Kutsal Kitaplar konusunda en çok merak edilenler

1 Kutsal kitaplar neden gönderildi?

İmtihan adalet ölçüsüne göre yapılır. Bir öğretmen, imtihandaki adalet ölçüsü, tatbikatı, uygulamayı ister... Aynen bunun gibi, Allah kullarını imtihan için öğrencilerine tatbikat yaptırması gerekir. Tatbikat ise, öğretici bir muallim ve onun elinde de bir kitap / ders notlarının olmasıyla gerçekleşir. İşte insanlık camiasının hayat okulundaki muallimleri peygamberler, ders notları ise semavî kitaplardır.

“Bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.”(İsra, 17/15 )

mealindeki ayet, bu gerçeğe dikkati çekmektedir.

Ayrıca, şu koca evrenin yaratılmasının elbette  bir çok gayesi vardır. Her tarafı hikmetlerle donatılmış evrenin gayesiz, abes, lüzumsuz olduğunu tasavvur etmek için deli olmak lazımdır. Bu gayelerin başında her şeyden önce Allah’ın kendini tanıtması ve kullarından bunu öğrenmelerini istemesidir.

“Cinleri ve insanları beni tanımaları ve bana kulluk etmeleri için yarattım.”(Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiştir. Kulların bu tanıma ve kulluk işini öğrenmesi de muallimsiz ve kitapsız olamaz...

Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan, onları ders veren, sonsuz ilim ve kudretini yansıtan, mücessem bir Kur’an olan kâinat kitabıdır. Kâinat kitabının derin manalarını, ince nakışlarını, Yüce Yaratıcıyı tanıtan mesajlarını öğrenmek için, onu ders veren bir muallime ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, bir kitap ne kadar harika olursa olsun, onun manaları bilinmiyorsa ve onu ders veren bir muallimi de yoksa, onun boş bir tomar kâğıttan farkı yoktur.

Tıpkı bunun gibi, kâinat kitabını en ince güzellikleriyle ders veren, Yaratıcı ile olan bağlarını anlatan, onun yaratılış gayesini açıklayan Kur’an gibi bir kitap ve Hz. Muhammed (asv) gibi bir muallim olmasaydı, kâinat kitabının bu ince sırları anlaşılabilir miydi? Nitekim, Kur’an’a ve Hz. Muhammed (asv)’e kulak vermeyenler, materyalistçe düşünceleriyle, evreni anlamsız, gayesiz, hedefsiz bir kukla olarak telakki ettikleri gibi, insanları da nereden gelip, nereye gideceği, niçin geldiği ve niçin bir müddet sonra kaybolup gideceği bilinmeyen bir zavallı olarak görürler. İşte bu yanlış anlayışların düzeltilmesi için bir Kitap ve o kitabın Muallimi gereklidir.

Kur'an'a göre kitapların gönderiliş amacı anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmedilmesi, (Bakara, 2/213), insanlar arasında adaletin yerine getirilmesi (Hadid, 57/25), ayrılığa düşülen konuların açıklanması ve inanan insanlar için yol gösterici ve rahmet olması (Nahl, 16/64), insanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp onları Allah'ın yoluna iletmek (İbrahim, (14/1), zulmedenleri uyarmak ve güzel davrananları müjdelemektir. (Ahkaf, 46/12).

Allah Teâlâ'nın insanları irşad etmeleri için gönderdiği peygamberlere, insanlığa tebliğ etmek üzere indirdiği kitablar. Semavî kitaplara aynı zamanda "ilahî kitaplar" veya "Kütüb-i Münezzele"de denir. Bu kitaplar lafız ve manâ itibariyle Allah'ın kelamıdır. Allah tarafından peygamberlerine tebliğ edip açıklamaları için gönderilen kitaplar; ya suhuf (sahîfeler) veya elvah (levhalar) içinde yazılı olarak, veyahut da vahiy çeşitlerinin her türlüsüyle lafız ve manâlarıyla birlikte müdevven veya müdevven olmayarak gönderilir. Müdevven olmayanlar, gönderilen peygamberlerin bildirdiği şekilde yazdırılarak bir araya getirilir.

Semavî kitablar; hacim itibariyle ister büyük ister küçük olsun, gerek tedvin edilmiş olarak gönderilsin, gerek tedvin edilmeden indirilsin; kendisi ile gönderilen peygamberin içinde bulunduğu milletin diliyle indirilir. Çünkü Allah her millete çeşitli asırlarda birer peygamber göndermiştir.

"Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur. (Fâtır, 35/24);

"Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez" (Yunus, 10/47);

"Biz her peygamberi, kendilerine iyice açıklasın diye yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik..." (İbrahim, 14/4).

İlâhi kitapların bazılarında i'câz özellikleri bulunur. Kur'an-ı Kerim ise pek çok i'câz özelliklerini içermektedir.

Semavî Kitab, Hz. İbrahim (as)'e sahifeler içinde, Hz. Musâ (as)'ya elvah (levhalar) üzerinde yazılı olarak indirilmiştir. Hz. Muhammed (asv)'e Kur'an-ı Kerim peyderpey (tedricen) çeşitli vahiy şekilleriyle lafızlar olarak indirilmiş, Hz. Peygamber (asv) de bunları sırasına göre vahiy katiblerine yazdırmıştı.

Semavî Kitapların hepsi şu noktaları zikretmede ittifak etmişlerdir:

1. İman ve Tevhid'in esaslarını bildirmede birleşirler.

2. Allah Teâlâ, zat ve sıfatlarında tektir. O, yegane Halık (Yaratıcı) ve müessirdir. Allah'dan başkasına ibadet edilmez.

3. Namaz, zekat, oruç gibi ibadet asılları. Bunların şekilleri değişik olabilir. (Enbiyâ, 21/73; Bakara, 2/183).

4. Zina, adam öldürme, hırsızlık gibi ırz, namus, can ve mal haklarına tecavüz haram ve büyük günahtır.

5. Bütün hayırlar ve güzel ahlâk esasları emredilir.

6. Hz. Muhammed (asv)'in Allah'ın Rasûlü olarak geleceğini ve sıfatlarını haber verirler.

7. Allah yolunda can ve mal ile cihada teşvik etmektedirler.

Yüce Allah, önceki kitaplarda indirdiği esas ve bilgilerin pek çoğunu Kur'an-ı Kerim'de indirmiştir. Mâide suresinin 48. âyeti bu hususa işaret eder:

"(Ya Muhammed), sana da kendinden önceki kitabları tasdik edici ve onlar üzerine bir kontrolcü (gözetleyici) olmak üzere bu kitabı indirdik. O halde onlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet."

O halde Kur'an-ı Kerim kendisinden önce indirilen kitabların değiştirilmeden gelen kısımları ile tahrif edilerek batıl karıştırılmış kısım ve âyetleri üzerinde bir şahid ve bir kontrolcü ve mihenk taşıdır.

Kur'an-ı Kerim kendisinde bildirilen hakikatlerin önceki ilâhi kitablarda da indirildiğini söylemiştir:

"Şurası bir gerçektir ki, Kur'an âlemlerin Rabbinin indirdiğidir. Allah'ın azabıyla korkutanlardan olman için onu (ey Muhammed), senin kalbine apaçık bir Arapçayla Cibril-i Emin indirmiştir. O, daha önceki (peygamber)lerin kitablarında da vardır (zikredilmişti)." (Şuârâ, 26/192-196)

"Öncekilerin kitabları (zübüril-evvelîn)" lafzının mefhumuna, suhufu İbrahim, Tevrât, Zebûr ve İncil girer.

İnsanlar, kendilerine Allah'ın ahkâmını tebliğ eden peygamberlere muhtaç oldukları gibi, onlara indirilen semavî kitablara da şu bakımlardan muhtaçtırlar:

1. Peygamberlere indirilen semavî kitablar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ümmetlerin dinin akaidini, ilke, gaye ve ahkamını tanıma ve tarif etmede müracaat ettikleri kaynaktır. Ümmetler, Allah'ın şeriatının hükümlerini tanımada, Allah'ın emrettiği farzları ve nehyettiği haramları açıklamada, fazilet ve güzel ahlâkı, edep ve terbiye kurallarını, Allah'ın uyarılarını, va'd ve va'dini beyan edip insanları doğru yola çağırmada ve öğüt alıp ve öğüt vermede Allah'ın kitabına baş vuracaklardır. Peygamberin vefatından sonra ümmetin alimleri, beşer hayatında karşılaşılan müşkillerin şer'i hükmünü istinbat için Allah'ın indirdiği kitaba bakacaktır.

2. Peygamberin vefatından sonra ona vahyedilmiş olan ilâhî kitab, insanların ihtilaf ettikleri her bir meselede başvuracakları âdil bir hakemdir. Çünkü bu, en âdil ve en iyi hakim olan Allah'ın kelâmıdır. Yüce Allah bu hususu şöyle belirtir:

"İnsanlar (Hz. Âdem zamanında) tek bir ümmetti. Bunu müteakiben Allah onlara müjdeleyen ve korkutan peygamberler gönderdi. Onlarla birlikte insanlar arasında ihtilaf ettikleri şeylerde hükmetmek için hakk ve gerçek olan kitablar indirdi..." (Bakara, 2/213).

Bir ümmet arasında indirilen ve yazılmış olan kitap, tevhid esaslarını ve dinin akaid, adab ve ahkâmını korur. Ümmet içinde bir semavî kitabın değiştirilmeden kalması, aralarında yaşayan peygamberin durması anlamındadır. Diğer insanlar gibi peygamberler de ölürler. Peygamberlerin ölümünden sonra semavi kitabın durması olmasaydı, dinin aslından sapacak kadar ümmetin ihtilafları büyürdü. İnsanların tabiatı icabı, nefis ve hevalarının arkalarında sürüklenmelerinin azaltılması, dini anlayış ve ictihadlarda ihtilafların durdurulması için yazılı bir ilâhi kitabın bulunması lazımdır.

İlâhi Kitap, nazil olduğu yer ve zamandan ne kadar uzaklaşılırsa uzaklaşılsın, dinin yayılması ve insanların irşâd edilmesinde peygamberin davetinin etki ve kabiliyetini taşır. Son Peygamber Hz. Muhammed (asv)'in tebliğ ettiği evrensel İslamın yayılması ve kabul ettirilmesinde Kur'an-ı Kerim'in çok büyük etki ve hizmetleri olmuştur.

Allah Teâlâ, işte bu sayılan ve bunlardan başka bir takım sebeplerle peygamberlerine kitablar indirmiştir. Onlar da bunları tebliğ edip açıklamışlardır. Hz. Peygamber (asm), arkasında insanlık için bir nur ve hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'i bırakmıştır.

Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması gerekir. İşte bu talimat, peygamberlere Semavi kitaplarla verilmiştir. Semavi kitaplar, Yüce Allah'ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı, ancak bu kitaplar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitaplar olmasaydı, insanlar yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Yaşayışlarını düzene sokacak İlahi prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardır.

Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce kudretini gösteren üstün san'at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahib olanların parlak sözleri onun yanında pek sönük kalır.

2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara, Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler.

3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıkları ve bu görevler uğrunda ne kadar zorluklara katlandıklarını bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını emreder.

4) Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük ibret sahnelerini ve tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkar kavimlerin çok korkunç akıbetlerini haber verir.

5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahib olmalarını ve Hak'dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına uyarak din ve faziletten yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret nimetlerinden mahrum kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir.

6) Kur'an-ı Kerim, Müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına atılmalarını, din ve namuslarını, yurtlarını, maddi ve manevi varlıklarını hem canları hem de malları ile korumalarını emreder.

7) Kur'an-ı Kerim, medeni ve sosyal hayatın bir düzün ve huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların birtakım hak ve görevleri korumalarını ve gözetmelerini ister.

8) Kur'an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selamet içinde kalmaları için adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam duygularından, katı yürekli olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor. Yapılması, yenip içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir.

9) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bu alem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değişteremeyeceğini anlatır. Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka bir şey elde edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder.

10) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın, "Yapınız - Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü akıbetleri, cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur'an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden haberdar ederek ona iletmek ister.

Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın yüksek talimatı dışında kalamaz. Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır.

2 Ehl-i Kitab Ne Demektir?

Yahudi, Hristiyan gibi semavi din mensuplarına "Ehl-i Kitap" denir. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaptan çokça bahisler vardır. Ehl-i Kitap, Peygamberimizi (asm) kabul etmediklerinden "kafir" sayılmakla beraber, "Allah'ı inkar eden" anlamında kafir değillerdir.

Kur'an-ı Kerim, ehl-i Kitaba bazı konularda, kafirlere nispetle ayrıcalık tanır. Mesela, onlardan kız almak caizdir ve kestiklerini yemek helaldir (Maide, 5/5) Onlara tanınan bu ayrıcalık, ehl-i küfre nispetle, imana daha yakın olmalarındandır. Kur'an, onlara şöyle seslenir:

"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin! Ancak Allah'a ibadet edelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp bazınız bazısını Rab edinmesin."(Âl-i İmran, 3/64)

Yani, birbirimizi Rab, Mevla, Hakim-i Mutlak tanımayalım. Bütün hareketlerimizi Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim... Hepimiz Allah'a kul olalım. Kendimizi ancak O'na mahkum bilelim. Birbirimize de ancak bu kural çerçevesinde tabi ve bağlı olalım. (1)

Kur'an, Ehl-i kitabın kendi alim ve ruhbanlarını, Rab edindiklerini bildirir.(Tevbe, 9/31) Hristiyanlıktan İslam'a geçen Adiy b. Hatem, "Ya Resulullah, biz onları Rab edinmiyorduk." deyince Resulullah (asm), şu açıklamayı yapar:

"Onlar, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal yapıyor, siz de onlara uyuyordunuz. İşte bu, onları Rab edinmektir."(2)

Yoksa, herhangi birini Rab edinmek için illa ona "Rab" namını vermek şart değildir. (3)

Şu ayet, Ehl-i kitapla mücadelede izlenecek yolu ifade eder:

"Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut, 29/46)

Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir: 1. Zalim olanlar. 2. İnsaflı olanlar.

İnsaflı olanlarla en güzel bir şekilde mücadele yapılması emredilir. Bu tarz yaklaşım, onları İslam'a çekecek, İslam'a girmekte zorlanmayacaklardır. Çünkü, İslam'a girdikleri zaman Hz. Musa (as)'ı, Hz. İsa (as)'ı reddetmeleri gerekmiyor... Böylece, son peygamberin dinine uyacaklar ve tahrif edilmiş bir dinin mensubu olmaktan kurtulacaklardır.

Kur'an-ı Kerim, Hristiyanların Yahudilere nisbetle İslam'a daha yakın olduğunu bildirir:

"Yahudi ve müşrikleri mü'minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü'minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler." (Maide, 5/82)

Tarih, üstteki ayetin bir ispatıdır. Yahudilerden İslam'a girenler parmakla gösterilecek kadar azdır. Fakat Hristiyanlardan pek çok kimse, araştırmaları neticesinde İslam'ı seçmişlerdir. Bugün Avrupa'da Hristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Yine Avrupa'da pek çok kilise, cami hâline getirilmiş ve bunlar İslami faaliyet merkezleri olarak hizmet vermektedirler.

Hristiyan ülkelerde İslami faaliyetlerin güzel neticeleri gözle görülen bir realite olduğu gibi, bu ülkelerin idarecilerinin İslam aleyhinde tutumları da yine bir realitedir.

İnsaflı Ehl-i Kitapla en güzel bir mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmü bildirir:

"Ehl-i Kitaptan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen ve Hak dini din olarak seçmeyenlerle, onlar zelil vaziyette kendi elleriyle ‘cizye’ verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)

Ayette sayılan özellikler, “Bütün Ehl-i kitabı içine alır mı, yoksa almaz mı?” meselesi zaman zaman tartışma konusu olmaktadır.(4) Ayetin "Ehl-i kitabın hepsiyle, onlar cizye verinceye kadar savaşın." demeyip, "Ehl-i kitaptan şu özellikte olanlarla savaşın." demesi, herhalde gözden uzak tutulmamallıdır.(5) Resulüllah’ın uygulaması da bu tarzda olmuştur.

Hz. Peygamber (asm), İslam'ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan'a göndermiş, orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiş, onlara Allah'ın dinini anlatmış, kendilerini iknaya çalışmıştır. Bunun neticesinde Ehl-i kitaptan İslam'a girenler olmuştur.

Kur'an'ın belirttiği gibi, "Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir." (Âl-i İmran, 3/113). Onların hepsini aynı kategoride görmek, Kur'ani ve tarihi realiteye muhaliftir.

"Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez."(Maide, 5/51)

ayeti, onlarla diyaloga ve beşeri ilişkilere mani değildir. Nitekim, ehl-i Kitaptan kız almak, Kur'an'ın hükmüyle sabit bir vakıadır. (Maide suresi,5).

Hamdi Yazır, üstteki ayetle ilgili şöyle der:

"Müminler, Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara idareci olmaktan men edilmemiş; onları veli ittihaz eylemekten, yardaklık etmekten nehiy edilmişlerdir. Çünkü onlar, müminlere yar olmazlar."(6)

Meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:

Onlarla beşeri ilişkilerde bulunmak ayrı, onların din-örf ve adetlerine hayran kalmak ayrıdır. Birincisi Kur'an'ın nehyine dahil değilken, ikincisi kesinlikle yasaklanmıştır.

Kaynaklar:

1. Yazır, II/1132.
2. Razi, XVI/37.
3. Yazır, IV/2512.
4. Razi, X, 333; Kutub, III, 1631-1634
5. Ateş, III, 1133-1134.
6. Beydavi, II, 211.

3 Eski kitaplarda Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'a dair işaretler var mıdır?

Kur'an'ın dışındaki mukaddes kitaplara, zamanla insan elinin karıştığı hâlde Peygamber Efendimizin (asm.) bu mukaddes kitapların değişik nüshalarında yer alan isim ve sıfatlarında, büyük bir benzerlik mevcuttur.

Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın zaman zaman tebliğciler veya peygamberler gönderdiğini ve onlara vahiy suretiyle kanunlar, emirler veya kitaplar indirdiğini bildirir. Kur'an, bu ifadeye bağlı olarak Hz. İbrahim (as)in sahifelerinden, Hz. Musa (as)'a gönderilen Tevrat'tan, Hz. Davut (as)'a indirilen Zebur'dan ve nihayet Hz. İsa (as)'a gönderilen İncil'den bahseder. Kur'an'da beyan edilen “zuhuru'l-evvelin”, yani “eskilerin kitapları” şeklindeki ifade ise, Zerdüştler veya Brahmanların bazı kitaplarına (kesin olmasa bile) işaret eder denilebilir.

Eski İran Mukaddes Metinlerindeki İşaretler:

İran dini, Hindu dininden sonra dünyanın en eski diniydi. Mukaddes yazıları, desatir ve zend-avesta adını taşıyan iki kaynakta toplanıyordu. Bunlardan Desatir No. 14 de, İslam dinine ait bazı prensipler dile getiriliyor ve Efendimizin ((asm.) geleceğine dair şu ifadeler yer alıyordu:

“İranlıların ahlak seviyesi düştüğünde, Arabistan'da bir nur doğacaktır. Takipçileri onun tahtını, dinini ve her şeyini yükseltecektir. Bir bina inşa edilmişti (Kabeye işaret ediyor) ve onun içinde, ortadan kaldırılacak pek çok putlar bulunmaktaydı. hâlk, yüzünü ona doğru dönüp ibadet edecektir. Takipçileri, İran, Taus ve Belh şehirlerini alacak ve İran'ın pek çok akıllı adamı, onun takipçilerine katılacaktır.”

Yukarıdaki satırlardan açıkça anlaşıldığı gibi, asırlar sonra doğacak İslam güneşi ve onun yüce peygamberi, son derece net bir şekilde tarif edilmiştir. Ve bu peygamberin (asm), “ziyadesiyle övülmüş”, “Ahmet” ve “alemlere rahmet” unvanlarıyla, putları kaldıracak birinin olduğu yazılıdır.

Bu kitabın hâlen mevcut olan kısımlarından Yasht 13 ün 129. Bölümünde, aynı hakikatler bir daha dile getirilir ve putları kıracak olan zattan, “herkese ve âlemlere rahmet” ismiyle bahsedilir. Bilindiği gibi Efendimizin (asm) bir ismi de, "rahmeten-lil-alemin" (alemlere rahmet olan) şeklindedir.

Hind mukaddes metinlerindeki işaretler:

Paru 8, Khand 8, Adhya 8 ve Shalok 5-8 gibi Hind mukaddes metinlerinde, Efendimizden (asm.) şöyle bahsedilmektedir:

“Arkadaşlarıyla birlikte bir mellacha (yabancı dil konuşan veya yabancı bir ülkenin mensubu) olan ruhi bir terbiyeci gelecek ve ismi Muhammed olacaktır. Onun gelişinden sonra Raja, Pencap ve Ganj nehirlerinde yıkanır... Ona der ey sen! Beşeriyetin iftiharı, Arap ülkesinin sakini, şeytanı öldürmek için büyük bir güç topladın.” (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

Yukarıdaki ifadede Efendimizin (asm.) has isminin aynen belirtilmiş olması, son derece dikkat çekicidir. Aynı satırlarda geçen “beşeriyetin iftiharı” kelimeleri ise, Peygamberimizin(asm) (fahr-i âlem) şeklindeki ismiyle aynı manadadır.

Buda (Gautama Buddha) kendisinin ölümünden sonra dünyayı şereflendirecek olan bir yüce kişiden bahseder. Palice lisanında adı “Matteya”, Sanskritçede “Maitreya”, Burmacada ise “Armidia” olarak geçen bu kişi müşfik ve iyi kalpli olup, insanları doğru yola çağıracaktır. Buda'nın çok önceden vermiş olduğu bu haberde geçen isimlerin manası da, ”rahmet” demektir. Bilindiği gibi Peygamberimiz (asm) için, Kur'an'daki 21. surenin 107. ayetinde, “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır.

Bu yazmalardan birinde, şu ifade geçer:

“Buda şöyle dedi. 'Ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. O da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: 'O nasıl bilinecek?' Buda cevapladı: 'O, maitreya (rahmet) olarak bilinecek.' ”

Pali ve Sanskrit yazılı metinlerinde, ileride gelecek olan o yüce kişinin isimleri Maho, Maha ve Metta olarak geçer. Bu isimlerden ilk ikisi, “yüce aydınlatıcı” sonuncusu ise “inayetli” manasına gelir ki, bunlardan her ikisi de Peygamberimizin (asm) sıfatlarıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, başka kutsi metinlerde geçen Efendimizin has ismini gösteren Mohamet veya Mahamet adının, maha ve metta kelimelerinden teşekkül ettiği açıkça görülecektir.

Araştırmamızı, şimdi de Tevrat, İncil ve Zebur üzerinde sürdürelim. Bu konuda yapılan en detaylı inceleme Hüseyin-i Cisriye aittir. Hicri 1261-1327 yılları arasında yaşayan ve anne ile babası Ehl-i beytten olan bu Suriyeli alim, söz konusu mukaddes kitaplardan Efendimizle (asm) alakalı 114 işaret çıkartmış ve bunları Türkçe'ye de çevrilen Risale-i Hamidiyye'sinde neşretmiştir.

Eski mukaddes metinler arasında en çok tahrif edilmiş olma özelliğini taşıyan Tevrat'ta bile, Peygamberimize (asm.) ait şu işaretler vardır:

“O, iki binici gördü, biri merkep üzerinde, diğeri deve üzerindeki binicilerdi. O, dikkatle dinledi.” (İşaya, XXI/7)

Burada peygamber İşaya tarafından bildirilen iki biniciden merkep üzerinde olanı Hz. İsa (as)'dır. Çünkü İsa peygamber, Kudüse bir merkep üzerinde girmiştir. Deve üzerinde olan kişiyle de, Peygamber Efendimize (asm) işaret edildiği açıktır. Efendimiz Medine'ye girişte devesinin üstündeydi.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, İncil tercümelerinde "faraklit" veya "paraklit" (perikletos) kelimeleri aynen muhafaza edilirken, yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercümelerinde bu kelime değiştirilerek Arapça tercümelerinde “muazzi”, Türkçe tercümelerinde ise “teselli edici” şeklinde verilmiştir.

Hazreti Şuaybın suhufunda, Efendimizin (asm) ismi "Müşeffeh" şeklinde geçer ki, kelime olarak tam karşılığı “Muhammed” dir. Tevrat'ta geçen "Münhemenna" isminin karşılığı da, yine "Muhammed"dir. (Bilindiği gibi Muhammed kelimesinin lügat karşılığı da, “tekrar tekrar methedilmiş” şeklindedir.) Bunların dışında, Efendimizin (asm) ismi, Tevrat'ta çoklukla “Ahyed”, İncil'de ise, ”Ahmet” olarak geçmektedir.

Konumuzu, bir hadis-i şerifle noktalıyoruz.

“Benim ismim Kur'an'da Muhammed, İncil'de Ahmet, Tevrat'ta ise Ahyed'dir.”

(Bilgi için bk. Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (Zerdüşt, Hindu, Budist), A. H. Vidyarthi; Çeviren: Kemal Karataş, İnsan Yayınları; İstanbul, 1997)

4 İlahi kitaplar, bir önceki kitap değiştirildikten sonra mı inmiştir?

İlahi kitapların inmesi,  bir önceki kitabın değiştirilmesi şartına bağlı değildir. Nitekim, Hz. İsa (as)’a indirilen İncil, bir önceki kitap olan Tevrat’ın hukukî ahkâmını ihtiva etmemiştir. Hz. İsa (as), İncil ile sevgi, şefkat, ahlakî değerleri ders verirken, hukukî düzenlemeler konusunda Tevrat’ı referans alıyordu. Zebur da öyledir. Bu iki kitapta da şer’î hükümler yok gibidir. O konuda Tevrat’ı esas alıyorlardı. Bu da gösteriyor ki, bir kitabın indirilmesi, bir önceki kitabın tahrif edilmesine bağlı değildir. Bilakis, zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak ortaya konması gereken yeni prensipleri ders vermek üzere indirilmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim'in inmesini de eski kitapların bozulmasına bağlamak isabetli olmasa gerektir. Bu takdirde, sanki bozulmamış olsalardı, Kur’an’a ihtiyaç kalmazdı, gibi son derece yanlış bir yargıya varmak gerekir. Hâlbuki, bütün dinlerin temel esasları olan iman hakikatleri her zaman güncelliğini korumaktadır. Ancak zaman ve zeminin şartları, konunun az veya çok açıklanması, özet veya detaylandırılması konularında büyük bir role sahiptir. Farklı şeriatların gelmesinin hikmeti budur. Kur’an’da, önceki kitaplarda da geçen önemli konular vardır; bunlar semavî dinlerin ortak paydasıdır.

Bununla beraber, Kur’an’ın, önceki kitaplardaki bazı hükümleri neshettiği konusunda -hemen hemen- bütün İslam alimleri arasında görüş birliği vardır. Ancak tekrar edelim ki, Kur’an’ın gelmesi onların bozulmasına bağlı değildir. Çünkü, önceki kitaplar bozulsun, bozulmasın, onlardaki bazı hükümlerin tadil edilmeye, bazılarının tamamen yürürlükten kaldırılmaya ihtiyaçları vardır.

5 Bir tartışma gördüm, Tanrı mı insanı yarattı insan mı Tanrı'yı?

Bu tartışma, ne Müslümanları ne de ateistleri tatmin eder. Her aklı başındaki insan gibi Müslümanlar da bütün kâinatı yoktan var eden bir yaratıcıya iman ederler. Bir ateist ise, Allah’a inanmadığı için ister istemez başka varsayımlara başvuracaktır. İlim ve mantık açısından evrenin kendiliğinden var olduğunu veya sebepler / elementler tarafından inşa edildiğini, yahut tabiat kanunları tarafından icat edildiğini ispat etmek asla mümkün değildir.

Çünkü bugün ilim evrenin bütün elementleri, atomları ve barındırdığı tabiat kanunlarıyla sonradan var edildiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. İhtilaf sadece bu sürenin belirlemesindedir. Beş milyar, on beş milyar, yirmi beş milyar vs. yıl önce var olduğuna / var edildiğine dair farklı görüşler vardır. Madem sonradan var olmuş, elbette onun bir var edeni vardır, bunun başka izahı olamaz. Her akıl sahibi şunu çok iyi biliyor ki, ne bir harf yazarsız olabilir, ne bir bina ustasız olabilir ve ne de bir ülke idarecisiz olabilir. Öyleyse, bu kâinat kitabının bir yazarı, bu evren binasının bir ustası ve bu yer-gök ülkesinin bir idarecisi vardır.

İlk yazının Sümerlere ait olduğu hususu, insanların bilebildiği tarihi gerçeklere göredir.

Bu, Sümerlerden önce hiçbir yazının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü böyle bir yazının olmadığını ispat etmek için İlk İnsan Hz. Âdem (as) devrine kadar doğru bir şekilde tarihî kaynaklara dayanarak gidip oraları gezmek gerekir. Halbuki, tarih ancak milattan üç bin yıl öncesine kadar doğru gidebiliyor. Ondan önceki dönemlere, özellikle Hz. İbrahim (as) devrinden önceki zamanlara ait muntazam bir şekilde doğru bilgilere ulaşması oldukça zordur.(bk. B. Said  Nursi, Lem'alar, s. 108-109). Daha önce Sümer yazısının varlığından da insanların haberi yoktu. İnsanların bir şeyi bilmemesi, onun olmadığını göstermez. Kur’an’da Hz. Âdem (as)’in, Hz. İdris (as)’in nübüvvetinden, Hz. Nuh (as)’ın risaletinden söz edilmektedir. 

Yine birçok alime göre, ilk defa kalem kullanıp yazı yazan, ilk defa astronomi ve matematik ilmi üzerinde düşünen, kendisinden önce insanlar hayvan postları giydikleri halde o, ilk defa elbise dikmeyi icat ederek dikişli elbise giyen kimse, Hz. Nuh’un atalarından biri olan Hz. İdris’dir. Kendisine Allah tarafından 30 sayfalık vahiy gönderilmiştir (bk. Zemahşerî, III/24; Beydâvî, IV/165; Savî,III/41).

Bazı inançsız insanlar, bu tür yazıtları, dinleri çürütmeye yönelik olarak kullanmaktadır. “Hammurabi kanunları, Sümer yazıtları vs... ihtiva ettikleri bilgilerin Tevrat, İncil ve Kur’an’dan çok önce vardı. Demek ki…” deyip mal bulmuş mağribi gibi peşinen müşteri oldukları ve satın aldıkları dinsizliğin o çürük mallarını satmak için koşuşturup duruyorlar. Halbuki, Kur’an bize bildiriyor ki, hiçbir millet peygambersiz, uyarıcısız ve mürşitsiz bırakılmamıştır. İnsanlık tarihinin bu gibi tabloları tamamen Kur’an’ın bu haberlerini doğrulamaktadır.

Cahiliye dönemi Araplarda, binlerce yıl önceden kalma Hz. İbrahim (as)’in Hanif dinine ait kalıntıların dimdik ayakta olduğu bilinmektedir. Beytullah’ın varlığı, o devirde de Arapların orayı kutsal tanımaları, onu tavaf etmeleri ve benzeri ibadet şekilleri, din-dışı kaynaklı göstermek imkânsız olduğu gibi, insanlığın onuruna yakışacak kanunların veya geçmiş tarihi kıssalara dair yazıtların varlığı, dinin lehine olan birer delil olmasına rağmen, bu materyalist ve Deccalcı materyaller kullanan ateistlerin tersyüz ettikleri tarihî fenomenlerdir.

Hz. Eyyup (as) gibi bazı kıssalar -eğer doğruysa- Onun yaşadığı devirden çok önce hikaye edilmişse, bunun anlamı şudur: Tarih içerisinde, Hz. Eyyup (as) gibi, başından büyük imtihanlar geçmiş birçok insan vardır. Kur’an’ın tespitleri, bu gibi külli hadiselerin ucunu göstermek ve insanlık camiasında meydana gelmiş ve gelecek o gibi sabır kahramanlarının hayatını canlı bir örnek olarak sunmaya ve kıssadan hisse alınmaya yöneliktir. Bu husus, Hz. Yunus (as), Hz. Musa (as), hatta Firavun gibi menfi adamlar için de geçerlidir.

Özetle; Kur’an’ın bahsettiği olaylar ve olayların kahramanları kesinlikle bir tarihî vaka olarak vardır... Ancak o olayların benzerleri de var olabilir. Çünkü tarih tekerrürden ibarettir.

6 Kur'an'da, "Onu Rûhulkudüs ile destekledik." (Bakara, 2/87) ifadesi ne anlama gelir? Kutsal ruh, Hz. İsa ve İncil konusunda bilgi verir misiniz?..

"Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Rûhulkudüs (Cebrâil) ile destekledik. Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha!.." (Bakara, 2/87)

Katâde, Süddî, Dahhâk ve Rebî'in beyanına ve İbnü Abbas'dan diğer bir rivayete göre, Rûhulkudüs Cebrail (as)'dir. Ve buna asahh-i akval, yani rivayetlerin en sıhhatlisi demişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm), Hassân İbni Sabit (r.a.) bir kerre

"Kureyş'i hicvet, Rûhulkudüs seninledir."

buyurduğu gibi, bir başka zamanda da "Ve Cebrail seninledir." diye buyurmuşlardır. Demek ki, "Rûhulkudüs" Cebrail (as)'in "Rûhu'l-Emîn" gibi diğer bir ismidir. Nitekim Hassân (r.a.) dahi beytinde

"Allah'ın elçisi olan Cibrîl de bizdedir.
O Rûhulkudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur."

diyerek Rûhulkudüs'ün Cebrail olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah" dahi denilmesi, diğer bir ilahî isim olan Rûhulkudüs'ün aynı mânâya geldiğini doğrular.

Kur'ân diline ait bu kelimelerin göz önünde bulundurulması ile Rûhulkudüs'ün Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir:

- Cebrail Hz. İsa'dan başka peygamberlere de indiği hâlde burada "Onu Rûhulkudüs ile destekledik." ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahil edilmiyerek doğrudan doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden Rûhulkudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?

Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap "Hayır." Bu tahsisin anlamı şudur: Cebrail'in Hz. İsa'ya başka türlü bir ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa (as) onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Meryem sûresinde

"Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17)

buyurulmuştur. Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhulkudüs, Cebrail'dir.

BARNABAS iNCİLİ

İncil nüshalarından aslına en yakın olanı.

On iki Havari'den biri olup olmadığı ihtilaflı olan Barnaba, aslen Kıbrıslı olup Yahudi bir aileden doğmuştur. Asıl adı Joseph (Yusuf)'tur. Barnaba ise "teselli oğlu" anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptır. (Kitabı Mukaddes, Resullerin İşleri, IV, 36-37; Encyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, III/171: Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1967, V/265).

Hz. İsa (as)'nın tebliğini yaymaya çalıştığı üç yıllık süre içerisinde zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmiştir. Hz. İsa (as)'dan öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta topladığı bilinmektedir. Bu kitaba, onun adına izafeten "Barnaba İncili" denilmekte, ancak, kitabını ne zaman yazdığı kesin olarak bilinememektedir.

Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa (as)'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır.

M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis akîdesi, Pavlus Hristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa Damasus'un (M.S. 304-384) da, İncil'in okunmaması için bir karar çıkarttığı söylenmektedir. Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa, basitçe "halktan gizlenmiş" demektir. Papa'nın, yasaklanmış kitaplar listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, İncil'in varlığını göstermektedir. Ayrıca Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir gerçektir (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s. 39-41).

Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama kararları ve İncil'in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı. İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki:

Barnaba İncili'nin İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus'ta (1589-1590) bulunuyordu. Sextus, İncil'den geniş çapta faydalanmış olan İraneus'un yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş oldu. Bir gün Marino, Sextus'u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa'nın özel kütüphanesindeki kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazmasını ele geçirdi. İncil'i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve Vatikan'a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam'da büyük bir ün ve otorite sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E. Kramer'in eline geçti. 1713'de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur Savoy'lu Prens Eugen'e takdim etti. 1738'de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma da Viyana'daki Hofbibliothek'e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747'de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: "Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir." (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).

Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs. Ragg tarafından İngilizce'ye çevrildi ve 1907'de Oxford Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. İngilizce çevirinin hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Bu çeviriden yalnız ikisinin varlığı bilinmektedir: Biri British Museum'da, diğeri de Washington Kongre Kütüphanesi'ndedir. Kongre Kütüphanesi'nden kitabın bir mikro-film kopyası ele geçirildi ve İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan'da yapıldı. Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42).

Barnaba İncili XX. yüzyılın başında, Mısır'da, Dr. Halil Seâde tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi, Mukârenetü'l-Edyân, Mısır 1984, II/215).

Son zamanlarda ülkemizde de İncil'in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir: Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma ", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35)

Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.

Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en önemli noktalar şunlardır:

1. Barnaba İncili, Hz. İsa (as)'nın ilâh veya Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmez.
2. Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat'ta belirtildiği ve Hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, İsmâil (a.s.)'dır.
3. Beklenen Mesih Hz. İsa (as) değil Hz. Muhammed (asm)'dir.
4. Hz. İsa (as) çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir. (Muhammed Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s. 105-107).

İlave bilgi için tıklayınız: 

Barnabas İncili

7 Muhammed’in Son Peygamber olduğuna dair Kuran´da tek bir ayet var mı?

- Önce şunu belirtelim ki, bu sorunun dili oldukça sorunludur.

- Ayrıca, soru soranlar, acaba kutsal kitaplarda geleceğinden bahsedildiği iddia ettikleri “ikinci bir Mesih”in geçtiği kaynağı gösterebilirler mi?

- Burada üç soru sorulmuştur.

Birincisi: Hz. Muhammed (asm)’in son peygamber olduğunu bildiren bir ayetin olmadığı yargısıdır.

İkincisi: Kıyamet suresinde “insanlardan söz edilmediği” iddiasıdır.

Üçüncüsü: Meleklerin ve ruhun bir günde “elli bin yıllık” bir mesafeyi katettiklerine dair (herhalde ilgili, Kur’an ayetine atıfta bulunulmuş olduğu) bir bilgiye yer verilmiş, ancak ne istendiğine dair açık bir ifadeye yer verilmemiştir.

Sorularınıza anlayabildiğimiz kadarıyla cevap verelim:

a) Hz. Muhammed (asm)’in son peygamber olduğu gerçeği ayette açıkça bildirilmiştir:

“Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, lakin Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ahzab, 33/40)

b) Kıyamet suresinde insanlardan bahsetmediğini söylemek için “görme özürlü numarasını” yapmak gerekir. Çünkü bu surede “insan” sözcüğü birçok defa kullanılmıştır:

“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi zannediyor?” (Kıyame, 75/3),

“Fakat insan, önündekini yalanlamak isteyerek.” (Ayet, 5),

“İşte o gün insan: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Ayet, 10),

“O gün, insanoğluna, önceden yolladığı ve geri bıraktığı (yapmadığı) şeyler haber verilecek.” (Ayet, 13),

“Hayır, insan, kendi kendini tamimiyle görür.” (Ayet, 14),

“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (Ayet, 36)

- Bu soruyla nereye varılmak istendiği belirtilmemiştir. Bu sebeple biz de başka bir açıklamada bulunamıyoruz.

c) Ayette meleklerin hızlı gidişlerine vurgu yapılmıştır. Yerden Arş’a kadar sadece bir günde ulaşırlar. Melekler nurani varlıklar olduğu için, insanların binlerce yılda gidemeyeceği yerlere ve makamlara bir anda giderler. Buradaki “bir gün” ifadesi de zihinlerin kavramaları için seçilmiş bir sözcük olabilir. Yani “bir gün” bir an manasına da gelebilir. Nitekim, Rahman suresinde yer alan “O her gün ayrı bir yaratıştadır.” (Rahman, 55/29) mealindeki ayette geçen “her gün”, “her vakit” olarak açıklanmıştır. (bk. Razî, Bedavî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Allah katında bir gün, insanların dünyadaki günlerine göre 50.000 senelik bir zamandır. Yani dünya günlerinin ve yıllarının meydana gelmesi, yerkürenin kendi ekseni etrafında ve güneşin etrafında dönmesinden kaynaklandığı gibi, Allah’ın nezdinde daha öyle sistemler var ki, oradaki bir yıldız veya güneş kürenin kendi ekseni etrafında veya başka bir gök cismi etrafındaki dönüşü -bizim hesabımıza göre- elli bin senelik bir zaman dilimine tekabül etmektedir.

- Son tespitinizi ve temenninizi tasdik ederiz. Çünkü ifade edildiği gibi, insanlar arasında şeytana kul köle olan bazı ahmakların olduğu kesindir. Ve bunların ahirette kimler olduğu kesin olarak ortaya çıkacaktır.

Sadece şunu ilave edelim ki, bütün peygamberlerin en başta gelen görevleri, Allah’ın varlığı ve birliğini ders vermektir. Dolayısıyla, insanların en ahmakları, Allah’ın vahdaniyetine dair bu hakikati zedeleyenler olduğunda şüphe edilmemelidir...

8 İncil ve Tevrat'ın da Kur'an gibi hem manası hem de lafzı Allah'a mı aittir?

- Konuyla ilgili İslam âlemindeki kanaat şudur: Eski kutsal kitaplar, Kur’an gibi hem lafızları hem manalarıyla vahiy edilmiştir.

- Kur’an’da da ifade edildiği üzere, Hz. Musa’ya vahiy edilenlerin tabletler halinde olması, onların yazılı levhalar halinde vahiy edildiğini gösterir. Bu lafızsız olamaz.

“Sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncîl’i indirmişti.” (Âl-i İmran, 3/3)

mealindeki ayetin ifadesi, Tevrat ve İncil’in de Kur’an gibi Allah tarafından -lafız ve mana olarak- indirildiğinin açık göstergesidir.

Bununla beraber, Kur’an dışındaki kutsal kitapların lafızları Kur’an gibi mucize olmadığı ve özel ilahî korumaya alınmadığı da bilinmektedir.

“İçinde hidayet ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebiler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi. Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi. Hepsi de kitabın hak olduğunun şahitleri idiler.” (Maide, 5/44)

mealindeki ayette, bu kitapların korunması insanlara bırakıldığı ifade edilmek suretiyle -son vahiy olmadıkları için- tahrip ve tahrife açık olduklarına işaret edilmiştir.

Halbuki Kur’an’ın bizzat Allah tarafından korunduğu ifade edilmiştir.

“Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9)

mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.

- Şu anda elimizde ne Tevrat’ın ne de İncil’in asıl nüshaları mevcuttur. Şu anda mevcut olan bu iki kitabın içinde pek çok vahiy hakikati olmakla beraber, epey tahrifatın yapıldığını gösteren çelişkiler ve makul olmayan hususlar da vardır.

- Şu anda elimizde bulunan bu iki kitabın çok sonradan yazıldıkları hususu ehl-i kitap alimleri tarafından da kabul edilmektedir. Özellikle, İncil’in durumu çok daha kritiktir. Hz. İsa’dan üç yüz küsur yıl sonra, onlarca İncil arasından seçilmiş bu günkü dört İncil’in bu sayısı kadar, kabul olunmayan diğer İncillerin varlığı da bu konuda önemli tereddütler ortaya koymaktadır. Mevcut dört İncil’nin yazarları da bellidir.

Tevrat ve İncil’i ihtiva eden Kitab-ı Mukaddes'in önemli bir kısmı, insanlar tarafından yazılan tarihle ilgili bilgilerden meydana geldiği, tartışmasız bir gerçektir.

9 Cahiz'in, "Er-Red ale'n-Nasârâ ve'l-Yehûd" isimli eseri güvenilir midir?

Cahiz, Mutezile alimlerindendir. Eserleri okunurken Ehl-i sünnete uygun görüşlerinden istifade edilebilir.

"Er-Red ale'n-Nasârâ ve'l-Yehûd" isimli eseri: Câhiz bu reddiyesin­de, Kur'ân-ı Kerîm'in Yahudi ve Hristiyanlara dair verdiği bilgilerin yanlışlığını iddia eden Hristiyanların yönelttikleri al­tı soruya cevap vermektedir. Eserin te­mel özelliği, bu sorulan cevaplandırması dolayısıyla, İslâm'a dil uzatan Hristiyan­ların kendi dinlerinin savunulacak bir yanı olmadığını onlara göstermesidir.

Bir diğer özelliği de İslâm'ın ortaya çıkışın­dan milâdî IX. yüzyıla kadar geçen dö­nemde gayri müslimlerin sosyal durum­ları hakkında bilgi vermesidir.

Câhiz'in reddiyesinin asıl metni günümüze ulaş­mamıştır. Sadece Ubeydullah b. Hassan tarafından seçilmiş bazı kısımları mev­cuttur. Eser Ezher Kütüphanesi ile Ahmed Teymur Paşa Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. 

El­deki reddiyenin büyük bir kısmı, Müberred'in el-Kâmil adlı eserinin kenarında, daha sonra da J. Finkel ta­rafından neşredilen Selasü resâil içinde yer almaktadır. Finkel bu reddiyeyi "A Risâla of Al-Jâhiz" adıyla İngilizce'ye de çevirmiştir. J. Finkel'in neş­ri esas alınarak I. S. Allouche tarafından "Un traite de polemique Christiano - Musulmane au IXe siecle" adıyla Fransızca'­ya tercüme edilen eserin tahkikli neşri Abdüsselâm Hârûn ve Muhammed Abdullah eş-Şerkavî tarafından yapılmış, bu neşirden Osman Cilacı tarafından "H­ristiyanlığa Reddiye" adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir.

(bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, İstanbul - 1993, CAHİZ maddesi, VII/22)

10 İncil ve Tevrat’ta, Allah'ın sıfatı olan "BİR" olmak, niçin ve nasıl değiştirilerek "ÜÇ" yapıldı?

- Evvela Yahudilerde teslis / üçleme akidesi yoktur. Onlar da Müslümanlar gibi Allah’ın birliğine inanıyorlar. Bu sebeple Tevrat’ta “üçleme” akidesine dair herhangi bir ifade söz konusu değildir.

Bazı Yahudilerin Hz. Uzeyr’e "Allah’ın oğlu" demeleri, bir üçlemeyi ifade etmiyor. Yalnız, kaybolan Tevrat’ı yeninden ortaya koyan Hz. Uzeyr’e olan aşırı saygı ve sevgiden dolayı ona “Allah’ın oğlu” dediler. Bunun teslisle bir ilgisi yoktur.

- Hristiyanlıktaki “teslis / üçleme” itikadı “ekanim-i selase” denilen üç mefhumdan oluşmuştur. Bunlar “Baba = Rab, Ruhu’l-kudüs = Cebrail, Oğul = İsa”dır. Teslis akidesine göre uluhiyet, bu iç uknumun birleşmesinden meydana gelir. Kur’an’ın ifadesiyle, onlar “Allah -bu- üçün üçüncüsüdür.” derler.

- Araştırmacıların bildirdiğine göre, “teslis / üçleme” akidesi, ne Hz. İsa’nın hayatında ne havarilerin hayatında söz konusudur. Bu akideyi Hristiyanlık dinine sokan ilk kişinin Pavlous olduğu kabul edilmektedir. Aslen bir Yahudi olan bu zat, ilk defa Hz. İsa’ya “Allah’ın oğlu” demeye başladı. Hristiyan din adamları buna şiddetle karşı çıktılar. Bunların başında havarilerden Barnaba ve onların başı sayılan Butrus ve Eriyous gelir. Asırlar boyu tevhit ehli ile Pavlousçu teslisçiler arasında münakaşalar ve savaşlar devam etti.

Nihayet Hz. İsa’nın doğumundan 300 yıl sonra Eriyous’un tabileri ile Pavlous’un tabileri arasında şiddetli savaşlar oldu ve binlerce kişinin kanı döküldü. Fakat Roma imparatoru Konstantin Hristiyanlık dinine girdikten sonra eski putperestlik düşüncesine uygun geldiği için teslis / üçleme akidesini destekledi. Büyük çoğunluğu bu akideyi benimseyen din adamlarından oluşan bir konseyin toplanmasını temin etti ve nihayet 325 yılında meşhur İznik konsilinde bu akide kabul edildi. (bk. M. Ziyaurrahman el-Azami, el-Yahudiye ve’l-Mesihiye, s.293-303)

- Bazı araştırmacılara göre, Pavlous’ın üçleme akidesini kabul etmesinin asıl nedeni, Hristiyanlık dinini temelden bozma arzusudur. Çünkü kendisi mutaassıp bir Yahudidir ve bazı Hristiyanların öldürülmeleri için büyük çaba sarf etmiştir. Ancak bu kin ve hıncını tam tatmin etmek için “Şam’a giderken yolda Hz. İsa’nın kendisine seslendiğini ve 'teslis / üçleme' akidesi çalışmasını istediğini...” belirtmiş ve bundan böyle bu yolda gayret göstermiştir. (bk. el-Azami, el-Yahudiye, a.y)

- İznik Konsilinde onlarca İncil arasında üçleme akidesini kabul eden şimdiki mevcut dört İncil kabul edildi. Diğerleri sahih olmayan eserler olarak benimsendi. Bundan böyle gerek Roma devleti, gerekse devletin desteğini alan din adamları bu akideyi resmi bir inanç olarak ders vermeye başladılar.

11 Allah’ın, kainatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği iftirası neden yapılmış olabilir?

- “Allah’ın yedinci günde dinlendiği” düşüncesinin semavi kitaplarda olması mümkün değildir. Bunun sonrada sokuşturulduğunda şüphe yoktur.

Kur’an’da, bu yanlışın düzeltildiğini görüyoruz:

“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet o, her şeye kadirdir.” (Ahkaf, 46/33)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

- Ancak bunu kitaplara sokuşturmalarının sebebini kesin olarak söylemek mümkün değildir. Dediğiniz husus da olabilir, başka sebepler de olabilir.

Kitaplarında (Kur’an’da olduğu gibi) “Gökleri ve yeri altı günde yarattı.” ifadesinden hareketle “yedinci günde istirahat etti” yorumunu doğru gördükleri için de yapmış olabilirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir? Bu altı günün mahiyeti nasıldır, bizim günlerimizle bir farkı var mıdır?

12 Hz. İsa’nın Allah hakkında baba dediği doğru mudur?

- Peygamberler herkesten daha çok muhataplarının seviyelerini nazara alır ve onların akıllarına göre konuşurlar. Ayrıca, bulundukları çevrede mecaz olarak kullanılan örfi ifadeleri de kullanırlar. Bu husus Kur’an ve hadislerde de söz konusudur.  

- Daha önceki ümmetler çok iptidai oldukları için, Allah bir rab (terbiye edici) olarak (ailenin terbiyecisi olan) babaya benzetilmiş ve bu mecazi mana ile ona “EB = baba” denilmiştir. Hz. İsa’nın Allah hakkında kullandığı “EB” sözcüğü de böyle bir mecazdır.

- Kitab-ı Mukaddeste Allah / İlah kelimesi:

a) MELEK için kullanılmıştır (bk. Sifru’l-Kudat: 13/21-22).

b) Kadı için kullanılmıştır (bk. Sifru’l-huruc: 22/9; el-Mezmur: 82/6).

c) Halkın ileri gelenleri / eşraf için de kullanılmıştır (bk. el-Mezmur: 138/1).

d) Peygamberler için kullanılmıştır. Misal olarak burada ilgili Arapça ifadeyi tercüme edelim: “Rab Musa’ya dedi ki: 'Bak ben seni Firavun için ilah yaptım ve kardeşin Harun’u da sana nebi yaptım.”(bk. Sifru’l-huruc:1/7).

- Bu gibi ifadelerin hepsi birer mecazdır. Allah’ın halifeleri, naibleri, yeryüzündeki ahkamının icracıları olduklarını ifade etmek için kullanılmıştır.

Asaf, kadılara hitaben şunları söylüyor: “Ben size diyorum ki: Siz hepiniz birer ilahsınız ve yüceler yücesinin (Allah’ın) evlatlarısınız.” (el-Mezmur: 82/6)

- Hz. İsa, Yahudilerin kendisinin mesihliğini ve peygamberliğini inkâr etmeleri karşısında şöyle diyor: “Ben size bunu söylüyorum, ama siz inanmıyorsunuz. Halbuki benin 'babamın adıyla' yaptığı (harika işler / gösterdiğim mucizeler) doğruluğumun şahitleridir. Ne var ki siz iman etmiyorsunuz.” [Yuhanna İncili: 10 (el-İshahu’l-Aşir) / 30].

İşte burada, “Eb=baba” kelimesi “terbiye edici” RAB anlamında kullanılmıştır. Çünkü yaptığı işler ve gösterdiği mucizeler, Allah’ın ona verdiği bir terbiyenin sonucudur.

- Keza aynı yerde “Ben ve baba biriz” ifadesine yer verilmiştir ki, “benim dediklerim, Allah’ın bana vahiy ettiği şeylerdir. Bana iman etmeniz, bana itaat etmeniz Allah’a iman etmek ve itaat etmekle aynıdır” manasına gelir. Bu Kur’an’da geçen

“Kim peygambere itaat ederse şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80)

mealindeki ayetin bir diğer ifadesidir.

13 Bütün dinler Sümer kökenli olabilir mi?

- Hak dinlerin ilk zamanı Hz. Âdem devridir. İlk insan olan Hz. Âdem aynı zamanda ilk peygamberdir.

Sümerler milatta önce 4.000-2.000 arasında yaşamış kadim bir medeniyetin insanlarıdır.

“Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fatır, 35/24)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (asm)’e kadar gelmiş geçmiş bütün insanlara mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. Zaten, İslam inancına göre, bir peygamberin mesajını duymayan insanların sorumlulukları da yoktur.

“Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 17/15)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

- İşte bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, yaklaşık 2.000 yıllık bir zaman diliminde tarih sahnesinde yer alan Sümerlere de bir çok peygamber gönderilmiştir. Sümer medeniyetinin güzel ve doğru yanları, bu peygamberlerin öğrettikleri ilahi vahiy ışığında şekillenmiştir.

Bu sebeple, daha sonraki semavi dinlerin bildirdiği bazı hakikatlerin Sümerler döneminde de söz konusu olması, bu dinlerin oradan kopyalandığını değil, bütün dinler gibi Sümerlerin medeniyetinin de aslı semavi dinlerin öğretilerine dayandığını göstermektedir.,

Nitekim, Hz. İbrahim, Sümerlerin son devrelerini yaşadığı m. ö 2.000 yılında yaşamıştır.

Demek ki, uzun bir süre yaşayan Sümer medeniyetinin kaynağı olan dinlerden sonra, Hz. İbrahim ile başlayan yeni bir dönemde artık İbrahimi dinler devri başlamıştır. Bu her iki medeniyetin kaynağı da Allah’ın gönderdiği dinlerdir.

- Şu anda ayakta olan ve binler seneden beri devam eden İbrahimi dinlerin hepsi Orta Doğu coğrafyasında yer aldığı için, insanların bu konudaki bilgilerinin kaynağı, yaşayan bu dinler olduğu için, bildiklerimiz de ister istemez yalnız bu coğrafyadaki dinlerle sınırlı kalmıştır.

Yoksa, yukarıdaki ilgili ayette geçtiği üzere, insanların bulunduğu her bölgeye mutlaka peygamberler gönderilmiştir. İslam literatüründe sayısı 124 bin olarak bilinen bu peygamberlerden sadece bir kısmı Orta Doğuda geldikleri bilinmektedir.

Nitekim, İmam Rabbani Hindistan bölgesinde birçok peygamberin geldiğini keşif yoluyla gördüğünü bildirmiştir. “Hindistan’da görülen Allah’ın sıfatları ve onları tenzih ve takdis eden bazı bilgilerin ve daha başka önemli bilgilerin gerçek kaynağı o peygamberlerdir.” manasına gelen İmam Rabbani’nin açıklamaları vardır. (bk. Arapça, el-Mektûbât, 259. Mektup, 1/313-315)

Demek ki, semavi dinler yalnız Orta doğuya mahsus değildir.

Bununla beraber, Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın cennetten dünyaya gönderildikleri zaman, ilk buluştukları bölge Orta doğu olması da, insanlığın ilk beşiği olan bu bölgede bir çok peygamberlerin gelmiş olması, işin tabiatının gereğidir.

- Enbiya suresindeki “Big Bng” teorisine işaret eden ayetin verdiği bilginin Sümerlerde de olduğuna dair soruya gelince; şunu söyleyebiliriz:

a) Önce bu bilginin Sümerlerde de olduğuna dair (Sümer kaynaklı) sağlam bir belgenin gösterilmesi gerekir. Bu belge gösterilmediği sürece, bu iddia (başka bazı konularda da görüldüğü gibi) bir kısım dinsizlerin yaptığı palavradan öteye geçemez.

b) Şayet böyle bir belge gösterilirse, bu takdirde yukarıda belirttiğimiz gibi, o devirdeki Allah’ın peygamberlerinden alınmış bir bilgi olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, insanların o devirde böyle bir ontolojik meseleye vakıf olması düşünülemez.

c) İslam’daki bu bilginin Sümerlerden kopyalandığını iddia etmek kadar akıldan uzak bir iddia olamaz. Çünkü, Kur’an’da açıkça ilan edildiği üzere, Hz. Muhammed (asm) gibi okuma-yazması olmayan bir insanın yetiştiği çok cahil bir çevrede, cehaletin kol gezdiği bir dönemde, bir Sümer yazısını okuyup ondan kopyalar almasını düşünmek için gerçekten akıldan istifa etmek gerekir.

d) “Çoğu uzmana göre insanlık tarihinin en önemli buluşu olan yazının, ilk olarak M.Ö. 3500 yıllarında Sümer rahipleri tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Sümer rahipleri yazıyı, tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacı ile kullanmışlardır” ifadesinden de Sümerlerde dinin ve din adamları rahiplerin bulunduğunu göstermektedir.

Demek ki Sümerlere vahiy yoluyla bazı bilgileri öğreten Allah, aynı bilgileri daha sonraki dinlerle de vahiy etmiştir.

Demek ki, bilgi kopyalama yok, kaynak birliği vardır.

14 Cebrail, vahyi bizzat Allah’tan mı, yoksa Lehvi Mahfuzdan mı alır?

Kur'an'ın vahyi konusunda Allah, Cebrâil ve Hz. Muhammed (asm)'in tebliğ ve tebellüğü söz konusudur.

Vahyin asıl sahibi olan yüce Allah, Kur'an'ı Hz. Cebrâil vasıtasıyla Hz. Muhammed (asm)'e indirmiştir. Bu hususta Müslümanlar arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Ancak âlimler bu vahyin nasıl geldiği ve bu iletişimin nasıl kurulduğu hususunda farklı üç görüş bildirmişlerdir:

En kuvvetli iki görüş şöyledir:

- Hz. Cebrâil, Kur'an'ı doğrudan doğruya Allah'tan  almış ve Hz. Muhammed (asm)'e aynı lafızlarla aktarmıştır.

- Hz. Cebrâil, Kur'an'ı Levh-i Mahfûzdan ezberlemiş ve olduğu gibi Hz. Muhammed (asm)'e aktarmıştır. (bk. Mennâ', el-Kattân, Mebahis, fi ulûmi'l-Kur'an, 35)

Bu iki görüşe göre de elimizdeki Kur'an, lafzı ve mânâsı ile birlikte vahiy edilmiş Allah'ın kelâmıdır. Ne Hz. Cebrâil'in ve ne de Hz. Muhammed (asm)'in, tebliğ ve tebellüğden başka hiçbir müdahaleleri söz konusu değildir. Bu iki görüş arasındaki tek fark, Hz. Cebrâil'in Kur'an'ı doğrudan Allah'tan mı, yoksa Levh-i Mahfûzdan mı aldığı hususudur.

Alimler, vahyin Levh-i Mahfûzdan alındığına dâir görüşe fazla itibar etmemektedir. Bunun müşahhas bir delili olmadığı gibi, Kur'an'ın diğer gaybî şeyler gibi Levh-i Mahfûzda yer alması da vahyin oradan alındığını göstermez. (bk. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân, I/49; el-Kattân, 36)

- Cebrail Allah’tan vahiy alırken, nasıl aldığını bilemiyoruz. Allah’ın Hz. Musa ile konuşurken de nasıl bir şekilde konuştuğunu kesin olarak bilemiyoruz.

"... Ve Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu." (Nisâ, 4/164)

âyeti gibi daha pek çok âyette, kelâm sıfatı açıkça Allah'a izâfe edilmiştir.

İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi, konuşanın (mütekellimin) sözü, yalnız ona nisbet edilir. Birinin sözü bir başkasına izafe edilemez. Her konuşanın sözü kendi sözüdür. Bu sebeple, yüce Allah, İbn Müğire'nin Kur'an hakkındaki hezeyanlarından biri olan "O bir insan sözüdür." (Müddessir,74/25)  şeklindeki ifadesini reddetmiş ve onun büyük bir azaba uğrayacağını haber vermiştir. (krş. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII/454)

- Selefilerin -bazı hadislerin zahirine dayanarak- ortaya koyduğu görüşe göre, Allah için ses ve harf söz konusudur. Kelamcıların çoğuna göre, Hz. Cebrail’in Allah’tan Kur’an’ı fehim ve idrak yoluyla alıp, sonra onu lafız ve mana ile /ses ve harflerle Hz. Muhammed (asm)’in kalbine ilka etmiştir.

“Allah’ın bir benzerinin olmadığını.” ifade eden ayete göre, Allah için “ses ve harfler”in isnat edilmemesi gerekir.

Bu sebeple, bu konuyu detaylandırarak zihinleri bulandırmanın faydası olmadığını düşünüyor, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale etmeyi uygun görüyor ve bu konuyu da “mahiyetini bilemediklerimiz” listesine kaydediyoruz...

15 Tevrat ve İncil tahrif olmasına rağmen neden hala insanlar inanıyor?

- Sorudaki argüman, oradaki ondan fazla argümandan bir tanesidir. Bu argümanı tek başına alıp değerlendirmek, herkes için kuvvetli bir delil olmayabilir, fakat diğer argümanlarla beraber, kullanıldığı zaman pek parlak bir delil olarak ortaya çıkar.

- Tevrat ve İncil’in mahiyeti Kur’an’dan farklıdır. Kur’an baştan aşağı Allah’ın sözü olduğu iddiasındadır ve bunu herkese meydan okuyarak sürdürmüştür.

İşte bu kadar iddialı bir kitabın mahiyeti, ilahi kimliğinin çok parlak olması gerekir ve öyledir. Kur’an, lafızlarından, gaybi haberlerinden, dünya ve ahiret mutluluğunu netice veren evrensel prensiplerden ta fertlerin günlük yaşantılarına kadar, topyekun bir insanlık hayatının gereklerini yansıtmaktadır.

İşte bin yıl boyunca Kur’an’ı temaşa edenler/büyük İslam alimleri, bizzat bu gerçekleri görmüşlerdir.

Oysa, Tevrat ve İncil’de ne bir mucizelik iddiası, ne de Kur’an’ın muhtevası gibi geniş bir muhteva iddiası vardır. Onlara bağlananlar, daha çok teslimiyet duygusuyla bağlanmışlardır. Özellikle İncil’e bağlananların büyük çoğunluğu Hz. İsa’nın harika şahsından ve şahsiyetinden güç alarak bağlanmışlardır.

- Bununla beraber, Tevrat’a bağlanan Yahudilerin sayısı bir kaç milyonu geçmez. Yahudiler daha önce Hz. İsa’ya da İncil’e de inanmıyorlardı. Daha sonra Yahudilerden bazı kurnazların maharetiyle dünyaya yayılan K. Mukaddes (Tevrat-Zebur ve İncil), Kur’an-ı Kerim gibi Allah'ın sözleri değil, insanların yazdığı kitapların bir araya toplanmış halidir.

Bunu bizzat Hıristiyan ve Yahudi kaynakları da itiraf eder:

Pr. Dr. Richard Friedman'a göre, Tevrat'ı Peygamber Yermiah ve havarisi Baruh ben-neriya yazmıştır. (Yahudi yayın organı Şalom Gazetesi: 13 Mayıs 1987)

Ayrıca, Hz. Musa'nın, yine Tevrat'ta: "Rabbin sözüne göre; Rabbin kulu Musa orada, Moab diyarında öldü ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü." (Tesniye: 34/6) şeklinde, onun öldüğü ve gömüldüğü yerlerden bahsedilmesi, Tevrat'ın daha sonra yazıldığının kanıtlarındandır:

Günümüzde İncil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazılmış, insan yazmalarından oluşan, Hz. İsa'nın hayatını anlatan tarihi bir eser görünümündedir:

"İncil'i Allah indirmemiş, hatta onu değişik peygamberlere tek tek yazdırılmamıştır." (bk.  Kur'an ve Kutsal Kitap, John Gılchrıst)

Hz. İsa'nın tebliğ ettiği İncil, günümüzde, elimizde bulunan İncil değildir. Bunun en büyük delili yine İncil'de bulunmaktadır:

".... İsa, Tanrının İncil'ini tebliğ ederek Galile'ye gelir..." (Markos: 1/14)

H.z İsa hangi İncil'i tebliğ ediyor, anlatıyordu? Matta 'yı mı, Luka'yı mı yoksa 300 sene sonra yasaklanacak İznik konsülünün reddettiği İncil'leri mi?

Günümüzdeki İncil şu an Hz. İsa'nın hayat öyküsünü içerir. Nitekim, Matta, Hz İsa ile gezerken gördüklerini, Luka Hz. İsa ile başından geçen olayları, Yuhanna, Markos... yine Hz. İsa ile olan anılarını, aynı olayı, birbirine zıt olarak İncil'de anlatırlar.

Hz. İsa halka neyi anlatıyordu, kendi hayat hikayesini mi, doğumunu mu anlatıyordu?

- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Yahudi ve Hristiyan alimleri, Tevrat ve İncil’in -Kur’an gibi- A’dan Z’ye Allah’ın kelamı olduğu iddiasında değillerdir.

Bu sebeple onların bu kitaplara bakmaları da ona göredir. Yani ehl-i kitabın din adamları da Kitab-ı mukaddesin her tarafında “Allah’ın kelamı olma özelliği olan yıldız gibi parlak bir mahiyeti” aramıyorlar.

Halbuki, İslam alimleri, Kur’anı “mahiyeti yıldız gibi parlak” bir ilahi kitap olarak bakıyorlar. Ve bin dört yüz seneden beri bu mahiyetin böyle olduğunda asla şüphe etmemişlerdir.

- Risaledeki “Kur’an beşer kelamı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasathane ehline görünsün… Hem bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz temaşa ehline göstersin..” (Sözler,186) şeklindeki ifade de yer alan “rasathane ehli” ve “temaşa ehli”inden maksat, muhakkik, müdekkik büyük İslam alimleridir.

Bu açıdan bakıldığı zaman: Bin dört yüz yıldır büyük İslam alimlerinden hiç biri Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna dair bir şüpheye girmemesi, İslam dinin terk etmemesi, Hristiyan veya Yahudi dinine geçmemesi de ayrı bir farkı ortaya koymaktadır. Çünkü, bu bin dört yüz yıllık süreçte onlarca Yahudi ve Hristiyan din adamı ve ilim adamı kendi dinini bırakıp Kur’an’a iman etmiştir. Bunların bir kısmının isimleri ve hayatları kaynaklarda yer almaktadır.

Örneğin, 20. asırdaki bazı ehl-i kitap alimlerinin Kur’an’ı nasıl övdükleri, özellikle de Prens Bismark gibi bazılarının Tevrat ve İncil’i nasıl eleştirdikleri de bilinmektedir. Onun “Ben bütün Kütüb-ü Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'anını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur.” şeklindeki sözleri konumuza ışık tutmaktadır. (bk. Nursi, Hutbe-i Şamiye, 31; Eşref Edip, Kur'ân-Garp Mütefekkirlerine Göre Kur'ân'ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri, İstanbul, 1957) 

- Konumuza ayrı bir ışık tutan da Bediüzzaman hazretlerinin şu tespitleridir:

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet'e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyet'e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar.” (bk. Münazarat, s. 45, 46)

- Kur’an ile Tevrat ve incil’e karşı insanların tavrının bir diğer önemli farkı, aklın devrede olup olmamasıyla alakalıdır. Bütün meselelerini akla kabul ettiren Kur’an’nın müntesipleri olan İslam alimleri, Kur’an’ı tetkik ederken daima akıllarını kullanırlar ve bu yolla Kur’an’ın mahiyeti “bir yıldız” olduğunu kabul ederler.

Oysa ehl-i kitabın tetkikleri daha çok taklit yoluyla gelen, körü körüne yapılan bir teslimiyetten ibarettir. Teslis akidesi gibi akılla izahı mümkün olmayan bir konuyu kabul etmeleri bunun göstergesidir.

“Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara'yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır.” (bk. Muhakemat, s. 39)

- Son olarak Üstadın şu müjdesini beşaretini de hatırlayalım:

“Biz Kur'an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.” (bk. Hutbe-i Şamiye, s. 27)

- Bu açıklamalar bize Kur’an ile diğer semavi kitaplar arasında büyük farklar olduğunu açıkça gösterdiği gibi, onların müntesiplerinin “bağlılık gerekçeleri” arasında da yerden göğe farklar bulunduğunu bildiriyor. “Eyne’s-Serâ mines-Süreyya!- Aralarında atomdan galaksilere kadar fark olduğu açık!”

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an'ın, Allah'ın Kelamı olduğunu söyleyen Batılı Filozoflar var mdıır?

16 Kasas suresi 49. ayete göre, Hz. Muhammed dönemindeki Tevrat’ın bozulmadığı anlamı çıkmaz mı?

İlgili iki ayetin meali şöyledir:

“Fakat onlara, katımızdan o hak (peygamber) gelince: 'Musa’ya verilen (Tevrat ve diğer) mucizelerin benzeri buna da verilmeli değil miydi?' dediler. Peki onlar, daha önce Musa’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? 'Bunlar, birbirini destekleyen iki sihirdir (Kur’ân ve Tevrat), dediler. Ve biz, hepsini inkâr ediyoruz.' dediler. (Resulüm!) De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından, bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!'” (Kasas, 28/48-49)

- Müşriklerin Tevrat’ı inkâr etmeleriyle ilgili değişik görüşler vardır. Fakat en makulü şu yorum görünüyor:

Ayette: “Hz. Musa’yı yalanlayanların da müşrik olmaları sebebiyle -bu ortak paydadan dolayı- onların yalanması, Kureyş müşriklerinin de yalanlaması” olarak değerlendirilmiştir. Çünkü zihniyet aynıdır. (bk. Bedavi, ilgili ayetin tefsiri)

- İşte “şirk” ortak paydasında buluşan Kureyş müşriklerinden önce gelen Hz. Musa devrindeki müşrikler, bir defada inen Tevrat’ın Allah’ın kelamı olduğunu yalanlamışlardı. Şimdi aynı zihniyette olan Kureyş müşrikleri, şirk dininden ayrılmamak, tevhit inancına girmemek, küfürde inat etmek adına: “Neden Kur’an da Tevrat gibi bir defada inmedi? Neden (Hz.) Musa’ya verilen “ASA” gibi mucizeler (Hz.) Muhammed’e verilmedi?” diyerek küfürlerine çeşitli bahaneler kılıfını uydurdular.

Allah, bunların inat yüzünden ortaya koydukları sudan bahanelerini en kestirme yoldan reddetmek üzere, buyurdu ki:

“Siz şimdi kalkıp 'Kur’an da Tevrat gibi bir defada inseydi, ona iman ederdik.' diyorsunuz. Halbuki sizin zihniyetinizde olanlar o zaman Tevrat’ı da kabul etmemişlerdi. Ona da sihir demişlerdi. Siz de Kur’an’a sihir diyorsunuz. Öyleyse 'Resullüm! De ki: Samimi iseniz, haydi Allah katından bu iki kitaptan daha güzel bir kitap getirin ben ona uyayım.'”

a) Burada her şeyden önce Hz. Musa’ya inen Tevrat’tan söz edilmiştir. O zaman elbette Tevrat Allah’tan gelen bir kitap olarak vahyin ta kendisidir.

b) Bununla beraber, bu ayette müşriklerin bahanelerine bir cevap vardır. Bu makamda -bazı tahrifatlara uğramış olsa da- genel olarak bilinen Tevrat’ın gerçek vahiy olan kimliğine vurgu yapılmıştır.

c) Ayrıca, Tevrat’taki tahrifatın lafzi mi yoksa yoruma dayalı tefsirinde mi tahrifatın yapıldığı konusunda İslam alimleri arasında ihtilaf vardır. Şayet yorumda tahrifat olmuşsa, bu tahrifat, ayetin ifadesiyle çelişmez.

d) Müşriklere yapılan bu çağrı “Tevrat ve Kur’an”la alakalıdır. Burada Tevrat’ta bazı tahrifatlar olsa bile, asıl konu gözleri önünde olan Kur’an olduğu için, onun bir benzerini veya ondan daha güzelini getirmeleri istenmiş ve onlara meydan okunmuştur. (İbn Aşur, ilgili yer)

Dolayısıyla, bu iki kitaptan daha güzelini getirmek mümkün olmayacaktır. Ayrıca ayette “Allah katından... getirin” denilmiş olması, Tevrat’ın durumundan ziyade, Allah katından bir kitabın getirilmesi çağrısı vardır ki bu da imkânsızdır. Maksat da onları susturmaktır...

Bu ayetin ardından gelen 50. ayetten de bu çağrıyla onların susturulmaları hedeflendiğini anlamak mümkündür:

“Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tâbi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi? Allah, zulmü kendine meslek edinen kimseleri hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz.”

e) Son olarak şunu da belirtelim ki, ayette yer alan ve “Allah’ın kitabı” olarak nitelenen Tevrat’tan maksat, Allah tarafından Hz. Musa’ya indirilen asıl (4 Esfar’dan ibaret olan) Tevrat bölümüdür. Yoksa  Kitab-ı Mukaddes’in “Ahdi kadim” denilen diğer bölümlerin hiçbiri Allah’ın kelamı değildir. Bu durum “Ahd-i cedid” için de geçerlidir.

Bunların tamamına “Allah’ın kelamı” denilmesi, “Tağlib sanatı” açısındandır.

Baştan sona kadar tamamen Allah’ın kelamı olduğunu meydan okuyarak ortaya koyan yalnız Kur’an’dır. (bk. İbn Aşur, ilgili yer)

17 Kur'an’ın korunduğuna inanıyorsanız, diğer kitaplar niçin korunamadı?

Bu hususu birkaç madde içinde açıklamaya çalışacağız:

a) Önce şunu belirtelim ki, İncil’in ve genel olarak Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmesinin lafız bazında mı, yorum bazında mı olduğu hususunda İslam alimleri arasında farklı görüşler vardır.

Tevrat'ın tahrifatı iki şekilde mütalaa edilmektedir:

Birincisi: Ayetlerin lafzının tahrifi. İkincisi, mananın tahrifi.

Birinci şıkkın tahrif boyutu konusunda “hittetun/hintatun” gibi birkaç misal dışında fazla bir bilgimiz yoktur.

İkincisi: Manevi tahrifat konusudur ki, her zaman olmuş ve  Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin önemli vazifelerinden biri de, bu yanlış yorumları ve manevi tahrifleri tamir etmek olmuştur. Ancak, bu tahrif hastalığı, Yahudilerde her zaman yeniden nüksetmiştir.(Bu konuda geniş bilgi için, bk. M. Ziyau’r-Rahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiyye, s.175-181)

b) Şunu unutmamak gerekir ki, Kitab-ı Mukaddes'in büyük bir kısmı vahiy olmadığı Ehl-i kitap alimlerince de kabul edilmektedir. Özellikle İncillerin dört tane olması ve bunların onlarca İncil’den tercih edilerek kabul edilmesi ve bu İncillerin yazarlarının belli olması ve bu yazarlardan -en doğru bilgiye göre- hiçbirinin -veya Yuhanna hariç- Hz. İsa’nın havarisi olmaması ve bunların çok sonralar yazılmış olmaları, İncil’in bir vahiy olduğu düşüncesini tamamen ortadan kaldırır.

c) Şunu da belirtelim ki, şu anda elimizde ne Tevrat’ın ne de İncil’in asıl nüshaları mevcuttur. Şu anda mevcut olan bu iki kitabın içinde pek çok vahiy hakikati olmakla beraber, epey tahrifatın yapıldığını gösteren çelişkiler ve makul olmayan hususlar da vardır.

Şu anda elimizde bulunan bu iki kitabın çok sonradan yazıldıkları hususu Ehl-i kitap alimleri tarafından da kabul edilmektedir. Özellikle, İncil’in durumu çok daha kritiktir. Hz. İsa’dan üç yüz küsur yıl sonra, onlarca İncil arasından seçilmiş bu günkü dört İncil’in bu sayısı kadar, kabul olunmayan diğer İncillerin varlığı da bu konuda önemli tereddütler ortaya koymaktadır. Mevcut dört İncil’nin yazarları da bellidir. Tevrat ve İncil’i ihtiva eden Kitab-ı Mukaddes'in önemli bir kısmı, insanlar tarafından yazılan tarihle ilgili bilgilerden meydana geldiği, tartışmasız bir gerçektir.

d) Tevrat ve İncil’in tahrifini yorum bazında kabul eden alimlerin bu görüşüne karşı bir itiraz zaten vaki olmaz. Çünkü, bu gibi yanlış yorumlar Kur’an için de söz konusudur. Mütezile, Cebriye, Mürcie, Rafizi ve Hariciler gibi batıl fırkalar, bu gibi yanlış yorumlarla kendi mesleklerini icra etmişlerdir. Şu var ki, onların bu yorumları kendi çevrelerine mahsus kaldığı gibi, Kur’an’ın metnine de karıştırılamamıştır. Oysa aynı şeyi Kitab-ı Mukaddes için söyleyemeyiz.

e) Kur’an ile Tevrat ve İncil’in kıyaslanmasına gelince;

Kur’an manası gibi lafzı ile de mucizedir. Tevrat ve İncil ise lafzı itibariyle mucize değildir. Ve şimdiye kadar bu din mensuplarından hiçbiri zaten böyle bir iddiada bulunmamıştır. Kur’an’ın lafzı itibariyle de mucize olması, onun tahriflerden korunması için büyük bir zırh olmuştur...

f) Allah’ın Kur’an’ı koruyacağına dair verdiği garanti (Hicr, 15/9) başka kitaplar için söz konusu değildir. Bunun hikmeti, Kur’an’ın en son kitap olması ve kıyamete kadar hükmünün baki kalmasıdır.

Allah’ın Kur’an’ı koruması diğer kitapları da korumasını gerektirdiğine dair iddia yanlıştır. Zira, bir şeyi koruma altına almak, başka şeyleri de garanti altına almayı gerektirmez.

Nitekim, Allah Hz. Muhammed (asm)’in insanlar tarafından öldürülemeyeceğine dair bir garantisi vardır (Maide, 5/67) ve bu hakikat, olduğu gibi çıkmıştır. Oysa Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve birçok peygamber böyle bir garanti kapsamına alınmamıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi hakkında detaylı bilgi verir misiniz?
Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir?

18 Mekke’de Mescid-i Haram’ın altında Cebrail’in sandığı mı var?

Kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık.

Dinimizde Kutsal kitabımız Kur’an’dır ve o da elimizdedir.

Onun için “Mescid-i haram”ın altında kutsal kitap aramak din dışı, mantık dışı bir çabadır.

Kur'an'da geçen tabut ve sekinenin ise, soruda geçen konuyla bir ilgisi yoktur.

Bilgi için tıklayınız:

Bakara suresi 248. ayeti açıklar mısınız? Tabut ve Sekine ne demektir?
Tabutu sekine ve onu gün ışığına çıkaracak Mehdi hakkında bligi ...

19 İslam çok karışık, ama Hristiyanlık çok kolay iddiasına ne dersiniz?

- Önce şunu belirtelim ki, bu misyoner efendi, her şeyden önce Hristiyanlık dinin temel taşı olan Teslis (baba-oğul-ruhu’l-kudüs) akidesi gibi saçma bir konuyu çözsün, bizi ikna etsin. Sonra İslam diniyle ilgili konuşsun.

- “İslam dininin karışık olduğu” iddiası kocaman bir yalandır. Bu yalanın delillerini bizzat sorudaki bilgilerden de çıkarmak mümkündür. Şöyle ki:

“Birçok ibadet var ve hepsi kurallara bağlı.” olduğu kabul ediliyor, ancak kurallı olduğu için karmaşık olduğunu seslendirmeye çalıyor. Halbuki, zerre kadar aklı olan bilir ki, kural ve kaidelerin bulunduğu bir yerde nizam ve intizam vardır. Nizam ve intizamın bulunduğu yerde karışıklık değil, düzenli mekanizma, şeffaflık ve açık bilgi vardır.

Karışıklık ancak muğlak bırakılan, detayları açıklanmayan konular için söz konusudur. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin detaylarına kadar açıklanmış olmasını “karışıklık” olarak ifade etmek için aklını ekmek peynirle yemek bile yetmez...

- Soruda: “İslam'da fıkhi bir konu ile ilgili bir çok detay var ve hatta farklı fikirler var. İnsanlar uymakta zorlanıyor kafaları karışıyor, doğru mu yaptıklarından emin olamıyorlar” iddiası, doğru değildir. İnsanların farklı yorumları her dinde vardır. İslam’da Ehl-i sünnetin dört mezhebinde fıkhi ihtilaflar, ne o mezhep müntesiplerinin kafasını karıştırıyor, ne de o mezhebe göre ibadet etmekte zorlanıyor.

Bu konuda söz söylemek, “uzaktan kaval çalmaya benzemez”. Bu işi yapanların şahitliği esastır. Hristiyanların din kaynağı olan İnciller arasındaki  derin ihtilaflar yüzünden asırlar boyu din kavgasını verip oluk oluk kan dökmüşlerdir. Şimdi aslı değiştirilmiş olan bu dini, İslamla kıyaslamak mümkün değildir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, İslam aleminde bir olay (Cemel, Sıffin vakası) dışında dahili/dini savaşlar hiç vuku bulmamıştır. Burada onun bizzat  kendi ifadesine yer verelim ki, misyonerimiz de dersini alsın:

“Sâlisen: İslâmiyet'i Hristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır (yanlış bir karşılaştımadır), o kıyas yanlıştır. Çünki Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti. Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dâhiliyeyi intac etmiş. Müstebid zalimlerin elinde avamı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu.”

“İslâmiyette ise, tarihler şahiddir ki, bir defadan başka dâhilî muharebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm, dine ciddî sahib olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahid, Avrupa'nın en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit, cemaat-ı İslâmiye dine karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmişler.” (Mektubat, s. 325)

- Şunu da unutmamak gerekir ki, tarih boyunca bir Müslüman din adamının veya bir İslam aliminin İslam dinini bırakıp, akli bir muhakeme ve kesin bir delil ile Yahudi veya Hristiyan olduğunu -bu misyoner efendi dahil- kimse gösteremez. Oysa, tarihte olduğu gibi günümüzde de -onların din ve ilim adamları dahil- İslam dinine girenlerin sayısı azımsanmayacak kadardır. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespiti dikkate değer:

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki; bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet'e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes'ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir.”

“Halbuki edyan-ı saire(diğer dinlerin) müntesibleri mutlaka fevc fevc(grup grup), muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyet'e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra (da) onlardan fevc fevc (İslam dinine)dâhil olacaklardır.” (Münazarat, s. 45- 46)

- Soruda: İslami ibadetlerin kuralları için ortaya atılan “bu kuralların ucu yok” iddiası, sinsi bir kurnazlık ve sisli bir cehaletin bileşkesi bir yalandır..

- “ve bu kurallara uymazsan dinden çıkabiliyorsun” iddiası da önceki iddia gibi kocaman bir yalandır.

İslam dinini bilen herkes şunu iyi bilir ki, ehl-i sünnet akidesinin en belirgin bir prensibi, “Bir mümin inkâr etmediği sürece, ne kadar büyük olursa olsun hiç bir günahtan ötürü dinden çıkmaz.” (bk. el-Fıkhu’l-ekber, 1/43)

-Soruda: İnsanların kendi iradelerine bırakılan ibadetler, iyilik yapmak gibi hususlar, İslam’ın Allah’ın bir emri olarak söz konusu edilen ibadetlerle kıyaslanmış ve şu ifadelere yer verilmiştir: “..evet namaz gibi zekat gibi ibadetler belki yok, ama ibadet etmek istersen İncil okursun, zekat yok ama birilerine yardım etmek istersen yardım edersin.”

Misyonerin bu ifadeleri, “intak-ı bilhak” denilen bir keyfiyettedir. Yani istemeden hakkı seslendirmiş/Allah konuşturmuştur. Şöyle ki:

Burada; İslam’ın bir insani görev olarak zenginlere yüklediği zekâtı, Hristiyanlıktaki “isteğe bağlı” yardımlarla kıyaslanmıştır. Halbuki, zengin ve fakirlerin her zaman bulunduğu insanlık camiasında, fakirlere yardım etmek çok önemli bir iştir ve insanların inisiyatifine bırakılamaz. Belli bir miktar ile bu yardımların yapılması zorunlu olması gerekir. Bu bir insanlık gereğidir.

Deniliyor ki: “Namaza benzer bir ibadet yoktur, ama kişi isterse İncil okuyabilir...”

Oysa dinlerin en büyük gayesi, imandan sonra Allah’a kulluk etmektir. Bu kulluk görevi vahiy ile tespit edilir; kişilerin vicdanına terk edilmez.

Kaldı ki, İncil’in yazarları bellidir. Böyle vahiy olmayan bir kitabı okumakla nasıl ibadet edilir. Halbuki, Kur’an’da belirtildiği gibi, Hz. İsa’nın hakiki, dininde de bizzat rükulu ve secdeli namaz ibadet vardır..

- “Şu kadar sakal bırak, ibadetini yaparken şöyle kuralları takip et, etmezsen dinden çıkarsın..” iddiası, mesnetsiz ve cehalet mahsulü bir iftiradır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, İslam’da/ehl-i sünnetin akidesine göre, hiç kimse bir ibadet yapmadığı veya bir günah işlediği için dinden çıkmaz..

Kaldı ki, İslam alimlerinin önemli bir kısmına göre sakal bırakmak sünnettir. Sünneti terk etmek küfür değil, günah bile sayılmaz.

Bununla beraber, sakal bırakmayı vacip olarak görenlerden de hiç kimse “sakalı bırakmayan dinden çıkar” diye bir iddiada bulunmamıştır.

Allah, bizi son din ve son peygamber Hz. Muhammed (asm)’i hakkıyla tanıyan ve İslam dinine uyma şerefine nail olan kimselerden eylesin. Amin!..

20 İkinci bir Mesih var mıdır?

- Bu ayetleri yazmakla neyi kastettiğinizi tahmin edebiliyoruz.

- Biz bu ayetlerin önemli bir kısmının ne anlama geldiğini, bunların nüzul sebeplerinin ne olduğunu Sitemizde belirtmiş bulunuyoruz.

- Müslüman olarak, biz Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ın ve Hz. İsa’ya indirilen İncil’in Allah’ın kitabı olduklarına inanıyoruz. Peygamberlere ve kitaplarına inanmayanların İslam dininde yerleri yoktur.

Bu açıdan bakıldığı zaman, hiçbir peygamber ve vahyi ayırmadan iman eden Müslümanların değil, bu ayrımı yapan Yahudi ve Hristiyanların iyi düşünmeleri gerekir.

- Bu kitaplarda tahrifin yapıldığı bizzat ayetlerini verdiğiniz Kur’an’da bildirilmektedir. Ancak bu tahrifin lafızlarında mı, yoksa yorumlarında mı olduğu konusunda İslam alimleri arasında farklı iki görüş vardır.

- Biz daha önce de defalarca söyledik ki, özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden istifade edenler olarak biz, Ehl-i kitapla omuz omuza vererek Kur’an’ın delillerle ortaya koyduğu hak ve hakikat yolunda dinsizlik ve ahlaksızlıkla mücadele etmek istiyoruz. Allah’a, peygamberlere ve dinlere inanmayanlarla mücadele etmek istiyoruz.

Bu sebeple Ehl-i kitapla hep yumuşak sohbet etmeyi tercih ettik. Şunu çok net olarak söylemeliyiz ki, İslam dinin, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed (asm)’in diğer bütün peygamber ve dinlerden daha sağlam delillere dayanan ve meselelerini akla kabul ettiren ve müspet bilimin doğru keşiflerine uygun beyanlara sahip olan bir din olduğu açıktır..

- “Eski Ahit - Zekeriya 4,Yeni Ahit - Vahiy 11, Eski Ahit - Özdeyişler 8 iki Mesihden ve Rabbin kurbanından söz ediyor!” şeklinde iki adet Mesih’le ilgili kaynak verdiğiniz için teşekkür ederiz.

Ancak: Vahiy: 11’de iki mesih ifadesine rastlayamadık. Orada “dünyanın krallığı Rabbimizin ve onun Mesihinin oldu” şeklinde bir meshiten söz edilmektedir.

Bununla beraber, Zekeriya:4’te “Bunlar mesholunmuş o ikilerdir” ifadesiyle iki mesihe eyer verilmiştir.

- Fakat hiçbir yerde bu mesihlerin kimler olduğuna dair açık bir alamet belirtilmemiştir.

- Şunu da belirtelim ki, İslam’da da iki mesihten söz edilmiştir. Bunlardan biri Hz. İsa, diğeri de Deccaldır.

Konuyu Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:

“Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a 'Mesih' namı verildiği gibi, her iki Deccal'a (İslam deccalı ve büyük deccal) dahi "Mesih" namı verilmiş ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?"

"Elcevab: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i ilahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş."

Aynen öyle de Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder."

"Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (asm) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmağa çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” (bk. Şualar. s. 593)

21 Suhufların içinde hangi bilgiler vardı?

Kaynaklarda yer alan ve zayıf olduğu kabul edilen bir rivayette Ebû Zer el-Gıfârî’nin Allah’ın resullerine kaç kitap gönderdiği sorusuna Hz. Peygamber (asm) 104 cevabını vermiş, bunlardan on sahifenin Âdem’e, elli sahifenin Şît’e, otuz sahifenin İdris’e, on sahifenin İbrahim’e verildiğini, ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ın indirildiğini belirtmiştir. (bk. Taberî, Târîħ, I, 312-313; Suyutî, ed-Dürrü'l-mensür, VIII, 489; Alusî, Rühu'l-meani, XV, 141-142; Zemahşerî, VI, 360)

Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede, küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risalelere denilir.

Kur’an-ı Kerîm'de Hz, İbrahim ve Hz. Musa'ya indirilen sayfalardan bahseden iki ayet vardır. (Necm 53/36-37; el-A'lâ 87/14-19) Bunun dışında Kur'an'da ve mütevatir hadislerde suhuf ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır.

Kur’an’da suhuf kelimesi önceki peygamberlere Allah tarafından gönderilen kutsal metinleri (Tâhâ 20/133; Necm 53/36-37; A‘lâ 87/18-19), Kur’an’ın kendisini (Abese, 80/13; Beyyine, 98/2-3) ve insanların amellerinin ilâhî kayıtlarını (Tekvîr, 81/10) ifade etmek için kullanılmıştır.

Önceki peygamberlere indirilen kutsal metinler “ilk sahifeler” (Tâhâ 20/133; A‘lâ 87/18) veya “İbrâhim ve Mûsâ’nın suhufu” (Necm 53/36-37; A‘lâ 87/19) diye isimlendirilmiştir.

Kur’an’da geçen “zübür” kelimesi (Âl-i İmrân, 3/184; Şuarâ, 26/196; Fâtır, 35/25) “kitap” manasındaki zebûrun çoğulu olup, suhuf ile aynı anlamdadır. Ancak zebur kelimesinin Hz. Davud’a indirilen kitabın ismi olarak kullanımı yaygınlık kazanmıştır. (Lisânü’l-Arab, “zbr” md.)

Hz. Şît’in kendisine ve babasına gönderilen suhufu bir araya getirerek bunlarla amel ettiği (İbnü’l-Esîr, I, 54), kendisine indirilen suhufta hikmet, kimya, simya, riyazi ilimler ve bazı sanatlardan bahsedildiği nakledilmiştir.

Hz. İdris’e indirilen suhufta semavî sırların, ruhanîlere hükmetme yöntemlerinin ve yıldızlar ilminin açıklandığı belirtilmiştir. (Nişancızâde, I, 121, 124-125)

 Ebû Zer el-Gıfârî’nin Hz. İbrâhim’e gönderilen suhufun içeriği hakkındaki sorusuna Resûl-i Ekrem bunun dinî-ahlâkî mesellerden ibaret olduğu cevabını vermiştir. (Taberî, Târîħ, I, 312-313; Süyûtî, ed-Dürrü’l-menŝûr, XV, 378)

Hz. Musa’ya Tûr’da verilen ilâhî emir ve öğütleri içeren levhalar (elvâh, A‘râf, 7/ 145, 150, 154) bazı ayetlerde kendisine verildiği ifade edilen suhufla (Necm, 53/ 36; A‘lâ, 87/19) eş anlamlı olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, XXIX, 14)

Bu levhaların sayısının on, yedi veya iki olduğu rivayet edilmiştir. Bunların malzemesinin Cebrail’in getirdiği ve zümrüt yahut kırmızı yakuttan olduğu veya sert kayalar olup Allah’ın emriyle Musa’nın Allah’ın kelamını bunların üzerine kendi elleriyle oyduğu yahut üzerinde Tevrat’ın yazıldığı, gökten inen ve 10 arşın uzunluğunda tahtalar olduğu görüşleri ileri sürülmüştür. Levhaların içeriğine dair ayette geçen “her şey hakkında öğüt ve açıklama” ifadesi (A‘râf, 7/145), İsrailoğullarının dinî bakımdan ihtiyaç duydukları öğütler ve hükümlerin açıklanması şeklinde tefsir edilmiştir.

Yine bu levhalarda, “Ben rahman ve rahim olan Allah'ım. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayın. Yol kesip eşkıyalık yapmayın. Adımı anarak yalan yere yemin etmeyin … Öldürmeyin, zina etmeyin, ebeveyninize itaatsizlikte bulunmayın.” ifadelerinin yer aldığı aktarılmıştır. (Zemahşerî, II, 508)

Necm ve A‘lâ surelerindeki ilâhî mesajın Hz. İbrâhim’in ve Hz. Musa’nın suhufunda yer aldığını bildiren ayetlerle (Necm, 53/36-37; A‘lâ, 87/ 18-19) ilgili olarak İbn Abbas’a dayanan bazı rivayetlerde bu iki surenin adı geçen peygamberlerin suhufunda mealen bulunduğu kaydedilmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed’e indirilen bazı ayetlerin (Tevbe, 9/112; Müminûn, 23/1-11; Ahzâb, 33/35; Meâric, 70/23-33) Hz. İbrahim’e de indirildiği rivayet edilmektedir. (Süyûtî, el-İtkān, I, 125-126)

Bir kısım hadisçiler tarafından zayıf bulunmakla birlikte birçok kaynakta yer alan bazı hadislerde Hz. İbrâhim’e verilen suhuf ile Tevrat, İncil, Zebûr ve Kur’an’ın ramazan ayında indirildiği bildirilmektedir. (Taberî, Câmiu’l-beyân, III, 189; Süyûtî, ed-Dürrü’l-menŝûr, II, 231-232)

Kur’an’da Mekke’nin ileri gelenlerinden bazı müşriklerin, iman etmek için Allah tarafından özel olarak kendi adlarına düzenlenmiş mesajlar içeren, açılmış (okunmaya hazır) sahifeler gönderilmesini talep ettikleri ve bunun kabul edilemez olduğu anlatılmaktadır. (Müddessir, 74/52)

Yine kıyamet günü vuku bulacak olaylar anlatılırken “amel defterleri” anlamında suhufun açılıp ortaya konulacağına dikkat çekilmektedir. (Tekvîr, 81/10)

Kur’an’da değerli, yüce ve tertemiz vasıflarıyla nitelenerek övülen suhufla (Abese, 80/13-14) kastedilenin ise Kur’an veya önceki peygamberlere gönderilen suhuf ya da levh-i mahfûz olduğu şeklinde farklı tefsirler yapılmıştır. (Taberî, Câmiu’l-beyân, XXIV, 108; Zemahşerî, VI, 315; Fahreddin er-Râzî, XXXI, 59)

Kur’an’ın tertemiz suhuf şeklinde nitelendirildiği bir başka ayette ise (Beyyine, 98/2) tertemiz vasfının “yalan, nifak, şüphe ve sapkınlıktan uzak olma” anlamına geldiği belirtilmiştir. (Kurtubî, XX, 142; bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Suhuf md.)

22 İncil’de şeriat kuralları neden yok?

Hz. İsa (as), İncil ile sevgi, şefkat, ahlakî değerleri ders verirken, hukukî düzenlemeler konusunda Tevrat’ı referans alıyordu. Zebur da öyledir.

İncil ve Zebur'da şeriat hükümleri yok gibidir. O konuda Tevrat’ı esas alıyorlardı.

Hristiyanlığa göre İncil, Tevrat’ın hükümlerini nesh etmemiş, yeni bir şeriat getirmemiş olup, Tevrat’taki hükümler Hristiyanlar için de yürürlüktedir.

Hatta Matta İncili, Hz. İsa (a.s.)’ın şöyle dediğini öne sürmüştür:

“Sanmayın ki ben Şeriatı ve peygamberleri yıkmaya geldim. Ben yıkmaya değil fakat tamam etmeye geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki oluncaya kadar, şeriattan en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekutunda kendisine 'En küçük.' denilecektir.” (Matta 5,17-19)

Ne var ki bu prensip, nazariyede kalmış, daha Havariler neslinden itibaren Hristiyanlıkta önemli değişiklikler yapılmıştır.

23 Halid bin Sinan nasıl İhlas suresini okumuş?

Önce Kur’an dili ile İncil ve Tevrat’ın dili farklıdır. Bu yönüyle elbette Kur’an ayetinin aynısı o kitaplarda bulunmaz.

Halid b. Sinan’ın “İhlas suresini” okuduğuna dair bazı rivayetler var. Bu rivayetlere göre,

“Halid b. Sinan’ın kızı Hz. Peygamberin yanına gitmiş, onun İhlas suresini okuduğunu duyunca, ‘Babam da bunu okuyordu.’ demiş.” (bk. İbnu’l-Esir, Usdu’l-ğabe, 1/576; İbn Hacer, el-İsabe, 2/309)

Ancak bu iki kaynakta da rivayet hakkında hiçbir açıklama yapılmamıştır.

Bununla beraber sahih hadis kaynaklarında bu ifade yer almamıştır. Hâkim’in “sahih” dediği rivayette verilen bilgiye göre: “Halid b. Sinan’ın oğlu Peygamberimizin yanına gelmiş, Peygamberimiz ona: “Merhaba kardeşimin oğlu!” demiştir.” (Hâkim, 2/654).

Diğer bir rivayette; bir soru üzerine Peygamberimiz (asm): “O (Halid b. Sinan), kavmi tarafından zayi edilmiş bir nebidir.” diye buyurmuştur. (Hakim, a.g.y)

Görüldüğü gibi, burada onun “İhlas suresi” okuduğuna dair bir kayıt yoktur.

- Diğer bazı rivayette Peygamberimiz (asm)'in yanına gelenin Halid b. Sinan’ın “kızı” olduğu bildirilmiştir. (bk. Bezzar, el-Bahru’z-Zeehar, 11/293; Taberani, el-Kebir, 11/441)

- Evvela, bu açıklamalarla şunu belirtmek istedik ki, Halid b. Sinan’ın “İhlas suresini okuduğuna” dair sahih bir rivayet söz konusu değildir.

- İkincisi, daha çok kabul gören rivayetlere göre, Halid b. Sinan Hz. Peygamber (asm)'den önce fetret döneminde yaşamıştır. Kendisi, kitabı olmayan bir nebi veya ilhama mazhar bir mürşit olarak yalnız mensubu bulunduğu bir Arap kabilesini irşat etmiştir. Yani, kendisi Tevrat ve İncil’i okumamıştır. Şayet İhlas suresini okumuşsa bile, bunları Tevrat ve İncil’den öğrenmemiştir. Allah, bir şekilde kendisine bildirmiştir.

- Üçüncüsü, “Şüphesiz O (Kur’an) eskilerin kitaplarında da vardır.” (Şuara, 26/196) mealindeki ayette belirtildiği üzere, Kur’an eski kitaplarda da vardı. Fakat birebir ayetleriyle değil, ortaya koyduğu hakikatleriyle vardı veya onun geleceğine dair bilgiler şeklinde vardı. (bk. Zemahşeri, Beydavi, Nesefi, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimiz'in zamanına yakın bir zamanda Araplar içerisinden ...

24 Kur'an’da diğer semavi kitaplardan iktibas yapılmış mıdır?

“Kur'an’da diğer semavi kitaplardan iktibas yapılmıştır.” demek doğru bir ifade olmaz. Çünkü bu ifade yanlış çağrışımlar yapabilir.

Doğru olan ise, Kur’ân’da, önceki semavi kitaplarda bulunan gerçeklerin dile getirilmiş olmasıdır. Bu da çok tabii bir durumdur. Çünkü tüm semavi kitapların sahibi, indireni Yüce Allah’tır. Allah katında din de bir (yani İslam) olunca bütün bu kitaplarda tevhid, âhiret, hesap günü gibi konulara değinilmesi de tabii bir durum olacaktır.

Nitekim A’la suresinde bu konulara değinildikten sonra,

إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَىصُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى yani “Bunlar (önceki ayetlerde anlatılanlar) ilk sahifelerdedir. İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde” (A’lâ, 87/18,19)

buyrularak bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Fetih suresi, 29. ayette de sahabelerden bahsedildikten sonra, onların anlatılan özelliklerinin Tevrat ve İncil’de de bulunduğu belirtilmiştir.

Bu âyet şöyledir:

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا

"Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah, kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir." (Fetih, 48/29)

Konu daha iyi anlaşılsın diye şu misali verebiliriz:

Çok sayıda kitabı olan bir kimse en son yazdığı kitabında şöyle diyebilir: Bu söylediklerimi daha önceki şu şu kitabımda da söylemiştim. Veya özet olarak daha önceki kitaplarımda zikrettiğim şu hususu burada genişçe açıklayacağım.

İşte Cenab-ı Hak da son kitabında daha önce indirdiği kitaplara ve o kitapların içeriğine dair bilgi veriyor. Bu durum bütün bu ilahi kitapların sahibinin Yüce Allah olduğunun delilidir. Çünkü hepsi aynı gerçekleri dile getirmiştir.

Aslında bazı insanları şüpheye düşüren bu durum, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunun ve bütün ilahi dinlerin menşeinin bir olduğunun, hepsinin Allah tarafından gönderildiğinin en büyük delillerindendir. Kaynak bir olduğuna göre, bütün ilahi kitaplarda benzer şeylerden bahsedilmesi, aynı hakikatlere değinilmesi ve aynı kıssalardan bahsedilmesi kadar tabii bir şey olamaz.

İnsanlar fiziki olarak tek kaynağa bağlı oldukları gibi, inanç bakımından da aynı kaynaktan içirilmişlerdir. İhtilaflar baş gösterdikçe de peygamberler vasıtasıyla düzeltme yoluna gidilmiştir

Ve Kur’ân, “musaddık” ve “müheymin” olarak, yani o kitaplarda tahrif edilmemiş gerçekleri tasdik edici ve tahrif edilen hususları da düzeltici olarak inmiştir. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir:

وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ عَمَّا جَٓاءَكَ مِنَ الْحَقِّۜ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاًۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَٓا اٰتٰيكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَۙ

“(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Maide, 5/48)

Zebur 72. Bab'da özellikleri anlatılılan şahıs kimdir?

Zebur'daki, "Doğruluğu sever, kötülükten nefret edersin." özellikleri kime söylenmiştir?

Zebur'da, "Halklar sonsuza dek övecek seni." diye kime hitap ediliyor?

Zebur'da geçen "Okların sivridir." sözüyle kim müjdelenmiştir?

Zebur'daki, "Gerçek ve adalet uğruna, sağ elin korkunç işler göstersin." sözü kime işaret ediyor?

Zebur'da, "Ey yiğit savaşçı, kuşan kılıcını beline." diye kime sesleniliyor?

Zebur'da geçen, "Sen insanların en güzelisin." sözü kim için denilmiştir?

Zebur hangi pegambere indirilmiştir?

Tevrat'ta, havadan düşüp putu kırarak yok edecek taştan maksat nedir?

Tevrat'ta, ibadethane yapılacağı bildirilen mübarek dağ neresidir?

Tevrat'ta, geleceği haber verilen en hayırlı ümmet kimdir?

Tevrat'ta, Hz. Hacer'in soyundan geleceği haber verilen peygamber kimdir?

Tevrat'taki, "Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım." ayetindeki ulus kimlerdir?

Tevrat'ta, geçen "Paran Dağları" ile hangi peygambere işaret edilmiştir?

Tevrat'taki, "Kardeşleriniz arasından bir peygamber çıkaracağım." ifadesinden maksat kimdir?

Tevrat'ta, Hz. Muhammed'in özelliklerinin anlatıldığı yer var mıdır?

Tevrat'ta, geçen "Milletlerin Himadası'ndan" maksat Hz. Muhammed midir?

Tevrat'ta, Peygamber Efendimiz'e işaret eden ayetler, neden çok açık değildir?

İncil'de geleceği müjdelenen "Âlemin Reisi" kimdir?

İncil'de geleceği müjdelenen "Taç Sahibi" kimdir?

İncil'de geleceği müjdelenen "Tesellici" kimdir?

İncil'deki "Sen peygamber misin?" sorusu hangi peygamber için sorulmuştur?

İncil'de geleceği müjdelenen "Kılıç Sahibi" kimdir?

İncil'deki "Allah sizden başka bir kavme ihsan edecek." sözünden maksat kimdir?

İncil'deki "Verilen ürüne bak ve yalancı ile doğru söyleyeni ayırt et." sözünden maksat nedir?

İncil'de geleceği müjdelenen "Faraklit" kimdir?

Tevrat ve İncil orjinal değil ise Hz. Muhammed'in peygamberliğini nasıl müjde verirler?

Tevrat, İncil ve Zebur gibi semavi kitaplar, Peygamberimiz (asm)'in geleceğini haber vermişler midir