Sebepler konusunda en çok merak edilenler

1 Hayvanlar neyden yaratılmıştır? İnsanın soyu Hz. Adem (a.s)'a dayanır. Hz. Adem (a.s) da topraktan yaratılmıştır...

Evet, hayvanlar da topraktan yaratılmıştır. Onların bedenlerinde yer alan –topraktan- unsurlar, insanların bedeninde de yer almaktadır. Bu da her iki tür varlığın da topraktan yaratıldığını gösterir.

Ancak bitkilerin, hayvan ve insan gibi canlıların yaratıldığı kaynak toprak olmakla beraber, bunların varlığı, devamı ve devamları için gerekli ihtiyaçları da suya bağlıdır.

Bu ve bunun gibi konulara işaret etmek üzere, Kur’an’da bütün canlıların sudan yaratıldığı açıkça ifade edilmiştir:

“Hayatı olan / canlı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?”(Enbiya, 21/30)

“Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”(Nur, 24/45)

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanın sudan ve topraktan yaratılması konusunda bilgi verir misiniz?

2 Yaralar nasıl iyileşir?

"Ben yarayı tanzim ederim, Onu Allah iyileştirir." (Dr. Ambroise Paré)

Günlük hayatımızda oraya buraya çarparız, elimiz kesilir, ayağımıza diken batar yahut ameliyat olur ya da yanarız. Bütün bunların hepsinin neticesi birdir: Yara. Bir müddet sızlar, kanar, şişer, iltihaplanır, sonra da iyileşir.

- Yara iyileşir, ama nasıl?

- Bir yarada gelişmekte olan fizyolojik, biokimyasal ve histolojik hâdiseler, neden sağlam bir yerimizde olmaz?

- Yaralayıcı âlet yaraladığı organımızda hangi şifreleri çözmekte, hangi kapıları açmakta ki, bu muntazam ve muazzam değişmeler vukua gelmektedir?..

- Vücudumuzda bulunan trilyonlarca hücre nasıl bu şekilde kodlanmış ki, ayağımızın ucu da başımızın üstü de yaralanmaya aynı cevabı veriyor?..

Bir kol saatinin birkaç marifeti olması karşısında hayretimizi ifade ediyor, bu kadar küçük bir kutuya, bu kadar marifetin yerleştirilmesini takdir edip, teknolojiye hayranlığımızı ifade ediyoruz. Bir milimetrenin yüzde biri kadar çapta olan bir hücreye binlerce marifeti kodlayan, kaydeden, yerleştiren ilim sahibinin, ilmî kudreti ve kuvveti hayret ve hayranlık ifadelerinin ne kadar ötesindedir?!.

Kazayla ya da cerrahın neşteri ile doku bütünlüğü bozulduğu, yani yaralanma meydana geldiği zaman, bir seri çarpıcı değişiklikler başlar. Önce kılcal ve daha büyük damarların çapları geçici olarak daralır. Böylece kan kaybı asgarî seviyeye inmiş olur. Sonra bütün o bölgenin damarları alabildiğince genişler. Yara içine kan hücreleri ve serum hücum eder. Yara içerisinde birkaç saat içinde proteinden müteşekkil gevşek bir bağ oluşur. Bu ağın boşluklarını kan serumu alyuvarlar ve akyuvarlar doldurur. Akyuvarlar yara içinde aktif olarak hareket ederler. Yara içindeki ölü doku ve hücreleri, artık ve yabancı maddeleri sarıp yutarlar, parçalarlar.

Akyuvarlar, lökosit, monosit, lenfosit v.s. olarak isimlendirilen çeşitli kan hücreleridir. Yara iyileşmesinde bunlardan herbirinin ayrı bir görevi vardır. Ancak bu görevler kısmen bilinmekle birlikte, büyük kısmı henüz karanlık kalmaktadır.

Yaralanan bölgedeki diğer değişmeler ise şunlardır: Kılcal damarlar yara içine doğru uzamaya başlarlar ve yaranın karşı duvarından gelen kılcal damarla uçuca birleşirler.

Derinin üst tabakalarında gevşeme meydana gelip deri hücreler hızla bölünmeye ve çoğalmaya başlarlar ve yara üstünü örtecek şekilde yara üzerine doğru göç ederler. Böylece yara üzeri ikinci gün taze deri ile örtülmüş olur.

Yara içinde hücrelerin ilerlemesi rastgele olmayıp “temas yönelimi” ve “temas inhibisyonu” adı verilen kanunlara tâbidir. Göç eden hücreler, yara içindeki protein ağını bir platform olarak kullanırlar.

Yaralanan doku içerisinde bu bahsettiğimiz “yara iyileşmesi mekanizması”nı çalışmaya başlatan ve devamında vazife alan bir sürü kimyasal olaylar ve kimyasal maddelerin rolü olduğu bilinmekte, çoğu ise sır olarak kalmaktadır.

Yara içinde üçüncü gün "kollagen" adı verilen bir protein görülmeye başlar. Kollagen, lifler şeklindedir. Kollagen liflerinin örgüleri ve istikametleri sanatkârane bir intizam gösterirler.

Bundan 300 sene kadar önce yaşamış bir hekim olan Ambroise Paré “Ben yarayı tanzim ederim, onu Allah iyileştirir.” demiştir. Günümüzde de 300 sene öncesine göre hiçbir şey değişmemiştir. Bütün cerrahî müdahalelerin temeli, yaranın iki dudağını karşı karşıya getirmek esasına dayanır. Bizim karşı karşıya getirdiğimiz iki yara dudağını birleştirip kaynaştıran Allah’tır.

Eğer Cenâb-ı Hak dokularımıza yarayı tamir edip iyileştirme hassasını vermeseydi, bugün cerrahların elinden ne gelirdi acaba? Şurası bir gerçektir ki; kalb nakli ameliyatları ile meşhur Dr. Barnard’ın mahareti ve ilmi herhangi bir iltihap hücresinden fazla değildir.

Bozulan bir arabanın, bir uçağın veya robotun kendi kendini tamir ettiğini henüz duymadık. İnsanlığın ilmi henüz bu seviyeye gelmedi.

Şu kâinatta hiçbir şey başıboş ve tesadüfî değildir. Bir dershanedeki sıraların ardarda dizilmesi, pencerelerin salona değil bahçeye açılması, kara tahtanın ön duvara asılması, lâmbaların tabana değil tavana asılması o dershaneyi akıl sahibi bir elin düzenlediğini gösterir. Elbette vücudumuzdaki düzen ve intizam da o vücudu yaratan Hâlik’ımızı bize işaret eder...

3 Şifa ilaçtan mıdır?

"Plâsebo"yu sözlükler “hastayı tatmin etmek için verilen te’sirsiz madde” veya “Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde” olarak tarif ederler.

Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken pâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına te’sir ettiği iddia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalâj ve görünüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te’sirli olup olmadığı ispat edilir.

Başağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrılar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6’sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7’sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.

Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkanlık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler.

Bunun yerine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te’sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...

Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, başağrısı, sancı gibi bir krizle ve “falanca” iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzeldiğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğnenin o olduğu söylenerek, “serum fizyolojik” adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çeker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.

Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı “Bu beni iyi etti.” diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı maddeyi taşıdıklarını görürüz.

Plâsebonun te’siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.

Plâsebonun te’sir edişinde, doktora güvenmenin veya hastaya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ, hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşîrenin kendisi plâsebonun te’sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da oldukça düşmüş demektir.

Plâsebo haplarının dış görünüşleri de hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te’sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üstün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık târifelerin -meselâ günde 10 damla yerine 9 damla- te’sirleri daha çok olmaktadır.

Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir.

Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te’sirlere sebep olurlar. "Plâsebo"ya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmaktadır.

Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranında ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabûl edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te’sirleri de bize şaşırtmamaktadır.

Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah’tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapılsa fayda etmemektedir.

4 Hayvanların kesilip yenilmesine Allah'ın rahmeti nasıl izin veriyor?

- Fakir-zengin sınıfların olması, imtihanın bir gereği olduğu kadar sosyal hayatın da zorunlu bir yansımasıdır. Çünkü yaratılışının gereği olarak sosyal bir varlık olan insanlar, toplu halde yaşamak durumundadır. Onları bir arada tutan şey ise, birbirlerine olan ihtiyaçlarıdır. Herkesin muhtaç olduğu -giyim kuşam, yiyecek, içecek, mesken vs.- ihtiyaçlarını tek başına yerine getirmekten uzak olduğu ortadadır.

Genel bir prensip olarak ifade edecek olursak; işçinin işverenin parasına ihtiyacı olduğu gibi, işverenin de işçinin işgücüne ihtiyacı vardır. Eğer böyle olmasaydı “Sen ağa, ben ağa, bu ineği kim sağa?” atasözünde olduğu gibi bir durum ortaya çıkacaktı ve hayat olmazdı.

“Senin Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar. Halbuki bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer bir kısmını çalıştırması için, kiminin derecesini kimine üstün kılan, biziz. Senin Rabbinin rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 43/32)

mealindeki ayette bu sosyal hayat kanununa işaret edilmiştir.

Hayvanların kesilip yenmesine gelince;

a. Evvela, Allah kâinattaki mülkün tek sahibidir. Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir.

b. Bir insan kalkıp da “Neden Allah beni Hz. Cebaril gibi bir melek yapmadı?!.” deme hakkına sahip olmadığı gibi, bir karınca da kalkıp “Neden Allah beni bir insan olarak yaratmadı?!.” deme hakkına sahip değildir. Her varlık, var edildiği için Allah’a medyun-u şükrandır.

c. Kesilip yenen hayvanlar, hayvanlık mertebesinden insanlık mertebesine terakki etmektedir. Daha önce pek çok şeyin farkında olmayan parçaları, hücreleri insanın vücuduna girdikten sonra, insanlık şuurundan istifade edecek duruma gelmiş olur.

d. Cenab-ı Hak, -insanlarda olduğu gibi- hayvanlara ebedî yaşama aşkını vermediği için ölüm olayı onları o kadar ürkütmez. Hayvanlar kesilirken bile, az bir acı hissetmek isteseler de, fazla acı çekmemeleri için o hisleri de giderilmiş olur.

e. Bütün hayvanların da ruhu bakî kalır. Her bir nevin ruhları belli bir cesede konularak cennette girecektir. Bu kadar büyük bir mükâfat karşılığında onlardan da bazı fedakârlık istemek fazla bir şey olmasa gerektir.

f. Kıt bilgimizle, kısa aklımızla algılayamadığımız o sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah’ın merhametini töhmet altında bırakmak, şefkatini müteessir etmek, kulluk şuuruyla bağdaşmaz. Kur’an’ın bize öğrettiği, her surenin başında Rahman ve Rahim olarak bize takdim ettiği Allah’a iman ettikten sonra, O’nun adalet ve merhametine güvenmek, hikmetini bilmediğimiz şeyleri O’nun sonsuz ilmine havale etmek en tutarlı yoldur.

g. Bu dünya tarlasının verdiği bütün insan ve hayvan mahsulleri mahşer meydanında toplanacaktır. Şu var ki, hayvanların bedenleri hesap safhasından sonra toprak olacaklar, ama ruhları baki kalacaktır. Dünya hayatında her hayvan kendisine takdir edilen vazifesi aksatmadan yerine getirmesinin mükafatını ahirette ruhani bir lezzet olarak tadacaktır. Bu lezzetin mahiyetini bilmemiz elbette imkansızdır. Zira bu dünyada hangi hayvanın bu hayattan ne gibi haz duyduğunu, nasıl lezzet aldığını da bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey varsa o da ahiretin bu dünyadan üstünlüğü nispetinde orada alınacak lezzetlerin ve duyulacak hazların da çok ileri bir seviyede olacağıdır.

Nur Külliyatında, hayvanların yaratılış gayeleri ne ise onu en güzel şekilde icra edecek tarzda bir terbiyeden geçirildiklerine ve her türlü meşakkate katlanarak görevlerini ömürleri boyunca yerine getirdiklerine dikkat çekilerek, ahiret hayatında onların da kendilerine mahsus bir mükafat görecekleri şu ifadelerler nazara verilir:

"... Sair ziruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken ziruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidatlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar." (Sözler, s. 203)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hayvanların mahşerde hesaplaşması nasıl olacak? ...

5 Müslüman bir ailenin çocuğu, hayata daha avantajlı başlamış olmuyor mu?

- İslamiyeti hiç duymayan veya duysa da yanlış şekilde duyanlar sorumlu olmazlar, bunlar fetret kapsamına girerler ve cennetliktirler.

- İslam’da -ayet ve hadislerin verdiği bilgiye göre- Allah’a karşı sorumlu olmak için üç temel husus vardır: Bunlar akıl, büluğ / erginlik ve tebliğin duyulması.

Buna göre;

- Akıllı olmayanlar, ister mümin bir ailede, ister kâfir bir çevrede yaşasın, asla sorumlu değildir.

- Yine, büluğ/erginlik çağına gelmemiş bir çocuk ister Müslüman bir ailenin, ister kâfir bir ailenin çocuğu olsun hiç bir eyleminden dolayı sorumlu tutulmaz.

- Keza, Allah’ın gönderdiği vahyi ve peygamberin tebliğini duymamış hiç bir kimse yaptıklarından sorumlu değildir.

“Bir elçi / peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15)

mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır.

Meşhur alimlerden Katade de söz konusu ayeti yorumlarken şunları söylemiştir: Allah, daha önce -elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan -uyarıcı veya müjdeleyici mahiyette-  bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü O, ancak suçları sebebiyle insanları cezalandırır. Bir peygamber gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun. (bk. Taberî, 17/15. ayetin tefsiri)

- Allah mülkün yegâne sahibi olarak hiç kimseye verecek bir hesabı yoktur. Çünkü mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bununla beraber,

“Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhinde sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah sonsuz merhamet ve ihsanıyla, Hak isminin gereği olarak, insanlar için ezelî yasayla lütfetmiş olduğu hak ve hukukun özellikle altını çizmiş ve açıkça buna vurgu yapmıştır.

“İşte bu, sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına haksızlık edecek değildir.” (Âl-i İmran, 3/182)

mealindeki ayet ve benzerlerindeki “Allah tarafından kullarına haksızlık ve zulmün yapılamayacağı”na dair ifadelerde de Allah’ın kendi iradesiyle kullarına lütfettiği hak-hukukun varlığına ve onun da bizzat bu hak-hukuku gözettiğine işaret edilmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin -eserlerinin bir çok yerlerinde olduğu gibi- şu ifadelerinde de sonsuz adalet ve merhametinin gereği olarak kendine bir görev saydığı hak ve hukuklarına riayet etmediği takdirde bunu bir nevi haksızlık ve zulüm saydığına işaret edilmiştir:

“...(ölümden sonra yeni bir hayat olmalı ki ) o Bâki olan Rabb'in mezkûr hakikî dostları ve müştakları idam-ı ebedîden kurtulsun ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün ve Sultan-ı Sermedî'nin kemalâtı naks u kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin."

"Elhasıl: Madem Allah var, elbette ahiret vardır...” (Sözler, Onuncu Söz, Zeylin Birinci Parçası)

- Sözün özeti: Bir insan Allah’ın gönderdiği mesajı makul bir sebepten ötürü alamamışsa, bu kimse sorumlu olmaz.

- Ancak kimin makul bir sebepten ötürü -söz gelişi- İslam’ın mesajını alıp almadığını tespit etmek bizim gücümüzün, bilgi kapsamı alanımızın  dışındadır.

“Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra annesi, babası, çevresi, onu Yahudi, Hristiyan, Mecusi yaparlar.” (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)

manasına gelen hadisin ifadesine göre, aklın yanıltılabileceği ve yanılabileceğini göstermektedir.

Aklını yanıltılabilecek bir atmosfere sokan kimsenin sorumlu olmaması düşünülemez. Bu sebeple, -bir kısmını bilsek bile- genel olarak İslam’ın mesajını alıp almadığı konusunda kimin gerçekten makul bir mazerete sahip olup olmadığını tespit etmemiz imkân haricindedir.

O halde bize düşen Allah’ın şu ilkesine itimat edip bağlı kalmaktır: Allah adildir, hiç kimseye zulmetmez. Öyleyse, Allah kimi cehenneme koyarsa, bu mutlaka adil bir hükümdür. Dolayısıyla, böyle bir kimse İslam’ı kabul etmemekte makul bir mazerete sahip değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müslüman bir ülkede doğduğunuz için Müslüman olmuşsunuz, dinleri araştırıp ...verebiliriz?

Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?

Mekke'de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan biri nasıl eşit olabilir?

6 Anne babanın yaptığı hayırlardan ve ibadetlerden, çocukları da sevap alır mı?

- Anne babanın yaptığı hayırlar çocuklarının amel defterlerine yazılmaz. Fakat onların duaları çocukları için makbul olur, bizzat bazı sevaplarını çocuklarına bağışlayabilirler.

- Çocukların yaptığı hayırlardan anne baba da istifade eder. Çünkü, “Bir şeyin yapılmasına vesile olanlar, onu işlemiş gibi olurlar.” kaidesi gereğince, çocuğunun dünyaya gelmesine vesile olan ve de onlara doğru yolu gösteren anne babalar, bu sebeple çocuklarının hayırlarından istifade ederler. Bu hayırlar, çocukların paylarından eksiltilerek anne babaya verilmez. Allah, o sevapların bir mislini de kendi rahmet hazinesinden onlara mükâfat olarak verir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanmayan üç kimse kimlerdir?

7 Yaratma ile yapma arasındaki fark nedir?

"Yaratma" fiili, Yaratıcı'ya has kullanılan bir ifadedir. "Yapma" fiili ise, insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Ancak kullanılan ifade ne olursa olsun, ancak Allah'ın yapabileceği şeyleri insanlara hamlederek "yaptı veya yarattı" ifadelerini kullanmak uygun olmaz.

İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kainat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkarı yine Allah'tır.

Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. İnsan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak Allah'ı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor. Ondaki meziyetler, akıl gözümüze perde oluyor.

Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı tertip eder. Bunu yaparken de kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalb, hafıza, göz, kulak ve eli bahşeden Allah'tır. O'nun mülkünde, O'nun verdiği aletler ve O'nun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakiki sahibi olamaz. Bundan dolayı eserin güzelliğinden hareketle edilen bütün medihler ve takdirler, Yaratan'a aittir.

Sanatçının rolü “dilemek”tir, önemli olan iradesini hayır için mi, yoksa şer için mi kullandığıdır. Denilebilir ki, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Allah, insan eliyle de beşeri sanat eserlerini halk etmektedir. Fark, iradenin söz konusu olup olmamasındandır. Şu halde insan, akıl ve irade sahibi olduğu için “Eserimi ben yarattım.” diyemez, ancak, “Bu eser benim vasıtamla yaratıldı.” diye düşünebilir. Hakiki sanatkarı tanımakla birlikte “Bu eser benimdir.” demesinde bir mahzur yoktur elbet. Vazifesi, anlayan bir akıl ve dileyen bir irade ihsan eden Rabbine şükürdür.

Sanat eserleri hakkında geçerli olan bu hükümler, teknolojik eserler için de söz konusudur. Bir şiir, bir tablo, bir heykel veya bir bestenin gerçek sanatkarı O olduğu gibi, bir masa, bir halı, bir bilgisayar veya bir makinenin da hakiki ustası yine O'dur. Bütün teknolojik cihazlar, insan eliyle fakat O'nun yaratmasıyla vücuda gelir.

Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeyi kullanır. Fenlerin bütün kanunları kainatta mevcuttur. İlim adamının yaptığı iş, bu kanunları keşfedip hayatta uygulamaktan ibarettir. Bütün fenler, kainat kitabının incelenmesi ve ondaki kaidelerin tespitiyle ortaya çıkmıştır.

İlim ve teknik adamları da sanatçılar gibi, varlıkları idrak ederken, çeşitli alet ve makineler yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. “Bu kanunu ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez. “Yaptım, ettim, buldum” fiillerinin hakiki faili başkasıdır.

Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyoruz elbet. Evet, insan hür bir irade sahibidir ve bu istidadını istediği yönde kullanır. Ama ona o hür iradeyi veren de Allah değil mi? Nasıl düşünmüyoruz ki, daima “benim” diye sahip çıktığımız bedenimizin bile hakiki sahibi değiliz. Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır; fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.

“Ben, ben" deyip duruyoruz, lakin o benliğe takılan maddi veya manevi cihazlarımızın hakiki sahibi değiliz. Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, tesadüfen yollarda da bulmadık. Yaratan yaratmış, “benliğimizin” eline vermiş, “İstediğin gibi kullanmakta serbestsin, ama unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin.” demiş.

Benliğinin ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakiki sahibi olur? Nasıl olur da kendisine bahşedilen nimetlerle gurura kapılıp, “her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum” diyerek Rabbini unutur?

Yani cansızlar, bitkiler ve hayvanlar vasıtasıyla nice mucizeli eserler yaratan Allah, insanlar eliyle de eserler yaratmaktadır. Çünkü O, “her türlü yaratmayı bilen”dir.

8 Allah’ın, kazanma şansı olmayan şeytan ile mücadele etmesi garip değil mi?

- Allah -şeytan dahil- hiç kimse ile mücadeleye girmiyor... Eğer Allah yarattıkları ile mücadeleye girseydi, onları yaratmaz olur biterdi...

Kur’an’dan şunu kesin olarak öğreniyoruz ki, Allah imtihana tabi tuttuğu insan, cin ve şeytanlara akıl ve özgür irade vermiştir... Şeytanlar özgür iradeleriyle isyan etmiş, Allah’ın emirlerini yerine getirmemiş, hayatta kaldıkları sürece Allah’ın kullarını doğru yoldan saptıracaklarını ilan etmişler.

Allah da insanoğlunu babaları ÂDEM’e karşı düşmanlık besleyen bu şeytanların tuzaklarına düşmemeleri için uyarmış, insanları cehenneme sürüklemek için gece-gündüz çalışan bu şeytanları ezeli düşman olarak görmelerini tavsiye etmiş, dosdoğru yolu göstermek için peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Bunda garipsenecek ne var ki?

- Allah cennet ve cehennemi yaratmış, sonra da bir imtihan açmıştır. İmtihanın bir değer ifade etmesi için hem kazanma hem kaybetme unsurlarını barındırması gerekir. İnsanlardaki kötü ve iyi duyguların varlığı, akıl-zekanın yanında nefsin ve kör hissiyatın yaratılması da bu gayeye matuftur.

Keza, bu amaca hizmet etmesi için insan kalbinin sağ tarafında güzel ve doğruları ilham eden melekleri, sol tarafında da kötülüğü ve yanlışları telkin eden şeytanları yaratmıştır.

Ayrıca kötü ve iyiyi ayırt etmek için aklı bir mümeyyiz unsur olarak tayin ettiği gibi, bu imtihanın düzgün yürümesini sağlamak, imtihan rehberi olan semavi kitapların şifrelerini çözüp, sorulara doğru cevap vermelerine yardım etmek için peygamberleri birer rehber-muallim olarak görevlendirmiştir.  

- Bir yandan sonsuz ilim, hikmet ve kudretiyle kâinatı yarattığına inandığınız bir Allah’a iman edeceksiniz, sonra onun yanlış imtihan yaptığını savunacaksınız...

- Bir yandan Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayan, bütün evreni ve insanları sırf rahmetinin bir yansıması olarak yarattığına inanacaksınız, öbür taraftan şeytanı düşman ilan etmesini yadırgayacaksınız...

- Bir yandan cennet ve cehennem inanacaksınız, adil bir imtihanın gereği olarak iyi insanların cennete, kötü insanların cehenneme gideceğine iman edeceksiniz, diğer taraftan bu imtihanın şeklini eleştirmeye kalkacaksınız...  

Allah’ınızı seversiniz, bütün bunlar size garip gelmiyor mu?

Yok eğer siz Allah’ın varlığına, birliğine, sonsuz ilim, kudret, hikmet, adalet ve merhamet sahibi olduğuna iman etmiyorsanız; Kur’an’ın Allah’ın sözü, Hz. Muhammed (asm)’in onun hak peygamberi olduğuna inanmıyorsanız, bu takdirde siz neye itiraz ediyorsunuz?

Vicdanınızda, varlığına inanmadığınız hayali bir varlığa, olmayan bir imtihan şekline eleştiri okları atmanız sizce, akıl, zeka, ilim, irfan, insaf, vicdan açısından çok garip ve pek çirkin bir hezeyan değil mi?

- Allah’ın varlığı ve birliğini, Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu, Kur’an’ın Allah’ın hak sözü olduğunu bütün dünyaya karşı ispat etmeye hazırız. Gerçekten ön yargılardan uzak, samimi olarak, bulaştıkları iman zafiyetini tedavi etmek isteyen insanlarımıza -Allah’ın izniyle- her türlü katkıyı yapacağız.

Yegâne gayemiz insan olarak hepimizin cehennemden kurtulmasına vesile olmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Şeytan ve şerler niçin yaratıldı?

Yaratılışın delilleri...

Kur'an Allah kelamıdır...

-  Ahirete iman: Sonsuz hayatın varlığı...

9 Hz. Havva Hz. Âdem’in kaburgasından yaratıldıysa, sudan nasıl yaratılmış olunur? Diğer canlılardaki dişiler de erkeklerin kaburgasından mı meydana geldi?

Yaratma hadisesi Allah’a ait bir meseledir. O, istediğini istediği tarzda yaratır. Nitekim canlılar âleminde çok çeşitli yaratılış şekilleri vardır. İlk insan Hz. Âdem’i topraktan nasıl yarattıysa, ilk kadın Hz. Havva’yı da onun kaburga kemiğinden öyle yaratmıştır. Hz. Âdem’in neslini şimdi kadın ve erkeğin gametleri olan sperm ve yumurtadan nasıl yaratıyorsa, bütün bitki ve hayvanları da öyle sperm ve yumurtalardan yaratmıştır ve yaratmaktadır.

İnsanın bu yaratılışları anlamakta zorlanması, bu yaratılışları kendi nefsine kıyas etmesinden kaynaklanıyor. Bakıyor ki, kendisi bir su damlası hükmünde olan spermden ve küçücük bir yumurtadan canlıları meydana getiremiyor. O zaman Allah’ın yarattığı şeylerin yaratılışlarına itiraza başlıyor. 

Günümüzdeki canlıların yaratılışları ile bu canlıların nesillerinin ilk yaratılışları arasında bazı farklılıklar olabilir. Günümüzde her bir varlığın yaratılışı, bir takım sebeplere bağlıdır. Yani elmanın yaratılışı elma ağacına, onun yaratılışı elma çekirdeğine bağlanmış, kuzunun yaratılışına da koyun sebep olmuştur. Ama ilk yaratılışta, elma çekirdeği de yoktur, elma ağacı da yoktur. Kuzunun yaratılışı için ortada ne koyun vardır, ne de koç. Dolayısıyla varlıkların ilk yaratılışları, günümüzdeki yaratılışlardan farklılık gösterebilir. Bu farklılıkların neler olduğu bilimsel çalışmalarla ortaya konur.

İlk kadın Hz. Havva’nın eğe kemiğinden yaratılmış olmasını aklına sığıştıramayanlar, canlılar âleminde bütün dişilerin böyle mi yaratıldığını alaycı bir tavırla soruyorlar. Şimdiki canlı çeşitlerini yaratan ve onlara hayat, hissiyat ve duygular veren, o canlıların ilk yaratılışlarında da istediğini istediği tarzda yaratmıştır. Hz. Âdem’i topraktan yarattığı gibi, Hz. Havva’yı da topraktan yaratabilirdi. Hz. Âdem’in neslini sperm ve yumurtadan yarattığı gibi, Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı da sperm ve yumurtadan yaratabilirdi. 

"Çift üreyen mikro canlıların kaburgası yoktur, bunlar nasıl çoğalıyor?" sorusu aptalca bir soru. Bu soru sahibi canlılar âlemindeki üreme tiplerini ve kanunlarını bilmediği gibi, kendini her şeyi bilir zannediyor. Eşeysiz üreme denen ve tek canlının varlığı, o canlının çoğalması için kâfi olan pek çok çeşitleri vardır. Onları bilen birisi böyle cahilce soru sormaz. 

Eşeysiz üreme şekillerinden birisi sporla çoğalmadır. Sadece sporla çoğalmanın on dört-on beş çeşidi vardır. Bazı mantarların ve bakterilerin üremesini Allah bu tarzda takdir etmiştir. Diğer taraftan amitoz bölünmeler, vejetatif üreme, tomurcuklanma ile üreme, yumru ve soğanla üremeler de yine bu eşeysiz üreme tarzlarındandır.

Bu konuda geniş bilgi sahibi olmak isteyen, her hangi bir biyoloji kitabını üreme çeşitleri ile ilgili bölümüne bakmalıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanın sudan ve topraktan yaratılması konusunda bilgi verir misiniz?

10 İnsanı yediren, içiren, yaratan, öldüren, dirilten Allah olduğuna göre, “Şeytan bana bunu unuturdu.” demek, ne demektir?

Her işin bir zahiri bir de hakiki faili vardır. Zahiri fail sebepler; hakiki fail ise Allah’tır. Bunları yerli yerince kullandığımız zaman, herhangi bir sakıncası yoktur. Şirk ise, sebepleri Allah’ın kudretinin yerine ikame etmekten kaynaklanıyor. Bu sebeple:

a. Yaratıcının Allah olduğunu, toprağın verimli olması ise verimin artmasına bir vesile olduğunu bilen bir kimsenin, “Toprak bol mahsul verdi.” sözünde şirk yoktur. Çünkü bu söz -halk arasında- toprağın mümbit bir arazi olduğunu seslendirmeye yöneliktir.

b. “Tabiat böyle iktiza etti.” sözü genellikle tabiat-perestlerin kullandığı bir söz olduğu için, şirki çağrıştırıyor. Yoksa bir adamın “Bu sertlik, benim tabiatımın iktizasıdır, benim mizacımın gereğidir, yapımda bu var.” şeklindeki sözleri bir şirk olarak algılanamaz.

c. Gerçekte Allah yedirip içiriyor. Çünkü yiyip içtiklerimiz, ancak göklerin, yerin, atmosferin varlığıyla var olmaları mümkündür. Demek ki, bütün nimetler, kâinatı yaratan Allah’ın elindedir. O yediriyor, o içiriyor, o güldürüyor, o ağlatıyor, o diriltiyor, o öldürüyor. Bütün bu hususlar ancak Allah’ın yaratmasıyla mümkündür. Fakat bunlara vesile olanları vesilelik makamında zikretmek şirk değildir. Nitekim, “Bu adam, kanserden öldü. Şu adam sevincinden güldü veya kederinden ağladı.” demek, vesileliği dillendirmek olduğundan şirk değildir.

d. Bunun gibi, şeytan da kötülüğün bir vesilesidir. Unutmayı yaratan Allah’tır, fakat bir sebep olarak bu işi yapan ise şeytandır. Bu sebeple, “Şeytan bana unutturdu.” demek, yanlış bir söz değildir. Kaldı ki, Hz. Musa (as)’nın arkadaşı, yaratma cihetini düşünüp de “Allah bana unutturdu.” demeyip de vesileyi düşünüp “Şeytan bana unutturdu.” demesi, Allah’a karşı büyük bir saygı ve edebin ifadesidir.

11 Allah'ın kuluna verdiği nimetler ve lütufların bir hikmeti var mıdır veya olması gerekir mi?

Evvela Kerim olduğu için ikramlarda bulunuyor. Kendisine hiç de teşekkür etmeyen kâfirlere de verdiği nimetler, bunun açık delilidir. Zaten,

 “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A'raf, 7/156)

mealindeki ayette zikredilen ve Rahman isminin sonsuz rahmetini ilan eden ilahî beyan da bunu gösteriyor.

Nimetlerin veriliş hikmetlerinin önemli gerekçelerinden biri de şüphesiz insanların imtihanına yöneliktir. Şükredenlerle nankör olanların birbirinden temyiz edilmesi için bu test çok önemlidir. Rahman suresinde Allah’ın bir kısım nimetlerinden söz edildiği her defasında, ardından,

 “O halde Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edebilirsiniz?”

mealindeki ifadeye yer verilmesi ve bunun otuz bir defa tekrar edilmesi, şükürle ilgili imtihanın önemini göstermesi bakımından çok manidardır.

Allah’ın hiçbir işi gayesiz, sebepsiz, hikmetsiz değildir. Bunda nimetlerin verilişi de dahildir. Allah’ın bir ismi HAKÎM’dir. Kur’an’da defalarca zikredilen bu isim, Allah’ın hiç bir şeyi lüzumsuz, boş yere, sebepsiz, gayesiz yapmadığını gösterir. Bu sebeple, şayet sebepsiz bir nimet düşünürsek, Allah’ın -haşa- abesle iştigal ettiğini söylemiş oluruz.

Bu sebeple,

“Süleyman, Kraliçenin tahtının yanı başında durduğunu görünce: Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Bu şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım, diye beni sınamak içindir.” (Neml, 27/40)

mealindeki ayette anlatıldığı gibi, biz de Hz. Süleyman (as) gibi her nimeti bir imtihan için verildiğini düşünebiliriz.

Ancak bizim düşündüğümüz bir gerekçenin söz konusu nimetin gerçekten bir sebebi olup olmadığını kesin olarak kestiremeyiz. Bu sebeple, nimetleri düşünürken, mutlak doğru olan sebebinden ziyade, Kur’an ve Sünnet merkezli bir perspektiften bakmak ve Allah’a şükretmemizi sağlayacak şekilde bir algılamaya gitmek daha uygundur.

Önemli bir nokta da şudur: Allah’ın bize lütfettiği nimetlerini, bizim yaptıklarımız bazı iyi şeylerin bir karşılığı olarak değerlendirmek hatadır, şımarıklığa yol açabilir. Şayet aradaki ilişki çok açık ise, bu durumda yine bizi aynı güzel işleri devam ettirmemize, yani gelecekte yapacağımız işler için bir teşvik olarak görmek gerekir.

En doğrusu, verilen nimetlerin Allah’ın sonsuz rahmetinden gelen bir lütuf, bir ikram olarak bakmak ve bunların aynı zamanda bir  imtihan sorusu olduğunu, karşılığında mükemmel bir şükür gerektiğini; şükrün ise, genel olarak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kendini göstereceğini düşünmek en uygun bir metottur.

12 Kur’an, neden derilere, taşlara, develerin kürek kemiklerine yazılmıştır?

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’i Hz. Muhammed (asm)’e ve onun şahsında bütün müminlere bir hayat rehberi olarak göndermiştir. Cenab-ı Hak dileseydi Kur’an’ı iki kapak arasında bir Mushaf olarak da indirebilirdi. Nitekim Tevrat, Hz. Musa’ya yazılı levhalar halinde indirilmiştir. Fakat Allah Teala, kendi iradesi ile Kur’an’ı toptan ve kitap halinde değil de genelde olaylara ve ihtiyaçlara göre bazen tek tek ayetler ve bazen sureler halinde indirmiştir.

Nüzül döneminde yaşayan insanların yaşam tarzları ve alışkanlıkları dikkate alınarak indirilen Kur’an, insanların yanlışlarını düzeltmede ve hayatlarına yön vermede tedriciliği (Furkan, 25/32), yani aşama aşama bilgi veren bir uslubu gözetmiştir. Bu durum da insanların alışkanlıklarını bir anda değiştirmesinin zorluğuna işaret etmektedir.

Kur’an'ın derilere, taşlara, develerin kürek kemiklerine yazılması, dönemin bir vakıası olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde zorluk gibi telakki edilen bu tür yazma usulleri, o günün şartlarında düşünüldüğünde, yapılması mümkün olan bir şey olduğu gibi, dönemin muhataplarının yakındığı bir mesele de olmamıştır.

Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber (asm) tarafından hıfzedilmesi ve korunması hususunda da Allah Teala'nın Hz. Peygamber’e yardım ettiği Kur’an’da açıkça anlatılmaktadır. Kıyame suresinde,

 “(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak ve okumak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.  Sonra onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyame, 75/16-19) buyrulurken; Hicr suresi 8. ayette de

“Şüphesiz o zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” buyrulmaktadır.

Bu ayetler Allah Teala'nın Kur’an’ın hıfzı ve korunmasında en büyük desteğini ifade etmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an neden yirmi üç senede indirilmiştir; bir defada gönderilemez miydi?

13 Sınav neden var?

- Bir çekirdeğin aklı olsa, toprağa gömülmesini anlayamayabilr. Ama onun ağaç olmasının; yaprak, çiçek, meyve, tat, koku gibi güzelliklere mazhar olmasının yolu oradan geçmektedir. Ve onu oraya atan, gömen ve üstünü toprakla kapatan bizler, bizi bu dünya tarlasına atan sonsuz merhamete, rahmete, hikmete itiraz edebiliyoruz...

- İman bilmeyi, öğrenmeyi gerektiren, tahkiki iman bazında ilim isteyen bir olgudur. İslam ise, teslimiyeti, bağlanmayı, güvenmeyi, tevekkül etmeyi gerektiren bir hakikattir. İman ve İslam’dan ibaret olan İslam dininde de Müslümanlar bu iki hakikati beraber yürütmek zorundadır.

- Bu gerçeğin bir tezahürüdür ki, İslam dininde genel iman esasları makuldur, aklen anlaşılabilir. Fakat bazı detaylarda ve İslam’ın diğer bazı konularında aklı tatmin edecek hikmetleri görmeyebiliriz.

Mümin olarak, -sizin de şimdi yaptığınız gibi- imanımızı pekiştirecek deliller, hikmetler bulmaya; Müslüman olarak da hikmetleri bulmadığımız yerde Allah’a teslim olmaya çalışacağız.

- Mesela; iman etmişiz ki, bu kâinatın yaratıcısı sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibidir. Bununla beraber, bazı konularda aradığımız hikmeti bulamayabiliriz. Burada bize düşen imanımıza müracaat etmek ve kestirmeden işi çözüme kavuşturup rahatlamaktır.

Örneğin, insan için bu zorlu ve zorunlu imtihanın hikmetini tam anlamadığımız zaman, imanımıza müracaat edeceğiz. İmanımız bize der ki: “Allah sonsuz ilim ve hikmet sahibidir.” Sonsuz ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının hikmetsiz, bilgisizce -haşa- bir iş yapması mümkün değildir. Öyleyse bu işin de bir/birçok hikmeti var, fakat ben bunları bilmiyorum/belki de hayat boyu bilemeyeceğim... Öyleyse iman ettiğim Rabbime güveneceğim. O en doğrusunu bilir. Benim ve benim gibi milyarlarca insanın aklını da o yaratmıştır.

O halde, haddimi bileceğim; küçücük aklımı, o aklımı yaratan Rabbimin ilim ve hikmeti ile karşılaştırma yapmayacağım... âcizliğimi hissedecek ve ona teslim olacağım.

- Kur’an’da birçok ayette “Allah’a tevekkül edin/güvenin”, “iman edenler Allah’a tevekkül edip güvensinler!..” gibi tavsiyelerin yer alması, arz etmeye çalıştığımız ve İslam’ın öğretmek istediği bir teslimiyetin dersidir.

- Bununla beraber, Allah insanı imtihana tabi tutmuştur ki, Ebu Cehil gibi kömür ruhlularla, Ebu Bekir gibi elmas ruhlular ayrılsın. Kötü insanların iyi insanlardan ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulması, birine mükâfat diğerine ceza verilmesi, bugünkü dünya insanlık camiasının -dine bakmadan- kabul ettiği bir gerçektir.

İmtihan, kelime olarak “mihnet”, sıkıntı manasına gelir. Dünyanın bütün imtihanları gibi, dinin de imtihanları zordur. Fakat çalışanlarla tembelleri ayırmanın başka bir yolu da yoktur.

- Şunu da unutmayalım ki, din imtihanında biraz çaba sarf edenler, doğru bir istikameti, Kitap-sünnet çizgisini güzelce takip edenler, gittikçe düşünce bazında olduğu gibi, amel bazında da rahatlayacaklardır.

Dersini çok iyi bilen bir öğrencinin imtihanlardaki erdemli tavrı ne ise, din imtihanında da aynı tavrı kazanmak için ilk zamanlarda biraz zorluk olabilir, daha sonra en azından fikren rahatlama mümkündür. “Namaz kılmanın aslında ağır bir yükümlülük olduğunu, fakat Allah’a karşı saygılı olan kimseler için hafif geldiğini.” (Bakara, 2/45) bildiren ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

- Şunu herkes çok iyi bilir ki, imtihanların büyüklüğü, onların kazandırdığı mükâfatın büyüklüğüne paralel bir çizgi takip eder. İlkokul, orta-lise, üniversite ve daha yüksek imtihanların hepsi bu kurala göre işler.

O halde elimizi vicdanımıza koyalım ve İslam dininin imtihanının kazandıracağı veya kaybettireceği hususların büyüklüğünü düşünelim ve “Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.” ifadesinde yer alan kazanç ve kayıpları düşünelim...

İlave bilgi için tıklayınız:

Şu dünya imtihanı tam olması gerektiği gibi midir?
İnsanın iradesini de Allah yarattığına göre, Allah insanın günah ...
Kötülük kavramına şeytan gibi bir simge yaratmak şart mıydı?..
Dünya hayatı sıkıntısız olabilir mi?
İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?

14 Rızıklar sabah vakti mi taksim edilir?

- Hz. Fatıma’ya isnat edilen hadis rivayetinin zayıf olduğunu bizzat Beyhaki işaret etmiştir. (bk. Şuabu’l-İman, 6/404)

- Hz. Ali’ye isnat edilen hadis rivayeti de zayıftır. Çünkü, bu her iki rivayette de yer alan Abdulmelik b. Harun adındaki ravi, Yahya b. Main, Buhari, İbn Hibban gibi hadis otoriteleri tarafından “yaramaz adam” ve yalancılıkla itham edilmiştir. (bk. Nasıruddin el-Elbani, Silsiletu’l-ahadisi’d-daifa, h.no: 5170)

- “Sabah uykusu rızka manidir.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, 6/401) manasındaki hadis rivayeti de zayıftır. Ravilerden İshak b. Abdullah b. Ebi Ferve “metruku’l-hadis”tir. (bk. İbn Hacer, et-Takrib, no: 368)

- Acluni de -değişik alimlerin görüşlerine dayanarak- bu hadisin zayıf veya mevzu olduğunu bildirmiştir. (bk. Keşfu’l-Hafa, 2/22-23)

- Elbani de söz konusu ravinin Ali el-Medenî, Ebu Hatim, Nesai gibi hadis otoriteleri tarafından “metruk” (hadisleri yazılmaz) olarak kabul edildiğini bildirmiştir. Elbani bu hadisin değişik rivayetlerine de işaret etmiş ve hepsinin zayıf olduklarını belirtmiştir. (bk. Silsiletu’l-ahadisi’d-daifa, h. no: 3019)

- Hz. Aişe’nin rivayeti olan “Rızık ve ihtiyaçlarınızı tedarik etme talebinde bulunduğunuzda, sabahleyin erken davranınız, çünkü sabahın erken vakitleri berekettir ve muvaffakiyettir." manasındaki hadisini İbn Adi ve  Taberani (el-Evsat, 7/193) rivayet etmiştir. (bk. Acluni, 1/320)

- Taberani bu hadisi yalnız (zayıf bir ravi olan) İsmail (b. Kays)in rivayet ettiğini belirterek rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (a.g.y)

- İbn Adi de bu rivayetin yalnız İsmail b. Kays tarafından yapıldığını belirttikten sonra, bu kişinin bütün rivayetlerinin “münker” (kabul edilemez) olduğunu belirtmiştir. (bk. İbn Adi, el-Kamil Fi’d-Duafa, 1/490-491)

Bununla beraber, “Bir şer’i hüküm içermeyen, güzel işler yapmaya teşvik eden zayıf hadislerle amel edilir.” prensibi gereğince, alimler fazail-i amal konusunda zayıf hadislere yer vermişlerdir ve bu tür zayıf hadislerle amel dilmesinin bir sakıncası olmaz.

Buna göre, uyumanın mekruh olduğu vakitlerde uyanık olmak, güzel şeylerle meşgul olmak sünnettir ve sevabı vardır. Ancak bu vakitlerde uyuyan kimse bu sevaptan ve bereketten mahrum kalsa bile günah işlemiş olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sabah namazından sonra ve ikindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak (feylule, gaylule ve kaylule) sağlık açısından ve dinen sakıncalı mıdır?..

15 Zeka üzerinde çevre mi yoksa kalıtım (genler) mı etkilidir?

Zeka, Cenab-ı Hakk’ın insanlara ikram ettiği büyük nimetlerden birisidir. Bazı insanlara sadece evinin yolunu bulacak kadar zeka verilmişken, bazıları da aya gidecek zekaya sahiptir.

Herkesin karakter ve huy yapısı aynı olmadığı gibi, zeka seviyesi de aynı değildir. Zekanın değeri ve miktarı genlerde şifrelenmiştir. 

Yüksek ve eşit zeka seviyesine sahip iki kişiden birisi koyun çobanlığı ile meşgul olursa, o çoban olarak kalırken, diğeri de okuyup atom âlimi olabilir.  

Yeterli zeka seviyesine sahip olmayan birisi, zeka seviyesi yüksek olanlarla aynı çevre şartlarına sahip olsa ne olacak? Diğerleri yüksek eğitim alırken, zekası yetersiz olan belki ilkokulu da bitiremeyecektir. 

Allah herkesi farklı kaabiliyet ve istidatta yaratmıştır. Bazıları bu yaratılışı adaletsizlik olarak görmektedir. Cenab-ı Hak mutlak adalet sahibidir. Hiç kimsenin zeka ve hissiyat ya da aza ve organları yönünden Allah’tan alacağı yoktur. İnsanlara ne verilmişse hep Allah’ın lütfunun, ihsanının, kereminin ve rahmetinin eseridir. Herkes verilene şükretmekle mükelleftir. 

Allah’ın adaleti, insanların Allah’a karşı sorumluluğunda kendini göstermektedir. Her insanın sorumluluğu sahip olduğu zeka seviyesine göredir. Mesela zeki birisine 500 soru sorulurken, yeterli zekaya sahip olmayana belki 5 soru da sorulmayacaktır.  

Çok zeki olmanın her zaman kişinin lehine olmadığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Yeterli zekaya sahip olmayan birisi doğrudan cennete girerken, bazen zekilik insanı kendi nefsine güvendirip Allah’a isyan ettirerek,  o kişiyi cehenneme yuvarlar.  

16 Peygamber Efendimizle ilgili kaynaklar neden onun ölümünden çok sonra yazılmıştır?

Sorudaki ifadeler, muhtemelen bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır.

1. Kur’an ayetlerinin tamamı, sadece ezberlenmekle ve okunmakla kalmamış, bizzat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından onlarca vahiy katibine yazdırılmış ve kendi zamanında kayıt altına alınmıştır.

2. Hadislerin de Peygamberimiz (asm) zamanında yazıldığını bildiren birçok rivayet vardır:

- “Mekke fethedildiği zaman Hz. Peygamber (asm) kalktı ve bir hutbe irat buyurdu. Ebu Şah denen Yemenli bir adam ayağa kalkarak 'Ya Resulallah! Bana (bu hutbeyi yazın)' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) 'Ebu Şah için (bu hutbeyi) yazın.' buyurdu.” (Buhari, İlim, 40; Muslim, Hacc, 82; Ebu Davud, Menasik, 90)

- “Ensar’dan bir adam Hz. Peygamber (asm)’in mescidinde oturur, Hz. Peygamber (asm)’den hadis dinler, (hadis dinlemek) hoşuna gider ama ezberleyemezdi. Hz. Peygamber (asm)’e bu durumdan yakındı ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! Ben sizden hadis dinliyorum, hoşuma gidiyor, fakat ezberleyemiyorum.”

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) “Elinin yardımına müracaat et.” buyurdu ve eliyle yazıyı işaret etti.” (Tirmizi, ilim, 12)

- Bu ve benzeri rivayetler gösteriyor ki,  Hz. Peygamber (asm)'in hayatında bazı hadisler yazılmıştır. Amr b. As’ın Hz. Peygamber (asm)in hayatında hadisleri yazdığı ve bu eserine “Sahife-i Sâdıka” adını verdiği bilinmektedir.

- Hadislerin tamamının bir araya getirilip toplanmasını ifade eden “Tedvin” dönemi hadislerin resmi devlet tarafından yapılan bir çalışmadır. Yoksa fertlerin bu konudaki çalışmaları, hadisleri yazmaları ve ezberlemeleriyle ilgili rivayetler oldukça fazladır.

Geniş bilgi ve belge için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi ... 
Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğu ve günümüze kadar hiç değiştirilmeden nasıl geldiğini açıklar mısınız?
Hadislerin yazılması ne zaman olmuştur? Bu kadar zaman önceye neden güvenelim?

17 Sahte rabler ve sebepler terk edilmedikçe, kurtuluş mümkün değil mi?

- Maddi ve manevi, canlı ve cansız, büyük ve küçük her yaratılan bir sebeptir. Ancak bütün bu sebepleri ve sonuçları yaratan Allah'tır.

- Bir müminin itkat dairesi ve sebepler dairesi olmak üzere iki dünyası vardır.

Sebepler dairesi itibariyle gereken sebeplere yapışmak gerekir. İtikat dairesi itibariyle de “Allah’tan başka hakiki tesir sahibi yoktur.” deyip bütün işin sonuçlarını Allah’tan istemek gerekir.

Buna göre, bir mümin -söz gelişi- hasta olduğu zaman gereken ilaçları alıp kullanır, ancak şifayı sadece Allah’tan bekler ve ondan olduğunu bilir.

- Bu genel prensip çerçevesinde Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretlerinin sözlerini şöyle anlayabiliriz.

a) “Sebepleri terk et!” demesi sebepler dairesi itibariyle değil, itikat yönü itibariyle bir tavsiyedir. Kur’an’da “Allah’a tevekkül etmeyi, ona dayanıp güvenmeyi” emreden bütün ayetlerin hedefinde sebeplerin hakiki bir tesirlerinin olmadığı, her şeyin yaratıcısının yalnız Allah olduğu gerçeği vardır.

b) Gavsın şu ifadeleri dediklerimizin delilidir:

“Mümin hem dünya hem de ahireti için çalışır. Dünyaya onun diliyle (sebeplere yapışarak) ve ona muhtaç olduğu kadar çalışır. Dünyalık adına -çok fazla değil- atlı bir yolcunun muhtaç olduğu azık miktarı elde etmeye çalışır.” (Geylani, el-Fethurrabbani, s. 63)

c) Şeyh-i Geylani’ye göre dünyaya fazla sarılmak, düşkünlük göstermek doğru değildir. Dünyanın sevgisini kalbinden ne kadar fazla çıkarırsa o nispette başarılı olur. Sevgisini kalbinden çıkarmak için dünya nimetlerinden uzak durmak gerekir. Şu ifadeleri bunu göstermektedir:

“Sen bulunduğun bu durumda (dünyaya sarılmak durumu) rahat yüzünü göremezsin. Çünkü dünya, belaların ve kederlerin dünyasıdır. Mutlaka ondan uzak durmak gerekir. Eğer gücün varsa dünyayı hem elinden hem de kalbinden çıkar at! (Diyelim ki bekar olan ve nafakasını temin etmekle yükümlü olmayan bir kimsenin dünyaya karşı bir meyli olmadığı gibi, o konuda çalışmaz da. Zahit ve dervişane bir hayat/ashab-ı suffa gibi bir hayat yaşayabilir). Eğer (durumun itibariyle) dünyayı bütün bütün terk etmen mümkün değilse, bu takdirde onu elinde bırak (çalış kazan) fakat kalbinden çıkar at!”

Özetle: Şah-ı Geylani Hazretleri dünyaya mümkün olduğu kadar bulaşmamayı, mümkün değilse sevgisini kalbine yerleştirmekten uzak durmayı tavsiye etmektedir ki, bu zahidane bir hayat tarzıdır. Bu tavsiyeleri bugünkü dünyamızda tahakkuk ettirmek oldukça zordur. Bu nedenle çalışmayı terk etmek değil, onu kalbe koymayı terk etmek gerekir.

Bize düşen, haram ve helali bilmek, dünyaya çalışırken de Allah rızasını gözetmek, ihtiyaç fazlası servetin genellikle insanları şımarıklığa sevk edeceğini düşünüp ona göre yol almak, bunun yanında “bugünkü dünyada ila-yı kelimetullah’ın maddeten terakkiye bağlı olduğu” gerçeğini unutmadan, dünya ve ahiret dengesini kurmaya çalışmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir?
Tasavvufta dünyayı terketmenin gereği üzerinde duruluyor. Sizce ...
"Dünya ve Ahiret iki kuma gibidir, birini ne kadar hoşnut edersen ...

18 Balın şifa olmasıyla ilgili hadisler var mıdır?

- Her şeyden önce balda şifa olduğu hususu Kur’an’da yer almaktadır.

“Rabbin, bal arısına; ‘dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin! Sonra meyvelerin her birinden ye, Rabbinin senin için kolaylaştırdığı yollara gir.’ diye ilham etti. Arıların karınlarından, renkleri çeşitli, içinde insanlar için bir şifa bulunan bir şerbet (bal) çıkar. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir toplum için elbette (Allah’ın sonsuz kudret, ilim, hikmet ve rahmetini gösteren) bir delil (ayet) vardır.” (Nahl, 16/68-69)

- İlgili hadis rivayeti şöyledir:

“Kim her ay üç gün sabahleyin bal yerse, ona büyük belalar dokunmaz.” (Beyhaki, 8/84)

- Amir b. Malik anlatıyor: “Vücudumda bir yorgunluk, halsizlik ve sızı hissediyordum. Tedavi ve şifa için Hz. Peygambere birini gönderip yardım istedim. Bana bir okka bal gönderdi.” (Beyhaki, 8/85)

- Adamın biri Hz. Peygambere gelip kardeşinin karnından (ishalden) şikâyet ettiğini söyledi. Hz. Peygamber ona bal (şerbetini) içirmesini tavsiye etti. Adam balı içirdiği halde ağrısının / ishalinin geçmediği söyledi. Resullah: “Kardeşinin karnı yalan söylüyor.. Git yine bal içir.” buyurdu. Üçüncü defada adam iyileşti. (Buhari, Tıb, 24)

- Balın şifa olması, bütün hastalıklara şifa olduğu anlamına gelmez. Balın özü, değişik bitkiler, çiçeklerdir. İlaçların önemli bir kısmı da bitkiseldir. Bölgelere göre, arıların kullandığı bitkilerin, çiçeklerin ihtiva ettiği ilaçların indeksine göre farklı hastalıklara şifa olduğunda şüphe yoktur.

19 Dünyada imtihan olacak insan sayısının belirlenmesinde nasıl bir hikmet vardır?

Bu hikmeti biz nereden bileceğiz. Allah’ın ezeli ilminde kaç insan yaratılacağı bellidir ve bu sayı da ona göredir.

Allah’ın bu sayıyı (ki bu sayıyı da bilmiyoruz ya!) niçin tercih ettiğini bizim bilmemize imkân yoktur.

Bununla beraber, İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, Allah’ın yaratmasında -insanların düşüncesine göre hikmet kabul edilen- bir illetin varlığı zorunlu değildir.

Allah’ın mutlak iradesinin yaptığı tercih esastır.

20 İslamın ilk 150 yılındaki camiler kıble olarak Kabeyi değil, Petra diye bir şehri gösterdiği iddiası doğru mu?

İslam inancında insanların manevi bir merkezde bütünleşmesi için namaz esnasında kabeye yönelmesi namazın temel şartlarından birisidir. İslamiyetin gelişi ile birlikte kıble Mescid-i Aksa yönü iken Medine'ye hicretten sonra Kabe olmuştur. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilmektedir.

“(Resulüm!) Şüphesiz biz senin yüzünün, göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müminler!) Nerede bulunursanız bulunun, siz de (namazlarda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler, bunun (kıbleyi çevirmenin) Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yaptıklarından asla habersiz değildir.” (Bakara, 2/144)

Ayrıca, Bakara suresinde 150. ayette de kıblenin Mescid-i Haram’a doğru olduğu bildirilmektedir.

150. ayetin meali şöyledir:

“(Resulüm!) her nereden yola çıkarsan çık (hangi tarafa gidersen git, bulunduğun yerde), yüzünü (namazda) Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey müminler!) siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanlar için aleyhinize bir delil olmasın. Ancak onlardan zulmedenler müstesna! Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Ta ki ben de size olan nimetimi tamamlayayım da böylece hidayete ermiş olasınız.” (Bakara, 2/150)

Hicri ilk asırda camilerin kıblelerinin Petra şehrine dönük olduğu yalanını Turan Dursun adına açılan sitenin forum kısmında Dan Gibson'un "The Sacred City" adlı belgeseli kaynak gösterilerek öne sürülmüştür.

Dan Gibson muhtemelen Yahudi kökenlidir. Çünkü kıble olarak gösterdiği Petra antik şehri Ürdün topraklarında Lut Gölü yakınında ve İsrail’e oldukça yakın olan bir yerdir. Yine Petra denilen bölgeye yakın “Vadi Musa” denilen bir yer de vardır. Şimdi Gibson’un bu yalanlarının nedeni daha iyi anlaşılabilir. Yahudi kökenli bir yandaşı da, tarihi araştırmalarında Mekke diye bir şehrin olmadığını, Hz. İsmail’in Mekke’ye değil, Mısır tarafına yerleştiğini iddia etmişti. Daha da ilerisi Hz. Muhammed'in de Hz. Muhammed'in Mekke'de değil Petra'da doğduğuna ve yine asıl Mekke şehrinin ve Kâbe'nin günümüz Arabistan'ında değil Petra'da olduğunu iddia etmiştir.

Kıblenin Kabe olarak belirlenmesi Hz. Peygamber döneminden itibaren Yahudiler tarafından hazmedilmemiş ve onların buna dair çıkarmak istedikleri fitne yukarıda mealini verdiğimiz Bakara suresinin 144. ayetine de konu olmuştur.  

İlgili âyetlere de yansıdığı üzere kıblenin bu şekilde Kabeye doğru değişimi yahudiler, münafıklar ve müşrikler tarafından önemli bir polemik konusu yapılmış, müslümanların kendileriyle paylaştıkları kıblenin değişmesine yahudiler tenkit ve alayla tepki göstererek, “O (peygamber) bizim kıblemizi hasetten dolayı terketti, çünkü bizim kıblemiz peygamberlerin kıblesidir. Bizim kıblemiz üzere kalsaydı beklediğimiz peygamber olmasını umardık”; münafıklar “Doğum yerini özlediği için kıblesini değiştirdi. Bir zaman bir kıble, sonra başkası, ne oluyorlar?”; müşrikler ise kendi yandaşlarına yönelik, “Dinini şaşırdı, doğru yolda olduğunuzu görerek size yöneldi, sizin dininize girebilir” şeklindeki sözlerle müslümanları tereddüde sürükleyip tahrik etmeye çalıştılar. Kur’an, “süfehâ (dar kafalı, beyinsiz) kimseler” olarak nitelendirdiği bu grupların giriştiği fesat ve dedikodu kampanyasını sert bir dille eleştirerek doğunun da batının da Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın dilediğini doğru yola ileteceğini, müslümanların başlı başına seçkin bir ümmet kılındığını, kıble değişikliğinin de Hz. Peygamber’e içten bağlı olanlarla iki yüzlüleri ayırt etmek için yapıldığını, bu sebeple kıble tahvilinin inanmayanlara ağır geleceğini bildirdi (el-Bakara 2/142-143). Bu açıklama muhaliflere bir cevap, müslümanlar için de moral kaynağı oldu. Çünkü herhangi bir yön bizzat kendinden dolayı kıble olamaz. Allah kulları için bir yönü kıble olarak belirlediği için o yön kıble olur (Ahmet Özel, "DİA" Kıble Mad.) 

İbn Atıyye bu hususta şöyle demektedir: “Yahudiler ve hıristiyanlar Kâbe’nin, ümmetlerin imamı İbrâhim’in kıblesi olduğunu, dolayısıyla –kendi kitaplarından da hakkında bilgi edindikleri– Hz. Muhammed’e uyarak Kâbe’ye yönelmenin herkes için görev olduğunu biliyorlardı.” Buna rağmen kıble değişikliğini tepkiyle karşılayarak yanlışbir iş yapmışlardır. Âyetin sonundaki “Allah onların yaptıklarından habersiz değildir” cümlesi, Ehl-i kitabın bu yanlış tutumlarıyla ilgili bir uyarı ve tehdit anlamı taşımaktadır. (Kaynak: Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 231-232)

Bütün mezheplere göre Mekke'de yaşayanlar için kıblenin yönü doğrudan Kabe'nin kendisidir. Kâbe’den uzakta olan kimselerin ise Kâbe’nin bizzat kendisine değil bulunduğu tarafa yönelmesi yeterlidir. Bu yönelişte küçük kaymaları kıbleden sapma telakki edilmemekte ve genel olarak Kâbe’nin bulunduğu noktadan 45 dereceye kadar sağa ve sola sapmalar bu çerçevede düşünülmektedir. Dünya haritası incelendiğinde Mekke ile Petra denilen antik kent bazı yönlerden aynı doğrultuya denk geldiğinden Mekke'ye yönelik bazı camilerin Petra ile de kesişmesi müslümanların Petra'ya yöneldiği anlamına gelmez.

Bu iddia, Mekke ile kendi evi aynı doğrultuda olan bir kişinin müslümanların kıblesi benim evime doğrudur demesi gibi bir iddiadan öteye geçmez.

21 Neden İslamiyet'in ilk 150 yılındaki camiler kıble olarak Kâbe'yi değil, Petra diye bir şehri gösterir?

Bu iddianın hiçbir aslı yoktur; tamamen uydurmadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Neden İslamın ilk 150 yılındaki camiler kıble olarak Kabeyi değil, Petra diye bir şehri gösterir?

22 Sessiz ama zeki ve fazla boş konuşmayan insanlarla ilgili hadis var mıdır?

Cevap 1:

İnsanların konuşmalarıyla ilgili bazı hadisler şöyledir:

- İnsanları cehenneme sürükleyen kötülüklerin başında dillerin kopardığı ürünler (kötü sözler) olduğunu belirten Hz. Peygamber (asm) buyuruyor:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayırlı / güzel, faydalı şeyler söylesin ya da sussun.” (Zevaid, 10/299)

- Hz. Muaz anlatıyor: Ben, “Ey Allah’ın Resulü! Biz konuştuklarımızdan ötürü da sorguya çekilecek miyiz?” diye sorunca, Hz. Peygamber (asm):

Annen yokluğuna yansın ey Muaz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin ürettiklerinden başka bir şey midir!” (Tirmizi, h.no: 2616)

- Yine Hz. Muaz anlatıyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Sen sustuğun sürece selamettesin. Ne zaman konuşursan, işte o zaman ya lehinde veya aleyhinde (olan sözlerinin karşılığı) yazılır.” (bk. Mecmau’Zevaid, h.no: 18156)

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayırlı / güzel şeyler söylesin yahut da sussun.” (Buhari, Rikak, h. no: 6120)

Cevap 2:

Hz. Cabir b. Semüre anlatıyor:

“Hz. Peygamber, uzun uzadıya susardı / susmayı tercih ederdi. Az gülerdi; sahabeleri yanında şiir okur, bazı şeyler konuşup gülerlerdi. O da bazen (onlara iştirak etmek için) tebessüm ederdi.” (Tirmizi, Şemail, h. no: 241)

Cevap 3.

- Bir rivayete göre, hem fiziki hem kişilik olarak Hz. Peygambere en çok Hz. Cafer-i Tayyar benziyormuş. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 9055)

- Diğer bir rivayette Hz. Peygambere kişilikte en çok benzeyen Hz. Huzeyfe’dir. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no:37211)

23 Allah neden bizim gibi sıradan varlıkları yarattı?

Kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, insan o ağacın meyvesidir. Zira kainattaki bütün varlıklar insan için var edilmiş, insan da Allah için var edilmiştir.

Nasıl ki bir ağaç, her şeyiyle meyvenin gelişip olgunlaşmasına hizmet ediyorsa, aynen bunun gibi bütün varlıklar, canlısından cansızına kadar insanoğlunun hizmetine sunulmuştur.

Ve nasıl ki bir meyvenin çekirdeğini toprağa ektiğimizde, koskoca bir ağaç elde ediyorsak, işte bunun gibi kainatın meyvesi olan insanoğlunun, çekirdeği hükmünde olan kalbini, doğru yerlere ektiğimizde, kainatı aşacak kadar büyük bir iman, ubudiyet, kulluk, sevgi, gibi meyveler verecektir.

Demek ki, bir ağaç meyvesi için yetiştirildiği ve meyvesi de ağaçtan daha değerli olduğu gibi, kainat da insan meyvesi için yaratılmış ve kinattan daha değerli nadide bir varlıktır.

Bir başka açıdan bakıldığında, kainat bir fabrika ise, insan onun ürünüdür; kainat bir saray ise,insan o sarayn içindeki sultandır.

O halde, insanın bu yönlerine bakmak ve ona göre Allah'ın bize ihsan ettiği sonsuz nimetlerine dikkat çekmek gerekir.

Allah bu kâinatı yaratmış ki, sonsuz ilmini, kudretini, hikmetini, rahmetini göstersin.

Kâinata tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları, vahidiyet ve ehadiyet olarak iki şekilde tecelli eder.

Vahididyet Allah’ın isim ve sıfatlarının varlık alemine birden teceli etmesi, ehadiyet ise varlıkların her bir ferdine tek tek, ayrı ayrı tecelli etmesi anlamına gelir.

Her varlığı kendi konumunda tutması ve bu fani alemde geçici de olsa bir nevi bekaya mazhar kılmasına kayyumiyet sırrı denir. “Her şeyi ayakta tutan/varlıkta devam ettiren” manasındaki Kayyum isminin kâinattaki tecellisi olan kayyumiyet cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur/şuurlu meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var.

Yani nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. Öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir.

Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, başka hiç bir varlıkta bulunmayan bir genişliği, kapsamlı bir mahiyeti olduğu için bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.(bk. Nursi, Lem'alar, 353)

- Allah, insanı kâinata bir merkez yapmış, kâinattaki hikmetlerin büyük bir kısmı insanın hayatına hizmet edecek şekilde yaratmıştır. Küçük bir varlık olmasına rağmen, koca kâinatı içine almıştır. Kudret ve hikmeti sonsuz olan Allah, -insanın eliyle- yüz binler cilt kitabı içine alacak kadar geniş manevi kapsam alanına sahip ve bir tırnak kadar bile olmayan bir elektronik beyin yaratması, keza, koca bir güneş sisteminin modelini mikroskopla bile görünemeyecek kadar küçük bir atom sisteminde yerleştirmesi gibi, koca evren gibi geniş çaplı bir varlık armonisini küçük bir varlık olan insanda sahnelemiştir. İnsanın bu kadar önemsenmesi ve önemli bir konumda bulundurulmasının hikmeti, insanın mühim üç vazifesidir:

Birincisi: Kâinat çapında yer alan her türlü nimeti, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi insan vasıtasıyla dizip tanzim etmek. Evet Allah, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlamış, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirmiştir.

İkinci Vazifesi: Bir Zat-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’ın hitaplarına, muhatap olabilecek bir kabiliyet ve istidada sahip olmasıdır.

Gerçekten insanın, câmiiyeti/geniş kapsam ve kapasitesi itibariyle Allah’ın sözlü ve fiili/kevni mesajlarına en mükemmel bir muhatap olması ve büyük bir hayranlıkla Onun sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olması ve şuurlu bir varlık olarak bütün enva'-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanlarına şükür ve hamd ü sena etmesi, çok önemli bir vazifesidir.

Üçüncü Vazifesi: İnsanın kendi hayatı ile üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum olan Allah’a ve şuunatına ve her şeyi kuşatan sıfatlarına âyinedarlık etmektir/ayna görevini yapmaktır. (Geniş bilgi için bk. Lem'alar, s. 352-354)

- Özetle, insanın  kapsamlı fıtratı, geniş kapasitesi, harika istidat ve kabiliyetiyle şu kâinat içinde bir ustabaşı, Allah’ın mucizevi sanatının ve saltanatının bir dellalı, yaratılış ağacının en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi,  kâinatın küçük bir fihristi ve bir küçük bir örneği  hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor olması  ve bütün varlıkların hususi ibadetlerini külli manada yapabilen  bir kul olması haysiyetiyle, ilahi hikmet onun yaratılıp yer yüzüne halife yapılmasını ön görmüştür.

Hz. Ali’nin dediği gibi, insan küçük bir cisimdir, fakat alemleri içine alacak kadar geniş, büyük bir varlıktır. (bk. Lemalar, a.y)

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsan ve Kainat; Küçük Kainat ve Büyük İnsan
Evrendeki her şey insan için mi yaratılmıştır?
Melekler varken neden insan yaratılmıştır?
Madem uçsuz bucaksız kainattaki en önemli meyve ve gaye insandır ...
İnsanın Allah'a muhatap olan bir varlık olmasını ve Allah'a hitap ...
İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır ...

24 Nerden bilebiliriz, sınavımızın Kuran-ı Kerime rağmen, aklımızı kullanıp sorgulamak olmadığını?

Cevap 1:

Kur'an-ı Kerimin ve diğer kutsal kitapların gönderilmesi, ayet bağlamında değerlendirilmelidir. Bu nedenle terimsel anlamı ile “ayet” ifade edilen kelamın orijinalliği ve etimolojik yapısındaki uluhiyetin mutlak ve tanımlanamaz gerçekliğini göstermesidir.

Buna göre önemli olan öncelikle insan ve tabiatın ötesinde yaratıcıya ait yüksek gerçeklik alanını gösterebilen bir kelamın söz konusu olmasıdır.

İnsanın sezgisel olarak varlığını duyumsadığı bu aşkın varlık, ancak ayet adı verilen vahy sürecinde dış boyutta algılanabilir bir konuma gelmektedir. Böylece insanın iç sezgisi ile ayetle gösterilen uluhiyet hakikati kesişmekte yani birbirlerini doğrulamaktadır. Bu doğrulama neticesinde tüm yaratılan şeylerin de yaratanı gösteren bir kelam olduğu gerçekliği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü gibi burada öncelikli olan “iman” olmaktadır. İman ise akıldan da üst bir yapı olan irade ile daha ziyade alakalıdır. Özgür iradenin uluhiyetin sezgisel duyumu ile ayetin dışsal yönü arasındaki ilişkiyi doğrulaması, “iman” gerçekliğini ortaya çıkarmaktadır. Bundan sonra ise bunun tabiat boyutu yani davranış boyutunda açığa çıkması gerekli olmaktadır.

Tıpkı tüm yaratılanlar yaratanını gösterdiği gibi insan da yaratılan ama bilinçli ve özgür bir varlık olarak yaratanını göstermelidir. Yani tüm süreç ayet bağlamında tamamlanmalıdır. Bu göstermenin biçimini ise yaratanın belirleyeceği açıktır. Bu ise emirler ve yasaklar olarak kendini gösterecektir.

“Denenme” den kast edilen sınırlı ve yaratılmış bir varlık olarak insanın güç yetiremeyeceği uluhiyet gerçekliği ile “tenzil” olarak ifade edilen ikincil bir formda karşılaşmaktadır.

Bu karşılaşmada iman aracılığı ile daha üst olan uluhiyet hakikatine bir yönelim açığa çıkarsa kişi ilerleyebilecektir. Aksi taktirde sebepler aleminde kalıverecektir.

İşte cennet ve cehennem farkı buradan ortaya çıkmaktadır.

Cennet, en üst gerçeklik alanına transferdir. Bu transfer ise iman ile başlamakta daha sonra ise davranış boyutunda devam ederek varlık kazanmaktadır.

Cehennem ise, durduğu yerde durmaya devam etmek anlamına gelmekte ve sebepler zincirinin sağır döngüsünde hapsolmayı içermektedir. Ateş elementi ise sebepler zincirinin döngüsünü sağlayan ana etkendir. 

Sonuç olarak, ancak Kur'an sayesinde ve ona muhatap olarak insan imanın aracılığı aslî gerçekliğin yüksek mertebesine yönelmekte ve tüm hayatını bu doğrultuda yeniden şekillendirmektedir.

Cevap 2:

a) Yazı mantıksal çelişkilerle doludur. Yazar bir yandan “Aklımızı kullanmadan direkt Kur’an-ı Kerime inanıp hiç sorgulamadan direkt buna inanalım diye” şeklinde, sorgulamadan Kur’an’a iman etmenin mümkün olmayacağına dair bir iddiada bulunuyor; diğer yandan “bir insan Kuran-ı Kerim'de yazan şeyden korktuğu için ibadet ediyorsa...” diyerek, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna inandığını gösteriyor.

Halbuki cehenneme inanan bir kimse, Kur’an’a iman ettiği için inanıyor. Kur’an’a iman eden kimse onun Allah’ın kelamı olduğuna inanmış demektir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu bilmek için ya bizzat onu okuyup anlayarak bu sonuca varılır. Yahut da Kur’an’ı çok bilen alimlerin sözüne güvendiği için o da iman ediyor. Bu iki iman şekli de sahihtir.

- Bugün tıp, astronomi, fizik, kimya gibi bir çok fen bilgilerini doğrudan araştırıp anlamadığımız halde, bu konunun uzmanlarının sözlerine itimat ettiğimiz için onların vasıtasıyla bu bilgilere inanıyoruz.

Milyonlarca İslam alimi, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu doğrudan Kur’an’ın içerdiği mucize yönlerine bakarak ispat etmişlerdir. Kaldı ki, Kur’an’ın verdiği gaybi haberlerin doğru çıktığı bilinen bir çok ayet vardır. Bunları öğrenmek için uzman olmaya da gerek yoktur.

b) “(Allah) Kur'an-ı Kerimi gönderdi. Aklımızı kullanmadan direkt Kur’an-ı Kerime inanıp hiç sorgulamadan direk buna inanalım diye.” yargısı tamamen yanlıştır. Hiçbir ayet veya hadiste böyle ön görü yoktur. Bunun aksine Kur’an’da onlarca, yüzlerce ayet insanı düşmeye, tefekkür etmeye, aklını kullanmaya teşvik etmektedir. Örnek olarak bir kaç ayetin mealini aşağıda takdim ediyoruz:

“Biz sana feyizli ve bereketli bir kitap indirdik ki insanlar onun ayetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders ve ibret alsınlar.” (Sâd, 38 / 29)

“Şu Kur'an'ı bir iyice tedebbür/tefekkür etmezler mi, yoksa evvelce gelip geçen atalarına gelmeyen bir şey mi geldi onlara?” (Mü’minûn, 23 / 68)

“Kur'an'ı tedebbür/tefekkür etmiyorlar mı? Allah'tan başkasının olsaydı onda bir çok çelişki bulacaklardı.” (Nisâ, 4 / 82).

“Onlar Kur'an'ı tedebbür/tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 47 / 24).

c) Kur’an-ı kerim’de yer alan bütün hususlar makuldur ve sağlam mantıkla anlaşılabilir bir karakterdedir. Allah insanlarla iletişim kurmak için, insana alıcı bir akıl lütfettiği gibi, peygamberler vasıtasıyla da Vahiy/Kur’an gibi bir verici mekanizmayı ihsan etmiştir.

Nitekim, verici olan vahiy ile tanışma imkânı bulamayan kimseler bu imtihanda sorumlu tutulmadıkları gibi, alıcı olan akıl ile tanışmayan deliler de sorumlu değildir.

Demek ki Kur’an akla hitap etmektedir.

Ancak insanlarda akıl yanında pek çok duygular da olduğundan, ne yazık ki çoğu kimseler aklını değil bu duygularını, bu kör hissiyatını ön plana çıkardıkları için yanlış yollara düşüyorlar.

- Demek ki, “Kur’an’a rağmen akıl...” ifadesi yerden göğe haksız bir ifadedir. Doğrusu: “Kur’an’ı anlamak için aklı kullanmanın zorunlu olduğu” gerçeğidir.

d) Allah’a yapılan ibadetler -prensip olarak- yalnız onun rızasını kazanmak için yapılır. Allah’a olan iman ne kadar güçlü olursa, bu amaç o kadar güçlü olur. Ancak, herkesin ne bilgisi, ne marifeti ve ne de imanı bu kadar güçlü olmadığı için, Allah sonsuz rahmetiyle kullarını cennete yoluna koymak için “cennet ve cehennem” gibi bir mükâfat ve cezayı da ön görmüştür.

Bu sebeple cennet ümidiyle veya cehennem korkusuyla yapılan ibadet de makbuldür. Bunları nazara almak imana aykırı değildir.

Kaldı ki, hiçbir Müslümanın Allah’ın emrini düşünmeden sırf cennet veya cehennemden ötürü namaz kıldığını düşünmüyoruz. İbadet vakitlerinden bağımsız olarak bunları düşünebilir, bundan ibadet için şevk kazanabilir; fakat kulluk görevlerini sırf bunun için yapmaz.

- Bununla beraber, İslam tarihinde bir çok kimse hayatı boyunca ne cenneti ne de cehennemi düşünmeden, sırf Allah rızası için kulluk yapmıştır.

Yakından tanıdığımız Bediüzzaman Said Nursi’yi bu konuda canlı bir örnek olarak verebiliriz. O şöyle der:

“...Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 630)

25 Ben tam anlamıyla mükemmel bir evren göremiyorum, nerde bu mükemmellik?

Burada soru üç şıklıdır. Birisi, kâinatta düzenin olmadığı, diğeri hayvanların birbirine zulmettiği, üçüncüsü de insan DNA’sı ile maymun DNA’sının benzerliğidir.

Cevap 1:

İnsanın, kâinatta düzenin mükemmelliğini anlaması için kendi vücuduna bakması yeterlidir.

Önce düzenden maksadın ne olduğu iyi anlaşılmalıdır. Düzen; nizam, intizam, ölçülülük, bir ihtiyaca göre yapılan şey manalarına gelmektedir.

İnsanın bedeni ölçülü ve pek çok gaye ve maksada göre planlanıp yaratılmıştır. Mesela; yüzün şekli ve büyüklüğü, yüzdeki azaların yeri, görevi ve şekli hep ölçülü ve son derece mükemmeldir. Bunu daha iyi anlamak için yüzde ölçüsüzlüğün varlığını hayal edelim. O zaman mükemmelin ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Mesela burun kedi burnu gibi ve yüzün sol tarafında, gözün birisi inek, diğeri sinek gözü gibi, birisi başın arkasında, diğeri alında, kulağın biri tavşan kulağı, diğeri fare kulağı gibi, birisi burnun üstünde, diğeri ensede, ağız koyun ağzı gibi ve yüzün sağ tarafında, dişlerin bir kısmı ağzın içinde ve her birisi farklı büyüklükte, bir kısmı da avucun içinde. Ayağın birisi inek ayağı gibi, diğeri tilki ayağı şeklinde. Büyük abdesti yapacak yer sol kulağın olduğu yerde, küçük abdesti yapacak yer de sağ kulağın yerinde bulunsa idi, işte o zaman şu anda insanın mükemmelliği daha iyi anlaşılırdı.

İşte kâinat da böyle. Güneşin büyüklüğü ve bize uzaklığı, günlük meydana gelen enerji miktarı ve şekli, bulutun ihtiyaç olan yerlere suyu götürmesi, bütün canlıların mutlaka ihtiyacı olan havanın tam istenen oranda olması, bozulan gaz dengesinin kısa sürede temizlenerek devreye girmesi, yerkürenin ekseni ve güneş etrafındaki hareketi ve hızı hep en ince hesaplarla ayarlanmış ve en küçük bir hata olmadan işletilmekte ve idare edilmektedir.

Hayvanların her birisinin ruh yapısına uygun bir bedene sahip olması, azalarının ölçülü ve ihtiyaca göre yapılmış olması hep mükemmelliğin ve düzgünlüğün ölçüsü değil midir?

Mesela, tavuğa fare ayağı, kelebeğe serçenin kanadı, serçeye de kelebek kanadı, koyuna ağız yerine bülbülün gagası takılsa idi, o zaman adaletsizlik ve intizamsızlık ve ölçüsüzlük olurdu.    

Daha saymaya gerek var mı? Her halde bu kadarı bile mükemmelliğin ne demek olduğunu anlamaya yetecektir.

Şimdi söyle bakalım, var mı kâinatta böyle bir dengesizlik ve ölçüsüzlük?

Cevap 2:

Her bir canlı kendisine biçilen ve takdir edilen görevi yapar, tayin edilen rızkını yer. Buradaki hata, kâinata yanlış gözlükle bakmaktan kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, kâinata iki gözlükle bakılır. Birisi iman gözlüğü, diğeri de küfür gözlüğüdür.

Küfür gözlüğü; kâinatı karanlık ve her şeyi birbirine yabancı ve düşman gösterir. Tıpkı gece vakti karanlık ve ıssız bir beldeye götürülen bir kimsenin, karanlıkta çevresinde gördüğü şeyleri yılan ve ejderhaya benzeterek korku ve dehşete kapılması gibi.

Bu gözlükle kâinata bakan kimse, kâinatta her şeyin gelişigüzel ve başıboş olduğunu düşünür. Her şeyi gayesiz ve faydasız telakki eder. ölümleri yok olup çürüyüp gitme olarak algılar. Bir müddet sonra kendisinin de çürüyerek yok olup gideceğini düşünür.

Bütün varlıkları bu yokluk karanlıklarına gitmekten gelen endişe ve korkularla devamlı bir yas içinde görür. Dünyaya gelişinden pişmanlık duyar

Bütün hazır nimetler ona acılaşır. Cehenneme gitmeden daha dünyada cehennem hayatı yaşar.

İman gözlüğü ise, her şeyin aslını ve mahiyetinin ne olduğunu gösterir. Bir kimsenin bilmediği bir yere gündüz vakti götürülmesi gibi. Bütün varlıkların ne olduğunu, ne işe yaradığını bilir, onları kendisine dost görür.

İman gözlüğü ile kâinata bakan kimse, her şeyin son derece mükemmel, intizamlı ve pek çok gayeye göre yaratıldığı bilir. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu düşünür. Burada kendisine bildirilen emir ve yasaklara uyarak sonsuz bir hayatı kazanmak için gönderildiğini anlar. Ölümleri yok olup gitme değil, bir yayladan bir yaylaya, bir mekandan başka ebedî bir mekana gitme olarak algılar. Ölümü, ahirete gitmiş bütün sevdiklerine ve yakınlarına bir kavuşma vesilesi bilir ve bunu sabırsızlıkla bekler.

Bütün kâinatın; dağları, bağları, ovaları, hayvanlarıyla kendi emrine verilmiş olmasından son derece memnundur. Bunun için devamlı yaratıcısına hamd ve şükreder. Hastalık, sıkıntı ve musibetlerle karşılaştığı zaman; Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler der, sabır içinde şükreder.

Bilimin görevi; varlıkların görevlerini, vücut yapılarını ve davranışlarını incelemektir. Hayvanlar niçin böyle yaratıldılar? sorusunun cevabını bilim veremez. Bilim bir varlığın niçin öyle yaratıldığının hikmetlerini ortaya koymaya çalışır. Onun cevabını, o varlıkları yaratan Allah verir. Bir kimse evinin içinde istediği gibi tasarruf yapabilir. Eşyaları kendi arzusuna ve kullanılış gayelerine göre yerleştirir. Bunu kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur.

Cenab-ı Hak da kâinatta istediği gibi tasarruf etmekte, istediğini istediği gibi yaratmaktadır. İnsanın, kelebeğin, ya da farenin niçin böyle yaratıldığını sorgulamaya, bunların da koyun veya keçi gibi yaratılmasını istemeye ve bu şekilde yaratılışa itiraza hakkı yoktur. Böyle bir itiraz haddini bilmemek olur. Eskiler buna Edeb diyorlardı. İnsan bu edeb çizgisini aşarsa, kendi aklını kâinata mühendis kabul eder, o zaman Allah’ın her şeyine itiraza başlar. Hem varlıkların yapısına ve yaratılışına ve hem de kendi yaratılışına, yapısına ve şekline itiraz eder:

“Ben niçin şu adam gibi yakışıklı olmadım?”
“Niçin bu asırda yaratıldım?”
“Niçin 40-50 sene yaşıyorum?”

gibi ardı arkası gelmeyen sorular hep edeb sınırını aşmanın, haddini bilmemenin sonucudur.

Ancak bunların hikmetlerini anlamak ve anlamaya çalışmak, Allah’ın hakim ve rahim isimlerinin tecellilerini görmektir ve ibadettir.

Cevap 3:

Bilgi için tıklayınız:

İnsanla maymun arasındaki genetik benzerlik %98 midir? Bu benzerlik evrime delil olabilir mi?