bk. et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,177; el-Cezirî, Tavdîhu'l-Akâid, 140.
(2) bk. Celâl ed-Devânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, II, 277.
(3) bk. el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III, 177-179.
(4) bk. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/97-98.

13 Hz. Muhammed neden her zaman mucize istememiştir? İsteseydi her zaman mucize olabilirdi?

Mucize; peygamberlerin, nübüvvetini insanlara ispat etmek için, insanların yapmaktan aciz olduğu bir takım  işlere mahzar olmalarıdır. Mucizeleri, Allah, peygamberlerini teyit ve tasdik için, ihtiyaç durumunda ikram eder. Bütün peygamberlerin hayatında mucize vuku bulmuştur. Dolayısıyla bir kanun-u İlahi hükmündedir.

Mucizeler üç sınıftır:

Birincisi, Manevi (akli) Mucize: Bunun en büyük ve mükemmel örneği Kur'an-ı Mu’ciz-il Beyandır. Bu mucize ebedi olarak devam eder; bir an ve zaman ile kayıtlı değildir. Kur’an’ın mucize olduğunu belagat alimleri kati deliller ile ispat etmişlerdir.

İkincisi, Hissi (maddi) Mucize: Bu mucizeler zaman ve zemin ile kayıtlı ve sürekliliği olmayan maddi mucizelerdir. Bu mucizeler ekseri olarak ihtiyaç anında ya da bir zaruri durumdan sonra vuku bulur. Bu çeşit mucizeler Peygamberimiz (asm)'in hayatında çokça vuku bulmuştur. Hadis alimleri kat’i bir tahkik neticesinde bine yakın mucize rivayet etmişlerdir.

Mesela şakkı kamer, miraç, parmaklarından suyun akması, az yemek ile çokların doyması, gibi bine yakın hissi ve maddi mucizeler, kati bir silsile ile günümüze aktarılmıştır.

Üçüncüsü Haberi Mucize: Bu da Peygamber Efendimiz (asm)'in geleceğe dair birtakım ihbarlarıdır. Mesela, ahir zaman ve kıyamete dair gaybi ihbarlar ve buna benzer birçok hadisleri, buna örnek teşkil eder.

"Eğer onların hakka sırt çevirmeleri sana pek ağır gelip de kendilerine bambaşka bir mûcize getirmen için, yer altında bir geçit veya göğe çıkacak bir merdiven arama peşinde olursan, şunu bil ki; şayet Allah dileseydi onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevrî davrananlardan olma." (En’am, 6/35)

mealindeki ayette, mucizelerin, insanların iradesini elinden alacak kadar zorlayıcı ve açık olmaması gerektiği ihtar ediliyor.

Diğer taraftan, biz Müslümanlar olarak, özel yaşantımızın tarzını ve şeklini Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamdan öğrendiğimiz gibi, toplum hayatımızın tarzını ve şeklini de yine ondan öğreneceğiz; o nasıl yaptı ise, biz de ona bakarak yapacağız. Bunun böyle olması için, Efendimiz (asm)'in hayatında tatbikatının olması ve bir beşer olarak yaşaması gerekir. Eğer bütün hayatı, mucizelerle olsaydı, o zaman bize örnek olamazdı, onu her haliyle örnek alamazdık.

Evet, isteseydi, Allah’ın izniyle, ellerini çevirir tüm müşrikleri Karun gibi yerin dibine batırır, hiç açlık, yokluk, sıkıntı çekmez, dünya hayatını cennet hayatı gibi geçirirdi. Ancak o zaman ümmetine imam, her haliyle önder, hayatın her yerinde örnek olamazdı.

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek, inançsızların inadını kırmak, iman edenleri motive etmek ve zaruri durumlarda ihtiyaç gereği ara sıra mucizeler gösterirdi. Diğer vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade Allah’ın emir ve yasaklarına uymuşsa, Allah’ın kainatta koyduğu adetullah kanunlarına da herkesten daha çok itaat etmiştir.

O da her beşer gibi, yer, içer, acıkır, üzülür, hastalanır, evlenir, uyur, yorulur... Sahabe açlığın acısını hissetmemek için karnına bir taş bağlamışsa, o iki taş bağlamıştır. Düşmana karşı zırh giyer, “Sipere giriniz!..” emreder, yaralanır, zahmet çekerdi.

Demek ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hali ve her tavrı, doğruluğuna ve peygamberliğine delil ise de; fakat her hali, her tavrı hârikulâde ve mucize olması gerekmez. Çünkü Allah, onu insan olarak göndermiştir. Böylece hayatın bütün yönlerinden ümmetine örnek olabilsin. Toplumda, dünya ve ahiret hayatında mutluluğu kazandıracak her durumda rehber ve önder olsun.

Diğer taraftan, dünya bir imtihan ve tecrübe meydanı olduğundan, bu imtihan gereği olarak elbette her şey açık ve net, herkesin inanmaya mecbur kalacağı bir durumda da olmamalıdır. İmtihan salonunda akla kapı açılsın ve aklın iradesi elinden alınmasın.

Eğer her şey açıkça mucizelerle ortaya konsaydı, o zaman insan iradesi kalmaz, Ebu Cehil de, Ebu Bekir (ra) gibi tasdik ederdi. İmtihan ve teklifin faydası da kalmaz, kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.

Onun (asm) hayatını, hayatımıza hayat etmeye çalışmalıyız…

14 Miraç'ın Kâbe'den arşa kadar olduğu ayetle sabit midir? Muallak taşının kutsi bir yönü var mıdır?..

Kâbe'den / Mescid-i Haram'dan Kudüs'e / Mescid-i Aksa'ya yapılan yolculuğun adı Kur'an'da "isra"dır. (bk. İsra, 17/1). Kudüs'ten göklere yapılan yolculuk ise Miraç olarak bilinmektedir.

Bu olay da Necm suresinde yer almaktadır. Ancak burada "Kudüs'ten göklere yükselttik" gibi açık bir ifade olmadığı için, bazı alimler, açıkça bundan bahseden sahih hadis rivayetlerini esas almışlardır.

Yoksa Hz. Peygamber (asm)'ın Sidretu'l-Müntehaya çıktığı bizzat ayetle sabittir. (Necm, 53/14). Bu sidre ağacı ise, altıncı veya yedinci göktedir. Hz. Peygamber (asm) burada Hz. Cebrail (as) ile görüştüğüne göre, kendisi oradan daha yukarılara çıkmış ki, Cebrail (as) "Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım." denmiştir. (bk. Razî tefsiri, XXVIII/291).

Muallak taşı, Peygamber Efendimizin (asm) Miraca yükselirken üzerine bastığı taştır.

O gün bu mescit, bugünkü şekliyle var olduğu söylenemez. Ancak ayette ismiyle geçtiğine göre, tarihten kalma temeller üzerindeki yapının bazı parçalarını düşünebiliriz. Yoksa, bunu inkâr etmek veya bu mescidin göklerde olduğunu savunmak, doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MESCİD-İ AKSA...

15 Peygamberimiz zamanında Kudüs’te Mescid-i Aksa var mıydı?

- İslam alimlerinin büyük çoğunluğu Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ'nın, çevresi mübarek kılınan Beytü'l-Makdis (Kudüs'teki) olduğunda ittifak halindedir.

Bazı tarihi kaynaklarda Kudüs'ün M.S. 70 yılında yıkıma uğratıldığı, Beyti Makdis'in de bu olayda yıkıldığı ifade edilmektedir. Ancak bu mekan yine bir mabed olarak biliniyor ve Beyti Makdis'in kalıntıları da korunuyordu. İşte Peygamber Efendimiz bu kalıtılar hakkında bilgi vermiştir.

Şu an Yahudilerin "Ağlama Duvarı" Müslümanların ise "Burak Duvarı" olarak adlandırdıkları duvar, eski mabedin bir kalıntısıdır.

M.S. 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) döneminde Kudüs fethedildikten sonra Beyti Makdis'in yerinde Mescidi Aksa inşa edildi. Hz. Ömer (r.a.)'ın burayı mabed ittihaz etmesi de o mekanın kudsiyet ve ehemmiyetinden ileri geliyordu.

Mescidi Aksa daha sonra Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletildi. Mescidi Aksa'nın hemen yakınında bulunan ve bugün Türkiye Müslümanları tarafından Mescidi Aksa zannedilen sekiz köşeli Kubbetu's-Sahra adlı mabed de Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa ettirilmiştir.

Günümüzde İsrâ sûresinin birinci ayetinde kastedilen mescidin, Mescidi Aksâ olmadığı yolundaki iddialar, İslâm müfessirleri arasından itibar görmemiştir. Tanınmış bütün müfessirler burada kastedilen mescidin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ancak o zaman, Kudüs'te bugünkü gibi bir mescidin olmadığı, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde kendisinden "Mabed" diye söz edilen binanın kalıntılarının bulunduğu tarihen sabittir ve doğrudur.

Bu mekân “Beytu’l-Makdis / Beyt-i Makdis” olarak adlandırılırdı. İşte Resulullah (asm)'ın ziyaret ettiği mekanın bu “Beyt-i Makdis” olduğu bütün ünlü müfessirler tarafından dile getirilmektedir.

Örneğin, Kadı Beyzâvî tefsirinde "Mescid-i Aksâ" ismi açıklanırken: "Burada kastedilen, Beyti Makdis'tir. Çünkü o zaman orada bir mescid mevcut değildi." denmektedir. Aynı ibarenin Nesefî ve Hazin tefsirinde de aynen geçtiğini görüyoruz. İbnu Abbas'tan rivayet edilen tefsir de bu şekildedir. Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinde de ayette geçen "Mescidi Aksâ" ibaresiyle ilgili olarak, şu açıklama yapılmaktadır: "Mescidi Aksâ, Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Nitekim İsrâ hadisinde de: 'Burak'a bindim. Beytu'l-Makdis'e vardım.' diye geçmiştir. Bunun etrafı da Kudüs ve civarı demek olur." (Elmalılı, Hak dini Kur’an Dili, 5/276)

Burada kastedilen İsrâ hadisi için bk. Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6; Müslim, İman, 259, 264; Nesai, Sâlât, 10; Tirmizî, Tefsiru sureti’l-İsrâ 2, 17; Ahmed b. Hanbel, III/148, IV/208, V/387, 392,394.

- Mescid-i Aksa’yı açıklama sadedinde tefsir kaynaklarında Kudüs’e işaret eden “Beytu’l-Makdis” sözcüğünün kullanıldığı onlarca tefsir vardır. (Misal olarak bk. Taberi, Zeccac / Maani’l-Kur’an, Maverdi, Sa’lebi, Beğavî, Zemahşeri, Razî, ilgili ayetin tefsiri)

- Muhammed Hamidullah, İsra 1. âyette geçen "en uzak mescit" anlamındaki “Mescid-i Aksâ”nın Kudüs'teki mescit olamayacağını, bunun semavî bir mescit (semalarda bulunan bir mescit) olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Ancak bu görüşün doğru olmadığı bizce çok açıktır.

Önce: Semada “Mescid-i Aksa” adıyla bir mabedin bulunduğuna dair bir bilgi ne ayette ne de hadislerde vardır.

İkincisi: Mirac-İsra olayında, Hz. Peygamber (asm)'in Mekke’den Kudüs’e yaptığı seyahatini bildiren birçok sahih hadisler vardır. Ümmetin ittifakla kabul ettiği bu bilgiye ters düşecek bir yorumun kabul edilmesi elbette mümkün değildir.

Üçüncüsü: İsra suresinin ilgili ayetinde Mescid-i Aksa’dan sözedilirken, onun bulunduğu yer de tanıtılmıştır ki, oranın Kudüs olduğunda şüphe yoktur:

“Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir!”

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Allah, Arş ile Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistin’i mukaddes kılmıştır." (Müslim, İman, 282)

Bu hadiste tarif edilen Kudüs’ün mübarek vasfı ayette de aynen geçmiştir. Bu da Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerin Kudüs olduğunu gösterir.

Mescid-i Aksa’nın çevresinin mübarek kılınması, oranın münbit bir araziye sahip olması, ırmakların, ağaçların, yeşilliğin olması, bir de peygamberlerin kıblesi olması anlamına gelir ki, böyle bir şey gökler için düşünmek mümkün değildir.

Dördüncüsü: İsra suresinin 7. Ayetinde meal olarak şu ifadelere yer verilmiştir:

“İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, onu da kendi aleyhinize işlemiş olursunuz. Derken sonraki taşkınlığınızın vâdesi gelince, kederinizden suratlarınız asılsın, daha önce girdikleri gibi yine Mescide girsinler ve istila ettikleri yeri mahvedip dursunlar diye başınıza yine düşmanlarınızı musallat ederiz.”

 Bu ayette meal olarak “Mescide girsinler” ifadesinde, bilinen bir mescid anlatılmaktadır. Arapçasında da belirtili olarak “El” takısı almış şekilde “el-Mescid” olarak kullanılmıştır.

Arapça gramer kaidesine göre, “el-Mescid”in başındaki tarif edatı daha önce geçen bir yere işaret eder. Manası, “o bildiğiniz Mescid” şeklinde olur. Bu surede daha önce iki Mescid geçmiştir. Biri, Mekke’ye ait Mescid-i Haram, diğeri Mescid-i Aksa’dır. Bu son ayette muhataplar İsrailoğulları olduğuna göre, bu bilinen ve Kudüs’te olan Mescidin Mescid-i Aksa olduğunu göstermektedir.

- Bazılarına göre, Mescid-i Aksa Ci’rane mescididir. Ci'râne ise Mekke ile Taif arasında Mekke'ye 9 km. uzaklıkta, Huneyn Gazvesi'nde elde edilen ganimetlerin dağıtıldığı yer olarak şöhret bulmuş bir bölgedir. Ganimet taksiminde yaşanan olayların hatıralarını yadetmek üzere inşa edilmiş bir mescit bulunmaktadır. Böyle 9 km. uzakta olan bir yere “en uzak Mescid” anlamına gelen “Mescid-i Aksa” tabirinin kullanıldığını düşünmek akla ziyan bir tasavvurdur. Kaldı ki, hiçbir tarihi kaynakta o dönemde Mekke'de öyle bir mescidin varlığından söz edilmez.

- Bazı kimselerin isabetle kaydettiği gibi, bu konudaki iddialarında kendilerince "akılcılık" yaptıkları gibi o dönemde Kudüs'te herhangi bir mescid olmadığı iddiasını kullanmaya çalışıyorlar. Bunu bir de bazılarının "ilahiyatçı" sıfatıyla yaparak kendilerince bilimsel bir keşif yapmış, yeni bir bilgiye ulaşmış gibi öne çıkmaya çalıştıklarını duyuyoruz. Oysa bu iddialarının hiçbir tutarlı yanı olmadığı gibi, iddiaları da sadece kutsal Mescidi Aksâ'yı ortadan kaldırmak için yoğun çaba harcayan Siyonist işgalcilerin işlerini kolaylaştıracak nitelikte iddialardır. Çünkü işgalci Siyonistler bunu başarabilmek için Müslümanların Mescidi Aksâ'yla gönül bağlarını koparmayı amaçlıyorlar.

16 Mucizlerin varlığı, imtihan sırrına aykırı değil midir?

1. İmtihan sırrı vardır. Nitekim ayeti kerimede buyuruluyor:

"Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz." (Enbiya, 21/34-35)

2. İnsanların iradesini elinden alacak şekilde gerçekleri göstermekle imtihan sırrı ortadan kalkabilir. Ancak bu dünya hayatında hiç bir insanın özgür iradesi elinden alınmamaktadır. Mucizeler de akla kapı açar ancak iradeyi elden almaz. İnanmak istemeyen bir insan mucize de olsa bir bahane bulabilir. Eğer mucizeler insanın iradesini elinden alabilecek şekilde olsaydı imtihan sırrı kalkardı.

3. İnsanlar, diğer mahluklar gibi, sabit, değişmez belli bir kabiliyet üzerine yaratılmamıştır. O, Yaratılışı itibariyle son derece terakki (yükselme) ve tedenni (düşme)ye müsaittir. Manen ilerleyerek meleklerden üstün olabileceği gibi; ruhen, ahlaken gerileyerek hayvanlardan çok daha aşağılara düşebilecektir.

Cenab-ı Hak, insanları bu mahiyette yarattıktan sonra başı boş bırakmamıştır. Peygamberlerle, yüce hedeflere terakki edip yükselmenin şartlarını öğrettiği gibi, ilerlemeye mani olacak engelleri, onu alçaltıcı, düşürücü sebepleri de göstermiş ve şöyle emretmiştir:

"İşte sana iki yol, birinde gidersen yükseliş, diğerinde gidersen alçalış var. Sakın nefsine, şeytana uyup kendini alçaltma. Aksi takdirde bundan hesap verecek, ebedi hüsrana uğrayacaksın."

İşte insanın manen ve hatta maddeten yükselmesi, bu gösterilen doğru yolu hür iradesiyle seçmesine bağlıdır. Hayat ise, böyle bir seçimin yapılması için verilen bir fırsattır, bir imtihandır.

Bu imtihanın gerçek manada imtihan olması ve insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, seçim işinde zora maruz kalmaması lazımdır. Her şeyi aklı ile görmeli, iradesi ile seçmelidir.

Her devirde peygamberler gelerek, bu ilahi tebliği tazelemişler, zamanla unutulan, perdelenen hakikatleri yeniden akılların anlayacağı şekilde açıklayıp gitmişlerdir. Fakat zorlamamışlardır. Hiçbir peygamber, tebligatını yaparken, insanlara zorla benimsetme cihetine gitmemiştir. Bir bakıma aklı şaşırtıcı olan mucizeler bile, tamamen susturucu, herkesi kabule zorlayıcı olmamıştır. Söz gelişi, Hz. Musa (as)'ın asası, sihirbazların göz bağlayıcı iplerini yutarak, hilelerini iptal ettiği zaman sihirbazlar:

"Harun ve Musa'nın Rabbine inandık." diye imana gelirken, Firavun: "Bu hepinize sihir öğreten büyüğünüz." (Ta-Ha, 20/71) diyebilmiş, küfrüne devam edebilmiştir. Keza, Hz. Peygamber (asm) Mekke müşriklerinin talebi üzerine, parmağıyla işaret buyurduğunda gökteki "ay" ikiye bölündüğü zaman; onlar: "Muhammed sihriyle semaya da tesir etmeye başladı." diyerek direnmeye devam edebilmişlerdir.

Demek ki, din bir imtihandır. Bu imtihanda, akla kapı açılır, fakat, irade elden alınmaz.

17 Ayın Yarılması mucizesini haber verenler, o zaman hayatta mıydı?

a) Hz. Ali miladi 599 yılında doğmuştur. Hz. Peygamber (asm), peygamber olduğunda en az 10 yaşındadır. Ay’ın yarılması peygamberliğin dokuzuncu yılında gerçekleştiğine göre, Hz. Ali o sırada on dokuz-yirmi yaşlarındadır.

- Hz. Huzeyfe h. 36’da vefat etmiştir. Doğum tarihi bilinmemekle beraber, babasıyla birlikte Uhud savaşına katılmış, babası yanlışlıkla öldürülmüştür. Onun Ay’ın yarılması sırasında Mekke’de olmadığı bir gerçektir.

- Abdullah b. Mesud, -doğum tarihi bilinmemekle beraber- hicri 32. yılında vefat ettiği zaman 60 küsur yaşındaydı. Buna göre Ay’ın yarıldığı tarihte yirmi küsur yaşındadır.

- Cübeyr b. Mutim, Bedir savaşında müşriklerle beraber idi. 628’de Hudeybiye anlaşmasından sonra Müslüman olmuştur.

- Abdullah b. Ömer hicretten on dört sene önce doğmuştur. Ay’ın yarıldığı tarihte on yaşı civarındadır.

b) Buhari ve Müslim, bu olayı Hz. Enes, Hz. İbn Abbas’ın yanında, Hz. İbn Mesud’dan da rivayet etmiştir. Tirmizi de bu olayı Hz. İbn Mesud ve Mutim b. Cubeyr’den  rivayet etmiştir.

- İbn Hacer’in bildirdiğine göre, Ay’ın yarılmasını haber veren ravilerden Hz. Enes ve Hz. İbn Abbas bu olayı görmemişlerdir. Zaten bunlar da böyle bir şey gördüklerini söylememişleridir. Onlar duydukların nakletmişlerdir.

Ancak, bu olayı haber veren Abdullah b. Mesud, Cubeyr b. Mutim ve Hz. Huzeyfe bu olayı bizzat görmüşlerdir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 7/182)

c) Hz. Enes ve Hz. İbn Abbas’dan gelen sahih haberlere şüphe ile bakmak hadis ilminin kritelerine aykırıdır. Çünkü, sahabenin -kendi içtihatlarıyla ortaya koymaları mümkün olmayan- bu gibi konulardaki haberleri merfu hükmündedir. Yani verdikleri bilgiyi Hz. Peygamber (asm)'den öğrenmişlerdir. Burada da ya doğrudan Hz. Peygamber (asm)'den veya İbn Mesud gibi olayın şahidi olan sahabelerden dinlemişlerdir.

d) Ayın ikiye bölünmesi mucizesi, hem sahih hadislerde de hem tarih kaynaklarında geçtiği gibi, Kur’an ile de sabittir.

“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.” (Kamer, 54/1-2)

mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunun bir büyü olarak değerlendirdiklerine vurgu yapılmaktadır.

e) el-Kettani, Ay’ın yarılması mucizesini mütevatir hadislerle ilgili yazdığı eserine almıştır. (bk. Nazmu’l-Mütenasir mine’l-hadisi’l-mütevatir, 1/211)

- İbn Sübki de bu olayla ilgili hadisin mutevatir olduğu ve Kur’an’la da sabit olduğunu belirtmiş ve bunu inkâr edenlerin ehl-i bida olduğuna işret etmiştir. (bk Kettani, a.y)

- İbn Hacer, İbn Abdulber, Kurtubî, Münavi gibi büyük hadis alimleri bu olayın manevi tevatür mahiyetinde olduğunu belirtmişlerdir. (bk. Kettani, a.y, 1/212)

Soruda geçen “Diyorlar ki böyle büyük bir mucize için tüm Mekke’yi toplarmış Peygamberimiz.” sözü bir hayal mahsulüdür. Kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık.

En makul olan, mucizeyi göstermek isteyen kimseye o anda Allah’ın izniyle onu göstermektir. Bütün Mekke halkını toplayıp öylece mucize göstermesi diye bir gerekçe makul değildir.

Nitekim hayatı boyunca Peygamberimizi (asm) gösterdiği pek çok mucize vardır. Ancak hiçbirisinde, o an orada bulunmayan bütün insanları toplamak gibi bir çaba gösterdiğine dair tek bir kelime bile yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ayın Yarılması mucizesi...
Peygamberimiz’in en önemli mu’cizelerinden biri olan “Şakku'l-Kamer” (ayın yarılması) mucizesi nasıl meydana gelmiştir?

18 Peygamberlerin mucizelerini görmediğimize göre, onlara nasıl inanalım?

- Sizin dediğiniz doğrudur. Herhangi bir peygamber ortaya çıktığında, mutlaka insanları ikna edecek bir “ilahî elçilik” belgesi diyebileceğimiz bir veya birkaç mucize göstermiştir. O devirdeki insanların bazıları da bu mucizelere dayanarak iman etmişlerdir. 

Tarih kaynaklarından bazı olayları gördüğümüzde, asıl olaya şahit olmadığımız halde inanıyoruz. Çünkü, herkes her olayı görme şansına sahip değildir. 

Bugün, fizik, kimya, astronomi, tıp ve benzeri ilimlerde geçerli olan kanunların, bilimsel verilerini kaç kişi görmüştür? Bırakın bizim gibi halk kesimini; bizzat o konularda yapılan deney ve tespitleri uzman olanların bile binde biri bizzat görmemiştir. 

Bu nedenle her şeyi gözle görmek şart değildir. Akıl gözü de önemli bir test penceresidir. Biz o bilim uzmanlarının tespitlerini gözümüzle değil, aklımızla kabul ediyoruz. 

İşte bunun gibi, peygamberlerin mucizelerini de gözle görmesek bile, tarih kaynaklarından öğrenebiliyoruz. 

Tarihte, meydana gelen olayların en meşhurları, insanların dikkatlerini en fazla çekenleri şüphesiz “Allah’tan vahiy aldığını” söyleyen peygamberlerin ortaya çıkmaları hadisesidir. Biz hayatta görmediğimiz Sümer kralının, Babil kralının varlığına inanıyorsak, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın varlığına da aklen inanmak zorundayız. 

Sonuç olarak, peygamberlerin mucizelerini görmesek de işitmişiz. Nesilden nesile intikal ettiği için, -detayları olmasa da- aslı itibariyle şüphesiz olarak akla görünmektedir.

- Ateist de kendi bakış açısına göre haklıdır: Çünkü, materyalistler için önemli olan akıl değil, gözdür. Gözle görmediklerine inanmıyorlar. Oysa akıllarını da görmüyorlar, ama onu inkâr etmiyorlar...

- Bununla beraber şu da bir gerçektir ki, bugün bir insanı daha önceki peygamberlere iman etmeye davet ettiğimiz zaman, elimizde somut bir delil yoktur. Çünkü, o peygamberlerin mucizeleri hissi idi / duyu organlarına hitap ediyordu. 

Bugün aynı olayları canlandırmak mümkün olmadığına göre, mucizeye dayalı bir imanın tahakkuk etmesi de imkânsızıdır. Örneğin; birine desek, Hz. Musa, elindeki asayı yer atıyor ve onu bir yılan suretine çeviriyordu. Hz. İsa, ölüleri diriltiyordu. Karşı taraf, “bunları görmediğini, görmeden inanmayacağını” söylediğinde yapılacak fazla bir şey yok demektir.

Bu sebepledir ki, en son peygamber Hz. Muhammed (asm)’in hissi mucizeleri yanında, en büyük mucizesi olan Kur’an aklî bir mucize olarak ortaya konulmuştur. 

Akıl göz gibi değildir. Zaman ve mekan üstü kavrama kabiliyeti vardır. Ve Kur’an da tam aklın bu kabiliyetine göre zaman ve mekân üstü, evrensel bir vahiy örneği olarak ortadadır. 

Örneğin, bir kimse on beş asır sonra da olsa bugün Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini araştırsa, on beş asır öncesine gitmesine gerek yoktur. Hemen elimizdeki Kur’an’a bakar, onun insan üstü konumunu anlayabilir ve iman edebilir. 

Şu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm), Kur’an’ın bu aklî mucize yönüne işaret etmiş ve bunun hikmetini açıklamıştır:

“Allah’ın gönderdiği peygamberlerden her birine mutlaka insanların onun gibi bir şeyi görmekle imana geldiği bir mucize vermiştir. Ancak bana verilen mucize ise onlardan farklı olarak Allah’ın bana gönderdiği bir vahiydir / Kur’an’dır. Bu yüzden kıyamet günü, onların hepsinden daha fazla tabileri (uyanları) bulunan bir peygamber olacağımı ümit ediyorum.” (Buharî, İtisam, 1)

Haklı bir ümit; çünkü her zaman geçerli tek mucize Kur’an’dır.

19 Resullah Efendimizin Miraç Gecesi bir kervandaki su kabını açarak su içtiği doğru mudur?

Öncelikle ifade edelim ki, mülk Allah'ındır, Allah dilediğine dilediğini verir. Bu nedenle, Allah bir kulunun başkasına ait suyu içmesine izin vermişse ya da bir kulunun deveden düşmesine başka bir kulunu sebep olarak yaratmışsa, bunun hiçbir sakıncası olmaz; kul hakkı da söz konusu değildir. Zira onu yapmasını isteyen Allah'tır. Allah o suyun sahiplerini veya deveden düşeni başka şekillerde mükafatlandırır.

Nitekim Hz. Musa ile Hz. Hızır yolculuğunda, Hızır aleyhisselam Allah'ın izniyle bir gemiye zarar vermiş, bu sebeple de gemi zalim yöneticinin eline geçmekten kurtulmuştu. Az bir zararla koca geminin kurtulması kıyas edilemez.

Miraç gibi birçok mucize olayın gerçekleşmesine neden olan harikulade yolculukta meydana gelen ve soruda dikkat çekilen bazı olayları da böyle değerlendirmek gerekir.

Soruya gelince:

Bilindiği üzere, Miraç mucizesi, biri göklerde biri de yerde cereyan eden iki aşamadan meydana gelen bir olaydır. Hz. Peygamber (asm)'in doğrudan göğe çıkarılmayıp önce Mekke’den Kudüs’e yapılan ve yerde cereyan eden bir seyahatin gerçekleştirilmesinin hikmetlerinden biri, bu büyük mucizenin ispat edilebilir bir yöne sahip olmasını sağlamaya yöneliktir. Çünkü göklerde meydana gelen bir olayı insanlara ispat etmek mümkün değildir.

Bu sebepledir ki, Miraç olayının detaylarının anlatıldığı Necm suresi (53), nüzul sırasına göre İsra olayını anlatan İsra suresinden (17) daha önce olduğu halde, Kur’an’daki tertip sırası itibariyle daha sonradır.

İşte Hz. Peygamber (asm)'in Mekke’den Kudüs’e seyahat ederken yolda gördüğü kervanlarla ilgilenmesi, daha sonra gördüklerini bu olayın doğruluğuna delil olarak kullanması adına yapılmış hikmetli bir davranıştır. Ve bütün bunlar İsra suresinin ilk ayetinde  “Ona ayetlerimizi göstermek istedik” mealindeki beyanına dahildir. Buna göre:

Soruda verilen bilgilerin bir kısmı yanlıştır. Kervanlarla ilgili sahih bilgi özetle şöyledir:

Hz. Peygamber (asm) Mekke’ye döndüğünde sabahleyin insanlar -bu olayı duyunca- yanına toplandılar. Mescid-i Aksa’yı daha önce görenler ondan bahsetmesini istediler. Oda özelliklerini anlattı ve bunu kabul ettiler.

Sonra “Bize kervanlarımızdan bahsedin, onlar bizim için önemlidir.” dediler.

Bunun üzerine peygamberimiz (asm) Ravha’da filanca kabileye ait kervanı gördüm. Kaybettikleri bir develerini aramaya gitmişlerdi. Ben de yüklerinde gördüğüm bir kaptaki suyu -susadığım için- içtim. Geldikleri zaman onlara deveyi aramadan döndüklerinde söz konusu kaplarında suyu bulup bulmadıklarını sorun” dedi. Onlar da “Evet, bu da bizim için bir delil olur.” dediler.

Peygamberimiz (asm) sözlerine devamla: “Falanca ve filanca kabilelerin kervanlarını “Zi Mur” denilen yerde gördüm. Beni gören develerden biri ürküp yerinden fırladı ve sahibini yere düşürdü ve adamın bir kolu kırıldı. (Geldiklerinde) bunu da onlara sorun” buyurdu. Onlar: “Bu da bizim için ayrı bir delil olur. Ancak (oradaki diğer bazıları) bizim kervanımızdan bahsetmenizi istiyoruz.” dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) şunları anlattı: “Size ait kervanı TEN’İM’de gördüm” dedi. Onlar “Bu kervandaki develerin sayısını, yüklerini ve ne durumda olduklarını anlat.” dediler. Peygamberimiz (asm) , ben o sırada başka şeylerle meşgul olduğum için bu kervanın detaylarına dikkat etmemiştim. Ancak o anda Allah tarafından onların durumu gözlerimin önünde canlandırıldı, diyerek bu kervanın durumunu da anlatır ve Ten’im’de gördüğü bu kervanın önündeki gri bir deve olduğunu, bu devenin güneş doğarken buraya varacağını bildirir”. Müşrikler: Bunun da bir delil olduğunu.” söylediler.

Daha sonra da bu haberin doğruluğunu test etmek maksadıyla SENİYE tepesine çıkıp kervanı gözetlediler. Biri: “İşte güneş doğdu” deyince, bir diğeri de “İşte deve!” diye bağırdı. Bununla beraber bu işin bir sihir olduğunu söyleyerek inkârcılıkta devam ettiler. (bk. Beğavî, Hazin, İsra, 17/1. ayetin tefsiri, Mecmau’z-Zevaid, 1/64-65)

20 İnsanlar köylerden şehirlere göçünce kıyameti bekle, anlamında bir hadis var mı?

Köyden şehire göç edenlerle ilgili açık bir rivayete rastlayamadık.

Meşhur Cibril hadisinde bu mana işlenmiştir.

Bu uzun hadiste, “Başı açık yalın ayak (deve-davar güden) çobanların (kırsal kesimde yaşayan, hatta çobanlık yapan fakir kimselerin zamanla zengin olup şehirlere yerleşerek) yüksek binalar yapmada yarışmaları” kıyamet alameti olarak değerlendirilmiştir. (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1-7)

Peygamberimiz (asm)'in söyleyip de ortaya çıktığını gösteren haberlerle ilgili pek çok hadis vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

HZ. PEYGAMBER VE GELECEKTEN HABERLER

21 İnkarcılar, peygamberlere sadece sihirbaz iddiasında mı bulunmuşlar?

- İnkârcılar, peygamberlere yalnız “sihirbaz / büyücü” diyerek karşı çıkmamışlardır. Daha başka birçok bahanenin arkasına da saklanmışlardır.

Örneğin: Peygamberimiz (asm) için “O bir şairdir, o bir sahir/büyücüdür, o eski hikayelerden derlenen bilgileri aktarmaktadır, birileri ona bu bilgileri öğretmiştir, o da bizim gibi bir insandır; o da bizim gibi çarşı-pazarda dolaşır; o fakirin tekidir, o bir öksüzdür...” gibi bahaneler arakasına sığınarak inkâra direnmişlerdir. Yani mesele sadece sihirbazlık meselesi değildir.

- Bununla beraber, peygamberlerin gösterdikleri mucizeler harikulade olduğundan, imana niyetleri olmayanlar bunları kendilerince  en yakın gördükleri “sihir” sanatıyla nitelemişlerdir.

Mesela: Peygamber Efendimiz (asm), Allah’ın izniyle Ay’ı ikiye böldüğü zaman, Mekke müşrikleri buna sihir demişlerdir.

“Kıyamet saati yaklaştı, Ay bölündü. Ama o müşrikler her ne zaman bir mucize görseler sırtlarını döner: ‘Bu, kuvvetli ve öteden beri devam edip gelen bir büyüdür!’ derler. Onlar hakkı yalan saydılar, heva ve heveslerine uydular. Halbuki her iş gibi bu nübüvvetin de kararlaştırılmış bir sonu elbette vardır. Oysa onlara kendilerini inkârdan vazgeçirecek ibretler ihtiva eden nice olaylar bildirilmişti!” (Kamer, 54/1-4)

mealindeki ayetlerde bu gerçeğe işaret edilmiştir.

- Keza Hz. Musa’nın asasının harikalığını, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesini de bir sihir olarak nitelemişlerdir.

- “Peygamberimiz haşa büyücü değildi, ama büyüyle bir takım şeyler yapılabiliyordu.” ifadesi tamamen bir iftiradır. Peygamberimiz (asm)'in -haşa- büyü yaptığına dair hiçbir ayet ve hadis söz konusu değildir.

- Hz. Peygamber (asm)'in çocukluğundan beri asla yalan söylememesi ve bundan ötürü Muhammedü’l-Emin unvanını kazanması, Kur’an gibi insanlara ve cinlere meydan okuyan bir kitabı ortaya koyması, herkesten daha fazla bu Kur’an’a saygı duyması, herkesten daha fazla onun emirlerine riayet etmesi, bu Kur’an’ın zaman içinde doğruluğu ortaya çıkmış gaybi haberler ihtiva etmesi, bunun yanında yüzlerce mucize göstermesi, onun bir sihirbaz veya şair olmadığının açık göstergesidir.

Zira, büyücülerde bu mükemmel vasıflardan; kitaptan, ibadetten, takvadan, gaybi haberlerini tasdik ettirmekten eser yoktur.

- Keza, Hz. Musa’nın asasının maharetini Firavun ve yandaşları “sihir” olarak lanse ederken, işin başında yer alan ve büyünün ne olduğunu herkesten daha iyi bilen sihirbazlar ise, bunun büyü türünden değil, bilakis bir mucize olduğunu kabul etmiş ve ölümleri pahasına bu imanlarında sebat etmişlerdir. (bk. Ta Ha, 20/70-73)

22 Kuran’ın ilahi bir kitap olduğuna dair kesin kanıt yok, onu ilahi yapan nedir?

- Yazarın “Kur'an okumaya başladığınız zaman bu kitabın ilahi bir kitap olduğuna dair hiçbir kesin kanıt yok…” ifadesi, yerden göğe haksız ve cahilcedir.

- Kuvvetli ihtimalle yazar, Kur’an’ı asıl Arapça metninden “Besmele” okumayı bile bilmez, fakat onun hakkında hüküm vermekten de kaçınmaz.

Boşuna,“Cahil cesur olur.” dememişler. Konuyla ilgili birkaç noktaya işaret etmekte fayda vardır:

- Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından insanlara hitap etmek için gönderilmiştir. Bu sebeple, onun insanların anladığı şekilde bir üslup takip etmesi, hikmetin gereğidir.

Demek ki Kur’an’da insanlarla ilgili konuların işlenmiş olması, insan hayatını göz önünde bulundurması kadar tabii bir şey olamaz.

- Kur’an-ı Kerim, muhatapları olan insanların anlayacağı şekilde hitap etmekle beraber, semavi/ilahi kimliğini göstermek için de “insan üstü” olan bazı harika ve mucizevi özelliklerini de ortaya koymuştur. İşin uzmanı olan alimlere göre Kur’an’ın Allah’ın söz olduğunu gösteren deliller külli anlamda (40) kırk çeşitten fazladır. Numune olarak birkaç tanesini aşağıda takdim edeceğiz. Takdim edeceğiz ki, “yalancının mumu” yatsıdan önce sönsün!

a) Kur’an’da Çelişkilerin Bulunmaması.

“Eğer bu Kur’an Allah’tan başka bir yerden gelseydi, insanlar içinde pek çok çelişkiler bulurlardı.” (Nisa, 4/82)

Sahasında uzman milyonlarca İslam âliminin “Kur’an’da hakiki manada asla bir çelişkinin olmadığına” dair kanaatleri bu gerçeğin göstergesidir.

Üstelik Kur’an’ı elinde bulunduran Hz. Muhammed (asm) okuma-yazma bilmeyen ümmi bir zattır.

b) On üç asır sonra bilimsel çalışmaların ortaya çıkardığı keşiflerin on üç- on dört asır önce Kur’an’da yer alması:

"Biz ileride Kur’an’ın hak / Allah’ın sözü olduğu gerçeği onlara açık-seçik oluncaya kadar, hem âfaki hem enfüsi (hem insanların kendi âlemlerinde hem kâinat çapında) ayetlerimizi / delillerimizi göstereceğiz." (Fussilet, 41/53)

mealindeki ayette zaman içinde keşfedilen ilmi hakikatlerin Kur’an’ın verdiği bilgilerin doğruluğunu pekiştireceği hususu vurgulanmıştır.

Bir misal olarak diyebiliriz ki, Kur’an on dört asır önce insanın/ceninin anne rahminde geçirdiği safhaları sırasıyla öyle bir tarzda belirtmiş (Müminun, 23/12-14) ki, Embriyoloji uzmanlarına parmak ısırtmıştır. Evrenin genişlemesi (Zariyat, 51/47), göklerle yerin birbirinden ayrılması (Enbiya, 21/30), rüzgârların aşılayıcı özelliğinin olması (Hicr, 15/22), dünyadaki su döngüsü (Tarık, 86/11-12), bitkilerdeki erkeklik ve dişilik özellikleri (Yâsin, 36/36), dağların hareket etmesi (Neml, 27/88),  parmak izlerinin benzersiz olmasının bir kimlik özelliği taşıması (Kıyamet, 74/4) gibi birçok gerçek, Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır.

c) Kur’an’ın Gaybi Haberleri

- Yıllarca önce Kur’an, daha önceki savaşta yenilmiş olan Bizanslıların İranlılarla tekrar savacağını ve bu kez onları yeneceğini ifade etmiş ve aynı gün/günlerde Müslümanların da Bedir savaşında zafer kazanacaklarına işaret etmiştir.(Rum, 30/1-5) Zaman bu iki gaybi haberi de aynen tasdik etmiştir.

- Yine, Fetih suresinde, iki sene önce Mekke’nin fethedileceğini açıkça haber vermiş ve aynı tarihte bu fetih gerçekleşmiştir.

- Hz. Peygamber (asm)' in vefatından sonra İslam’ın hilafetle devam edeceğini haber vermiş (Nur, 24/55) ve zaman bu gerçeği onaylamıştır

- Keza, Tebbet suresinde Ebu Leheb’in kâfir olarak ölüp cehenneme gideceği açık bir surette ifade edilmiş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir.

d) Kur’an’ın Dünyaya Meydan Okuması

- Kur’an önce muarızlarına “Kur’an’ın bir benzerini getirmelerini” (İsra, 17/88), daha sonra “Kur’an’ın yalnız on suresinin bir benzerini” (Hud, 11/13), ardından da bir tenzilat daha yaparak “Kur’an’ın tek bir suresinin bir benzerini” (Bakara, 2/23) getirmelerini istemiş ve bunu yapamayacaklarını da peşinen haber verip onlara meydan okumuştur.

Bu işe çok muhtaç olmalarına rağmen, söz ustası olan onlarca şair ve ediplerden hiç kimsenin böyle bir şeye teşebbüs bile etmemesi, buna mukabil onurlarını kurtarmak için savaşa girişmeleri, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu göstermektedir.

- Müşriklerin en büyük ediplerinden biri olan Velid b. Muğire’nin Kur’an’ı dinledikten sonra söylediği sözler, inkârcıların Kur’an’ın meydan okuması karşısındaki acizliklerini güneş gibi ortaya koymaktadır. Bazı müşriklerin Kur’an hakkındaki olumsuz bir rapor vermesi için gönderdikleri İbn Muğire, Hz. Peygamber (asm)'in okumakta olduğu Kur’an’ı dinledikten sonra -geri dönüp arkadaşlarının yanına gelmiş- ve şu gerçekleri söylemek zorunda kalmıştır:

“Vallahi ben öyle bir söz işitim ki, ne insanların ne de cinlerin sözlerine benzer. Gerçekten eşsiz bir tatlılığı, bir güzelliği vardır. Üstünde harika bir parlaklık vardır. Yukarısı pek verimli ve meyvedardır (faydalı bilgilerle doludur). Aşağısı ise, kökünden dal budak salmıştır (çok geniş bir kapsama sahiptir). O daima üstündür, asla alt edilemez.” (Razi, Müddessir: 22. ayetin tefsiri; Mecmau’l-beyan, 5/287)

- “(Kur’an’da) hep Muhammed ve onun karşısındaki insanlarla yaşadığı olaylar anlatılmış...” ifadesi, gerçeklerden uzak bir ön yargıdır. Kur’an’ı bilenler çok iyi bilir ki, ayetlerde “Hz. Muhammed’in başka insanlarla yaşadığı olayların” tamamı iki elin parmağı geçmez.

Kur’an’da, prensipler, iman esasları, İslam esasları, geçmiş peygamberlerden ve onları yalanlayan kavimlerinin başına gelen belalardan söz edilmektedir. İnsanlık camiasının muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi hususlara yer verilmiştir. Allah’ın varlığı ve birliğini ispat etme adına, evrenin nasıl yaratıldığı, güneş sisteminin harika nizamı, yerküresinin insanlar için bin bir çeşit nimetlerle donatılmış bir nimet sofrası halinde sergilendiğinden ve bu nimetlerin daha fazlasının ölüm-ötesi dünyada cennette var olduğundan haber verilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Kur'an’ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak gerekir?

Kur'an'ın mucizeleri.

Kur'an'ın gelecekten haber vermesi.

Kur'an'ın bilimsel mucizeleri.

Kur'an'ın Edebi Yönü.

23 Mucizeler fiziki olaylarla açıklanabilir mi, şakkı kamer gibi mucizelerde yine sebepler var mıdır, yoksa mucizeler sebeplerin durduğu yerde mi olur?

Mucizeler, olağanüstü ve sebeplerin aciz kaldığı durumlardır; sebeplerle izah edilemez.

Mucizeler insanlara, sebepleri kullanarak ulaşabilecekleri teknolojik hedefler göstermektedir.

Mesela, Hz. Musa (as) asasını taşa vurup su çıkartıyor, bu bir mucizedir. Biz de sopayı taşa vurup su çıkartamayız; sebepler bunda acizdir. Ancak bize, sondaj makinasını icat edip yerin metrelerce altından su çıkarmayı telkin etmektedir.

Hiç kimse parmağı ile ayı ikiye bölemez, ancak ilerde lazerlerle dünyaya düşmesi muhtemel büyük gök taşları parçalanabilir. Bunlar birer hedeftir...

24 Günümüzde neden kavimler helak olmuyor mucizeler yaratılmıyor?

- Önce Hz. Muhammed (asm)’in ümmetinin toptan helak olunmayacağına dair ilahi garanti vardır. Çünkü bu ümmet son ümmettir. Bu da helak olursa kıyamet kopar demektir.

- Bununla beraber, eskiden olduğu gibi, bugün de nice topluluklar depremlerle, sel felaketleriyle, tsünamilerle, hortumlarla ve eskiden belki de hiç görülmemiş değişik hastalıklarla helak edilmiş ve edilmektedir. Bunların hepsi ilahi birer cezadır.

Fakat insanlar o eski zamanlarda da bugün de bu gibi olayları tesadüfe veriyorlar ve ibret almıyorlar.

Acaba, meşhur 17 Ağustos  depreminin 28 Şubat sürecinde dinin ve dindarların aleyhine kararların alındığı bir binanın tam altından patlak vermesi, bir mucize değil de nedir?

Fakat bunu söyleyenler hapse atıldı. II. Dünya savaşında milyonlarca insanların öldüğü bir savaşta kullanılan uçaklar, Fil suresinde Ebabil Kuşları türünden bir mucizedir ki zalimlerin perişan etmiştir.

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“Kâ'be-i Muazzama'ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz (1359) edip, dünyayı dine tercih eden ve nev'-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor...” (Geniş bilgi için bk. Kastamonu Lahikası, s. 225)

"Ashab-ı fil" asrımızdaki filolarla I. ve II. Dünya savaşını çıkaran "Eshab-ı Dünya" olsa "Ebced" değeri H. 1359 M. 1940 olur ki bu tarih 1940-45 yılları arasında II. Dünya Savaşı yıllarıdır. Yüce Allah İslam'ın nurunu söndürmek için çıkan ve dünyayı istila etmeyi amaçlayanları nasıl perişan ettiğini, filolarla semadan "Tayran Ebabil" gibi tayyarelerle bombalar atarak tüm Avrupa'yı perişan ettiğini gördük. Allah onları ve onların ülkelerini yenmiş ekin tarlaları gibi perişan etmiş ve sonunda "barışa" zorlamış ve 1945 yıllarından sonra "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" neşredip tüm devletler altına imza atarak peygamberimizin (asm) "Veda Hutbesi"nde verdiği mesajları dinlemek ve uygulamak zorunda kalmışlardır.

Fil Suresinin diğer ayetleri olan "Onların hilelerini boşa çıkarmadı mı?" H. 1360 M. 1941 ve "Başlarına pişmiş taşlar atıyorlardı" ayetinin "Ebced" yani rakamsal değeri H. 1359 M. 1940 rakamlarına tevafuk etmesi bize kanaat vermektedir ki "Fil Suresi" sadece Ebrehe'nin M. 571 yılında Kâbe'yi yıkmak amacı ile Mekke'yi kuşatmasını anlatmamaktadır. Asrımızın Ebrehe misal kumandanlarını ve devletlerini fil yerine filolarla gelip insanlığı perişan edenlerin sonlarını da haber vermektedir.

Demek ki, bugün de helaklar ve mucizeler çoktur, fakat gören gözler yoktur.

25 Bilim varsa mucize yoktur, mucize varsa bilim yoktur, denilebilir mi?

Mucize, Allah’ın kainattaki sistem ve düzenini resul ve elçileri için rafa kaldırması anlamına geliyor. Nasıl kainata düzen ve sistemi tesis eden Allah ise, onu bir kulu için rafa kaldırıp delen de yine Allah’tır. Haliyle mucizeleri bilimsel bir metot ve izah ile açıklamak mümkün değildir.

Mucizeler bilimsel olarak açıklanabilse, zaten mucize olmaktan çıkar, bir bilimsel done olur.

Allah sonsuz kudret sahibi olduğu için, bu mucizeyi kırıp dökmeden ya da kainatın sistem bütünlüğüne zarar vermeden gerçekleştirebilir. Allah için bu çok kolaydır. İnsan her şeye kendi açısından bakmaya aşina olduğu için, Allah’ın icraat ve fiillerini de yine kendi düşkün ve aciz  bakış açısından değerlendiriyor.

Esasen, aşırı zorlamalarla ve tekellüflerle girişilen sözde açıklamaların bütün gayesi, mucize diye bir şey olamayacağı ve her şeyin muhakkak maddî bir sebep-netice münasebeti ile ortaya çıkması gerektiğini -güya- ispatlamaktır.

Tabii bunun arkasından da Mukaddes Kitaplarda mucize olarak bahsedilen, harikulade tabiat hadiselerini ya "paranormal hâdiseler veya aslı astan olmayan uydurma haberler" şeklinde reddetmek gelir.

Hâlbuki bilimi mucizelere karşı bir delil olarak kullanmak mantıkî yönden geçerli değildir ve bu davranışın bizzat bilimin aleyhine bir şekilde neticelenmesi daha muhtemeldir. Zira mucizelerin olabileceğine inanmak, olmadığına inanmak kadar bir tercih ve inanç meselesidir. Neticede bilimin izah adına acziyetini itiraf ettiği durumlar, kendi sahasını zorlamanın bir cezası olarak yine bilime fatura edilecektir.

Aslında bu meselede tartışma zeminini doğru oturtmak ve kavramların tarifini iyi yapmak gerekir. Bu kavramlar içinde pozitif ilim veya bilim diyebileceğimiz deneye ve gözleme dayalı hadiseleri izah tarzının sınırlarının iyi bir şekilde ortaya konulması, aklın güvenilirlik sınırları, zamanın izafîliği ve zorunluluk ile determinizm başta gelir.

Hepimizi aldatan bir mesele yaratılış hızının zaman içindeki izafîliğidir. Meselâ, her gün milyonlarca canlının, ana ve babalarının cinsiyet hücreleri sebep kılınarak yaratılması, zaman içinde geniş bir alana yayıldığından bize çok normal bir hadise gibi gelir. İnsan için bu yaratılış ortalama dokuz ay gibi bir zaman içinde yavaş yavaş olduğundan ve binlerce yıldır artık alıştığımızdan buradaki mucizevî yön gözlerimizden çoğunlukla kaçar.

Hâlbuki aynı insanın yaratılışı yine aynı embriyolojik yollardan geçerek hızlandırılmış bir film gibi iki dakika içinde gerçekleşse ve bir kadının karnı iki dakika içinde büyüyüp doğum yapsa, aynı hadiseye hemen mucize deriz.

Demek ki burada bizi hayrette bırakan asıl olay hadisenin oluşundaki sebep-netice münasebetinden çok, meydana gelişindeki izafî hız ve bizim hadiseye alışık olup olmamamızda gizlidir.

Bilimin kendine mevzu olarak aldığı meselelerin dayandığı ölçüler sadece tecrübelerimize ait genellemelerden ibarettir. Kullanılan en büyük kıstas ise beş duyumuza ve sağlam aklımıza dayanan deney ve gözlemdir.

Ancak bütün bu sayılanlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, gerek aklın ve beş duyumuzun sınırları gerekse de deney ve gözlemin yapıldığı şartların izafîliği bugün birçok teorik fizikçi ve bilim felsefecisi tarafından çok net bir şekilde geniş olarak tartışılmıştır.

Meselâ, Peygamberimiz (asm)'e ait birçok mucize onlarca gözlemci sahabenin gözü önünde cereyan etmiş, rüya ve sihir gibi ithamlardan uzak tutulması için de meydana gelen harikulade hadise neticesinde ortaya çıkan yemeği veya suyu sahabiler bol bol kullanmışlardır. İki kişi arasındaki küçük bir yalanın bile birkaç günden fazla saklanamadığını ve kendisinin yalanını çıkarmak için bütün düşmanlarının gözlerinin üzerinde olduğunu düşünürsek, birçok mucizeden hiçbirinin bile en küçük bir itirazla karşılaşmadan asırlarca gerçek kabul edilmesi Peygamberimiz (asm)'in mucizelerinin doğruluğuna en büyük delillerden biridir.

Eskiden, ilmin bu kadar gelişmediği dönemlerde insanları ilzam etmek ve peygamberlerin doğruluğunu tasdik ettirmek için kullanılan en güçlü delillerden biri mucizelerdi. Hz. İsa'nın babasız olarak dünyaya gelişi, Hz. Musa'nın kavmini yarılan Kızıldeniz'den boğulmadan geçirmesi ve asasının yılan oluşu, Hz. Süleyman'ın hayvanların lisanını bilmesi, çok uzak mesafelerden eşyayı nakletmesi, Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması ve Efendimiz (asm)'in büyük mucizeleri olan Miraç hâdisesi ve Ay'ın ikiye yarılması ilk anda aklımıza gelen harikulade vak'alardır.

Ancak günümüzde ortaya çıkan dogmatik ve tutucu pozitivist anlayışın estirdiği bilimsel terör havasından dolayı, birçok inanan insan mucizelerden çekinerek bahseder duruma gelmiştir. İnsanlar çevrelerinde meydana gelen her günkü hadiselere o kadar alışmışlar ki bunlara ters gelecek herhangi bir vakaya hemen “peri masalı” veya “uydurma” damgasını vurabiliyorlar.

Tarih içinde ortaya çıkan bu ters bakışın önemli bir sebebi, bilimin mühim bir özelliği olan gözlemin yorumdan ayrılmasıdır. Mucizelere inanmayan ve küçümseyenlerin sahip olduğu bu bakış açısının temelleri pozitivizm ve rasyonalizmle birlikte XVI. asırda Avrupa'da atıldığından bu durum bütün semavî dinler için söz konusudur.

XVI. asırdan önce “nasıl ve niçin” soruları hemen hemen aynı şekilde cevaplandırılırdı: Yeni ağaçlar büyüyebilsin diye tohumlar toprağa düşer; ürünler çıksın ve insanlar yesin diye yağmur yağar gibi. Ancak aynı hadisenin birden fazla şekilde yorumlanabileceği fark edelince, mekanizmaya ve tabii hadiselerin önceden tahmin edilebilirliğine dikkat çekildi. Bu da hadiselerde İlahî Kudrete gerek olmadığı (!) şeklinde yorumlandı ve sadece açıklanamayan şeylerde Allah’a ihtiyaç duyma gibi sakat bir anlayışı ortaya çıkardı.

XVII. asırla birlikte bilim adamları modern anlamda “tabiat kanunları” tabirini kullanıyorlar, ayrıca fizikî ve biyolojik dünyaların kendi kendilerini düzenleyen sistemler olduğuna inanıyorlardı. Allah sadece “ilk sebep” olarak görülüyor ve “tabii kanunları” değiştirerek dünyaya müdahale edebileceği düşünülüyordu.

Locke ve Hume, Newton fiziğini kullanarak tabiat kanunlarının değiştirilemeyeceğini, bu yüzden mucizelerin olamayacağını öne sürdüler. XVII. asırdaki bir şey yapmaktan aciz bir tanrı inancını ortaya çıkaran ve kâinatın mekanik olarak devam ettiğini ileri süren bu anlayışa rağmen din, XIX. asırdaki kadar yara almamıştı.

Batıda 1960’lı yıllar öncesine kadar fizikî belirsizlik düşüncesinden kaynaklanan çok dar bir müdahale sahası bırakılmıştı ve o kadarlık bir inançla tatmin olmanın çarelerini aramakla meşguldüler.

Günümüzde ise moleküler biyolojinin ve hücrenin derinliklerine yapılan “keşif gezileri”nin ortaya koyduğu biyolojik belirsizlik, bilhassa sosyobiyolojide ciddi tartışmalara sebep olmaktadır.

Levontin’e göre “Eğer sosyal kanunlara model olabilecek, biyolojik kanunları göstereceksek bunlar popülasyon kanunları, tekamül kanunları, organizasyon kanunları seviyesinde olmalıdır, fakat bütün gayretlere rağmen biyolojide bu tür kanunlara rastlanılmamıştır.”

Biyolojide istatistiklere göre hüküm verebilirsiniz, fakat hiçbir zaman bir fizik formülünde olduğu gibi kesin rakamlara dayalı ve kâinatın her yerinde geçerli bir rakam elde edilemez, zira canlı sistemler her an değişen kararlı bir dinamik denge içinde hayatiyetlerini sürdürürler. Meselâ elma ağacının yaprağında 763 gözenek vardır veya bir milimetreküp kanda 5.891.633 adet alyuvar vardır diyemeyiz, ancak yuvarlak genellemeler ve ortalamalarla bazı münasebetleri ifade edebiliriz.

Bunları söylemekle beraber mucizelerle ilgili durumu belirsizlik prensibine bağlayamayız, çünkü cansız olan fizik âlemde, biyolojiye nazaran oldukça sağlam bir belirlilik vardır, meselâ ağaçtan kopan elma yere düşer, çünkü yerçekiminin tesirindedir. Ancak atomaltı partikülleri seviyesine inildiğinde orada da büyük bir belirsizlikle karşılaşırız. Heisenberg’in belirsizlik prensibi bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu durumda cansızlar âleminde görülen denizin yarılması, Ay'ın ikiye bölünmesi gibi mucizeler için de atomaltı seviyeye inildiğinde fizik kanunlarının belirliliğinden çok belirsizliği ile karşılaşırız. Bütün bunlara rağmen mucizeler yine de belirsizliğe bağlanamaz, kaldı ki buna belirsizlik demek de doğru olmaz; bize göre belirsiz olsa bile Yaratıcı’nın ilmine, iradesine, kudretine ve hür tercihine bağlı bir belirlilik demek daha doğrudur.

Mucizelerin aleyhinde ortak bir tecrübenin ve iddianın oluşması için bütün rivayetlerin yanlış olduğunu söylemek ve mucize olduğunu iddia edenleri yalanlamak gerekir. Halbuki rivayetlerin yanlış olduğuna da mucizelerin olamayacağını düşünerek karar verirler, yani tam bir fâsid daire içinde kalırlar...

Hâlbuki mantıktaki temel bir kaideye göre, binlerce yalanlayana karşı bir tek ispatlayan delil kabul edilir. Meselâ bir milyon kişi dünyada siyah kuğu yoktur ve bütün dünyayı aradık deseler, bunlara karşı bir kişinin siyah kuğuyu göstermesiyle iddiaları çürütülür. Peygamberlerin mucizeleri ise çok büyük çoğunlukla kalabalık bir topluluk önünde cereyan etmiş ve asırlardır yalanlanmadan sahih rivayetler halinde gelmiştir.

Hume’un mucizelere saldırmasındaki bakış açısının da mesnetsiz olduğu ortaya çıkarılmıştır.

Hume’a göre hadiselerin sadece bir sebebi vardır ve bu tek sebep bilinirse tamamen açıklanabilir. Bu mantıkî olarak hatalı bir görüştür. Aynı hadise farklı birkaç sebeple meydana gelebilir, özellikle farklı varlık tabakalarına ait boyutlarda hadiseye tesir eden sebeblerin hepsinin, bizim anladığımız maddî ölçülerde de olması gerekmez.

Aynı nesneye tesir eden farklı mahiyetteki sebepler farklı neticeleri doğuracağı gibi bunun aksi de yani aynı sebeplerin tesiriyle bizim ölçülerimize göre bilinemeyen nesnenin gizli bir mahiyetinden ötürü farklı neticeler elde edilmesi mümkündür. Bu hususlar ise birbiriyle ihtilafa düşmemekte, aksine birbirini tamamlamaktadır.

Aynı şekilde bir mucizenin de yanlış bir gözlem veya bilinmeyen bir sebep yerine İlahî bir gücün eseri olarak izah edilmesinde bilimsel (!) olmaya halel getirecek bir durum yoktur. Hem ayrıca böyle bir yorum, zincirleme şekilde sürüp gidecek bir sebep-netice münasebetine de gerek bırakmaz.

Medawar, bilimsel anlayışın sınırı olduğu hususuna şöyle parmak basar: “Bilimin bir sınırı olduğu görüşü, bilimin cevaplayamadığı soruların mevcut olmasından kaynaklanmıştır ve bilimdeki gelişmeler de bu sorulara cevap getirememektedir. Bu hususta Karl Popper’in son sorulan artık çocuklar tarafında” bile sorulmaktadır:

Her şey nasıl başladı? Niçin buradayız? Hayatın gayesi ne?

Katı ve bağnaz pozitivizm, bu tür soruları soru olarak görmemiş veya sözde soru olarak telakki etmiş, yani hep gözardı etmiştir. Pozitivizme göre bu soruları ancak budalalar sorar ve ancak şarlatanlar cevap verme cüretini gösterirler. Hâlbuki soruları gözardı etmek insanları tatmin etmez, zira bu sorular, hem soranlar hem de cevaplamaya çalışanlar için bir mânâ ifade eder. Evrensel olarak kabul edilmiş bir gerçek vardır ki, bilimin işi bu sorulara cevap vermek değildir. Demek ki bilimsel anlayışın belirli bir sınırı mevcuttur.

Mucizeler söz konusu olduğunda bu yaklaşımı şu şekilde uygulayabiliriz: Mucizelerin, normal bilimin ölçüleriyle ispatlanması veya inkâr edilmesi mümkün değildir. Bir mucizenin ardındaki mekanizmayı bilsek bile bu onun mucize oluşunu ortadan kaldırmaz. Meselâ birçok biyolojik mucizede harikuladeliklerin temelindeki temel biyolojik mekanizmalar bilindiği halde onların hassasiyeti ve mükemmeliyeti hususunda insan aciz kaldığı müddetçe birer mucize olmaya devam edeceklerdir.

Bizim âdiyattan zannedip alıştığımız mucizeler dışında tarihte bir kere olmuş ve insanlar tarafından tekrarı mümkün olmayan mucizeler için önemli olan onların nasıl olduğundan çok nerede ve ne zaman ortaya çıktıklarıdır. Bu durumda bilimin işi daha da güçleşmektedir, zira tarihin geçmiş bir devrinin bütün şartlarını teferruatlı olarak bilmek mümkün olmadığından bilimin bu hususta da söz söylemesi mümkün değildir.

Mucizeleri inkâr eden görüş indirgemeci bir mahiyettedir. İndirgemeci görüşün değeri, taşıdığı işaretler yardımıyla kontrol edilebilir.

Bunlar, Jacques Monod’un nihilizmiyle ifade edilmiş ve W.H.Thorpe tarafından teferruatlı bir şekilde cevaplandırılmıştır. Monod gibi mucizeyi inkâr edenlerin düştüğü en büyük çelişki bilim adına tesadüflere ve olmayan zorunluluğa bel bağlamalarıdır. Zorunsuzluk hakkında oldukça doyurucu izahlarda bulunan Emile Boutroux, tabiat kanunları, causalite ve determinizmi sorgularken farklı varlık tabakalarındaki zorunsuzluğu çok güzel bir şekilde izah etmektedir.

Mucizeler hakkındaki geleneksel görüş, mucizenin tabiatı küllî değil genel sebepler çerçevesinde kurup devam ettiren Zât'ın, bu sebepleri doğrudan veya ilmin bilemediği sebepler üstü bir sebeple kırarak yarattığı hadiseler olduğudur.

O Ayrıca mucizelerde bile sebepler tamamen gözardı edilmemiştir. Meselâ Efendimizin (asm) parmaklarından su akması için az bir su sahabiler tarafından dökülmüş, yemeğin artması için bir miktar yemek bulunmuştur.

Bazı ilahiyatçılar determinizmden çok fazla etkilenerek mucizelerin bulunmadığı bir din ortaya koymaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat bu tip gayretler artık dine olan teveccühten dolayı pek rağbet görmemektedir.

Ancak burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bu tür bir görüş hem bilim hem de bilim dünyası hakkında yanlış tahminlere sahip insanlara empoze edilen spekülatif bir oyundur. Bu şekildeki bir anlayışın bilim adamlarına hiçbir faydası olmadığı gibi dine inanan ve onun buyurduğu akidelere iman etmiş insanları da bilimden soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Mucizeler indirgemeci bir anlayışla kolaylıkla inkâr edilebilir ama böyle bir teşebbüs ilmî inkişafa mâni ve ilmin kendi prensiplerine terstir, zira mucizeleri inkâr etmek onları kabul etmekten daha fazla bilimsel değildir. Dolayısıyla onları kabul etmek safdillik olarak görülmemelidir, aksine bilimin bir sınırı olduğunu farketmemize yardımcı olur.

Nitekim mucizelerin bu yönüne Bediüzzaman Hazretleri çok çarpıcı bir şekilde temas ederek onları ilmin ulaşamayacağı son sınır olarak görmüştür.

İlmin bu sınıra kadar yaklaşabileceğini müjdelemiş (meselâ, eşyanın ışınlama suretiyle nakledilmesi, kayalardan su çıkması, ölülerin diriltilmesi vs.) ancak bu sınırın insanın gücüyle aşılamayacağını söylemiştir.

Düne kadar Miraç hadisesi ilmin dışında telâkki edilebilecek özellikte görülmüş ise de çok buudlardan, ışınlamadan ve antimaddeden bahsedilen günümüzde bunun inkârı bilim dışılıktan başka bir şey değildir.

Nitekim birçok teknolojik buluş geçmişe göre kıyaslandığında birer mucize ölçüsünde görülebilir (yanmayan elbise, seslerin nakli, görüntünün nakli gibi). Ancak bunların son sınırları Allah'ın eli ile peygamberlerin gerçekleştirdiği mucizelerdir. İnanan ilim adamlarının mucizelerden aldıkları ilhamlar ve peygamberlerin teşviği ile bu sınırlara ne kadar yaklaşabildiklerini ise ancak yaşayanlar göreceklerdir. 

26 Ay mucizesinde, ayın yere indiğine dair ateistlerin iddiasına cevap verir misiniz?

Ay mucizesi, ateistlerin iddia ettiği gibi değildir. Ay mucizesinde sadece semada duran ayın parmak işaretiyle ikiye yarılıp tekrar birleşmesi söz konusudur. 

Bazı rivayetlerde ay ikiye ayrıldıktan sonra yere inmiş gibi ilaveler yapanlar olmuşsa da bunlar bu mucizeyi kıymetten düşürmek ve insanların inkar etmesini sağlamak için münfıklar tarafından uydurulmuştur.

Detaylı bilgi için tıklayınız:

"Şakku'l-kamer / şakk-ı kamer / inşikâku'l-kamer / inşikak-ı kamer" (ayın yarılması) mucizesi hakkında bilgi verir misiniz?

27 Hz. Peygambere isnad edilen mucize rivayetleri çoğunlukla haberi vahid midir?

Haber-i vahid, mütevatir seviyesine çıkmayan haber demektir.

Mütevatir hadis, özetle şöyle tarif edilir: “Aklın yalan üzere birleşmelerini mümkün görmediği raviler topluluğunun, kendileri gibi bir topluluktan işiterek veya görerek alıp naklettiği haber veya hadislerdir.”

Mütevatir hadis başlıca iki kısma ayrılır:

1. Lafzî mütevatir/sarih tevatür: “Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun, bir hadis-i şerifin kelime ve cümlelerini olduğu gibi koruyarak naklettikleri mütevatir haber veya hadis”e denilir.

Peygamberimiz (asm)'in bir parmak işaretiyle Ay’ı ikiye ayırmasını, Mi’raca çıkmasını ve parmaklarından su fışkırmasını anlatan hadisler lafzî mütevatir olarak kabul edilmiştir. Böyle hadislerin sayısı azdır.

2. Mânevî tevatür: Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden nakletmeleridir. Meselâ, Peygamber Efendimiz (asm)'in dua ederken ellerini kaldırması, ayrı kişiler tarafından kendi ifade tarzlarına göre farklı farklı anlatılmış, ama hepsi de Peygamber Efendimiz (asm)'in dua ederken ellerini kaldırdığı konusunda birleşmişlerdir.

Ayrıca, sukuti/sessiz kalarak onaylama anlamında bir tevatür de söz konusudur. Olaya şahitlik edenlerin bir kısmının rivayetini, diğerlerinin susmak ve itiraz etmeden dinlemek suretiyle teyit etmelerine ve onaylamalarına deniyor.

Mesela, Peygamber Efendimiz (asm)'in bir mucizesine yüz kişi şahit oldu. Bu şahit olanlardan iki veya üç sahabi bu mucizeyi şahit olmayanlara nakledip rivayet ediyor. Olaya şahit olan diğer sahabiler ise, bu nakledilişe itiraz etmeyip sükut ediyor. Bu sükut o mucizeyi aktaranları manen onaylamak ve desteklemek demektir. Çünkü, eğer bu mucizeyi aktaranlar gerçeğe aykırı bir şey ilave etseler veya olmayan bir şey aktarsalardı, diğerleri sessiz kalmayıp itiraz edeceklerdi.

Demek ki, içinde bulundukları bir olayın aktarılmasına sessiz kalmaları, bir onay ve tasdik olduğuna göre, o mucize bir kaş kişinin rivayeti değil, o olaya şahit olup anlatanlara itiraz etmeyenler kadar rivayet edilmiş demektir.

Peygamberimiz (asm)'in mucizelerinden bir çoğu lafzi mütevatir olmasa da ya manevi ya da sükuti mütevatirdir.

Maturidiye mektebinin mühim bir temsilcisi olan Nureddin es-Sabunî, Peygamberimiz (asm)'in mucizelerinin gerçekleştiği konusunda şöyle der: Mucizelerin çoğu ahâd yolla sabit olmuştur. Fakat bunların hepsi müşterek bir manada ittifak ederler ki, o da Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın elinde tabiat kanunlarını bozan mucizelerin gerçekleşmiş olmasıdır. İşte bu anlamda mucize mütevatir hükmünü alır ve kesin bilgi ifade eder. (Sabunî, el-Bidaye fî Usuliddin, s. 52)

Eş’arî kelâm âlimi Sa’duddin Taftazanî de Allah Resulü aleyhissalatü vesselam ait mucizelerin yekûnunun ifade etiği mananın tevatür derecesine ulaştığını belirtir. (Taftazanî, Şerhu’l-Akaid, s.167)

İlm-i hadîsteki kudretiyle bilinen Tecrid-i Sarih mütercimlerinden Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin bu çerçevedeki açıklamaları da dikkat çekicidir. O şöyle der:

“Sünnet’te lâfzî mütevatir pek azdır. Tevatür-i mânevî ile sabit olmuş sünnetler ise pek çoktur. Meselâ namazların günde beş vakit kılınması ve rekâtların adedi ve sair hususlar gibi Sünnet ile sabit dinî ahkâm böyledir… Âhâd haberlerin sika ravileriyle bugün malumumuz olan mucizât-ı seniyye de mânâ cihetiyle mütevatir kabilindendir.” (Ahmed Naîm, Tecrid-i Sarih Tercemesi, I, 105)

Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam nübüvvet iddiasında bulunmuş ve buna delil olarak Kur'an-ı Kerim'i ve bine yakın mucizesini göstermiştir diyen Bediüzzaman, Mucizelerin 'heyet-i mecmuasıyla' varlığının kesin olduğunu; Kur'an'ın çok yerlerinde en inatçı kâfirlerden naklettiği sihir isnatlarının, onların bile mucizelerin vücud ve vukularını inkâr edemediklerini; yalnız kendilerini aldatmak veya kendilerine tâbi olanları kandırmak için sihir dediklerini gösterdiğini belirtmektedir. (bk. Mektûbat, s. 83)

Bediüzzaman'a göre mucizelerin bir çoğu "ahad" olup "mütevatir" değilse de bu tek tek haberlerin bütünü ve çok nevileri "manevi mütevatir"dir. Yani, lafız ve ibareleri mütevâtir değilse de manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. (bk. İşârâtü'l-İ'câz, s. 173)

Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz (asm)'in mucizelerini ferdi ve nevi olmak üzere iki sınıfa ayırabiliriz.

Mesela ağaçlarla ilgili mucizelere nevi, bir ağaçla ilgili mucizeye ise ferdi mucize denir. Ağaç türü üzerinde olmuş onlarca mucize haberi bu mucize türünü kuvvetli ve sağlam bir tevatür derecesine çıkarır. Fakat bu onlarca ağaç mucizesinden birisinin senedi zayıf olabilir ya da tevatür derecesinde olmayabilir. Bu tür içinden bir ferdin zayıf olması, türün sağlamlığına zarar vermez.

Mucizeler tür olarak mütevatir iken, aynı türün cüzleri ve parçaları mütevatir olmayabilir. Parçaların senedine bakıp türü zayıf göstermek doğru değildir. Nasıl zayıf ipler bir araya geldiği zaman kuvvetli ve kopmaz bir halat haline geliyorsa, ağaçlar üstünde gösterilen zayıf senetli mucizeler de bir araya geldiği zaman mütevatir bir tür mucizesine dönüşebilir ve dönüşmüştür.

Mucizeler hakkında detaylı ve bunların hangi açıdan mütevatir olduğu konusunda bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin mucizeleri, kaynakları ve mütevatir olup olmadıkları... 
Peygamberimiz'in Kuran-ı Kerimde Bahsedilen Mucizeleri.

28 Miraç hadisesinin Zerdüştlük'ten alındığı iddiası doğru mudur?

1. Fil olayı İrhas kabilinden bir mucizedir. Halbuki, Kur’an’da bizzat önceden Hristiyan Rumların/Bizanslıların, Mecusi Sasaniler’e birkaç yıl içinde galip geleceğine dair haber verilmiş ve olay haber verildiği şekilde aynen çıkmıştır. Buna rağmen, Hristiyanlar yine de iman etmemişler.

- İman meselesi, yalnız bilgiye dayanmaz. Aynı zamanda insanın bütün duygularından soyutlanarak Kur’an’a samimi müşteri olması gerekir. Birçok oryantalist Kur’an’ı güzelce tahkik ve tetkik etmelerine rağmen yine de iman etmemişler.

- İman: İnsanın samimi olarak özgür iradesini kullandıktan sonra, Allah tarafından onun kalbine ihsan ettiği bir hakikattir. Bu sebeple, samimiyet testini geçmeyenlere bu şeref nasip olmaz...

2. Bu tür hikâyelerin ne kadar doğru olduğunu tespit etme imkanımız yoktur. Bunun  doğru olması durumunda, Zerdüşt’ün de bir peygamber olduğu konusundaki kanaatlerin doğru olduğuna inanmak gerekir. Bu kuvvetli bir kanaattir.

- Zerdüşt’ün bu miracı olmuş olsa bile, bunun Hz. Muhammed (asm)’in miracı türünden değil de manevi bir halet-i ruhiye içinde geçirdiği bir mucize olabilir. Çünkü, kâinat çapında tekamül kanunu olduğu gibi, vahiylerde de bir tekâmül olduğu bilinmektedir.

Önce sahifeler, sonra kitaplar, en son en büyük kitap Kur’an indirilmiştir. Bu tekâmül kanunun içerisinde, en son Peygamber en büyük olduğu gibi, Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa’nın farklı miraçlarından sonra gelen onun miracı da en büyük olacaktır.

- Hangi ilahiyatçının böyle dediğini bilemiyoruz. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, daha önce de böyle bir miraç hadisesi olsun veya olması (ki biz bu çapta olduğuna inanmıyoruz), Hz. Peygamber (asm)'in -Miracın ilk bölümünü teşkil eden ve yerde cereyan eden- gecenin az bir diliminde Mekke’den Kudüs’e olan seyahatini inkâr etmek küfürdür.

İsra suresinde açıkça belirtildiği gibi, Necm suresinde de Hz. Peygamber (asm)'in göklerdeki seyahatine de işaret edilmiştir. Bu İsra olayı gibi çok açık olmadığı için, inkâr eden kâfir olmasa da fasık olmaktan kurtulamayacaktır.

- Bazı adamların maksadı, inkâr ettikleri hadisleri daha da çürütmek ve hadislere inanmamalarının gerekçesini ortaya koymaktır. Şunu demek istiyorlar: Miraç olayı eskiden beri hikaye edilen bir masaldır. Müslümanlar da bundan esinlenerek hadis denilen uydurma -haşa, yüz bin defa haşa- hikayelerden oluşan derlemelerde buna yer verdiler.

- İlginç olanı şudur ki, hadis kaynaklarında çok sağlam senetlerle Hz. Peygamber (asm)'in miracı tespit edilmişken, onun ilk bölümü olan İsra olayı bizzat Kur’an’la ortaya konulmuşken, bu konuda tereddüt gösteriyorlar ve bunun olmadığına dair hezeyanlarda bulunuyorlar. Fakat hiç senet ve sepeti olamayan ve (ilgili hadis kaynakları gibi senetli sepetli) hiçbir sağlam kitapta yer almayan bu tür hikâyelere tereddütsüz inandıklarını belirtiyorlar.

Bu gerçekten bir mantık hezeyanıdır…

Şunu unutmayalım ki, Allah’ın hidayete erdiremediğini kimse erdiremez...

29 Dinlerin (özellikle İslam’ın) dünyaya indiriliş hikayesi güvenilir değil?

- Allah bir imtihan açmıştır. Bu imtihanı açarken elbette ateistlerle istişare etmemiştir.

Sonsuz ilim, hikmet, rahmet ve adaletinin tezahür etmesi için açtığı bu imtihanda, elbette her zamanda bir peygamber göndermiş ve diğerlerinin buna inanıp inanmamasını test etmeyi hedeflemiştir.

İslam’ın bildirdiğine göre, insanlık tarihi boyunca 124 bin peygamber gönderilmiştir. Her peygamber de peygamberlik nişanesi olarak bazı mucizelerle donatılmıştır.

Hz. Muhammed (asm)’in en büyük mucizesi ise Kur’an’dır. Sahih hadislerden gelen bilgiye göre Hz. Muhammed (asm)’in Kur’an dışında da binden fazla mucize gösterdiği siyer, tarih, hadis ve tefsir kaynaklarında mevcuttur. Ancak kıyamete kadar daimi canlı bir mucize Kur’an’dır.

Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Her peygambere insanların onun bir benzeriyle imana gedikleri bir mucize verilmiştir. Bana verilen (en büyük mucize) ise, Allah’ın bana vahiy ettiği bir vahiydir/Kur’andır. Bu sebeple kıyamet günü, diğer peygamberlere karşı, tabileri/ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum." (Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 1, Î'tisâm 1; Müslim, İman 239)

Bugünkü ateistler gibi, eski müşrikler de Allah tarafından peygamber olarak tayin edilen elçilere tabi olmayı nefislerine yediremiyorlar. Her biri birer peygamber olmak istiyor. “Bu beyler, bu öğütle/Kur’an’la  yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!” (Müddesir, 74/52) mealindeki ayette bu kendini bilmez adamların şımarık tavırlarına işaret edilmiştir.

Halbuki, bir padişah, bir devlet başkanı, bir başbakan, bir vali, bir müdür binlerce milyonlarca insanı yönetiyor ve -her zaman yanlış yapma ihtimalleri olduğu halde- bu ateistler itaatte kusur etmezler. Oysa, Allah’ın elçisinin hata etme ihtimali yoktur.

- Kur’an’da Kamer suresinde Hz. Peygamber (asm) tarafından AY’ın iki bölündüğü açıkça ifade edilmiş ve alimlerin büyük çoğunluğu bunu böyle anlaşmıştır.

Ayın ikiye bölünmesi mucizesi, hem sahih hadislerde, hem tarih kaynaklarında geçmektedir. el-Kettani, Ay’ın yarılması mucizesini mütevatir hadislerle ilgili yazdığı eserine almıştır. (bk. Nazmu’l-Mütenasir mine’l-hadisi’mütevatir, 1/211)

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.”(Kamer, 54/1-2)

mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunun bir büyü olarak değerlendirdiklerine açıkça vurgu yapılmaktadır.

- Soruda geçen ayetin meali şöyledir:

“Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mucize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o ayetleri sadece korkutmak için göndeririz.” (İsra, 17/59)

Görebildiğimiz bütün kaynaklarda, bu ayetin nüzul sebebi, müşriklerin Hz. Peygamber (asm)'den daha önceki peygamberlerin gösterdiği türden bir mucize olarak, örneğin Safa tepesinin altından bir külçeye çevirmesini, dağları giderip yerine ziraat ekmeye uygun verimli tarlalara döndürmesini istemişlerdir.

Ancak, iman etmemeleri durumunda bunların da daha önceki ümmetler gibi helak edileceğini öğrenen Hz. Peygamber (asm), bunu istememiştir. Çünkü o, müşriklerin bir kısmının mümin olacaklarını ve onların nesillerinden iman edecek olanların geleceğini -Allah’ın izniyle- düşünmüş ve onların hatırı için bunların helak olmalarını istememiştir.

Bundan daha önemlisi, Allah bu müşriklerin bir kısmının imana geleceklerini ve o müşriklerin soyundan gelen birçok insanın mümin olacağını bildiği için, onları toptan yok edecek bir sünnetullaha maruz kalmalarına fırsat vermemiştir. (bk. Taberi, Razî, Beydavî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesir, Şevkânî,  el-Merağî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

- Demek ki bu ayette Hz. Muhammed (asm)’e mucize verilmediği/verilmeyeceği değil, önerdikleri tarzda bir mucizenin verilmeyeceği bildirilmiştir. Bunun hikmetini de az önce açıkladık.

Yoksa, Kur’an’da birçok mucize açıkça ifade edilmiştir. Örneğin;

- Kur’an’da “Birkaç yıl içinde Rumlar İranlılarla savaşacak ve onları yenecekler.” (Rum, 30/1-4) diye ifade edilmiş ve bu haber aynen vuku bulmuştur.

- Keza, iki sene önce Mekke’nin kesin olarak fethedileceği bildirilmiş (Fetih, 48/27) ve aynı tarihte fetih tahakkuk etmiştir.

Böyle gelecekten haber veren bir kitabın göz önündeki bu mucizeleri görüldükten sonra, akıl gözüyle bu kitabın Allah’ın sözü olduğuna kesin olarak iman etmek akl-ı selimin gereğidir.

- Kur’an’ın açık ifadesiyle; ayı iki parçaya bölen (Kamer, 54/1-3), Bedir savaşında düşmana attığı bir avuç toprağın/çakıl taşının, bütün düşmanların gözüne girip onları hezimete uğratması (Enfal, 8/17) gibi mucizelerle  insanüstü olayları gerçekleştiren Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunda tereddüt edilebilir mi?

- Kesin bilgi edinme yollarından biri sağlam haber denilen “haber-i sadık”tır.

Hz. Peygamber (asm) gibi; "Muhammedü’l-Emin" unvanıyla meşhur olmuş, okuma yazması olmadığı halde, Kur’an gibi ilim ve mucizeler dolu bir kitabı elinde tutmuş, yüzlerce mucizeler göstermek suretiyle hak peygamber olduğunu ispat etmiş bir zatın söylediklerinin doğruluğunda tereddüt etmenin akılla izahı mümkün değildir.

Her şeyden önce Kur’an-ı Kerim, birçok yönden mucize olduğunu ispat etmiştir. Onun insan sözü olamayacağına milyonlarca ilim adamı sahasında uzman olanlar şahitlik etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi ... 
Peygamberimiz'in Kuran-ı Kerimde Bahsedilen Mucizeleri...

30 Allah, harikulade işleri neden sadece hak yolundakilere değil de batıl ehline de vermiş?

 - Bu sorunun cevabının özeti şudur:

Dünya hayatı bir imtihandır. İmtihanın âdil bir şekilde cereyan etmesi için sorulan sorunun birden fazla ihtimali, alternatifi olması gerekir. Birden fazla ihtimalinin meydana gelmesi ise, aklı zorlayacak bir açıklıkta olmaması gerekir.

Bunun içindir ki, din imtihanında “Akla kapı açılır, fakat iradesi elinden alınmaz.”

Oysa tek yön istikamet zorunluluğu durumunda, aklın iradesi elinden alınmış olur ve imtihan sırrı bozulmuş olur.

Bu olmazsa olmaz kurala göre, peygamberlerin mucizelerine karşı sihirbazların sihirleri, evliyaların kerametlerine karşı şarlatanların istidracları birer alternatif olmak durumundadır.

Böylece, insanlar akıllarını kullanma imkânını bulsunlar, eşit şekilde de olsa harikaların kaynağına baksınlar, harikayı gösteren kişinin Allah’a yakınlığını, samimiyetini, dürüstlüğünü gösteren hayatı zaviyesinden Allah’ın desteklediği tarafı tercih etme imkânını bulsunlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

İstidraç nedir? Keramet ve istidrac arasındaki farkı nasıl anlamalıyız?
Deccal kimdir? Deccal'in istidrac (olağanüstü şeyler) göstermesi nasıl yorumlanabilir?..
Bazı batıl din sahiplerinin mucize göstermesi nasıl açıklanabilir?

31 Müşriklerin istediği mucizeler verilmediyse, diğer mucizeler nasıl açıklanabilir?

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Onların istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin sebebi, daha öncekilerin de bunları yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud kavmine hakikati apaçık gösteren bir mucize olarak deveyi vermiştik de onlar bu yüzden zulmetmişlerdi. Halbuki biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz."

"Unutma ki vaktiyle sana: ‘Rabbin insanları ilim ve kudretiyle kuşatmıştır.’ demiştik. Gerek (miraçta) sana gösterdiğimiz manzaraları, gerek Kur’ân’da lânetlenen ve cehennemin dibinde biten o zakkum ağacını, sırf insanları deneme vesilesi kıldık. Biz onları korkutuyoruz da bu, onların azgınlığını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.” (İsra, 17/59-60)

Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

1) Ayette yer alan “Onların istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin sebebi, daha öncekilerin de bunları yalanlamış olmalarıdır.” mealindeki ifadesi, insanlara şu dersi vermeye yöneliktir:  

Bu müşriklerle eski kâfirler arasında hiçbir fark yoktur. Onlara istedikleri mucizeler göstermemize rağmen iman etmediler, hatta daha da azdılar. Şimdi bunların istedikleri mucizeleri kendilerine göstersek, bunlar da iman etmezler..

Bu ifadede, bundan böyle bir mucize gösterilmeyeceğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Açıklanan husus sadece o anda önerilen mucizelerle ilgilidir.

2) Dikkat edilirse, bu her iki ayette de “müşriklerin istediği mucizelerin verilmemesiyle” ilgili vurgulanan husus: “eskilerin mucizeleri görmelerine rağmen iman etmemiş olduklarıdır.”

Semud kavminin zalimliğinden söz edilmesi, onların helak edildiğine dair bir işaret sayılsa da bu ayetlerde “Mucizelere inanmayanları helak ettik; bu kural sizin için de geçerlidir, onun için istediğiniz mucizeleri size göstermiyoruz.” manasına gelen bir açıklama yoktur. Müfessirlerin “mucizelere inanmama ile helak olma” arasındaki ilişkiye dikkat çekmeleri, bu ayetlerin dışındaki bazı ayetlerin ve hadislerin ifadelerinden aldıkları bilgilere dayanır.

3) O halde bu ayetlerin zikrinde başka maksatları aramak gerekir. Öyle görünüyor ki, bu ayette şu maksatlar için sevk edilmiştir:

a) İnsanlar müşriklerin iman etmemelerini, istedikleri mucizelerin gösterilmemesine bağlıyorlardı. Allah bu ayette, her şeyi kuşatan ezeli ilmini nazara vermiş ve -mucizeler verilse bile- bu müşriklerin de o eski kâfirler gibi iman etmeyeceklerini çok iyi bildiğini vurgulamıştır.

Bu gerçeği öğrenenler, artık müşriklerin iman edip etmemeleri mutlaka mucizeler görmelerine bağlı olmadığını anladılar. Nitekim,

“(Kendi tercihleriyle kâfir olarak ölüp cehenneme gideceklerine dair) haklarında Rabbinin hükmü kesinleşmiş olanlar, her türlü mucize de önlerine gelse,  o gayet acı azabı görmedikçe iman etmezler.” (Yunus, 10/96-97)

mealindeki ayetlerde de bu gerçeğin altı çizilmiştir.

b) Özellikle insanların imana gelmelerini çok arzu eden rahmet peygamberi, belki de müşriklerin iman etmeleri için önerilen mucizelerin verilmesini temenni ediyor ve müşriklerin,  önerilen mucizelerin gösterilmemesinden hareketle kendisinin -haşa- yalancı olduğu zannına kapılmalarından endişe ediyordu.

İşte bu ayetlerde, Hz. Peygambere (asm) güçlü bir teselli verilmiş; mucize göstermek, iman etmek için olmazsa olmaz şartı veya yeterli bir olgu olmadığına vurgu yapılmıştır.

c) Bununla beraber, şeytanın telkinlerine kapılarak “mucizenin gösterilmemesinden ötürü” vesveselere maruz kalan müminlerin kalpleri de bu ayetlerle teskin ve tesbit edilmiştir/imanda sabit kılınmıştır.

- Burada -mucize görüp de iman etmeyenlerden- özellikle Semud kavminin örnek verilmesi, Mekke halkı tarafından bu kavmin helak edilmesinin meşhur bir olay olarak bilindiği içindir.

Araplar, Özellikle Mekkeliler, Mekke’den Şam’a giderken onların harabelerini hep görüyorlardı. Ayette bu gözle gördükleri helak edilmiş kavim ve harap edilmiş kasabalar örneği, onların gözlerine sokulmuştur. (Krş. İbn Aşur, ilgili yetin tefsiri)

4) “Gösterilen mucizelere rağmen iman etmeyenlerin toptan helak olmaları” prensibi ortada iken Hz. Peygamber (asm)'in mucize göstermesinin açıklaması şöyle yapılabilir:

a) Kavimlerin toptan helak olma prensibi, bir yönüyle Mekke müşrikleri için tam olarak uygulanmayacağına dair Allah’ın açık beyanı vardır. Kur’an’da müşriklerin helak olmamaları için iki sebep gösterilmiştir:

Hz. Muhammed’in aralarında olduğu süre. Onların tövbe istiğfar ettikleri süre.. Bu iki sebepten biri veya her ikisi devam ettiği sürece bu “toptan helak” prensibinin uygulanmayacağına dair ilahî bir söz vardır. Şöyle ki:

Mekke müşrikleri büyük bir küstahlıkta bulunmuş ve “Ya Rabbî, eğer bu Kur’ân senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!” demişlerdi.” (Enfal, 8/32)

Bunun üzerine Allah, (Son peygamber Hz. Muhammed (asm)’in, bir de ümmetlerin sonuncusu olan İslam ümmetinin gelecek mümin nesillerinin yüzü suyu hürmetine) bunları helak etmeyeceğini bildirmiştir:

“Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfal, 8/33)

Buna göre Mekke’de gösterilen mucizelere rağmen iman etmeyen müşrikler, Hz. Muhammedin aralarında/Mekke’de bulunduğu sürece onlara ceza verilmemiştir.

Fakat o hicret edip Mekke’den çıktıktan sonra ve istiğfar eden müminler de orayı terk ettikten sonra, Bedir’de onların cezaları verilmiştir. (bk.Taberi, ilgili ayetin tefsiri)

b) Bu ayette yer alan “mucizenin gönderilmemesiyle ilgili helak olmak prensibi”, yalnız  o anda önerilen mucizeyle ilgili olması mümkündür.

Nitekim, görebildiğimiz bütün kaynaklarda, bu ayetin nüzul sebebi, müşriklerin Hz. Peygamberden daha önceki peygamberlerin gösterdiği türden bir mucize olarak, örneğin Safa tepesini altından bir külçeye çevirmesini, dağları giderip yerine ziraat ekmeye uygun verimli tarlalara döndürmesini istemişlerdir.

Ancak, gösterilecek bu mucizeye iman etmemeleri durumunda bunların da daha önceki ümmetler gibi helak edileceğini öğrenen Hz. Peygamber (asm), bunu istememiştir. Çünkü o, müşriklerin bir kısmının mümin olacaklarını ve onların nesillerinden iman edecek olanların geleceğini -Allah’ın izniyle- düşünmüş ve onların hatırı için bunların helak olmalarını istememiştir.

Bundan daha önemlisi, Allah bu müşriklerin bir kısmının imana geleceklerini ve o müşriklerin soyundan gelen bir çok insanın mümin olacağını bildiği için, onları toptan yok edecek bir sünnetullaha maruz kalmalarına fırsat vermemiştir. (bk. Taberi, Razî, Beydavî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesir, Şevkânî,  el-Merağî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Demek ki bu ayette Hz. Muhammed (asm)’e mucize verilmediği/verilmeyeceği değil, önerdikleri tarzda bir mucizenin verilmeyeceği bildirilmiştir.  Çünkü önerilen bu mucize verildiği halde inanmamaları durumunda helak olacaklar...