1
Porno yayınları izlemek günah mı?
İsrâ sûresinin 32. âyetinde Cenab-ı Hak,
"Zinaya yaklaşmayın! Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur."
buyuruyor. Buradaki "yaklaşmayın" emrinden hareketle İslam fıkıh alimleri insanı zinaya götürebilecek her türlü amelin yasak olduğunu ifade etmişlerdir. Müstehcen resim veya görüntelere bakmayı da bu kategori içinde mütalaa edebiliriz. Bu sebeple bu tür resimlere bakmak caiz değildir.
Özellikle cinsel tahrikin ve müstehcenliğin önemli bir ticari sektör olduğu ve gençlerin tabiî cinsel eğilimlerinin acımasızca sömürüldüğü ve giderek anormal ve gayrimeşru tatmin yollarının yayılma özelliği gösterdiği toplumlarda, gençlerin şehevî duygularına hakim olmalarının zorluğu inkâr edilemez. Bu nedenle bireylerin ahlaksızlığına, cinsel dürtülerin açığa çıkmasına neden olacak video, oyun gibi şeyleri yapmak, satmak, almak ve seyretmek caiz olmaz.
Kur'an-ı Kerim'de hem erkeklerin hem de kadınların harama bakmamaları, edep yerlerini iyice örtülü tutup, iffet ve namuslarını korumaları emredilmektedir (bk. Nur, 24/30-31). Hz. Peygamber (asm) de
"… gözlerin zinası şehvetle bakmaktır…" (Buhari, Kader, 9; Müslim, Nikâh, 44)
buyurarak harama bakmayı, zinaya götüren fiillerden olduğu için caiz olmadığını belirtmiştir. Bu itibarla, erkek veya kadının, birbirlerini tahrik edici hal ve hareketlerde bulunmaktan kaçınmaları gerekir.
Erotik sahnelerin seyredilmesi, kişinin manevi hayatını olumsuz yönde etkiler. Üstelik zamanla alışkanlık ve tutku haline gelerek, birtakım ahlaki zaafların ve hiç istenmeyen durumların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu sebeple böyle bir şeyden kesinlikle uzak durulmalıdır.
Bütün günahlar ve ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler, baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kötü alışkanlıklarla ilgili muhasebe...
- Televizyon vb. görüntülere bakmak caiz mi?..
- Bir kadının çıplak resim veya film çektirerek bunu medya (gazete, dergi, tv, sinema) vasıtası ile insanlara göstermesi günah mıdır? Bu tür resimlere ve filimlere bakan günaha girer mi?
- Gözler Nasıl Korunur? (Harama bakma, harama nazar...)
2
Sigara içmenin hükmü nedir; mekruh mu, yoksa haram mıdır?
İslam’ın evrensel helal ve haramları Kur'an-ı Kerim’de ve onun açıklaması olan sünnette zikredilmiştir. ‘Evrensel helal ve haram’ derken kastettiğimiz şey, her zaman ve her mekana göre genel geçer olan helal ve haramlardır.
Sigara konusu gerek sünnette, gerekse Kur’ân-ı Kerim’de yer almaz. Çünkü Kur’an’ın indiği zaman sigara denen bir şey yoktu. Sigara 15. asırdan sonra ortaya çıkmıştır.
İslam’ın temel kaynaklarında adı geçmeyen bir şeyin hükmünü anlamak için İslam’ın bazı genel kuralları vardır. Bunlardan birisi şudur:
“Eşyada aslolan, ibahadır.”
Yani, her şey insanlar için yaratılmıştır. Bazı şeylerin ise haram olduğu açıklanmış, böylece hükmü bildirilmeyen şeyler de helal olarak kalmıştır, demektir. Bir diğeri de şudur:
“Temiz ve güzel olan şeyler helaldir, pis ve zararlı şeyler ise haramdır.”
Bu iki genel kural, beraberce düşünüldüğü zaman sigara için karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: Sigara hakkında kaynaklarda bir şey söylenmediğine göre, onun hakkında hüküm verebilmemiz için onun pis ve zararlı olup olmadığına bakmalıyız: Eğer onun pis ve zararlı olduğunu söyleyebileceğimiz özellikleri varsa haram olduğuna, yoksa, helal olduğuna hükmetmeliyiz.
İşte bu metodik anlayış sebebiyle tarihte bazı İslam alimleri sigaranın helal/mubah olduğu hükmüne varmışlardır. Çünkü, demişlerdir, biz sigaranın bir zararını görmüş değiliz, şu halde onun haram olduğunu söyleyemeyiz. Eğer bir gün zararlı olduğu ortaya çıkarsa biz de ona göre hüküm veririz. Oysa bu gün sigaranın 2.000 civarında zehir içerdiğini, pek çok hastalığın sebebi olduğunu, içenlerin sadece kendilerine değil, içmeyenlere dahi zarar verdiklerini bilim kesin olarak ortaya koymuştur.
Bununla birlikte Hanefî gelenekte şöyle bir anlama metodu vardır: “Kıyasa/kurallara göre haram olan, ancak Kur'an-ı Kerim’de ve sünnette adı ve hükmü açıkça zikredilmeyen şeylere haram yerine, tahrîmen mekruh demek daha uygundur. Gerçi bununla kastedilen de haramlıktır, ancak bir şeye haram ya da helal hükmü vermek sadece Allah’a (cc) ait bir hak olduğu için, haram olduğu kesinkes anlaşılsa bile, Kur’an’da haram denmeyen şeylere nezaketen, tahrimen mekruh demek daha güzeldir.” Bu sebeple son dönem Hanefîler sigara için “tahrimen mekruh” hükmünü tercih etmişlerdir. “Tahrîmen mekruh”, kanun hükmünde kararname gibi, haram hükmünde mekruh demektir.
Ayrıca sigara insanın kendisini tehlikeye atmasıdır. Oysa Allah (cc): “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın.” buyurmaktadır. Bu sebeple sigara, insanın kendisini tehlikeye atması demektir. Sigara içmek ayrıca çok önemli bir kul hakkıdır, çünkü içenler içmeyenlere zarar vermekte ve onları rahatsız etmektedirler. Kul hakkının affedilmesi de ancak, hakkı olan insanların bağışlamasına bağlıdır. Bunu temin etmek ise çok zordur.
Sigaranın hükmü?
Tütün, XV. asırdan sonra, İslâm ülkelerine girmiştir. O zamandan beri, İslâm uleması onu içmenin hükmü üzerinde durmuşlardır. Şöyle ki:
a. Bâzı âlimler, tütünün mubah olduğunu söylemişlerdir. Bunu söyleyenler, tütünün zararı olmadığını ve Şâri' (Şeriatı koyan, yani Allah) tarafından yasaklanmadığını ileri sürmüşlerdir.
Halbuki, bugün tütünün zararları ilmen kesin şekilde ortaya çıkmıştır. Zararsız olduğu söylenemez. Şâri'nin yasaklamadığını söylemek de doğru olmasa gerektir. Zira Şâri', her haramı ismen tek tek zikretmemiştir. Hüküm, sadece sarih ve hususî naslarla değil, naslarda geçenlerin haram kılınış illetlerine bakarak yapılan kıyas ve istidlal yollarıyla da verilebilmektedir. Bu bakımdan hakkında sarih nas olmayan bir nesne hakkında kıyas ve istidlal yoluyla bir hüküm verilmesinde hiçbir mâni yoktur.
b. Bâzıları da sigara içmek mekruhtur, demişlerdir. Bunlar, kıyasla sabit bir hükme, haram demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamaları yüzünden bu hükmü vermişlerdir.
c. Bâzıları da sigara içmek, özellikle tiryakisi olmak haramdır, demişlerdir. Bunların mesnedi ise, sigaranın vücuda zarar vermesi, israf olması ve nafaka mükellefiyetinde darlığa yol açması gibi sebeplerdir.
Bu üç sebepten biri gerçekleştiği yer ve durumda, sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise, mekruhtur.
Özellikle dindar ve uzman bir hekimin vereceği karar çok önemlidir. Böyle bir doktor bir kimseye sigarayı mutlaka terketmesini söylerse, onun sigarayı içemesi dinen de helal olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Sigara haram mıdır?
3
Domuz eti niçin haram kılınmıştır?
İslâm dini birtakım hayvanların etlerini yemeyi serbest bırakmışken, bazılarını yasaklamıştır. Meşrû kılınan veya yasaklanan hayvan çeşitleri incelendiğinde, insan sağlığı için yararlı hayvanların etinin meşru, zararlı olanların ise yasaklanmış olduğu anlaşılır. İşte domuz da beslenme tarzı, görünüşü, insanı tiksindiren tabiatı ve bünyesinde, etini yiyenlere geçebilen trişin vb. zararlı unsurlar taşıması nedeniyle yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de beş âyette domuzdan söz edilir. Âyetler şöyledir:
"Allah sizlere yalnız leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı." (Bakara, 2/173; Nahl, 16/115)
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen... hayvanlar sizin için haram kılınmıştır." (Mâide, 5/3)
"Ey Muhammed, de ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti ki bunlar pistir, yahut doğru yoldan çıkarak, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların yenmesi haramdır... " (En'âm, 6/145)
Aşağıdaki âyette de domuzun çirkin hâline işaret edilmiştir.
"...Allah kime lânet eder ve gazabına uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve tağûta kullar yaparsa, işte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır." (Mâide, 6/60).
Câbir b. Abdillah'tan, Allah Rasûlünün Mekke'nin fethi yılında Mekke'de iken şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Şüphesiz Allah ve Rasûlü şarabın, ölü hayvan etinin, domuzun ve putların alım-satımını haram kılmıştır." (Buhârî, Büyu', 112; Tecrîd-i Sarih Tercümesi VI / 537, 538)
Domuz eti diğer birçok dinlerde de yasaktır. Meselâ Yahudilerin kitabı Tevrat'ın tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken şöyle denilmektedir:
"... ve domuz... çünkü tırnaklıdır, fakat geviş getirmez. O size murdardır, bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız." (Tevrat, Tesniye, bab, 14/8)
Allah insanlara rızıkların güzel ve temiz olanlarından yemeyi ve buna karşılık da şükretmeyi emretmiştir. Helâl yemek duânın ve ibadetin kabulüne sebeptir. Haram yemek ise bunların geri çevrilmesine sebep olur. Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar, şüphesiz Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Şüphesiz Allah, müminlere, peygamberlere emrettiği şeyleri emretmiştir. Allah şöyle buyurmuştur: 'Ey peygamberler, güzel rızıklardan yiyin, sâlih amel işleyin, ben sizin yaptıklarınızı bilirim.' "(Mü'minûn, 23/51).
Yine buyurdu:
"(Ey iman edenler), size rızık olarak verilenlerin temiz olanlarından yiyiniz." (Tâhâ, 20/81).
Sonra Allah Rasûlü, uzun yolculuğa çıkan, saçı başı karışmış, toza batmış, ellerini göğe kaldırmış, ey Rabbim, ey Rabbim. diye dua eden bir adamı zıkretti:
"Bu kimsenin yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, haramla beslenmiş, duası nasıl kabul olunsun?" (Müslim, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
Âyette şöyle buyrulur:
"O, pis olan bütün şeyleri insanlara haram kılar." (el-Â'râf, 7/157)
Domuz etinin insana zararlı olduğu tıp tarafından da ortaya konulmuştur. Doktor Glen Shepherd, Washington Post gazetesinin 31 Mayıs 1952 tarihli nüshasında yazdığı bir makalede bu konuda özetle şunları yazmıştır:
"ABD ve Kanada'da yaşayan insanların 1/6'nin adalelerinde, trişinli domuz eti yedikleri için, trişin kurtları vardır. Bunların çoğunda hastalık arazı görülmez. Yavaş yavaş iyileşir, bazıları da ölür. Bir kısmının sol tarafı felç olur. Hepsi de dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın bağışıklık ve tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler, ne de diğer ilaç ve aşılar bu küçük ve öldürücü kurda tesir etmez. Tek çare bu mikrobun bulaşmasını önlemektir... Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri elliden fazla hastalığın belirtilerine benzer. Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi metotlar trişinleri öldürmez. Mezbaha kontrolleri de trişinli etleri teşhis için yeterli değildir."
Bu konuda birçok araştırıcılar domuz eti yemeğe devam etmenin insandaki kıskançlık duygusunu zayıflattığını söylerler. Çünkü hayvanlar içinde dişisini kıskanmayan tek hayvan domuzdur. Diğer yandan beslendiği yerde her türlü pisliği yediği için, çevreye hoş olmayan bir koku yayar ve eti, proteindeki kimyevî maddeler bakımından düşük değerdedir. Domuz etinin trişin kurdundan temizlenmesi fennî bakımdan imkansız görülmüştür. Yeryüzünün hıfzısıhha otoritelerinden Prof. Hirş bunu açıkça belirtmiştir.
İşte tıbbın bir kısım zararlarını ortaya koyduğu domuz etini yemek önceki bazı dinlerde yasaklandığı gibi İslâm'da da yasaklanmıştır. (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VII, 537 vd.; Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, 50-53)
Haramların nedeni?
İbadetler ve haramlar tamamıyla Allah’ın iradesine ve isteğine göre belirleniyor. Bunu bizim sorgulama veya itiraz etmeye değil hikmetini anlamaya çalışmamız icap etmektedir. Şöyle ki, şeriatın iki çeşit hükümleri vardır:
1. Taabbudi dediğimiz, yani hikmeti bilinmeyen ve tamamıyla Allah’ın emir ve yasağına bakan kurallardır.
2. Makulul mana dediğimiz, ilahi emirler veya yasaklarda yatan hikmetlerin araştırılabileceği kısım.
Sizin sorduğunuz soruya bu taraftan da bakalım. Niye sabah namazı dört rekat da on veya yirmi rekat değil?.. Cevap: Allah emrettiği için!.. Öğle namazı Allah tarafından on rekat olarak tayin edilmiştir. Bunun hikmetini araştırmak sonuçsuz olacaktır. Çünkü Allah öyle emretmiştir. Ve bunun asıl cevabı budur. Ama bazı şeriat kuralları hikmetle izah edilebilir. Ama hikmetler asıl değildir. Asıl olan Allah’ın emri veya yasaklamasıdır.
Mesela, Allah namazı niye emretmiştir? Buna istediğiniz kadar hatta ciltlerle hikmet ve gaye açısından cevap verilebilir. Niye oruç tutuyoruz, hikmetleri araştırılıp cevap verilebilir. Ama hikmet ve faydalar Allah’ın emri yerine geçemez. Şöyle ki, orucun bir hikmeti insanların aç kalıp, yokluk içerisinde yaşayan insanların halinden anlayıp onlara şefkatle yaklaşmalarını sağlamaktır.
Şimdi birisi bunu esas tutup “Ben daha fazla aç kalıp daha fazla şefkat hissim kabarsın ve fakirlere daha fazla yardımda bulunayım.” diyebilir. İmsak vakti saat 4.00 olduğu halde, bu adam gece saat 11.00’den oruca niyet edip, fakat akşam vaktine beş dakika kala orucunu açsa orucu sahih olur mu? Elbette olmaz. Çünkü orucun açılması için belirli bir zaman var ve bu adam daha fazla aç kaldığı halde, oruç tutmuş olmuyor. Yani oruçtan beklenen hikmet daha fazla yerine gelmiş, fakat Allah’ın izin vermediği bir zamanda açtığı için oruç yerine gelmemektedir.
İşte kardeşim İslam'ın tüm emir ve yasaklarına bu şekilde bakmamız gerekir. Yani Allah böyle emretmiş veya böyle yasakladığı için bunu yapıyoruz. Bunun hikmetleri elbette vardır. Ve bu hikmetler elbette araştırılır. Bu da bir ilim ve ibadettir. Ama hikmetler ve faydalar kesinlikle asıl değil, ayrıntıdır.
Domuz etinin hiçbir zararı olmasa bile, sırf Allah emrettiği için biz onu yememeliyiz. Zira yaratıcı kullarına yasaklamıştır. Bir asker bile tuğay içinde hiçbir tehlike olmadığı halde, komutanının emrine uymak için nöbette yerini terk edemiyor. Yoksa ceza yiyecektir. Yerini terk etse hiçbir zarar olmayacaktır. Ancak emre aykırı hareket etmiştir. Bunu gibi biz de Yaratıcımızın emrine uymakla mükellefiz.
Bununla beraber, Allah’ın yasakladığı her şeyde bizim bir çok faydamızın olduğu da gerçektir. Domuz etinin haram olması da öyledir. Bugün bütün ilim dünyası onun zararlı olduğunu kabul etmektedir. Bütün dezenfekte çalışmalarına rağmen zararından kurtulmak mümkün olmamıştır. Hatta Avrupa sağlık örgütü bu günlerde domuz etinin bazı gıdalarda kullanılmasını yasaklamayı düşünüyor
DOMUZ ETİNİN HARAM KILINMASININ HİKMETLERİ:
İMTİHANIN GEREĞİ
Bir şeyin helal veya haram olması, Allah'ın emrine tabidir. Allah bir şeye "helal" derse helal, "haram" derse haram olur. Yani din bir imtihandır, insanlara yapılan bir tekliftir. Cenab-ı Hak, cennete layık bir duruma getirmek için, insanları imtihana tabi tutuyor. Bu sebeple, bazı emir ve yasaklar koymuştur. Esas olan da bu emir ve yasaklara uymaktır. Bu prensiplerin gerek insanin şahsi hayatına, gerekse cemiyet hayatına pek çok faydaları vardır. Dolayısıyla bunlar, emir ve yasağa daha şuurlu olarak riayet etmemizi sağlıyor. Dinimizin yasakladığı hususlardan birisi de, domuz etidir. Bu yasaklamanın, pek cok hikmeti vardir. Biz, burada sadece birkaçına işaret etmeğe calışacağız.
ZEHİRLİ MADDELER
Domuz eti çok yağlıdır. Yenildiği takdirde, bu yağ kana geçer. Böylece kan, yağ tanecikleriyle dolmuş olur. Kandaki bu fazla miktardaki yağ; atar damarların sertleşmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb infarktüsüne sebep olur. Ayrıca, domuz yağ içerisinde "sutoksin" denilen zehirli maddeler mevcuttur. Vücuda giren bu zehirli maddelerin dışarı atılması için, lenf bezlerinin fazla ÇalIŞmalarI icab eder. Bu durum, bilhassa çocuklarda lenf düğümlerinin iltihaplanması ve şişmesi seklinde kendini gösterir. Hasta çocuğun boğaz bölgesi anormal bir şekilde şişerek, adeta domuza benzer. Bu sebeple, bu hastalığa "domuz hastalığı" (skrofuloz) adı verilir. Hastalığın ilerlemesi halinde, bütün lenf bezleri cerahatlanarak şişer. Ates yükselir, ağrı başlar ve tehlikeli bir durum ortaya çıkar.
FAZLA MİKTARDA KÜKÜRT
Domuz etinde bol miktarda bulunan sümüksü bağ dokusu, kükürt yönünden çok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alınmış olur. Bu fazlalık ise kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde iltihaplanma, kireçlenme ve bel fıtığı gibi çeşitli hastalıklara yol açar. Domuz eti devamlı yenirse, vücuttaki sert kıkırdak maddesinin yerini, domuzdan geçen sümüksü bağ dokusu alır. Bunun sonucu olarak, kıkırdak yumuşar; vücut ağırlığına tahammül edemeyerek altında ezilir. Böylece, eklemlerde bozulmalar meydana gelir. Domuz eti yiyenlerin elleri pelteleşir, yağ tabakaları teşekkül eder. Mesela yiyen kimse sporcuysa; yorgun, tembel ve hareketsiz olur. Bazı futbolcular bu sebeple mesleklerinden olmuşlardır.
AŞIRI BÜYÜME
Domuzda büyüme hormonu da çok fazladır. Doğduğu zaman birkaç yüz gram olan domuz yavrusu, altı ayda yüz kiloya (!) erişir. Bu kadar süratli gelişme, büyüme hormonunun fazlalığı sebebiyledir. Domuz etiyle fazla miktarda alınan büyüme hormonu, vücutta doku şişliklerine ve iltihaplanmalara yol açar. Burun, çene, el ve ayak kemiklerinin anormal bir sekilde büyümesine ve vücudun yağlanmasına sebep olur. Büyüme hormonunun en etkili yönü, kanserin gelişmesine zemin hazırlamasıdır. Nitekim domuz kesim işiyle uğraşanlar, erkek domuzların belli bir yaştan sonra kansere yakalandıklarını ifade ederler.
DERİ HASTALIKLARI:
Domuz etinin ihtiva ettiği histamin ve imtidazol denilen maddeler, deride kaşıntı hissi uyandırır. Ekzama, dermatit, nörodermatit gibi iltihabi deri hastalıklarına zemin hazırlar. Bu maddeler ayrıca; kan çıbanı, apandisit, safra yolları hastalıkları, toplar ve damar iltihapları gibi hastalıklara yakalanma ihtimalini artırır. Bu sebeple doktorlar, kalb hastalarına domuz eti yememelerini tavsiye ederler.
BIR HATIRA
Alman hekimi Prof. Dr. Reckeweg "Domuz Eti ve İnsan Sağlığı" adlı eserinde bir hatırasını şöyle anlatır:
"Tedavi maksadıyla bir çiftçi ailesinin biraz sapa yörede bulunan çiftliğine gitmiştim. Babada müzmin antroz (dejeneratif eklem hastalığı) ve kalça eklemi iltihabı vardı. Ayrıca karaciğerinden de rahatsızdı. Annenin bacaklarında varis ve eziyet verici kaşıntısı olan ekzama vardı. Ailenin kızları ise, kalp yetmezliği ve romatizmadan rahatsız idi. En sağlıklıları görünmesine rağmen oğulları da anjin sonrası kalp yetmezliğinden ve kan çıbanından müşteki idi. Evin öbür kızı ise müzmin bronşitten muzdarip idi. Oğullarından bir diğeri de, "domuz kıllanması" ve müzmin plörite yakalanmış olup, devamlı tekrar eden fistül ifrazatından rahatsız idi."
"Yukarıda sakinlerinin hastalıklarından uzun uzadıya bahsettiğim çiftlik evinde muayene sırasında garip bir olaya şahit oldum. Ailenin arasında iri cüsseli bir domuz hiç istifini bozmadan, aşağıi doğru sarkan kalın bir ağaç dalına abanarak sırtını kaşıyordu. Hastalara 'Oradaki domuzu görüyor musunuz? Onun kaşınmasına ve iltihaplara yol açan maddeleri, etiyle beraber siz de yiyorsunuz. İşte bu maddeler, sizdeki hastalıkların yegane sebebidir.' dedim."
"Yukarıda kendilerinden bahsettiğim, Kara Ormanlar havalisinde oturan benzeri çiftlik sahiplerinden verdiğim nasihati dinleyenler, domuz eti yemekten vazgeçerek hastalıklarının çoğundan kurtuldular. Şimdi o çiftliklerin etrafındaki otlaklarda İslam ülkelerinde olduğu gibi küçük koyun sürüleri yayılıyor."
DOMUZ ETİ VE TRİŞİN
Domuz eti ile insana bulaşan tehlikeli hastalıklardan birisi de trişin hastalığıdır. Domuzlar bu hastalığı trişinli fare yemek veya trişinli domuz eti ile beslenmekle alırlar. Fakat trişin domuzlarda ağır bir hastalik yapmaz. Halbuki insanlarda, çok tehlikeli ve öldürücü bir hastalık meydana getirir. Domuz etiyle alınan trişin kurtçuklar, mide ve bağırsak yoluyla kana geçer. Böylece de, bütün vücuda yayılırlar. Trişin kurtçukları özellikle çene, dil, boyun, yutak ve göğüs bölgelerindeki kas dokularına yerleşirler. Çiğneme, konuşma ve yutma adelelerinde felçler meydana getirirler. Yine kan damarlarında tıkanıklığa, menenjit ve beyin iltihabına sebep olurlar. Bazı ağır vakalar, ölümle sonuçlanır. Bu hastalığın en kötü tarafıysa, kesin bir tedavi şeklinin olmamasıdır. Trişin hastalığı, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaygındır. Sıkı veteriner kontrolleri yapılmasına rağmen, İsveç, İngiltere ve Polonya'da trişin salgınları görülmektedir. Yurdumuzdaysa, yerli Hristiyanların dışında trisin hastalığı görülmemiştir.
GIDALAR VE İNSAN MİZACI
İnsan ve hayvanlar, yedikleri gıdaların az-çok tesirinde kalırlar. Mesela kedi, köpek, arslan gibi et yiyen hayvanların yırtıcı; koyun, keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanlarsa daha uysal ve yumuşak huylu oldukları malumdur. Bu durumda, insanlar için de geçerlidir. Nebati gıdalarla beslenenlerin, genellikle halim-selim; et ve et ürünleriyle beslenen insanların ise daha sert mizaçlı olduklari tesbit edilmistir. Domuz, dişisini kıskanmayan bir hayvandır. Domuz eti ile beslenen insanlarda, kıskanclık hissinin zayıfladığı veya dumura ugradığı gözlenmiştir. Fransiz filozoflarından Savorin de beslenmenin mizac üzerindeki bu tesirine cok önem vererek, "Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim." demiştir.
HELALLER İHTİYACA YETER
Yüce Rabbimiz, istifademiz için pek çok gıda yaratmıştır. Bunun yanında, bazı zararlı şeylerin yenip içilmesini yasaklamıştır. Çünki O, sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Kullarına, taşıyamayacakları yükleri vermez. Emir ve yasakları, insanların rahatlıkla altından kalkabilecekleri şeylerdir. Acaba insan içki içmeyince, domuz eti yemeyince ne kaybeder?
Bu yazı Prof. Dr. Adem Tatlı'nın "Merak Ettiklerimiz-1 / Cihan Yayınları" adlı kitabından alınmış olup, yazı Prof. Dr. Selahattin Salimoğlu'na aittir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İLLET (Hükümlerin asıl sebebi nedir; illet ve hikmet).
4
Denizden çıkan ürünlerin, hayvanların hepsi yenir mi? Kalamar, karides, ahtapot, yengeç, midye, kerevit, istakoz gibi ürünler yenir mi?
"Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah'tır." (Nahl, 16/14)
mealindeki âyet-i kerime ile,
"Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun." (Mâide, 5/96)
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimeden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlimlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekide bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir. Midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır. (el-Mezâhibu'l-Erbaa, 2/5)
Bu esaslara göre, midye, istiridye, kalamar gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
İlave bilgi için tıklayınız.
İçtihat farklılığından bir mezhepte helal olan diğer bir mezhepte neden helaldir?
5
Dövme yapmak / yaptırmak doğru mudur?
Dövme, insan cildinde boya maddesiyle yapılan kalıcı şekil demektir.
İnsanlar, çok eski zamanlardan beri vücutlarının çeşitli yerlerine dövme yaptırmışlardır. Bugün bu âdet, yer yer sürdürülüyor. Avrupa ve Amerika'da bazı gençler bunu bir "süs" şeklinde yaparken, yurdumuzda da birtakım havai gençler onları taklit ediyorlar. Cahiliye Arapları dövmeyi süslenmek için yaparlarken; dövme ile bedenlerine çeşitli şekil ve suretler yaparak, bununla mafsallarının güç kazandığına inanırlardı. Bugün ise bu tamamen bir özentiden öteye geçmemektedir.
İlkel dövme ana hatlarıyla, deriye yan yana küçük delikler açmak ve bu deliklere is, sürme, mürekkep, kına, çivit gibi boyalı maddeler doldurmak suretiyle yapılır. Bunun yanında bıçakla veya tırnakla derin yarıklar meydana getirerek, yahut süslenecek kısımlara barut gibi yanıcı maddeler sürüp yakarak yapılanları da vardır.
Modern dövmeciler ise, özel olarak imal edilmiş elektrikli dövme kalemleri kullanmakta ve dövme yaptıran şahsın acı duymaması için de cildine lokal anestezi uygulamaktadır.
İlkel dövmelerin genellikle mavi renkte olmasına karşılık modern dövmeler çeşitli sentetik boyalar kullanıldığı için bir tablo gibi renkli olabilmektedir.
İlâhî dinler dövmeyi yasaklamıştır. Tevrat vücuda dövme yaptırmayı, ölü arkasından düzenlenen ağıt sırasında ağlayanın tırnaklarıyla yüzünü yırtması olayı ile birlikte ele almış ve
"Ölüler için bedeninizde yara açmayacaksınız, kendinize dövme işaret koymayacaksınız." (Levililer, 19/28)
cümlesiyle her ikisini de yasaklamıştır.
Arapça'da "veşm" kelimesiyle ifade edilen dövme, Hz. Peygamber devrinde Câhiliye çağının bir uzantısı olarak, özellikle kadınlar arasında yaygın bulunuyordu.
En güzel şekilde yaratılan insanın tabii görüntüsünde değişiklikler yapılmasını hoş karşılamayan Hz. Peygamber, bu türden çeşitli uygulamalar yanında dövmeyi de yasakladı; dövme yapan ve yaptıran kadınlara Allah'ın lanet ettiğini bildirdi. Bir fiili işleyenin Allah tarafından lanetlenmesi onun haram olduğunu gösterir. (bk. Buhârî, Libâs, 87; Müslim, Libas, 119-120)
Konu ile ilgili hadis metinlerinde sadece kadınların zikredilmesinin sebebi, Arap toplumunda bugün olduğu gibi daha çok kadınların dövme yaptırmasıdır. Dövme yaptırmanın dinî hükmü açısından kadınla erkek arasında fark yoktur.
- Dövmeyi yaptırmış olan bir insan nasıl hareket edecektir?
İmam Nevevî, sağlık bakımından zarar vermediği takdirde dövmenin vücuttan giderilmesi gerektiğini söyler. Yapılacak operasyonun vücuda zarar vermesi veya geride çirkin bir manzara bırakması sebebiyle dövme giderilemezse kişi tövbe etmekle günahından kurtulur. (Şerhu Müslim, XIV/106; bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Dövme md.)
Bundaki hüküm, dövmeyi yaparken kullanılan maddeye göre değişir. Şayet bu maddeler dinen necis sayılanların arasında bulunuyorsa, dövme de o hükme girer. Şayet temizse, o da temizdir. Bunda yapılacak şey, şayet ufak bir müdahale veya ameliyatla hallediliyorsa gidermeye çalışmaktır. Şayet giderilemiyor, buna da imkân bulunamıyorsa, o şekilde bırakılır. Çünkü Cenab-ı Hak kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez, onun üstesinden gelemeyeceği, yapamayacağı şeyleri istemez.
- Dövme abdeste ve gusle engel olur mu?
Dövme derinin altındadır. Yani dış derinin altında yer alıyor. Abdest ve gusulde ise derinin altını değil, üstünü yıkamak farzdır. Dövme de derinin altında kaldığına göre, onun bedenin herhangi bir yerinde bulunması abdeste ve gusle mani olmaz. Üzerinin yıkanmasıyla abdest ve gusül sahih olur.
Ayrıca dövme, namaz kılmaya, ibadetlerin yerine gitirmeye, camiye ve cemaate gitmeye, Kur'an okumaya da asla engel değildir.
Böyle bir günahı işlemiş olan kimse de Allah'tan mağfiret diler, tövbe istiğfar eder. Ve inşallah da kabul edilir.
6
Evlenemeyen kişinin günaha girmemesi için ne tavsiye edersiniz?
Müstehcenliğinden dolayı cevap vermekte zorlandığımız konulardan biri de cinsel duyguların baskısından kurtulmak isteyenlerin başvurduğu kendini tatmin konusu.
Bu konu ısrarla sorulduğundan zorluğuna rağmen cevap vermeye gayret edeceğiz. Önce meseleye genel bir bakışla bakalım izin verirseniz.
Rabbimiz aile hayatını kolaylıkla yürütmesi için insanlara cinsi his vermiştir. Bu hissin getirdiği derin bir ilgi ile karşı cinsler birbirlerini sevmiş, bu sevgi sebebiyle birbirlerine hoşgörü ile bakacak hale gelmişlerdir.
Ancak bazen bu cinsi his bilhassa gençlerde baskılar da meydana getirmiş, onları gayrimeşruluklara itecek bir etkiyi de göstermiştir.
İşte bu durumda Rabbimiz rüyada ihtilam olma halini yaratmış, had safhada cinsel his baskısına maruz kalan kimseler, rüyadaki bu ihtilam olma yoluyla cinsel his baskısından kurtulmuşlar, gayrimeşruluklara yönelme duygusuna girmemişlerdir.
Ne var ki bazen ortamın aşırı tahrikinden dolayı rüyadaki teskin olma hali yetmeyip uyanıkken de kendini teskin etme ihtiyacı duyanlar olmuş; bunun dini hükmünü merak ederek öğrenmek istemişlerdir.
Cinsellik duygusunun aşırı baskısından kurtulmak için baş vurulan bu kendini teskin etme olayına (istimna = masturbasyon) kitaplarda haram, mekruh, caiz diyenlerin olduğunu görüyoruz.
Şahısların özel durumlarından dolayı böyle farklı hükümlerin verildiği anlaşılmaktadır. Bu mevzuda en başta cinselliği ateşleyen, sahibini günaha zorlayacak derecede tahrik eden görüntü ve teşhirleri seyretmeme ve öyle müstehcen ortamlardan uzak durma kararı çok mühim.
Böylesine tahrikçi görüntülerden insan, büyük bir dikkatle kaçınmalı, sahibini dayanması güç his ayaklanmasına iten zeminlerden mutlaka uzak kalmalı ki; ihtilam olmakla cinsel his baskısından kurtulabilecekken, ayrıca bir de kendini teskin etme zorlamasına maruz kalmasın, kendi kendini böyle sağlıklı olmayan bir durumla karşı karşıya bırakmasın.
Bundan dolayı İsra sûresindeki ayet; "Zina yapmayın!" demeyip "Zinaya yaklaşmayın!" diyor. Yani zina teşhir ve teşviklerine yaklaşmayın. Çünkü teşhire yaklaşanlar tahrik olurlar, tahrik olanlar cinsel his baskısına maruz kalırlar. Maruz kalanlar da günahı göze alacak hale gelirler.
Öyle ise günahı göze aldıracak duygu ayaklanmasına sebep olan görüntüleri seyretmekten uzak durmak, konunun ihmal edilmez tedbîrlerinin en başta gelenidir.
Bu konuda bir başka ikaz da tesettür ayetlerinden alınmaktadır. Bu ayetlerde de:
"Mümin erkekler, mümine kadınlar gözlerini harama bakmaktan kapasınlar!" diyor. Gözleri kapamak mümkün mü?
Yani gözlerini harama bakmaktan o kadar korusunlar kî sanki kapamışlar gibi hayallerini temiz tutsunlar, günaha iteleyecek tahrike maruz kalmasınlar.
Bu ikazdan da anlaşılıyor ki, bozulmuş vasatlarda ilk tedbir, mümkün olduğu kadarıyla tahrikçi görüntüler seyretmekten uzak kalmak; fıtratın gereği olan ihtilam olmayla iktifa edip kendini sinirsel zafiyete de uğratacak suistimale, gayrimeşru tatmin yollarına mecbur bırakmamaktır.
Bütün bu dikkat ve korunmaya rağmen, maruz kaldığı baskıdan kurtulmak için kendini teskin etmek zorunda kalan kişi; büyük günaha düşmemek için küçüğüne başvuran kimse durumundadır. Buna; "Büyüğüne yönelmemek için küçüğüyle yetinme hali" demek de mümkündür. (Merakılfelah)
Ancak bunun en mahzurlu tarafı, baskıyı gidermek için arada sırada başvurduğu bu kurtulma çaresini, zevk alma alışkanlığına dönüştürüp devamlı yapma bağımlılığına düşme yanlışıdır.
Alimlerin haram hükmünü verdikleri, yahut da harama yakın şekilde mekruh saydıkları, bu türlü bir bağımlılık halidir.
Oruç tutmak insanı günahlardan uzak tutan bir kalkandır. Nefsin şehevani isteklerini kırarak harama düşmesini engeller. Şayet buna imkan yok ise insan nefsiyle başbaşa kalmamaya çalışmalı, dini eserleri bolca okumalı, dini sohbetlere daha sık katılmalı ve tebliğ faaliyetlerini arttırmalıdır. Nefsi hesaba çekme, ölümü, ahireti düşünme, tefekkür etme insanı uyanık tutmada ve nefisle mücadelede önemli hususlardır. Dünya imtihan meydanıdır, her zaman mücadele devam edecektir. Mücadele sonucunda verilecek mükafatı düşünmek ve günahlara karşı sabretmek gerekir.
Cinsel Baskıdan Kurtulmak İçin Önemli Tavsiyeler:
a. Ergenlik Çağına Girince Evlenmek:
En güzel ve en kestirme yol budur
b. Nafile Oruç Tutmak:
Ortada ergenlik çağına girince evlenmeye engel birtakım sebepler söz konusu olduğunda, İslam, evlenme imkanı bulamayanlara nafile oruç tutmalarını tavsiye eder. Çünkü oruç, şehvetin galeyanını durdurur, isteği azaltır, cinsel duygunun hiddetini kırar; aynı zamanda kendinin ilahi murakabe (kontrol) altında bulunduğunu hem ilham, hem takviye eder. Allah'tan saygı ile korkmayı hatırlatır. Böylesine güzel irşad Resülüllah (asm) Efendimizin hadislerinde yer almıştır:
"Ey gençler topluluğu! Sizden kim evlenmeye güç getirip imkan bulabiliyorsa evlensin; çünkü evlenmek gözü haramdan sakınmaya, yummaya daha uygun, namus ve iffeti korumaya daha elverişlidir. Kim de evlenmeye güç getiremiyor, imkan bulamıyorsa, kendisine oruç tutmak gerekir; çünkü oruç, şehveti kesicidir." (İbni Mace, Nikah, 1)
c. Cinsel Duyguyu Tahrik Eden Yayınlardan ve Sokaklardan Kaçınmak, Uzaklaşmak:
İçinde yaşadığımız toplum ve çağda bir sürü bozuk, kirli ve gayr-i ahlaki basın ve yayınlarla gençliğin ruhu dejenere edilmektedir. Hiç şüphe yok ki, genç kimse, bu fitne saçan rezilliklerin peşine takılınca, derin bir bataklığa saplanıp kendini kaybetmekte, yolunu şaşırmaktadır. Ahlakı değişmekte, doğru yolundan sapmakta, acemi ya da yabani hayvan gibi ne yaptığını, nereye daldığını bilmez hale gelmektedir.
Artık bu durumda terbiyecilere, eğitimcilere düşen görev, öğüt ve sıkı bir iş ve çalışma devresine girmek, uyarı ve sakındırıcı yollara başvurmaktır. Bu yalnız terbiyecilere vacib değil, aynı zamanda terbiye etme hakkını yüklenen, bu sorumluluğu duyan herkese vacibtir. Sık sık gençlerin kulağına: "Yarıçıplak kadınlara, kırıtarak gezen kadınlara, etini teşhir edenlere bakmak; fotoromanlar okumak, şehveti tahrik edip iç duyguları harekete geçiren cinsel konulu kitapları okumak, yine insanı şehvet alemine götüren, duyguları bu doğrultuya çekip kamçılayan çalgıları, nağmeleri dinlemek, kafayı ciddi konulardan alıp havai şeyler peşine takmayı sonuçlandırır." diye fısıldamaları gerekmektedir.
Çünkü bu tür yayınlar ahlakı bozmakta, anlayışı zayıflatmakta, hafızayı kısırlaştırmakta, cinsel duyguları harekete geçirmekte ve kişiliği kaybettirmektedir.
d. Boş Vakitleri Yararlı Şeylerle Doldurup Değerlendirmek:
Terbiyeciler ve eğitimciler, çocuk boş kalıp bir işle meşgul olmadığı zaman kötü-yıkıcı düşüncelere, gerçekleşmesi zor hayallere dalar; cinsel konular üzerinde kafa yorup düşler kurar. Bu durumda eğer ergenlik çağına girmişse, ister istemez şehveti harekete geçer.
O halde bu gibi hayal ve düşüncelere dalmasını önlemek için ne yapmak, nasıl bir çare bulmak lazımdır? Çare şu olabilir:
Önce ergen olan çocuğa vaktini nasıl değerlendirebileceğini öğretmemiz, boş vakitlerini ne ile doldurup yararlı duruma getirmesi gerektiğini anlatmamız gerekmektedir.
Vakti değerlendiren, boş zamanları yararlı şeylerle dolduran kitap, dergi, broşür ve benzeri birçok yayınlar vardır. Ayrıca bedeni güçlendiren, adaleleri kuvvetlendiren, insana sağlık kazandıran birtakım ölçülü spor hareketleri yapmalarını; ancak güvenilir, terbiyeli arkadaşlarla bu işi sürdürmeleri telkin edilir. Çok yararlı kitapları okumaya alışmaları ise bilgi ve kültürlerini artırıp genişletir. Bununla birlikte bazı el işleri, el sanatlarını öğrenmeleri, ahlakı güzelleştiren dini ders ve sohbetlere katılmalarını sağlamayı da ihmal etmemek gerekir.
Bunlardan başka düşünceleri berraklaştırıp gıdalandıracak, ruhu arındıracak, bedeni kuvvetlendirecek, ahlakı yüceltecek şeylerle çocukların boş vakitlerini değerlendirmeye özen gösterilmelidir. Bunun için zihnin daima yüksek meselelerle meşgul edilmesi, aklın, kalbin ve duyguların olumlu ve faydalı çalışmalarda yoğunlaştırılması, yaratılış gayesinin daima hatırda tutulması, hayatın ve ölümün manasının devamlı olarak düşünülmesi, bütün vakit ve enerjinin sürekli ve başka şeylere yer bırakmayan yoğunluktaki faaliyetlere yönlendirilmesi, güzel hobi ve alışkanlıkların kazandırılması faydalıdır.
e. İyi Huylu, Güzel Ahlaklı, Uyumlu Arkadaş Seçmek:
Terbiyecilerin, eğitimcilerin önemle üzerinde duracakları bir husus da, ergenlik çağına girmiş bir çocuğa iyi ahlaklı, uyumlu arkadaşlar arayıp bulmak, seçip beğenmektir. Çocuk unuttuğu zaman ona hatırlatırlar, saptığı zaman ona doğru yolu gösterirler; düzenli olmaya çalıştığında ona yardımcı olurlar; başına bir dert, bir sıkıntı geldiğinde onu teselli edip iradesini güçlendirmeye çalışırlar.
Denilebilir ki, sözünü ettiğin vasıfta arkadaş çok azdır, özellikle günümüzde bunlar parmakla gösterilecek kadar mahduddur. Öyle ama, hemen her mahallede ve yerde bu azları bulmak mümkündür, hepsi de simalarından tanınırlar, alınlarında secde eseri bulunuyordur; yüksek ahlaklarıyla diğer çocuklardan ayrılmakta ve ayırd edilmekteler. O halde bir gencin bu gibi arkadaş ve dostları bulup onlarla arkadaşlık kurması ne güzel olur! Böylece hayatın fitne ve fesadına karşı ona yardımda bulunurlar, sır vermeye layık güvenilir bir topluluk oluştururlar.
Hiç şüphe yok ki, kişi yakın dostunun dini üzeredir; yakın arkadaş, kendi ölçüsündeki arkadaşına çoğu şeylerde uyar. Kuşlar ancak kendi şeklindeki kuşların kafilesinde yer alır. Resulüllah (asm) Efendimiz ne doğru buyurmuştur:
"Kişi yakın dostunun dini üzeredir. O halde sizden her biriniz kimi yakın dost ediniyorsa ona dikkatle baksın." (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45)
Bilinen bir gerçektir ki, ahlaksız, günahkar, asi ve müfsid kimseyle arkadaşlık eden kimseyi onlar eninde sonunda sapıklığa çekip götürürler, onu ancak derin çukurlara, bataklıklara iterler, onunla ancak kişisel çıkarlarından dolayı dostluk kurarlar, arkadaşlık ederler, ancak dünyevi yararlardan dolayı ona yaklaşırlar.
O halde gençlerimiz, böylesine adi ve kötü arkadaş ve dostlardan sakınsınlar, şerli kişileri arkadaş edinmesinler. Salih bir dost, mümin bir cemaat bulmak ne saadet! Böylesine bir arkadaşlık ve dostluk her iki alemde mutluluğa ve ahirette kurtulmaya vesiledir. Allah (c.c.) kendi muhkem kitabında ne kadar doğru buyurmuştur:
"O gün yakın dostlar birbirine düşmandır. Ancak takva üzere olanlar (Allah'tan korkup kötü kişilerden sakınan, iyileri dost edinenler) müstesna." (Zuhruf, 43/67)
f. İlmi ve Ameli Yönden Korunma Çareleri:
1. Şehvet hislerini kamçılayıcı başı bozuk eserler değil, ciddi ve faydalı eserler okunmalıdır. İnsan hangi konuda eser okursa, düşünce ve duyguları az-çok onun te'sirinde kalır. Mesela; kahramanlık eserleri okuyan, bunlara biraz devam ederse, kahramanlık hisleriyle yoğrulur. Ahlaki eserler okuyan, ahlak kaidelerine uyma arzusu gösterir. Aşk romanları okuyan, aşık olma hissini duyar.
2. Dar pantolon veya dar şort giymemelidir. Cinsel organlarını sıkıştıracak kadar dar olan elbiseler, şehvet hislerini dürter. Zaten dar elbiseler insanı hiç rahat bırakmaz, sıkıntı verir. Sağlığını düşünenler, daracık elbiselere özenmemelidir.
3. Kasık tüyleri iki-üç haftada veya ayda bir kere olsun temizlenmelidir. Bunların uzaması neticesinde kaşıntılar meydana gelir.
4. Yatarken, bacaklar mümkün olduğu kadar açık tutulmalıdır. Zira cinsel organı sıkıştırılmazsa, şehvet hissi daha kolay kontrole alınabilir.
5. Yatarken, ihtiyaç duyulunca hemen gidip su dökmelidir. İdrar sıkıntısı olduğu zaman, bunun yanı sıra şehvet hisleri de kabarır. Bu durumda gencin şehvet arzusu uyanabilir. O halde hemen kalkıp su dökmek, yerinde bir tedbirdir.
6. Şehvet hissi kabardığı zaman, bu arzunun yatıştırılması için iyi bir çare de cinsel organ bölgesinin soğuk suyla iyice yıkanmasıdır.
Bazen şehvet hislerini tahrik edici, herhangi bir durum karşısında fazla duygulanan gençleri, az sonra kasık bölgelerinde -kanın fazla toplanmasından olacak ki- bir ağrı başlar. Bazen bu ağrı artarak yürümeyi dahi güçleştirebilir. Böyle bir durumda boşalma olursa bu ağrı geçer, fakat bu da gerekmez. Kasık bölgeleri soğuk suyla iyice yıkanırsa veya banyo yapılırsa, birkaç saat içinde bu durum kendiliğinden geçer.
7. Bir işle meşgul olmalı, başıboş ve avare kalmamalıdır. Umumiyetle başıboş kalanlar, meşguliyeti az olanlardır.
8. Sportif faaliyetlerde bulunmalıdır. Her genç, bünyesine uygun en az bir sporu mutlaka yapmalıdır. Maçları izlemek spor yapmak değildir.
9. Bekarlık sırasında fındık, fıstık, çikolata, muz vs. gibi şehvet arttırıcı gıdalara düşkünlük gösterilmemesi iyi olur.
10. Şehvet verici sohbetlerden uzak kalmalıdır. Aksilik ya... gençlerin ekseriyeti şehvet edebiyatını merak eder. Böyle olunca da edep yerleri onları rahat bırakmaz! Her şeye rağmen, şehvet azdıran bahislerden uzak kalmak gerek.
g. Ailevi Yönden:
1. Büluğ çağındaki çocuklara, koruyucu öğütler verilmelidir.
2. Çocukları başıboş salıvermemeli, buluştukları arkadaşlarına dikkat etmelidir.
h. Dînî-manevi Çareler:
1. Zaruret olmadıkça kişinin kendi kendini tatmin etmesinin, günah ve ilahi cezaya müstahak olduğu idrak edilmelidir.
2. Oruç tutmanın şehvet hislerini yatıştırmak için önemli tesiri olduğundan, bazen oruç tutarak cinsel baskıdan kounmak mümkündür. Böylece hem oruç sevabı, hem de cinsel baskıdan uzaklaşma sevabı kazanılmış olur.
ı. Tıbbi Öğütleri, Koruyucu Hekimliği Alıp Öğrenmek:
Tabiplerin ısrarla üzerinde durduğu hususlardan biri de iç dürtünün tesirini hafifletmek, şehvetin serkeşliğini frenlemek için şu tavsiyelere uyulmasıdır:
1. Yaz mevsiminde soğuk su ile banyo yapmayı artırmak. Diğer mevsimlerde tenasül aletinin üzerine sık sık soğuk su dökmek.
2. Sportif hareketleri çoğaltmak, beden eğitimine önem verip üzerinde ısrarla durmak.
3. Şehveti tahrik edici mahiyette olan baharat ve benzeri şeylerden kaçınmak.
4. Sinirleri uyaran çay, kahve benzeri meşrubatı terketmek ya da azaltmak.
5. Et ve yumurta yemeği azaltmak.
6. Sırt üstü, yüzü koyun uyumamak, sünnet sayılan sağ yan üzeri kıbleye yönelik olarak uyumak.
i. Son Olarak da Şanı Yüce Allah (c.c.) Korkusu Şuurunu Uyandırmak:
Herkesçe kabul edilen bir gerçek var ki, genç kişi vicdaninin derinliğinde, Allah'ın her an kendisini denetleyip gördüğünü, gizli açık her halini bildiğini, hain gözleri ve kalblerin gizli tuttuklarını da bildiğini düşünür ve bunun şuurunu taşırsa, çok sürmez kendi kendini denetlemeye başlar; bir işi, bir hizmeti noksan mı yaptı, aşırı mı giti? Sapıttı mı, kaydı mı? Üzerinde O yüce kudretin kendisini denetlediğine inanır, kusur ve günah işlediyse veya aşırı gittiyse Allah'ın bu yüzden kendisini hesaba çekeceği, sapıttığında veya kayıp yanlış bir iş yaptığında kendisini cezalandıracağı inancı hakim olursa, şüphe yok ki, bu genç kendini helak edici yollardan ve fiillerden çirkin işlerden alıkor; her türlü kötülükten ve terbiyesizlikten sakınır.
Bilindiği gibi, ilim ve zikir meclislerine hazır olmak, farz ve nafile namazlara devam etmek; geceleri insanlar uyurken kalkıp teheccüd namazı kılmak; sünnet ve mendup oruçlara devam göstermek; Ashab-ı Kiram ile Selef-i Salihin'in hal tercümelerini, hizmetlerini, ahlak ve faziletlerini dinlemek; ahlaklı faziletli kişileri arkadaş edinmek; mü'min bir cemaatle irtibat halinde olmak; ölümü ve ötesini hatırlamak, bütün bunlar mü'minde Allah (c.c.) korkusunu, ona karşı saygı ve sevgi duygusunu kuvvetlendirir. Allah'ın yegane denetleyici olduğunu idrak ettirir ve böylece Allah'ın azameti karşısında şuurlanmasını sağlar.
O halde mü'min gence layık olan şudur ki:
Ruhunda Allah'ın denetlemede bulunduğu inancını kuvvetlendirip sözü edilen yolda yürümek, Allah (c.c.) korkusunu O'na olan sevgi ve saygı havası içinde kalbin derinliğine indirmektir. Ta ki, bir sürü oyalayıcı, aldatıcı şeyler onu kendi yörüngesinden koparıp başka bir yörüngeye sokmasın. Dünya hayatının zineti onu fitnelere düşürmesin, sakıncalı ve haram olan nesnelere dalmasın. Böylece Allah'ın şu buyruğunu iki gözünün üstüne koyarak yolunu aydınlatsın:
"Artık kim dünya hayatını seçerek tercih etmişse, elbette cehennem onun varacağı yerdir. Kim de Rabbının (yüce) makamından korkmuş da nefsini havai şeylerden alıkoymuşsa, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerdir." (Naziât, 79/37-40)
7
At eti yenir mi?
Câbir'den şöyle rivâyet edilir:
"Resulullah (s.a.s.) Hayber gazasında eşek etini yasak etti, at etini yemeye izin verdi." (Buhâri, Zebâih, 28; Mey'azi, 38, Nikâh, 21; Müslim, Nikâh, 30; Sayd, 23, 25, 30, 37).
Bu hadis-i şerifi ölçü alan Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi Hanefi imamlar, Ahmed b. Hanbel ve İslâm hukukçularının çoğunluğu at etini helal kabul ederken; İmam Azam Ebû Hanife, harama yakın mekruh hükmünü vermiştir.
İmam Mâlik ise,
"Resulullah at, katır, eşek etini ve azı dişi bulunan her yırtıcı hayvanın etini yasak etti." (Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289; IV, 89, 90, 127)
hadisini esas alarak at etini haram saymıştır.
Ebû Hanife ve İmam Mâlik'in at etini helal kabul etmeyişlerine diğer bir delilleri de şu ayet-i kerimedir:
"O, atı, katırı ve eşeği bunlara binmeniz ve süs için yarattı." (Nahl, 16/8)
İlave bilgi için tıklayınız:
- At eti yemenin, at sütü (kımız) içmenin İslamiyet'deki hükmü nedir?
8
Sarhoş olmayacak kadar az içki içmek haram mı? Alkol alan (kendi ifadesiyle, sosyal içici) bir arkadaşımı bundan vaz geçirmek için ona neler söyleyebilirim, yaptığının yanlış olduğuna ikna etmek için neler anlatabilirim?..
Kur'an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir:
"Ey iman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir." (Mâide, 5/90).
Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir.
İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi" adını verdikleri bir âbide yaptırırlar. (Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970).
Kur'an-ı Kerîm'de içki yasağı tedrîc prensibine göre gelmiştir. Mekke'de inen ilk ayette yasak hükmü yer almaz:
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor, güzel rızık ediniyorsunuz; bunda aklı eren bir kavim için elbet bir ibret vardır." (Nahl, 16/67).
Bundan sonra Hz. Ömer (ra) bir gün Resulullah (s.a.s)'a gelerek şöyle dedi: "Ya Resulullah! Şarap malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah'tan, şarabın hükmünü bize açıklamasını iste." Hz. Peygamber; "Ey Allah'ım, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bildir." diye dua edince şu ayet indi:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki. "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür." (Bakara, 2/219).
Bu ayet inince, bazı sahabîler "büyük günah" diye içkiyi bırakmış bazıları ise "insanlara faydası da var" diyerek içmeye devam etmişlerdir.
Bir gün Abdurrahman b. Avf bir ziyafet vermiş, ashâb-ı kirâmdan bazıları da bu ziyafette hazır bulunmuştu. Yemekte içki de içmişlerdi. Akşam namazının vakti girince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken "kâfirûn" sûresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): "Ya Rabbi bize içki konusundaki beyanında ziyade yap." diye dua etmiş ve daha sonra şu ayet inmiştir:
"Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa, 4/43).
Bu surette içki yalnız namaz vakitlerinde olmak üzere yasaklanmıştır. Artık onu içenler yatsı namazından sonra içiyorlar, sarhoşlukları geçtikten sonra sabah namazını kılıyorlardı.
Yine bir gün Utbe b. Mâlik (r.a) bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa'd b. Ebî Vakkas da oradaydı. Deve eti yediler, içki içtiler, sarhoş olunca da asalet iddiasına kalkıştılar. Sa'd bu konuda kavmini öven ve Ensar'ı hicveden bir şiir okudu. Ensar'dan birisi buna kızarak, sofradaki bir deve kemiği ile Sa'd'ı yaraladı. Sa'd da durumu Resulullah (s.a.s)'a şikâyette bulundu. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren ayetler indi:
"Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 5/90-91)
Hz. Peygamber (s.a.s)'in çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:
"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken tövbe etmeden ölürse, âhirette kevser şarabını içemez." (Müslim, Eşribe, 73).
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz. Peygamber (s.a.s)'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir." (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir." (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
İçkinin yasak oluşu icma-ı ümmetle sâbittir. İslâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Hz. Ömer (ra) bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "Aklı perdeleyen her şey içkidir." sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir.
İşte İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır. (bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88).
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra, Allah Resulu (s.a.s) uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." (Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547).
Günümüzde sarhoş olmayacak kadar içki içmenin helal olduğunu iddia eden kimselere Peygamberimiz (s.a.s) şu hadisi ile cevap vermektedir:
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."
9
İçki ya da haram olan şey yenilip içilince kırk gün dinimiz gidiyor mu?
İçkili iken namaz kılınmaz. Ancak içki içenin kırk gün namaz kılmayacağına dair bir ayet yokur. Ancak bazı hadis-i şeriflerde içki içen ya da diğer günahları işleyen müminlerin, namaz gibi ibadetlerinin sevabının azalacağı anlamında ifadeler vardır. Peygamber Efendimiz (asm) insanları içki gibi büyük günahlardan sakındırmak için buna benzer tehditler buyurarak, onları daha dikkatli olma konusunda uyarmıştır. (Tirmizi, Eşribe, 1; İbn Mace, Eşribe, 9; Nesai, Eşribe, 45,49)
İbadetin birkaç yönü vardır:
- Kul, ibadetle cennete ehil hale gelir. Yani, bakırken altın, gümüş olur.
- Allah'a karşı mükellefiyetlerini yerine getirir.
- Hayrın hayır doğurması şeklinde bir salih daire teşekkül eder ve bu salih daire insanda ibadet, itaat aşkını uyarır; sonra da böyle devam eder gider.
İçki içenlerin ya da günah işleyenlerin ibadetlerden alacakları sevabın az olacağı şeklinde rivayetler olmakla beraber, içki içtikten sonra kıldığı namazları kaza edecek diye sarih ve sahih bir nas olmadığı gibi, mürsel, merfû, zayıf, metruk bir rivayet de yoktur.
- Nasıl insan jimnastik yaptığında sağlık ve sıhhat kazanır, insan da namazda yatıp kalkmakla ibadet aşkı kazanır. Ama içki içen insan daha sonra ibadet edince hiç içmeyen gibi olamaz, aynı derecede zevk ve lezzet alamaz. Dolayısıyla, "İçki içmiş kişi, kırk gün namaz kılamaz." demenin şerî hiçbir hükmü yoktur ama, yukarıdaki tesiri de düşünmek gerektir.
Bu şuna benzer. Bir insan bina için temel atar, duvar örer de bu eve tavan yapmazsa eksik kalır. Aynen öyle de, içkili veya haram lokma yiyen kimse abdest alır, namaz kılarsa, vazifesini yerine getirir ve ona terettüp eden sevabı kazanır ama, binanın çatısı bir ölçüde açık demektir. O, tamamlanınca teveccüh-ü İlâhî de gerçekleşir.
Ayrıca içki içti ya da başka bir günah işledi diye kırk gün namaz kılmamak olmaz. Olsa olsa içki içen bir insanın kıldığı namazın sevabı azalır. Diğer taraftan içki içen ya da başka bir günah işleyen kafir olmaz, günahkar olur. Zaten her gün beş vaktini kılan bir Müslüman içki gibi büyük günahları işlemez.
Sarhoşken namaz kılmak ise haramdır. Ancak sarhoşluk hali geçince namazlarını kılması gerekir.
İçki Nasıl Kaldırıldı:
İslamiyet gelir gelmez, Arap Yarımadası'ndaki insanlardan, uzun senelerden beri dem ve damarlarına yerleşmiş olan alışkanlıklarını birden bire söküp atmak, elbette zor olacaktı. Hele alkollü içkiler gibi, kullanıldıkça adeta insanı kendine esir eden maddelerden vazgeçmek, daha da zordur. Fakat İslamiyet’in getirdiği nur, bütün kötü adetler gibi, alkollü içkileri de o cemiyetten kaldırdı.
Allah’ın bir ismi de Hakîm’dir. Yani yaptığı her işi, hikmet ve faydalara göre yaratır. Nitekim insanın büyüyüp kemale ermesi, çekirdeğin yeşerip ağaç olması, bir yumurtanın açılıp kuş olması belli bir süreçle gerçekleşmektedir. Allah’ın kâinatta geçerli olan bu kanununu, dinin bazı emirlerinde de görmek mümkündür. İşte yüce Rabbimiz, Hakîm isminin gereği olarak, alkollü içki alışkanlığını o cemiyetten söküp atmak için, tedriç yani yavaş yavaş men etme metodunu irade etmiştir.
Diğer taraftan, içki birdenbire haram edilseydi, içkiye müptela olmuş o asrın insanları İslamiyet'i kabulde nazlanabilirlerdi. Alışkanlıklarını bırakmak istemeyebilirlerdi. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de içki ile ilgili ayetler, kademe kademe şu sıraya göre nazil olmuştur:
1. “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden hem bir içki yapıyor, hem de güzel rızk ediniyorsunuz. Bunda aklı eren kavim için elbette ibret vardır.” (Nahl, 16/67)
Bu ayette içkinin güzel rızk olmadığı açıklanmıştır. Bu ayetin nüzulü ile, içkinin dinen tasvip edilmeyen bir madde olduğu anlaşıldığından, bazı sahabeler içkiyi terk etmişlerdi. Aslında bu ayetin inzali ile, içkinin ileride haram olacağı da anlaşılmıştı.
2. “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Onlarda hem günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.” (Bakara, 2/219)
3. “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa, 4/43)
Bu ayet-i kerime, sarhoşken namaz kılmayı men etmiştir. Bu durumda, beş vakit namazını hiç geçirmeksizin kılan bir sahabenin, gündüz iki namaz arasında içki içmemesi gerekiyordu. Aksi takdirde, yani gündüz iki namaz arasında içki içecek olsa, alkollü içkinin sarhoşluk edici tesiri geçmeyeceği için namazı kılamayacaktı. Belki yatsı namazından sonra içki içebilecekti. Bu durumda büyük bir sahabe kitlesi daha içkiden tamamen vazgeçmişlerdi. Çünkü alkole alışmış olan vücutlar, artık yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu.
4. “Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, murada eresiniz.” (Maide, 5/90)
5. “Şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?” (Maide, 5/91)
Bu son ayet ile alkollü içkiler kesin olarak haram edilmiştir. Sahabelerden Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
"Biz içki alemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi 'İçki haram edildi.' dedi. Arkadaşlar derhal 'Şu içki kaplarını dök, temizle.' emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı."
10
Eti yenen ve yenmeyen hayvanlar nelerdir, penguen eti yenir mi?
Dinimiz, insanı maddi ve manevî her türlü zarardan korumak için bir takım kurallar koymuş ve insana zarar verebilecek pis ve kötü olan her şeyi yasaklamış; temiz güzel ve faydalı olanı da helal kılmıştır. (Bakara, 2/168,173; A'raf, 7/157)
Domuzun pis olduğu ve etinin haram kılındığı Kur'an-ı Kerim'de açıkca ifade edilmiştir:
"Allah size ancak ölü hayvan etini (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı." (Bakara, 2/173).
Fıkıh kitaplarımızda eti yenen ve yenmeyen hayvanlar konusu işlenirken, ilk planda yenilmesi caiz olan kara hayvanlarının etlerinin yenilebilmesi için, dinimizin koymuş olduğu ölçülere göre kesilmiş olmaları gerektiği ifade edilmektedir. Bunun yanında etlerinin yenilip yenilmeme durumuna göre hayvanlar;
a) Yalnız suda yaşayan hayvanlar,
b) Yalnız karada yaşayan hayvanlar,
c) Hem suda hem de karada yaşayan hayvanlar olarak sınıflandırılır.
Bu gruplara dahil hayvanların hangilerinin etlerinin yenilip yenilmeyeceği ve sebebi bahse konu bölümlerde genişçe anlatılmaktadır. Bu konuda bütün fıkıh ve ilmihal kitaplarında yeterli bilgiler mevcuttur.
Etleri Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar
Yaratılışında vahşet ve bayağılık olmayan, iğrenç görülmeyen hayvanların etleri din ölçüleri içinde helaldir, yenebilir. Tavuk, kaz, ördek, zürafa, deve kuşu, bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığır, manda, ekin kargası, tavus, kırlangıç, baykuş, tavşan ve turna gibi hayvanlar, bu kısım eti yenen hayvanlardandır. Serçe ve sığırcık kuşlarını yemekte de bir sakınca yoktur.
Yarasanın yenip yenmemesinde, haram veya mekruh olup olmamasında ihtilaf vardır. Hüdhüd kuşunu yemek mekruhtur.
Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının eti aslen helaldir.
(Şafiîlere göre, kırlangıç, tavus, hüdhüd ve papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve balıkçıl kuşları ise helaldir.)
Azı dişleri ile kapıp avlayan ve parçalayan, kendisini koruyan hayvanların etleri haramdır, yenilemez. Kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, sincap, samur, sansar, maymun, sırtlan, fil, köpek, kedi, keler, tilki, gelincik gibi hayvanlar etleri haram hayvanlardır. Azı dişleri olduğu halde bunlarla başkasına saldırmayan bir hayvanın eti de yenebilir; deve gibi...
Tırnakları ile kapıp avlanan, tırmalayan ve yaratılışında bayağı olan kuşların etleri de haram veya tahrimen mekruhtur. Kerkenez, çaylak, kartal, kuzgun, akbaba, alaca karga, yarasa, atmaca, şahin gibi... Bunlar leş yemekten çekinmezler. Tırnaklı olduğu halde bununla hayvanları avlamayan bir kuşun eti yenilebilir, güvercin gibi...
Yaratılışı bakımından iğrenç olan birtakım hayvanların etleri de haramdır, yenmez: Fare, yaban faresi, akrep, yılan, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, kara sinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire gibi böcekler.
Görülüyor ki, bu haram olan hayvanlardan bir kısmı yırtıcı bir yaratılışa sahibdir, yaratılışında zararlıdır ve bayağılık vardır. Bir kısmı ise iğrençtir ve nefret edilir haldedir. İnsan ise temizdir, mükerrem bir yaratıktır. Bunun için insanlar, bu gibi bayağı ve zararlı hayvanların etlerinden korunmuşlardır.
Besinlerin insanlar üzerinde iyi ve kötü tesir bıraktığı inkar edilemez. İnsanlar kendisi için yararlı olanı ararsa, İslam dininin müsaade ettiği şeylerden yararlanmalı, yasakladığı şeylerden de kaçınmalıdır. Bundan başka selamet yolu yoktur.
Atlar, savaşa yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu bakımdan bunların etlerini yemek İmam Azam'a göre, tahrimen mekruhtur. İki İmama göre ise, tenzihen mekruhtur.
Yabanî olmayan (ehli) merkeblerin ve anaları merkeb olan katırların etleri haram veya tahrimen mekruhtur. Yabanî merkeblerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise haram değildir. Hayvanlar yenme bakımından anaya bağlıdırlar.
(İmam Malik'den rivayete göre, ehli merkeblerin etleri mekruh, bir rivayete göre de haramdır. Meşhur olan görüşe göre, atların etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre, atların etleri mekruh değildir.)
Devamlı olarak suda yaşayıp barınan hayvanlardan her nevi balık etleri yenebilir, helaldir. Kalkan balığı, sazan balığı, yılan balığı ve yunus bunlardandır. Fakat diğer su hayvanları çirkin şeylerden sayılır, yenmeleri caiz olmaz. Yengeç, midye, istiridye, istakoz gibi olanlar helal değildir, etleri yenmez.
Yine, deniz insanı, deniz aygırı, deniz hınzırı gibi balık şeklinde bulunmayan deniz hayvanlarının yenmeleri helal olmadığı gibi, avlanmaları da helal görülmemektedir.
Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda şu hususu dikkatlerinize sunmak isteriz:
"Eşyada aslolan mübahlıktır. Aksine delil olmayan her şey yenilir ve içilir. O konuyu bağlayan bir hüküm varsa ona uyulur."
Bu konuyla ilgili ayet şöyledir:
"Eğer Allah’ın hükümlerine inanıyorsanız, Allah’ın adını üzerine andığınız şeylerden yiyiniz. Allah’ın adının üzerine anıldığı şeylerden niye yemiyorsunuz? Oysa O, darda kalmanız dışında size haram kıldığı şeyleri açıklamıştır. Doğrusu çokları bilmeden hevalarına uyarak insanları saptırıyorlar. Senin Rabbin aşırı gidenleri çok iyi bilmektedir." (En'am, 6/118-119)
"Hayvanlardan yük taşıyanlar vardır ve kesimlik olanlar vardır. Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin. Şeytanın adımlarına tabi olmayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (En'am, 6/142)
"Ey Muhammed! De ki: bana vahyolunanlar arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan başkasının haram olduğunu bulamıyorum. Ancak darda kalan haddi aşmadan ve istekli olmadan ölmeyecek kadar bunlardan yemesinde üzerine günah yoktur. Rabbin çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." (En'am, 6/145)
"... Size bildirilmiş olanların dışındaki hayvanlar size helal kılınmıştır..." (Hac, 22/30)
"De ki: Ne derseniz, Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını helal bir kısmını haram kıldığınıza göre; Allah mı size izin verdi? Yoksa Allah’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?" (Yunus, 10/59)
Ayetlerde de görüldüğü gibi, sayılan hayvanların dışında tiksinti vermeyenleri yiyebilirsin. Penguen konusunda yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığı ve temiz olan her şeyi bize helal, pis olanı da haram kılındığından, iştahı çeken insanların penguen etini yemelerinde sakınca bulunmamaktadır.
11
Dinimizde at, eşek ve katır eti yemek, sütünü içmek haram mıdır?
At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir; Ebû Hanîfe’ye göre ise tahrîmen mekruhtur. Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâye eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte ise de asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadığıdır. İmâmeyn ise (Ebû Yûsuf ve Muhammed) at eti yemeyi mekruh saymamışlardır. Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Hanefî mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır. Mâlikî mezhebi içinde de at eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.
Evcil eşek eti konusunda dört mezhepçe genellikle kabul edilen hüküm, ehlî merkeplerin etinin haram olduğu yönündedir. Mâlikî bilginlerin bir kısmı bunu tenzîhen mekruh saymış, bazı sahâbîlerden ve Hanefî bilgin Bişr el-Merisî’den ehlî eşek etinin helâl olduğu görüşü nakledilmiştir.
Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşmesi ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur:
a) Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de helâldir.
b) Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de haramdır.
c) Biri eti helâl olanlardan diğeri haram olanlardan ise, Hanefî ve Mâlikîler’e göre hükümde ananın türü esas alınır; Şâfiî ve Hanbelîler’e göre helâl olmayan taraf esas alınır.
Buna göre dört mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır. Anası at ise, Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre mekruh değildir.
Ayrıca, anasının at veya eşek olması hususunda ayırım gözetmeden başka delillere dayanarak katır etinin mekruh olduğunu savunan bir görüş de vardır.
Hayvanların yumurtası ve sütü genellikle etlerinin hükmüne bağlanmıştır; ancak bazı ayrıntılar vardır. Buna göre, etinin yenmesi câiz olan bir hayvandan ister canlı iken ister dinî usulüne göre boğazlandıktan sonra (ya da balık gibi boğazlamaya gerek olmayan hayvanlardan ölü halinde) çıkan yumurtanın yenmesi -bozulmuş olmadıkça- câizdir; bu hususta İslâm bilginleri fikir birliği içindedir.
Etinin yenmesi câiz olan, fakat dinî usulüne göre boğazlanmadan ölmüş bir hayvandan çıkan yumurta sertleşmişse yenebilir, aksi halde yenmez.
Etinin yenmesi câiz olmayan hayvanın yumurtasına gelince, Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre bunun yenmesi câiz değildir. Şâfiîler’e göre -domuz, köpek ve bunlardan doğmuş hayvanlar hariç- canlı halinde iken bütün hayvanlar temiz olduğundan, eti yenmeyen hayvanların da canlı iken yaptıkları yumurta temizdir ve yenebilir. Mâlikî fakihleri de yumurtlayan hayvanlarda eti yenen ve yenmeyen ayırımı yapmayıp, zararlı değilse bunların yumurtalarının yenebileceği görüşündedir.
Süt, dört mezhebe göre etin hükmüne tâbidir. İnsan eti, saygınlığına binaen haram kılınmıştır. Ancak sütü haram değildir. Ebû Hanîfe’den at etinin haram veya mekruh olduğuna dair nakledilen görüşü esas alan bazı bilginler sütünü de haram veya mekruh olarak nitelendirmişlerse de, mezhepte sahih kabul edilen görüşe göre atın sütü mubahtır, çünkü eti pis olduğu için değil cihad aracı olduğu için yasaklanmıştır.
(bk. İbn Mâce, Zebâih, 12; Ebû Dâvud, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; A. b. Hanbel, VI, 346; İbn Âbidîn Terc., XV, 234, 235, XVI 70, 71; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, I,144, 145; Diyanet İslam ilmihali, Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar Bölümü).
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an-ı Kerim'de açıkça belirtilmemiş olan hayvanlar hakkında mezhep imamları neye göre hüküm vermişlerdir?
12
Domuz eti niçin haramdır?
Bir şeyin helal veya haram olması, Allah'ın emrine tabidir. Allah bir şeye "helal" derse helal, "haram" derse haram olur. Yani din bir imtihandır, insanlara yapılan bir tekliftir.
Cenab-ı Hak, cennete layık bir duruma getirmek için, insanları imtihana tabi tutuyor. Bu sebeple, bazı emir ve yasaklar koymuştur. Esas olan da bu emir ve yasaklara uymaktır.
Bu prensiplerin gerek insanın şahsi hayatına, gerekse cemiyet hayatına pek çok faydaları vardır. Dolayısıyla bunlar, o emir ve yasağa daha şuurlu olarak riayet etmemizi sağlıyor.
Dinimizin yasakladığı hususlardan birisi de domuz etidir. Bu yasaklamanın, pek çok hikmeti vardır. Biz, burada sadece birkaçına işaret etmeğe çalışacağız.
- Domuz eti çok yağlıdır. Yenildiği takdirde, bu yağ kana geçer. Böylece kan, yağ tanecikleriyle dolmuş olur. Kandaki bu fazla miktardaki yağ atar damarların sertleşmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb infaktüsüne sebep olur.
- Ayrıca, domuz yağı içerisinde "sutoksin" denilen zehirli maddeler mevcuttur. Vücuda giren bu zehirli maddelerin dışarı atılması için, lenf bezlerinin fazla çalışmaları icap eder. Bu durum, bilhassa çocuklarda lenf düğümlerinin iltihaplanması ve şişmesi şeklinde kendini gösterir. Hasta çocuğun boğaz bölgesi anormal bir şekilde şişerek, adeta domuza benzer. Bu sebeple, bu hastalığa "domuz hastalığı" (skrofuloz) adı verilir. Hastalığın ilerlemesi halinde, bütün lenf bezleri cerahatlenerek şişer. Ateş yükselir, ağrı başlar ve tehlikeli bir durum ortaya çıkar.
- Domuz etinde bol miktarda bulunan sümüksü bağ dokusu, kükürt yönünden çok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alınmış olur. Bu fazlalıksa; kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde iltihaplanma, kireçlenme ve bel fıtığı gibi çeşitli hastalıklara yol açar. Domuz eti devamlı yenirse, vücuttaki sert kıkırdak maddesinin yerini, domuzdan geçen sümüksü bağ dokusu alır. Bunun sonucu olarak, kıkırdak yumuşar; vücut ağırlığına tahammül edemeyerek altında ezilir. Böylece, eklemlerde bozulmalar meydana gelir. Domuz eti yiyenlerin elleri pelteleşir, yağ tabakaları teşekkül eder. Mesela yiyen kimse sporcuysa; yorgun, tembel ve az hareketli olur.
- Domuzda, büyüme hormonu da çok fazladır. Doğduğu zaman birkaç yüz gram olan domuz yavrusu, altı ayda yüz kiloya erişir. Bu kadar süratli gelişme, büyüme hormonunun fazlalığı sebebiyledir. Domuz etiyle fazla miktarda alınan büyüme hormonu, vücutta doku şişliklerine ve iltihaplanmalara yol açar. Burun, çene, el ve ayak kemiklerinin anormal bir şekilde büyümesine ve vücudun yağlanmasına sebep olur. Büyüme hormonunun en etkili yönü, kanserin gelişmesine zemin hazırlamasıdır. Nitekim domuz kesim işiyle uğraşanlar, erkek domuzların belli bir yaştan sonra mutlaka kansere yakalandıklarını ifade ederler.
- Domuz etinin ihtiva ettiği histamin ve imtidazol denilen maddeler, deride kaşıntı hissi uyandırır. Ekzama, dermatit, nörodermatit gibi iltihabi deri hastalıklarına zemin hazırlar. Bu maddeler ayrıca; kan çıbanı, apandisit, safra yolları hastalıkları, toplar damar iltihapları gibi hastalıklara yakalanma ihtimalini artırır. Bu sebeple doktorlar, kalp hastalarına kesinlikle domuz eti yememelerini tavsiye ederler.
Alman hekimi Prof. Reckeweg, "Domuz Eti ve İnsan Sağlığı" adlı eserinde bir hatırasını şöyle anlatır:
"Tedavi maksadıyla, bir çiftçi ailesinin biraz sapa yörede bulunan çiftliğine gitmiştim. Babada, müzmin antroz (dejeneratif eklem hastalığı) ve kalça eklemi iltihabı vardı. Ayrıca, karaciğerinden de rahatsız idi. Annenin, bacaklarında varis ve eziyet verici kaşıntısı olan ekzama vardı. Ailenin kızları ise, kalp yetmezliği ve romatizmadan şikayetçi idi. En sağlıklıları görünmesine rağmen oğulları da anjin sonrası kalp yetmezliğinden ve kan çıbanından müşteki idi. Evin öbür kızı ise, müzmin bronşitten muzdarip idi. Oğullarından bir diğeri de domuz kıllanması ve müzmin plörite yakalanmış olup, devamlı tekrar eden fistül ifrazatından şikayet etmekte idi."
"Yukarıda sakinlerin hastalıklarından uzun uzadıya bahsettiğim çiftlik içinde, muayene sırasında garip bir olaya şahit oldum. Ailenin arasında, iri cüsseli bir domuz hiç istifini bozmadan, aşağı doğru sarkan kalın bir ağaç dalına abanarak sırtını kaşıyordu."
"Hastalara, 'Oradaki domuzu görüyor musunuz? Onun kaşınmasına ve iltihaplara yol açan maddeleri, etiyle beraber siz de yiyorsunuz. İşte bu maddeler, sizdeki hastalıkların yegane sebebidir.' dedim. Yukarıda kendilerinden bahsettiğim, Kara Ormanlar havalisinde oturan benzeri çiftlik sahiplerinden verdiğim nasihati dinleyenler, domuz eti yemekten vazgeçerek hastalıklarının çoğundan kurtuldular. Şimdi o çiftliklerin etrafındaki otlaklarda, İslam ülkelerinde olduğu gibi küçük koyun sürüler yayılıyor."
- Domuz eti ile insana bulaşan tehlikeli hastalıklardan birisi de trişin hastalığıdır. Domuzlar bu hastalığı, trişinli fare yemek veya trişinli domuz eti ile beslenmekle alırlar. Fakat trişin, domuzlarda ağır bir hastalık yapmaz. Halbuki insanlarda, çok tehlikeli ve öldürücü bir hastalık meydana getirir.
Domuz etiyle alınan trişin kurtçuklar, mide-barsak yoluyla kana geçer. Böylece de bütün vücuda yayılırlar. Trişin kurtçukları özellikle çene, dil, boyun, yutak ve göğüs bölgelerindeki kas dokularına yerleşirler. Çiğneme, konuşma ve yutma adalelerinde felçler meydana getirirler. Yine kan damarlarında tıkanıklığa, menenjit ve beyin iltihabına sebep olurlar. Bazı ağır vakalar, ölümle sonuçlanır. Bu hastalığın en kötü tarafıysa, kesin bir tedavi şeklinin olmamasıdır.
Trişin hastalığı, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaygındır. Sıkı veteriner kontrolleri yapılmasına rağmen, İsveç, İngiltere ve Plonya'da trişin salgınları görülmektedir.
Yurdumuzdaysa, yerli Hristiyanların dışında hiçbir Müslümanda trişin hastalığı görülmemiştir. Çünkü ülkemizde Hristiyanlar dışında kimse domuz eti yememektedir. İnsan ve hayvanlar, yedikleri gıdaların az-çok tesirinde kalırlar. Mesela kedi, köpek, aslan gibi et yiyen hayvanların yırtıcı; koyun, keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanların ise daha uysal ve yumuşak huylu oldukları malumdur.
Bu durum, insanlar için de geçerlidir. Nebati gıdalarla beslenenlerin, genellikle halim-selim; et ve et ürünleriyle beslenen insanların ise daha sert mizaçlı oldukları tespit edilmiştir.
- Domuz, dişisini kıskanmayan bir hayvandır. Domuz eti ile beslenen insanlarda, kıskançlık hissinin zayıfladığı veya dumura uğradığı gözlenmiştir.
Fransız filozoflarından Savorin de beslenmenin mizaç üzerindeki bu tesirine çok önem vererek, "Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim." demiştir.
Yüce Rabbimiz, istifademiz için pek çok gıda yaratmıştır. Bunun yanında, bazı zararlı şeylerin yenilip içilmesini yasaklamıştır. Çünkü o, sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Kullarına, taşıyamayacakları yükleri yüklememiştir. Emir ve yasakları, insanların rahatlıkla altından kalkabilecekleri şeylerdir.
Acaba insan içki içmeyince, domuz eti yemeyince ne kaybeder?
Bir makinenin mühendisi, o makinenin hangi şartlarda ve nasıl çalışacağını da belirtmiştir. Mesela kataloğunda, bir makinenin 220 voltta çalışabileceği yazıyor. Bizse, daha iyi çalışabileceğini düşünerek, 500 volta takmış olalım. Bir anda, makinenin ne hale geleceği malumdur...
İşte insan vücudu da Cenab-ı Hakk'ın yarattığı mükemmel bir motor ve harika bir makinedir. Bu makinenin en iyi nasıl çalışacağını da elbette yapan bilecektir. Mademki Allah'ımız domuz etini haram kılmıştır, öyleyse yememiz mahzurludur...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Domuz eti niçin haram kılınmıştır?
- İlahi dinlerdeki emir ve yasaklarda farklılıklar var mıdır? İçki ve ...
- Yaratıcı önce domuzu yaratıyor, sonra neden haram kılıyor ...
13
Kaç türlü zina vardır ve hangi durumlarda zina yapılmış gibi sayılır?
Zina etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.
Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir:
İslami hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslam ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.
Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan daha azına mesela; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmez.
Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) -haram olmakla birlikte- zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi görüştedir.
Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da -haram olmakla birlikte- zina hükmünde değildir. Çünkü bu gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinaya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Raslüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı." (Buhârî, Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Göz zinası veya düşünce zinası diye bir şey var mı?
14
Şehadet parmağına yüzük takmak caiz midir, yüzük hangi parmağa takılmalıdır?
İslâm'a göre; erkekler de kadınlar da yüzük takabilirler. Ancak, yüzüğün takılış maksadı ve yapıldığı madde ile ilgili bazı şartların gözetilmesi gerekir.
Hanefî mezhebine göre, maddesi ne olursa olsun ihtiyaç duyulmaması halinde, yüzük takılmaması daha iyidir. Altından yapılan yüzükleri erkekler takamazlar. Takarlarsa haram işlemiş olurlar. Kadınlar ise takabilirler.(1) Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde;
"İpek ve altın ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helal edilmiştir."(2)
buyurmuştur.
Bu konuda fıkıh kitaplarındaki açıklama genellikle şöyledir:
Kadın ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları caizdir. Kadı, sultan ve benzeri, yüzük kullanmaya ihtiyacı olanlar için sünnettir (Eskiden yüzüğü mühür olarak kullanıyorlardı). İhtiyacı olmayanların takmaması daha faziletlidir. Sünnet olan, yüzüğün ağırlığının bir miskal veya daha az olması ve erkek için taşını avucun içine çevirmesidir. Kadınlar ise böyle yapmazlar. Çünkü yüzük onlar için zinet (süs)tür; erkekler içinse süs değildir. Yüzüğün taşını akik ve yakut gibi kıymetli taşlardan yapmak ve üzerine kendi ismini veya Allah'ın ismini yazmak caizdir. Ancak Allah'ın ismi yazıldığı takdirde helaya giderken yüzüğün ya çıkarılması veya sağ ele takılması gerekir.(3)
Demir, bakır, kurşun ve tunç gibi madenlerden yapılan yüzükler, hem erkeklere hem de kadınlara mekruhtur.(4) Akîk ve yeşim gibi kıymetli taşlardan yapılanlar ise kadın erkek herkes için caizdir.(5)
Yüzüğün kaşına Allah'ın, Peygamber (asm)'in ya da kişinin kendi adını işletilmesinde mahzur yoktur. Fakat insan ve hayvan gibi bir canlının resminin konulması günahtır. Kaşında Allah'ın ismi veya Peygamber (asm)'in adının yazılı olduğu bir yüzükle helâya giren kişi, yüzüğünü gizlemelidir. Eğer yüzük sol elinde ise taharetleneceğinde parmağından çıkarmalıdır.(6)
Yüzük, her iki elin herhangi bir parmağına takılabilir. Ancak, küçük parmağa takılması sünnettir.(7)
İlave bilgi için tıklayınız:
- GÜMÜŞ YÜZÜK
- Erkeklerin taktıkları yüzük en fazla kaç gram olmalıdır, çelik yüzük takmak caiz midir? ...
Kaynaklar:
(1) el-Mevsılî, el-İhtiyar fi Ta'lili'l-Muhtar, Mısır IV, 224: Merginânî, el-Hidaye, IV, 82; İbn Abidîn, Reddü'lMuhtar, İst. 1233, V, 216.
(2) Tirmizî, Libas, 1.
(3) bk. bk. Abdullah b. Mahmud, el-İhtiyâr, IV,159; bk. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 457, Aynî'den naklen; Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezahilai'l-Erbaa, II/16; Alâuddin Abidin, El-Hediyyetü'l-Alâiyye, 1978, 318.
(4) el-Mevsılî, a.g.e., IV/224.
(5) İbn Abidin, a.g.e.; V/315.
(6) İbn Abidin, a.g.e., V/317.
(7) İbn Abidin, a.g.e., V/316; Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, XII/108.
15
Etil alkol haram mıdır?
Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki:
"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır." (Nesai, Eşribe, 25 )
Keza Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor:
"Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da tek yudumu da haramdır."[bk. Buhârî, Eşribe 4, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebû Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2, 3, (1864, 1867); Nesâî, Eşribe 23, 8, (298)].
Alkolün tabiatta var olduğu bilinen bir gerçektir. Yediğimiz kimi meyve ve yiyeceklerde bize zarar vermeyecek oranlarda etil alkol (ethanol) vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm):
"Üzümden içki yapılır, hurmadan içki yapılır, baldan içki yapılır, buğdaydan içki yapılır, arpadan içki yapılır. Ben sizi bütün sarhoş edicilerden yasaklıyorum." [Ebû Dâvud, Eşribe 4, (3676); Tirmizî, Eşribe 8, (1873)]
buyurmakla, bu meyve ve yiyeceklerde fıtrî olarak bulunan alkol oranlarına işaret ettikten sonra, bu alkol oranlarını özel işlemlerden geçirip mayalandırmak sûretiyle fazlalaştırarak sarhoş edici bir düzeye getirip bunu içmeyi yasakladığını bildiriyor. Dikkat edelim: haram kılınan, alkolü arttırılmış içecektir, sarhoşluk veren içkidir.
Bu açıdan etil alkolün de çeşitleri vardır. Belli bir mayalama süresini aşmayan alkoller caizdir. Ancak mayalaşma oluşmuş alkoller caiz değildir. Örneğin kefir gibi helal bir yiyecek az bir süre bekletilirse caizdir. Ancak belli bir müddet mayalanması için beklenirse caiz olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Gazozda bulunan alkol ve alkol üreten besinler hakkında bilgi verir misiniz? İçinde alkol bulunan her içecek haram mıdır?..
16
Midye yemenin hükmü nedir, helal midir? Hangi deniz hayvanları yenir?
“Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah’tır.”1
mealindeki âyet-i kerime ile
“Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun.”2
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimeden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlemlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekilde bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir; midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır.3
Bu esaslara göre, midye, istiridye gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
Dipnotlar:
1. Nahl Sûresi, 14.
2. Mâide Sûresi, 96.
3. el-Mezâhibu’l-Erbaa, 2: 5.
(Mehmed Paksu, Helal – Haram)
17
Kokoreç yemek caiz mi?
Eti yenen hayvanların işkembe, karaciğer, dalak gibi sakatatlarının yenmesi caizdir. Bunlardan ve diğer helal olan yiyeceklerden yapılan kokoreç de helaldir, yenilebilir.
Ancak eti yenen hayvanların da olsa, akıp çıkan kanı, erkeklik âleti ve yumurtaları (husyeler), dişilik âleti, et içinde toparlak guddeler, idrar torbası (mesane) ve öd kesesi yenilmez. Eğer kokorecin içine bunlardan (yenmeyen kısımlardan) biri giriyorsa, yenilmez. Örneğin bazı yerlerde içine koç yumurtasının da konulduğu söyleniyor. Eğer konuyorsa yenilmez.
Ayrıca şart olarak hayvan sakatatlarının pisliklerinden arındırılması icin çok iyi temizlenmesi ve kaynatılması gerekir. Eğer temizlenmeden kaynatılırsa pislik etin icine nüfuz edeceğinden dolayı temizlik sağlanmış olmaz. Bu sebeple mümkünse üç kere suda iyice temizleyerek sonra da suda kaynatılarak etlerin temizlenmesi gerekir.
Diğer taraftan, bir şeyin caiz olması diğer kişilerin onu ille de yapması gerektiği anlamına gelmez. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri "Bir avuç necaset elbisede olduğunda yine namaz kılınabilir." dediği halde, en ufak bir necaset bulandığı takdirde, tüm elbiselerini değiştitirdi. Ona, "Ya imam! Siz hem buna fetva verdiniz hem de kendiniz uygulamıyorsunuz." diyenlere, "Biz fetvayı emreder, ama takva dairesinde yaşarız." cevabını verirdi.
Buna ek olarak bu tip yiyecekler ağızda kötü koku yapabileceğinden dolayı, bunları yedikten sonra gerekirse bu koku gidene kadar beklemeli veya bu kokuyu giderici çözümler bulunca insanlarla muhatap olmalıyız. Aksi halde helal bir yiyecek yediğimiz halde etrafımızdaki insanları rahatsız edeceğimizden dolayı kul hakkına girmiş olabiliriz.
18
Göz zinası veya düşünce zinası diye bir şey var mı? Normal zinaya göre hükmü nedir?
Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Her göz zanidir. Şurası muhakkak ki, kadın koku sürünür, sonra da (erkek) cemaate uğrarsa o da zaniyedir." (Tirmizi, Edeb 35; Ebu Davud, Tereccül 7; Nesai, Zinet 35)
Yine Resulullah (sav) buyurdular ki:
"İki göz zina eder. İki el, iki ayak da zina ederler. Fert de zina eder." (Ramuzü'l-Ehadis)
Göz zinası veya düşünce zinası tabirleri, zinaya sebeb olan durumlar için kullanılır. Haramın mukaddemesi haram, vacibin mukaddemesi de vacibdir. Bunun gibi zinanın mukaddemesi de bir nevi zina gibi tabir edilmiştir.
Göz zinası, gayrimeşru cinsel ilişki gibi değildir. Göz zinası da haram olmakla beraber normal zina gibi aynı derecede bir günah değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Harama bakmaktan nasıl korunuruz; ibadetlerimden zevk alamıyorum ne yapmam gerekir?
19
Alkolsüz bira içmek caiz mi?
Alkollü içkiler, hangi içki tipinde olursa olsun, meyve ve tahılların fermantasyonu, mayalandırılması neticesinde elde edilir. İçkinin tamamı alkol değildir. İçerisinde su, şekerli maddeler ve benzeri şeyler bulunur. Fakat hangi tipte olursa olsun, içkilerde vücuda asıl zararlı olan, sarhoşluk yapan madde etil alkol dediğimiz kimyevî maddedir.
Etil alkol, değişik içkilerde farklı nisbetlerde bulunur. Meselâ etil alkol birada %5-7, şarapta %15-20 nisbetinde iken; cin, likör ve rakıda %45-50, votka ile viskide ise %65-70 nisbetinde bulunur.
Alkollü içkilerin muhtevasında, mineraller, vitamin, proteinler ve yağlar gibi vücuda faydalı olan maddeler bulunmaz. Onun için, alkollü içkilerin hiçbir besleyici değeri yoktur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde,
“Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa, onun azıda haramdır.” (Tirmizi, Eşribe 3)
diye buyurmuşlardır. Bu hükme göre az miktarlarda da olsa, terkibinde etil alkol bulunan her madde dinen haram demektir.
Bira Nedir? Ne Değildir?
1. Bira çimlendirilmiş arpanın özel muameleden geçirilmesi, mayalanması sonucu elde edilir. Muhtevasında %5-7 nisbetinde etil alkol bulunur. Kesinlikle alkollü içki sınıfına dahil edilir.
2. Alkolsüz bira diye piyasaya sürülen bira, içerisinde %5-7 nisbetinde etil alkol bulunan biranın, etil alkol oranının vakumla azaltılmasıdır. İçerisinde kesinlikle %1-1,5 nisbetinde etil alkol bulunur. (Gıda Bilimi ve Teknolojisi. AÜ Ziraat Fak Teksir No: 113, s.173, Ankara, 1983)
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, biradaki alkol miktarı ne kadar azaltılmış olsa da alkol içerdiği için caiz değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
İmam Azam Ebu Hanife?ye ve bazı sahabelere dayanarak, şarabın dışındaki (rakı ve bira gibi) sarhoş edici alkollü içkileri, sarhoş etmeyecek kadar içmenin caiz olduğunu söyleyenler var. Olayın gerçek yüzü nedir?..
20
Heykel ve resim bulundurmak caiz mi? Heykel ve resim bulunan evde namaz caiz olur mu?
İnsanlığın var olduğu günden beri tevhid dinleri putperestlikle hep mücâdele ede gelmişlerdir. Putperestlik ise temelde, “sûrete ve heykele tâzim, ihtiram, saygı ve eğilmek” fiilleri üzerine kurulmuştur. Binâenaleyh, sûrete ve heykele tâzim ve saygının, tarih boyunca insanlığın inanç hayatında önemli bir sapmaya neden olduğunu görmeli; bu batıl inanışın gerek doğrudan tapınma, gerekse uğur ve şans dileme ve aracı ve vesîle kılma da dahil, muhtelif biçimlerinin insanlığın kahir çoğunluğunu peşinde sürükleyip götürdüğünü akıldan uzak tutmamalı; sûretçiliğin ve heykelciliğin tevhid dinlerinin nazarında îtibar kaybına uğramasını anlayışla karşılamalıyız.
Günümüzde her ne kadar sanat mâsumiyeti altında âdetâ yeni bir yüzle insanlık karşısındaki varlığını sürdüren heykelciliğin, tarih boyu kendisine yüklenen “ihtiram ve saygıyı” yeniden canlandırma veya devam ettirme misyonundan tam olarak sıyrıldığını söylemek mümkün değildir. Yani heykelin yapılış ve var oluş nedeni genelde ya tazim ifâde etmek, ya ihtiram konusu olmak, ya da bir saygıyı canlı tutmak olmuştur. Bu yaklaşım ise heykeli İslâmiyet nezdinde mahkûm kılmaya yeterlidir. Bu nedenle heykel için İslâmiyet’in barış dalı uzattığını söylemek ve mubah olduğunu ifâde etmek güçtür.
Ancak bibloları, çocuk oyuncaklarını, çocuk bebeklerini, küçük figürleri, tek boyutlu resimleri, tek çizgili karikatürleri “heykel” düzeyinde mahkûm etmeye gerek yoktur. Çünkü bunlar ihtiram ve tazim ifâde etmemekte, Tevhid dîni ile olumsuz bir düzlemde buluşmamaktadırlar.
Heykelciliği ve heykel satışını tasvip edemeyiz. Ama bibloların, küçük figürlerin, çocuk bebeklerinin, tek boyutlu resimlerin, gayr-i ahlâkî konuları ve meşrû olmayan görünümleri işlemedikleri sürece satışını yapmakta bir sakınca yoktur. Doğrusunu Allah bilir.
İslâm dini semavî bir din olup insanın dünya ve âhiretini imâr etmek için nazil olmuştur. Getirdiği hükümlerin herkesin akıl ve zevkine uyması da mümkün değildir. Çünkü simalar birbirine uymadığı gibi akıl ve huylar da birbirine uymazlar. Akıl ve mantıki veren Allah Teâlâ, insan için hangi hüküm daha uygun, hangi nizam daha güzel ise onu biliyor ve onu indiriyor.
Bunun için emir, nehiy, haram ve helâl ile ilgili olan ilâhî kanun ve nizamların bazılarına aklımız ermezse de tümüne inanıp hikmetini araştırmamız gerekir. Araştırma yapmadan inkâr etmek küfre götürür. Bunun için şu veya bu niye haram olsun? Aklıma yatmıyor, demek büyük bir vebaldir. Birçok kimse heykel ve resim haram oluşundan söz edildiği zaman hoşlanmıyor, "Heykel bir sanattır; neden haram olsun?'' deyip İslâm'ın hükmünü tereddütsüz reddediyor.
Müzelerde bulunan heykeller üzerine araştırma yapıldığı zaman câhiliyet devrinde, bu husus Roma ve Bizans devletlerinin hüküm sürdükleri zamanlarda insanların birçokları heykel ve resimlere büyük itinâ göstererek tapındıkları, putperestlik girdabına girdikleri görülecektir. İnsanı yeryüzüne hâlife olarak tâyin eden Allah Teâlâ, taştan ve ağaçtan kendi eliyle yaptığı heykel ve resimlere yaptığı ibadetten onu kurtarıp lâyık olduğu makama çıkarmak için canlı mahlûkların her türlü heykel ve resimlerini yasakladı.
Bu hususta Peygamber (sav)'in birçok sahih hadisleri vardır. Ez cümle:
"Kıyamet günü bu suretleri yapanlara; yaptığınızı canlandırınız denilecektir."(Buhari)
"Kıyamet günü Allah'ın en şiddetli azabına maruz olanlar, Allah' ın yarattıklarını taklid edenlerdir."(Ahmed bin Hanbel, Müsned)
"Hazreti Aişe bir gün resimli bir yastık satın aldı. Peygamber (sav) dışardan yastığı görünce içeri girmedi. Kapının önünde ayakta kaldı. Hazreti Aişe (ra) da onun yüzündeki memnuniyetsizliği anladı ve şöyle dedi:
- Yâ Resûlullah! Allah ve O'nun Resulüne tövbe ediyorum, günahım nedir?
Peygamber (sav) ona cevaben buyurdu ki:
- Yastıktır!..
Hazreti Aişe:
- Üzerine oturup yaslanasın diye senin için satın aldım.
Peygamber (sav) buyurdu ki:
- Resim yapanlara azab verilecek, yaptığınızı canlandırınız denilecektir. İçinde resim bulunan eve melekler girmez."(Müslim, IV/90)
Nevevî, Müslim'in şerhinde resimle ilgili görüşünü özetle şöyle ifade ediyor:
"Bizim mezheb ulemasıyla diğer mezheb uleması diyorlar ki: Canlı varlıkların resmini yapmak şiddetle yasaklanmıştır. Resim yapmanın üzerine büyük vebal terettüp eder. Hakkında büyük tehdidler varid olmuştur. Zira resim yapmak, Allah'ın yaratıcılık işini taklid etmek anlamını ifade eder."
"Resim, ister elbise, halı, para, kab ve duvar gibi şeyler üzerinde, ister başka bir şey üzerinde yapılsın haramdır. Yalnız ağaç, deve semeri ve cansız mahlûkların resmini yapmak haram değildir. Gölgeli -heykel- ile gölgesiz suretler arasında fark yoktur. Canlılara ait olduktan sonra haramdır."
İbn Hacer, canlı mahlukların suretlerini yapmak haram olduğunu bulundurulmasının da caiz olmadığını belirttikten sonra şöyle der: Cansız mahlukların resimlerini yapmak ve yaptırmakta beis olmadığı gibi, yerde ve ayak altında bulunan sergilerde hakarete maruz kalmaları hâlinde dâhi, yerde ve ayak altında bulunmalarında herhangi bir beis yoktur. Ama ayak altında kalması için dahi olsa canlı mahlûkun resmini yapmak caiz değildir. (Zevâcir, II/33; al-Fıkh 'ala'l-Mezâhib al-Arba'a, II/41)
Gölgeli, gölgesiz resimler sahabe, tâbi'în, cumhuru ulema ile Hanefî, Şafiî ve Savrî gibi müctehidlerce de haram karşılanmıştır. (Zevâcir, II/33)
Ancak haram olmayan resimler de vardır. Şöyle ki:
1. Küçük çocukların oynamaları için oyuncak resimler.
2. Baş veya göbekten itibaren yukarı tarafın resmi. Böyle bir resim tam olmadığından bulunmasında yine beis yoktur. Çünkü böyle bir mahlûkun hayat sahibi olup yaşaması mümkün değildir. Bundan anlaşılıyor ki; tapu, nüfus cüzdanı, pasaport ve diğer muameleler için lüzumlu olan vesikalık fotoğraf ile dış ve iç organların fil imlerinin çekilmesinde hiçbir beis yoktur.
3. Yukarıda beyân ettiğimiz gibi, yerde ve ayak altında bulunan sergideki resimlerdir. Bu tür resimlerin bulunmasında beis yoktur.
4. İmâm Nevevî'nin dediği gibi dağ, deniz, ağaç ve bütün cansız mahlûkların resmini yapmak ve yaptırmak.
Yalnız fotoğraf da bu resme dahil mi, değil mi ihtilaflıdır. Birçok bilgine göre dahil değildir. O, aynada görünen resim gibidir. O, haram olmadığı gibi bu da haram değildir. Yani o bir görüntü tesbit edilmiştir.
Bu açıklamaya göre ahlaki ve dini yönüyle İslamiyet'e aykırı olmayan çizimlerin de yasak kapsamına girmediği söylenebilir. Bunun gibi bilgisayar veya başka teknik metodlarla çizilenlerin de aynı şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyoruz. Resimle ilgili yasağın üç boyutlu, kabartmalı veya İslam'a aykırı olanlarla ilgili olduğunu söylemek mümkündür.
Namaz kılınan odada fotoğraf bulundurmak?
Resimler kıble cihetinde ise mekruhluk şiddetlenir, yanda ise azalır, arkada ise daha da azalmış sayılır. Böyle resimler ya indirilmeli, yahut da üzeri örtülerek namaza durulmalıdır. Boy resimlerini kapalı bir yerde tutmak, ancak gerektiğinde görülecek halde muhafaza etmekte beis yoktur. Kâğıt paralarla nüfus cüzdanlarındaki vesikalık resimler de câizdir. Bunlar canlandığı farzedildiğinde yaşamayacak derecede küçük ve yarım olan resimlerdir. Ayrıca bazı müseccel şahısları tanımak için çekilen zaruri boy resimleri için de ruhsat vardır. Bunlar ihtiyaç resimleridir.
Hırsızlar, diğer suçlular ancak bunlarla kolayca adaletin pençesine teslim edilebilmektedir. Bugünkü resimlerin mühtehcen olmayanları tapılmak için çekilmediğinden, tapılmak için yapılan resimler cümlesinden sayılmayabilirler. Müstehcen resimlerin her türlüsü ise ahlâka, insanlığa ve İslâm’a aykırıdır. "Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı"nda geniş bilgi vardır.
21
Köpek balığı yemek caiz midir?
Kur'an-ı Kerim'de denizden elde edilen yiyeceklerin helal olduğu bildirilmiştir.(Maide, 5/96; Fatır, 35/12). Hz. Peygamber (asm) de şöyle buyurmuştur:
"Onun suyu temiz, içinde ölen (meytesi) helaldir." (Ebu Davud, Taharet 41)
Bununla birlikte yukarıda geçen ayet-hadisin özel hükümlere uygulanmasında İslam mezhepleri farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Buna göre: Bütün balık türleri mezheplere göre helal olmakla birlikte; midye, kalamar, yengeç, karides Hanefi mezhebine göre helal değil, diğer üç mezhebe göre helaldir.
Sorunuzda sözü edilen köpek balığı ile ilgili bir yasak mevcut değildir. (Diyanet İşleri Başkanlığı)
"Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah'tır."1
mealindeki âyet-i kerime ile,
"Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun."2
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimeden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlemlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekide bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması bu hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir. Midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır.3
Bu esaslara göre, midye, istiridye gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
Kaynaklar:
1. Nahl Sûresi, 14.
2. Mâide Sûresi, 96.
3. el-Mezâhibu'l-Erbaa, 2: 5.
22
İslam'a göre adam öldürmenin hükmü nedir?
Yeryüzünde işlenen günahların en büyüğü şirktir, Allah'a ortak koşmaktır. Şirk'ten sonra ikinci dereceyi alan günah, masum bir insanın hayatına son verip, canına kıymak, onu öldürmektir.
Kendi ihdas ettiği haksız bahanelerle bir insanı öldürüp canına kıymak, Allah indinde o kadar büyük günah, o kadar dehşetli bir vebaldir ki, sanki öldürülen tek şahıs değil de, bütün bir insanlıktır...
Rabbimiz, haksız katile bu nazarla bakmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Kim bir insanı (suçsuz yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de suçsuz bir insanı ölümden kurtarırsa, sanki bütün insanları ölümden kurtarmış gibidir!.." (Maide, 5/32)
Demek ki, Rabbimiz, yarattığı insanlardan bir tekinin dahi haksız yere öldürülmesini istemiyor, bunu küçük bir günah, basit bir olay olarak görmüyor. Hatta bir ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor:
"Kim bir mü'mini kasdi olarak öldürürse, o kimsenin cezası cehennemde (ebedi) kalmaktır!.." (Nisa, 4/93)
Demek ki, bir insanı Allah'a ve ahirete imanından dolayı öldürmek de ayrı bir durum arzetmekte, bunun cezası da kafirlere mahsus ebedi ceza olmaktadır.
"Bir mü'mini öldürmek, Allah indinde dünyayı tahrip etmekten daha büyüktür!" [Nesai, Tahrim 2, (7, 83)]
Demek ki, mü'min Allah indinde dünyadan ve içindeki diğer varlıklardan da büyük ve kıymetlidir. Binaenaleyh, hangi cür'et sahibi böyle aziz ve büyük bir varlığın haksız olarak hayatına kasteder, kainata ibret ve temaşa ile bakışına mani olur, Allah'ın yaptığı binayı yıkabilir?
Bunu bir hadis mealiyle açıklığa kavuşturalım:
"Eğer bir mü'minin kanını dökmeye (sema) ve (yer) halkının hepsi de iştirak etse, Allah onların hepsini de o kanı dökülen tek masum mü'minin hakkını korumak için yüzüstü cehennemine sürer!" [Tirmizi, Diyat 8, (1398)]
Haksızların çokluğu, haklının tekliği durumu değiştirmez. Hâl böyle iken, bir insan, kendisini hem savcı, hem hakim, hem de infaz memuru yerine koyup da bir mü'mini nasıl öldürebilir?
Şayet katil, öldürdüğü kimsenin mirasına konacak şekilde yakın biriyse, katilliğinden dolayı miras hakkını da kaybeder, öldürdüğü maktulün mirasına da konamaz. O hak, işlediği bu cinayet yüzünden elinden alınmış olur. Bu yüzden ana-baba katili evlad, miras alamaz; öldürdüğü ebeveyninin malına varis olamaz.
İslam, katili böyle korkunç günahkar gördüğü gibi, öldürmeye azmettireni de günaha ortak görür. Sebep olup hazırlayan, kuvvet verip teşvikte bulunan hakkında da Resul-i Ekrem Efendimiz'in ikazı şudur:
"Bir adam, bir Müslümanın ölümüne bir tek kelimeyle yardım etse, kıyamette alnına şöyle yazılır: Bu adamın Allah'ın rahmetinden ümidi kesilmiştir!"
Onun içindir ki, Müslüman, haksız yere adam öldürmeyi cihad sayamaz. Hukuki şartları ortaya çıkmadan böyle dehşetli bir günaha yaklaşmaya cür'et edemez.
23
Esrar otu içmek haram mıdır?
Sarhoşluk veren uyuşturucuların tümü haramdır. Ayrıca esrar, afyon gibileri daha şiddetli haramdır. Zira bunlar içeni sadece sarhoş etmekle kalmıyor, aklî yeteneklerini zedeliyor, ruhî dengesini bozuyor, normal insanlıktan çıkarıp müzmin ve felçli hasta haline sokuyor. Esrar ve afyonun meydana getirdiği bu feci neticelere bakınca, haramlıklarının şaraptan da ileri derece olduğu, müsaade ve müsamahaya asla lâyık olmadığı kesinlikle anlaşılıyor.
Nitekim bütün mezhepler, bunların alım satımının yasaklığında, elde edilen paranın haramlığında ittifak etmişlerdir.
Ancak, bu maddeler hastaları tedavi kastıyla belirli ve ölçülü miktarda alınıp, bekletilebilir. Bu da uzman ve dindar bir doktorun müsaadesiyle belli olur. Bunları şahıslardan ziyade kurum ve müesseseler alırlar ve tedavi mahallinde muhafaza edip, korurlar.
"Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır." (Tirmizi, Eşribe, 3; Nesaî, Eşribe, 25; İbn Mâce, Eşribe, 10; Dârimî, Eşribe, 8; Ahmed b. Hanbel, II/ 91, 167, 179, III/343).
Buna göre az esrar zara vermiyor diye helal olmaz. Nitekim az şarap kişiyi sarhoş etmiyor diye helal olmadığı gibi.
Bazı helal otların ya da tohumlarının yemeğe katılması, üzümün yenmesi gibidir. Nitekim üzüm helal olduğu halde, ondan yapılan içki haramdır. Bunun gibi afyon tohumunu yemeğe katmak helal, ancak afyondan yapılan uyuşturucuyu kullanmak ise haramdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- UYUŞTURUCU MADDELER...
24
Erkeğin platin yüzük takması caiz mi? Gümüş dışında hiçbir madde kullanılamaz mı? Hangi maddeden yapılan yüzük kullanabilirim?
- Şafii alimlerine göre, gümüş dışında değeri olan tüm madenlerden de yüzük takılabilir. (bk. H. Abdulkerim Günenç, el-Mevsuatu’l-fıkhıyye, 1/384)
Platin de bu madenlere dahil olduğuna göre, ondan da yüzük edinmek caizidir. Yeter ki, sağlığa zararlı ve kişinin -örfe göre- onurunu zedeleyici bir konuma sahip bir madde olmasın. Nitekim İmam Şafii’ye göre, -kadınlara benzemek söz konusu olmasaydı- erkeklerin de inci takmasında bir sakınca olmazdı. (bk. İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetava el-Fıkhıyye, 1/261)
Elmas ve pırlanta gibi zinet eşyası altın kadar kullanışlı ve kadının sembolü olmadıkları için, kadına mubah olduğu gibi erkeğe de mübahdır. İmali ve satışı hususunda hiç bir sakınca yoktur.
- Hanefî alimlerine göre, gümüş dışında erkeklerin başka madenleri yüzük olarak takmaları mekruhtur.(bk. ef-Fetava el-Hindiye, 5/335)
Yine demir, bakır, sarı bakır/ tunç, kurşun gibi madenlerin yüzük olarak kullanılması hem kadın hem erkek için mekruh olduğu hususu, bazı Hanefi alimleri tarafından açıkça ifade edilmiştir. Kemik ve akik de gümüş gibi kullanılması en sahih olan görüşe göre caizdir.. Yine, gümüşle kaplanmış demir türü maddelerin kullanılması da caizidir. (bk. ef-Fetava el-Hindiye)
- Demirden yapılmış yüzüğün takılmasının caiz olduğunu gösteren bir hadis rivayeti Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır.(bk. Fetava’l-lecneti’d-daime-1, 24/65).
Erkeklerin platin yüzük kullanmaları caizdir. Zira gümüş ve platin, altından farklı bir maden olduğundan altının hükmüne tabi değildir. Bu itibarla platin yüzük kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. (Diyaney İşleri Başkanlığı).
İlave bilgi için tıklayınız:
Erkeklerin taktıkları yüzük en fazla kaç gram olmalıdır, çelik yüzük takmak caiz midir? Gümüş yüzüğün en fazla kaç gram olması gerekir?
25
Televizyondaki görüntülere bakmak caiz mi?
Televizyon seyretmenin günah olup olmaması, tamamen programa bağlı bir durumdur.
Toplumumuzun ahlâk, ilim, îmân, irfan ve edep değerlerine riâyet eden programları izlemekte bir sakınca yoktur. Bununla berâber, programlar ahlâkî de olsa bunları izlemenin kitap okumayı ve dostlukları öldürdüğü bir vâkıadır. Netice olarak, iyi programlar için mubah olduğu söylenebilir; kötü programları izlemek ise câiz değildir.
Gazete ve dergilerdeki müstehcen resimler ile televizyon ve internet gibi açık görüntüler konusunda cinsel uyaranlardan kaçınmak esas olmalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadınların mahrem görüntülerine bakmak haram değil mi ...
26
Erkeklerin kaşlarını alması caiz midir?
Hem erkeklerin hem de kadınların kaşlarını almaları caiz değildir.
"İğreti saç takan, taktıran; kaşları incelten, kaşlarını incelttiren, dövme yapan ve dövme yaptıran lanetlenmiştir." (Ebû Dâvud, Tereccül 5, no: 4170)
Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mahiyetindedir.
Cenab-ı Hak her insanı ayrı bir güzellikte yaratmıştır. Birlik mührünün açıkça okunduğu insan simasındaki güzellik, fıtrî ve tabiî olanıdır. Bunu muhafaza etmek, sahip olduğu özellik ve güzelliklere şükredip, Allah'ın uygun görüp ihsan ettiği kadarına razı olmak kulluğun bir derecesi ve işaretidir.
Bunun için hayatî ve zarurî bir maslahat yoksa, vücutta bulunan mevcut durumu değiştirmeye gitmemek lâzımdır. Çünkü böyle rast gele yapılan bir tasarruf insanı ağır bir mes'uliyet altına sokabilir.
Erkeklerin kaşlarındaki eğri büğrü kılları almasının bir sakıncası yoktur. Bu nedenle kaştaki eğri büğrü kılların alınmasını, sakalların kenar, yan ve altlardan alınmasına ve düzelltilmesine benzetebiliriz. Ancak kaşları ve kaşlarının ortasındaki kılları alması doğru değildir.
Lanet ne demek?
Ayet ve hadislerde geçen lanet kelimesi Müslüman olmayanlar için “dünyada iyilik ve hidayetten, ahirette lütuf ve merhametten mahrum bırakma” anlamındadır. (Lisânü’l-ʿArab, “laʿn” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 750-752)
Ancak lanet kelimesi müminler için kullanılması durumunda “Allah’ın o kişiyi iyi ve salih kimselerin mertebesinden uzaklaştırması, işlediği günah ölçüsünde cezalandırması” şeklinde mecazi bir mana ifade edeceği belirtilmiştir. (Tehanevi, Keşşaf, 2/1309; Bedreddin el-Aynî, Umdetü’l-kari, 8/417)
27
Erkeklerin küpe takması caiz mi?
İslâm Hukukuna göre kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş; ama erkekler için caiz görülmemiştir.
Bazı hukukçular, erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir olayın Hz. Peygamber (asm) zamanında yapıldığı halde yasaklanmadığını ileri sürmektedirler.
Her halükârda ergen erkeklerin kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre haram ve bazılarına göre ise mekrûhtur; yani kısaca caiz değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kız veya erkeklerin pirsing, hızma (piercing) takması caiz midir? Abdest ve gusle engel olur mu? Din ve kültür ilişkisi açısından sakıncası var mıdır?
28
Caiz değil demek, ne demektir; haram mı, mekruh mu demektir?
"Caiz değil" demek genel olarak haram demektir. Bazı durumlarda mekruhtur manasına da kullanılır.
Helal ve mübah olmayan şeylere caiz değildir denilmektedir. Haramlar kastedildiği gibi, zatı itibariyle helal olan, ancak hükmen haram olan şeyler için de kullanılır.
Mesela, alışveriş yapmak helaldir. Ancak cuma vaktinde kendisine cuma namazı farz olan birisinin alışveriş yapması helal değildir.
Caiz görmek, uygun bulmak; caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır. Bunun tersi olan caiz değildir sözü ise, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir.
Bir şeyi yemek ya da kullanmak konularında "caiz değildir" sözü, haramdır ve helal değildir demektir. Örneğin "domuz etini yemek, içki içmek caiz değildir" derken, haramdır ve helal değildir anlamında kullanılır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Caiz değildir" demek ile "Haramdır" demek arasında fark var mıdır?
29
Şafii mezhebinde köpeğin necis, tilkinin etinin helal olduğu söyleniyor, doğru mudur?
Dört mezhebe göre köpek etinin yenilmesi haramdır. Hanefi ve Hanbeli mezhebine göre tilki eti yemek de haramdır. Ancak Şafii ve Maliki mezhebine göre tilki eti yemek caizdir.
Şafii mezhebinde; kuvvetli, yırtıcı ve dişlerini silah olarak kullanan bütün hayvanların eti haramdır. Kedi, Köpek, kurt, ayı, fil, domuz, çakal, aslan, kaplan, maymun, baykuş ve benzerleri yenmesi haram olan hayvanlardır. Ön dişleri zayıf olup, bunlarla her hangi bir şeyi parçalama imkanı bulunmayan kirpi ve tilki gibi hayvanların etlerinin yenmesi haram değildir.
Bu farklı içtihatların kaynağı ise ayet ve hadislerdir.
Kur’an’da Rasul-i Ekrem (asm)’i kast ederek,
“... işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar...” (A’râf, 7/157)
buyrulur. Burada pis şeyler diye tercüme edilen “el-habîs”in tefsirinde müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Rasulü’nün (asm) haram kıldıklarıdır; yani haram oldukları hakkında âyet veya hadis bulunan şeylerdir; bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise, “habîs”, umumiyetle insanların (veya Kur’an inzâl olduğu sırada Arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da “habîs”ler içinde değerlendirilmiştir.
Hz. Peygamber (asm), Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır. (Buhâri, Megâzi 38; Zebâih 27, 28; Müslim, Nikâh 30). Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanîfe’ye göre helâl değildir, İmameyn’e ve Şâfiî’ye göre helâldir.
Rasûlullah (a.s.m)’ın “Bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi” yasakladığı rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ıme 32; Tirmizî, Sayd 9-11). Hanefîler, bu hadiste geçen “sibkâ” kelimesini "et yiyenler" şeklinde anlamışlar ve bu çeşit hayvanları haram saymışlardır. İmam Şâfi ise “insanlara saldıran ve parçalayan” şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir. İmam Mâlik, yırtıcılar için haram yerine, mekrûh tabirini kullanmıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Köpek necis midir?
30
Erkeklerin taktıkları yüzük kaç gram olabilir?
Demir, çelik, bakır, kurşun, tunç gibi madenlerden yapılan yüzüğü takmak mekruhtur. Bu konudaki hüküm bilezik, kolye, bileklik, küpe için de geçerlidir. Erkeklerin yüzük dışında diğer takıları kullanması caiz değildir.
Sorunuzla ilgili fıkıh kitaplarında geçen bilgiler şöyledir:
1. Hz. Peygamber (asm), erkeklerin altından yapılmış zinet eşyası kullanmaları ile altın yüzük takmalarını yasaklamıştır. Konuyla ilgili olarak Bera b. Azib (r.a.) Hazretleri "Peygamberimiz (asm)’in kendisinin altın yüzük kullanmasını yasakladığını.” (Buhari, Merza, 4) bildirmiştir.
Nişan için dahi olsa; altın yüzük takınmak erkeklere haramdır. Hz. Ali'nin yaptığı rivayete göre, Peygamberimiz (asm) "altın yüzük takınmaktan ve rüku ile secde de Kur'an-ı Kerim okumaktan nehyetti.” (Tirmizi, Salat, 83).
Diğer hadislerinde de Hz. Peygamber (asm), tabii (doğal) ipekten yapılmış elbiseleri giymelerini ve altından yapılmış zinet eşyası ile yüzük kullanmalarını erkeklere yasaklamıştır (Buhari, Libas, 30).
Hz. Büreyde (r.a.)’ın anlattığına göre, Resülullah (asm)'ın yanına, parmağında demir yüzük bulunan bir adam uğramıştı. (Yüzüğü görünce),
"Niye bazılarınızın üzerinde ateş ehlinin süsünü görüyorum!" buyurdu. Adam derhal onu çıkarıp attı. Sonra parmağında sarı renkli (pirinç) yüzük taşıyor olduğu hâlde geldi. Bu defa da "Niye sende putların kokusunu hissediyorum?" dedi. Daha sonra o kişi altın yüzük takmış olarak geldi. Bu defa da "Sende niye cennet ehlinin süsünü görüyorum?" dedi. Bunun üzerine o şahıs "Öyleyse yüzüğüm neden olsun?" diye sordu. "Gümüşten olsun, ancak ağırlığı bir miskale ulaşmasın." buyurdu (Tirmizi, Libas 43; Ebu Davud, Hatem 4).
Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte görüldüğü üzere Hz. Peygamber (sas) demir yüzük kullanan kişiye "Niye bazılarınızın üzerinde ateş ehlinin süsünü görüyorum" buyurmak suretiyle açık bir şekilde gerekçesini söylemiştir. Bununla birlikte helal ve haram hükmü verme konusu herşeyi yaratan, yöneten Allah (c.c.)'ın yetkisindedir. Biz yaratılmışların /kulların bunu sorgulama hakkı olamaz. Aklın alanına girmeyen, illetleri anlaşılamayan, kendileriyle neyin amaçlandığı gizli kalmış hükümler taabbudi hükümler olarak nitelendirilmektedir. Allah Teala hikmet sahibidir.
Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber (sas)'in emir ve yasaklarında, bizim bilebildiklerimizin yanı sıra bilemediğimiz pek çok sebep ve hikmet mevcuttur. Biz, Yüce Allah’ın ve her daim vahyin kontrolünde olan Hz. Peygamber (sas)'in emir ve yasaklarını sebep ve hikmetlerinden dolayı değil, yalnızca O’nun emri ya da yasağı olduğu için yerine getiririz. Bu şekilde söz konusu hükümle murad edilen dünyevi ve uhrevi, bildiğimiz ve bilemediğimiz maslahatlar da (faydalar) böylece gerçekleşmiş olur.
2. Erkekler için gümüş yüzük takmak caizdir. Ancak yukarıda zikredilen hadise göre erkeğin takması caiz olan gümüş yüzük en fazla bir miskal yani 4,009 gr. olmalıdır. Ancak bu kayıt bağlayıcı değildir. Zira İslam âlimleri, bu hadis-i şerifte ifade edilen "bir miskal (4,009 gr)’dan fazla olmaması kaydını", terki evlaya hamletmişler, bunu bir yasaklama olarak anlamamışlar; bir miskalden daha ağır olan yüzüğü kullanmanın helal olduğunu, ancak tenzihen mekruh olacağını söylemişlerdir.
Bu hadisi israfla izah etmişlerdir. Şöyle ki;
Erkeğin gerek kendisinin gerekse ailesinin geçimini temin etmekle yükümlü olduğunu, bu sebeple elde edeceği kazancı gereksiz süslenme için harcamasının uygun olmayacağını belirtmişlerdir.
Şu kadar var ki, Şafii mezhebine mensub bazı âlimler hadisin zahirini alarak 1 miskali aşan yüzüğün kullanımını haram kabul etmişlerdir. Fakat bu görüş kabul görmemiştir. Çünkü bu hadis garib olup senedi zayıftır. Tirmizi de Sünen'inde hadisi rivayet ettikten sonra aynı hükmü vermiştir (Tirmizi, Libas 43/1786). Nitekim senedinde "Ebu Taybe" isimli ravi vardır ki, bu hem sika ravilere muhalefeti hem de zabtının kötü olması nedeniyle zayıf kabul edilmiştir (İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 10/323).
3. Demir, bakır, kurşun ve tunç gibi madenlerden yapılan yüzükler hem erkeklere hem de kadınlara mekruhtur (bk. el-Mevsıli, , IV, 224). Akik ve yeşim gibi kıymetli taşlardan yapılanlar ise kadın erkek herkes için caizdir. (İbn Abidin, a.g.e.; V, 315).
4. Pırlanta veya beyaz altın takmak hususuna gelince, bunların piyasada iki çeşidi vardır:
a. 14 ayar beyaz altın olup, bunda altın paladyumdan daha fazla olduğundan, erkeğin onun yüzüğünü takması caiz değildir.
b. 11 ayar veya daha düşük beyaz altın da paladyumu daha fazla olduğu için paladyum sayılır. Bundan elde edilen yüzüğü takmak mekruh ise de haram değildir.
31
Şarabın dışındaki sarhoş edici alkollü içkileri, sarhoş etmeyecek kadar içmek caiz mi?
Dinimizde sarhoşluk veren içkilerin çoğu haram olduğu gibi azı da haramdır. İslâm dini bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır. Müslüman'ın alkollü içki ve uyuşturucudan uzak durması gerekir. Kur'an-ı Kerim'de;
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap (içki) ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 5/90-91)
buyrulmaktadır. Bu âyet içki yasağının hikmetini özlü olarak ifade etmektedir.
Hadislerde de sarhoşluk veren bütün maddelerin içilmesi / alınması yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (asm),
“Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7);
“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3) buyurmuştur.
Bu ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere az veya çok içki içmek haramdır. Haram olan bir işi yapan kişi günah kazanmış olur. Günah kazanan kişinin yaptığı kötülüğü bırakıp tövbe etmesi gerekir. Tövbe edenlerin günahlarını inşallah Allah affeder.
Bugün tıp dünyası içkinin insan sağlığına verdiği zarar üzerinde ittifak hâlindedir. İstatistikler ile bazı devletlerin zaman zaman teşebbüs ettiği içki yasağı bunun, iktisadî, sosyal ve ahlaki zararlarının en açık delilleridir.
İslam’ın temel prensipleri çerçevesinde konunun anlaşılmasına yardımcı olacak bazı düsturları ve açıklamaları maddeler halinde sunmayı uygun görmekteyiz:
1. İmam Azam gibi bazı müçtehitlerin bu konuda verdiği fetvalar, alkollü içeceklerden bazılarının helal olduğu anlamına gelmez. Bu Alimlerin fetvaları, ya yanlış anlaşılmıştır ya da alkol özelliğini taşımayan içecekler içindir. Bu fetvaları alkollü içeceklerin helal olduğu şeklinde yorumlamak, Cumhûrun görüşüne, İslâm'ın rûhuna, şer'î delillere aykırıdır. Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır, içilemez. İçilir diyenler yanılmışlardır.
2. Sarhoş eden içkilerin hepsi haramdır. Ancak Kur'ân'ın hamr dediği şarapla öteki içkiler arasında bir fark var. Şarabın bizzat kendisi necis (pis) görülmüştür. Elbiseye veya herhangi bir yere şarap dökülse kirletir, orayı yıkamak gerekir. Ama öteki içkileri içmek haram olmakla beraber şarap gibi necis değildir. Mesela, kolonya içmek haram olmakla beraber temizlik için kullanmakta bir sakınca yoktur.
3. Bira ve rakı gibi alkollü içecekler İmam Ebu Hanife’ye göre de haramdır. Onun haram olmadığını söylediği şey, arpa, buğday, bal gibi gıdalardan yapılan şıralardır. Yani sarhoş edicilikleri yoktur. Oysa biranın ve rakının sarhoş ediciliği kesin olarak bilindiği için Ebu Hanife’ye göre kesin haramdır.
İçilmesi haram olan bir içeceğe Bira, Rakı gibi isimler vererek bunlara helal demek, caiz olmaz. Nitekim Hz. Peygamber’in (asm) ümmetinin başka isimler altında içki içeceğini haber vererek bundan sakındırmıştır.
Rasulullah (asm) şöyle buyurmaktadır:
“Benim ümmetimden bazıları başka isimler altında mutlaka içki içeceklerdir. Başuçlarında çalgılar çalınacak ve kadın sanatçılar şarkı, türkü söyleyecekler. Allah onları yere batırsın! Ve onlardan domuzlar, maymunlar yapsın!..” (Nesai, Eşribe 41; İbn-i Mace, Fiten, 22)
Bir başka hadislerinde de Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bazı topluluklar (te’vil yoluyla) zina etmeyi, ipekli elbise giymeyi, içki içmeyi ve çalgılı eğlenceleri helal sayacaklardır. Bunlardan birtakım zümreler de dağ mesirelerine çıkacaklar, onlara ait koyun sürüsü ile çoban sabahları yanlarına gelip, akşamları gidecektir. Bunlara bir fakir bir hacet için gelecek de bu duygusuz insanlar fakire: 'Haydi bugün git yarın gel.' diyeceklerdir. Bunun üzerine Allah dağı tepelerine indirerek bir kısmını helak edecek öbürlerini de kıyamet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil edecektir." (Buhari, Eşribe, 6; Ebu Davud, Libas, 6)
Bu hadisler, Allah’ın yasakladığı şeyleri isim ve şekillere bağlı kalıp, hakikat ve maksatlarını gözetmeyerek te’vil etmek suretiyle helal kabul edenler hakkında açık bir hüküm vermektedir. Ayrıca bu hadisler, nikah adı altında zina yapma, nebiz vb. şeyler adı altında içki içme, zinet adı altında ipek giyme gibi hilelere başvuranları yermektedir. Eğer isim ve şekillerin değiştirilmesi hüküm ve gerçeklerin değiştirilmesini sağlasaydı din bozulur, şeriat tebdile uğrar, İslâm çökerdi. Hadis, haram olan şeylerin isimlerinin değiştirilmesi ile hükümlerinin değiştirilemeyeceğine delildir. Çünkü hükümler, muamelelerin dış görünüşüne değil mana ve maksatlarına bağlıdır. Bu hadisler, ismini değiştirmek suretiyle Allah’ın haram kıldığını helal kılmak için hileye başvuranların şiddetli bir azaba maruz kalacağını, hükümlerin illetlere bağlı bulunduğunu, içkinin illetinin ise sarhoşluk vasfı olduğunu, bu vasıf bulununca isim değişik bile olsa bunun içki kapsamında değerlendirildiğine ve haram kılındığına delalet etmektedir. (İbn Hacer, Fethu’l –Bârî, Beyrut, 2000, X, 56)
4. İslam inancına / Ehl-i sünnet akidesine göre, peygamberlerden başka kimse masum değildir. En büyük sahabeler ve en büyük müçtehitler de içtihatlarında hata edebilirler. İslam’da “İsabet eden müçtehit için iki sevap, hata eden müçtehit için bir sevap vardır.” kaidesi de müçtehitlerin hata yapabileceklerini öngörmektedir.
Farklı içtihatların olduğu bir konuda alimlerin büyük çoğunluğunu teşkil eden cumhurun görüşü esas alınır, fetva ona göre verilir.
Ümmetin yürümesi gereken cadde, İslam’ın büyük caddesi olan cumhurun caddesidir
Cumhurun görüşünü bir tarafa bırakıp, insanları marjinal fetvalarla yönlendirmeye çalışanlar, bilerek veya bilmeyerek onları yanlış yola sevk ediyorlar, Allah’ın rızasından uzaklaştırıyorlar.
Nitekim, Abdullah b. Ömer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim asla dalalette / yanlışlıkta toplanmaz / birleşmez. Sakın cemaatten ayrılmayın. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.”
Heysemî, Taberanî’nin aktardığı bu hadisin sahih olduğunu vurgulamıştır. (Mecmau’z-Zevaid, 5/218)
Görüldüğü gibi, bu hadis-i şerif açıkça insanlara Cumhurun yolunu takip etmelerini emretmektedir. Çünkü hadiste geçen ümmet ve cemaatten maksat, alimlerin büyük çoğunluğunun teşkil ettiği cumhur-u ulemadır. Çünkü, alim olmayanların bir konu hakkında doğru veya yanlış deme salahiyetleri yoktur. Bundan anlaşılıyor ki, cumhurun görüşüne ters düşen içtihatlar, İmam-ı Azam’dan da gelse, İmam Nehaî’den de gelse, İmam Şafii’den de gelse, bu içtihadı, cumhurun içtihadına tercih etmek, bu hadisin emrine aykırıdır. Zaten, bu alimlerin fetvaları da içkinin helal olduğunu göstermemektedir. Fetvaların yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasından kaynaklanan bir durum vardır. İmam-ı Azam’ın fetvasının ne manaya geldiğini belirtmiştik.
Abdullah b. Ömer anlatıyor: Rasulullah (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Her sarhoş edici Hamr’dir(şaraptır), her sarhoş edici ise haramdır.” (Müslim, Eşribe,73,74; Ebu Davud, Eşribe, 5; Tirmizî, Eşribe,1; İbn Mace, Eşribe,9; Ahmed b. Hanbel, 2/16,29)
Diğer bir rivayet ise şöyledir:
“Her sarhoş edici Hamr’dir (şaraptır), her hamr / şarap ise haramdır.” (Müslim, Eşribe, 75).
Bu hadis yirmi altı sahabeden rivayet edilmiş mütevatir bir hadistir. Cumhur-u fukahanın görüşü de budur (V. Zuhaylî, Tahricu Aahadisi Tuhfeti’l-fukaha,3/449) Yani, Hamr sadece üzümden yapılan değil, her türlü sarhoş edici maddenin adıdır. Çünkü, Hamr kelimesi, aklı örten anlamındadır ki, her sarhoş edici maddeyi içine alan bir muhtevaya sahiptir.
Buharî’nin Hz. Aişe’den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
“Sarhoş edici (özelliğe sahip olan) her içki haramdır.” (Buharî, Vudu, 71; Eşribe, 4)
Hz. Cabir’den yapılan rivayete göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Çoğu sarhoş eden bir maddenin azı da haramdır.” (Ebu davud, Eşribe,5; Tirmizî, Eşribe,3; Nesaî, Eşribe,35; İbn Mace, Eşribe, 10; Darimî, Eşribe, 8; Ahmed b. Hanbel, 3/91). İbn hacer, bu hadisin sahih olduğunu vurgulamıştır. (bk. et-Telhîsu’l-Habîr, 359-360)
Konuyla ilgili şu rivayet de gayet manidardır: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur: "Bir farakı sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır." (Tirmizi, Eşribe, 3; Ebû Dâvûd, 5; Müsned, 6/71, 72, 13) “Farak" takriben 43,5 kg.lık bir kaptır.
İbn Münzir’in ifade ettiği gibi, hamr / şarab olsun olmasın, çoğu sarhoş eden her maddenin azı da haramdır.(bk. Avnu’l-Mabud, 8/181-şamile)
Hadis alimlerine göre (Avnu’l-Mabud a.g.y), bu konuda en sahih rivayet Nesaî’nin Sad b. Ebi Vakkas’dan yaptığı rivayettir ki şöyledir:
"Rasulullah, çoğu sarhoş eden maddenin azını da yasakladı.” (Nesaî, Eşribe,35)
Görüldüğü gibi en sahih kabul edilen rivayette de aynı gerçeğin altı çizilmiştir.
5. Her Müçtehit hadisteki bir kelimeyi kendi zamanında ve memleketinin örfünde kullanılan mânada alır. Halbuki onu Rasulullah (asm) başka bir manada kullanmıştır. Fakat o, kelimenin lügat mânasını almanın kaide olduğunu düşünerek muhalif mana üzerinde yürür.
Nitekim bazı âlimler, "nebiz" içmeye ruhsat veren bazı nakilleri duyunca, bunu kendi kullandıkları mânada alarak sarhoş eden içkilerden biri sanmışlardı. Halbuki birçok hadislerde bu kelimenin mânası açıklanmıştı; buna göre nebiz: Tatlandırmak için, içine hurma, kuru üzüm vs. atılan ve köpük atmadan, sarhoş edecek bir hale gelmeden içilen şerbet, demekti.
Bunun gibi bazıları da hamr kelimesini kendi lügatlerinde kullanılan mânada alarak özellikle "köpük atıp sarhoş edici hale gelmiş üzüm suyu" sanmışlardı. Halbuki hamrın, sarhoşluk veren bütün içkileri içine alan bir kelime olduğu birçok sahih hadiste açıklanmıştır. (Dört Risâle, Çev. Hayreddin Karaman, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000)
6. Ebu Hanife gibi bazı alimlerin, hamr / şarap dışındaki içki maddelerin haram olması için sarhoşluk şartını aramadıkları şeklinde bir yanlış anlaşılma olsa bile; öncelikle bu görüşler cumhur-u ulema tarafından reddedilmiştir.
Diğer taraftan, bu alimler tarafından -o devirde daha tedvin edilmemiş olan- bu hadislerin bilinmeme ihtimali de kuvvetlidir.
Hanefî mezhebinin ünlü fıkıh alimi ve muhaddisi İmam Tahavî de bu konuda arz edilen hadislerin sahih olduğunu, fakat bunların farklı şekilde tevil edildiğini söylemiştir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, ilgili hadisin şerhi)
Ayrıca, Dört mezhep imamı tarafından da söylendiğine dair rivayetlerin bulunduğu şu gerçeği de unutmayalım:
“Eğer, benim söylediklerime aykırı hüküm veren bir hadis görürseniz, benim sözlerimi duvara çarpın ve hadisle amel edin.”
Madem şu anda, elimizde sahih hadisler var, ve -İmam Muhammed başta olmak üzere Hanefi alimlerinin büyük ekseriyetinin de içinde bulunduğu- alimlerin büyük çoğunluğunu temsil eden cumhurun görüşü bu konuda çok açıktır, elbette Allah korkusu olan bir insan, cumhurun görüşünün, bu sahih hadislerin dışına çıkmaz ve kimseye de buna aykırı telkinlerde bulunmaz.
32
İçki satılan yerden alışveriş yapmanın hükmü nedir?
Günümüzde alkollü içkiler ne yazık ki, en küçük mahalle bakkalına varıncaya kadar pek çok yere girmiş bulunmaktadır. Dinimizin getirdiği prensipler çerçevesinde bu durumu endişe verici bir hâl olarak değerlendirmek gerekir. Diğer zarurî yiyecek ve içecek maddelerinin yanında, dükkanında içki bulundurup satanların yüklendikleri ağır günahın farkına varıp da en kısa zamanda vazgeçmeleri hepimizin ortak temennîsidir.
İçki satan büfe, bakkal ve marketlerden alışveriş yapma meselesine gelince:
Esas olarak, bu davranış pek huzur verici bir iş değildir. Bu bakımdan, mümkünse, içki bulundurmayan yerlerle alışveriş yapıp, zarurî ihtiyaçları oralardan karşılama ciheti tercih edilmelidir. Ancak zaruret hâli müstesnadır. Meselâ, oturduğu yerde içkisiz bakkal bulunmayan veya yolculuk hâlinde zarurî ihtiyacı olan bir Müslüman, elbette ki onlardan bu ihtiyaçlarını alma durumunda kalacaktır.
Bu arada, bu konudaki aşırı ve dengesiz bir hassasiyetin, Müslümanın öncelikle vazifeli olduğu İslâmî hizmetlerin o çevrede gelişmesini engelleyebileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Halbuki insanların irşada muhtaç oldukları bir zamanda, Müslümanların onlardan kopması hiç de arzu edilmeyen bir iştir.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, alkole karşı toplum çapında başlatılacak bir boykot çerçevesinde, içkili lokanta, bakkal ve benzeri iş yerlerinin boykotu da düşünülebilir. Böyle bir kampanyaya toplumumuzun, hattâ dünya toplumlarının büyük bir ihtiyacı vardır.
Aynı zamanda bu, Müslümanın omuzundaki "kötülükten alıkoyma" vazifesinin de bir icabıdır. Ama, tekrar belirtelim, böyle bir kampanya toplumun büyük bir çoğunluğuna benimsetildikten ve hattâ devletin de desteği sağlandıktan sonra başlatılmalıdır. Meselâ, sarhoşluk veren içkilerin bir genelge yayınlayarak bakkal ve marketlerin dışında, meselâ sadece "tekel bayileri"nde satılması sağlanabilir.
Müslümanların bu husustaki hassasiyetlerini fark eden birtakım bakkal ve market sahiplerinin, iş yerlerinde alkollü içki bulundurmadıklarını "ayrıca" ifade etmeleri de müsbet bir gelişme olarak göze çarpmaktadır.
Kumar oynatan kahvehanelerin çay ve meşrubatlarını içmek de bunun gibi bir mecburiyet olmasa gerektir. Mâkul sebeplerle ve muhatabı rahatsız etmeyecek bahanelerle, bu gibi yerlerin sattığı çay ve meşrubat gibi şeyler içilmeyebilir. Fakat, yukarıda da ifade edildiği gibi, muhatap olduğumuz kimseyle müsbet mânâda bir münasebet kurma durumu varsa, ikramı reddetmek onu incitecekse, kabul etmek en uygunudur.
Ayrıca şu hususu da belirtmek yerinde olur:
Gerek içki satan bakkaldan, gerekse kumar oynatan kahvehanelerden satın alınan ve içilen içki haricindeki gıda, temizlik malzemesi gibi şeyler helâldir. Onlara mekruh ve haram demek mümkün olmaz. Fakat, bunda az da olsa, böyle haram işleyen kimseye ve müesseseye malî bakımdan destek olma durumu söz konusudur.
Bu gibi hususları herkes kendi durumuna ve o an içinde bulunduğu hâle göre değerlendirmelidir. Ne ifrata ne de tefrite düşen bir davranışta bulunmamalıdır.
33
Baldız mahrem midir? Erkek baldızına kötü gözle bakabilir mi?
Erkek için baldız hakkında geçici mahremiyet vardır. Bir kimse hanımının kardeşiyle evlenemez; ancak hanımı vefat ederse evlenebilir. Diğer hususlarda ise baldız yabancı kadın gibidir; mahremiyet sınırlarına dikkat edilmesi gerekir.
Kadın için kayınbirader namahremdir, yani yabancı birisi gibidir. Mahremiyet sınırlarına dikkat etmek gerekir.
Bir erkeğin ister baldızına isterse de yabancı kadına kötü gözle bakması caiz değildir. Bu gibi akrabalarla mahremiyete yabancılardan daha fazla dikkat etmek gerekir. Bir evde yalnız kalınması da caiz değildir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir defasında, "Kadınların bulunduğu yere girmekten sakının." buyurdu. Ensardan bir zat, "Yâ Resulallah, kayınlar (erkeğin akrabaları) hakkında ne buyurursunuz?" şeklinde sorması üzerine, "Kayın ölümdür." buyurdular. (bk. Buharî, Nikah, III; Müslim, Selam, 20)
Bu hadisin şerhinde İmam Nevevi der ki:
"Bir kimse âdet ve geleneğe göre, kardeşinin hanımıyla baş başa kalır, işte ölüm budur. Söyleşinin yasaklanması yabancı erkeklerden daha lâyıktır. Hadisin doğru mânâsı da budur."
Baldız için de aynı şekilde mahremiyet sınırlarına çok iyi dikkat etmek gerekir.
34
Güzele bakmak sevap mıdır, bu sözü nasıl değerlendirmeliyiz?
Çok yanlış anlaşılan atasözlerimizden birisi de şudur: "Güzele bakmak sevaptır!.."
Evet, güzele ve güzelliklere tefekkür için bakmak, tabii ki sevaptır.
Ancak asrımızın bir çeşit fitnesi gereği, buradaki "GÜZEL" kelimesini, namahrem anlamına gelen, açık-saçık ve üryan gezenlere bakmak şeklinde söylendiği zaman, cevap da elbette değişir. O zaman sevap değil günah olur.
Bu gibi namahremlere bakmak, bakış şekline ve sebebine göre anlam kazanır:
1. Yolda yürürken aniden, dekolte bir mahrem gözümüze çarpsa, Yüce Yaratıcımızın "Gözlerinizi haramdan sakının!" ayetinin tesiri ve tedbiri ile gözlerimizi başka tarafa çevirip, Allah korkusuyla irkilsek ve tövbe etsek, bu bakış sonrası titizlik, kişiyi günahtan koruduğu gibi, sevap da kazandırır.
2. Aynı namahreme ilk, yani gayri iradî bakış mubahtır. Daha sonraki kasdi bakışlar ise haramdır. Çünkü bu bakışlar, "Gözlerini haramdan sakının." ayetinin aksine bir davranıştır.
3. Ayrıca kişiyi tanıma maksadıyla zorunlu bakışlar vardır ki, bu bakışlar da yukarıdaki ayet hatırda tutularak minimum düzeyde kalırsa, mubah olabilir.
"Batılı iyice tasvir (batıl işleri detaylı tasarlama, biçim ve şekillendirerek tarif etmek), safi zihinleri idlâldir (temiz zihinleri saptırır.)"
vecizesine dayanarak, fetva ve fıkıh yönünü konu uzmanlarına bırakıp, tefekkür için bakmak cümlesini biraz açacağız.
"Güzel" denilince aklımıza, tabii ve meşru güzellikler gelmelidir. Namahremler değil?
Tefekkür, bu güzelliklerin arka planındaki anlamları, gizli manaları ve mesajları hesaplayarak düşünmek, o eser veya olay üzerindeki esma-i hüsna tecellilerini irdelemektir.
Bu güzelliklerden bazıları:
- Gül güzeldir, menekşe güzeldir, karanfil, nergis, sümbül, zambak, manolya ve saymakla bitiremeyeceğimiz tüm çiçekler güzeldir.
- Bahar güzeldir, ağaçlar güzeldir, dağlar, ırmaklar, çaylar, şelâleler, denizler, göller ormanlar ve tüm manzaralar güzeldir.
- Hayat güzeldir, sağlık güzeldir, eş, evlat, torun, aile, semtimiz, memleketimiz güzeldir; gece yıldızlar, ay, güneş ve gezgenler ve tüm yaratılmışlar güzeldir.
- Bülbül güzeldir, papağan, kanarya, tavus ve tüm kuşlar güzeldir. Tavşan güzeldir, sincap, kedi, kaplan, penguen, zürafa, ceylan, kelebek, arı, uğur böceği ve tüm hayvanlar güzeldir.
- Kiraz güzeldir, portakal, çilek, karpuz, kayısı, şeftali ve tüm meyveler güzeldir.
- İlâhî nameler güzeldir, Kur'ân, vaaz, nasihat ve sohbet dinlemek güzeldir. Kuş sesleri, şırıl şırıl su ve çağlayan sesleri güzeldir.
- Makro ve mikro âlemler güzeldir, Samanyolu, nebulalar ve tüm kâinat güzeldir.
- Atom ve atom altı parçacıklar güzeldir, moleküller, elementler, maddeler, hücreler, dokular, organlar ve tüm insanlar mükemmel yaratılışlarıyla güzeldir.
- Saymak ile bitiremeyeceğimiz bunca güzellik varken, niçin nefsanî güzelliklere takılıyoruz ki? Bunca güzelliklerin üzerindeki, esma-i hüsna tecellilerini sadece bir saat düşünmek, bizlere bir sene boyunca (nafile namaz, oruç, zikir v.s.) ibadet etmiş gibi sevap kazandırırken; nefsanî, malayani, fuzuli güzelliklerle ilgilenmek akıl karı değildir?
***
SORU: Bu güzelliklere bakıp, esmâ-i hüsna tecellilerini nasıl tefekkür edebiliriz?
Bir papatya çiçeğine, tefekkürle baktığımız zaman:
1. Çiçeğin renkli kısımlarındaki güzellik, renk uyumu, simetri, "süsleme sanatını" gösterir ve "Müzeyyin" (en güzel süsleyen.) isminin tecellisidir ve O Zatı haber verir.
2. Kara topraktaki değişik atom ve elementleri sentez ederek, uygun biçimde dizerek, bitki hücresi haline getiren, pigmentler atarak süslendiren, kokulandıran, o hücreleri de en uygun yerlere oturtup, böyle bir güzelliği yapabilen, bu güzelliği de her mevsim, her kıtada trilyonlarca nüsha olarak sergileyen "Kadir" ismini haykırır...
3. Sadece bu çiçeği bile yapabilmek için, her şeyi kuşatmış, mutlak gerekli, sınırsız bir "ilmi" bildirir ve "Alîm" ism-i celilini, tefekkür edenlere tanıtır...
4. Bu çiçeğin yapılabilmesi için, önceden tasarımının yapılması şarttır. (..yapay çiçekçileri bir düşününüz..) Madem öyle, bu çiçek bizlere "Musavvir" (en güzel tasvir eden, tasarım yapan) esmasını haber verir...
5. Sadece bir çiçek cinsi üzerinde bile inceleme yapsak, hiçbir kusur bulamayız... Malezya'daki gül ile Kore'deki gül aynı sarmalda ve aynı model. Türkiye'deki papatya ile Çin'deki aynı geometrik yapıda... Hiçbir kusur yok... Yani bir "Bâri'i " (kusursuz yapanı) haykırır...
6. Her bir çiçek, (insan eli ve medeniyet atıkları karışmamak şartı ile) pırıl pırıldır, temizdir. Bir "Kuddûs"'ü (Tertemizi ve temizleteni) anlatır...
7. Bazı çiçekler, birtakım böceklerin, kuşların ve birçok hayvanın rızkı olarak yaratılmıştır. Bu hayvanların rızıklandırılması ve tüm çiçeklerin beslenmesi bir "Rezzâk'ı" (rızıkları vereni) "Rabb-i Rahîm'i" (terbiye edeni, besleyip büyüteni ve en merhametli yaratıcıyı) bildirir...
8. Birçok çiçeğin, özellikle papatyanın, birçok önemli hastalıklara şifa olduğunu biliyoruz. Bu da bize merhameti sonsuz bir "Şâfi-i hakîki"yi söylüyor...
9. Her bir çiçeğin, kendi cinsinin ve neslinin devam etmesi için, tohumlarla muhafazası ise "Hafîz-ı hakîki"yi (gerçekten muhafaza eden zâtı) anlatır...
Bu dar çerçevede, birkaçını saymaya çalıştığımız tecellileri sizler devam ettirebilirsiniz.
***
İşte 'güzele bakmak sevap' atasözümüzdeki 'güzel'de, 'bakış da' böyle olursa, elbette ki sevaptır. Buna itiraz yok. Üstelik de öyle çok sevap kazandırır ki, bu güzelliklere, bu tefekkür ile bir saat bakmak, mütalâa etmek ve bunları düşünmek, bir yıllık sürekli nafile ibadet sevabı kazandırıyor.
İşte sizlere orijinal kaynak: Hz. Muhammed (asm) müjdesidir. "Tefekkürüm-min sâati, hayrun ibadetüm-minseneh." "Bir saat tefekkür, bir yıllık (nafile) ibadetten hayırlıdır." (bk. İ.Gazâlî, İhyâ-i Ulum, IV/409; El-Heysemî, M.Zevâid. 1/78.)
Meşrû zevkler ve lezzetler keyfe kâfidir, HARAMA GİRMEYE GEREK YOK.
35
Saçları siyaha boyatmak caiz mi?
Saçının rengi açık olan veya saçı ağaran kimsenin, bunu boyatmasının İslam'a göre hükmünü şu şekilde belirlemek mümkündür:
İslam'ın çıkışından önce Yahudi ve Hristiyanlar güzel görünme ve süslenmenin Allah'a kullukla bağdaşmayacağını düşünerek, saçı boyayıp rengini değiştirmekten kaçınırlardı.
Hz. Peygamber (asm), ashabına bağımsız bir kişilik kazandırmak için saçı ve sakalı kına veya başka bir boya maddesi ile boyayabileceklerini bildirdi. Ebu Hüreyre (r.a)'tan nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur:
"Yahudi ve Hristiyanlar (saçlarını) boyamaz. Siz onların aksini yapınız; yani saçlarınızı boyayınız."(1)
Ancak hadisteki emir bağlayıcı olmayıp mendupluk bildirir. Nitekim uygulamada Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ka'b ve Enes (r.anhüm) gibi bazı sahabeler saçlarını boyamamıştır.
Diğer yandan kullanılacak boyada siyah renk tercih edilmemelidir. Çünkü saç boyası genellikle yaşlı erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olur. Siyah renk yaşlı kimseyi, olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya boyayı amacından saptırabilir.
Nitekim Mekke'nin fethi günü Hz. Ebu Bekr (ra)'in yaşlı babası Ebu Kuhâfe'nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören Rasûlüllah (asm) şöyle buyurmuştur:
"Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan sakınınız."(2)
Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, onun siyaha boyamasında bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa'd b. Ebî Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bu rengi tercih ettikleri nakledilmiştir.(3)
Boya malzemesi olarak Allah elçisi kınayı tavsiye etmiştir:
"Saçın beyazlığını değiştirmek için kullandığınız şeylerin en iyisi kına ve keten bitkisidir."(4)
Hz. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekr'in saçlarını kına ve ketenle, Hz. Ömer'in ise yalnız saf kına ile boyadığını nakletmiştir. (bk. el-Kardâvî, a.g.e., s. 103).
Sonuç olarak, erkek veya kadının beyazlaşan saçlarını sarı veya kızıl renge boyamaları müstehap görülmüş; siyaha boyamaları ise, sağlam görüşe göre, caiz görülmemiştir. Ancak genç kimsenin siyah boya kullanmasında da bir sakınca yoktur. Diğer yandan boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya sanayinde kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir.(5)
Kaynaklar:
1) bk. Buhârî, Enbiyâ, 50; Libas, 67; Müslim, Libas, 80; Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 14
2) bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel, I,165, 356, II, 261, 499, III,160, 322.
3) bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Halâl vel-Harâm fil-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 102, 103.
4) bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesâî, Zîne, 16; Ibn Mâce, Libâs, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 147, 150, 154.
5) bk. Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Terc. Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1982-1988, XV, 378, XVII, 314.
36
Kuran-ı Kerim'de recm cezası var mıdır?
Cevap 1:
Kur'an-ı Kerim'de recm cezası yoktur. Ancak Peygamberimiz (asm) döneminde recm cezası uygulanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de recm cezası ile ilgili ayet yok deyip recmi inkar edenler Peygamberimizin (asm) sünnetini yok saymaktadırlar.
Peygamberimize (asm) gelen her emir ve yasak Allah'ın vahiyle bildirmesi sonucu oluyordu. Ancak bu emir ve yasakların bir kısmı sadece mana olarak geliyordu. Peygamber Efendimiz (asm) de onları ümmetine anlatıyordu. Diğerleri ise hem mana hem de lafız olarak geliyor ve Peygamber Efendimizin (asm) onlara hiç bir katkısı olmadan olduğu gibi kalıyordu. İşte bunlar Kur'an ayetleridir. Manası Allah'tan olup da anlamı Peygamber Efendimize (asm) ait olanalar veya Kur'an ayeti olmayan vahiyler ise Kur'an'a girmiyordu. Okunan bir Kur'an ayeti olmadığı için Kur'an'a girmeyen ayetler vardı. İşte recimle ilgili olan vahiy de bunlardan biridir. Bu nedenle bu ayetin hükmüyle amel ediliyor. Ancak Okunan Kur'an ayeti olmadığı için de Kur'an'da yoktur. Yani hükmüyle amel ediliyor.
İmam Şafii, meşhur eseri el-Ümm'de şunları kaydeder: "Peygamber'in farz kıldığı her şey vahiy ile olmuştur. Bir okunan vahiy (vahy-i metluv) vardır, bir de doğrudan Hz. Peygamber'e vahyedilen ve Hz. Peygamber'in sünnet kıldıkları vardır." Şafii, bu ikinci çeşit vahyin, ister bazılarının dediği gibi Cebrail tarafından Hz. Peygamber'in (asm) kalbine ilka edilen bir bilgi olsun, isterse insanları doğru yola iletmesi için bizzat Allah'ın kendisine bildirdiği bir bilgi olsun, herkesi bağlayıcı olduğunu söylemektedir .
Şafii, bu yaklaşımı aynı kitabın bir başka yerinde şöyle ifade eder:
"Peygamber, Allah'ın emri olmadan hiçbir konuda hüküm vermemiştir. Allah'ın, Peygamberine gönderdiği emirler iki kısımdır: Biri, bizzat Allah'ın insanlara tebliğ edilmek üzere inzal ettiği vahiy; diğeri de Allah'tan "şu işi şöyle yap" diye bir mesaj gelir, o da onu yerine getirir."
Şafii, bu yaklaşımını delillendirmek için,
"(Ey Peygamber hanımları) oturun da evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti zikredin." (Ahzab, 33/34)
âyetini anarak, vahyin ikinci kısmını "hikmet"le açıklar. Şafii bir başka yerde de şöyle demektedir:
"Bazı âlimlere göre, Hz. Peygamber'in sünnetinin tümü onun kalbine ilka olunmuştur ve onun sünneti de hikmetin ta kendisidir."
Konuyla ilgili İsmail L. Çakan'ın değerlendirmesi ise şöyledir:
"Kur'an-ı Kerim, hem lafzı hem de manasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metluv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meal ve mefhumu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metluv denilmektedir."
İsmail Lütfü Çakan'a göre, Hz. Peygamber (asm), vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahiptir. Vahiy gibi, diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip bulunan Hz. Peygamber (asm)'de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberane ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu meleke sayesinde de Hz. Peygamber (asm), başkalarının intikal edemediği bir takım İlâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin bilhassa Kur'an'ı ve Allah'ın muradını anlayıp, tefsir etmede ve uygulamada, kendisine uyulması kesin olan ve başkaları açısından ulaşılamaz boyutu, işte buradan kaynaklanmaktadır.
Cevap 2:
İSLAM HUKUKUNDA RECM CEZASI
I. Genel Olarak
Recm, birine taş atma, taşa tutma, taşla öldürme, sövme, lânet etme, kovma, birinin namusuna iftira etme, kötü zanda bulunma anlamlarına gelen bir kelimedir[1]. Aynı kökten "racîm"; recm olunan, taşlanan, kovulan ve lânetlenen anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'de bir konu hakkında bilmeden konuşmak[2] ve şeytanları taşlamak[3] anlamında kullanılmıştır. Terim olarak recm, zina eden muhsan kadın veya erkeği taşlayarak öldürmek demektir.
Zina edenlere recm veya başka şekilde ölüm cezası verilmesi İslam’a has bir uygulama değildir. Gerek dinî gerekse beşerî hukuk sistemlerinde zina eden kimselere genellikle sürgünden ölüme kadar ağır cezalar verildiği bilinmektedir. Mesela Hammurabi Yasasına göre zina edenler suda boğularak öldürülürlerdi. Eski Yunanda da evli kadınla zina eden erkek öldürülürdü[4]. Diğer taraftan Tevrat’ta, zina eden evli kimselere recm cezası verileceği hüküm altına alınmıştır[5]. İncil’de ise, Hz. İsa’ya zina etmiş bir kadının recmedilmek üzere getirildiğinden söz edilmektedir[6].
II. Kur’an’da Recm
Kur’an’da zina edenlere hapis[7], eziyet[8] ve celde (sopa) cezası[9] verileceğini öngören üç ayet vardır. “Zina eden erkek ve zina eden kadının her birine yüz değnek vurun.” şeklindeki celde ayetinde, evli-bekar ayrımı yapmamıştır. Ayrıca celde ayeti bu konuda en son indiği için diğerlerini hükümden kaldırdığı(neshettiği) genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte hapis ayetinin lezbiyen kadınlar, eza ayetinin livata yapan erkekler ve nihayet celde ayetinin de zina eden kadın ve erkek için olduğunu da ileri sürenler de olmuştur[10]. Görüldüğü üzere Kur’an’da zina cezası olarak recm yoktur.
Bununla birlikte hadis kitaplarında Hz. Ömer’in "İhtiyar erkekle (eş-şeyhu) ihtiyar kadın (ve’ş-şeyhatu) zina ederlerse, onları recmedin.” şeklinde bir ayet olduğu, Hz. Peygamber (asm)'in ve kendilerinin recmi uyguladıkları, ileride bazı kimselerin “Biz Allah'ın kitabında recmi bulamıyoruz." diyerek sapıtacaklarını, "Eğer insanlar, Ömer Allah'ın Kitabına ilave yaptı demeyecek olsalar, bu ayeti Mushaf'a yazardım." dediği rivayet edilmektedir[11].
Ancak Hz. Ömer’den bu olayı aktaran râvilerden bir kısmı cerh ve tadil alimlerince zayıf kabul edilmiştir[12].
Ayrıca rivayetlerin bir kısmında recm ayetinin metni yok, olanlarda da birlik söz konusu değildir. Keza bu rivayetlerde recm ayetinin mensuh, hükmünün ise baki olduğuna ilişkin bir değerlendirme de bulunmamaktadır. Yine kullanılan ifadeye bakılırsa genç evlilere recm uygulanmayacağı sonucu çıkarılabilir. Dolayısıyla bu rivayetlere dayanılarak, Kur’an’da recm ayeti olduğu ve daha sonra da lafzının nesh edildiği, fakat hükmünün baki kaldığı iddia edilemez.
Diğer taraftan Kur’an’ın cem’i sırasında Hz. Ömer’in bu ayeti getirdiği ve başka şahit bulamadığı için Kur’an’a yazılmadığına[13] ilişkin görüş de tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Keza "Allah size öncekilerin (doğru) hayat tarzlarını göstermek istiyor…”[14] hükmünden kastın Kitab-ı Mukaddes olduğu, iki kitap arasında zina gibi cinsel suçlarda büyük benzerlikler bulunduğundan recmin, Kur’an’da kaynağının bulunduğu görüşüne de katılmak mümkün değildir[15]. Zira aynı esaslar çerçevesinde Kur’an’da zina için öngörülen ceza ile Tevrat ve İncil’deki recm hükmünün neshedildiği sonucuna da varanlar da olmuştur[16].
III. Sünnette Recm
Sünnette recm ile ilgili şu hadisleri görüyoruz: “… Müslüman bir kimsenin kanını (akıtmak) şu üç şeyden biri dışında helal olmaz: Zina eden evli kimse…”[17]. “Dulun dul ile zinasında recm vardır.”[18]. Hapis ayetinin[19] nüzulünün hemen akabinde, ayette geçen “sebil” kavramının izah edildiği ve Ubade b. Samit’in rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber “zina eden evlilere yüz sopa ve recm, bekarlara ise yüz sopa ve bir yıl sürgün”[20] cezası verileceğini ifade etmiştir.
Diğer taraftan Hz. Peygamber (asm)’in birkaç kez recmi uyguladığı da rivayet edilmektedir. Bunlardan ilki zina eden iki Yahudi’nin recmidir[21]. Bu recmin hicretin hemen akabinde uygulandığı ve zina edenler Yahudi olduğundan veya Kuran’da zina cezası bulunmadığından Hz. Peygamber’in Tevrat ile amel ettiği genellikle kabul edilmektedir[22].
Yine Hz. Peygamber (asm)’e, Maiz b. Malik el-Eslemi isminde birisi gelip: “Beni temizle.” diyerek zina ettiğini dört defa ikrar etmiş, Hz. Peygamber de akli melekesini, sarhoş olup olmadığını ve medeni halini sorduktan sonra onu recmettirmiştir. Recmedilirken kaçmaya teşebbüs eden Maiz için Hz. Peygamber “Keşke bıraksaydınız! Belki tövbe eder de Allah tövbesini kabul ederdi.” demiştir. Ayrıca Maiz’i kendisine gönderen kişiye de “Ya Hezzal, Maiz’i elbisenle örtseydin, senin için daha hayırlı olurdu.” tavsiyesinde bulunmuştur[23].
Maiz hadisi, ifadeleri farklı olsa da yaklaşık on beş sahabe tarafından nakledilmiştir ve hadis kriterleri açısından da sahih kabul edilmiştir.
Ancak hiçbirisinde Maiz’in ne zaman recmedildiğine yer verilmemiştir. Oysa hukuk kurallarının zaman bakımından yürürlüğü son derece önemlidir. Şafii, Maiz’in hicretin ilk yıllarında recmedildiği kanaatindedir[24].
Diğer taraftan rivayetlerde Maiz’in recmine şahit olduğu anlaşılan Nasr b. Dehr, hicretin yedinci yılındaki Hayber savaşında şehit olmuştur. O zaman bu olay hicri yedinci yıldan önce gerçekleşmiş olmalıdır. Celde ayeti ise hakim olan görüşe göre hicretin altıncı yılında gelmiştir. Bu durumda recm olayı ile celde ayetinin inişi birbirine yakın olmakla birlikte, hangisinin önce olduğunu tam olarak tespit etmek mümkün değildir.
Bununla birlikte Maiz’in recmini rivayet edenlerden birisinin hicretin dokuzuncu yılında Medine’ye gelen İbn Abbas olması da dikkat çekicidir. Ancak onun da başkasından duyduğu halde kendi ifadesi gibi nakletme ihtimali vardır.
Yine Cüheyne kabilesinden bir kadın zinadan hamile olarak Hz. Peygamber (asm)’e gelmiş ve kendisine haddi uygulamasını istemiştir. Hz. Peygamber onu geri çevirerek tövbe ve istiğfar etmesini istemiştir. Kadın daha sonra tekrar gelip yine geri çevrilince Mâiz gibi kendisini de geri çevirmemesini istemiştir. Kadının dul olduğu anlaşılınca Hz. Peygamber “Git doğuruncaya kadar bekle.” demiştir. Bu arada Ensar'dan bir adam kadının bakımını üstlenmiştir. Çocuk doğunca kadın Hz. Peygambere tekrar gelmişse de bu defa da çocuğu sütten kesinceye kadar emzirmesi istenmiştir. Kadın çocuğu sütten kestikten sonra getirdiğinde de Hz. Peygamber “Bu durumda kadını recmederek çocuğu kimsesiz bırakmayız.” diyerek onu geri çevirmiştir.
Bunun üzerine Ensar'dan bir adam çocuğun bakımını üstlenince Hz. Peygamber (asm) kadının göğsüne kadar çukur kazılmasını ve kadının elbiselerinin üzerine bağlanmasını istemiş sonra da onu recmetmelerini söylemiştir. Recmden sora kadını çukurdan çıkartmış ve cenaze namazını kıldırmıştır[25].
Cüheyneli (Gamidli) kadının ne zaman recmedildiğini de kesin olarak bilemiyoruz. Ancak kadının “Beni de Maiz gibi geri çevirmek mi istiyorsun?” ifadesi bu olayın Maiz’in recminden sonra olduğunu göstermektedir. Ayrıca rivayetlerde ismi geçen İmran b. Husayn hicri yedinci yılda, kadını recmedenler arasında zikredilen Halit b. Velid ise hicri sekizinci yılda Müslüman olmuştur. Tarihçiler de bu recmi hicri dokuzuncu yıl olayları arasında zikretmişlerdir[26].
Dolayısıyla söz konusu recmin celde ayetinden sonra uygulandığı anlaşılmaktadır.
Ebu Hüreyre ve Zeyd b. Halid’in rivayet ettiği bir hadiste de işvereninin eşiyle zina eden bekâr işçi(Asif)ye yüz değnek ve bir yıl sürgün, kadına ise recm cezası uygulanmıştır[27]. Söz konusu olayın da ne zaman cereyan ettiği belli değildir. Ebu Hüreyre olayın şahidi olarak ravi olduğuna ve hicri yedinci yılda Müslüman olduğuna[28] göre, en azından bu tarihten ve dolayısıyla celde ayetinden sonra olduğu anlaşılmaktadır.
Hadis kitaplarında yukarıda söz konusu edilen recm uygulamalarından başka Ebu Zer, Leclac, Vail el-Kindi, Cabir b. Abdillah ve Huzeyme b. Mamer’den de rivayetler vardır[29].
Dolayısıyla recm konusu, ahad değil, mütevatir derecesindeki hadislerle sabittir. Ancak bu rivayetlerde zaman verilmemesi dikkat çekicidir.
IV. Hz. Peygamber'den Sonra Recm Cezası
Recm uygulamaları, Hz. Peygamber (asm) dönemi ile sınırlı olmayıp raşit halifeler, tabiin ve sonraki dönemlerde de devam etmiştir[30]. Kuran’da recm hükmünü göremiyoruz diyen Haricilere, Ömer b. Abdülaziz, farz namazların vakit ve rekâtlarının sayısının, zekâtın kimlere farz olduğunun, miktarının ve nisabının da Kuran’da olmadığını bu hususları Hz. Peygamberin yaptığını ondan sonra da Müslümanların uygulamaya devam ettiklerini, recmin de aynı şekilde olduğunu belirtmiştir[31].
Osmanlı kanunnamelerinde de recm cezası düzenlenmiştir. Kanuni dönemine ait bir kanunnamede zina için öngörülen para cezasından önce “lakin ala vechi’ş-şer recm kılmalı olmasa”[32] ifadesinden recm yapılamadığı durumlarda para cezasının verileceği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde şer’iye sicilleri[33] ve şeyhülislam fetvalarında[34] da zina eden muhsanların recmedileceği ifade edilmektedir.
V. Recm Cezasının Meşruiyetine İlişkin Görüşler
Hz. Peygamber (asm) ve daha sonraki uygulamalar, Kuran’daki zina için öngörülen ceza ile örtüşmeyince ilim adamları bu hususta farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.
A. Recmi Kabul Etmeyenler ve Gerekçeleri
Recm cezasını kabul etmeyenler birden fazla gerekçe ileri sürmüşlerdir.
Hariciler ile bir kısım Mutezile ve bazı Şiiler recm cezasını, Kuran’da olmadığı gerekçesi ile reddetmişlerdir[35]. Haricilere göre, Allah’ın Kitabı, yalan olması muhtemel olan ahad haberlerle terk edilemez[36].
Diğer bir kısım müellife göre ise, Hz. Peygamber (asm)’in recm uygulamaları, celde ayetinden öncedir ve bu ayetle söz konusu uygulama kaldırılmıştır[37]. Ayrıca eğer recm cezası kabul edilecek olursa Kuran’da zina eden cariyelere uygulanacağı belirtilen, “zina eden bekar-hür kadınlara uygulananın yarısı”[38], ifadesi nasıl anlaşılacaktır. Recmin yarısı olmayacağına göre recm diye bir ceza da söz konusu olamaz.
Keza Hz. Peygamber (asm)’in hanımlarına uygulanacak cezanın da recmle bağdaştırılması söz konusu olmaz. Çünkü onlar eğer zina edecek olursa normal kadınların iki katı[39] cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır[40]. Recmin iki katı nasıl olamayacağına göre recm de yoktur. Dolayısıyla recmin ne yarısı ne de iki katı uygulanamayacağından zina cezasında evli-bekâr ayrımı yapılamaz[41].
Recmi reddedenlere göre, recm ile ilgili rivayetler, Tevrat vasıtası ile İslam’a girmiştir[42]. Ayrıca nakillerde ifade edilen üslup ve ilahi kelam açısından da İslam’da recmin varlığını kabul etmek mümkün değildir.
Hz. Ömer’e atfedilen recm ile ilgili bir ayet olduğu iddialarına ne nakil, ne akıl ne de Kur’an’da kullanılan üsluba uygunluk açısından katılmak mümkün değildir. Nakilde geçen ifadeye bakılırsa, genç evlilere veya dullara recm uygulanamaz. Ayrıca hırsızlık, sarhoşluk, kazf gibi hadleri açıkça belirleyen ilahi iradenin onlardan daha ağır olan recmi Hz. Peygamber (asm)’e bırakması kabul edilemez[43].
Dahası bir ayetin lafzı ile hükmü ayrılmaz bir bütündür. Lafzı mensuh olan ayetin hükmünün de mensuh olması gerekir[44].
Sonuç olarak, recmle ilgili ilk dönem uygulamalarına ilişkin rivayetler tamamen uydurma olup recm cezası, özel şartlar nedeni ile Hz. Ömer tarafından ihdas edilmiştir[45].
B. Recmi Kabul Edenler ve Gerekçeleri
İslam hukukunda recm cezası olduğunu ileri sürenler de görüşlerini birden fazla gerekçeye dayandırmışlardır.
Her şeyden önce Hz. Ömer’in sözünü ettiği recm ayetinin lafzı mensuh olsa dahi hükmü bakidir[46].
Ayrıca Hz. Ömer’in minberde recm ayeti ile ilgili konuşmasına sahabeden bir itiraz gelmediğinden bu hususta sükuti icma oluşmuştur[47].
İkincisi, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Şii hukukçuların çoğunluğuna göre recm, Hz. Peygamber (asm)’in sözü, fiili ve tevatüre yakın haberlerle sabittir. Hz. Peygamber’in sünneti ile Kur'an’ın bir hükmü tahsis edilmiştir. Ayrıca ashap ve tabiin de bu konuda icma etmiştir[48].
Gerçekten Kur'an’da pek çok hüküm genel (âmm) olarak gelmiştir. Daha sonra bu hükümler sünnetle tahsis veya takyit edilmiştir.
Mesela hırsızın elinin Kur'an’a göre en küçük bir şey çaldığında dahi kesilmesi gerekirken, sünnet bunu takyit ederek miktarını belirlemiştir.
Keza namazın vakitleri, rekatları, zekatın hangi maldan ne kadar verileceği, ölü hayvan eti yemenin yasaklığının kara hayvanlarına tahsisi hep Hz. Peygamber’in tahsis ve takyit yetkisi çerçevesinde konulan hükümlerdir.
Bu durumda genel olarak zina edenlere sopa cezası verileceğini hükme bağlayan ayet, bekârlara tahsis edilmiş, evlilere ise recm uygulanacağı Hz. Peygamber tarafından hem ifade edilmiş hem de uygulanmıştır[49].
Keza Şafii’ye göre de celde ayetinden sonra Hz. Peygamber (asm) Allah’tan aldığı bir emir (vahy-i gayrı metluv) ile zina eden evlilere recmi uygulamıştır[50].
Hz. Peygamber’in zina eden Yahudilere Tevrat’ın hükmü olarak recmi uyguladığı doğru olmakla birlikte daha sonra zina eden muhsan Müslümanlara kendi içtihadı ile recm uygulamıştır. İkisi de ilahi olan dinlerin hükümleri arasında bu tür benzerliklerin olması tabiidir[51].
Şu kadar var ki birisinde kitaba giren husus diğerinde peygamberin söz ve uygulaması ile sabit olmuştur. Doğrusu değişen bir şey olduğu söylenemez.
Sahabi ravilerin recmi bizzat görerek naklettikleri anlaşıldığından Maiz, Gamidli kadın ve Asif’in recminin celde ayetinden sonra olduğunun anlaşılması ve sahabe ile tabiinin recmi uygulamaya devam etmeleri recmin celde ayetinden sonra da uygulandığı hususundaki kanaati güçlendirmektedir.
Bu sebeple recmin celde ayetinden önce mi sonra mı olduğu hususunda herhangi bir şüphe kalmamıştır[52].
Hz. Peygamber (asm)’den “Zina eden evlilere yüz sopa ve recm, bekârlara ise yüz sopa ve bir yıl sürgün.”[53] cezası verileceğine ilişkin rivayetten hareketle Hz. Ali zina eden evli bir kadına önce sopa vurup sonra da recmettikten sonra “Allah’ın kitabına göre sopaladım, Hz. Peygamber’in sünnetine göre de recmettim.”[54] demesinden hareketle İslam hukukçuları recmle birlikte sopa vurulup vurulmayacağı hususunda farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.
İbn Abbas, İbn Mes’ud, Übey b. Ka’b, Ebu Zer, Hasan Basri, İshak b. Rahuye, İbn Hanbel ve Davud ez-Zahiri de önce sopa sonra recm cezası verilir[55].
Cumhura göre ise, Hz. Peygamber, söz konusu hadise rağmen sadece recm uygulamıştır. Bu nedenle ayrıca sopaya gerek yoktur[56].
İslam tarihi boyunca da cumhurun görüşü uygulanmıştır.
Diğer taraftan recmin had değil, ta’zir olduğu da ileri sürülmüştür[57].
Devlet başkanının ta’ziren ölüm (siyaseten kalt) cezası verebileceği İslam hukukçuları tarafından kabul edilmektedir[58].
Ancak recm, ta’zir cezası olsaydı tarih boyunca farklı uygulanır ve Hz Peygamber (asm) bu cezayı hafifletmeye herkesten daha fazla hak sahibi olduğundan hafifletirdi[59].
Nitekim Gamidli kadına recm uygulamamak için adeta elinden geleni yapmış, önce çocuğu doğurması sonra emzirmesi daha sonra da çocuğu yalnız bırakamayız diyerek kadını geri çevirmiş ama kadın ısrar edince recmi uygulamak zorunda kalmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in tahsisleri genelde ağırlaştırma değil, hırsızlıkta nisap, ölü hayvan etinin haramlığının kara hayvanlarına tahsisi gibi hafifletme şeklindedir.
Diğer taraftan zina kamuya yönelik (hakkullah) suçlardan olduğundan normal cezayı uygulayıp gerisini Allah’a bırakmak asıl olması gerekirken Hz. Peygamber’in ta’ziren cezayı artırması mantıklı değildir.
Ayrıca Hz. Peygamberin recm uygulamaları hep ikrar ile sabit olmuş, dolayısıyla kamu düzeni recm gibi ağır bir cezayı uygulayacak kadar bozulmamış hatta olaylar şuyû dahi bulmamıştır.
Keza Hz. Peygamberin, Maiz’in recm esnasında kaçtığı kendisine anlatılınca “Keşke bıraksaydınız!” demesinden de ta’zir hükmü çıkarılamaz. Zira zina, ikrar ile sabit olmuş ise, recmden kaçma ikrarından rücû’ olarak kabul edilir ve had düşer[60].
VI. Recmin Uygulanabilmesinin Şartları
A. İspat Edilmiş Bir Zina Olmalıdır
Zina eden kimsenin recmedilebilmesi için ikrar veya dört erkek şahit gerekir. Zina ikrarında bulunan kişi akıllı ve ergen olmalı, zorlama altında bulunmamalıdır. Şâfiî ve Mâlikiler’e göre bir ikrar yeterli ise de Hanefi ve Hanbelîler’e göre ikrar dört ayrı mecliste yapılmalıdır.
Şafii dışındaki hukukçulara göre ikrar sözle yapılmalıdır. Yazı ve işaretler ikrar sayılmaz.
Ayrıca ikrar, hakim ya da devlet başkanının huzurunda olmalı ve yapan sarhoş olmamalıdır. Zanilerden biri ikrar, diğeri inkar ederse, ikrar edene recm uygulanır.
Ebu Hanife, İbn Hanbel ve Şafii’ye göre recm esnasında kaçan kimse ikrarından rücû etmiş sayılır[61].
Zinanın dört şahitle ispatı için şahitlik yapanların akıllı, ergen, hür, Müslüman, en az dört erkek, adil, aynı olaya, bir mecliste ve mazeretsiz olarak aradan uzun zaman geçmeden şahitlik yapmaları gerekir.
Ayrıca şahitlerin “kılıcın kınına girdiği gibi” gördüklerini açıkça beyan etmeleri gerekir. Birlikte, oynaşırken, aynı yatakta görmek yeterli değildir.
Zahirilerin dışındaki hukukçulara göre dört şahidin de erkek olması gerekir.
Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre zina eden kadının kocası dört şahitten biri olamaz. Hanefi, Zahiri ve Zeydi hukukçulara göre ise koca dört şahitten biri olabilir.
Şahit sayısı dörtten az olur veya dördüncü şahit “sadece bunları bir yorgan altında gördüm” gibi kapalı beyanda bulunursa, Hanefi, Maliki ve Zeydilere göre, diğer üç şahide “zina iftirası" cezası uygulanır ve recm cezası düşer. Zahirilere göre kazf ayrı bir suç olduğundan şahitlerin dörtten az olması veya diğer sebeplerle kendilerine had-i kazf vurulmaz. Ebu Yusuf’a göre şahitlerden biri taş atmaktan kaçınır veya şahitlikten rücu’ ederse recm cezası uygulanmaz.
Recm'den sonra şahitler şahadetten rücu ederlerse şahitlere kazf cezası uygulanır ve her biri dörtte bir diyete mahkum edilir[62].
B. Zina Edenlerin Belirli Şartları Taşıması Gerekir
1. Zina edenler ergen ve akıllı olmalıdır. Taraflardan birisi akıllı ve ergen olmazsa diğer taraf recmedilir.
2. İradi bir cinsel temas olmalıdır. Cinsel temasın, Ebu Hanife’ye göre önden, İmameyn ve diğer üç mezhebe göre ise ön veya arkadan olması fark etmez. Malikilere göre ölü ile cinsel ilişki de zina sayılır. Keza Şafii, Hanbeli ve Zeydiler ile imameyne göre hayvanla ilişki de zina hükmündedir.
3. Zina eden kişi muhsan olmalıdır. Muhsan olmak için evlenmiş, hür ve Müslüman olmak gerekir.
a) Evlilik: İslam hukukçularının çoğunluğuna göre evliliğin kişiyi muhsan kılması için halen veya daha önce sahih nikâhla evlenmiş ve bu nikâh devam ederken, kadının hayızlı, ihramlı ve itikafta olmadığı bir dönemde bir defa da olsa cinsel temasta bulunmuş olmak gerekir. Buna göre batıl veya fasit nikahla evlenmek kişiyi muhsan kılmaz. Günümüz hukukçularının bir kısmı aksi kanaatte olmakla birlikte[63], sahih evliliğin kişiyi muhsan kılması için zina ettiği sırada evliliğin devam ediyor olması gerekmez. Caferilere göre ise daimi olmadığından mut’a nikahı ile evlenen, sahih evliliği sona eren, eşinden uzak veya eşi hapiste olan kimse muhsan sayılmaz[64].
b) Hürriyet: Kişinin muhsan sayılması için hür olması gerektiğinden köle ve cariyeler evli ve Müslüman dahi olsalar muhsan kabul edilmezler. Hatta evlilikte taraflardan biri hür olmazsa hür olan taraf bu evlilik sebebi ile muhsan olmaz. Caferilere göre ise, cariyesiyle cinsel ilişkide bulunan kimse muhsan olur[65].
c) Müslümanlık: Hanefi, Maliki ve Zeydilere göre bir kimsenin muhsan sayılması için Müslüman olması şarttır. Buna mukabil Şâfiî, İbn Hanbel ve Ebû Yusuf'a göre Müslümanlık muhsan olmanın şartı değildir. Zina eden zimmi ceza infaz edilmeden Müslüman olsa muhsan olmayacağı gibi zina ettikten sonra Müslümanın irtidat etmesi de muhsanlığının kaybına sebep olmaz[66]. Zina edenlerden birisi muhsan olur, diğeri olmazsa sadece muhsan olana recm uygulanır.
4. Taraflar arasında akit veya akit şüphesi olmamalıdır: Zahiriler dışındaki hukukçulara göre, mut’a, şiğar, bir kadını üç talakla boşayan kocasına helal kılmak için yapılan nikah, velisiz, şahitsiz, talak-ı bainle boşadığı kadının kardeş vs. ile nikah, talak-ı bainle boşadığı dördüncü kadın iddetinde iken başka birisi ile evlenenin nikahında olduğu gibi fasit veya hükmü tartışmalı nikahlardan sonra yapılan ilişkilere şüphe nedeni ile recm uygulanmaz. Buna karşılık Ebu Hanife dışındaki İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, amca, teyze gibi evlenilmesi haram olan kişilerle veya beşinci bir kadınla, başka birisi ile evli bir kadınla, üç talaktan sonra hulle yapılmadan aynı kadınla evlenen kimsenin nikahı batıl olduğundan bu kadınlarla yapılan akit ve sonrasındaki ilişki recme mani değildir[67].
Keza para karşılığında zina, bir mehir karşılığında nikâh akdine benzediğinden bu kişilere, Ebû Hanife'ye göre, had cezası uygulanmasa da Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre uygulanır[68].
Bir kimse zina ettiği kadınla sonradan evlense veya o cariyeyi satın alsa da, Ebu Hanife dışındaki hukukçulara göre, bu durum recme engel teşkil etmez[69].
5. Zina İslam ülkesinde işlenmiş olmalıdır.
VII. Recmin İnfazına Engel Olan Haller
İkrarda bulunan kişi infazdan önce veya infaz esnasında ikrarından dönerse, her ne sebeple olursa olsun şahit sayısı dörtten aşağı düşerse ve zina eden kişi dilsiz olursa recm cezası uygulanmaz.
Ayrıca Ebu Hanife’ye göre, infazdan önce taraflardan birinin evli olduklarını iddia etmesi, şahitlerin şahadet ehliyetini yitirmesi, hadd-i kazf’a mahkum olması, şahitlerden birisinin ölmesi veya gaib olması halinde de recm cezası uygulanmaz. Ebu Yusuf’a göre zina eden erkek ile kadın infazdan önce evlenirlerse recm düşer. Hamilelik çocuğun sütten kesilmesine kadar recmin tehirine sebep olur[70].
VII. Recmin İnfazı
Zina ikrarla sabit olmuşsa, recmi hakim ve halk yerine getirir. Zina şahitle sabit olmuş ise, Hanefi ve Malikilere göre, infazda şahitlerin tamamının hazır bulunması ve ilk taşı onların atması, sonra hakim ve nihayet halkın taşlaması gerekir. Hanbeli ve Şafilere göre şahitlerin recm mahalline gelmeleri gerekmez, infaza da hakim başlar[71].
Ebu Hanife ve İbn Hanbel’e göre recm esnasında hakimin hazır olması gerekirse de İmam Malik ve Şafiye göre gerekmez[72].
Recm cezası, herkesin görebileceği bir meydanda, mümkün olduğu kadar çok kişinin katılımı ile erkek ayakta, Ebu Hanife, İbn Hanbel ve Malik’e göre çukur kazmaya gerek olmaksızın, İmam Şafiye göre, sadece kadın için göğsüne kadar, Ebu Yusuf’a göre ise hem kadın hem de erkek için çukur kazılarak o çukura indirilir ve ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir[73].
İslam hukukçularının çoğunluğuna göre recmle öldürülen kimse yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve defnedilir. İmam Malik’e göre ise had tatbik edilen kimsenin cenaze namazı kılınmaz[74].
Sonuç
Recm cezası, Kur’an’da yoktur. Kur’an’ın zina eden evli-bekarlar için belirlediği nihai ceza yüz sopadır. Ancak söz konusu ayetten sonra da Hz. Peygamber (asm) ve sonraki dönemlerde uygulandığı için recm sünnet ve icma ile sabit olmuştur. Bununla birlikte recm için, zina edenlerde, şahitlerde ve olayın gerçekleşmesinde çok ağır şartlar aranmıştır.
Özellikle zinanın şahitle ispatında en az dört erkek şahidin zina hâlinde bizzat görmesinin şart koşulması, şahitlerin daha az olması veya birinin rücuu halinde diğerlerine kazf cezasının uygulanması, böylece şahitlerin mümkün olduğu kadar olayı gizlemelerinin istenmesi adeta bu fiilin aleni işlenmesi anlamına gelmektedir ki, toplum düzenini bu kadar bozan bir fiil için recm gibi ağır ceza öngörülmüştür.
Ayrıca zinanın ikrar ile sabit olması halinde kişinin ikrarından recm esnasında dahi kaçarak dönebilmesi gibi durumlar sebebiyle recm, adeta sembolik bir ceza haline gelmiştir. Bu sebeple tarih boyu uygulanan recm cezası bir kaçı geçmemiştir.
Burada recm cezasından bir sapma değil, şartlardaki ağırlığın uygulamayı imkansız olmasa da zor hale getirmesi söz konusudur.
Dipnotlar:
[1] İbn Manzur, Lisanü’l-Arap, C. XII, Beyrut Ty. s. 226.
[2] Kehf, 18/22.
[3] Mülk, 67/5.
[4] Sadri M. Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, İstanbul 1944, s. 128.
[5] Levililer, 20/10; Tensiye, 22/23.
[6] Yuhanna, 8/3-11.
[7] Nisa, 4/15
[8] Nisa, 4/16.
[9] Nur, 24/2.
[10] Alusi, II,236; Reşit Rıza, Tefsiru’l-Menar, IV, 1973, s. 435.
[11] Müslim, Hudûd, 15; İbn Mâce, Hudûd, 9; İbn Hanbel, I, 55-56; Mâlik, Hudûd, 10
[12] Tirmizi, Hudud, 7; İbn Ebi Hatim, Kitabü’l-Cerh ve’t-Tadil, IX, Beyrut 1953, s. 265; Hakim, Müstedrek, IV, 360
[13] Suyuti, İtkan, I, İstanbul 1978, s. 78.
[14] Nisâ, 4/26.
[15] Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’an(Çev. Abdülaziz Hatip- Mahmut Kanık, İstanbul 2003, s. 229.
[16] A. Bayındır, Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, İstanbul 2006, s. 245.
[17] Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25, 26; Tirmizi, Diyat, 10; İbn Mace, Hudûd, 1; Nesai, Kasame, 5, 6; İbn Hanbel, I, 382.
[18] Müslim, Hudûd,12; Ebû Dâvud, Hudûd, 23; Tirmizî, Hudûd, 8.
[19] Nisa, 4/15.
[20] Buhari, Tefsir, 4; Müslim, Hudûd, 12; İbn Mace, Hudûd, 7; Ebu Davud, Hudûd, 23; Tirmizi, Hudûd, 8; İbn Hanbel, V, 317.
[21] Buhari, Hudûd, 24,37; Müslim, Hudûd, 26.
[22] Serahsi, IX, 40; Reşit Rıza, V, 25; Zuhayli, VI, 42.
[23] Buhari, Hudûd, 25; Müslim, Hudûd, 22; Ebu Davud, Hudûd, 23; Hakim, Müstedrek, VI, 363; İbn Hanbel, V, 217.
[24] Beyhaki, VIII, 225.
[25] Müslim, Hudûd, 22; İbn Mâce, Diyât, 36; Mâlik, Hudûd, 2; İbn Hanbel V, 348.
[26] Diyarbekri, II, 139.
[27] Buhârî, Hudûd, 30, 34, 38; Müslim, Hudûd, 25; Malik Hudûd, 6.
[28] Ayni, XXII, 291.
[29] Ebu Davud, Hudûd, 23; Tirmizi, Hudûd, 22; İbn Hanbel, V, 179.
[30] Buhari, Hudud, 21; Beyhaki, Sünen, VIII, 215; Malik, Hudûd, 9, 11; Şafii, Ümm, VI, 167; İbn Ebi Şeybe, Musannef, X, Bombay 1401, s. 89.
[31] İbn Kuteybe, Tevilu Muhtelifi’l-Hadis, C. XII, Beyrut 1972, s. 310.
[32] Uriel Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 56, dpn.6.
[33] Zanilerin ikrarı ile sabit olan örnek için bkz. Akgündüz, Şer’iye Sicilleri, II, 104; şahadetle sabit olup uygulanan recm cezası için bkz. Erdem Yücel, Osmanlı İmp. İlk ve Son Recm, Hayat Tarih Mecmuası, S. 7, İstanbul 1970, s. 88.
[34] Abdürrahim Efendi, Fetevay-ı Abdürrahim, C. I, İstanbul 1827, s.99; Ali Efendi, Fetevay-ı Ali Efendi, İstanbul 1893, s. 134.
[35] İbn Hacer, XII, 98.
[36] İbn Kudame, Muğni, XII, Kahire 1986, s. 309. Bu eleştirilere recmin ahad değil, mütevatir haberle sabit olduğu ve ayetin mütevatir haberle tahsis edildiği, kaldı ki haber-i vahid ile de ayetin tahsisinin de mümkün olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Ayrıca Haricilerin, recm gibi hususlarda, sünnete tabi olmayı reddettikleri için sapıttıkları da ileri sürülmüştür (Razi, XXIII, 134; Sabuni, II, 23; İbn Teymiye, Mecmu’ul-Feteva, XIII, Kahire 1404, s. 208.
[37] Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, II, İstanbul 1995, s. 577.
[38] Nisa, 4/25.
[39] Ahzab 33/30.
[40] Peygamber eşleri ile ilgili cezanın ahirete yönelik olduğu da ileri sürülmüştür. Bkz. Kurtubi, Cami’, XIV, 176; Taberi, Camiul-Beyan, XXI, 101; Yazır, VI, 309.
[41] Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis (Terc. Mustafa Altınkaya), C. VI, İstanbul 1998, s. 310.
[42] Schacht, İslam Hukuka Giriş, Ankara 1977, s. 26; Üçok, 133; Öztürk, 608.
[43] Ali Mansur, Nizamü’t-Tecrim, Medine 1976, s. 179.
[44] İbn Hacer, Feth, XII, 120.
[45] Fazlurrahman, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp (Trc. Adnan Bülent Baloğlu) Ankara 1997, s. 78.
[46] İbn Kuteybe, 314; İbn Hacer, XII, 143; Suyuti, II, 34. Ancak Kur’an’da nesh ayetinde “biz bir şeyi nesheder ya da unutturursak daha iyisini veya benzerini getiririz(Bakara 2/106)denmektedir. Dolayısıyla bu şekildeki nesh anlayışının Kur’an’ın hükmüne uygun olduğu söylenemez.
[47] Nevevi, XI, 191. Vakıa o sırada bütün müçtehit sahabelerin orada olduğuna ilişkin bir bilgimiz yoktur(Baberti, V, 230).
[48] Merginani, II,96, Baberti V,230; İbn Kudame,XII,309, Şirbini, Muğni’l-Muhtac, C. IV, Beyrut 1933, s. 146, İbn Hazm, el-Muhalla, C. XI, Kahire Ty., s. 231; İbn Rüşt, Bidayetü’l-Müçtehid, II, Kahire 1406, s. 628; Hılli, Muhtasaru’n-Nafi, Mısır Ty., s. 215; İbn Abidin, VI, 13; Ebu Zehra, Ukube, 97; Udeh, II, 383; Zuhayli, VI, 23; Keskin, 131.
[49] Mursafi, Ehadisü’r-Recm, Beyrut 1994, s. 63-64; Mevdudi, III, 459.
[50] er-Risale, 147.
[51] E. Buğra Ekinci, İslam Hukuku ve Önceki Şeriatlar, İstanbul 2003, s. 176.
[52] Şeybani’nin, Abdullah b. Ebi Evfa’ya Hz. Peygamber’in recm uygulayıp uygulamadığını sorması, onun da uyguladığını ancak celde ayetinden önce mi sonra mı olduğunu bilmediğini (Buhari, Hudud, 21) söylemesi ferdi bir durumdur.
[53] Müslim, Hudûd, 12; İbn Hanbel, V, 317.
[54] Buhari, Hudud, 21.
[55] Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, III, Beyrut 1986 s. 225; İbn Kudame, XII/313; Ferra, 264.
[56] İbn Rüşt, II/629; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, III, İstanbul Ty., s. 225.
[57] Mustafa Zerka, Feteva, Dımaşk 1999, s. 392; Karaman-Çağırıcı-Dönmez-Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meal, C. II, Ankara 2004, s. 24; Mustafa Avcı, Osmanlı Hukukunda Suçlar ve Cezalar, İstanbul 2004, s.199.
[58] İbn Abidin, IV/62.
[59] Mursafi, 75.
[60] Zuhayli, VI, 56.
[61] İbn Kudâme, VIII, 191; Zuhayli, VI, 53,56.
[62] Serahsi, IX, 37; Muhammed Ebu Zehra, Cerime, Kahire 1976, s. 71; Behnesi, el-Medhalü’l-Fıkhiyyü’l-Cinaiyyi’l-İslâmi Kahire 1983, s. 56; Udeh, II, 411; Zuhayli, VI, 49.
[63] Reşit Rıza, V, 21; Ebu Zehre, Ukube, 101; Avva, 226.
[64] İbn Münzir, İcma, Mısır 1402, s. 112.
[65] Necefi, XLI, 277.
[66] İbn Abidin, IV, 16; Zuhayli, VI, 44.
[67] Behnesi, 62; Udeh, II, 56.
[68] Bilmen, III, 205.
[69] Kasani, VII, 62.
[70] İbn Abidin, IV, 11; Udeh, II, 454.
[71] Behnesi, 69.
[72] İbn Kudame, XII, 312.
[73] Serahsi, IX, 51; Zeylai, Nasbü’r-Raye, C. III, Kahire 1938, s. 325.
[74] İbn Kudame, XII, 320.
(Doç. Dr. Osman KAŞIKÇI, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi.)
37
Köpek eti helal midir?
1. Eti yenilen hayvanlar hakkında bilgi için tıklayınız...
2. Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur:
"Ey Muhammed, de ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan yahut domuz eti ki, bu, şüphesiz pistir yahut Allah'dan başkası adına bir fısk olarak boğazlanan hayvan müstesnadır. Ancak kim darda kalırsa, aşırı gitmemek ve zarûret miktarını aşmamak şartıyla yiyebilir." (En'âm, 6/145).
"...O peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar..." (A'râf, 7/157)
ayet-i kerimesi Hz. Peygamber (asm)'e "pis şeyleri haram kılma" yetkisi vermektedir.
Eti yenmeyen hayvanlar hakkında bilgi almak için tıklayınız...
3. Kara hayvanları Hakkındaki Hükümler:
Boğazlanmadan ölmüş (meyte), kan ve domuz eti, Allah'dan başkası adına kesilmiş (yani boğazlandığı zaman Allah'tan başka ilahın adı anılarak kesilmiş), boğularak öldürülmüş, bir hayvan tarafından toslanarak ölmüş, bir darbe yiyerek ölmüş, yüksekten düşüp ölmüş, vahşi hayvan tarafından karnı yarılarak öldürülmüş hayvanların yenmesi haramdır. Ancak bu sonuncusu henüz canlı iken kesilirse yenilmesi helâl olur.
Kurt, aslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanların yenmesi cumhura göre haramdır, Malikilere göre mekruhtur. Aynı şekilde doğan, şahin, akbaba ve bunlara benzer yırtıcı kuşların yenilmesi de haramdır. Malikîler ise, yarasa müstesna bunların mubah olduğunu söylemişlerdir. Racih olan görüşe göre yarasanın yenilmesi mekruhtur.
Köpeklerin, ehli eşeklerin ve katırların yenmesi haramdır. Çünkü köpek pis şeylerdendir. Bunun delili ise Peygamber (a.s.m)'in: "Köpek pistir, onun bedeli de pistir."(1) Diğer taraftan Peygamber Efendimiz (asm) Hayber günü ehli eşeklerle katırların etlerini yemeyi yasaklamıştır.(2)
Malikilerce mutemet olan görüşe göre, ehlî köpek mekruhtur, fakat köpek balığı mubahtır. Akrep, yılan, fare, karınca ve arı gibi yer haşerelerinin yenilmesi de haramdır. Çünkü bunlar hem zehirlidir hem de selim tabiat sahibi kimseler bunlardan tiksinirler.
At ve eşekten doğan katır ile yabanî eşek ile ehlî eşekten doğan eşek gibi, eti yenen ve yenmeyenin birleşmesinden doğan da haramdır. Çünkü böyle bir hayvan birisi yenen, Ötekisi yenmeyenden halk edilmiştir. Bu sebepten dolayı "haram kılıcı, helâl kılana takdim edilir"(3) kaidesiyle amel etmek üzere haram yönü ağır basar.
Malikîlere göre: Akrep, osurgan böceği, hamam böceği, çekirge, karınca, kurt, güve gibi yerde yaşayan böceklerin kesim suretiyle yenilmeleri mubahtır. Aynı şekilde boğazından kesildiği takdirde ve zehirinden yana emin olursa yılan yemek de mubahtır.(4)
Şafiîlerle Hanbelîlere ve İmam Ebu Hanife'nin iki arkadaşına göre: Asil olsun olmasın, bütün çeşitleriyle atların yenilmesi helâldir. Çünkü Peygamber (a.s.m) Hayber günü buna izin vermiştir.(5) Ebu Hanife ise at etinin yenilmesinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir. Çünkü at etinin yenilmesini yasaklayan hadis varit olmuştur.(6) Malikî mezhebinde meşhur olan görüş ise, at etinin haram kılınmasıdır.(7)
Şafiîlerle Hanbelîler büyük keler ile sırtlan yemeyi mubah kabul etmişlerdir. Şafiîlerde ayrıca tilki de mubahtır. Hanbelîler ise bunu haram kabul etmişlerdir. Hanefîler bütün bunların yenilmesini haram kabul etmişlerdir. Malikîler ise daha önceden de açıkladığımız gibi, bütün vahşi hayvanları kerahetle birlikte mubah görmüşlerdir.
En'am, yani deve, sığır ve koyunun yenmesi, icma ile caizdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim nassı ile bunlar mubah kılınmıştır. Aynı şekilde yırtıcı olmayan güvercin, ördek, deve kuşu, kaz, bıldırcın, toygar kuşu, sığırcık kuşu, bağırtlak, keklik, bülbül ve buna benzer kuşların yenilmesi de caizdir.
Ceylan, yaban öküzü ve yabani eşek gibi saldırgan olmayan yabani hayvanların yenilmesi de helâldir. Çünkü Peygamber (a.s.m) yenilmelerine izin vermiştir.(8) Tavşan ve çekirgenin yenilmesi mubahtır. Çünkü sünette mubah oldukları sabit olmuştur. Malikilerin dışındakilere göre kurtlar haramdır. Ancak yemek ve meyvede meydana gelen kurtlar ile tahıllardaki kurtlar, sirkedeki kurtlar, bunlarla birlikte ölü olarak -ve kişi bunlardan tiksinmeyecek olursa- yenilmeleri helâl olur. Çünkü bunları yenilecek şeylerden ayırmak gerçekten zordur.(9)
Mübah ve Haram Kılınanlar Konusunda Malikî Mezhebinin Görüşlerinin Özeti:(10)
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı gibi, yiyecek ve içeceklerden mubah şeyler konusunda en geniş mezhebin Malikî mezhebi olduğu görülmektedir. Bu bakımdan bu mezhep ile ilgili bu konuda bir özet yapmayı yerinde görüyorum:
Mubah olanlar: İstek hâlinde temiz olan her türlü yiyeceğin yenilmesi veya içilmesi mubahtır. Deniz hayvanı, isterse deniz insanı ve domuzu diye bilinenleri olsun ve isterse deniz hayvanı ölü bulunsun; bütün türleriyle kuşlar, cellâle(11) veya şahin, kartal, akbaba gibi pençeli hayvan dahi olsa hepsi de mubahtır. Ancak yarasa bunlardan müstesnadır, tercih edilen görüşe göre yenilmesi mekruhtur. Cellâle dahi olsa davar (deve, sığır ve koyun) yırtıcı olmayan vahşi geyik, yaban eşeği, cerboğa, köstebek, ada tavşanı,(12) tavşan, kirpi, durbûb,(13) boğazından kesilmesi hâlinde ve zehirinden zarar görmeyeceğinden emin olduğu takdirde yılan(14) mubahtır.
Aynı şekilde yerde yaşayan osurgan böceği, hamam böceği, cundub(15) karınca, yer kurdu ve yiyecek kurdu gibi böcekler de mubahtır.
İlk sıkıldığı esnada üzüm suyu, fukkâ', akid (kaynamış ve katılaşmış üzüm suyu) sarhoşluk vermeyeceğinden emin olduğu sübyanın(16) içilmesi mubahtır.
Haram Olanlar: Katı veya sıvı necis olan her şeyin yenmesi, karada yaşayan domuz, katır at ve eşek; isterse yabani iken sonradan evcilleştirilmiş olsun, haramdır. Tercih edilen görüşe göre çamur, toprak, kemik, ateşte yanmış ekmek de haramdır.
Mekruh Olanlar: Yırtıcı hayvan, sırtlan, tilki ve kurt, vahşi dahi olsa kedi, fil, pars, ayı, kaplan, Firavun faresi (nems)(17) ve mutemet olan görüşe göre evcil köpek mekruhtur. Zahir olan görüşe göre maymun, nesnas (uzun kuyruklu maymun)ın yenmeleri mekruhtur. Meşhur olan görüşe göre necasete ulaşan ev fareleri mekruhtur. Necasete ulaşıp ulaşmadıklarında şüphe edilirse mekruh olmaz. Şayet necasete ulaşmıyorlarsa mubahtır.
Cellâle (insan veya hayvanların dışkısını yiyen hayvanlar) Eti: Hanefilerin tarif ettiğine göre cellâle, sadece leş ve necaset yemeyi alışkanlık hâline getirmiş, bununla birlikte başka bir şey yemeyen ve kötü kokan hayvandır. Hanefilerin dışındaki mezheplere göre ise cellâle yediklerinin çoğunluğunu necaset teşkil eden hayvandır. Fakihler böyle bir hayvanın etinin yenilmesi konusunda farklı görüşlere sahiptir.
Malikîler(18) cellâle hayvanının etini mubah görürler. İmam Malik mekruh görmüştür. İmam Ahmed'den gelen bir rivayete ve Hanefilerle Şafîîlere göre de mekruhtur.(19) Hanbeliler ise haram kabul etmişlerdir.(20)
Bu konudaki ihtilâflarının sebebi, kıyasın bu konuda varit olmuş olan haberler ile çelişkili olmasıdır. Sözü geçen haber İbni Ömer'in rivayet ettiği:
"Peygamber (a.s.m) cellâlenin etinin yenilmesini ve sütünün içilmesini yasaklamıştır."(21)
şeklindeki hadistir. El-Hallal, isnadını da belirterek Abdullah b. Amr'dan Resullullah (a.s)'ın, cellâle devenin etinin yenilmesini yasakladığını ve ona ancak tabaklanmış derilerin yüklenmesini, kırk gün süre ile ona ayrıca alaf verilmedikçe insanların sırtına binmesini nehyettiğini rivayet etmiştir.
Bu haberler ile çelişen kıyasa gelince: Hayvanın karnına giren şey ete dönüşür. Cellâlenin helâl olduğunu söyleyen Malikîler bu gıdanın değişip ete dönüşmesini, tıpkı kanın ete dönüşmesi gibi değerlendirmişlerdir.
Hanbelîler ise haram olmasını gerektiren yasaklamanın zahirini esas almışlardır. Çünkü böyle bir hayvanın eti necasetten oluşmaktadır. Dolayısıyla necasetin külü gibi bu da necis olur. Hanefilerle Şafiîler ise bu hadisi tenzihî kerahete hamletmişlerdir. Malikîler dışındaki diğer mezheplerin bu husustaki ibareleri şöyledir:
Hanefilere göre: Cellâlenin eti de sütü de mekruhtur. Tıpkı dişi eşeğin etinin, sütünün ve at eti ile deve sidiğinin mekruh olması gibi. Ancak Ebu Yusuf tedavi maksadı ile onu (yani deve sidiği ile at etini) caiz görmüştür. Cellâle, etinin pis kokusu gidinceye kadar hapsedilir. Bu da tavuk için üç gün, koyun için dört, deve ve sığır için de on gün olarak -azhar olan görüşe göre- takdir edilmiştir. Şayet cellâle, necaset ile birlikte başka şeyler de yer ve eti pis kokmazsa yenilmesi helâl olur. Nitekim domuz sütü ile beslenen oğlağın yenilmesi de helâldir. Çünkü eti değişmez. Almış olduğu gıdayı tüketir ve etkisi kalmaz. Buna göre böyle bir tavuğun etini yemekte mahzur yoktur. Çünkü necaset île birlikte başkalarını da yemekte ve eti değişmemektedir.(22)
Şafiîlere göre: Cellâlenin yenilmesi mekruhtur. Cellâle, yediklerinin çoğunluğunu dışkının teşkil ettiği deve, koyun, inek, horoz veya tavuk gibi hayvanlardır. Çünkü az önce gördüğümüz İbni Ömer'in rivayeti bunu anlatmaktadır. Ancak bu gibi hayvanların etini yemek haram değildir. Çünkü bunlarda olan sadece etinin değişmesidir, daha fazlası değildir. Bu durum ise haram kılınmalarını gerektirmez. Eğer cellâleye tâhir bir yiyecek yedirilirse mekruh da olmaz. Çünkü İbni Ömer "Cellâleye temiz alaf verilir. Eğer deve ise kırk gün, koyun ise yedi gün, tavuk ise üç gün süreyle buna devam edilir." demiştir.
Hanbelîlere göre: Cellâle haramdır. Bu, yediklerinin çoğunluğunu necasetin teşkil ettiği hayvandır. Böyle hayvanın aynı şekilde sütü de haram olur. İmam Ahmed'den gelen rivayetin biri budur. Diğer rivayet ise onun haram değil, mekruh olduğudur. Keraheti ise bu hayvanı hapsetmekle, ittifakla, zail olur. Bu sürenin ne kadar olacağı konusunda ise ihtilâf vardır. İmam Ahmed'den gelen bir rivayette ister kuş cinsinden olsun ister hayvan olsun, üç gün süreyle hapsedileceği belirtilmektedir. Yine ondan gelen bir diğer rivayete göre tavuk, üç gün süreyle; deve, sığır ve benzerleri kırk gün süre ile hapsedilir. Cellâle olan hayvanın sırtına binmek de mekruhtur.
Nas Olmayan Hususlarda Arap Adetini Hakem Kabul Etmek:
Şafiîlerle Hanbelîlere göre:(23) Kitap, sünnet ve icmada hass veya âmm olsun, haram ve helâl ile ilgili her hangi bir nas bulunmayan ve yine hakkında öldürülmesi ya da öldürülmemesine dair nas varit olmayan, Arapların çoğunluğunun selim tabiat sahipleri ve servet ve varlık sahibi olan kimseler -Şafiîlere göre hâllerinde şehir veya köy halkı sakinleri Hanbelîlere göre ise Hicaz halkı veya büyük şehir sakinlerinin çoğunluğu- tarafından tiksinmeden yenilebilen, hayvanın etinin yenilmesi helâldir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Hoş ve temiz olan şeyleri onlara helâl kılıyor; pis ve murdar şeyleri de onlara haram kılıyor." (A'râf, 7/157).
Bunun diğer bir sebebi ise Allah'ın Kitabının üzerlerine indiği, ona ve sünnete muhatap olan kimseler Araplardır. Dolayısıyla Kitap ve sünnetin mutlak lafızlarında başkalarının değil, sadece onların örfüne başvurulur.
Buna göre bu konuda kaide şudur: Yenilmesi haram kılman hayvanlar, yüce Allah'ın Kitab'ında nas ile bildirdikleridir. Arapların hoş ve temiz diye adlandırdıklarıysa helâldir. Arapların pis ve murdar diye nitelendirdiği ise haramdır.
Bu konuda çölde yaşayan katı tabiatlı, fakirlik ve zaruret içerisinde yaşayan kimselerin sözlerine itibar edilmez. Çünkü bu gibi kimseler zaruret ve açlık çeken kimseler olduklarından bulduklarını yiyebilirler.
Hanbelilere göre Hicaz halkının yanında bulunmayan hayvanlar, Hicaz bölgesinde ona en çok benzeyen hayvanın durumuna göre değerlendirilir. Şayet bu hayvana benzeyen her hangi bir hayvan yoksa o mubahtır. Çünkü şanı yüce Allah'ın şu buyruğunun genel ifadesi içine girer:
"De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölmüş hayvan etinden... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum." (En'âm, 6/145).
Diğer taraftan Hz. Peygamber (a.s.m): "Allah'ın susup hakkında bir şey söylemediği ise bağışladığı, affettiği şeydir."(24) diye buyurmuştur.
Şafiîler şöyle demektedir: Eğer hayvanın adı bilinmemekte ise, Araplara onun hakkında sorulur ve onların verdikleri isme göre helâl veya haram ise, ona göre amel edilir. Çünkü bu konuda başvurulacak kaynak, hayvanın ismidir ve bu dili bilen kimseler de onlardır. Eğer onların bu hayvana verdikleri bir isim yoksa, tanıdıkları hayvanlar arasında şekil, tabiat veya etinin tadı itibarıyla ona en çok benzeyen hayvanın hükmüne tabi kabul edilir. Eğer iki benzeme yönü birbirine eşit olursa veya benzer bir taran yoksa esah olan görüşe göre helâl olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"De ki; Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölmüş hayvan etinden... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum." (En'âm, 6/145).
Dipnotlar:
1. Bu hadisi İmam Ahmed, Müslim, Ebu Dâvud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ve Neseî, Râfi1 b. Hadîc'den şu şekilde rivayet etmiştir: "Köpeğin kıymeti pistir." Neylü'l-Evtâr, V, 143, 284.
2. Bu hadisi Hakim el-Müstedrek’te, Câbir b. Abdullah'tan rivayet etmiş ve Müslim'in şartına göre sahih bir hadis olmakla birlikte Buharî de Müslim de rivayet etmemişlerdir, demiştir. Nasbu'r-Râye, IV, 197.
3. el-Mühezzeb, I, 249; Muğni'l-Muhtâc, IV, 303; Keşşâfu'l-Kınâ; VI, 190.
4. eş-Şerhu'l-Kebîr, E, 115. Arapçada bu gibi haşerata (haşaş) adı verilmektedir. Yerin altına girip aynı şekilde mutlaka bir başka yerden çıkması ve çıktıktan sonra hemen oraya geri dönmeleri sebebiyle bu adı alırlar.
5. Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Nasbu'r-Râye, IV, 198.
6. Ebu Dâvud, Neseî ve İbni Mace, Hâlid b. el-Velid'den rivayet etmişlerdir. Nasbu'r-Râye, IV, 196.
7. Bidâyetü'l-Müctehid, 1,455; eş-Şerhu'l-Kebîr, H, 117.
8. Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
9. Muğni'l-Muhtâc, IV, 268, 303; el-Muğnî, VIII, 605.
10. ed-Desûkî ile birlikte ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr, II, 115.
11. Cellâle: Necaset kullanan demektir. Sözlük manası itibarıyla "necaset yiyen inek" demektir. Fakihler aynı şekilde necaset yiyen her türlü hayvan hakkında kullanırlar.
12. Cerboğa: Gelincik kadar bir hayvan olup arka ayaklan ön ayaklarından daha uzundur. Köstebek: Pisliğe ulaşamayan kör faredir. Ada tavşanı: Tavşana benzeyen cerboğadan biraz daha büyük, bitki ve baklagiller yiyen, kediden küçük, kirli beyaz bir hayvandır.
13. Kirpi: Fareden büyük olup başı, karnı, ön ve arka ayakları dışında her tarafı dikenli bir hayvandır. Durbûb: Dikenleriyle kirpiyi benzer. Ancak şekil itibarıyla koyuna daha yakındır. Hanbeliler cerboğa, ada tavşanı ve sırtlanın yenilmesini mubah kabul etmişlerdir. el-Muğnî, VTTİ, 592; Keşşâfu'l-Kınâ', VI, 191. Şafiîler de hayvan kesimi ile ilgili bölümde açıklayacağımız gibi sırtlan, büyük keler, tilki, cerboğa ve fenek (derisi kürk olarak kullanılan bir tilki çeşidi) ve (kediye benzer) samurun yenilmesini mubah kabul etmişlerdir. Araplar arasında bu son iki hayvana Türk Ülkesi Tilkileri denilir. Aynı şekilde (farelere düşmanlık eden fare yuvalarına girip onları çıkartan bir hayvan olan) gelincik yemeyi ve turnagillerden beyaz bir kuş olup büyükçe bir kursağı bulunan Mısır'da çokça görülen ve derisinden kürk de yapılan Pelikan kuşunun, yine aynı şekilde derisinden kürk yapılan kâkim (gelinciğe benzeyen bir çeşit hayvan)'in etlerini de mubah örmüşlerdir. Çünkü bunlar tayyibât (temiz ve helâl olan şeyler)dendir. Muğni'l-Muhtâc, IV, 299.
14. Yiyen kişi, zehirlenmekten emin ise yiyebilir. Zehiri kendisi için her hangi bir hastalık sebebiyle faydalı olan kimsenin zehiriyle dahi yemesi caizdir.
15. Hamam böceği: Kokusu kötü, evlerdeki pis yerlerde bulunan değişik renkli, yan taraftan birçok ayaklan bulunan bir hayvandır. Cundub: Çekirgenin bir türüdür.
16. Fukkâ' (şerbet): Aslında buğday ve hurmadan yapılan bir içecektir. Subya: Ona eklenen çekirdek ve benzeri şeyler dolayısıyla nisbeten ekşi bir içecektir. Akid (kaynamış ve katılaşmış şerbet): Katılaşıncaya ve sarhoşluk verici özelliği kayboluncaya kadar ateş üzerinde kaynatılan üzüm suyudur. Arapçada ona aynı şekilde (er-rübbü's-samit) adı da verilir.
17. Bu hayvanlara -kedi müstesna- Arapçada: "el-vuhuşu'l-müfterise = yırtıcı hayvanlar" adı verilir.
18. eş-Şerhu'l-Kebir, D, 115; Bidâyetü'l-Müctehid, L 451.
19. Tebyinü'l-Hakâik, 1,10; el-Bedâyi V, 39 vd.; el-Mühezzeb, I, 250; Muğni'l-Muhtâc, IV, 304; ed Diirrü'l-Muhtâr, V, 339.
20. Kessâfu'i-Kınâ', VI, 192; el-Muğnî, VIII, 593.
21. Bu hadisi İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiş olup Tirmizî; "hasen-garib bir hadistir" demiştir. Ebu Davud'un bir rivayetinde: "Cellâlenin sırtına binmek yasaklandı." denilmekteyken bir diğerinde: "Develerden cellâle olanın sırtına binilmesi yasaklandı." denilmektedir, İmam Ahmed, Neseî ve Ebu Dâvud, Amr Ibni Şuayb'dan, o babasından o da dedesinden rivayet ettiğine göre: "Peygamber (asm) evcil hayvanların etinin yenilmesini, cellâlenin sırtına binilmesini ve etinin de yenilmesini yasakladı."
22. Rivayete göre Peygamber (asm) tavuk eti yermiş. Buna göre, (cellâle) tavuğun üç gün süreyle hapsedileceği ve ondan sonra boğazlanacağına dair rivayet onun pisliğinden sakınmak maksadıyladır, şart olduğundan değildir. Tebyînü'l-Hakâik, a.y.
23. Muğni'l-Muhtâc, IV, 303 vd.; el-Mühezzeb, I,249; el-Muğnî, VIII, 585.
24. Bu hadisi Tirmizî ve İbni Mace, Selman el-Farisîden rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, VIII, 106. 2-Nazariyyetü'z-Zarureti'ş-Şer’iyye adlı eserimize bakınız.
(Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ans. IV, 321-326)
38
Göz zinası nedir?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Ey Resûlüm), Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan beri alsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir. Muhakkak ki Allah, onların bütün yaptıklarından haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boğaz, gerdan, baş, kol, bacak ve kol gibi yerlerini) göstermesinler. Ancak bunlardan görülmesi zaruri olan (yüz, el ve ayaklar) müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. ..." (Nur, 24/31)
Yukarıdaki ayetler erkek olsun kadın olsun bütün Müslümanlara zinanın haram kılındığını bildirmektedir. Ayrıca, yine hem erkek hem kadınlara, kendilerini zinaya götürecek davranışlardan sakınmaları emredilmektedir. Yine bu ayetlerden insanı zinaya sürükleyen en önemli şeyin şehvetle namahreme bakmak olduğu öğrenilmektedir. Bu nedenle Allah Teâla, erkek kadın bütün müminlere gözlerini haramdan sakınmalarını, yani namahreme bakmamalarını emir ve tavsiye buyurmuştur.
Bakış zinanın başlangıcıdır. Bunun için gözü korumak mühimdir, "Bir bakıştan ne olur?" diyerek bu konuda aldırmazlık gösterenler, sonunda büyük felaketlerle karşılaşırlar. Kasdi olmayan ilk bakıştan, kişi sorumlu tutulmamıştır. Fakat tekrar tekrar bakmak yasaklanmıştır.
Bu konuda Hz.Peygamber (asm) şöyle buyurmaktadır:
"Birinci bakış sana, ama ikincisi aleyhinedir."
Yabancı erkek ve kadınların birbirine göz kırpmaları, kadının gözlerini süzmesi, gözlerin zinasıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki; şehvetle bakışın "zina" olarak ifadesi, hakiki manada cinsi temasla meydana gelen zina olmayıp, belki zinaya götüren en önemli sebeplerden biri olduğunun anlatılması sebebine bağlıdır. Bunun için "göz ve dil zinası" olarak bildirilen durumların "hakiki zina" ile bir tutulması mümkün değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah neden "Zina yapmayın!.." değil de "Zinaya yaklaşmayın!.." diyor? Harama bakmama üzerinde niye bu kadar duruluyor? Müstehcen görüntülere bakmaya din ne diyor?
39
Dalak yemek caiz midir?
Hayvanlar kesilince vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarı akar, az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarın içinde kalan veya dalak ve ciğer gibi âzalarda bulunan kan ise, akmış sayılmadığından et ve sakatat ile birlikte yenilmesi helaldir.
Kan yemenin haram oluş hikmeti, akan kanın pis oluşu ve insan tabiatının onu kabul etmeyişidir. Câhiliye Arapları acıktıkları zaman ellerine sivri uçlu keskin bir kemik veya benzeri bir şey alır, onunla hayvanı yaralar, akan kanını toplayarak içerlerdi. Kur`an bu kötü âdeti men`etmiştir.
Eti yenen hayvanlardan YEDİ şey yenmez; haramdır:
1) Hayvanlardan akıp çıkan kan,
2) Erkeklik âleti,
3) Dişilik âleti,
4) Erkeklerde yumurtalar (husyeler),
5) Et içinde toparlak guddeler,
6) İdrar torbası (mesane),
7) Öd kesesi...
40
Sakal bırakmanın ve kesmenin hükmü nedir?
Sakal, Resûl-i Ekrem Efendimizin ehemmiyetli sünnetlerinden biridir. Hiçbir âlim farz olduğunu ileri sürmediği için, terkinde de farzın terki gibi bir hüküm verilmemiştir.
Sakal sünnetinde Şafiî ile Hanefî arasında farklı görüş vardır. Şafiî ye göre sakal sünnettir; kesimi ise sadece tenzihen mekruhtur.
Hanefi de ve diğer iki mezhepte ise hüküm farklıdır. Sakalı bıraktıktan sonra kesmek, tahrimen mekruhtur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Sakal tıraşı olmak veya sakal bırakmanın hükmü nedir? Delilleri ile beraber sakal ve bıyık hakkındaki hükümler nelerdir? Sakalın sünnete uygun şekli nasıl olmalıdır?..
41
Şarkı söyleyen kadının sesi haram mıdır? Kadın sesi avret midir?
İslâm Dini, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine uygun eğlenmeyi ve çalgıyı haram kılmamıştır. Çünkü insanın bazen bu gibi şeylere de ihtiyacı vardır. Dinî musikî ruhun gıdasıdır. İlahîler bu cümledendir. Halk arasında «Musikî ruhun gıdasıdır.» sözü meşru ölçüler içinde düşünülürse, bir bakıma doğrudur.
Ancak hangi ölçülerdeki musikî, müzik ve çalgılar mubahtır? Bunun için konulan genel kaide nelerdir? İslâm'ın bu husustaki koymuş olduğu genel anlamda ölçüleri şöyle sıralayabiliriz.
— Şehveti tahrik edici, ahlâk bozucu her türlü saz ve çalgı,
— Kadın - erkek karışık bir şekilde toplanıp herhangi bir çalgı çalmak,
— Kadınları sahneye çıkarıp şarkı - türkü söyletmek, şantözlük yaptırmak,
—Toplum yapısında çalışma, ibâdet ve düşünme ruhunu öldüren, insanı havaî şeylere itip zamanı boşa harcamayı aşılayan her türlü eğlence ve çalgı haramdır.
Bunun dışında mubah olan musiki ve çalgılar:
— Kafayı dinlendiren musiki; ruha gıda veren dinî musiki,
— Allah'ı, âhireti ve sorumluluğu hatırlatan veya vatan ve millet aşkını uyandıran, kahramanlık ruhunu aşılayan her türlü şarkı, türkü ve çalgı.
— Ahlâkî kurallara bağlı kalınarak kadınların kendi aralarında eğlenip çalgı çalmaları, şarkı ve türkü söylemeleri,
— Ayni ölçüler içinde erkeklerin kendi aralarında bu kabil eğlence tertiplemeleri -ibâdet ve çalışmayı engellemediği sürece- mubahtır.
Bunun için fukaha genel anlamda şu hükmü koymuşlardır:
"Söylenen şarkı, türkü ve şiirler ahlâk bozucu, ilâhî sınırları aşıcı ve şehveti gayri meşru yola itici olmadığı takdirde, mekruh değildir. İçki, kadın ve benzeri şeyleri över mahiyette ise, mekruhtur.(El-Muhit - Radiyüddin Serahsî)
Düğünlerde Tef, Darbuka ve Benzeri Aletleri Çalmak:
Düğün ve derneklerde bu kabil âletleri çalmaya cevaz verilmiştir. Nitekim. Peygamber (asm) Efendimiz zamanında bayram günleri kadınların biraraya gelip bu tür çalgı çalıp eğlendikleri sahih rivâyetlerle sabit olmuştur. Hattâ bir bayram günü Hz. Âişe (r.anha) validemizin evinde kadınlar toplanıp tef çalıp eğlenirlerken Resûlüllah (asm) Efendimiz içeri girmiş, onlara bir şey demeden çekilip bir köşede uzanarak uyumak istemişti. Tam bu sırada Ebû Bekir Sıddık (ra) içeri giriyor ve çalgı seslerini işitince üzülüyor, onları azarlayarak «Peygamber Efendimizin huzurunda caz ve sazın yeri mi olur?» diye uyarıda bulunuyor. Bunun üzerine Efendimiz (asm) yüzünün üstündeki örtüyü kaldırarak,
«Ya Ebabekir! Herkesin bir bayramı var, onda eğlenirler, vazgeç bunlar da kendi bayramlarında eğlensinler.»
buyurarak, bunun bir aşırılık olmadığını belirtiyor.
Efendimiz (asm) Mekke'den Medine'ye hicret edip Medine'ye girerken coşkun bir tezahüratla karşılandı, bunların arasında neşide söyleyen kızlar ve kadınlar da bulunuyordu. Efendimiz (asm) onların bu davranışını o gün için yadırgamadı. Sonraları, kadınların erkekler arasında neşide, (şarkı ve türkü) söylemelerini yasakladı.
Aşırı şekilde çalıp oynamak ise mekruh kabul edilmiştir. İmam Ebû Yusuf bu görüştedir. (El-Muhit - Radiyüddin Serahsi)
"Hızanetü'l-Müftîn" adlı eserde bu konuya temas edilerek deniliyor ki:
«Bayram ve benzeri günlerde tef ve benzeri şeyleri çalmakta dinen bir sakınca yoktur.»(bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı)
* * *
"Kadını sesi haram.mıdır? Hanımların mahremi olmayan erkeklere sesleri avret midir? Hanımlar zikrederken seslerinin dışarı çıkmasının bir mahzuru var mıdır? Kadınların sesleri hangi şartlarda haramdır? Bir hanım şiir ve ilahi okuyabilir mi?"
İslamiyet kişiyi fitne ve fesada sürükleyen görüntü, davranış ve hallere karşı koruyucu tedbirler alır. Çünkü İslam’da insanın safiyet ve vakarının muhafazası ve bozulmaması esastır. Bu tedbir ve koruma hem erkek için, hem de kadın için eşit seviyede düşünülür.
Diğer yandan insana verilmiş olan özellik, kabiliyet ve farklılıklar bir başkasının vebal altına girmesine sebep olmamalı, yanlış duygulara kapılmasına meydan vermemeli, nefsini azdırmamalıdır.
Yaratıcı tarafından kadına ihsan edilen sesi de bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Esas itibariyle basta insan olmak üzere hiçbir varlığın sesi mutlak olarak haram ve günah sınıfına sokulmaz. Çünkü yaratılışında bir haramlık mevcut değildir. Bunun içindir ki, hiçbir âyet ve hadis kadının sesini haram kılıcı bir hüküm bildirmez.
Başta Hanefi ve Şafii imamları olmak üzere mezhep sahibi müctehid imamlarımızın kanaatleri de bu merkezdedir. Hatta bütün fıkıh kitaplarında şu hükmü görüyoruz: "Cumhura göre kadının sesi avret değildir." Yani bütün müctehidlere göre kadının sesi haram değildir.
Şafii mezhebi âlimleri ve diğer müctehidler şöyle derler:
"Kadının sesi avret değildir. Çünkü kadın alışveriş yapar, mahkemede şahitlikte bulunur. Bunun için sesini yükselterek konuşmak zorunda kalır."(Tefsirü Ayati’l- Ahkam, II/167)
Kadının sesinin avret olmadığının gerekçesi İslam'ın ilk uygulamalı devri olan Saadet Asrıdır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabelerin uygulayış biçimidir. Bu uygulanış biçimi üç şekilde görülüyor:
Birincisi: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sahabe hanımlarla konuşması, onların sorularına cevap vermesi, şikâyetlerini dinlemesi, ihtiyaç ve taleplerini karşılamasıdır.
Bir örnek olması bakımından şu hadis-i serifi nakledelim:
Amr bin şuayb rivâyet ediyor:
Bir kadın yanında kızı ile birlikte Rasulüllaha (a.s.m.) geldi. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Resulüllah (a.s.m) kadına sordu:
"Bu bileziklerin zekatını veriyor musun?”
Kadın, “Hayır, vermiyorum.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah (a.s.m) tekrar sordu:
“Peki, kıyamette bu iki bilezik yerine Allah’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?”
Kadın iki bileziği hemen çıkarıp Rasulüllaha (a.s.m.) uzattı ve “Bunlar artık Allah ve Resulüne aittir.” dedi.(Tirmizi, Zekât 12)
İkincisi: Sahabiler gerek Peygamberimiz (asm)'in hanımlarına, gerekse diğer hanım sahabilere hadis ve benzeri durumlarda soru sorarlar, konuşurlar ve bazı konular da bilgi alırlardı.
Üçüncüsü: Yine sahabe döneminde kadınlar, halifelere şikâyetlerini dile getirirler veya dini meseleler de diğer sahabilere bilmediklerini sorup öğrenirlerdi. Bu mesele için de bir örnek verelim:
Kadının biri Hazret-i Ömer’e gelerek,
"Ya Emirelmü’minin! Kocam geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar.” şeklin de şikâyette bulundu. Hz. Ömer,
“Ne demek istiyorsun? Kocanı geceleri ibadet etmekten ve gündüzleri oruç tutmaktan alıkoymamı mı istiyorsun?”
Bunun üzerine kadın başka bir şey söylemeden çıkıp gitti ve biraz sonra gelip aynı şikâyetini dile getirdi. Hazret-i Ömer kadına yine aynı cevabı verdi.
Bu durumu gören Ka’b bin Sur söze karıştı ve
“Ya Emirelmü’minin, kadının hakkı var. Ceneb-ı hak erkeğe dört kadınla evlenebileceğine müsaade ettiğine göre, dördüncü gün kadının hakkıdır.” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer kadının kocasını çağırtıp dört günde bir oruç tutmamasını ve her dört gece de bir kadının yanında yatmasını emretti.(Hayatüs-Sahabe, III/349)
Ancak diğer bütün mübah meselelerin mahiyet değiştirip mahzurlu bir hâl almasında olduğu gibi, kadının sesi meselesinde de aynı durum söz konusudur.
- Kadının sesi mübah, masum ve meşru olmasına karşılık hangi sebeplerden dolayı “avret” olur, nasıl olursa yasak sınıfına girer, yabancı erkeklerin dinlemesi haram olur?
Kadının sesi yaratılışı gereği dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir ton da çıkarsa, birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dini tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır. Ahzap suresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber hanımlarının şahsın da şöyle veriyor:
“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla cazibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat blunan bir kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”
Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, “Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecanibi şüpheye düşürecek bir hâlde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin” şeklinde izah getirmektedir.
Elmalılının ifadesiyle “ Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayıda günaha girilmiş olur.
Vehbe Zuhayli bunu normal konuşmalardan ziyade dini muhtevada da olsa aynı gerekçe ile mahzurlu görür: “Kadının, Kur’an şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır." (İslam Fıkhı Ansiklopedisi, I/467)
İbni Abidin ise meseleye şu şekil de bir açıklık getirir:
“Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekası kıt olanlar zannetmesin ki, biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halin de ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadının yükses sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı caiz olmamıştır.”(Reddül- Muhtar, I/272)
Bizimde katıldığımız hükmü Faruk Beşer Hoca veciz bir şekilde şöyle dile getirir:
“Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit kestirici edayla konuşursa haram olmaz."(Hanımlara Özel ilmihal, s. 314)
Son olarak zamanımızın müfessirlerinden Muhammed Ali es- Sabuni’nin yorumuna yer verelim:
“Açıkça görüldüğü gibi eğer fitneden emin ise kadının sesi haram olmaz. Ancak, erkeklerin, kadınları fitne ve fesada götüren hallerden uzak tutmaları gerekir."(Tefsirü Ayati’l- Ahkam, II/167)
Sorudaki unsurlara gelince, şiir ve ilahide ses incelip kalınlaştığı, nağmeli olduğu ve cazip bir mahiyete büründüğü için, yabancı erkeklerin duyacağı şekilde söylemek beraberinde mahzurları taşımaktadır.
Hanımların sesli olarak zikretmeleri de şâyet yabancı erkekler duyacaksa, yine aynı kategoriye girmekte ve bir takım yanlış duyguların uyanmasına sebebiyet vereceğinden, ezanda olduğu gibi müsaade edilmemektedir. Ancak kendi aralarında sesli olarak Kur’an okumalarında, ilahi söylemelerinde ve zikretmelerinde haliyle mahzur olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadının şarkı söylemesi - erkeklerin dinlemesi caiz mi?
42
Hıdırellezde bir kağıda dileğini yazarak gül ağacına asmak caiz midir; bu günah mı, şirke girer mi?
Dinimizde dilekler yalnızca Yüce Allah'tan dilenir. Çünkü dileğimizi yerine getirebilecek yegane kudret sahibi olan Yüce Allah'tır.
"De ki: Allah'ım sen mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir, sen her şeye kadirsin. " (Âli İmran, 3/26)
Dileklerimizi öncelikle ve sadece Allah'tan dileriz. Çünkü her şey O'nun kudretindedir. O'nun izni ve haberi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Dileklerimizi arz ettiğimiz kulları ancak birer vasıta olarak görmeliyiz.
"O'nun katında izni olmadan şefâat edecek (dilekleri yerine getirebilecek) kimdir?" (Bakara, 2/255)
Ehl-i Sünnet itikadında tevessül, yani dualarımızda Allah katında makbul olduğu zannolunan kişilerin hürmetine Allah'tan istemek caizse de, bunda çok dikkatli olmak ve o kişide herhangi bir güç görmemek lazımdır. Dileğimizi, şahısların veya ölülerin yerine getirebileceğine inanmak bizi küfre ve şirke götürebilir.
Bu sebeple türbelere gidip dilekte bulunmak veya dileklerimizi dile getirirken Allah ile birlikte, şahısları zikretmek hususlarında dikkatli olmak gerekir. Ayrıca türbelere dilek mumları dikmek, dilek taşı yapıştırmak, mukaddes sanılan türbelere adak adamak, çaput bağlamak bâtıl ve bid'at olan ve İslâm ile ilgisi bulunmayan şeylerdir. Bunlara inanarak ve bel bağlayarak yapmak kişiyi küfre götürebilir. (Şamil İslam Ans., DİLEK md.)
Aynı şekide Hıdırellez'de de gül ağacına asılan dilek kağıtlarının bir manası yoktur. O günden veya gül ağacından medet ummak doğru değildir. Dinimiz bu gibi batıl inançları yasaklamıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Hıdırellez ne demektir? Hıdırellez hakkinda bir mü'minin görüşü ne yönde olmalıdır?..
43
Şarap sirkesi olur mu? Her sirke helal midir? Buradaki turşularda, mayonezlerde beyaz şarap sirkesi, kırmızı şarap sirkesi gibi sirke türleri kullanılıyor. Kimileri bunların haram olduğunu düşünürken kimileri helal olduğu görüşünde.
Sirke elde etmek için doğal alkol içeren üzüm, elma, hurma ve diğer meyveler kullanılmaktadır.
Sirke helal midir?
Meyvelerden, oksijenli ortamda sirke bakterileri ile elde edilen sirkenin helalliği üzerinde bütün fakihler görüş birliğindedir.
Nitekim, Rasulullah aleyhissalatü vesselam Efendimiz şöyle buyurmustur: "Sirke ne güzel katıktır." (Müslim, Sahih, Esribe 164-169)
Şaraptan meydana gelen sirke helal midir?
Haram kılınan şarabın, bekleyerek sirkeye dönüşmesi halinde bunun da helal olduğu konusunda alimler ittifak etmişlerdir. (Vehbe Zühayli, el-Fikhu'l-Islamî ve edilletuhû, III, 541)
İnsan eliyle şaraptan yapılan sirke helal midir?
Şarabın insan müdahalesiyle sirkeye dönüştürülmesinin hükmü ve bu sirkenin tüketilmesinin caiz olup olmadığı konusunda ise farklı görüşler vardır:
Hanefi mezhebine göre, şaraptan sirke elde etmek ve bunu tüketmek caizdir. Bu sirke helal ve temizdir.
Dayandıkları delil şudur: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: "En iyi sirkeniz, şaraptan yaptığınız sirkedir." (Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 38, no: 11534)
Şafiiler, Hanbeliler ve bazı Malikilere göre şarabı sirkeye bilinçli müdahale sonucu dönüştürmek caiz değildir çünkü temizliğini kaybeder.
Dayandıkları deliller şöyledir:
Hz. Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre, Ebû Talha, yetimlere miras olarak kalmış elinde bulunan bir miktar şarabı ne yapacağını sorduğunda Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam "Onu dök!" cevabını vermiştir. Ebû Talha, "Onu sirke de yapmayayım mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber (asm), "Hayır!" cevabını vermiştir. (Tirmizi, Buyû 58)
Yine Hz. Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre, Allah Resulüne (asm) şaraptan sirke yapılıp yapılmayacağı sorulduğunda, Resulullah Efendimiz, "Hayır" cevabını vermiştir. (Müslim, Esribe 11)
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "İnsanın müdahalesiyle sirkeleştirilmiş bir şaraptan yapılan sirke helal değildir. Fakat şarabı sirkeye dönüştüren Cenab-ı Hak olursa (yani şarap kendiliğinden sirkeye dönüşürse) o takdirde bu helal olur." (Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 37, no: 11532)
Bu alimlere göre, şarabın içine ekmek, soğan, maya veya başka bir şey atmak suretiyle sirke yapılan şarap temiz olmaz. Necaseti devam eder. İçine atılan şey de pis olur. Artık bu sirke ebediyen temiz olmaz.
Ancak, Ebu Hanife, Evzâi ve Leys’e göre, sirke yapmakla şarap temiz olur.
İmam Mâlik'ten ise üç rivayet vardır. Bunların en sahih olanına göre, şaraptan sirke yapmak haramdır. Sirkeyi yapan Allah'a isyan etmiş olur. Fakat yapılan sirke temizdir. İkinci görüşe göre haramdır. Sirke yapmakla temiz olmaz. Üçüncüye göre helâldir, temiz olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Gazozda bulunan alkol ve alkol üreten besinler hakkında bilgi verir misiniz? İçinde alkol bulunan her içecek haram mıdır? Alkol içerikli gazlı içecekleri kullanmak helal mi?..
44
Kirpi eti haram mıdır?
Yaratılışı bakımından iğrenç olan birtakım hayvanların etleri de haramdır, yenmez: Fare, yaban faresi, akrep, yılan, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, kara sinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire gibi hayvanların yenmesi caiz değildir.
Nemletü'l-Ensârî anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e kirpiden sorulmuştu. (Cevaben) şu âyeti okudu. (Meâlen):
"(Ey Muhammed) de ki: "Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbim bağışlar ve merhamet eder." (En'am, 6/146).
Ancak, yanında bulunan bir yaşlı dedi ki: "Ben Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)'yi dinledim, demişti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın yanında kirpinin zikri geçmişti:
"O habislerden bir habistir (eti) yenmez." buyurdular."
Bunun üzerine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): "Eğer bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) söyledi ise, bu (kirpinin hükmü), biz bilmesek de O'nun dediği gibidir." dedi." (Ebû Dâvud, Et'ime 30)
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu beyanlarında kirpi habis olarak tavsif buyrulmuştur. Habis şeyler, Kur'an-ı Kerim'in nassı ile haramdır. Ancak kirpinin durumu ihtilâflıdır. Es-Sübülü's-Selam'da şu açıklama yapılmıştır.
"Râfiî der ki: "Kirpi hususunda iki görüş var: Birine göre haramdır. Ebû Hanîfe ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir. Bunlar hadiste kirpinin "habis" olarak tavsif edilmesini esas almışlardır. Diğer görüşe göre helaldir. İmam Mâlik ve İbnu Ebî Leyla bu görüştedirler."
(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/152-153)
45
İçki neden birden yasaklanmadı?
Allah’ın bir ismi de Hakîm’dir. Yani yaptığı her işi, hikmet ve faydalara göre yaratır. Nitekim insanın büyüyüp kemale ermesi, çekirdeğin yeşerip ağaç olması, bir yumurtanın açılıp kuş olması belli bir süreçle gerçekleşmektedir. Allah’ın kâinatta geçerli olan bu kanununu, dinin bazı emirlerinde de görmek mümkündür.
İşte yüce Rabbimiz, Hakîm isminin gereği olarak, alkollü içki alışkanlığını toplumdan söküp atmak için, tedriç yani yavaş yavaş men etme metodunu irade etmiştir.
Diğer taraftan, içki birdenbire haram edilseydi, içkiye müptela olmuş o asrın insanları İslamiyet’i kabulde nazlanabilirlerdi. Alışkanlıklarını bırakmak istemeyebilirlerdi. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de içki ile ilgili ayetler, kademeli olarak şu sıraya göre nazil olmuştur:
1. “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden hem bir içki yapıyor, hem de güzel rızk ediniyorsunuz. Bunda aklı eren kavim için elbette ibret vardır.” (Nahl, 16/67)
Bu ayette içkinin güzel rızk olmadığı açıklanmıştır. Bu ayetin nüzulü ile içkinin dinen tasvip edilmeyen bir madde olduğu anlaşıldığından, bazı sahabeler içkiyi terk etmişlerdi. Aslında bu ayetin inzali ile içkinin ileride haram olacağı da anlaşılmıştı.
2. “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Onlarda hem günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.” (Bakara, 2/219)
3. “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa, 4/43)
Bu ayet-i kerime, sarhoşken namaz kılmayı men etmiştir. Bu durumda, beş vakit namazını hiç geçirmeksizin kılan bir sahabenin, gündüz iki namaz arasında içki içmemesi gerekiyordu. Aksi takdirde, yani gündüz iki namaz arasında içki içecek olsa, alkollü içkinin sarhoşluk edici tesiri geçmeyeceği için, namazı kılamayacaktı. Belki yatsı namazından sonra içki içebilecekti. Bu durumda büyük bir sahabe kitlesi daha içkiden tamamen vazgeçmişlerdi. Çünkü alkole alışmış olan vücutlar, artık yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu.
4. “Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, murada eresiniz.” (Maide, 5/90)
5. “Şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?” (Maide, 5/91)
Bu son ayet ile alkollü içkiler kesin olarak haram edilmiştir. Sahabelerden Hz. Enes (ra.) anlatıyor:
"Biz içki alemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi “İçki haram edildi.” dedi. Arkadaşlar derhal “Şu içki kaplarını dök, temizle.” emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı."
46
Peygamber Efendimiz, benim ümmetim zina yapar, kumar oynar ama asla ve asla yalan söylemez, demiş midir?
Rivayete göre, Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
- Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
- Resulullah (a.s.m): Evet, bazen olabilir.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin zina edebilir mi?
- Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da "Evet!”.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
- Resulullah (a.s.m): "Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994).
Bu hadis-i şerifi şöyle açıklayabiliriz:
a. Günah-ı kebâir / büyük günahlar küfre götürmez. Hadiste “müminin hırsızlık ve zina yapabileceğine” dair hüküm bunu göstermektedir.
b. Bazen küçük bir günah büyük bir günahtan daha riskli olabilir. Küllî manada büyük günahlar küçük günahlardan daha kötü olmakla beraber, bazen hususî manada -bazı özellikleriyle- küçük günah büyük günahtan daha büyük olabilir. Nitekim, baş bir batman ağırlığı kaldırdığı halde, göz bir kıla tahammül etmez.
İşte hadis-i şerifte yalanın hırsızlık veya zinadan daha kötü gösterilmesi, onların genel formatlarına göre değil, hususî karakterlerine göredir. Bunun manası şudur: Gerçek manada iman büyük günâhlar ile bir arada olabilir, fakat yalan ile bir arada olmaz. İşte hadiste, yalanın -bizatihi- hırsızlıktan daha büyük olduğunun vurgulanmasından ziyade, onun küfrün temelini teşkil eden karakterine işaret edilmiştir.
c. Doğruluk imanın ayrılmaz simgesi olduğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman eden kimse tam doğru bir hakikati yakaladığı gibi, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu inkâr eden kimse de hakikatte yalancılığın zirvesine tırmanmış olur.
Nitekim, saadet asrında yalan, küfrün simgesi haline gelen Müseyleme-i Kezzab’ın en büyük bir nişanesi olduğu gibi, doğruluk da Ebubekr-i Sıddîk’ın en büyük unvanı olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını yer ile gök kadar birbirinden ayrı olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. İşte söz konusu ettiğimiz hadisin manasını bir de Asr-ı saadet penceresinden bakmakta fayda vardır.
d. Yalan ile zina ve hırsızlık gibi diğer büyük günahlar arasında -iman açısından büyüğü küçülten, küçüğü büyüten- şöyle bir fark vardır:
Hırsızlık ve zina gibi günahları işleyenler genellikle kendi heva ve hevesine uyarak, nefsin zevkine mahkum olarak, hayvanî duygularının esiri haline gelerek, kalpteki imanın iletişim hattını geçici olarak servis dışı bırakarak bu günahları işlerler. Bu ise, doğrudan imana zıt bir tutumdan kaynaklanmıyor. Bu açıdan imanla birlikte bu günahlar işlenebilir. Sadece o anda imanın devre dışı kalması söz konusudur.
“Zina eden kimse zina ederken mümin değildir. İçki içen kimse içki içerken mümin değildir…” (Buhari, Mezalim 30; Müslim, İman 100)
manasına gelen hadis-i şerifte imanın o andaki devre dışı bırakılmış konumuna işaret edilmiştir.
Halbuki, yalan söylemekte, nefsin kuvvetli içgüdüsünü tatmin eden, ona lezzet veren, hayvanî hislerine zevk aşılayan bir şey söz konusu değildir. Bu sebeple, imanı olan bir kimsenin yalan söylemesi imanına yakışmayan bir davranıştır. Hadiste yalanın bu yakışıksız karakterine işaret edilmiştir. Unutmamak gerekir ki, insanların karakterini şekillendiren ahlakî değerlerdir, bu da doğruluk, güvenirlilik gibi soyut kavramlardır.
“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381)
manasına gelen hadiste de bu hakikat vurgulanmıştır.
47
Haramlar çirkin olduğundan mı haramdır?
Cevap 1:
Haramların bir kısmı, zatında çirkindir; bir kısmı da zaman ve zemine göre çirkindir.
Hüsün ve Kubuh “güzellik ve çirkinlik” meselesi, kelam kitaplarında tartışılan bir konudur. O detaylara girmeden diyebiliriz ki, Allah neyi yasaklarsa o çirkindir, neyi emrederse o güzeldir. Yasak ve emir kapsamında olmayanlar da konumuna göre, mubah veya mekruh olur. Mesela;
“Yahudilerden taşan bir zulüm, insanları Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faiz almaları, halkın mallarını haksızlıkla yemeleri yüzündendir ki biz, kendilerine -daha önce helal kılınan- bazı temiz nimetleri haram kıldık ve içlerinden kâfir olanlara can yakıcı azap hazırladık.” (Nisa, 4/160-161)
mealindeki ayette “daha önce helal kılınan bazı temiz nimetlerin haram kılındığı” açıkça ifade edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, o haram olanlar bir zaman temiz ve güzel nimetler idi, çünkü; Allah onları helal kılmıştı. Ancak daha sonra, hikmeti gereğince onları yasakladı ve onlar da çirkin oldular.
Yahudilere yasaklanan nimetlerin bir listesi şu ayette verilmiştir:
“Biz, Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Yalnız sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan veya kemiğe karışan yağları haram kılmadık. Haddi aşmalarından ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphe yok ki Biz, hep doğru söyleriz.” (Enam, 6/146).
İslam’da söz konusu yasaklar kalkınca, konuyla ilgili nesneler tekrar “güzel bir nimet” hükmüne geçti.
Demek ki, Allah bir şeyi emrederse güzelleşir, yasaklarsa çirkinleşir. Aslında çirkin ve güzelliğin ahiret boyutu daha önemlidir. Onun için, güzelliği ve çirkinliği sonuçları itibariyle değerlendirmek daha isabetlidir.
Şu da bir gerçektir ki, Dinde yasak olanların büyük çoğunluğu -genel olarak- bütün insanlar tarafından da çirkin olarak kabul edilen şeylerdir. “Adam öldürmek, uyuşturucu kullanmak, haksızlık etmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek, dedikodu etmek, fitnecilik yapmak vs.” gibi. Güzel olanları da buna kıyas edebiliriz.
Cevap 2:
Hayvanlar arasında cinsel konulardan biz de onlar da sorumlu değildir. Çünkü onlarda, insanlar gibi, tertemiz bir nesil yetiştirme konusu, buna terettüp eden miras hukuku, evlenme statüsü, sosyal hayat şartlarının uygunluğu, kimlik ve aidiyet konusunda titizliği gerektirecek bir yükümlülükleri yoktur. Belki de onların bu serbest davranışlarına izin verilmesinin bir hikmeti, hayvan gibi yaşamak isteyen insanlara da uygulamalı bir ders vermektir.
Akılsız hayvanlar için çirkin gördüklerimizi, akıllı insanlar için ne kadar çirkin olacağı ortadadır. Demek ki, sınırsız özgürlük, yaratılıştaki kardeşlerimiz olan hayvanlara özel bir durumdur.
Cevap 3:
Hayvanların merhametsizce davranışları, zayıf, güçsüz olanlara karşı saldırganlıkları ve zulümleri konusunda şunları söyleyebiliriz:
İnsanlık camiası için, sosyal hayatı adalet ölçüleri çerçevesinde tanzim eden İslam Dini olduğu gibi, havyanlar alemindeki zulümleri önleyecek hukuk da yaratılışlarında -deyim yerinde ise- vicdanlarında var edilen şerait-ı fıtriyedir. İnsanlar, Allah’ın kelam sıfatından gelen kitabî vahyin koyduğu kanunlara uymadığı zaman cezaya çarpılacakları gibi, hayvanlar da, Allah’ın kudret sıfatından gelen tekvinî vahyin koyduğu kanunlara aykırı davrandıkları takdirde, değişik şekillerde cezalandırılacaktır.
Kıyamet günü, o çok geniş ilahî adalet duruşmasında, hayvanlar da hazır bulunacaklar. Hadiste ifade edildiği üzere; boynuzsuz hayvanın, kendisine hakaret eden boynuzlu hayvandan hakkı alınmadan haşir meydanında kurulacak olan Mahkeme-i Kübra duruşmaları sona ermeyecektir. Şu var ki, hayvanlar, İnsanlara hitap eden vahyin getirdiği prensiplere karşı çıkan ve onlara aykırı davrananlar için inşa edilmiş bir hapis yeri olan cehenneme girmeyeceklerdir. Çünkü böyle bir sorumlukları yoktur. Ruhları ebedi cennette kalıp cesetleri toprak olacaktır.
Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, insan aklının anlayamadığı bazı sebepler ve hikmetler vardır. Allah’ın meşiet ve iradesinin prensiplerine bağlı olan şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın mevcut olup olmamasına bağlı değildir. Bu sebeple, akıllı insanlar yanında, aklı olmayan canlılara da bu ontolojik şeraitin tatbik edilmesi söz konusudur. Bu şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan meydan gelen kötü fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik edilir.
Mesela, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin hükümlerinden olan şefkat hissine muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplanın, öz evlâtlarına olan şiddetli şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapması, bu fıtrî şeraitin şefkat ve himaye/koruma prensiplerin aykırıdır. Sonra, bakarsınız bir avcı tarafından öldürülür. Ve böylece yüreğindeki şefkat ve himâye etme duygularına muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır. Çünkü Kaplan gibi hayvanların helâl rızkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp kendilerine rızk yapmak, fıtrî şeraite göre haramdır.(bk. Mesnevi-i Nuriye, s.74).
Allah’ın sıfatları iç içe girmiş daireler gibidir. Hükümler, muameleler, bütün sıfatların yansımaları arasındaki dengeye göre olur. Söz gelimi Allah yalnız merhametli değil, aynı zamanda hikmet ve adalet sahibidir. Dünyada yalnız rahmet değil, hikmet ve adalet sıfatları da tecelli etmek ister. Hikmet, imtihan gibi işlerin olmasını, adalet her canlının özgür hareket etmesini, rahmet ise, muhtaçlara yardım etmesini gerektirir. Eğer Allah, sonsuz rahmetiyle ve nihayetsiz kudsiyetiyle bütün çirkin işlere engel olursa, imtihandan söz edilebilir mi? Caninin, hırsızın elinden tutup onu engellese, ceylan yavrusunu öldürmeye kalkışan kaplanın boynundan tutup engel olsa, hikmetli imtihan ve adaletli muamelelere yer kalmaz.
Bu hikmet içindir ki, şu imtihan dünyası, Allah’ın sonsuz rahmet ve adaletinin tam olarak tecelli etmesine uygun bir zemin değildir. Ahirette ise, ihkak-ı hakla adalet, affetmekle de rahmet tamamen tecelli eder, yerini bulur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- HÜSÜN (HÜSÜN-KUBH)
- Hayvanların mahşerde hesaplaşması nasıl olacak?
48
Domuz neden haramdır; diğer hayvanlar neden helaldir? Başka pis hayvanlar da olduğu halde neden sadece domuz yasaktır?
İslâm dini insanı maddî ve manevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş, bu arada beslenme konusunda da bazı temel prensipler belirlemiştir.
Allah, insana zarar verebilecek pis ve kötü her şeyi yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da helâl kılıp serbest bırakmıştır. (Bakara 2/168, 172; A‘râf 7/157; Mü’minûn 23/51)
Domuz (hınzîr) pis ve zararlı şeylerden kabul edilip etinin haram kılındığı Kur'an-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiştir:
“Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (Bakara 2/173; Nahl 16/115; ayrıca bk. Mâide 5/3; En‘âm 6/145)
“Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah’tır.” (Nahl, 16/14)
mealindeki âyet-i kerime ile
“Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun.” (Mâide, 5/96)
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimelerden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlemlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekide bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir. Midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır. (el-Mezâhibu’l-Erbaa, 2/5)
Bu esaslara göre, midye, istiridye gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Domuz eti neden haram kılınmıştır?
49
Kürtaj olunan bebek ahirette annesinden hak iddia edecek mi?
“Kadınlarınızın hayırlısı çocuk yapmaya elverişli olandır.”
“Evlat kokusu Cennet kokusundandır.”
“Hayırlı evlat dünyada nur, âhirette sürurdur.”
mealindeki hadis-i şeriflerde çocuk sahibi olmak teşvik edilmiştir.
Bu meseleye bu kadar ehemmiyet veren dinimiz, çocuk ana rahmine düştükten sonra doğuncaya kadar hep onu korumuş, anne-babaya da birtakım mes’uliyetler yüklemiştir. Hiçbir sebep yokken, keyfî ve mevhum sebepler ileri sürerek “cenin” tabir edilen ana rahmindeki çocuğun varlığına son vermeye müsaade etmemiştir. Böyle bir suçu işleyenleri “câni” olarak görmüştür. Çünkü “cenin” bir insan mesabesindedir.
Çocuk canlı hale geldikten sonra artık bir insan olarak kabul edildiğinden, onu düşürmek, bugünkü tıbbî tabirle “kürtaj” yaptırmak, yetişkin bir insanı öldürmek gibidir. Şayet henüz “canlı” değilse; bu halde iken kürtaj yaptırmak ise, bir masumun hayata gelmesine mâni olmak sayıldığından, yine büyük bir mes’uliyeti gerektirmektedir. Kendi güzelliğini düşünerek bu hatayı işleyen kadınları Ömer Nasuhi merhum şöyle anlatmaktadır:
“Mücerred gençlik çağının kendilerine verilmiş olduğu güzelliği, taraveti (tazeliği) muhafaza arzusuyla bu cinayeti irtikâp edenler de canavar tabiatlı insanlar demektir. Acaba böyle taş yürekli bir valide, doğurduğu yavrusunu diri diri yiyen bir canavardan daha aşağı bir mahiyette değil midir?”
Haklı gerekçelere dayanmadan kürtaj yapanları “tazir” cezasına çarptıran İslâm hukuku, kendi imkân ve ölçüleri içinde bu engelleyici tedbirleri almıştır. Fakat bu arada haklı sebebe dayandığı zaman da, ruhsat tarafını ve çıkar yolu göstermiştir.
Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nu esas alarak bu husustaki hükmü şu şekilde özetlememiz mümkün olacaktır:
Muhakkak bir özür ve zaruret dolayısıyla bazı ceninleri düşürmek cinayet sayılmayacağı gibi, maddî ve mânevî bir mes’uliyeti de gerektirmez. Şöyle ki:
Henüz âzası belirmemiş olan bir cenin, annesinin hayatına tesir edecek sıhhî bir sebepten dolayı tıbbî bir tetkik, muayene ve teşhis sonunda aldırılabilir.
Bu arada şöyle bir izah da getirilmektedir:
Bir kadın kucağında süt emen çocuğu varken hâmile kalsa, bu arada yavaş yavaş sütü kesilmeye başlasa, çocuk süte doymayıp aç kalsa, ailenin süt anne tutmaya imkânı da yoksa, bu arada çocuğun hastalanıp ölme tehlikesi de vaki olacaksa; bu takdirde henüz canlanmamış çocuğu düşürmek caizdir. Çünkü bu şekildeki bir cenin, teşekkül etmiş bir insan sayılmamaktadır. Kucakta bulunan çocuk ise yaşayan bir insandır. Bu bakımdan hayattaki çocuğu korumak için kürtaj yaptırmanın mahzuru yoktur.(Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,3: 145-149. )
Yukarıda bahsi geçen ruhsatla birlikte, bilhassa zamanımızda çocuk eskiden olduğu gibi anne sütüne muhtaç olmadan da gıdasını alabilmektedir. Günümüz şartlarında bahsi geçen tehlike yok gibidir. Devletin ilgili kurumları, sosyal yardımlaşma kurumları çocukları koruma altına alabilmektedir.
Bu arada, anne-baba “kürtaj” gibi istenmeyen bir çareye gerek kalmadan, çocuk sütten kesilinceye kadar azil ve doğum kontrolü yollarıyla daha tehlikesiz bir tedbire de başvurabilirler.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kürtaj yaptırmak caiz midir? Kürtaj yaptıran kişi Allah (c.c.) huzurunda cinayetle mi yargılanacak? Ayrıca kürtaj edilen çocuk ahirette nerededir ve annesini Allah'a şikayet edecek mi?..
50
Kur’ân’da “hamr” olarak geçen ve “sarhoş edici” özelliği bulunan alkol türleri necistir ve haramdır, denilmektedir. Parfüm, ağız bakım suyu ve deodorantlarda bulunan "alcohol denat" veya "benzyl alcohol" haram mıdır?
Bunların içilmesi caiz değildir; fakat, kullanılabilir. Örneğin parfümün içinde varsa, parfüm olarak kullanmakta bir mahzur yoktur.
Herhangi bir sebep yokken, içerisinde alkol bulunan bir maddeyi kullanmak, yemek, içmek, ağıza sıkmak caiz değildir.
Ancak bir hastalığın tedavisi için, yenilmesi veya kullanılması haram olan bir madde, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman bir doktor tarafından tavsiye edilir ve hastalığın tedavisi için söz konusu haram maddenin yerini tutacak helal bir maddenin (ilacın) bulunmadığı kesin olarak bilinirse, bu haram maddenin ilaç olarak kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur.
51
Bozada alkol olduğu söyleniyor. Boza içilebilir mi, boza içmekle haram bir fiil işlenmiş olur mu?
Rabbimizin istifademiz için yarattığı ve rızık olarak tayin ettiği yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesi meşru ve helâldir. Vücudumuz için faydalı olan şeyleri yemek ne kadar mubah ise, bedene zararı dokunan, akıl ve şuurumuza rahatsızlık veren şeyleri yemek ve içmek hem tıbben, hem de dinen tasvip edilmez ve uygun görülmez.
Allah’ın temiz ve hoş bir rızık olarak yarattığı bazı meyve ve sebzeleri oldukları gibi değil de, değişik muamelelere tâbi tutup vücuda zararlı bir hale getirerek yemek ve kullanmak hem o nimete karşı bir hürmetsizlik, hem de bize emanet edilen vücut fabrikasına bir eziyettir.
İşte, tatlı ve hoş bir nimet olan üzümü, Kudret hazinesinin ballı ve lezzetli bir nimeti bilip yemek ne kadar güzeldir. Buna karşılık, onu değişik muamelelere tâbi tutarak aklı ve beyni uyuşturan bir içki hâline getirip içmek ise çirkin ve kerih bir davranıştır. Üzüm gibi daha birçok maddeler sarhoş edici bir hale getirilerek içilmektedir.
Ne isimle olursa olsun, sarhoşluk veren ve kişinin aklını uyuşturan maddeler tıbben zararlı görülmüş, dinimizce de haram kılınmıştır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde,
“Ümmetimden bazı kimseler içkiye başka başka isim takarak onu içecekler.”1
buyurarak “İsimlerin değişmesiyle hakikatin değişmeyeceği” gerçeğine işaret etmişlerdir. Diğer bir hadislerinde ise, sarhoşluk veren şeyin azının da, çoğunun da haram olduğunu şöyle beyan buyururlar:
“Sarhoşluk veren her şey haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”2
Bugün değişik isimler altında sarhoşluk verici pek çok maddeler kullanılmaktadır. Yukarıda verilen ölçülere göre, sarhoşluk veren her içeceğin azı da, çoğu da haramdır. Sirke ve şıra gibi bazı maddeler ise, içinde alkol bulunmadığı için helâldir.
Bozaya gelince:
Bilindiği gibi, boza, darı hamurundan yapılan ekşimsi bir içecektir. Tatlılaştırılarak içilmektedir. Bu şekilde yapılan bozanın içine sarhoşluk verici bir şey karıştırılmadığı müddetçe içilmesi haram değildir, helâldir. Bu haliyle meyve suyu gibi meşrubat sınıfına girmektedir.
Ancak fazla ekşitilir ve kabartılırsa, sarhoşluk verici bir hale geldiği için içilmesi caiz değildir. Buna dikkat edilmelidir.
Son olarak boza hakkında dört yüz sene önce Kanunî Sultan Süleyman’ın kudretli şeyhülislâmı Ebussuud Efendinin verdiği şu fetvayı zikretmek isteriz:
“Sâfî darıdan tatlı bozanın içinde sekir (sarhoşluk) verir nesne katılmayıp, mücerret (sadece) teskin-i hararet (harareti dindirmek) ve mizaca takviye için istimal olunsa helâl olur mu?
El-cevap: Asla iskar şaibesi (sarhoşluk verici şüphe) olmayacak, şürbünde hürmet yoktur (içilmesi haram değildir).”3
Bu fetvadan da anlaşılacağı gibi, bugün satılan bozanın içilmesi caiz ve helâldir.
Kaynaklar:
1. İbni Mâce, Eşribe: 8.
2. age., 10.
3. Ebussuud Efendi Fetvaları, s. 148.
(Mehmed Paksu, Helal – Haram)
İlave bilgi için tıklayınız:
Gazozda (gazlı içeceklerde) bulunan alkol ve alkol üreten besinler hakkında bilgi verir misiniz? İçinde alkol bulunan her içecek / meşrubat haram mıdır? | Sorularla İslamiyet
52
Başkasına ait ağaçların meyvelerinden izinsiz yemek helal midir?
Başkalarına ait olan ağaçların meyvelerini onlardan izinsiz yemek caiz olmaz. Ancak sahibi olmayan veya başkası tarafından insanların faydasına sunulmuş ağaçların meyvesini yemenin bir mahzuru yoktur.
Başkasına ait ağaçların meyveleri, hayvanların sütleri, tarlalarındaki ekinleri gibi yiyecek ve içecekler hakkında Peygamber Efendimiz (asm)'den değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerin değişik olması ve bazılarının sanki sahibinin izni olmadan da yenilebileceği gibi anlaşılması, bazılarının da sahibinin izni olmadan alınmaması gerektiğini açıkça ifade etmesi, konu hakkında farklı görüşlere neden olmuştur. (1)
Bu ve buna benzer konularla ilgili farklı görüşler varsa da İslam alimlerinin hemen hemen tamamı, sadece muzdar (mecbur) olanın borçlanmak kaydıyla sahibinden habersiz malından alabileceğini söylemiştir. Hayati tehlike içinde olan kimsenin böyle bir durumda sahibinden izinsiz yemesi haram olmazsa da sonradan yediği kadarının değerini sahibine vermesi gerekir.
Bu mal, meyve olabilir veya ekin olabilir, ihtiyaç haline göre bir başka şey de olabilir. Belirtilen hüküm hepsi için geçerlidir. Osmanlı askerlerinin fetihler sırasında gayri müslimlerin bağlarından topladıkları meyvelere mukabil, ağaçlara para bağlamaları, bu kaide gereğince olmalıdır.
"Kimse kardeşinin hayvanını, iznini almadan sağmasın. Sizden kim, odasına başkalarının girip hazinelerini kırmasından, yiyeceklerini saçıp dağıtmasından hoşlanır? Tıpkı bunun gibi, hayvanlarının memeleri de onlar için yiyeceklerinin hazineleri durumundadır. Öyleyse kimse izin almadan başkasının hayvanını sağmasın."(2)
hadisine göre İbnu Abdilberr der ki:
"Bu hadis Müslümanın, bir diğer Müslümanın izni olmadan herhangi bir şeyini almayı yasaklamaktadır. Burada özellikle sütün zikredilmesi, süt hususunda insanların gevşek davranmaları sebebiyledir. Böylece sütten daha evlâ olan mala karşı onunla uyarıda bulunmuştur."
Bazı alimler "Gönül rızasının varlığının bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmeden yeyip içmenin mutlak olarak helal olduğuna" hükmetmiştir. Bunlar, bu görüşlerine Tirmizî ve Ebû Dâvud'da gelen bir rivayeti delil gösterirler.(3) Ancak hemen belirtelim ki bu düşünceye katılmayan âlimler şöyle itiraz ederler:
"Bu konuda yasakla ilgili hadis daha sahihtir ve kendisiyle amel hususunda daha önce gelir. Ayrıca, bu görüş, Müslümanın malını, izni olmadan tasarruf etmeyi haram kılan temel kaideye de aykırı düşmektedir, öyleyse buna iltifat edilemez."
Bununla beraber, konuyla ilgili hem yasak hem de helal diyen rivayetleri birleştirip, aralarındaki zıtlığı çeşitli şekillerde kaldıranlar da var. Bu görüşleri özetlemek gerekirse:
1. İzin, mal sahibinin gönül rızasının bilinmesine, yasak ise rızanın bilinmemesine göredir.
2. İzin yolculara özeldir, yolcu olmayanlara değil veya muzdar olana veya çaresiz şekilde aç kalmış olana mahsustur.
3. İznin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın devriyle ilgili olduğu, yasağın da, (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra çıkacak olan cimriliğe ve yardımlaşmanın terki gibi durumlara işaret ettiği anlamına gelir.
4. Yasak, mal sahibinin, yolcudan daha muhtaç olma durumuyla ilgilidir.
5. İzin, mal sahibinin muhtaç olmadığı duruma; yasak hadisi de mal sahibinin zenginlik aradığı duruma göredir.
6. Nevevî der ki: "Alimler bir bahçeye veya ekine veya dağda otlayan sürüye uğrayan şahıs hakkında farklı görüşlerin olduğunu söyler ve genel görüşü şöyle açıklar: "Böyle bir şahsın ekinlerden, hayvanların sütlerinden ve ağaçların meyvelerinden bir şey alamaz. Zaruret varsa alır, fakat mal sahibine borçlanır."
Sonuç olarak bu konularda toplumda bulunan adete göre hareket edilmesi gerekmektedir. İbnu'l-Arabî, âdete göre hareket edilmesini tercih eder ve der ki: Hicaz, Şam vs. beldelerde halkın âdeti, bu meselede, bizim beldenin aksine, müsamaha ve hoşgörüydü.(4)
Buna göre bir yerde ekinlerden, hayvanların sütlerinden ve ağaçların meyvelerinden sahibinin izni olmadan yemek adet olmuş ve kimse buna karşı çıkmıyorsa toplayıp götürmemek şartıyla yemek caiz olur. Ancak böyle bir adet yoksa sahibinin izni olmadan yemek caiz değildir.
Yola düşen meyveleri yemek caiz midir?
Herkesin geçtiği sokağa düşmüş meyveler ise, ceviz gibi çürümeyenleri, sahibinin izin verdiği biliniyorsa, yemek caiz olur. İzin verdiği bilinmiyorsa yemek caiz olmaz. Kiraz gibi çürüyecek meyve ise, sahibinin yasak ettiği bilinmedikçe alıp yenilebilir. Alıp, evine götürmek caiz değildir.
Dağdaki meyveler; alıç, kuşburnu, kızılcık, yabani ahlat, mantar yemek de günah değildir.
Her hangi bir şekilde çit ile çevrili değil ise ve sahipli değil ise kudretten yetişmiş bir yerde ise dağda yetişen meyveleri, yemek caizdir.
Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisi ile yararlanacak şeyler ise, bunları başkalarının toplaması caiz değildir. Yoksa bunların değerini ağaç sahibine ödemek gerekir. Fakat bunlar, yararlanılmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri gerekmez.
Ekin ve bostan tarlalarında ekinler ve bostanlar alındıktan sonra, başkalarının toplamasına âdet olarak izin verilmişse, arta kalan ekin veya kavun, karpuz, hıyar, üzüm gibi döküntü şeyleri, başkalarının toplaması caizdir.
Dipnotlar:
1. Buhârî, Lukata 8; Müslim, Lukata 13, (1726); Muvatta, İsti'zân 17, (2, 971); Ebû Dâvud, Cihâd 95, (2623); Ebû Dâvud, Cihâd 93, (2619); Tirmizî, Büyû 60, (1296); Ebû Dâvud, Cihâd 94, (2622); İbnu Mâce, Ticârât 67, (2299)?
2. Buhârî, Lukata 8; Müslim, Lukata 13, (1726); Muvatta, İsti'zân 17, (2, 971); Ebû Dâvud, Cihâd 95, (2623).
3. Tirmizî, Büyû 60, (1296); Ebû Dâvud, Cihâd 94, (2622)
4. Rivayetler ve bilgiler için bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Site, VI/267, 11, 173.
53
Hanefi birisi, midye yemek için Şafii mezhebine geçebilir mi?
Midye yemek Hanefi mezhebine göre caiz değildir. Zaruri bir hal yoksa yememek evladır. Mezhepleri ihtiyaç olmadan taklit etmek doğru değildir.
Bir mezhepten diğerine temelli geçmek caizdir. Dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan Müslümanlar dört mezhepten birisine bağlıdırlar. Bir Müslüman hak mezheplerden birisine tâbi olur, ibadet ve muamelelerini o mezhebin hüküm ve içtihadlarına göre sürdürebilir. İslâmî hayatını bu mezheplerden birisine göre yapan bir Müslümanın, ölünceye kadar aynı mezhepte kalması gibi bir mecburiyet yoktur. Bundan dolayıdır ki, arzu ederse tamamen bir diğer hak mezhebe geçebilir. Meselâ, Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse, dilerse Hanefî mezhebine; Hanefi mezhebine mensup bir kimse de, isterse Şâfiî mezhebine geçebilir.
Ancak bir mezhepten diğer mezhebe geçen kimsenin, ibadet ve muamelelerinin kâmil mânâda olabilmesi için, girdiği mezhebin meselelerini bilmesi gerekir. Meselâ bir Şâfiî, Hanefi mezhebine geçiyorsa, en azından o mezhebe göre abdestin farzlarını, abdesti bozan halleri, namazın rükünlerini ve vaciplerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden geçecek olursa, farkına varmadan ibadetini eksik yapıp hataya düşebilir.
“Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah’tır.”1
mealindeki âyet-i kerime ile,
“Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun.”2
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimeden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlemlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekide bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir. Midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır.3
Bu esaslara göre, midye, istiridye gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
Dipnotlar:
1. Nahl Sûresi, 14.
2. Mâide Sûresi, 96.
3. el-Mezâhibu’l-Erbaa, II/5.
(Mehmed Paksu, Helal – Haram)
54
Bankaların verdiği kâr payı helal midir?
Faiz sistemiyle çalışan bankalardan alınan fonlar ve kâr payları caiz değildir. Bankaların geliri faiz olduğu için bunların alınması haramdır.
Finans kurumlarının (katılım bankası) çalışma sistemi faiz gibi değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Fon alım satımı veya hisse senedi türü yatırımlar için dinimizde bir hüküm var mıdır?
- Özel finans kurumlarına para yatırmak ve buralardan kredi kullanmak caiz midir?
55
Bir büyüğümün zorlamasıyla, haram parayı almışsam bu parayı ne yapmalıyım?
İslam âlimleri bu mevzuda iki görüşe sahipler. Bir kısmı, haram mal alınmaz, alınsa bile yenmez, diyorlar. Bunlara göre, haramı almaktansa denize, yahut ateşe atmak daha tehlikesizdir. Bilhassa zühd ve takva mesleğinde giden bu zatlardan biri olan Fudayl Hazretleri, eline geçen dirhemlerin haram olduğunu anlayınca taşların arasına doğru fırlatmış, "Ben haram malı elimde tutmak istemem!.." diyerek, hiçbir suretle istifadeye layık görmemiştir.
Ancak başta İmam-ı Gazali, bazı âlimler de sahibi bilinmeyen haramı bir fakire vermeyi daha uygun bulmuş; denize, ateşe atmakta hiç bir fayda olmadığına, halbuki muhtaca vermekte mutlak faydaların olduğuna dikkati çekmişler.
Gazali (kuddise sirruhu) bu mevzuda İhya'sında deliller de serdetmiş, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in kendisine ikram edilen koyun etinin haramdan kazanıldığını anlayınca, hemen geri çekilip, fakirlere gönderttiğini, ayrıca Bizans'ın İranlılara karşı harbi kazanacağı konusunda bahse giren Hazreti Ebu Bekir'in dediği çıkınca, aldığı develeri de fakirlere verdiğini misal olarak zikretmiştir. Bunlar haramdı. ama fakirlere göndermekte mahzur görülmemiştir.
Demek ki, haram mal yenmez, ama menfaatı şahsından uzak, fakirlere verilir. Bundan sevap da beklenmez, sadece mesuliyetinden kurtulma esas alınır.
Kendisine haram para verilen kişi bu paraya muhtaç ise bunu alması caiz olur. Eğer bu paraya muhtaç olacak kadar fakir değilse, haram parayı alması caiz olmaz.
56
Carminic Acid veya Cochineal adı verilen böceklerden elde edilen katkı maddeleri caiz midir?
Eti yenmesi helal hayvanlardan bile olsa, akmış kan haramdır:
"De ki: 'Bana vahyolunanda; bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.' Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder." (En'am, 6/145. Ayrıca bk. Bakara, 2/173; Maide, 5/3; Nahl, 16/115)
Hanefilere ve Şafiîlere göre, tiksinti duyulan pis şeyler (habâis) olduklarından dolayı (bk. A'raf, 7/157), her türlü haşeratın, bu kapsamda bitin de yenmesi haramdır.
E 120 boyar maddesi (Carminic Acid), adı Cochineal (Coccus Cacti) olan ve değişik kaktüslerde asalak olarak yaşamını sürdüren bir böcek türüdür. Çok eski yıllardan beridir bilinen ve kullanılan, kırmızı rengi veren bir böcektir. İlk olarak Astekler tarafından kök boyası olarak kırmızı rengi vermek anacı ile kullanılmıştır. Avrupaya on altıncı yüzyıllarda gelmiştir ve başta çeşitli gıda maddelerine renk vermenin yanı sıra, tekstil, kozmetik sanayinde de kullanılmaya ve yaygınlaşmaya başlamıştır.
Sonuç olarak Karmin, Coccus Cacti veya Dactylopius coccus costa böceğinin dişilerinden veya yumurtalarından çıkartılan bir boya pigmentidir. Bu böcekler Meksika, Bolivya, Şili, Kanarya Adaları ve Peru’da dikenli bir kaktüste yaşarlar.
Bir kilogram boya elde etmek için birkaç milyonun üzerinde böcek kullanılır. Yumurtlama zamanlarında bu böcekler parlak kırmızı renge dönerler. Dişi böceklerin kabukları kurutulur ve sonra bir eriticide (solventte) eritilir ve böceklerin parçaları filitre edilerek dışarıya atılır. Su ile muameleden çıkartılan Karmin, karminik asit, proteinler ve az miktarlarda çeşitli tuzlardan oluşur.
Bu işleme göre, böcek tamamen başkalaşım geçirmiş, kimyasal işlemler sonucunda yepyeni bir özellik kazanmıştır. Bu son duruma göre haram olmadığı söylenebilir. Ancak insan sağlığına zararlıysa haramdır.
Karmin (veya Kokonial) gıda renklendirme ajanı olarak kozmetiklerde, ilaç sanayiinde ve boyacılıkta kullanılmaktadır. Etleri, sosları, kırmızı deniz ve işlenmiş kanatlı ürünleri de içine alan geniş bir gıda ürününde kullanılan Karmin meyve preperatlarında, reçel ve marmelatlarda, koruyucularda, jelatinli tatlılarda, meyve sularında, kolalarda, pasta ve fırın ürünlerinde, dondurmalarda, şekerlemelerde, toppinglerde ve süt ürünlerinde bulunmaktadır.
Kozmetiklerde ise saç ve cilt bakım ürünlerinde, rujlarda, yüz pudralarında, allıklarda kullanılmaktadır.
Hassas ve asmatik bünyelerde alerjik reaksiyonlara sebep olabilir. Özellikle bebeklere zararlı olduğu söyleniyor.
57
Mezhep imamlarının sakal hakkındaki görüşleri nelerdir? Bir devlet memuru izinli bulunduğu zamanlar (bir veya birkaç ay) sakal bırakıp sonra kesebilir mi?
Sakal bırakmakta ve diğer sünnetleri işlemekte bir Müslümanın esas niyeti, Peygamberimize (a.s.m.) uymak ve onu taklit etmektir. Mü'minin gayesi, mümkün olduğu ölçüde sünnet-i seniyyeye her yönüyle uymaktır. Fakat, buna muvaffak olmak ancak “ehass-ı havas” denilen bazı seçkin şahıslara mahsustur. Ancak, herkes sünnetin tamamını yapmasa da taraftar olmak, kabul etmek ve hâlis bir niyetle yapmaya gayret göstermek mecburiyetindedir.
İslâmiyet insanı hep zora koşan, çıkmaza sokan, meseleleri içinde bunaltan bir din değildir. Ona zaruretler ve mecburiyetler karşısında hep çıkış yolları göstermiş, mânen rahatlatmış, dinî hayatını yaşayabileceği müsâit şartları göstermiştir.
Sakal meselesine gelince; Mezâhibü'l-Erbaa (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı) isimli eserde kaydedildiğine göre; bırakılmış sakalı tıraş etmek Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre haramdır. Çünkü sakal bırakmak vacip sayılmaktadır. Şâfîî mezhebine göre ise bırakılmış sakalı tıraş etmek mekruhtur. (el-Mezâhibü'l-Erbaa, 2:44-46)
Sakal bırakmak, hem fiilî sünnettir, yâni Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat sakallı bulunmuşlardır. Hem de bu konuda sözlü sünnet söz konusudur.
“Müşriklere muhalefet ediniz: Sakalı bırakınız, bıyıklarınızı kesiniz.”
gibi pek çok hadis-i şerif vardır. (Buhari, Libas :64)
Ancak fıkıh kitaplarında mutlak olarak zikredilen, sakalı kesmenin haramlığı meselesine asrımızın büyük âlimi Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir açıklık getirmektedir:
“Bazı âlimler, sakalı tıraş etmek caiz değildir, demişler. Muratları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır, demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur.” (Emirdağ Lahikası, s,48)
Nitekim, İmam-ı Gazalî gibi bir müceddit, İbni Hacer, Nevevî, Remlî, Hatîb gibi müçtehid derecesindeki büyük âlimler sakal tıraş etmeyi tenzihen mekruh olarak görüyorlar, haram veya tahrimî bir mekruh olarak vasıflandırmıyorlar.
İlave bilgi için tıklayınız:
SAKAL...
58
Bazı kimseler istemedikleri halde bankaya para yatırmak zorunda kalıyorlar. Kimi zaman muhafaza için, kimi zaman da ticarî mecburiyetlerden dolayı yatırılan bu paralara banka faiz tahakkuk ettiriyor, dolayısıyla para sahibinin eline faiz de geçmiş oluyor.
İslâm âlimleri bu konuda iki görüşe sahipler. Bir kısmı, "haram mal alınmaz, alınsa bile yenmez", diyorlar. Bunlara göre haramı almaktansa denize, yahut ateşe atmak daha tehlikesizdir. Bilhassa zühd ve takvâ mesleğinde giden bu zâtlardan biri olan Fudayl Hazretleri, eline geçen dirhemlerin haram olduğunu anlayınca taşların arasına doğru fırlatmış, “Ben haram malı elimle tutmak istemem." diyerek hiçbir suretle faydalanmaya lâyık görmemiştir.
Ancak başta İmam-ı Gazalî olmak üzere bazı âlimler de "bu gibi paraları bir fakire vermeyi" daha uygun bulmuş; denize, ateşe atmakta hiçbir fayda olmadığına, muhtaca vermekte ise mutlak faydaların olduğuna dikkati çekmişler. Gazalî (ks) bu mevzuda İhyâ’sında, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, kendisine ikram edilen koyun etinin haramdan kazanıldığını anlayınca, hemen geri çekilip, fakirlere gönderttiğini, ayrıca Bizans’ın İranlılara karşı harbi kazanacağı konusunda bahse giren Hz. Ebû Bekir’in dediği çıkınca, aldığı develeri de fakirlere verdiğini delil olarak zikretmiştir.
Demek ki, haram mal yenmez, ama menfaati şahsından uzak, fakirlere verilir. Bundan sevap da beklenmez, sadece sorumluluktan kurtulma esas alınır.
Faiz para için de söylenecek hüküm bundan başkası değildir. Faizli kuruma para yatırmamalı, yardımcı ve destek olunmamalıdır. Ancak mecburen böyle bir durumda kalınırsa, alınan faiz, menfaati şahsından uzak bir yere verilmeli; kitap alıp dağıtmak, yahut gıda maddesi dışındaki ihtiyaçlara verip muhtaca intikal ettirmek gibi bir çâre düşünülmelidir.
59
Zamana sövmek ve felekten şikayet etmeyi yasaklayan bir hadis-i şerif var mıdır? Varsa bunun açıklaması nasıldır?
Buhari'nin bir rivayetinde şöyle buyuruluyor:
“Allah Teala buyuruyor ki: Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet verir. Halbuki ben dehrim (zamanın yaratanıyım). Her şey benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.” (Buharî, Tefsir 45)
Cahiliye devrinde Arapların, musibetlerin ve belaların gelmesini zamana izafe ettiklerini ifade eden Buhari Şarihi Bedrüddin Aynî şöyle der:
“Cahiliyet devri Araplarının bir kısmı gece ve gündüzün devranından ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu kısım Allah'a inanmaz ve bütün hadiseleri zamana atfederlerdi; yani hadiselerin vuku bulduğu gece ve gündüze hamlederlerdi . Her şeyin zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. İşte bunlar Dehriler olarak adlandırılırdı.”
Şarih Aynî ifadelerine şu açıklamalarla devam eder:
“İşte Hz. Resulullahın (a.s.m.) bu hadis-i şeriften maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir. Yapan Allah'tır. Bu musibetleri başınıza getirdiğine inandığınız zamana sövdüğünüzde, Allah'a sövmüş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah'tır. Cenab-ı Hakk'ın ‘Ben zamanım' demesi ise, ‘Ben zamanın sahibiyim' manasındadır.”(1)
Gerçekten Cahiliye devrinde her kötülüğü zamana nispet eden bir grubun var olduğuna, onların “Bizi ancak zaman öldürür.”(2) şeklindeki sözlerini nakleden ayet-i kerime işaret etmektedir. Bu fikir, tarihte inkârcı cereyanlar arasında “Dehrilik” olarak yer almıştır. Bunların İslamiyet'ten sonra da tesirleri görülmüştür. İşte bu hadis-i şeriflerde, zamanı gerçek fail telakki ederek sövmek yasaklanmaktadır.
Bu vesile ile şu hususu izah etmekte de fayda vardır: Zaman zaman bazı eski alimler dahi kitaplarında zamandan şikayet etmiş, “feleğin kubbesine” taşlar atmışlardır. Çünkü bazı kötülükleri gidermeye güçleri yetmemiş, ümitsiz kalınca da zamandan ve felekten şikayet etmişlerdir. Bunların bu şikayetleri, zamanı gerçek fail kabul ettiklerinden değil, hadiselerin arzu ve istekleri istikametinde cereyan etmediğinden dolayıdır.
İşte mü'minlerin de zaman zaman felekten şikayet etmeleri bu yüzdendir. Yoksa her Müslüman zamanın, Cenab-ı Hakk'ın bir kanunu, bir mahluku olduğun bilir.
Kaynaklar:
1. Umdetu'l-kari, 22:202.
2. Câsiye Suresi, 24.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Kahpe felek!" gibi bir ifadeyi kullanmak doğru mudur?
60
İçki satışı dinimize göre caiz mi?
Kur'an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir:
"Ey İman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir." (Mâide, 5/90).
İçki içmek İslâm'da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkati çeker:
"Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırdedesiniz." (Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11)
İncil'de bu konuda şöyle denir:
"Onlar yemek yerlerken, İsa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim." (İncil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.).
Hz. Peygamberin (asm) çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:
"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken, tövbe etmeden ölürse, âhirette kevser şarabını içemez." (Müslim, Eşribe, 73).
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz. Peygamber (asm)'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca;
"Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil, aksine derttir." (el-Askalânî, a.g.e, IV/ 61).
"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir." (a.g.e).
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber (asm) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra, Allah Resulu (asm) uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." (Müslim, Müsâkât, 67)
bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasarı Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547.
61
İçkili otellerde kalmak ve yemek yemek caiz midir?
İçki satılan bir otelde konaklamak ve içki satılan lokantada yemek yemek caizdir. Ancak içkisiz yerler varsa buraları tercih etmek gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Haram işlenen davetlere (içkili düğün gibi) gitmek caiz mi?
İçiki içilen ortamda bulunmak günah mıdır?
62
Boza içmenin hükmü nedir?
Rabbimizin, istifademiz için yarattığı ve rızık olarak tayin ettiği yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesi meşru ve helaldir. Vücudumuz için faydalı olan şeyleri yemek ne kadar mübah ise, bedene zararı dokunan, akıl ve şuurumuza rahatsızlık veren şeyleri yemek ve içmek hem tıbben, hem de dinen tasvip edilmez ve uygun görülmez.
Allah’ın temiz ve hoş bir rızık olarak yarattığı bazı meyve ve sebzeleri oldukları gibi değil de değişik muamelelere tabi tutup vücuda zararlı bir hale getirerek yemek ve kullanmak hem o nimete karşı bir hürmetsizlik hem de bize emanet edilen vücut fabrikasına bir eziyettir.
İşte, tatlı ve hoş bir nimet olan üzümü, Allah'ın kudret hazinesinin ballı ve lezzetli bir nimeti bilip yemek ne kadar güzeldir. Buna karşılık, onu değişik muamelelere tabi tutarak aklı ve beyni uyuşturan bir içki hâline getirip içmek ise çirkin ve kerih bir davranıştır. Üzüm gibi daha birçok maddeler sarhoş edici bir hale getirilerek içilmektedir.
Ne isimle olursa olsun, sarhoşluk veren ve kişinin aklını uyuşturan maddeler tıbben zararlı görülmüş, dinimizce de haram kılınmıştır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde, “Ümmetimden bazı kimseler içkiye başka başka isim takarak onu içecekler.”1 buyurarak “isimlerin değişmesiyle hakikatin değişmeyeceği” gerçeğine işaret etmişlerdir. Diğer bir hadislerinde ise, sarhoşluk veren şeyin azının da, çoğunun da haram olduğunu şöyle beyan buyururlar:
“Sarhoşluk veren herşey haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”2
Bugün değişik isimler altında sarhoşluk verici pek çok maddeler kullanılmaktadır. Yukarıda verilen ölçülere göre, sarhoşluk veren her içeceğin azı da, çoğu da haramdır. Sirke ve şıra gibi bazı maddeler ise, içinde alkol bulunmadığı için helaldir.
Bozaya gelince: Bilindiği gibi, boza, darı hamurundan yapılan ekşimsi bir içecektir. Tatlılaştırılarak içilmektedir. Bu şekilde yapılan bozanın içine sarhoşluk verici bir şey karıştırılmadığı müddetçe içilmesi haram değildir, helaldir. Bu haliyle meyve suyu gibi meşrubat sınıfına girmektedir.
Ancak fazla ekşitilir ve kabartılırsa, sarhoşluk verici bir hale geldiği için içilmesi caiz değildir. Buna dikkat edilmelidir.
Son olarak boza hakkında dört yüz sene önce Kanunî Sultan Süleyman’ın kudretli şeyhülislâmı Ebussuud Efendinin verdiği şu fetvayı zikretmek isteriz:
“Sâfî darıdan tatlı bozanın içinde sekir (sarhoşluk) verir nesne katılmayıp, mücerret (sadece) teskin-i hararet (harareti dindirmek) ve mizaca takviye için istimal olunsa helâl olur mu?
El-cevap: Asla iskar şaibesi (sarhoşluk verici şüphe) olmayacak, şürbünde hürmet yoktur (içilmesi haram değildir).”3
Dipnotlar:
1. İbni Mâce, Eşribe: 8.
2. a.g.e., 10.
3. Ebussuud Efendi Fetvaları, s. 148.
63
Dinimizde göğüsleri kremle veya estetik ameliyatla küçültmek günah mı? Doğumdan sonra başka şekle dönüştükleri için, düzeltme yapmak günah mı?
“Bugün estetik veya güzelleştirme ameliyatı” olarak bilinen operasyonlarla vücut üzerinde yapılan değiştirmeler daha çok burun, çene, göğüs ve yüzü hedef alır. Bu, ruh ve ahlâk güzelliğinden ziyade, şekil ve görünüşe önem veren maddeci anlayışın teşvik ettiği bir musibettir.
Esas olarak, akl-ı selîm sahibi bir insan Allah’ın kendisine ihsan ettiği vücut elbisesine razı olur. Çünkü organların yerli yerinde yaratılmış olması, en uygun bir şekilde vücuda yerleştirilmesi insanın şükretmesine kâfidir. İnsan hiçbir emek harcamadan, hiçbir masraf yapmadan kendisinde mevcut olan güzellik ve özelliklerle yetinmeli, yaratılışı değiştirecek şekilde daha da “cazipleştirme” düşüncesiyle vücudunu sun’î bir biçime sokmaya yeltenmemelidir.
Meseleye dinî açıdan bakıldığında üç husus karşımıza çıkmaktadır:
Birincisi, bu işlem şeytânî bir vesveseden kaynaklanmaktadır. Nitekim Şeytan Hz. Âdem (as)’e secde etmeyip Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılınca şöyle demeye başladı:
“Onlara muhakkak emredeceğim de allah’ın yarattıklarını değiştirecekler... Kim Allah’ı bırakarak Şeytanı dost edinirse, şüphesiz, açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüş demektir.”1
İslâmdan önceki Araplar Şeytanın bu vesvesesine kulak vererek, ciltlerini maviye boyarlar, putları adına çocuklarının başında bir miktar saç bırakırlardı.
Peygamber Efendimiz (asm) de birtakım işlemlerde vücutta değişikliklere yönelik hareketleri tasvip etmemiştir. Buharî ve Müslim’de rivayet edilen hadislerde, güzellik için vücuda dövme yapanın, yaptıranın, dişlerini yontarak inceltip seyrekleştirenlerin, kaşının kıllarını yolarak inceltenlerin, peruk takanların, Allah’ın yarattığını değiştirenlerin İlâhî rahmetten uzak oldukları haber verilmektedir.2
Gerek bu işlemleri yapan ve yaptıranlar, gerekse bugünkü şekliyle yüz ve diğer organlarda estetik ameliyata başvuranlar, Allah tarafından kendilerine verilen şekil ve güzelliği kabul etmeyerek kadere itiraz etmekte ve ilâhî sanatı beğenmemektedir. İşte hiçbir mazeret ve ciddî-sıhhî bir sebep yokken, sırf güzellik düşüncesiyle estetik ameliyatı yaptırmak meşru görülmemektedir.
Meşru görülmemesine sebep olan ikinci husus, bedene eziyet verip, azap ve ıztıraba sokmaktır. Eskiden olduğu gibi dövme yaptıranlar, dişlerini inceltip seyrekleştirenler; şimdilerde de estetik ameliyat yaptıranlar vücutlarını eziyet ve tehlikeye sokmakta, Allah tarafından kendilerine emanet olarak verilen bedene eziyet etmektedir. Ameliyatta bıçağın altına yatan, narkoz verilerek uyuşturulan insan büyük ölçüde tehlikeyle yüz yüze gelmektedir. Halbuki Cenab-ı Hak “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın”3 buyurarak bu nevi işleri yasaklamaktadır.
Üçüncü husus da, bu ameliyat çok pahalıya yapıldığından büyük bir israfa yol açmasıdır. Üstelik bu israf hakikat ve öz için değil, görünüş ve şekil için yapılmıştır. Bugün birçok insan müzmin hastalıklardan kurtulmak için para temin edip ameliyat olamazken, sırf vücudu güzelleştirmek için estetik ameliyat olanlar milyonlarca para dökmektedir. İsraf da haramdır. Bununla birlikte aşırı masrafa girmeden krem kullanarak tedavi olmak caiz denilebilir.
Ancak meşru ve mâkul bir mazeret varsa mesele farklılık arz eder. Meselâ doğuma dayalı olarak “tavşan dudak” denilen yarık dudaklı doğanlar veya benzeri bedenî bir kusuru olanlar istisna grubuna girmektedir. Yangın, trafik kazası veya benzeri bir kaza sonunda bedeninde bir kusur olanlar da aynı şekilde mütalâa edilmektedir. Yani böyle bir kusuru olan kimse, toplum içinde psikolojik bir sıkıntı çekiyor, aşağılık duygusuna kapılıyor, şahsiyeti rencide oluyor; bu hali kendisini hakir ve çirkin gösteriyorsa; böyle bir ârızanın giderilmesi bir çeşit tedavi mahiyetini taşır.4 Dolayısıyla bu ameliyatta bir mahzur yoktur. Çünkü Allah dinde bizim için bir zorluk kılmamıştır.
Yukarıda mealini verdiğimiz hadisteki “güzellik için” kaydı meseleye açıklık getirmektedir. Yani estetik ameliyat ve vücuttaki değişiklikler önemli bir kusur ve arızayı gidermek niyeti ile değil de, güzelleşme kasdıyla yapılırsa haram olur; bir zararı ve çirkinliği gidermek niyetiyle normal hale getirmek için yapılırsa caiz olur.
Dipnotlar:
1. Nisâ Sûresi, 119.
2. Müslim, Libas: 119-120; Buhârî, Libas: 82, 85.
3. Bukara Sûresi, 195.
4. Umdetü’l-Karî, 22: 63; el-Kardâvî, İslâmda Helâl ve Haram, s. 103.
(Mehmed Paksu, Helal – Haram)
64
Sümük, balgam, tırnak ve tırnak eti yemek haram mıdır?
Ağza gelen sümük ve balgamı yutmak haram değildir. Fakat hoş olmayan bir davranıştır.
Tırnak veya tırnak eti yemek ise, özellikle Hanefî Mezhebi'ne göre haramdır.
Çünkü kişi hayatını kurtarmak uğruna da olsa kendi bedeninden bir şeyler koparıp yemesi caiz değildir.
65
Bira mayası kullanmak câiz mi?
Bira mayası diye bilinen şeyi, helâl yiyecek ve içeceklerde kullanmak câizdir, haram değildir. Zira bu maya bulunduğu durumda, haram olacak nitelikte değildir. Bulunduğu hâlden başka hâllere geçirildiğinde haram hâle gelmektedir. Bu bakımdan bira mayasını, mayalama ve diğer yerlerde kullanmak haram olmaz, câizdir.
Ancak, biranın kendisiyle ve alkollü içkilerle hamur mayalamak, yahut helâl şeylerin içine katmak suretiyle kullanmak câiz değildir. Bunlar haram oldukları için, karıştıkları şeyleri de haram hâle sokarlar.
66
İnternetten film ve müzik indirmek haram mıdır?
Ticaret kastı olmaksızın bir tane kopyalamak dinen haram değildir.
Sorunuzun cevabı için tıklayınız:
- CD kopyalayıp kullanmak internetten ilahi, proğram indirmek caiz midir?
67
Rüşvet vermek ne zaman câiz olur?
Rüşvet, tek kelime ile haramdır. Allah rüşvet verene de alana da lânet etmiştir.
Rüşvetçilikle işini yoluna koymayı âdet edinen insan, makbul insan değildir. Haramla geçinmeyi esas alan kimse sayılır. Haramı esas kabul eden kimse ise ne Allah indinde ne de kullar indinde makbul olur.
Bir hadîste Peygamberimiz şöyşe buyurmuştur:
"Rüşveti alan da veren de cehennemdedir."(İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir Ve Tercemesi İzahlı 2000 Hadis, Aydın Yayınevi: 2/46)
Bu bakımdan rüşvete hiçbir zaman meşrû denemez, alan da veren de mazur sayılmaz. Ancak şu iki hususta rüşveti vermek zorunda kalan kimse inşaallah mesul olmaz:
1. Haksız yere hapse girme durumu söz konusu olunca, vereceği rüşvetle mâruz kalacağı haksızlıktan kurtulmayı niyet eden kimse.
2. Başkasının hakkını kendine çevirmek için değil de kendinin verilmeyen hakkını almak için rüşvet vermek zorunda kalan kimse.
Bu iki durumda da kendi öz hakkını almak söz konusudur. Başkasının hakkını kendine çevirmek gibi bir haksızlık söz konusu değildir. (İbn-i Âbidin'de bu hususta bilgi vardır.)
68
Müslüman olduğu halde intihar eden kişinin dinen durumu nedir?
İnsanın kendi canına kıyması, şu veya bu sebepten dolayı intihar etmesi ne aklen, ne dinen hiçbir şekilde meşru karşılanmaz, caiz görülmez. Çünkü, böyle bir teşebbüste bulunan kişi, her şeyden önce Allah tarafından kendisine emanet edilen hayat nimetine tecavüz etmiş, büyük bir vebal altına girmiş olur.
Ayrıca böyle bir insan Müslümanların gözünde iyi olarak anılmaz, hakkında iyi düşünülmez. Büyük bir günaha girdiği için âhirette de Cehennem azabını hak eder.1 Bununla beraber Cenab-ı Hak dilerse bu kulunu affedebilir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) pekçok hadis-i şeriflerinde kendi canına kıyan kimselerin büyük bir günaha girdiklerini, Cehennem azabına uğrayacaklarını bildirmiştir. Zaten toplumda gördüğümüz kadarıyla böyle bir duruma düşen kimse, genellikle dini ve mânevi yönden zayıf olanlardır.
İntihar etmek her ne kadar büyük bir günah ise de; intihar eden küfre girmez, kâfir olmaz. Çünkü, ancak iman esaslarından birisini inkâr etmiş olması kişiyi imansız eder. Bunun için, diğer Müslümanlar gibi cenaze namazı kılınır. Başta İmam-ı Âzam ve İmam-ı Muhammed olmak üzere İslâm âlimlerinin ekserisinin görüşü bu şekildedir. İster kazâen, yani elinde olmadan olsun, isterse kasdi olarak olsun cenaze namazı kılınır.
Ancak İmam Ebû Yusuf, "Hata veya şiddetli bir ağrıdan kurtulmak maksadıyla olmadıkça kendi canına kıyan kimsenin üzerine cenaze namazı kılınmaz." demektedir. Fakat, cumhur-u ulemânın görüşü, intihar eden kimsenin namazının kılınacağı şeklindedir.2
Kaynaklar:
1. Müslim, İman: 175.
2. el-Feteva'l-Hindiyye, I/163.
69
Banyo yapılan yere küçük abdest bozmak caiz midir? Banyoya girmeden önce abdesti bozuyorum , fakat bazen banyo başında ya da esnasında küçük su dökmem gerekiyor...
Banyo yapılan yere küçük abdest bozmak haram değildir; bundan dolayı bir günah olmaz. Ancak bu durum banyo adabına uygun düşmez. Peygamberimiz bu hususta da önemle durur.
"Sizden biriniz banyo yaptığı yere idrar etmesin. Sonra bu idrar ettiği yerden abdest almasın. Vesvesenin çoğu bundan ileri gelir." (Tirmizî, tahâre 17; Nesâî, tahâre 6)
buyurmuşlardır. Bu hadis, tavsiye hükmünde olup, haram kılmak anlamında değildir. Haram kılınmamış olsa dahi bu gibi tavsiyelere uymaya çalışmak gerekir.
70
Kadınların erkeklere bakması da göz zinasına girer mi?
İnsanın kendisine yabancı olan kadınla, kadının da kendisine yabancı olan erkekle münasebeti sınırlıdır; belli ölçülere tâbidir. Rabbimiz mü'min erkek ve kadınlara şöyle buyurur:
"Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar..."(Nur, 24/30-31)
Bu âyetlerde açık bir şekilde, mü'min erkeklerin kendilerine yabancı olan nâmahrem kadınlara, kendilerine nikâhları düşen hanımlara; kadınların da kendilerine yabancı olan erkeklere bakmamaları bildirilmektedir.
Kendisini haramdan muhafazaya çalışan Müslümanın durumunu da Peygamber Efendimiz (asm) şöyle anlatmaktadır:
"Bir kadının güzelliği bir Müslümanın gözüne çarpar da ondan gözünü çevirirse, Cenab-ı Hak o Müslümana lezzetini kalbinde duyacağı bir ibadet bahşeder." (Müsned, 5/264)
Bilindiği gibi erkeğin erkeğe ve yabancı kadınlara avret sayılan, göstermesi haram olan yerleri müçtehidlerin ekserisinin görüşüne göre diz ile göbek arasıdır. Kadının da kendi mahremleri dışındaki erkeklere karşı avret sayılan, caiz olmayan yerleri el ve yüzün dışında kalan vücudunun tamamıdır.
Buna göre kadının, bir erkeğin vücudunun, göbekle dizi arası dışında kalan yerlerine şehvetsiz olarak ve tekrar edilmeden bakması caizdir. Erkeğin de, kadının el ve yüzüne şehvet hissi olmadığı takdirde bakması helâldir. Ancak cinsî bir zevk duyarak erkeğin veya kadının birbirlerinen bu kısımlarına bakmaları yasak sınırına girer.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Gözler Nasıl Korunur?
- Harama bakmaktan nasıl korunuruz, ibadetlerimden zevk alamıyorum ne yapmam gerekir?
71
Ahzab suresi 50. ayette akraba evliliğinin yasaklandığı doğru mudur?
İlgili ayette böyle bir yasak olmadığı gibi, aksine ayette geçen "amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helal kıldık" ifadesi, amca, hala, dayı ve teyze kızlarıyla evlenmenin caiz olduğunu açıkça gösterir.
Ayrıca, Nisa suresinin 23. ayetinde; evlenilmeleri yasak olanları açıklandıktan sonra, aynı surenin 24. ayetinde bunların dışında kalan akrabalarla evlenmenin helal olduğunu bildirmektedir.
Ayette geçen hitaptan, Hz. Peygamber (asm)'in amca, hala, dayı ve teyze kızlarıyla evlenmesinin farz hükmünde olduğu yönünde bir anlayışın doğru olmadığı sonucu çıkarılması gerekmektedir. Buradaki hitap görünüşte Hz. Peygamber'e özel olmakla beraber, hakikatte bütün ümmetini kapsamaktadır. Hz. Peygamber'e verilen izin geneldir. Ayette belirtilen sınıflardaki kadınlarla evlenme Hz. Peygamber için bir genişliktir. Evlenmesi gerektiği durumlarda akraba kızlarıyla evlenmenin kendisine mubah olduğunun bir işaretidir.
Ahzab suresinin 37. ayetinde; Hz. Peygamber'in halasının kızı Hz. Zeyneb'le evlendiği ve bu evliliğin bizzat Allah tarafından gerçekleştirildiği açık olarak belirtilmektedir.
Akraba evliliğinin, sosyal ve tıbbi bir takim sakıncaları olduğu yönünde Hz. Peygamber'e ait rivayetler muteber hadis kaynaklarında bulunmamaktadır. Aksine, Hz. Peygamber'in akraba evliliği yapma niyetinde olduğu Hz. Ali'den nakledilen rivayetten anlaşılmaktadır. (bk. Müslim, Rada’, 3; Nesai, Nikah, 50)
Aynca Hz. Peygamber halasının kızı Zeyneb binti Cahş'la akraba evliliği yaparak, çocuklarını da akrabasıyla evlendirerek, akraba evliliklerinin dini bir sakıncası olmadığını ortaya koymuştur. Bütün bunlara ilaveten, sahabe ve tabiin de akraba evlilikleri yapmışlardır. Yapılan akraba evliliklerinin zamanın sosyal yaşantısıyla da ilgisi bulunmamaktadır.
Hz. Peygamber (asm)'in ve çocuklarının yaptıkları akraba evliliklerinin herhangi bir hastalığa sebeb olduğu kaynaklarda belirtilmemektedir.
Fıkhi mezheplerde genel olarak, akraba evliliğinin caiz olduğu; ancak evlenilecek kadının yabancı olmasının tercih sebebi olacağı belirtilmektedir.
72
Peygamber Efendimiz'in zaferanla boyanmış elbiseleri giymeyi yasakladığını, hatta yakılmasını istediğini bildiren rivayete göre, sarı renkli elbise giymek günah mıdır?
Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, erkeğin sarı renkli koku sürünmesini yasakladı. (Buhârî, Libâs 33; Müslim, Libâs 77)
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, benim üzerimde sarıya boyanmış iki elbise gördü ve: "Bunu sana annen mi emretti?" buyurdu. Ben: "Onları yıkarım." dedim. "Hatta onları yak." diye emretti. (Müslim, Libâs 28; bk. Nesâî, Zînet 95)
Müslim'in bir başka rivayetinde: "Şüphesiz ki bunlar kâfirlerin giysilerindendir; sen onları giyme." buyurdu. (Müslim, Libâs 27)
Hadislerde geçen zaferan ve safran, sarı renkli koku, makyaj malzemesi veya elbise boyasını ifadede kullanılan kelimeler olduğu için, biz dilimize "sarı renk koku" ve "sarıya boyanmış elbise" diye tercüme etmeyi uygun bulduk.
Peygamber Efendimiz (asm) zamanında bunların kullanımının erkekler arasında da yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Vücuda ve yüze sürülen za'feran hem bir koku hem de makyaj ve güzellik maddesi idi. Nitekim, Peygamber Efendimiz (asm)'in yeni evlenen kimselerin za'feran kullanmasına müsaade etmesi bunu gösterir. Böyle haller dışında kullanılması ise mekruh kabul edilmiştir. Özellikle yaşlıların genç görünmek maksadıyla za'feran ve benzeri makyaj maddeleri kullanmaları dinimizde hoş karşılanmamıştır. Bütün bunlar erkeklerle ilgili olan hükümlerdir.
Kadınların evlerinde, eşlerine daha çekici görünmek maksadıyla bu çeşit güzellik malzemelerini ve cezbedici kokuları kullanmalarında bir sakınca olmadığı gibi, üstelik bunu kullanmaları teşvik edilmiştir.
İslâm âlimleri, sarı renk elbise giymenin erkekler için câiz olup olmayacağı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Sahâbe ve tâbiînin çoğunluğu ile daha sonraki dönemlerde mezhep imamları ve âlimlerin ekseriyeti sarı renk elbise giyilmesini mübah görmüşlerdir. Bir grup ulemâ ise meallerini verdiğimiz hadisler ve sahih kitaplarda benzerleri nakledilen hadisler sebebiyle, sarıya boyanmış elbise giymeyi tenzihen mekruh kabul etmişlerdir.
Şu kadar var ki, sahâbîler, tâbiîn ve sonraki dönemlerde yaşamış olan âlimlerden bir kısmı başka renkleri sarıya tercih etmişlerdir. Hatta bu konuda sarının tonları ve başka renklerle karışım halinde olmasının hükmü de ayrıca tartışılmıştır. Bir kısım ulemâ, sarı renge boyanmış elbiselerin evlerin içinde ve kapalı alanlarda giyilmesinin câiz, toplantı yerleri, çarşı ve sokaklarda giyilmesinin ise mekruh olduğunu benimsemiştir. Meşhur muhaddis Beyhakî, sünnetin uyulmaya ve uygulanmaya daha lâyık olduğunu belirterek, sarı renk elbiseleri tercih etmemek gerektiğini söyler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)'in, Abdullah İbni Amr'a "Sana bunu annen mi emretti?" diye sormasının sebebi, sarı renk elbisenin kadınların giysisi olduğundan dolayıdır. Çünkü kadınların sarı renk elbise giymeleri ve biraz önce işaret ettiğimiz gibi evinin içinde koku sürünüp makyaj yapmaları yasaklanmış değildir. Hatta onların eşlerinin yanında en iyi şekilde süslenmeleri ve daha cazip olmaya özen göstermeleri teşvik edilmiştir.
Abdullah İbni Amr'ın, üzerine giydiği sarı renkli elbiseyi yıkamak suretiyle rengini izale edebileceği teklifine karşılık Efendimiz (asm)'in onun yakılmasını söylemesi, bunun erkekler için uygun bir renk olmadığını göstermek ve başka erkekleri bundan sakındırmak içindir. Ancak az önce de ifade ettiğimiz gibi bu elbiseleri kadınların giymesinde bir sakınca yoktur. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (asm)'in "yak" emri, sarı renkli elbiselerin imhâ edilmesini değil, onların erkekler için uygun bir giysi olmadığını gösterir, denilmiştir.
Nitekim bu rivayetin devamını bazı hadis kitaplarında şu şekilde görmekteyiz: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)'in bu sözü üzerine, Abdullah İbni Amr evine giderek yanmakta olan tandıra üzerindeki elbiseleri atıp yakmıştı. Bir sonraki gün Peygamberimiz (asm)'in yanına geldi ve Efendimiz (asm) ona: "Ey Abdullah elbiselerini ne yaptın?" diye sordu. Abdullah da olup biteni anlattı. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm): Onları aile fertlerinden uygun olanlara giydirseydin ya! Şüphesiz kadınların onları giymesinde bir sakınca yoktur, buyurdular. (Aliyyü'l-Kârî, Mirkât, VIII, 136).
Burada renklerin insan kişiliği üzerindeki etkileri, kadın ve erkeğin ictimâî ve ruhsal yapılarının renklerle ilgisi üzerinde de durulabilir. Belki kılık kıyafetle ilgili hadisleri bu açıdan da tahlil etmek gerekir. O zaman bunların hikmeti daha iyi anlaşılabilir.
Peygamber Efendimiz (asm)'in safranla boyanmış sarı renk elbiseyi kâfirlerin giydiğini belirtmesi, onların giyim kuşam konusunda kadın erkek ayrımına ve dinimizde yasaklanmış olan kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesi anlayışına sahip olmamalarından dolayıdır.
Buna göre:
1. İslâm dini, insanın giyim kuşamına özen göstermesini ve kadın erkek cinsinin kıyafetleriyle de birbirinden farkedilmesini öğütler.
2. Erkeklerin za'feran veya safranla boyanmış katıksız sarı renkli elbiseler giymesi mekruhtur.
3. Müslüman erkekler kadınlara benzemekten, Müslüman erkek ve kadınlar da kâfirlere benzemekten sakınmalıdırlar.
4. Renklerin insan psikolojisi açısından da büyük önemi vardır. (bk. Riyâzü’s-Sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri Tercüme ve Şerhi, Erkam Yayınları, Hadis no: 1802-1803)
73
Köpeği necis kılan sebepler nelerdir?
Allah Resûlü (asm) faydalanma amacı olmaksızın köpek barındırmayı, bilhassa köpeklerin evlerin içine alınmasını yasaklamıştır. Fakat, bunun dışında; koyun, ziraat, koruma, bekçilik veya av köpeği olarak köpeklerden faydalanmaya izin vermiştir. (bk. Buhârî, Hars, 1046-8)
Evin yeri ve konumu itibariyle ihtiyaç duyulduğunda, hırsızlara, arsızlara veya güvensiz kişilere karşı evi koruması ya da caydırıcı bir tedbir olması amacıyla evin terasında veya bahçesinde (mümkünse özel kulübesinde olması daha iyidir) köpek barındırmakta bir sakınca yoktur.
Bu durumda şu hususlara dikkat edilmelidir:
1. Bakımına ve beslenmesine özen gösterilmeli, hayvana eziyet edilmemelidir.
2. Evin içine alınmamalıdır.
3. Aşısı zamanında yaptırılmalı, periyodik aralıklarla sıhhî kontrolden geçirilmelidir.
4. Beslenme kabı kendine özgü olmalı, evin mutfağının kaplarına karıştırılmamalıdır.
5. Köpeğin salyası, idrârı, dışkısı ve diğer sıvılarından sakınmalıdır. Köpeğe ait sıvılar ağır necistir. El ayasından fazla miktarı elbiseye bulaşması hâlinde iyice yıkanmadan namazın sıhhatine mânidir.
Hanefi mezhebine göre, köpeğin kuru vücudunun elbiseye temasında bir sakınca yoktur; namaza da engel değildir. Ancak Şafi mezhebine göre köpeğin değdiği her yer necistir. Yıkanmadan namaz kılınmaz.
Bu şartlara riâyet etmek kaydıyla, köpeklerin keşfedilen muhtelif kabiliyetlerinden veya eğitimle ortaya çıkarılan çeşitli yeteneklerinden faydalanmak mubahtır; bir sakınca yoktur.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebeb olur. Mesela: Kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadakat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlakına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa layık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül ayn addedilmiştir."
"Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı hâlde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün'im-i Hakikî'den bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikî'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünkü hükümler, hadler günahları afveder. Ve beynennas tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir."
"Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Mesela: Kedi seni sever, tazarru' eder, senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün'im-i Hakikî'ye şükran hisleri vardır. Çünkü fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın..."
"Evet, kedinin'mır-mır'ları 'Ya Rahîm! Ya Rahîm! Ya Rahîm'dir." (Mesnevi-i Nuriye, Katre, s.71, Envar Neşriyat)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Köpeğin salyasının değdiği elbise nasıl temizlenir?
74
On dört ayar altın yüzük ve pırlanta takmak, altın kaplama saat kullanmak erkeğe haram mıdır?
1. Erkeğin altını zinet eşyası, ipeğinde giyim eşyası olarak kullanılması haramdır. Peygamber Efendimiz (asm) önce bir altın yüzük takmış, sonra parmağından çıkararak “Artık onu bir daha takmayacağım.” diye buyurmuştur.
Kullanılan yüzükte altın miktarı fazla ise, kullanmak caiz olmaz; altın miktarı diğer madenden az olursa caizdir.
Bununla beraber, her ne kadar hüküm olarak altın miktarı diğer madenden az olanları kullanmak caiz ise de gerçeği bilmeyen bazı kimseler, bunları altından yapılmış zannedebilir, kişi hakkında suizanna neden olabilir veya başkasına kötü örnek olabilir. Bu açıdan caiz bile olsa, altın kaplama veya altın katkılı yüzük, saat gibi eşyaları kullanmamak daha uygun olur.
On dört ayar yüzüğün altın değeri fazla olduğu için erkeklerin kullanması caiz olmaz.
2. Erkek ile kadının cinsleri bir olsa da Cenab-ı Allah onların fıtratlarını ayrı ayrı yaratmıştır. Her kadın fıtratan zinet ve süse meyyaldir; süslenip gösterişe çok önem verir. Altın, tarih boyunca kadının en değerli zinet eşyası olduğu için onun sembolü olmuştur.
Bugün kuyumculara başvurduğun zaman, dükkânlarında kadına ait altından çeşit çeşit zinet eşyasının imal edilip teşhir edildiğini görürsün. Bunun için Peygamber (asm) bir altın parçasını bir eline, bir parça ipeği de diğer eline alarak bunların ümmetinin erkekleri için haram, kadınları için helâl olduklarını beyân buyurdular. Binaenaleyh kadın için altından yüzük, bilezik ve küpe gibi zinet eşyasını imal etmek ve satmakta beis yoktur. Fakat erkek için altından böyle bir zinet eşyasını imal edip satmak haramdır. Günaha girmesi hususunda yardım yapılmış olur.
Elmas ve pırlanta gibi diğer zinet eşyası ise altın kadar kullanışlı ve kadının sembolü olmadıkları için, kadına mubah olduğu gibi erkeğe de mübahdır. İmali ve satışı hususunda hiç bir sakınca yoktur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Altın takı kullanmanın ve ipek elbise giymenin erkeklere haram olmasının sebebi nedir?
75
Esrar, afyon gibi uyuşturucular hakkında dinî hüküm nedir?
Sarhoşluk veren uyuşturucuların tümü haramdır. Ancak esrar, afyon gibileri daha şiddetli haramdır. Zira bunlar içeni sadece sarhoş etmekle kalmıyor, aklî yeteneklerini zedeliyor, ruhî dengesini bozuyor, normal insanlıktan çıkarıp müzmin ve felçli hasta hâline sokuyor. Esrar ve afyonun meydana getirdiği bu feci neticelere bakınca, haramlıklarının şaraptan da ileri derece olduğu, müsaade ve müsamahaya asla lâyık olmadığı kesinlikle anlaşılıyor.
Nitekim bütün mezhepler, bunların alım satımının yasaklığında, elde edilen paranın haramlığında ittifak etmişlerdir.
Ancak, bu maddeler hastaları tedavi kastıyla belirli ve ölçülü miktarda alınıp, bekletilebilir. Bu da uzman ve dindar bir doktorun müsaadesiyle belli olur. Bunları şahıslardan ziyade kurum ve müesseseler alırlar ve tedavi mahallinde muhafaza edip, korurlar...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Uyuşturucu maddelerinin zararları ve belirtileri nelerdir?
- UYUŞTURUCU MADDELER.
76
Bankada çalışmak haram mı?
Bankada çalışmak ve ev, araba veya iş kredisi almak haramdır. Çünkü bankanın işlemleri faizlidir. Faizli kredi almak haram olduğu gibi faiz alıp veren bir kurumda çalışmak da haramdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bankada çalışan kişinin geliri haram mıdır?
77
Döviz alıp satmak gibi para da alınıp satılamaz mı?
Paranın mal olmadığı görüşü isabetli değildir. İslam fıkhında mal “insanın kendisine meylettiği ve ihtiyaç zamanı için biriktirdiği her şey” diye tarif edilir. Para da bu kabildendir. Dolayısıyla paranın da alım satımı caizdir. Ancak paraların kendi cinsleriyle değiştirilmesinde bedellerin eşit miktarda ve peşin olması gerekir. Bedellerden birinin veresiye olması, yapılan işlemi faize dönüştürür.
Hz. Peygamber (asm), para, ölçekle alınıp satılan (keyli) ve tartı ile alınıp satılan (vezni) malların kendi cinsleri ile değişimi halinde eşit miktarda ve peşin olmasını şart koşmuştur. Ama paraların farklı cinslerden olması halinde peşin olmaları şart olsa da eşitlik şart değildir.
Buna göre dolar ve euro gibi yabancı paraların vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması caiz değildir. Paranın ödünç alınıp verilmesinde ise faiz cereyan etmez.
Hz. Peygamber, "veresiye ile veresiyenin mübadelesini yasaklamıştır." (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağir, 6/330. Hadis No:94) buyurmuştur. Bu itibarla, malî mübadelelerde bedellerden en az birinin peşin olması, diğer bedelin de ödeme gününün tespit edilmesi gerekir. Bedellerden her ikisinin de veresiye olması caiz olmaz. Bu hususta ulema icmâ etmiştir (görüş birliğine varmıştır).
İslam'da faizin her çeşidi yasaklanmıştır. Faiz akdinin, şahıslar ya da kuruluşlarla yapılmış olmasının hükme tesiri yoktur. Ayrıca, belirlenen faiz oranının enflasyon oranının altında kalacağı varsayımıyla da faiz akdine girilmez. Ancak alacaklı durumda bulunan bir kişinin alacağı meblağ, faiz sözleşmesi yapmamış olmakla birlikte, enflasyon sebebiyle değer kaybetmişse, tahsil ederken enflasyon farkını borçludan isteyebilir. Çünkü enflasyon, paranın değerinin düşmesine yol açan bir olaydır. Enflasyonist ortamlarda kişinin alacağının reel değerinden bir eksilme söz konusu olduğu için, geçmiş borçlanmalar tahsil edilirken paranın, borçlanma esnasındaki yahut da enflasyona uğradığı andaki alım gücü tahsil edilebilir. Paranın reel değeri, verildiği andaki enflasyona uğramamış değeridir. Bu meblağ, sahibinin gerçek parasıdır.
Normal piyasa değerlerinin çok üstünde olmaması kaydıyla bir mal çeşitli kişilere farklı fiyatlarla satılabilir.
Bir alım-satım akdinde alışveriş kimler arasında olmuşsa akdi onlar yapmış olur. Bir babanın “çocuğumun beğendiği şeyi satın aldım” demesi durumunda akit, baba ile işyeri sahibi arasında akdedilmiş olur.
Akit gerçek kişiler arasında akdedilebileceği gibi, gerçek kişilerle hükmi şahıslar arasında da akdedilebilir.
Herhangi bir akdin dinen geçerli olup olmaması dini kurallara uygun olarak yapılıp yapılmamış olmasına bağlıdır.
Herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir delil bulunmadığı sürece o şey mubahtır. Müslümanın haramlardan olduğu kadar şüpheli şeylerden de kaçınması gerekir.
78
Ergenlik döneminde işlenen hatalar günah olarak yazılır mı?
İnsanların hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırtedebilmeleri bâliğ olduktan sonra mümkün olduğundan, Rabbimiz mahşerde dünya hayatımızın çocukluk devresinden hesap sormamakta, ancak bâliğ olduktan sonraki günlerimizden başlayarak namaz, oruç gibi ibadet mükellefiyetlerimizi suâl etmekte, yaptığımız hatalar amel defterimize yazılmaktadır. Böylece dinî mükellefiyetlerimiz bülûğ çağından sonra başlamış olmaktadır.
Şu kadar var ki, bülûğ zamanı tarih olarak kesin değildir. Erkek on iki, kız dokuz yaşından başlayarak, on beş yaşlarına varıncaya kadar geçen her ay ve günde bülûğa erme hissi teşekkül edebilir.
Oğlanda (erkek) ihtilâm olma, kızda ise ay hâli görme şeklinde kendini gösteren bu beşerî ve cinsî hissin başladığı günden itibaren mükellefiyetlerin her biri ayrı ayrı amel defterine ya "yerine getirdi", ya da "getirmedi" şeklinde yazılır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Günaha Karşı Tevbe
79
Eğlence ne demektir, oyun ve eğlencede dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?
Eğlence denince ilk akla gelenler, neşeli ve hoş vakit geçirmeye, gönül eğlendirmeye yarayan oyun, yarış ve müzik gibi şeyler oluyor. Eğlence meşru ve gayrimeşru olarak tasnife tabi tuttuğumuzda ise, 'meşru eğlence' ile 'fıtrî olarak hem nefsin, hem de kalb ve ruhun zevk aldığı şeyleri; "gayrimeşru eğlence" ile ise Rabbimizin emirlerine aykırı olan ve kalb ve ruhun rağmına sadece nefsin zevk aldığı, yani meşru özelliğini kaybederek haram şekle dönüşen eğlenceleri kasdediyoruz.
Bu tasnifi açıklar mahiyette, Bediüzzaman, eğlence anlamında neşeyi ikiye ayırır. "Birisi nefsanî heveslere (şehevî duygulara) teşvik eder; ikinci neşe ise nefsi susturur, ruhu, kalbi, aklı ve sırrı yüceliklere, asıl yerlerine sevk eder." der.
Sünnete baktığımızda, meşru oyun ve eğlencenin belli başlı üç kısımda anlatıldığını görürüz. Birincisi, bir gayeye, faydaya, ve bir ihtiyaca yönelik eğlencelerdir. İkincisi, örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasim türünden eğlencelerdir. Üçüncüsü de yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesidir.
Birinci kısım olan, bir gayeye mâtuf oyun ve eğlence türüne, sünnetten şu örnekler verilebilir:
- Peygamberimiz (asm) özel olarak yarış için hazırlanan atlar ve yük beygirleri arasında ayrı ayrı yarışlar düzenler ve galip gelenleri ödüllendirirdi.
- Develer arasında yapılan yarışlara zaman zaman Peygamberimiz (asm)'in devesi de katılır ve çok zaman birinci gelirdi.
- Ok atma ve mızrak kullanma müsabakaları, Medine devrinin önemli yarışlarındandı. Bir hadiste bildirildiğine göre, atış müsabakaları ile at yarışları meleklerin de hazır bulunduğu bir eğlence türüdür.
- Koşu ve yarış yapmak ve güreş tutmak gibi eğlenceler bizzat Peygamberimiz (asm)'in özel hayatında da yer alıyordu.
- Yüzme de Peygamberimiz (asm)'in teşvik ettiği bir spor ve eğlence şeklidir.
- Avcılık ve savaşa hazırlanma bakımından atıcılık faydalı eğlencelerdendir. Av köpeği, doğan, ok, mızrak gibi av âletleriyle avlanmak meşru görülmüştür.
Bu hususta daha başka örnekler vermek de mümkündür.
Sünnet dairesinde ve meşru çerçevede örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasimlere örnek olarak ise, şunlar zikredilebilir:
- İslâm öncesi Medineliler Nevruz ve Mihrican günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Hicretten sonra bunların yerini Ramazan ve Kurban bayramları aldı.
- Peygamberimiz (asm) Bayram günü def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hz. Âişe ile birlikte seyretmişti.
Bu hadis-i şerifi canlı bir örnek olması bakımından aynen yer veriyoruz. Hz. Âişe anlatıyor:
Resulullah (sav), benim yanımda iki cariye, Buas (savaşı ile ilgili hamasi) türküler söylerken çıkageldi. Gidip yatağın üzerine (yan üstü uzandı ve yüzünü de (aksi istikamete) çevirdi. Derken (babam) Hz. Ebu Bekir (ra) girdi. Derhal beni azarladı ve:
"Resulullah'ın hane-i saadetlerinde şeytan çalgısı ha!" dedi. Bunun üzerine Resulullah (sav), ona yönelip:
"Bırak onları (söylesinler!)" buyurdu. (Onlar sohbete dalıp, bizden) dikkatlerini çekince, ben cariyelere göz işareti yaptım, kalkıp gittiler."
Hz. Aişe devamla der ki:
"Bir bayram günüydü. Siyahiler, mescidde kılıç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Resulullah (sav)'dan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa o (kendiliğinden) mi,
"Seyretmek ister misin?" buyurdular. Ben:
"Tabii!" dedim. Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu halde durduk.
"Ey Erfideoğulları göreyim sizi (oynayın)!" diyordu. Ben usanınca(ya kadar böyle devam ettik. Usandığımı farkedince):
"Yeter mi?" buyurdular. Ben:
"Evet!" dedim.
"Öyleyse git!" dediler."(Buhârî, İydeyn: 2, 3; Müslim, İydeyn: 19)
Bir sahabe düğününde de benzer bir eğlence şekli yaşanır. Peygamberimiz (asm) bu düğünde hazırdır. Yapılan merasime müsaade eder, hatta kendisi hakkında söylenen bir övgü şekline müdahale ederek düzeltir.
Halid bin Zekvan anlatıyor:
"Rubeyye binti Muavviz bin Afrâ şöyle anlattı:
'Ben evlendiğim zaman Resûlullah (a.s.m.) geldi ve senin şu oturduğun gibi, yatağımın üzerine oturdu. Bizim cariyelerimiz def çalıp Bedir günü şehid olan atalarımız hakkında mersiyeler okumaya başladılar. O anda cariyelerden birisi:
'Bizim aramızda yarın olacakları bilen peygamber var.' mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.):
'Hayır, bunu söylemeyiniz. Yarın olacakları bilen Allah'tır, deyiniz' buyurdu." (İbn Mâce, Nikâh: 21).
Daha sonraki zamanlarda düğünlerde şenlikler ihmal edilmiş olacak ki, İyaz el-Es'arî, "Neden Resûlullah'ın huzurunda oynandığı gibi siz de oyunlar oynamıyorsunuz, şaşıyorum." demişti. (İbn Mâce, İkame:163)
İbn Kuteybe, eğlence isteğinin insanın yaratılışında var olduğunu, yaratılış ve huylara ise karşı gelinemeyeceğini söyler ve delil olarak şu hadisi nakleder:
"Resûlullah, 'Müslümanlar da şakalaşsınlar' diye şaka yapmış, kılıç kalkan oynayanlara, 'Oynayın ey Erfideoğulları! Yahudiler dininizde müsamaha olduğunu anlasınlar.' demiştir." (Müsned, VI/116)
Es'ad bin Zürâre kızını evlendirirken Peygamberimiz (asm), Ensar'ın eğlenceyi sevdiğini düşünerek def çalan ve şarkı söyleyen muganniyelerin (kadın şarkıcıların) gönderilip gönderilmediğini sormuştu.
Ayrıca, sünnette düğünlerde şeker, hurma gibi şeylerin halkın üzerine serpilmesi ve bunun kapışılması şeklinde uygulanan başka bir eğlence türüne de rastlanmaktadır. (Üsdü'l-Gâbe, III/488)
Abdullah bin Abbas, sünnet ettirdiği oğlu için eğlence düzenlemiş ve bunun için ücretle erkek oyuncular tutmuştur. (DİA, Dr. Nebi Bozkurt, "Eğlence" maddesi.)
Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneği Dört Halife döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer (ra)'in, kulağına gelen bir şarkı ve def sesinin evlenme veya sünnet merasimine ait olduğunu öğrenince, bunu yasaklamadığı bilinmektedir. (Abdürrezzak es-San'anî, el-Musannef, 11:5)
Düğünlerde eğlenme hususunda Efendimiz (asm)'in verdiği ruhsatı ve müsamahayı kullanma konusunda tereddüt göstermeyen bazı sahabilerin, özellikle Bedir ashabından iki zâtın uygulaması, bu meselenin -tabir caizse- son hududunu çiziyor.
Âmir bin Sa'd anlatıyor:
"Bir düğün sırasında Karaza b. Ka'b ve Ebu Mes'ud el-Ensârî'nin yanına vardım. Bir kısım cariyeler şarkı söylüyorlardı. Dayanamayıp:
'Sizler Resûlullah'ın Bedir ashabından olun da yanınızda şu işler yapılsın, olacak şey değil.' dedim.
Bunun üzerine, onlar:
'Dilersen bizimle dinle, dilersen git. Bize düğünde eğlenme ruhsatı verildi.' dediler." (Nesâi, Nikâh: 80)
Sünnette eğlencenin üçüncü şekli ise, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesi şeklidir.
Meselâ, Peygamberimiz (asm) seferlerde günlerce süren yorucu yolculuklarda, monotonluktan kaynaklanan sıkıntıyı gidermek için gençler arasında yarışlar düzenlemiş, böylece kafileye bir rahatlık ve ferahlık temin etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, III/311)
Efendimiz (asm)'in dizi dibinde yetişen hadis deryası Ebu'd-Derdâ ise şöyle demiştir:
"Hak şeylerin talebinde daha şevkli, daha gayretli olabilmek için kalbimi hak olmayan şeyle dinlendiriyorum." (Canan, Kütübü Sitte Muhtasarı, Trc., 1/514.)
Takvasıyla meşhur Hz. Ebû Dücâne de meşru dairede keyifli bir eğlence ile meşgul olduğu bir sırada, birisinin kendisini bir açıdan boş sayılan mâlâyâni şeylerle meşgul olduğunu hatırlatması üzerine, "Maâliyata (yüce duygulara) gitmek için ruhumu mâlâyâniyatla dinlendiriyorum." tarzında cevap vermiştir.
İmam Gazalî İhyâ'da bu konuya dair önemli açıklamalar getirirken, oyun ve eğlencenin kalbi rahatlatacağını, ağırlık ve sıkıntıyı gidereceğini belirterek şöyle der:
"Gönül ağırlaştığı zaman körleşir ve tembelleşir. Gönlü yatıştırmak ve huzura kavuşturmak ise onu yeniden harekete geçirir. Meselâ haftanın her günü devamlı ders okumak insanı yorar ve bıktırır; fakat cuma günü yapacağı bir tatil ona yeniden şevk verir. Devamlı ibadet de kişiyi tembelleştirir; bu durumda dinlenme insanın neşe ve azmini artırır. Bu sebeple oyun ve eğlence ciddi çalışmaya da yardımcı olur. Devamlı bir şekilde hep ciddiyet üzere olmaya ve acı gerçeklere ancak peygamberler dayanabilir."
Gazalî, eğlenceyi yorgunluk ve tembellik hastalığına karşı kalbin devası olarak görürken, şöyle der:
"Ne var ki bütün şakalar, oyun ve eğlenceler ölçülü ve mubah olmalı, ifrata kaçmamalıdır. Hastalıkları tedavi eden ilaçların fazlası zararlı olduğu gibi, oyun ve eğlencelerin fazlası da zararlıdır. Ölçüye uyularak yapılan eğlenceler, asıl ibadetlerin ifası için bedene dinçlik, ruha şevk kazandıracağından nafile ibadettir." (İhyâ Trc., II/710).
Günümüz şartlarını iyi bilen ve gözlemleyen, özellikle iletişim teknolojisinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yüzyılın ilk yarılarında, radyo aracılığıyla eğlence türlerinin etkisiyle insanların bu cazibeye kapıldığını gören Bediüzzaman, geniş kitleleri rahatlatan bir açıklama getirir (Mana olarak):
"İnsanlık hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli heveslere de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa, hava unsurunun (radyo dalgalarının) yaratılış hikmetine ve sırrına aykırı düşer. Ayrıca beşerin tembelleşmesine, sefahete düşmesine ve önemli görevlerin eksik bırakılmasına sebep olarak insanlık için, büyük bir nimet olması gerekirken büyük bir azap olur, insana lâzım olan çalışma şevkini kırar." (RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1837)
Bir başka mektubunda, Bediüzzaman meşru dairede eğlence için 'beşte bir' ölçüsünü getirerek; insanlığın faydasına kullanılması gereken bazı iletişim vasıtalarının onda ikisinin meşru dairede eğlenceye tahsis edilmesi gerekirken, onda sekizinin keyif, oyun, eğlence yolunda kullanıldığı için, insanları tembelliğe ittiğinden söz eder. (bk. age., s.1851)
Bediüzzaman'ın sözünü ettiği "keyifli hevesler", meşru ve mübah anlamdaki eğlence türleridir. Bu ifadeleri maksadını aşacak bir biçimde anlayıp harama sürükleyen eğlencelere kapı açmak ise, bir yanlış değerlendirmeden başka bir şey olmasa gerektir. Çünkü, yine Bediüzzaman'a göre "Meşru daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur." İstifade edilecek eğlencelerin de helâl, meşru ve mubah çerçevede kalması gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Spor yapmak caiz midir; güreş ve ok atmaktan başka, hangi spor dalları sünnettir?
80
Kötülük yapmayı düşünmek mesuliyet gerektirir mi?
Cenab-ı Hakk'ın insanlar üzerindeki rahmet tecellileri çeşitlidir. İster iyilik, ister kötülük olsun insanların yaptıklarına rahmeti ile karşılık verir. Kur’an-ı Kerim'de bir kimsenin iyilik yapmasına on kat sevap verileceği, kötülük yapmasına da misli kadar günah yazılacağının beyan buyurulması, bu sonsuz rahmetin bir tecellisidir.
Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadis-i şerifte bu hususu açıklamaktadır. “Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti.” buyurduktan sonra şöyle devam etmektedir:
“Bir kimse bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi katında o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar.”(1)
Hadis-i şerifin izahında Allah’ın rahmetine, fazlına dikkati çeken Sahih-i Buhari Şarihi Aynî, “azm”le “niyet” etmek arasındaki farka da temas etmektedir. Bir kimse kötülük yapmayı niyet eder de yapmazsa mes’ul olmadığı gibi Cenab-ı Hakk'ın fazlından bir sevap kazanır. Fakat azmetmek ayrıdır. Azm, bir kötülüğü yapmak hususunda kendi iç aleminde kalben ve fikren karar vermektir. İnsanın kötülük yapmaya karar vermesi bazı alimlere göre mes’uliyet gerektirir.(2)
Aynı şekilde iyiliğe niyet etmek sevabı kazandırdığı gibi, azmetmek de daha fazla sevabı kazandırır. Demek burada ister azm, ister niyet olsun, hep iyiden ve güzelden yana olmak her zaman menfaatimizedir.
İnsan, hayaline gelen kötü şeylerden mesul değildir. İnsan kötü hayalleri âdet hâline getirmemeli, kendi arzu ve isteğiyle o hayallere girmemelidir. Birisini dövmeyi düşünmek, bir gayri meşru fiili yapmayı düşünmek de bu kısma girer. Sorumluluk gerektirmez. Ancak kardeşlik ve sevgi gibi güzel düşüncelerimize zarar verebilir.
İnsan manevi ve hayırlı şeylerde karar vermese de yine sevaba mazhar olur. Çünkü güzel ve hayırlı şeyler nurludur. Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla, insanın onları kendi aleminden geçirmesi dahi sevaba ve hayra vesile olur. Bir hadis-i şerifte "mü’minin niyeti amelinden hayırlı olduğunu" işaret edilmesi bu hakikatı ifade etmektedir.(3) Çünkü Cenab-ı Hakk'ın insanın ibadetine ve iyiliklerine ihtiyacı yoktur. İnsanın halis niyetini ibadet etmiş gibi kabul eder.
Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadis-i şerifte bu hususu şöyle beyan eder:
“Geceleyin kalkıp nafile namaz kılmak niyeti ile yatağına giren ve sabah namazı zamanına kadar uyuya kalan kimse için, niyet ettiği namazın sevabı yazılır ve onun uykusu, Rabbi tarafından kendisine verilen bağış olur.”(4)
Aslında bu ilahi fazl ve rahmet mü’minleri daima şevk ve gayrete getirmelidir. Bütün hayatı ibadet hâline getirebilecek bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir.
Bediüzzaman niyet hakkında şu mühim açıklamayı yapmaktadır.
“Niyet öyle bir hasiyete maliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir [ilaç] ve bir mayadır. Ve keza niyet ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur."(5)
O hâlde mü’minler hayal ve niyet gibi bütün duygularını, ebedi hayatın kazanmasına faydası olacak şeylerde harcamalıdırlar. Hayal gibi güzel bir duyguyu basit ve adi şeylerde değil de ulvi ve manevi şeylerde harcamak en uygunudur.
Dipnotlar:
1) Buhari, Rikak:31,
2) Umdetu'l-Kari, 23:80,
3) Keşfu'l-Hafâ, 2:324,
4) İbni Mace, İkame: 177,
5) Mesnevi-i Nuriye, s65
(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)
81
Evde balık ve muhabbet kuşu beslemek günah mıdır?
Evet, akvaryumda balık beslemek caizdir...
Halife Hazret-i Osman (ra) zamanında Medine’de güvercin merakı alıp yürüdüğünden bahsedilince, durumu tahkik ettiren Hazret-i Osman (ra), derhal yasak koymuş, güvercinle uğraşmayı faydasız işle faydalı zamanı imha etmek olarak izah ederek zaman israfçılarını cezalandırmıştır.
Sorunuzun cevabı için tıklayınız:
- Akvaryumda balık beslemek caiz midir?
- Evde muhabbet kuşu beslemek caiz midir?
82
Recm cezasının hikmeti nedir?
Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister.
İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.
Şunu çok net olarak belirtelim ki, İslam’da recm gibi hükümler caydırıcı ağır bir ceza müeyyidesidir. İnsanlık camiasında ve bütün semavî dinlerin ortak amaçlarından biri, neslin devamını sağlamaktır. Zina, nesilleri -değişik hukukî ve insanî kriterler bakımından- dejenere eden, karıştıran en alçak bir gayr-ı meşru yoldur. Bu fuhuş, ağır bir suç olduğu kadar, serkeş nefisler için çekici bir suç işleme mekanizmasıdır. İslam gibi evrensel bir dinden, böyle alçak bir suçun önlenmesi için caydırıcı bir önlem almamasını bekleyemeyiz. Suçluya ceza vermek merhamet ve sevgiye zıt olmadığı gibi adaletin de gereğidir.
Kur'ân, mu'cizevî tarzla, "Zinâ yapmayın!" emri yerine, "Zinâya yaklaşmayın!" ibaresini kullanarak, değil o kötülük kapısından içeri girmeyi, kapıya yaklaşmayı bile menediyor. Çünkü "Zinaya yaklaşmayın" ifadesi, "Zinâ yapmayın!" şeklinden daha belîğ, daha açıktır. İnsana, bir şeye "yaklaşma" demek, bir şeyi "yapma" demekten daha te'sirli, daha etkilidir ve "Zinâya yaklaşmayın" deyişi, zinânın başlangıcı olabilecek dokunma, öpme, bakma, göz kırpma gibi insanı zinâya götürecek şeylerden alıkoymayı ifade eder. Sebeplerine müracaat da, zinâyı te'yid eder. Zinâysa, çok kötü bir fiil ve büyük bir günahtır. Ayrıca zinâ, gelip geçici bir hevesin perdesini açması, neseplerin karışması, haramlara gidilmesi, başkasının hukukuna tecavüz, aileyi yıkmak suretiyle cemiyet direklerinin yıkılması, anarşinin yayılması, ıztırap kapısının açılması, ahlâksız hastalıkların yayılması sebebiyle de kötü bir yoldur.
Şeyhü'l-İslâm Alûsî de çocuklar için ölüm olması itibariyle demiştir ki: "Zinâ, nesepleri daraltır, kısırlaştırır. Zirâ, nesebi sabit olmayan ölü hükmündedir.(Âlûsî, Ruhu'l-Meânî, Daru'l-Fikr, 8/67.) Ölülerin ise, İslâm hukukuna müteallik bahislerde ne kadar girişim, faaliyet ve aktiflikleri olabilir ki?"
Zinâya açık bütün fiiller yasaklandıktan sonra, İslâm hukuku zinâ cürmünü, âmme menfaatine, şahsiyetine tecavüz kabul ederek ona göre cezalandırır ve işlenmemesi için cezaî müeyyidelerini ağırlaştırır. Hakîkaten de zinâ cürmü, aile nizâmını kökünden sarsar ve tehdit eder. Aile ise cemiyetin temelidir. Eğer böyle bir cürüm serbest hale gelirse fuhuş son derece yayılır, bu durum ailenin çöküşüne, cemiyetin bozulmasına, nesillerin yozlaşmasına yol açar. Halbuki İslâm hukuku, cemiyetin bekâsını her şeyin üstünde tutar ve buna son derece önem verir.
Binâenaleyh İslâm hukuku zinâyı, korkulu neticelerinden sakındırmak ve cemiyeti korumak için en ağır şekilde cezalandırmış ve zinânın her nev'ini yasaklamıştır. Hatta evli kişilerin zinâsı halinde onun yaşamasını hiç de uygun bulmamış, onu en kötü bir örnek saymıştır.
Fakihler, zinâ eden bekâr-hür kimseye, ister erkek olsun, ister kadın olsun, yüz sopa vurulacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. Zira Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur;
"Zinâ eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değnek vurun. Allah ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda o ikisine acımayınız. Onların ceza görmesine, inananlardan da bir topluluk şâhid olsun." (Nûr, 24/2)
Çeşitli deliller getirerek ister erkek, ister kadın olsun, evli olanın da zinâ ettiği zaman recm edileceğine dair fakihler ittifak etmişlerdir.
Recmin de dahil olduğu had cezası ise iki şeyle sabit olur: İkrar (zinâ edenin söyleyip kabul etmesi) ve şahitler (4 erkek). Ceza verilmesinin şartları da şunlardır:
1. Akıllı olmak,
2. Büluğa ermiş olmak,
3. İhtiyar (seçme),
4. Haram olduğunu bilmektir.
Görülüyor ki, İslâm, bu kötü yolun her bir merhalesinde insanın karşısına çıkıyor, bu çirkin fiilden onları uzaklaştırmaya çalışarak, meşru bir atmosferde ve iffet sınırları içinde yaşamalarını tavsiye ediyor.
Yine de, sistem ne kadar güçlü, getirdiği kanunlar ne derece muhkem olursa olsun, fert o sistem ve kanunları kabul edecek vicdan duruluğuna ulaştırılmamışsa, çok fazla bir şey halledilmiş sayılmaz. Onun için düsturların çok sağlam ve muhkem olması yanında, fertler de bu düsturları yerine getirecek seviyede yetiştirilmeli ve vicdanları da dupduru hale getirilmelidir ki, teklif ve tavsiyeler havada kalmasın. Kur'ân birçok ayetiyle insanı, "Nerede, ne zaman ve ne yaparsan yap, mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesi altındasın" noktasına çekerek bütün davranışlarını böyle bir atmosfer altında plânlamaya ve yaşamaya şartlandırır.
(Enes Kocabaş)
83
İslam'a göre iddia haram ise, Hz. Ebubekir Rum Suresi gelince, Bizanslılar ile İranlıların arasında geçen savaş için neden iddiaya girmiştir?
İslam’da emir ve yasaklarla ilgili hükümler, değişik zamanlarda söz konusu olmuştur. Daha ortaya konmamış bir emrin yerine getirilmesi düşünülmediği gibi, bir yasaktan da kaçınılması söz konusu değildir.
Örneğin, beş vakti namaz, oruç, zekât farz olmadan önce Müslümanlar bu hükümleri yerine getirmiyorlardı, yerine getirmeleri de zaten mümkün değildi.
Yine, içki, faiz yasakları gelmeden de bunlardan sakınmıyorlardı, çünkü ortada bir hüküm yoktu.
İşte bahse/iddiaya girme konusu da Medine’de yasaklanmış bir hükümdür. Hz. Ebu Bekir hicretten yaklaşık beş-altı yıl önce bu bahse / iddiaya girmiştir ki, o zaman bu iş daha yasaklanmamıştı.
Kur’ân'da (bk. Rum, 30/2-4), Rumlar ile İranlılar arasında geçen savaşta, son gülenin kitap ehli Rumlar olacağı geçiyordu. Hatta, âyette geçen “Bid’-i sinînde” (üç ya da dokuz yıl içinde) ifadesine güvenerek, Hz. Ebu Bekir, Kureyş müşriklerinden biriyle yüz devesine iddiaya girmiş ve kazanmıştı. (Hamdi Yazır, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri)
Ayette geçen "Ednâ'l-arz" deyimi hem "yakın bir yerde," hem de "arzın en aşağısında" anlamına gelmektedir ki, anlatılan olay için her iki anlam da geçerlidir. Şam ve Kudüs'ün İranlılara geçmesiyle sonuçlanan savaşın cereyan ettiği Lût Gölü bölgesi Araplara yakın bir yer olduğu gibi, karaların en alçak noktasını teşkil etmekte ve deniz seviyesinin 395 metre aşağısına isabet etmektedir.
Yine ayette geçen "Bid'a sinîn" deyiminin üç ile dokuz yıl arasında bir zaman dilimini ifade ettiği, bu âyetlerin henüz indiği zamanda, Peygamberimiz (asm) tarafından bildirilmiştir. (Tirmizî, Tefsir 30:1) Bizans'ın dağılmasına kesin gözüyle bakıldığı bir zamanda, bu âyetlerin inişinden sekiz veya dokuz yıl sonra, tekrar toparlanan Bizanslılar İran'a tam bir üstünlük sağladıkları gibi, Bedir Savaşı'nda da Müslümanlar müşrikleri bozguna uğrattılar.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İddaa, at yarışı, toto, loto, piyango gibi oyunların dinimizdeki yeri nedir?
84
Kurbağa bacağı yemek dinimizce haram mı?
85
Müslüman olmayanların birbirleriyle veya Müslüman bir kimsenin, Müslüman olmayan biriyle zina etmesinin cezası nedir?
İslam hukukuna göre, evli bir Müslüman erkeğin, Müslüman veya gayri müslim bir kadınla cinsel ilişkiye girmesi, zina suçudur. Kişi, zina etmesi durumunda recm cezasına çarptırılacaktır.
Evli bir Müslüman kadın da Müslüman veya gayri müslim bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi durumunda zina suçu işlemiş olur ve recm cezasına çarptırılır.
Şayet zina suçu işleyen erkek veya kadın bekar ise, yüz değnek cezasına çarptırılır.
Malikî mezhebine göre, gayri müslim bir erkek, Müslüman bir kadınla birlikte olması durumunda, eğer kadını zorlamışsa, erkek öldürülür; eğer karşı tarafın da rızasıyla olmuşsa, bu takdirde zina haddi tatbik edilmez fakat, uygun görülen bir ceza ve azarlama yapılır.
Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, kâfire de Müslüman gibi cezalar tatbik edilir. Fakat Hanefilere göre, kâfire yalnız değnek cezası uygulanır.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/37)
Şafii ve Hanbelilere göre, müstemen olan (misafir, turist gibi devletin güvence verdiği) kâfire, zina ve içki cezası uygulanmaz.(bk. age).
İmam-ı Azam ve İmam-ı Malik’e göre, muhsanlık (recmi gerektiren evlilik) unsuru, zimmî (gayri müslim vatandaş) olana tatbik edilmez. Evli bir zimmînin davası Müslüman bir kadıya geldiği zaman ona recm cezası vermez.
Fakat, İmam Şafii, İmam Ahmed, İmam Ebu Yusuf’a göre, Müslüman olmak, muhsanlık şartı değildir. Evli olan gayri müslim vatandaşın zina ile ilgili davasının Müslüman mahkemeye intikal etmesi durumunda, o da recm cezası verilir.(bk. a.g.e, 6/43).
Nitekim, erkek ve kadın olarak zina eden iki evli Yahudi’yi Hz. Peygamber (asm) recm etmiştir.(bk. age).
İlave bilgi için tıklayınız:
ZİNA.
86
"Allah'ını seversen şu işimi yap." diyenin işini yapmak zorunda mıyız?
Öncelikle bahsettiğiniz durum yemin değildir.
Böyle söyleyen kimsenin isteğini yerine getirmek zorunda değilsiniz. Bilhassa Allah'ın rızasına uygun olmayan bir işi yapmanızı istiyorsa, kesinlikle bu isteği yerine getirmeyin.
Allah'ı sevip sevmediğinizi arkadaşınızın arzuları ve istekleri belirlemez. Bu gib sözlere kıymet vermeyin.
Aynı şekilde; bir insana "Allah rızası için şu isteğimi yerine getir." dendiği hâlde yerine getirmemesinden dolayı mesul olmadığı gibi, yerine getirmek zorunda da değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah rızası için, denilen her şeyi yapmak mı gerekir?
87
Bankada çalışmak caiz mi?
Faizle iş yapan teşekküllerde çalışanların durumunu iki şekilde mütalâa etmek mümkündür. Birincisi, o müessesenin faizle iş yaptığını, çalışmanın mes'uliyet getireceğini bildiği hâlde imkânlarının cazibesine kapılarak girenler; ikincisi ise, vaktiyle girmiş, fakat o zamanlar haramlık ve helâllik cihetine pek dikkat etmemiş, hattâ bunun bir mahzur teşkil edeceğini bile düşünmemiş olanlar...
Sorunuzun cevabı için tıklayınız:
- Bankada çalışan kişinin geliri haram mıdır?
88
Sincap eti yemek haram mı?
Sincap eti yemek caiz değildir.
Etlerinin yenmesi helâl olmayan hayvanlar şunlardır:
1. Azı dişleri ve pençesiyle avını tutup parçalayan ve dövüşen vahşî ve yırtıcı hayvanların etleri haramdır, yenmez. Bu nedenle, domuz, kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, leopar, panda, panter, çita, jaguar, puma, sincap, samur, sansar, kokarca, goril, maymun türleri [şempanze, babun, gibon, orangutan], sırtlan, fil, köpek, kedi, kunduz, porsuk, vaşak, çakal, tilki, gelincik gibi, avını köpek dişiyle yakalayan yırtıcı hayvanlar yenmez.
Ancak Şafiler, azı dişiyle avlanan hayvanların haram kılınması için, azı dişlerinin güçlü ve hayvanın saldırgan olmasını şart koşmuşlardır. Bu bakımdan, Şafiler; sırtlan, tilki, samur, sincap ve gelincik gibi azı dişleri zayıf olan hayvanların yenmesini mübah saymışlardır. (Şirbini, Muğni'l-muhtaç, 4/401)
2. Tırnaklarıyla avını kapıp avlayan ve tab'an kerih görülen kuşların da etleri haramdır veya tahrimen mekruhtur. Bunlar; çaylak, kuzgun, kartal, akbaba, yarasa, atmaca, şahin, alacakarga gibi hayvanlardır.
3. Tab'an habis ve iğrenç olan hayvanların etleri de yenmez. Fare, köstebek, kirpi, kertenkele, akrep, yılan, kurbağa, kaplumbağa, salyangoz, solucan, arı, sinek, kurt, böcek, v.s.
4. Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır gibi hayvanların etleri de bir temizlik süresi geçmeden yenilemezler. Bunun için böyle necasetle gıdalanan hayvanlar hapsedilir, temiz gıda ile beslenirler. Bu hapis süresi tavukta üç gün, sığır ve deve için 10 gün, koyun için de 4 gündür.
Domuz sütüyle beslenen hayvanların etleri helâldir.
5. Atlar, cihada yarayan hayvanlar olduğundan İmam-ı A'zam'a göre etleri yenmesi mekruhtur. İmam-ı Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'e göre ise yenebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İslam'da Helal Olan ve Olmayan Yiyecekler...
89
Peruk, postiş ve takma kirpik takmak caiz mi? Kadın kocasının ve mahremlerinin yanında peruk takabilir mi?
“Allah o şeytana lânet etti ve o da, ‘Andolsun ki senin kullarından elbette belirli bir pay alacağım.’ dedi. ‘Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler.’ Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür.“ (Nisâ, 4/118–119)
İbn-i Mes’ûd (r.a)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah, dövme yapanlara, yaptıranlara, yüzlerdeki kılları alanlara, aldıranlara, güzelleşmek maksadıyla dişlerini törpüleyip aralarını ayıranlara, Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere lanet etsin.“ (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn-i Mâce, Ahmed)
Cenâb-ı Peygamber (s.a.v) diğer bir hadîs-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
“Allah, saç ekleyene, ekletene; ben yapana, yaptırana; dişlerinin başını inceltene, buna razı olana; yüzünden tüyleri aldırana, yüzündeki tüyler aldırıldığı takdirde buna rıza gösterene lanet etmiştir.“ (İbn-i Âbidîn, XV/401)
Zikrettiğimiz bu vb. âyet ve hadislerden şu hükümler çıkarılmıştır:
• Kadının eklediği saç veya taktığı peruk; ister kendi saçından olsun, ister başkasının saçından olsun haramdır. Bu peruğu ister mahremlerinin yanında taksın, ister yabancı erkeklerin yanında taksın haramdır. Çünkü bu tarz insan saçından yapılmış peruğu takmak asılda haramdır.
• Kadının eklediği saç; insan saçı değil de başka bir şeyden yapılmış ise (hayvan kılı veya sentetik maddeler gibi); bu durumda peruk takmak, kadına, saçını göstermesi caiz olmayanların yanında haramdır. Kadına, saçını göstermesi caiz olanların yanında bu maddelerden yapılmış peruğu kullanması ise caizdir. Saça, örgü ve perçem yaptırma da bu hükme tabidir.
Peruk konusunda her ne kadar kadınlar zikredilmiş ise de, bu husustaki hükme erkekler de tabidirler.
Takma kirpik kullanmak da haramdır. Ancak kadın bunu kocasına süslenmek maksadıyla, kocasının yanında yaparsa caizdir.
90
Köpek sütü içmiş bir kuzunun eti yenir mi?
Serbest dolaşan tavuğun (decâce muhallât) ve pislik yiyen inegin (cellâle) etleri kokmadıkça, ya da pislikle beraber normal yiyecek ve alaflarını da yiyor ve pislik, bütün yediklerinin yarısından azı kalıyorsa, mekruh olmakla beraber etlerini yemek helâldir. Köpek sütü emmiş kuzunun durumu da bu ölçülere göre değerlendirilir.
Fıkıh kitaplarımızda şöyle bir kayda yer verilir:
“Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvanların etleri, bir süre tutulup alıkonulmadan hemen kesildikleri takdirde mekruhtur. Çünkü bu halde etleri fenâ bir kokudan hâli olmaz. Alıkonulma süresi tavuk için üç, koyun için dört, sığırla deve için de on gündür. Bu hayvanlar temiz olmayan şeylerden etleri kokmayacak miktarda yemiş oldukları takdirde alıkonulmaları gerekmez. Etleri yenebilir.”
Bu ifadelerden şu anlaşılmaktadır:
Eti yenilen hayvanlar temiz olmayan şeyleri yemiş olsalar dahi, onların etlerini yemek haram değil, sadece mekruhtur. Mekruhluğunun sebebi de ette meydana gelen kötü kokudur.
Tavuk gübresi mikroptan arındırıldıktan sonra verilmekte, dolayısıyla hayvanın etinde meydana gelebilecek kötü kokunun önüne geçilmiş olmaktadır. Zaten yukarıdaki nakilde geçtiği gibi, bu hayvanlar temiz olmayan bu maddelerden etleri kokmayacak miktarda yemiş olurlarsa, etleri kerahetsiz olarak yenilir.
Şimdi sorunuzu iki farklı yönüyle ele alalım:
1. Genel esaslar ve meselenin tahlili.
2. Olayın, halihazırdaki durumu.
Kur'ân-ı Kerim'de murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)'ın adıyla kesilmeyen etler aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları bildirilir:
"De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti -ki, bu gerçekten murdardır- ya da Allah (cc)'tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan bir şey bulamıyorum..."(En'am, 6/145); Yakın anlamlar için bk. Bakara, 2/173; Mâide, 4/3; Nahl, 16/115)
Buradan hareketle âlimler; hayvan boğazlandığında akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. (İbnü'l-Arabî, Ahkâmül-Kur'ân, I/53) Bu ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir.(bk. Sabûnî, Ahkâmü'I-Kurari, I/160,163) O kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binanaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev'i yararlanma olduğunu söyler.(Sabunî, age, I/160)
Yine Cessâs'ın naklettiği şu haber de bu görüşü destekler:
"Rasûlüllah (sav) Mekke'ye gelince iç yağlarını toplayan Hristiyan asıllılar ona gelerek: 'Ey Allah (cc)'in Rasûlü, biz ölmüş ve kokmuş hayvanların iç yaglarını alırız ve sadece deri ve gemi yağlamada kullanırız, ne dersiniz?' dediler. Rasûlüllah Efendimiz (sav) de: 'Yahudilerin Allah canını alsın, onlara da etler yasak edilince onları sattı ve parasını yediler.' diye memnuniyetsizliğini bildirdi."(Cessâs, Ahkâmül-Kurân, I6145) Gerçi "Meytenin haram olan kısmı sadece etidir.", bir başka rivayette, "Haram olan sadece onu yemektir." hadis-i şerifleri de rivayet edilmiştir.(Cessâs, age. I/150) Ama cumhur (fıkıhçılar çoğunluğu) diğer haberlerin yanında bunlara itibar etmemiştir ya da bu haram maddeler bizzat yenmeseler dahi, bunlardan başka bir yolla yararlanmak dâhi netice itibariyle yeme sayılmıştır. Bu konuda Yahudilerin kınanma biçimi de bunu gösterir.
Bununla birlikte "Içilmesi haram olanın satılması da haramdır." hadisi şerifi de vardır.(bk. el-Cezîri, el-Mezâbiu'l-Erbâ'a, IV/8) Zorunlu olarak satınalınması da haram olmuş olur. Bu konudaki icmaı ve Malikî görüşünü Kurtubî de bu doğrultuda açıklar: "Artık bunlardan ve her türlü murdar şeylerden ne şekilde olursa olsun yararlanmak caiz değildir. Hatta pis su ile ekin de (Ebussuûd Efendi, pislikle sulanmış bitkilerin, fıkıhçıların çoğuna göre kerehatsiz helal olduğunu söyler. bk. Ibn Abidin, VI/341), hayvan da sulanmaz, murdar şeyler davarlara yem olarak verilmez. Ölen hayvan köpeklere ve yırtıcı hayvanlara verilmez. Ama bunları yerse engel de olunmaz. Bu, "size ölü hayvan... Haram kılındı" ayetinin zahir ma'nâsıdır ve bunlardan hiçbir türlü yararlanma ayrı tutulmamıştır".(Kurtubî, IV/218)
Ayrıca, hiçbir tefsirde temas edilmemekle beraber, yukarıda mealini verdiğimiz ayette haram olarak sayılan maddelerin kime haram olduğu, "bir yiyenin yemesi için" gibi ilginç bir Kur'ân ifadesi ile anlatılır. Hayvanlarda birer "yiyen" olduklarına göre bu ayetle bu maddelerin onlara da haram olduğuna işaret olsa gerektir. Burada: "haramlık" mükelleflerin fiilleriyle ilgili bir kavram olduğuna göre, bir şeyin hayvanlara haram olduğu nasıl söylenebilir?" diye bir itiraz akla gelebilir. Bunu kısaca: Haram olan onların yemesi değil, onların insanlar tarafından yedirilmesidir, diye cevaplayabiliriz. Tıpkı
"Erginlik yaşına girmemiş çocukların, ebeveynlerinin odalarına girerken izin istemekle emrolunmaları." (bk. K. Nûr, 24/58)
gibi. Orada da mükellef olanlar çocuklar değil, onları öğretme durumunda olan ebeyevndir.
Imdi durum bu olunca; serbest dolaşan tavuğun (decâce muhallât) ve pislik yiyen inegin (cellâle) etleri kokmadıkça, ya da pislikle beraber normal yiyecek ve alaflarını da yiyor ve pislik, bütün yediklerinin yarısından azı kalıyorsa, mekruh olmakla beraber etlerini yemek helâldir. Hatta domuz sütü emmiş kuzunun durumu da böyledir, hükmüne kıyasla, kan gibi maddelerin tavuk ve hayvan yemlerine yarıdan az olmak üzere karıştırılabileceğini söylemek doğru olmasa gerektir. Çünkü bunların kendiliğinden yemiş olmaları söz konusudur. Halbuki, yukarıda da söylediğimiz gibi dökülen kan ve benzerlerinden, hangi yolla olursa olsun yararlanılması haramdır. Kan haram olduğuna, yani "mütekavvim mal" olmadığına göre satışı ve alışı haramdır. Öyleyse, hangi oranda karıştırırsa karıştırsın, yem yapmak üzere kan almak isteyen bir Müslüman onu nasıl satın alacak, satan nasıl satacaktır? Görüldüğü gibi bu iki tarafın yaptığı muameleyi meşru kılacak bir yol yoktur. Bu konuda olsa olsa bu yemlerle beslenen hayvanları alıp yiyenler açısından bir meşruiyetten sözedilebilir, bu hayvanlar yenir, denebilir. Bu ikisi farklı şeylerdir.
Hanefiler özetle söyle derler: Dışkı yiyen hayvanın eti kokmadıkça yenmesi helâldir. Nitekim domuz sütü emen kuzu da, eti değişmeyeceği için yenir. Ama serbest dolaşan tavuk (muhallat) üç, dışkı yiyen koyun dört, inek de on gün hapsedilip temiz gıdalarla beslenmelidir. Bu hapis gününü daha değişik tutanlar da vardır. Ama Serahsi, bu gün tayininin bir dayanağı olmadığını, mühim olanın koku gidinceye kadar beklemek olduğunu söyler. Tavuk hiç bekletilmeden yenirse hafif (tenzihen) mekruh olur.(Ibni Abidîn IV/341)
Malikilerin görüşünü temsil eden Kurtubî ye göre: Etinin tadında ya da kokusunda pisliğin belirtisi olursa yenmesi haramdır, olmazsa helâldir. Hattabi, bu Hadislerdeki yasağın hafif bir yasak olduğunu söylemiştir. Bu durumlar, yediğinin çoğu pislik olması halinde böyledir. Ama ot otluyor, tahıl yiyor, bununla beraber zaman zaman da pislik yiyorsa ona "cellâle" denmez. O serbest tavuk gibidir. Buradan hareketle, hayvanların dolaştıkları yerlere pislik atılması yasaklanmıştır. Rivayete göre adamın biri bahçesini insan dışkısı ile gübrelerdi. Hz. Ömer (ra)'de ona: "Sen insanlardan çıkanı onlara yedirmeye kalkışan birisisin!" diye çıkıştı.(Kurtubî VN/122)
Hânbelilere göre, Ahmed b. Hanbel'in ifadesi ile: "Cellâle'nin etini de sütünü de haram (mekruh) görürüm."(Ibn Kudame, el-Mugni, VNI/593-94) Aynı görüş Sevri'den de nakledilmiştir.(Sevkânî; Neylü'1-Evtâr, VNI/l40)
Şafiîler de "cellâle"nin etinin yenmesinin hâram olduğu görüşündedir. Nevevi, alafinin çoğu temiz ise "cellâle" adını, dolayısı ile bu hükmü almayacağını söyler. Izz b. Abdusselam da bir koyun on yıl haram şeyler yese, onu yemek ne sahibine ne de başkasına haram olur (Sevkânî, age, VNI/139-140) demiştir.
Sevkânî ise: "Bu hadislerin zahiri, (cellâleyi yemenin, sütünü içmenin) haram olduğunu anlatır. Çünkü nehyin hakiki anlamı budur. Binaenaleyh hapsedilmeden kesilmesi caiz değildir. Eğer hapsetmeden kesilirse eti haram olur." (Sevkânî, es-Seylü'1-Cerâr, IV/102; ayrıca bk. Segid Sabik, Fıkhu's-Sünne, NI/256) der.
Gerçi Hanefi mezhebinde söyle bir görüş daha vardır: Kuyuda ölüp şismiş bir hayvan bulunsa, onun görülmesinden sonra o su ile hamur yapılmış olsa zayıf bir görüşe göre o hamur köpeklere atılır veya hayvanlara yedirilir. Bazılarda hamur, o kuyunun suyu bununla pis olmadığı görüşünde olan Şafiîlere satılır, demiştir.(Tahtavı âlâ-Merhaki'1-Felah, 33) Ancak burada da hayvanlara yedirme kastı yoktur, görüş kuvvetli bir görüş değildir. Dolayısı ile ne maksatla olursa olsun, kan satmak ya da satın almak, hayvan yemlerine katmak yoluyla da olsa yedirmek (Allah'u a'lem) caiz değildir. Bu hükmün hikmetlerinin neler olacağı buranın konusu değildir ve biraz da Müslüman tabip ve veterinerleri ilgilendirir.
Ö. Nasuhi Bilmen'in şu ifadesi de, yukarıda söylediklerimizi destekler: "Pak olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybeden kolamış etleri vesaireyi, etleri yenilebilen hayvanlara yedirmek caiz değildir.(Bilmen, Büyük Islâm Ilmihali, 426)
91
Hediye olarak verilenler rüşvete girer mi?
Günümüzde bazı meşru ve mübah bilinen hususlar o kadar istismar edilmiş, aslından uzaklaştırılmış ki, âdeta haramla iç içe, yan yana gelmiştir. Bunun yanında, faiz ve rüşvet gibi dinimizin kesinlikle reddettiği bazı haram muameleler de o kadar dallandırıp budaklandırılmış ki, mübah muamelelerle birlikte mütalâa edilir hale gelmiştir.
Bu çeşit meseleleri birbirine karıştırmadan, yerine, zamanına ve durumuna göre incelemek ise bir hayli güç olmaktadır. Bunun için, bir meseleyi rayına oturtarak neticeye varırken, iyi niyet taşımak, kalpten gelen sese kulak vermek başta aranan bir şarttır.
Rüşvet denen musibetin tarifini lügat kitaplarımız şöyle yapar: “Bir memura haklı veya haksız bir iş gördürmek için verilen ücret veya hediyedir.” Bu kısa ifade de görüldüğü gibi, esas olarak rüşvet, vazifeli memura verilen bir hediyedir.
Memuru rüşvet almaya teşvik eden biri maddi, diğeri manevi olmak üzere iki sebep vardır. İlki ve en mühim olanı, memurun dinî hassasiyetinin az olması, kalbinde Allah korkusunun yer etmemesi veya çok zayıf bulunmasıdır. Çünkü rüşvetin meşru bir kazanç olmadığını, haram ve haksız bir çıkar kapısı sayıldığını herkes kabul eder. İşte vicdanının sesine kulak vermeyen, kalbinin sesini dinlemeyen memur, bu “hastalığa” yakalandıktan sonra artık yakasını kurtaramaz olur.
Manevi ciheti eksik olan memuru rüşvet almaya iten bir diğer sebep de maddidir. Hayat şartları daralan, geçim sıkıntısı çeken, aldığı maaşla zaruri ihiyaçlarını zor karşılayabilen vazifeli şahıs, başında bulunduğu işin durumuna göre, kendisince haklı gördüğü bu bahanelerle birlikte gözünü vatandaşın eline ve cebine diker. Bu “havadan” gelen “gelire” bir de alıştı mı, artık zamanla onu gerçekten hakkı olarak görmeye başlar.
Memurun bu duruma düşmesine sebep olan iki husus vardır. Bir defa devletin, çalıştırmış olduğu memura günün şartlarını da hesaba katarak, ihtiyaçlarını görebilecek nisbette bir maaş bağlaması gerekir. Ta ki, memur böyle kötü hallere düşmesin.
İkinci olarak, memurun kendisi, imkân nisbetinde iktisat ve kanaatle hareket edip böyle “menhus” paraya itibar etmemelidir. Zaten kendisinde Allah korkusu yerleşmiş olan memurlar bu şekilde yapmaktadırlar.
Zamanımızda bazı memurlar ise, yaptığı işin ağırlığını, taşımış olduğu mesuliyetin büyüklüğü ve işgal etmiş olduğu makamın durumunu da hesaba katarak, âdeta rüşveti mübahmış gibi görmektedir. Hattâ böyle bir şey eline geçmeyince de vatandaşın işini aksatmakta veya hiç yapmamaktadır. Bu da meselenin psikolojik yönüdür.
Bütün bunlarla birlikte, devlet, memuruna belli bir maaş takdir etmiştir. O kimsenin hakkı, kendisine takdir edilen maaşıdır. Bunun dışında memurun çeşitli bahanelerle halktan bir şey istemesi veya alması gerçek hakkı olmayıp, hangi adı taşımış olursa olsun, rüşvetten başka bir şey değildir.
Bakara sûresinin 188. âyetinde geçen,
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.”
mealindeki ifade, rüşveti reddeden ilâhî bir emirdir. Rüşveti alanın da verenin de Allah’ın lânetine uğrayacağını1 bildiren Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ise, zekât toplamaktan dönen bir vazifelinin yanında bulunan bazı şeyleri “hediye” diyerek kendi tarafına ayırması üzerine şöyle buyurmuşlardır:
“Tuhaf şey, bu adam (bir mal memuru olmayıp da) babasının veya anasının evinde otursaydı, kendisine hediye verilir miydi, yoksa verilmiyor muydu, o zaman görürdü.”2
Bu sözlerinden sonra Peygamberimiz (asm), böyle kimselerin âhirette de büyük bir azaba çarptırılacaklarını haber verir.
Halife Ömer bin Abdülaziz’i çocuklar ellerinde elma dolu tabaklarla karşılarlar. Etrafındakiler, Hz. Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra)’in verilen hediyeleri kabul ettiklerini hatırlatarak, Halifenin sunulan hediyeleri kabul etmesini söylerler. Yüce Halife şu cevabı verir:
“Hediye onlar için hediye idi, fakat onlardan sonraki memurlar için hediye bir rüşvettir.”3
Fakat, yalan meselesinde olduğu gibi, rüşvet hnususunda da muztar kalındığı zaman bir çarenin bulunduğunu belirtelim. Çünkü bazan öyle haller olur ki, insan çok büyük haksızlıklardan korunmak için memurun ısrarla istediği şeyi vermek zorunda kalabilir. Bunun için uğradığı haksızlığı veya zulmü, bütün meşru yollara müracaat etmesine rağmen bertaraf edemeyen insan, gaspedilmiş malını veya başkasının üzerinde olan öz hakkını alamama durumuyla karşı karşıya gelebilir. Bu hususta İbni Âbidin merhum şöyle der:
“Zalim bir idarecinin zulmünü kendisinden ve malından def etmek veya kendi hakkını almak için verdiği bir şey, veren hakkında rüşvet sayılmaz.”4
Böyle çok büyük bir zaruret karşısında rüşvet vermek mecburiyetinde kalan insan, “Zaruretler haramı helâl kılar.” kaidesince mes’ul olmaz. Fakat, alan için yine rüşvettir, haramdır. Ayrıca bu yolla hakkını alan kişi, bu işi görürken başkasını mağdur etmemeli, onun hakkına tecavüz etmemelidir.
Bu arada, rüşvetle hediyeyi birbirinden ayırmak lâzımdır. Rüşvet sayılan hediye, henüz iş görülmeden vatandaş tarafından vazifeli memura verilmektedir. Bunun yardımıyla haklı veya haksız işini görmekte, onu bir vasıta ve aracı olarak kullanmaktadır. Hediye ise, maddî ve manevî hiçbir karşılık beklenmeden, arzu edilmeden verilen bir şeydir. Hediyeyi veren kimse, bunun karşılığında ne bir iş gördürme niyetini taşımakta, ne de verdiği kimseye bir minnet etmektedir. Tamamen içinden gelerek, gönlünden doğarak çıkarmaktadır.
Mesela bir posta memuru, vatandaşa bir mektup veya bir telgraf getirmektedir. Vatandaş da aldığı müjdeli bir haber karşısında memura içinden koparak “bahşiş, hediye” adı altında birşeyler vermektedir. Burada, zaten o para verilse de verilmese de, memur o mektubu getirecektir. Bunun için, bu paranın rüşvete girdiğini söylemek mümkün değildir.
Diğer taraftan, arzu edilen iş görüldükten sonra memura verilen hediye de rüşvet sayılmamaktadır. Bu hususta İbni Âbidin şu görüşü zikreder:
“Bir adam, sultanla bitecek bir işini onun bir yakını vasıtasıyla görür de işi bittikten sonra aracı olan bu adama hediye kabilinden bir şey verse, bu rüşvet olmaz. Ancak daha işi görmeden önce bir hediye isteğinde bulunursa bu haramdır.”
Yine buna benzer bir fetvaya da el-Feteva’l-Hindiyye’de rastlamaktayız. Şöyle denilmektedir:
“Bir yitiği bulan kimseye hediye ve sadaka kabilinden bir şey verilmesi ve onun da kabul edip alması caizdir.”5
Fakat bu ruhsat kapısını fazla aralamamak lâzımdır. Ancak bu gibi meselelerde bir çıkış yolu bulmak için bu çeşit fetvâlardan istifade edilebilir. Bunlar da İslâmiyetin devamlı mâkul ve kolay olan cihetleri gösterdiğini, insanları zorda bırakmadığını ortaya koyan hususlardır.
Kaynaklar:
1. İbni Mace, Ahkâm: 2.
2. Buharî, Hibe: 15.
3. Umdetu’l-Karî, 13/154.
4. Reddü’l-Muhtar, V, 272.
5. el-Feteva’l-Hindiyye, IV, 404.
92
Domuz yağı ihtiva eden E kodları her üründe gösterilmiyor, bunda mesuliyetimiz nedir? Emülgatör içeren bazı gıda maddelerinde domuz yağı ihtiva ettiği belirtiliyor. Özellikle en çok tükkettiğimiz gıdalarda bulunuyor...
İlaç veya yiyecek alanların meseleyi bilinçli olarak soruşturması, ilaç yazanların da, alternatifi olmayan haram maddeli ilaçlara alternatif bulma, olanların da alternatifini ve varsa sentetiğini kullanma konularında çok titiz davranması gerekir. Özellikle yurt dışında yaşayan insanımız buna dikkat etmelidir.
Eşyada asıl olan helal olmasıdır. Haramlık kesin delille sabit olur. Delil kesin değilse haram olduğu kesin söylenemez. Bu katkı maddesinin kesin haram olduğu bilinmemektedir.
İslam Hukukunda "Eşyada asıl olan helal olmasıdır." diye bir kural vardır. Bir şeyin haram olduğu kesinleşinceye kadar helal kabul edilir. Bu nedenle üzerinde "Domuz yağı ve katkıları yoktur." açıklaması olan gıdaları yemek helaldir.
Beraat-i zimmet asıldır. Yani kişinin suçsuzluğu ve mamülün helalliği esastır. Dolayısıyla kişinin suçlu, mamülün de zararlı ve haram olduğu isbat edilinceye kadar temiz kabul edilir. Buna göre bir mamülün haram olduğu isbat edilmedikçe ve özellikle de domuz yağı bulunmadığı üzerinde yazıyorsa, böyle bir mamülü yemek caizdir. Özellikle güvenilir firmaların mallarını kullanmanın bir mahzuru yoktur.
İlave bilgi için tıklayınız:
E katkı maddelieri?...
93
Yalanın küçüğü olur mu?
İmam-ı Gazali,
"Sürekli işlenen küçük bir günah, istiğfarı yapılan ve bir daha işlenmeyen büyük bir günahtan daha büyüktür."
diyor bir eserinde. Çünkü, "istiğfar" ile insan o günahın atmosferinden çıkıyor, tekrar İlahi ölçüleri eksen alıyor ve ubudiyet tavrını takınıyor iken, "küçük" de olsa istiğfarı yapılmayan bir günah zamanla ölçüleri aşındırıyor ve insanı "yaşadığı gibi inanma" çizgisine sürüklüyor.
Durum bu olduğu hâlde, "küçük"lük bir meşrulaştırma aracı olarak çıkıyor karşımıza. Gündelik hayatın içinde söylenen nice yalan ve yapılan nice yanlış, "ufak-tefek"liğini ileri sürerek masumiyet zırhına büründürülüyor. Söz gelişi, çocuklarla olan diyaloğumuz, çoğu kez, "yalan"lar üzerine kuruluyor. Ağlayan ya da mızmızlanan bir çocuk, sustuğunda unutacağı vaatlerle kandırılıyor. "Susarsan sana şunu alırım." Çocuk susuyor; ama kendisine bir şey alınmıyor. Yahut "Aaa, elimde bir kuş var, gel bak." diyor "büyük"lerimiz. Çocuk geldiğinde, olmayan kuş birden uçup gidiveriyor! Mazeretimiz de hazır: "Çocuktur, anlamaz!.."
Veya, ölçüde tartıda, ufak-tefek oynamalar yapılıyor. Bir bakkal, yirmi gramlık bir şekere tamah edip, 980 gramına da haram bulaştırıyor. Bir pazarcı, bir kök ıspanağı kar edineyim derken, belki yüzlerce ıspanağı kendisi için "helal" olmaktan çıkarıyor. Bir gişe görevlisi, az miktar bozukluğa tamah ederek tahsilatı "yuvarlayıp", aldığı maaşa zehir katıyor. Bir tüccar, malı alırken, şu gün öderim deyip iki gün de atlatma payı biçerek alışverişini yalanla lekeliyor. Şu veya bu makamdaki yüz binlerce insan, "Ben yokum, tamam mı?" diyerek sekreterini veya santral memurunu "yalan makinesi" olarak kullanırken, katmerli bir yalanın yükünü sırtlanıyor. Beş saniyelik bir zamana tamah edip kırmızıda geçerken, bir başka insanın saniyelerini çaldığımız unutuluyor. "Aman canım" diyoruz, "iki saniye beklese ne olur?"
Sözün kısası, hayatımızın her gününde, ufak-tefek o kadar yalan ve küçük gördüğümüz o kadar haram var ki...
Biz tüm bunlar için "mühim değil" zırhını hazırlamışız gerçi. Ama adalet-i İlahi, "Hak haktır; büyüğüne, küçüğüne bakılmaz!" diye hükmediyor. Ve Adil-i Hakim, Zilzal suresinde Mahşer Gününü tasvir ederken, "küçük şeylerin büyüklüğü"nü de bildiriyor:
"O gün, insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Kim zerre miskal iyilik yapmışsa onu görür (karşılığı verilir). Kim de zerre miskal kötülük yapmışsa onu görür (karşılığı verilir)." (Zilzal, 99/7, 8)
(bk. Gerçeğe Doğru, c.III, Zafer Yayınları)
94
Halhal takmak günah mıdır?
Kadınlara her türlü süs caizdir. Ancak yabancılara gösteremezler. Örtülü olarak takınabilirler. Ancak şıngırdatıp da halhal sesini duyurmak caiz olmaz. Bir ayet meali şöyledir:
"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.(...) Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur, 24/31)
Dikkat edilirse, ayaktaki "örtülü ziynet" tabiri geçiyor. Yani ziynetlerin gizlenmesi gerekiyor.
95
Kendimizi haramdan, günahlardan nasıl koruruz?
İnsan nefsini dizginleyen en önemli etkenlerden birisi de oruçtur. Özellikle açlık insanın nefsin tam terbiye etmekte ve onun kötü hislerini kırmaktadır. Bunu bilen Peygamberimiz (asm) şehevi hislerine hakim olmakta zorlanan kişilere oruç tutmayı tavsiye etmektedir. Oruç ise imsak vakti girmekle başlar ve akşam vakti ile biter. Bu orucu devamlı tutmak mecburiyetinde değiliz. Özellikle şehevi duygularımızın galeyana geldiği dönemlerde tutmamız isabetli olur. Böylece haramlardan uzak kalmış oluruz.
İrade; nefisten gelen behimi arzu ve iştahların, şuur ve hayata yön vermesini önleme keza, kendine hakim olma gücü ve iktidarıdır. Terbiye edilmiş iradeler, sırasıyla; önce duygu ve temayülleri, sonra da düşünce ve davranışları kontrol altına alarak, yararlı ve ahlâkî olanları tatbik ve icra ederler, uygun olmayanları da şuur altına iter ve hapsederler.
İnsan iradesine işlerlik kazandıran, ona başarı ve mutluluklara tırmanma iktidarı veren en meşru ve verimli kaynaklar ise, sırasıyla; doğru bilgi, sağlam inançlar, riyasız ibadetler ve içten kopup gelen ihlaslı dualardır. Çünkü insanlar bildiklerini yapar, inanç ve kanaatleri ile amel ederler.
Psikiyatri uzmanları asrımız insanında, ruhî buhran yapan, onu cinnet ve suça, hatta intiharlara iten, en önemli sebebin yalnızlık olduğunu söylüyorlar. Modern insanı yalnızlığa iten başlıca faktörün ise, onu mâneviyattan; sevgi, iyilik, hoşgörü ve fedâkârlık gibi nice fazîlet değerlerinden uzaklaştırıp, bencil ve açgözlü bir mahlûk haline sokan maddeci felsefeler ve ona dayalı eğitim sistemleridir.
Son asırda gelişen teknik, toplumları büyütmüş olmasına rağmen, aile ve dostluk sınırlarını küçültmüş ve insanı her gün biraz daha yalnızlığa iterek, kendi dar ben’ine hapsetmiştir. Böylece aile, akraba dayanışması yok olmuş, dostluk ve samimiyetini yitirmiş, yürüyen menfaât ve rekabetler insanları zıt kardeşler haline getirmiştir. Sahte gülüşler, riyakârane sözler, derinlikten mahrum yakınlıklar, insanları ruhsuz ve özsüz yaratıklar derecesine düşürmüştür. Beraber eğlenip birlikte kafa çektiklerine aldanmamak gerekir. Bunlar dahi, sadece içlerindeki sıkıntıyı defetmek için birbirlerinden yararlanma; yani, yine şahsi çıkar maksadına matuf davranışlardır.
İbadetler insanı her zaman nefsi ile karşı karşıya getirir ve her yapılan ibadet irademizi güçlendiren bir unsur olurken, nefsimizi zayıflatan bir güç durumundadır. İradesini güçlendiren insan ibadetlerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmalı ve kendisine ve insanlığa faydalı işlerle meşgul olmalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Günaha Karşı Tevbe.