TÖVBE SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in dokuzuncu suresi. Yüzyirmidokuz ayet, ikibindörtyüzyetmişdokuz kelime ve onbinseksenyedi harften ibarettir. Fasılası be, ra, mim ve nun harfleridir. Medenî surelerden olup, Maide suresinden sonra Hicri 9. yılda nâzil olmuştur. Adını yüzikinci ayetinde geçen "tövbe" kelimesinden almıştır. Ayrıca, birinci ayetin ilk kelimesi olan, "aklanmak, yükümlülükten kurtulmak" anlamlarına gelen "el-Berae" de surenin adı olarak kullanılmaktadır.

Tamamen istisnai bir durum olarak, diğer surelerde olduğu gibi bu surenin başında besmele yoktur. İlk ayetler, müşriklere karşı sert bir ültimatom niteliğinde olduğu için için de Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm sıfatları bulunan besmele ile başlamak, uygun görülmemiştir. Besmele ile başlamamasının muhtemel bir sebebi de muhteva açısından bütünlük oluşturduğu Enfâl sûresi ile tek bir sure olarak kabul edilmesidir. Ancak, Tövbe suresinin müstakil bir sure olduğu kesindir.

Kur'an okumaya, surenin başından başlandığı zaman, sadece "E'üzü" çekilir ve okumaya başlanır. Enfâl sûresinden veya başka bir sureden, bu sureye geçilirse, okunan surenin devamıymış gibi, araya hiç bir şey sokulmadan okumaya devam edilir. Surenin başından değil de başka bir ayetinden okumaya başlandığında, "Besmele" çekildikten sonra geçilir.

Sure, Müslümanların Arap yarımadasında siyasî ve askerî bir güç olarak varlıklarını göstermeye başladığı bir dönemde nâzil olmuştur. Medine'de oluşan ve süratle çevresini genişleten İslâm devletini, artık yok etmelerinin mümkün olmadığını anlayan Mekkeli müşrikler, varlıklarını sürdürmek ve uygun şartlar oluşturup, Müslümanların imha edilmesini sağlayabilmek için, tarihe, Hudeybiye Anlaşması olarak geçen anlaşmaya imza koymuşlardı (bk. Hudeybiye mad.)

Mekke yönünden gelebilecek bir tehdidi, bu barış ile ortadan kaldıran Resulullah, bir taraftan Medine için bir tehdit oluşturan Heyber'i Yahudilerden temizliyor, öte taraftan, Bizans imparatoru ve İran şahı da dahil, geniş bir alanı kaplayan bir tarzda İslâm'a davet mektupları gönderiyordu. Ayrıca, Medine çevresi ve daha uzak yerlerdeki Arap kabilelerini İslâm'a davet ediyor ve onlarla anlaşmalar akdediyordu.

Daha sonra, Müslümanların Mute mevkiinde kalabalık bir Bizans ordusu ile savaşa tutuşup, mağlub olmadan maslahata uygun olarak geri çekilmeleri, bütün Arap yarımadasında yankılara sebep olmuş ve yarımadanın her yerinden akın akın gelen kabileler İslâm'a girmeye başlamıştı.

Hudeybiye Anlaşması çerçevesinde bir takım kabilelerle anlaşmalar yaparak güç kazanmak isteyen Mekkeli müşrikler, anlaşmadan sonra, Müslümanlar lehine cereyan eden çok süratli gelişmeler karşısında korkuya kapılmışlar ve Hudeybiye anlaşmasındaki şartlara mugayir davranışlar göstermeye başlamışlardı. Ayrıca Medineli münafıklarla da gizliden gizliye anlaşmalar yaparak, Müslümanları içten parçalamak isteyen güçlere destek sağılıyorlardı. Ancak, onların bu çalışmaları hiçbir netice vermemiş, zahiren Müslümanların tamamen aleyhinde görülen Hudeybiye antlaşmasının İslam lehine verdiği sonuçlar, Mekke'yi İslâm'a boyun eğmek zorunda bırakmıştı.

Bu aşamadan sonra yapılması gereken şey, bütün Arap yarımadasının putperestlerden, temizlenmesi ve insanlığın geri kalan kısmına İslâm'ın nurunun ulaştırılması yolunda, kıyamete kadar sürecek olan cihadın daha geniş ve kapsamlı bir şekilde sürdürülmesi idi.

Sure, müşriklere karşı mücadelede takip edilecek metodu ve onlarla olan anlaşmaların geleceği hakkındaki hükümleri ortaya koymaktadır. Surenin bir kısmı nazil olduğu zaman, İslâm ordusu Tebük seferi için hazırlıklar yapıyordu. İnananların bu savaş hazırlıklarına ve sefere katılmak için var güçleriyle çalışmaları istenirken, bunda tereddüt gösterenler şiddetli bir şekilde kınanmaktadır. Ayrıca, sefere katılmamak için mazeretler ileri süren kimselerin münafıklıkları ortaya konuyor ve nefislerine uyarak seferden geri kalan üç Müslümanın samimi tövbeleri dile getiriliyor.

Surenin birinci bölümünü oluşturan ayetler, Arap yarımadasındaki putperestlere bir ültimatom niteliği taşımaktadır. Allah Teâlâ, onlara bir mühlet vermekte ve bu zaman zarfında, İslâm'a girmelerini istemektedir. Aksi halde, hiçbir hukukî güvencelerinin kalmayacağı bildirilmektedir: "Allah'tan ve peygamberinden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır. Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları zelil edeceğini bilin. Allah'ın ve peygamberinin, puta tapanlardan uzak olduğunu büyük hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilan eder. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yüz çevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. (Ey Muhammed) inkar edenlere can yakıcı azabı müjdele" (1-3).

Fetihten sonraki ilk hac için Resulullah (s.a.s) kendisi Mekke'ye gitmemiş, Ebû Bekir (r.a)'ı hac amiri tayin ederek bir kafile ile birlikte haccetmek için Mekke'ye göndermişti. Bu kafile henüz Mekke'ye ulaşmadan, nâzil olan bu ayetlerin, hacda insanlara ilân edilmesini sağlamak için Resulullah (s.a.s), Hz. Ali (r.a)'ı hemen yola çıkarmıştı. Hz. Ali (r.a) bu ayetleri, Resulullah (s.a.s)'in istediği şekilde, Kâbe'de okumuştu. Devam eden ayetlerde, kendileriyle anlaşma yapılıp, bu anlaşmalara sadık kalanlara, anlaşma süreleri dolana kadar dokunulmaması istenmekte, bunların dışında kalan müşriklerin ise, haram aylar çıktıktan sonra ele geçirildiklerinde öldürülmeleri emredilmekte, ayrıca, onlara karşı uygulanacak tebliğde takib edilecek metod bildirilmektedir.

Allah Teâlâ, İslâm'ı kabul edenlerin, diğer Müslümanlarla aynı konuma kavuştuklarını bildirdikten sonra, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları bozan topluluklara karşı takınılacak tavrı bir hüküm şeklinde ortaya koymaktadır: "Eğer antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle savaşın. Onlar için artık and yoktur. Belki vazgeçerler" (12).

Müslümanlara, korkmadan, cesaretle kâfirler topluluğu ile savaşmaları gerektiği bildirilerek, ancak böyle davranılırsa, kâfirlerin hor ve zelil kılınacağı gerçeği dile getirilmektedir. Böylece müminlerin kalpleri huzura ve güvene kavuşabilecektir: "Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın" (14).

İnsanların sadece iman ettiklerini söylemeleri, onların kurtuluşa ermeleri için yeterli değildir. Allah Teâlâ, bu sözlerinde samimi olup olmadıklarını bir imtihan vesilesi kıldığı cihat ve Müslümanların güvenliğini dert edinmekle sınayarak ortaya çıkaracağını; "Allah, içinizden cihat edenleri, Allah'tan peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize terkedeceğini mi zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır" (16) ayetiyle bildirmektedir. Yani müminle, münafığın ayırdedici en belirgin özelliği, Allah yolunda savaşmaya karşı takındıkları tavırlarıdır.

İnanan insanlar uyarılarak, inanç birliği dışındaki bağların, bir kimseyi dost edinmek için bir gerekçe olamayacağı dile getiriliyor: "Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi -küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olur" (23).

Daha sonra, Mescid-i Haram'la ilgi temel hükümlerden birisi "Ey inananlar! Doğrusu puta tapanlar pistirler, bu sebeble, bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (28) ayetiyle tesbit edilmektedir. Bu yasaklamayı âlimler, farklı şekillerde yorumlamışlardır (bk. el-Kurtubî, el-Cami li Ahkamil-Kur'an, Beyrut 1965, VIII, 103 vd.).

Yahudiler ve Hristiyanların sapık akideleri tenkit edilerek, teşri'in sadece Allah'a ait olduğu, bu hakkı ondan başkasına tanımanın şirk koşmaktan başka bir şey olmadığı bildirilmektedir. Allah Teâlâ, bu duruma düşen Hristiyanları misal göstererek Müslümanların, Allah'ın kanunlarından başka kanunlara; yasaklama ve serbest bırakmalara itibar etmemeleri, aksi halde Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacaklarını şu ayet-i kerime ile ortaya koymaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa tek bir ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir" (31).

Resulullah (s.a.s), bu ayeti Hristiyan olup, henüz Müslüman olmamış olan Adiy b. Hatem'in yanında okuduğu zaman o, buna itiraz ederek, Hristiyanların, papazlara tapınmadıklarını, onlara ibadet etmediklerini söylemişti. Resulullah (s.a.s), Allah Teâlâ'nın emrettiklerine muhalif olarak, papazların helâl kılıp, yasakladıklarına uymanın, onları ilâh edinip, onlara tapınmaktan başka bir şey olmadığını söylemişti (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'an-ı-Azim, İstanbul 1985, IV, 76).

Kâfirler, Allah'ın dinini yeryüzünden kaldırmak insanları ona uymaktan alıkoymak için var güçleriyle çalışmakta, İslâm aleyhinde iftiralara dayalı şayialarla onu tesirsiz hale getirmek istemektedirler. Ancak Allah Teâlâ, kâfirlerin bütün bu gayretlerinin boşa gideceğini, onlar istese de istemese de dinini yeryüzüne yayacağını bildirmektedir: Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır" (32).

Para biriktirip, onları Allah yolunda sarfetmekten ve insanların istifadesine sunmaktan kaçınan kapitalist zihniyetli tipler, şiddetle uyarıldıktan sonra, Müslümanlara savaş ilân eden kâfirlerle topyekün savaşılmasının gerekliliği bildirilerek, Allah yolunda savaşmak, farz halini aldıktan sonra, onlarla savaşmaktan geri kalan ve dünya hayatına sarılan kimselerin de bu uyuşuklukları karşılığında can yakıcı bir azaba müstahak olacakları gözler önüne serilmektedir: "Ey inananlar! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın" dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz?" (38).

Peşi sıra gelen ayetlerde Allah Teâlâ, dini yüceltmek, İslâm ümmetine yönelen tehlikeleri ortadan kaldırmak için, müminlerin ne şekilde davranmaları gerektiğini ve onların savaş çağrısı karşısında takındıkları tavırlarını dile getirir. "Allah ve ahiret gününe inananlar mallarıyla, canlarıyla savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin istemezler. Allah sakınanları bilir" (44). Bu ayetler, Tebük seferi esnasında nâzil olmuştur. Bu sefere katılmamak için mazeretler gösterip, geri kalmak isteyenlerin durumları, münafıklık olarak nitelendirilmektedir: "Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin istedi" (45). Bu ayetler, kıyamete kadar sürecek olan İslâm-küfür savaşında insanların bu savaşa karşı tutumlarıyla değerlendirileceklerini ortaya koymaktadır.

Daha sonra, münafıkların iki yüzlü davranışları ve onların bu davranışlarına sebeb olan etkenler teferruatıyla zikredilerek, onların bu düşmanca davranışlarının ve komplolarının Müslümanlara bir zarar veremeyeceği dile getirilirken, inanan insanlara Allah'ın takdirine tevekkül etmeleri öğütlenmektedir: "Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim mevlamızdır. İnananlar Allah 'a güvensin" (51).

Peşinden, münafıkların gizlenmek için yemini kendilerine siper edindikleri zikredilerek, bunların aslında korkak bir zümre olduklarından bahsedilmektedir. Yine onların, zekâtın dağıtılması hakkındaki itirazları sözkonusu edilerek, bunun sebebinin Allah'a tevekküllerinin olmayışından kaynaklandığı bildirilmektedir. Allah Teâlâ, varlıklı müminlere ödemekle farz kıldığı zekâtın sarfedileceği yerleri de yine kendisi tesbit etmiştir: "Zekâtlar Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, Hakimdir" (60).

İki yüzlü insanların ve gerçek anlamda iman etmiş olanların iç dünyaları ve bunun dışa yansımaları, aralarındaki kesin farklar belli olsun diye karşılıklı olarak gözler önüne serildikten sonra, iki yüzlü erkek ve kadınların aynı grubun mensubu oldukları ve bunların kötülüğü yaymaya, iyiliği de engellemeye çalıştıkları haber verilmektedir: "İki yüzlü erkek ve kadınlar da birbirlerindendir: Kötülüğü emreder, iyiliğe de engel olurlar..." (67).

Bunun tam zıddı olan mümin erkek ve mümin kadınların da, birbirlerinin velileri oldukları ve onların iyiliği emredip, insanların helâk olmasına sebeb olacak fenalıklardan alıkoymaya çalıştıkları, onlara ait diğer bir takım özelliklerle birlikte zikredilmektedir: Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir: İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar; namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakîmdir" (71).

Sure, tekrar tekrar nifak içindeki insanların fiilerine temas ederek, bu kötü hallerinin neticesinde içine sürüklendikleri açmazları ortaya koymakta, onların bu davranışlarındaki mantık dışılıkları vurgulanmaktadır. Allah Teâlâ, iyilik için söz verip, fakat işlerine gelmediği zaman sürekli döneklik yapan ve inananları aldattıklarını zannederek alay edenler, tehdit ifade eden bir üslûpla şöyle seslenmektedir: "İkiyüzlüler, Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, Allah'ın görünmeyenleri bilen olduğunu bilmiyorlar mıydı?" (78).

Peşinden, münafıkların Tebûk seferi hazırlıkları esnasında ve daha sonra bu seferle alâkalı ortaya koydukları tavırları sergilenerek, onların asla bağışlanmayacakları bildirilmektedir: "(Ey Muhammed) Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları bağışlamayacaktır" (80).

Bu duruma düşmelerinin sebebi, Müslümanlarla alay edip, bir savaşa çıkıldığı zaman yalan mazeretler uydurup geri kalmalarıdır. Buna örnek olarak, surenin son bölümünün inmesine sebep olan Tebûk seferi ile ilgili olaylar gösterilir. Allah Teâlâ, Allah yolunda cihad etmek için can atan, ancak, ellerinde olmayan sebeblerden dolayı geri kalanlar için bir vebalin sözkonusu olmadığını bildirmektedir: "Güçsüzlere, hastalar ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur" (91).

Allah yolunda savaşmaktan kaçınıp, münafıklık edenlerin zelil durumları teferruatlı bir şekilde dile getirildikten sonra Allah Teâlâ, kendi yolunda cihat edenlere cenneti vadetmiş olduğunu ve bunu daha önce gönderdiği kitaplarında da bildirdiğini; "Alah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını - Tevrat, İncil ve Kur'an 'da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah 'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alış-verişe sevinin; bu büyük başarıdır" (111) ayetiyle gözler önüne sermektedir.

Bedevilerin cehâlet ve anlayışsızlıklarından dolayı sapıklıkta aşırı gittikleri zikredilerek, Tebûk seferinden geri kalan ve samimiyetle suçlarını itiraf edip bağışlanmak dileyen Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rubaî'nin durumları dile getirilerek, tövbelerinin kabul edilişleri anlatılır. Onlar, Resulullah'a durumlarını itiraf ettiklerinde o, Allah Teâlâ'nın haklarında hükmünü verinceye kadar beklemelerini söyledi. Bütün Müslümanlar onlarla ilişkilerini kesmişti. Hatta hiç kimse, onlara selam vermiyordu. Bu, elli gün devam etmişti. Onlar bu zaman zarfında çok büyük manevî sıkıntılar çektiler. Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları ruhî sıkıntıları ve tövbelerindeki samimiyeti şu ayet-i kerîme ile ortaya koyarak, onların tövbelerini kabul ettiğini bildirmektedir: "Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tövbesini de kabul etti. Allah, tövbe ettikleri için onların tövbesini kabul etmiştir..." (118).

Allah Teâlâ, savaşa çıkıldığı zaman geri de, İslâm'ı öğrenip, geri dönen mücahideleri uyarmak, onları eğitmek ve yaptıkları işlerin şuuruna erdirmek için mutlaka bir grubun kalması gerektiğine işaret etmektedir: "İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı ? Ki, böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler" (122).

Peşinden gelen ayette inananlara, yakınlarında bulunan inkârcılarla savaşmaları emredilmektedir. Böylece o kâfirler, müminleri kendilerine karşı çok sert ve çetin bulacaklardır: "Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savasın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir" (123).

Sure, tekrar münafıkların hallerine temas ederek, ümmetinin sıkıntıları ve günahlarından ötürü cezalandırılmaları endişesinden dolayı üzülen, inanlara şefkatli, merhametli ve onlara düşkün bir peygamber olarak vasıflandırılan Hz. Muhammed (s.a.s)'e davetine yüz çeviren topluluklara karşı takınması gereken tavır bildirilerek son buluyor. Bu hitap peygamberin şahsında kıyamete kadar gelecek bütün tebliğcileri kapsamaktadır: "(Ey Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter; ondan başka ilâh yoktur, yalnız O'na güveniyorum; O, büyük Arş'ın Rabb'idir" ( 129).

Ömer TELLİOĞLU

Tevbe Sûresinin başında Besmele neden yoktur? Tevbe Sûresinin başında niçin Besmele yoktur? Olmamasının sebep ve hikmeti nedir? Sûrenin başında ve sonunda Besmele okunması caiz midir?

Kur’ân-ı Kerimin ilk nüzulunda âyet ve sûreler kalemle yazıya geçtiğinde Tevbe Sûresinin başına Besmele yazılmadığı gibi, ne Sahabiler, ne Tâbiin, ne Tebe-i Tâbiin, ne de bunlardan sonra gelen âlimler yazmamışlardır.
Sûrenin başına Besmele yazılmamasının ve okunmamasının sebep ve hikmetini birkaç maddede toplamak mümkündür.
Birincisi: Tevbe Sûresi uzun bir fâsıladan sonra nâzil olmuştur. Nâzil olduğunda da mânâ ve muhteva itibariyle Enfal Sûresi ile yakın bir irtibatı ve alâkası görüldüğünden onun devamı gibi mütalâa edilmiştir.
Şöyle ki: Enfal sûresinin son âyetleri müşriklerle Müslümanlar arasında cereyan eden cihad ve benzeri münasebetlerle biterken, bu sûrenin ilk âyeti de meâlen, “Müşriklerle aranızda antlaşma bulunanlara...” şeklinde başlamaktadır. Hatta öyle ki, Sahabiler arasında bu ikisini bir sûre zannedenler bile olmuştur. Fakat hem âyetlerinin çokluğu, hem sûrenin birçok isimle meşhur olması, hem de Peygamber Efendimizin (a.s.m.) açık olarak bunun başka bir sûrenin devamı olup olmadığı hususunda sessiz kalması, Tevbe Sûresinin ayrı bir sûre olduğunu beyana kâfi gelmiştir.

Ayrıca tertip bakımından da Enfal’in son sayfası ile Tevbe’nin ilk sayfasına bakıldığında sûrelerin birbirlerinin devamı olduğu intibaını vermektedir.
Bu sebeplerden dolayı sûrenin başına Besmele yazılmadığı gibi, okunmamaktadır da.
İkinci bir sebep: Sûre müşriklere ve münafıklara karşı şiddetli tehditler ihtiva ettiği ve müşriklere karşı savaş ilânı ile başladığı için; rahmeti, emniyeti ve selâmeti ifade eden Besmele, sûrenin başında yer almamıştır.
Nitekim, Abdullah bin Abbas, Hazret-i Ali’ye (r.a.) “Enfal ile Tevbe arasına Besmele niçin yazılmadı?” şeklindeki suale Hz. Ali şu hikmetli cevabı vermiştir:
“Çünkü Bismillahirrahmanirrahim’de eman ve emniyet vardır. Halbuki bu sûre kılıç ve anlaşmayı bozan müşrikler hakkında nazil olmuştur.“
Üçüncü bir sebep ise; bu sûre ile Müslümanların daha önce ortak savunma ve benzeri hususlarda müşriklerle akdetmiş oldukları antlaşma ve dostlukların tamamen kaldırıldığı beyan edilmektedir. Nitekim 5. âyette meâlen, “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, esir alın, hapsedin ve onların bütün yollarını tutun...” buyurulmaktadır. Harpte de eman ve acıma bulunmadığından sûrenin başına Besmele konmamıştır.

Hatta Rahman ve Rahim isimlerini zikretmeyerek sûreye “Bismillah berâetün minallah” diyerek başlamak bile uygun görülmemektedir.
Bunun için sûrenin başında Besmele nâzil olmadığı ve yazılmadığı gibi, okunması da caiz görülmemiştir. Hattâ namazda zamm-ı sûre bu sûrenin başından itibaren okunarak başlansa dahi namazın bozulacağı bildirilmektedir. Ancak bu mahzur sûrenin başıyla alakalıdır. Sûrenin müstakil âyetleri diğer sûrelerin âyetleri ile aynı hükmü taşır, yani Besmele okunabilir. Meselâ sûrenin sonunda “Lekad câeküm” ile başlayan âyet okunurken Besmele terk edilmez.1

1. Yes'elûneke Fi'd-Dîni vel-Hayat, 1:313-314: Hak Dini Kur'ân Dili,4:2442-44.

Mehmed Paksu


Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun