Kategorisizler konusunda en çok merak edilenler

1 Hatme duası nedir?

Hatme, tarikatta yapılan ve insanların kalplerinin Allah'a açılmasını sağlamaya sebep olan bir adaptır. Dinimizdeki yerine gelince, bunlar tarikatın adabıdır. Sünnet olmamakla beraber, güzel olan ve yapılması durumunda insanlara çok şeyler kazandıracağına inanılan feyizli âdetlerdir. Bütün hak tarikatlar kur’an'dan alındığı için, bunların yaptığı hatme gibi adetler de haktır diyebiliriz.

Hatme değişik şekilllerde yapılabilir. Toplanan cemaat Kur'an-ı Kerim'deki ayet ve sureleri okuyarak ve salavat çekerek hatme yapabilirler.

Ayrıca İnşirah, İhlas süresini okumak ve salavat getirip "Ya Baki entel Baki" zikri çekilerek hatme yapılabilir. Bu duaları okurken belli bir sayı da söylenmesi şart değildir.

Ayrıca şu şekilde de hatme yapılabilir:

Önce bir Fâtiha-i şerîfe, üç İhlâs-ı şerîf okunur.

Sonra; "Eûzu billâhis-semî'ıl-alîmi mineş-şeytânir-racîm. Rabbi eûzu bike min hemezâtiş-şeyâtıyn. Ve eûzu bike rabbi en yahdurûn“ denir.

Daha sobra şu âyet-i celîle okunur:

"Bismillâhir-rahmânir-rahîm. Yâ eyyühellezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekullâhe lealleküm tüflihûn." (Sadekallâhül-azıym)

Bundan sonra şu sıraya göre hatme devam edilir:

"Bismillâhir-rahmânir-rahîm. İnnallâhe ve melâiketehû yüsallûne alen-nebiy. Yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ." (Sadekallâhül-azıym)

100 defa: Salevât-ı şerîfe,

500 defa: "Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve in lem tağfir lena ve terhamnâ lenekûnenne minel-hasirîn"

100 defa: Salevât-ı şerîfe,

500 defa: "Rabbi ennî messeniyed-durru ve ente erhamür-râhimîn."

100 defa: Salevât-ı şerîfe,

500 defa: "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn."

100 defa: Salevât-ı şerîfe,

500 defa: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym."

100 defa: Salevât-ı şerîfe okunur.

2 Fetret ne demektir?

Fetret denilince hepimizin aklına, Hz.İsa (a.s.)'ın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize (a.s.m.) vahyin tebliği arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor.

Maturudî ve Eşarî imamları, “...Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız).” (İsra, 17/15) meâlindeki âyet-i kerimede geçen “resul” ifadesine farklı izahlar getirmişler.

Maturudîlere göre, elçiden maksat akıldır. Akıl doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumlu. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir.

Eşariler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber” olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.

Âyetin tamamının meali şöyle:

“Kim doğru giderse sırf kendi lehine gider, kim de sapıklık ederse ancak aleyhine eder. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve biz resul gönderinceye kadar azaplandırmayız.” (İsra, 17/15)

Bazı âlimlerimiz âyet-i kerimede geçen azabın dünyevî azap ve felâketler olduğunu ifade etmişlerse de büyük çoğunluk, “dünyanın âhiret tarlası olduğu” hadisinden hareketle, bu azabın cehennem azabını ihtar ettiğini, âyetin hem dünya, hem de âhiret azabını kapsadığını beyan etmişlerdir..

Şu âyet-i kerime bize bu hususta ışık tutar:

“O kâfirler bölükler hâlinde cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman (cehennemin) kapıları açılır. (Cehennem) bekçileri onlara derler: size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? Evet, geldi, derler. Ama, azap sözü kâfirler üzerine hak olmuştur.” (Zümer , 39/71)

“İtikat imamları, fetret dönemiyle niçin bu kadar ilgilenmişler?” diye bir soru hatıra gelebilir. Benzer sebepler benzer sonuçları doğurur. Fetret bir semboldür. Her ne kadar belli bir dönem için kullanılmışsa da benzer durumların vuku bulması hâlinde yine fetret hükümlerinin geçerli olacağında şüphe yoktur.

Kâfirun Suresi'nde “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” buyrulur. Bazı zatlar, cihat âyetiyle bu hükmün nesih edildiğini söylemişlerse de ayrı bir grup ise, diğer bazı âyet-i kerimeler gibi, bu âyetin de belli şartların tahakkuk etmesi hâlinde yine geçerli olacağı görüşünde birleşmişlerdir.

Şimdi şöyle düşünemez miyiz? Bugün Amerika'da yahut Avrupa'da yaşayan Müslümanlar, cihat âyetiyle amel etseler, bir anda yeryüzünden silinmezler mi? Hâlbuki, maksat onların ortadan kalkmaları değil çoğalmaları değil mi? O hâlde ne yapacaklar? Kâfirun Suresi ile amel edip, başkalarının dinlerine karışmadan kendi dinlerini yaşamaya, yaşatmaya ve imkânları ölçüsünde yaymaya çalışacaklar. Demek ki, Kâfirun Sûresi'ndeki hüküm, hâlen nice ülke için geçerli, yani nesih olmuş değil.

Bu misâlimizde olduğu gibi, günümüzde hâlen fetret karanlıklarında yaşayan insanlar varsa, onlara uygulanacak hüküm de fetret hükmü olacaktır. Bu gerçeği görmezlikten gelen bir takım kimselerin Bediüzzaman Hazretlerinin fetretle ilgili bazı ifadelerine karşı çıktıklarını ve bunu nezaket sınırlarını aşarak yaptıklarını görüyoruz.

Önemli olan şahıslar değil fikirlerdir. Onun için meseleyi isim zikretmeksizin tahlil etmekte fayda görüyoruz.

Üstat, o günün bütün İslâm âlimlerince takdirle karşılanan fakat günümüzde bazı çevrelerin itirazına maruz kalan mektubunda şöyle buyurur:

“Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (asm.) bir lakaytlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (bk. Kastamonu Lâhikası, s. 97)

İtiraza maruz kalan son cümlenin, peşin hükümden uzak kalarak, iyice bir tahlili yapılırsa hiç de tenkit edilecek bir yanı olmadığı açıkça görülür. Cümle, fetret gibi karanlıkta kalan, dolayısıyla İslâm'dan haberdar olma hususunda bir nevi fetret devri yaşayan Hristiyanlar hakkındadır. Bu Hristiyanların mazlumları ayrıca tahsis edilmiş. Bu tahsis, “bir nevi şehadet” hükmü içindir. Buna göre söz konusu cümle şu şekilde anlaşılmalı: “Fetret devrinde, zulme maruz kalan ve şiddetli felâket çeken insanlar, bir nevi şehit hükmündedirler.”

Üstad bir soru münasebetiyle de şöyle buyurur:

“Fakat zaman-ı fetrette ve mâ künnâ muazzibîne hattâ nebase rasulâ sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale)

Bilittifak (ittifakla) ifadesi üzerinde durmak gerekir. Her iki mezhebe göre de ehl-i fetret amelî hükümlerden yani emir ve yasaklardan sorumlu değil. Bu hususta ittifak var. İman edip etmeme hususunda ise iki mezhep farklılık arz ediyor.

Bu mevzudaki çok ilgi çekici bir âyet-i kerimeden de söz etmek isteriz:

“Hem Rabbin, memleketleri, ana noktasında (merkezinde), kendilerine âyetlerimizi okur bir resul göndermedikçe helâk etmez. Ve biz, ahalisi zalimler olan memleketlerden başkasını helâk edici değiliz." (Kasas, 28/59)

Âyette geçen “ana nokta” ifadesi çok önemli. Peygamberin ana noktada yani merkezî bir noktada değil de ücra bir köşede gelmesi ve ilâhî emirleri herkesin işiteceği bir şekilde insanlara tebliğ edememesi durumunda hüküm farklılık arz ediyor.

Bizi bu noktaya çeken, İmam Gazali Hazretlerinin şu açıklaması oldu:

“Peygamberin gönderildiğini bilmeyenler; bunlar ehl-i necattır. Bilip de inkâr edenler; bunlar ehl-i cehennemdir. Duyan fakat tahkik etmeyen, yanlış işitenler; bunların da necat ehli olması ümit edilir.” (bk. Faysal el-Tefrika beyn el-İslam ve el-Zındıka, Paris, 1983, s. 38-39)

3 Hz. Muhammed (sav) misafirleri nasıl karşılardı?

Peygamberimiz (sav)'in misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pekçok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz (sav) bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü.

Habeşistan'dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz hizmet etti. Sahabîler,

"Siz bırakın, yâ Resulallah, hizmeti biz görürüz." dediler. Peygamberimiz,

"Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum." buyurdu.

Taif'ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler.

Peygamberimiz (sav)'in kendi evi misafiri kabule müsait olmadığı zamanlar, Ensardan Remle ile Ümmü Şerik'in evi misafirhane vazifesini görüyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi.

Peygamberimiz (sav) misafir konusunda din ayırımı yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi.

Ebû Basra Peygamberimiz (sav)'in bu tarafını şöyle anlatır:

"Ben Müslüman değildim. Resulullaha  misafir oldum. Geceleyin kalktım, bütün keçileri sağdım, sütlerini içtim. Böylece Resulullahı ve ailesini aç bıraktım. Fakat Resul-i Ekrem bana hiçbir şey demedi."

Yine Ebû Hüreyre'nin anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (sav)'e bir müşrik misafir oldu. Peygamberimiz (sav) süt ikram etti, içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. Resulullah (sav)'ın bu ikramı karşısında duygulanan bu müşrik sabahleyin Müslüman oldu.

Fakat Peygamberimiz (sav)'in devamlı misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi barkı, çoluk çocuğu olmayan fakir sahabîlerin oluşturduğu Suffe Ashabı idi. Peygamberimiz (sav) onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılardı.

Peygamberimiz (sav)'in ancak dört kişinin taşıyabileceği büyüklükte bir kazanı vardı. Öğle vakti olunca bu kazan getirilir, yemek yapılır, Suffe Ashabı onun etrafına dizilir, Peygamberimiz (sav) ile birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Peygamberimiz (sav) oturmaya yer bulamaz, çömelirdi.

Peygamberimiz (sav) bazen Suffe Ashabı kendi evinde de ağırlardı. Bir gün Suffede bulunan sahabîleri Hz. Âişe (r.anha)'nin evine götürdü. Hz. Âişe validemize evde ne varsa getirmesini söyledi. Yemek yenildikten sonra, varsa bir miktar daha getirmesini söyledi. Hurma ve süt geldi. Onları da yediler. Böylece Peygamberimiz (sav) onları bizzat evinde kendisi ağırladı.

Bazen Peygamberimiz (sav)'e çok sayıda misafir gelirdi. Peygamberimiz (sav) evde ne var, ne yoksa misafirlere ikram eder, kendileri ve ev halkı geceyi aç olarak geçirirlerdi. Peygamberimiz (sav) geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını sorardı. Onları yolcu edinceye kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı.

Bir gün Peygamberimiz (sav)'e bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi. Peygamberimiz (sav) hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı;

"Yâ Resulallah, seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur." dedi.

Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimiz (sav)'in hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur.

Sonra Peygamberimiz (sav) sahabîlere;

"Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin." buyurdu.

Bunun üzerine Ensardan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına:

"Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu.

"Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur." cevabını aldı. Hanımına,

"Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lâmbayı söndür. Tâ ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım."

Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler.

Ev sahibi sabah olunca Peygamberimiz (sav)'in huzuruna geldi. Peygamberimiz (sav)  kendisine şu müjdeyi verdi:

"Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu."

Dilimizde misafirperverlik kelimesi vardır. Misafiri sevmek, ağırlamak, yedirip içirmek, ihtiyaç ve istirahatını temin etmek hem sünnet, hem de millî bir gelenek halinde içimizde yaşamaktadır. Bunun kaynağı ise Peygamberimiz (sav)'in tavsiye ve teşvikleridir.

Misafiri sevmek, onu ağırlamak imanın bir görüntüsü ve alâmetidir. Bir insanda iman ne kadar güçlü ise misafire olan yakınlığı da o nisbette artar.

Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular:

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin."

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin."

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin yahut sussun."

Hazret-i Peygamber (sav), hem ebedî risâletin sahibi, hem İslâm devletinin başkanı ve hem de İslâm orduları başkomutanı idi. Bu sebeple İslâm başkenti Medine'ye gelen her seviyeden ve her inançtan fertler ve topluluklar gibi elçiler yani diplomatik misafirler de öncelikle Hz. Peygamber (sav)'in misafirleri idiler.

Kaynakların belirttiklerine göre, Araplar, harp-sulh gibi önemli konularda Kureyş kabilesini takip ediyorlardı. Çünkü Kureyş'i üstün kabul ediyor ve onların tavırlarına göre kendilerini ayarlıyorlardı. Kureyş'in düşman olduklarına düşman, dost olduklarına dost oluyorlardı. Kureyş'in kabullerini onlar da benimsiyorlardı. İslâm karşısında da aynı şekilde davranıp Kureyş'i izliyorlardı.

Kureyş'in İslâm'a karşı verdiği amansız mücâdeleye rağmen, Mekke'nin, Müslümanlar tarafından fethi gerçekleştirildikten yani Kureyş'in tam anlamıyla İslâm ordusuna boyun eğdiği kesinleştikten sonra, çevredeki Arap kabileleri, artık zaman kaybetmenin anlamının kalmadığı düşüncesiyle Medine'ye elçiler ve heyetler göndermeye başladılar.

İslâm Tarihinde "Âmu'l-Vüfûd (elçiler yılı) diye bilinen günler, Mekke fethi sonrasına rastlayan özellikle hicrî dokuzuncu yıldır. Tebük Seferi'nden dönüldükten ve Sakif kabilesi Müslüman olduktan sonra Medine çok yoğun bir diplomatik trafik yaşadı. Uzak-yakın yer ve yörelerden insanlar Hz. Peygamber (sav) ile görüşmek, Müslüman olmak ya da bazı şartlarla antlaşmalar yapmak üzere Medine'ye akın ettiler. O günlerde Medine'de, Yüce Kitabımızın 110. Nasr sûresinde:

"Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit..."

diye bildirmiş olduğu günler ve olaylar yaşanıyordu.

A. DİPLOMATİK MİSAFİRLERİN AĞIRLANMASI

Biz burada sadece yabancı devlet elçilerini değil, geliş amaçlarına bakmadan, Arap kabilelerinin temsilcilerini ve değişik yörelerden muhtelif milletleri ve dinleri temsilen gelen kişi ve heyetleri "diplomatik misafir" olarak değerlendireceğiz. Çünkü yakın plândan tetkik edildiği zaman, bütün bu insanların o günün şartlarında bir çeşit diplomatik misyon üstlendikleri anlaşılmaktadır.

1. Ağırlama

Diplomatik misafirlerin ağırlanması ile diğer misafirlerin ağırlanması arasında, temelde hiçbir fark görülmemektedir. Elde mevcut ne varsa onunla ağırlanıyorlardı. Benî Hanife heyetinin ağırlanması anlatılırken kendilerine Remle binti Hâris'in evinde, sabah akşam bir defasında ekmek ve et, bir defasında ekmek ve süt, bir defasında ekmek ve yağ verildiği kaydedilmektedir.1

Heyetlerin misafirlik süresi aynı değildi. Üç gün kalıp gidenler olduğu gibi 15-20 gün kalan heyetler de oluyordu. Kaç gün kalırlarsa kalsınlar elçiler tam bir din ve vicdan hürriyeti ve hareket serbestisi içinde bulunuyorlardı.

Meselâ, Necrân elçileri, geldikleri gibi Hristiyan olarak dönüp gitmişlerdir. Hiç bir diplomatik misafire baskı yapılmamış ve zarar verilmemiştir, peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyleme'nin, mürted olduklarını itiraf eden iki elçisine bile dokunulmamıştır. Hz. Peygamber (sav) onlara:

"Allah'a yemin ederim ki, elçilerin dokunulmazlığı olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum."2

demekle yetinmiştir. Bilindiği gibi bu durum, "Elçiye zevâl olmaz" cümlesiyle kültürümüzdeki yerini almıştır.

2. Ağırlama Yerleri

İlk İslâm başkenti Medine'ye gelen elçiler ve heyetler, ya bu iş için tahsis edilmiş evlerde, ya Mescid'in avlusuna kurulan özellikli çadırlarda yada bazı sahâbilerin yanında misafir edilir ve ağırlanırlardı.

Yedi kişiden oluşan Selâmân kabilesi heyeti, Medine'ye geldiklerinde Hz. Peygamberi (sav) Mescidin önünde bir cenazeye gitmek üzereyken buldular. Kendilerini tanıtıp Müslüman olduklarını bildirmek için geldiklerini söylediler. Hz. Peygamber (sav), hizmetçisi Sevbân'a: "Bunları, elçilerin ağırlandığı yerde ağırla!" buyurdu ve gitti. Sevbân onları, Arap heyetlerinin bulunduğu, hurmalık içinde geniş bir eve götürdü. Bu ev, Remle binti Hârisin eviydi3 Remle'nin evi, diplomatik misafirlerin çoğunun ağırlandığı "devlet konuk evi" konumundaydı. Remle'nin evinin, Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilafetinde de aynı iş için kullanıldığı bilinmektedir.

Bunun yanında, muhacirlerden birinin Medine'de yaptığı ilk ev olması sebebiyle "büyük ev" diye anılan Abdurrahman İbni Avf'ın evi de "Resûlullahın misafirlerinin ağırlandığı" yerlerden biriydi. Hatta buraya "Misafirler evi"de denirdi.4 Ezd kabilesi elçileri de Ferve b. Amrin evinde ağırlanmıştı.5

On dört kişiden oluşan meşhur Necran Hristiyanları temsilcilerini Hz. Peygamber (sav), Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinde misafir etmiştir.6

Öte yandan bazı kabile heyetleri, akrabalarından Medine'de olanların yanına misafir oluyorlardı.7

Tebük Seferi dönüşünde Ramazan ayında, Medine'ye gelen Sakif Kabilesi elçileri, Kur'ân dinlemeleri ve Müslümanları izlemeleri için Mescidin avlusuna kurulan çadırlarda ağırlandılar. Kendilerinin hizmetiyle Halid b. Said b. As ve Bilal el-Habeşî ilgileniyordu. Sakif elçilerinin, bu iki zat tarafından getirilen yiyecekleri, emniyet mülahazasıyla, önce getirenler tatmadıkça yemediklerine bilhassa işaret edilir.

Yine, Ahlaf boyu elçilerinin Benî Mâlik'ten olanları, mesciddeki bir çadırda ağırlanmışlardır.8

Hz. Peygamber (sav) Vail b. Hucr'u misafir etmesi için Muaviye b. Ebî Süfyân'a teslim etmiştir. O da onu Harre'de bir evde ağırlamıştır.9

Bazı elçilerin ya da misafirlerin ağırlanması işini kendiliklerinden üstlenmek isteyen sahâbiler de olurdu. Hz. Peygamber (sav), uygun gördüklerinin isteklerini olumlu karşılardı.10 Bazılarına da müsaade etmezdi.11

3. Ağırlama İşiyle Görevliler

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bilhassa Mescidin yakınında ağırlanan misafirlerin hizmetleriyle Halid b. Said, Bilal el-Habeşî ve Hz. Peygamber (sav)'in hizmetçisi Sevbân meşgul olurdu. Remle binti Hârisin evinde kimler bu hizmeti yürütüyordu; bu konuda herhangi bir isim kaydına muvaffak olamadık.

B. HZ. PEYGAMBERİN DİPLOMATİK MİSAFİRLERLE İLGİLENMESİ

Hz. Peygamber (sav), Medine'ye gelen elçilerle yani diplomatik misafirlerle, sayıları ne olursa olsun ve nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, Müslüman olsun veya olmasınlar, kimi temsil ederlerse etsinler, onlarla sade ve samimi bir şekilde ilgilenirdi.

Burada hemen işaret edelim ki, gelen heyetler genellikle kabile başkanlarının riyasetindeki kişilerden oluşurdu. Bazan da elçiler sivil kimseler olurdu. Heyetler içinde din bilginleri, şair ve hatipler gibi kültürel seviyesi yüksek insanlar bulunurdu. Bu heyetler genellikle sözlü mesajlarla gelirlerdi. Ancak Hz. Peygamber (sav)'in dine davet mektubu gönderdiği devletlerin elçileri yazılı mesaj getirirlerdi.

Şimdi Efendimiz (sav)'in bu misafirleriyle nasıl ilgilendiğine dair kısa tesbitlerde bulunalım.

1. Güzel Giyinmesi

Hz. Peygamber (sav), diplomatik misafirlerin gelişinden herhangi bir şekilde haberdâr olmuşsa, onları güzel elbiseler giymiş olarak karşılardı. Hatta yakın dostlarının da aynı şekilde güzel giyinmelerini isterdi. Cündeb b. Mekîsin bildirdiğine göre: "Kinde heyeti geldiğinde, Hz. Peygamberin üzerinde Yemenî bir elbise (hulle) vardı. Ebû Bekir ve Ömer de onun gibi giyinmişlerdi."12 Hatta kendisi de bir elçilik heyetiyle gelip Müslüman olmuş olan nur yüzlü sahâbî Cerir b. Abdullah diyor ki: "Kendisine Arap heyetleri geldikçe Resûlullah aleyhisselâm bana haber gönderirdi. Ben de elbisemi giydikten sonra yanına varırdım..."13

Geldiklerini haber vermeyen heyetler, çoğunlukla Hz. Peygamberi (sav) Mescid'de bulurlardı. Onlarla tanıştıktan ve ne maksatla geldiklerini öğrendikten sonra, kendilerinin misafir edilmesini sağlardı. Daha sonra onlarla görüşmelerine devam ederdi.

İşaret edelim ki o günlerin âdeti olduğu halde14 Hz. Peygamber (sav), elçileri görkemli karşılama törenleri ile etkileme gibi sun'î hiçbir yola tevessül etmezdi.

2. Başlarını Okşaması

Hz. Peygamber (sav), aşırı derecede heyecanlı, tereddütlü gördüğü bazı misafirlerinin başını mübârek eliyle şöyle bir sıvazlardı. Böyle bir iltifata mazhar olan kimsenin rahatladığı ve soyu için bu işlemin bir iftihar vesilesi olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.

3. Evine Davet Etmesi

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Adiy b. Hâtem'in elini tutmuş, evine davet etmiş; evde içi hurma lifiyle doldurulmuş tek minderi Adiy'in altına sermiş, kendisi kuru yere oturmuştur. Adiy ile konuşmuş, tereddütlerini tek tek saymış, sorularını cevaplamış, İslâm'ın gelecek parlak günlerini haber vermiş, onu İslâm'a davet etmiştir. Bir ara Adiy'in bizzat kendi inancına göre haram olan uygulamasını ona hatırlatmış, böylece onun içinde bulunduğu asıl durumu bildiğini, ondan kurtulması gerektiğini belirtmiştir. Adiy, durumundan utandığını, fakat Hz. Peygamber (sav)'in, kendisini utandıran bu durumunu bir daha söz konusu etmediğini de memnuniyetle nakletmiştir.

4. Geleceklerini Önceden Bildirmesi, Övmesi

Bütün bunların dışında ve sadece Hz. Peygamber (sav)'in yapabileceği bir ilgi ve iltifat şeklini daha tesbit ediyoruz. O da Sevgili Peygamberimiz (sav)'in bazı zevat hakkında güzel sözler söyleyerek Medine'ye geleceklerini önceden ashabına haber vermesidir. Meselâ biraz yukarıda isminden söz ettiğimiz Cerir b. Abdullah ve Vâil b. Hucr bunlardandır.

Cerir diyor ki: Medine'ye varınca, devemi ıhtırdım, heybemi açıp altlı-üstlü elbisemi giydim ve Mescid'e girdim. O sırada Resûlullah (sav) hutbe irad ediyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni göz ucuyla süzüyordu.. Yanımdaki zâta, "Resûlullah beni andı mı, diye sordum." O da: "Evet, biraz önce, seni güzel bir şekilde andı.''  'Şu kapıdan, Yemenli, hayırlı bir kimse girecektir. Onun yüzünde melek, melik nişanı vardır.' buyurdu, dedi. "Ben de Allah'a hamdettim."15

Vâil b. Hucr diyor ki: Medine'ye gelince Resûlullah (sav) ile buluşmadan önce onun ashâbı ile görüştüm. "Sen gelmeden üç gün önce Resûlullah aleyhisselâm seni, bize müjdeledi. 'Vâil size geliyor' buyurdu" dediler.16

5. Ridâsını Çıkarıp Üzerine Oturtması, Minberden Ashâbına Takdim Etmesi

Hz. Peygamber (sav), Vâil b. Hucr ile karşılaşıp merhabalaştıktan sonra üzerinden ridâsını çıkarıp serdi birlikte üzerine oturdular. Müslümanların toplanmasını emretti. Sonra minbere çıktı, Vâil'i de minbere çıkarıp yanında durdurdu. Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Ey Müslümanlar! Bu, Vâil b. Hucr'dur. Size uzaktan Hadramevt'ten, mecbur edilmeden, İslâm'ı özleyerek ve kabul ederek kendiliğinden gelmiştir. Kendisi Kral oğullarının bakiyyesidir."

Daha sonra; "Allah'ım, Vâil'e, Vâilin oğluna ve oğlunun oğluna mübarek kıl' diye dua etti. Vâil'in başını eliyle sıvadı.17

Cerir b. Abdullah, bir gün Hz. Peygamber (sav) ashâbıyla birlikte oturmakta iken yanlarına geldi. Kimse Cerir'e yer açmadı. Hz. Peygamber (sav) üzerindeki ridâsını çıkarıp Cerir'e attı ve "Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!" buyurdu. Cerir alıp oturdu ve "Ey Allah'ın Resûlü! Senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyursun." diyerek teşekkür etti.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), çevresindekilere şöyle buyurdu:

"Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin."18

6. Kaldıkları Yere Uğrayıp Hal-Hatır Sorması

Hz. Peygamber (sav), misafirhaneye veya mescidin avlusundaki çadırlara yerleştirdiği diplomatik misafirleriyle yakından ilgilenirdi. Sakif elçileri içinde yer alan Evs b. Huzeyfe'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber (sav) özellikle yatsı namazını kıldıktan sonra yanlarına gider, onlarla konuşur, Kureyş'ten ve Mekkeliler'den çektiklerini ve Medine'deki gelişmeleri onlara anlatırdı.

7. Misafirlerin Gündeme Getirdiği Her Konuyla İlgilenmesi

Hz. Peygamber (sav)'in diplomatik misafirleri arasında çok değişik isteklerde bulunanlar oluyordu. Meselâ, kendisini imtihan etmek için gelenler19, şair ve hatiblerini getirip şiir ve hitabet yarışması yapmak ve yarışma sonucuna göre Müslüman olmaya veya olmamaya karar vermek isteyenler20, Sakif elçileri gibi, namazdan muaf tutulmaları, Lat putuna dokunulmaması gibi kabulü mümkün olmayan imtiyazlar peşinde koşanlar, Necran Hristiyanları heyeti gibi, işi karşılıklı lanetleşme noktasına kadar vardıran tartışmacılar, kuraklık ve kıtlıktan şikayet edip yağmur duası isteyenler oluyordu. Hz. Peygamber (sav) bütün bu isteklerle ilgileniyor, sorularını cevaplıyor, yarışıyor, tartışıyor, dua ediyor, onlara İslâm'ı anlatıyor, kendi kültürlerinde ya da kitaplarında bulunan esasları açıklıyor, böylece onların doğruyu görmelerini sağlamaya çalışıyordu.

Neticede duruma göre Müslüman olurlarsa, Kur'ân'ı okuma ve İslâm esasları öğretiliyor, kendilerine, arazî bağışları (ıktalar) veya imtiyaz fermanları yazdırılıyor, bazılarına başkan ve imam tayinleri yapılıyordu. Hatta bu yazılardan birinde Benî Bârık'lara verilen yazıda, konumuzla ilgili şu satırlara da rastlamaktayız: "Onlar, harp veya kıtlık sıralarında Müslümanlardan kendilerine uğrayacak kimseleri üç gün misafir etmekle yükümlüdürler."21 Müslüman olmayanlarla da hukukî anlaşmalar yapılıyor, yazılar yazılıyor, emannâmeler veriliyordu.

8. İsimlerini Değiştirmesi

Bu arada şu hususa da işaret edilmesi uygun olacaktır. Hz. Peygamber (sav), tanışma sırasında öğrendiği isimlerden gerek gördüklerini güzelleriyle değiştirir, kişilere özel iltifatlarda bulunurdu. Meselâ Benî Nebhan'ın reisi olan Zeyd hakkında

"Araplardan bana fazileti anılan hiçbir kimse yoktur ki, yanıma gelince onu, hakkında söylenilenlerin altında bulmuş olmayayım. Ancak Zeyd böyle değildir. Ondaki faziletler bana tam olarak ulaştırılmış değildir."

diye iltifatta bulunmuş ve Zeydü'l-hayl olan adını Zeydu'l-Hayr'a çevirmiştir.22 Şirk kültürünün tezâhürü olan Abdü'l-uzzâ, Adü'l-lât gibi isimleri Abdullah ve Abdurrahman gibi tevhid inancına uygun mânâlı isimlerle değiştirirdi. Bu işlem, Müslüman olanlar için ayrıca bir ikram kabul edilirdi. Ancak çok nâdiren de olsa, atalarının koyduğu ismin değiştirilmesine sıcak bakmayan diplomatlar da çıkardı.

9. Yol Azığı ve Bahşişler Verilmesi

Elçilere dönüşlerinde yol azığı hazırlanır ve bahşişler verilirdi.. Elde mevcut imkânlara göre bu bahşişlerin miktarı az çok değişirdi.

Resûlullah (sav), kendi elçileri vasıtasıyla İslâm'a girmeye davet ettiği kabile başkanı ve hükümdarlara hediye göndermezdi. Onlardan gelen hediyeleri çoğunlukla kabul, nadiren red ederdi. Fakat kendisine gelen elçilere mutlaka hediyeler verirdi. Hatta Tebük'te kendisine gelen Bizans elçisine Hz. Peygamber (sav), "Asıl yerimizde (Medine'de) olsaydık sana hediye verirdim." diye üzüntüsünü iletti. Bunu işiten Hz. Osman (ra), heybesinden kıymetli bir kumaşı çıkarıp elçiye hediye etmesi için Hz. Peygamber (sav)'e verdi. Hz. Peygamber (sav) Hz. Osman (ra)'ın bu ikramından son derece memnun kaldı.23

Burada hemen işaret edelim ki, elçilere hediye verme işini Hz. Peygamber (sav) ısrarla tatbik etmiş ve vefatından önce, Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur:

"Benim kendilerine hediye verdiğim gibi, siz de elçilik heyetlerine hediye verin!"24

SONUÇ

Hz. Peygamber (sav)'in özellikle diplomatik misafirlerine karşı gösterdiği ilgi ve misafirperverlik, misafirlikte din, dil ve ırk ayrılığının asla neticeye tesir etmediğini göstermektedir. Onun bazı elçi gruplarını Mescide yakın bir yerde, bazılarını da Mescid'de ağırlaması, sırf imkânsızlık sebebine bağlanamaz. Kur'ân dinlemeleri ve Müslümanların ibâdetlerini, beşerî ilişkilerdeki kazandıkları seviyeyi bizzat görmelerini sağlamak, böylece dolaylı yoldan onlara tebliğde bulunmak gibi ulvî bir maksada dayalı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple günümüzde de mabed ve mescidlerimizi ziyaret etmek isteyen gayri müslim devlet adamları, diplomatlar ve turistlere usûlü dairesinde kolaylık ve anlayış göstermek, hem vazgeçilemeyecek bir tebliğ imkânı ve görevi hem de -insanî bakımdan- misafirperverlik gereğidir. Kaydedildiğine göre, Sakif kabilesi elçileri, müşrik oldukları halde Mescid'e girmişlerdi. Müslümanlardan bu durumu yadırgayanlar oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), "Yer yüzü hiçbir şeyden kirlenmez." buyurdu.25 "Onları, Kur'ân dinleyebilecekleri bir yerde misafir edeceğim." diyerek26 maksadını duyurdu. Müslüman ülke yöneticilerinin böylesi bir amacı gözardı etmemeleri, diplomatik misafirlerini Kur'ân dinleyebilecekleri, Müslümanların ibadetlerini izleyebilecekleri saatlerde mabedleri ziyaret ettirmeleri, Sünnet-i Seniyye'ye uygun bir davranış olacaktır. Bu tür davranışın bir Müslüman için misafire ikram anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.

Kendi ülkelerinde daha iyisini, daha kalitelisini bulduktan bir takım müzik, tiyatro ve dış kaynaklı gösterilerle iyi bir misafir ağırlama yapıldığı yanlışı artık terk edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, günümüzde siyasal bakımdan Osmanlı'yı kötüleyen dış mihraklar bile, o toplumdaki insanî davranışların ve gördükleri güzel İslâmî muamelenin hâlâ senâkârıdırlar. O halde sırf ticarî amaçlarla değil, Müslümanca düşüncelerle yabancılara gösterilecek Müslüman-Türk nezâket ve misafirperverliği birçok gönlün kazanılmasına, hiç değilse, düşmanlık duygularının ve peşin hükümlerinin değişmesine vesile olacaktır. Bu da Müslümanlar ve Müslümanlık adına bir kazançtır.

Misafirperverliğin uluslararası boyutta böylesi bir "adam kazanma ya da gönül yapma" fonksiyonu bulunmaktadır. Turistlere "yolunacak kazlar" diye değil, "kazanılacak kalpler" diye bakmak, ona göre muamele etmek gerektiği artık birilerince hem anlaşılmalı hem de halkımıza anlatılmalıdır. Kim bilir belki böylece, sırf ticârî amaçlı, ahlâkî içerikten yoksun turizm politikaları yüzünden uğradığımız büyük değer kayıplarını bir ölçüde telafi imkânını buluruz.

Yazımı bu hususun bir başka noktasına dikkat çeken bir olayı anlatarak bitirmek istiyorum:

Hicretin onuncu yılında Medine'ye gelip Müslüman olan Benî Muhârib temsilcileri içinde bir kişi vardı. Hz. Peygamber (sav) ona dikkatle baktı.
Adam:
 "Herhalde beni tanıdınız, ya Resûlallah?" dedi.
Efendimiz:
"Galiba ben seni görmüştüm." buyurdu.
Adam:
"Evet, sen beni görmüş ve benimle konuşmuştun. Ben ise sana çirkin sözler söyleyerek karşı koymuştum. Olay Ukaz panayırında olmuştu. Sen o zaman Arap kabilelerini dolaşıp İslâm'a davet ediyordun. O zaman arkadaşlarım içinde sana benden daha katı ve kötü davranan olmamıştı. Hamdolsun Allah'a ki, sana inanacak kadar bana ömür verdi. Halbuki o gün benim yanımdaki arkadaşlarım, kendi dinleri üzerinde şirkleri içinde ölüp gittiler."
Efendimiz:
"Kalbler, Allah'ın dileğine tâbidir, O'nun elindedir." buyurdu.
Adam:
 "Ey Allah'ın Resûlü! Bağışlanmam için dua et!" dedi.
Efendimiz:
"Müslüman olmak, önceki günahları ortadan kaldırır!" buyurdu.27.

Biz de yazımızın sonunda, şimdiye kadar Ebedî Risâlet Sahibi'nin davetine uymamış, karşı çıkmış olanların tümüne birden bir kez daha seslenerek, "İslâmiyet, geçmiş günahlara kefârettir." diyor, daha fazla geç kalmanın kimseye bir yararı olmayacağını hatırlatıyoruz. Çağrımız, Ebedî Risâlet'in çağlar üstü diplomatik çağrısıdır: "İslâm ol, kurtul!"28.

DİPNOTLAR:

1. İbn Sad, Tabakât, I, 316.
2. Ebû Dâvûd. Cıhâd 154.
3. İbn Sad. Tabakât I. 332.
4. bk. Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye (trc. A. Özel), II, 202.
5. İbn Sad, Tabakât, I, 338; Koksal, İslâm Tarihi, x. 115.
6. İbn Sad, Tabakât, I, 357-8.
7. bk. İbn Sâ'd, Tabakât, I, 328; Köksal, a.g.e., x, 134.
8. İbn Sa'd. Tabakât. I, 313.
9. İbn Sad, Tabakât, I, 351.
10. bk. İbn Hacer. el-İsâbe, II,421; III, 254
11. Koksal, a.g.e., ıx. 305.
12. İbn Sa'd. Tabakât, IV, 346; Kettâni, et-Terâtibu'i-İdâriyye. II, 209.
13. Zehebî, Siyer, II. 382.
14. bk. S. Müneccıd, en-Nüzumu'd-Diplomasiyye fi'l-İslâm, s. 38, (Beyrut, 1403/1983)
15. Ahmed b. Hanbel, Müsned. IV. 359-360, 364; Zehebi, Siyer, II, 380-381; Koksal, a.g.e., x, 101.
16. Heysemî. Mecmeu'z-zevâid, ıx, 374 17.Kaynakları için bk. Koksal, a.g.e., x, 146-147.
18. Zehebi, Siyer, II,381.
19. Kaynaklar için bk., Koksal, a.g.e., x, 137.
20. Geniş bilgi ve kaynakları için bk., Köksal, a.g.e., ıx, 32-33.
21. İbn Sa'd, Tabakât, I, 352; Köksal, a.g.e., x, 159
22. İbn Sa'd, Tabakât, I, 321; Koksal a.g.e., x. 8.
23. bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 74-75.
24. bk. Buharî, Cihad 176-177; Kettanî, a.g.e., II, 207.
25. Köksal, a.g.e., IX, 303. (Vâkıdî, Meğâzî, III, 964'den naklen)
26. İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, III. 31; Köksal, a.g.e., ıx. 303-304.
27. Kaynaklar için bkz, Köksal, İslâm Tarihi, (Medine devri) x, 324-325,
28. Buharî, Bedu'l-Vahy 6; Cihad 102; Müslim, Cihâd 74; İbn Mâce, Mukaddime 10.

(Doç. Dr. İsmail L. Çakan)

4 Hz. Adem’e ve Hz. Havva’ya, yasak meyveden koparılması neden yasaklanmış?

- Önce şu noktayı vurgulayalım ki; “Akla yatkın olmayan bu yasak...” makul bir ifade değildir. Çünkü;

a. İmtihana tabi tutulmak üzere yaratılan bir varlığın ilk sorusu, herhalde yasaklar olmalıdır. Çünkü hayat boyu sürekli karşısına çıkacak çirkin arzulara karşı fren vazifesi görmesi gereken insan iradesinin bilenmesi için, onun bir yasağa karşı direnç göstermesi gerekir.

b. İlahî hikmet, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın iradelerini test etmek için, bir yasak koymakla, onların o yasak meyveye dikkatlerini çekmiş ve ona yoğunlaşmalarını sağlamıştır. Sonuç, insanların imtihan yeri olan dünyaya yerleştirilmeleridir.

c. İlahî hikmet, insanların yeryüzü halifesi olmak için, kendisinde var edilen çekirdek halindeki insanlık kabiliyet ve istidatlarının yasak meyve ile ortaya çıkmasını murat etmiş, fakat ilahî adalet de cennet gibi bir yerden meşakkat diyarı olan dünyaya yerleşmesi için gereken vizenin alınmasına bizzat kendilerinin özgür iradeleriyle vesile olmasını dilemiştir.

- Bu yasak, cennetin tenasül yeri olmadığına, bu yasak meyvenin içinde ise, başta cinsel dürtüler olmak üzere insanî duyguların ortaya çıkmasına yardımcı olan sırları barındırdığına, insanlık ailesinin devam etmesi için uygun bir zemin olan dünyaya  yerleşmenin gereğine bir işaret sayılabilir.

Hz. Âdem ile Hz. Havva, daha önce bir melek gibi, herhangi kötü bir şeyi içlerinde hissetmeyecek saflıktaydılar. Ağacın meyvesinden yedikten sonra, insanlık ailesinin devam etmesi için gereken duygusallık hali meydana gelmiş ve böylece onlar da birbirine karşı farklı bakmaya başlamışlardır. Bu farklı bakış, beraberinde haya duygusunu da bir manevî örtü olarak ortaya çıkarmıştır. Nitekim, her insan çocuk iken, saf bir fıtratta, karşı cinsin durumunu fark etmeyecek bir durumdadır. Biraz büyüyünce yavaş yavaş hem kendi öz benliğini hem de karşı cinsin cazibesini fark etmeye başlar. Bu fıtrî duygunun aşırılığa kaçmasını, gayr-ı meşru taşkınlıklara bulaşmasını önlemek için, hem maddi örtü hem  de manevî takva -haya örtüsü- var edilmiştir. Nitekim, söz konusu ağaçtan yeme olayını açıklayan Kur’an, Araf Suresi'nin 26. ayetinde -mealen- şu ifadelere yer vermiştir:

“Ey Âdem’in evlatları! Bakın, size edep yerlerinizi örteceğiniz giyisi, süsleneceğiniz elbise indirdik. Fakat unutmayınız ki, en güzel elbise takva elbisesidir.”

- Yasak meyvenin ne olduğu konusunda, Kur’an’da sadece “ağaç” olarak ifade edilmiştir.

“Ve (sonra,) 'Ey Âdem,' dedik: 'Sen ve eşin cennete yerleşin ve orada dilediğinizden bol bol, yiyin; ancak bir tek şu ağaca yaklaşmayın ki zalimlerden olmayasınız.'”(Bakara, 2/35).

Taberî’nin bildirdiğine göre, bu konuda ayetlerde olduğu gibi, Sahih hadis kaynaklarında da kesin bir belirleme söz konusu değildir.

Bu sebeple, tefsir kaynaklarında bu ağacın buğday, hurma, sümbül, üzüm, zeytin, incir ağacı gibi ağaçlar olabileceği konusunda çok farklı görüşler vardır. (bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayaınız:

Şeytan yaratılmasaydı cennete mi olurduk?
Hz. Adem ve Hz. Havva'nın yasak meyveyi yemeden önce cennetteki giysileri.
Hz. Adem'e cennette yasaklanan ağaç.

5 Hz. İbrahim'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. İbrahim (a.s.), Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın "Halil" / "dost" diye nitelediği ulu'l-azm mertebesinde olan peygamber.

Nuh (a.s)'un çocukları ve torunları, önce Irak'a yerleşmiş ve Fırat nehrinin yakın bir yerinde Babil şehrini kurmuşlardı. Daha sonra, burada yerleşmiş olanlardan bir grup ayrılıp Dicle kıyısında -bugün Musul şehrinin civarında- Ninova şehrini inşâ etmişlerdi. Babil'deki halkın yerlileri olan Nabt kavmi, Süryânî dilini konuşmakta olup Babil şehrini de başkent yapmışlardı. Ninova'da ortaya çıkan Asur devletinde ise başkent Ninova olup, Babil'i hâkimiyetleri altına almıştı. Bir süre sonra Babil'de, Keldânîler, Asurluların hâkimiyetleri altında bulunan Nabtların ilim ve kültürüne sahip çıkmıştı.

Babilliler, tek Allah'a inanmayıp putlara ve yıldızlara taparlardı. Putları ve yıldızları, ruhların sembolü olarak kabul ederlerdi. Onların bu inancına "Sâbiîlik" denir. Sâbiîlik; ruhlara ve meleklere ibadet esasından başlar ve giderek yıldızlara, aya, güneşe ve sonunda bunlar adına yapılmış putlara tapmağa varırdı. Babil'de putların hem yapılıp hem de tapıldığı puthaneler vardı. Bundan dolayı devlet yönetiminde bir puthane bakanı bile bulunurdu.

İşte Allah, böyle inançtan yoksun ve medeniyetten uzak bir toplum olan Babil halkına İbrahim (a.s)'ı göndermişti. "İbrahim" kelimesinin manası "cemaat babası" demektir. Nitekim kendisinden sonra gelen peygamberlein babası Hz. İbrahim (as)'dır.

Cemaatının "Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" unvanına sahip İbrahim (a.s), "Ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. "Ulü'l-azm" makamına / gayesine erişen diğer peygamberler ise Nuh (a.s), Musa (a.s), İsa (a.s) ve Muhammed (a.s.m)'dir. Hz. İbrahim (as)'in "halilullah" lakabını alması Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivayete göre Hz. İbrahim (as) insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "halilullah" diye nitelendirilmiştir.

İbrahim (a.s)'ın nesebi hakkındaki rivâyetler muhteliftir. Ancak rivayetlerin hepsi Sâm b. Nûh'a vardığında ittifak etmiştir. Babasının ismi Tarih, lakabı Âzerî'dir.

Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrahim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrûd'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivayete göre ise kendisinin bu mahiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrûd hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir.

Bunun üzerine Âzer, İbrahim'e hamile kalan karısını Küfe ile Basra arasındaki Ur şehrine veya Verkâ denilen yere götürüp bir mağaraya saklamış, İbrahim bu mağarada doğmuştur. (Sa'lebî, s. 72-74; Taberî, I, 234-235)

İbrahim, Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıntılı biçimde anlatılan (bk. Şûrâ, 42/13) Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlallerini yürütmüştür.

Bir akşam vakti İbrahim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş: fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince: "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür. Rabbi İbrahim'e: "Müslüman ol!" dediğinde, "Âlemlerin rabbine teslim oldum." (bk. Bakara, 2/131) diyerek bu davete icabet etmiştir.

Bununla birlikte, "Andolsun İbrahim'e daha önce rüşdünü vermiştik; biz onu iyi tanırdık." (Enbiya 21/51) mealindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrahim peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. İbraim aleyhisselamın, Yıldız, Ay ve Güneş için "Rabbim" demesi, kendisi onlara inandığı için değil, diğerlerinin anlayışına uygun olarak konuşmak ve akıllarını başlarına getirmelerini sağlamak içindir. "Farz-ı muhal Rabbim olsaydı, batmazdı, öyleyse ben batanları sevmem" anlamına gelmek üzere tarizde bulunarak onlara ders vermek adına böyle demiştir.

Hz. Nuh'a verilenler Hz. İbrahim'e de tavsiye edilmiş  ona sahîfeler verilmiştir. (Necm 53/36-37; A'lâ 87/19) Müslüman tarihçiler Hz. İbrahim'e on sahîfe indirildiğini, bunların mesellerden ibaret olduğunu bildirirler. (Taberî, 1, 313; bk. Diyanet İslam Ans., İbrahim md.)

Hz. İbrahim (as)'in ismi Kur'an-ı Kerim'de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim (as) değişik isim ve sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da da geçen sıfatlarının bazıları şunlardır: Evvâh (çok ah eden), Halim, Munib (Allah'a sığınan), Hanîf, Kânit (Allah'a kulluk eden), Şâkir.

Hz. Peygamber (s.a.s)'de Hz. İbrahim (a.s)'ın faziletini anlatırken şöyle der:

"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrahim (as)'dir." (Buhâri, Enbiyâ, 8).

"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cibril ile Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik, nihayet uzun boylu birinin yanına vardık, (Semaya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrahim (a.s) idi..." (Buhârî, Enbiyâ, 8).

İbrahim (a.s) Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, âhireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış; en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Âzer olmak üzere halk, İbrahim (a.s)'a inanmayıp inkâr etmişti. İbrahim (a.s), babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah'tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi:

"Sana selam olsun! Senin için Rabb'ımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü o, bana karşı lütufkârdır." (Meryem, 19/47).

Bundan sonra İbrahim (a.s), baba ocağını terkederek oradan ayrıldı.

Milletine, putların hiçbir fayda sağlayamayacağını pek çok kere söyleyen ve ancak Yüce Allah'ı üstün niteliklere sahip olduğunu bildiren İbrahim (a.s), milletinin kendisine inanmadığını görünce hemen Nemrud'a gitti. Kur'an-ı Kerîm'de ismi geçmeyen ve o sıralar milletinin başında bulunan Nemrud, sahip olduğu servet ve saltanatıyla kendini ilâh sanmaktaydı.

İbrahim (a.s), Nemrud'a Allah inancından bahsetti. Fakat o reddetti ve İbrahim (a.s) ile Rabbi hakkında münakaşaya girişti. İbrahim (a.s) Allah Teâlâ'nın hem dirilttiğini hem de öldürdüğünü söyleyince Nemrud, kendisinin de bunu yapmağa gücü yettiğini ifade eder. Nemrud, bunu ispat için, iki adamı getirtmiş, birini öldürmüş, diğerini bırakmış; böylece öldürmeğe ve diriltmeğe kâdir olduğunu göstermişti. Bu defa İbrahim (a.s.): "Allah Güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene." (Bakara, 2/258) deyince Nemrud şaşırıp kalmıştı.

Bir ara, Allah inancını kabule yanaşmayan halk, bir bayram günü âdetleri üzere puthaneye yemek getirmiş, putlarının önüne koymuş, daha sonra da eğlenme yerlerine gitmişti. İbrahim (a.s)'ı de götürmek istemişler, ancak o, rahatsız olduğu gerekçesiyle gitmemişti. Onlar eğlence yerlerine gidince, puthaneye girip putların hepsini paramparça etmiş, içlerinden sadece en büyüğünü, ona baş vursunlar diye sağlam bırakmıştı.

Bayram eğlenceleri biten halk, yine âdetleri üzere yemeklerini almak için puthaneye gelmiş, ancak puthaneyi harabeye dönmüş bir durumda görünce, putları bu hale getirenin İbrahim (a.s.) olabileceğini düşünmüşler, İbrahim (a.s)'i çağırıp şu şekilde sorguya çekmişlerdir:

- "Ey İbrahim! Tanrılarımıza bu hareketi sen mi yaptın?" Hz. İbrahim (as) bu soruya
- "Belki onu, şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa, onlara sorun!" şeklinde cevap verdi. (Enbiyâ, 21/62-63). Halk, putların cansız ve konuşamaz olduklarını itiraf edince, İbrahim (a.s) tevhid inancını haykırırcasına şöyle dedi:
- "O halde Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Enbiyâ, 21/66-67).

İbrahim (a.s)'ın bu savunması, sapıklar tarafından onun suçlu duruma düşmesine yetmişti. Sapıkların lideri Nemrud, İbrahim (a.s)'ın öldürülerek veya yakılarak cezalandırılmasını teklif etmiş ve nihayet ateşte yakılmasına karar verilmişti. Hazırlanan ateşin alevi, en şiddetli ve hararetli duruma geldiğinde İbrahim (a.s)'ı mancınıkla fırlatıp ateşe attılar. Ancak ateşin ve her şeyin sahibi olan Allah, ateşe şöyle emir verdi:

"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol!" (Enbiyâ, 21/69).

Böylece İbrahim (a.s) ateşten kurtulmuş oldu. O sırada İbrahim (a.s)'a inanan tek bir kişi vardı; o da Lut (a.s) idi.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"İbrahim aleyhisselâm yalnız üç defa (te'vil ile başka bir manaya çevirerek) yalan söylemiştir. Bunların ikisi Aziz ve Celil olan Allah'ın zatı ve rızası için: Birisi (putperestlere) 'Ben hastayım.' demesi öbürüsü de 'Belki putların şu büyüğü bu işi işlemiştir.' demesi. Resulullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: 'İbrahim günün birinde zevcesi Sâre ile birlikte azılı bir zalime uğramıştı..." (Buhârî, Enbiya, 8).

Hadisenin devamı şöyle anlatılmıştır: Hz. İbrahim (as) amcasının kızı olan hanımı Hz. Sâre ile birlikte Mısır tarafına seyahat ederken "Erdün" kasabasına gelmişler. Şehrin kralı ile aralarında ilginç bir hadise geçmiştir. Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmiştir. Hz. Peygamber şöyle anlatmıştır:

"İbrahim (a.s) hanımı Sâre ile birlikte bir şehre gelmişlerdi. O şehirde bir kral veya zâlim bir idareci vardı. Bu zâlime:
- "İbrahim, yanında çok güzel bir kadınla şehre girdi." diye haber gönderdiler. Kral:
- "Ey İbrahim! Yanındaki kadın neyin, kimindir?" diye sordurdu. İbrahim (a.s):
- "(Din) Kardeşimdir." dedi. Sonra Sâre'ye gelip:
- "Sakın beni yalancı çıkarma, ben bunlara seni kız kardeşimdir dedim. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde benden, senden başka iman eden hiç kimse yoktur." buyurdu. Sâre kralın yanına gelince kral (ona kötülük yapmaya) teşebbüs etti. Hz. Sâre kalktı abdest aldı, namaza durdu. Sonra şöyle dua etti:
- "Yâ Rab! Ben sana ve senin peygamberine iman ettimse, ben kadınlığımı zevcimden başkasına karşı koruduysam (ki şu ana kadar böyleydim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme." Kralın nefesi boğuldu; ayağıyla yere vurarak çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sâre:
- "Allah'ım, şayet bu adam ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir." diye dua etti. Bunun üzerine adam rahatladı. Bu hadise üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine melik etrafındakilere:
- "Siz bana şeytan göndermişsiniz. Bu kadını İbrahim (a.s)'e gönderiniz. Hâcer'i de Sâre'ye veriniz." dedi. Bunun üzerine Sâre Hz. İbrahim (as)'in yanına gelerek ona (olayı anlattı) ve:
- "Anladın mı! Allah kâfiri zelil etti; bana bir cariyeyi de hizmetçi verdi." dedi. (Buhârî, Buyû, 100; Hibe, 36).

İbrahim (a.s), o ülkeden ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam'da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrahim (a.s)'e inanların oluşturduğu kitleye "İbrahim milleti" adı verildi.

İbrahim (a.s) Babil'den ayrılacağı zaman, babası için Allahu Teâlâ'dan bağışlanma dileyeceğini hatırlamış ve babasının affı için Allah'a şöyle yalvarmıştı:

"Babamı da bağışla! Çünkü o sapıklardandır." (Şuârâ, 26/86).

Babası da olsa kâfirler için dua edilmeyeceğini bilen İbrahim (a.s) bunu, memleketinden ayrılırken verdiği sözden dolayı yapmıştı. İbrahim (a.s)'ın duası kabul edilmedi ve ayeti kerimede bu durum şöyle ortaya kondu:

"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamberlere ve mü'minlere yaraşmaz." (Tevbe, 9/113).

İbrahim (a.s)'in bundan sonraki yaşantısı Lut (a.s), İsmail (a.s) ve İshak (a.s) ile birlikte geçti. Bunlar hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurur:

"Onları buyruğumuz altında, insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 21/73).

Allah Teâla, İbrahim (a.s)'a on sayfalık bir kitap da vermiştir. Uzunca bir süre yaşadıktan sonra, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a gitti. İbrahim (a.s) vefat ettiğinde -kuvvetli rivayetlere göre- Kudüs yakınlarında Halilü'r-rahman denilen yerde defnedildi.

Hanîflik: İbrahim (a.s)'in dinin temeli tevhide (Allah'ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhit akîdesinin izleri görülüyordu. Bunlara "Hanif" denirdi.

Hanîf, batıldan uzak, Hakk'a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah'ı tasdik eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim de "hanîf" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim (as) için Allah'a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır.

Haniflikle ilgili ayetlerde şu ifadeler bulunur:

"Ve hanif olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma!" (Yunus 10/105)

"Sonra da biz, Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy, diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).

İslâm'dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi. (bk. Mefail HlZLl, Şamil İslam Ansiklopedisi, İbrahim md.)

6 Allah'ın Kuddüs ismini çok tekrar etmek, beynimizin ilgili bölümünü açar mı?

Edilen duaların yapılan zikirlerin ve çokça tekrar edilen esma-i hüsnanın mutlaka sevabı vardır. Ancak bunlardan elde edilecek sonuçları almanın da belli kuralları olmalıdır. Onları yerine gtirmeyen, istediği sonuca ulaşamayacaktır.

Allah’ı zikretmek, Kur’an’ın emridir. Allah’ı zikretmek, herhangi bir isimle olabilir. İnsanların, belli tekamülleri yaşarken, belli isimlerin zikrine ağırlık verdikleri de doğrudur. Mesela, Allah’a karşı muhabbeti esas alan âşıkların zikirleri daha çok Vedud ismiyle olduğu gibi, tefekkürü esas alanların zikri de daha çok Hakîm ismiyledir. Bu da doğrudur.

- Fakat, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekten ibaret olan takva vadisinde bir payı olmayan kimsenin sırf “Kuddûs” ismini zikrederek o zaviyede mertebe kat etme ihtimalini düşünmek doğru değildir. Mesele, bu isimlerin lafızlarını tekrar etmek değil, bu isimlerin gösterdiği mananın gereğini yerine getirmektir. Konumuzla ilgili olan “Kuddûs” isminin bizden istediği şey, Allah’a isyan etmekten meydana gelen kirlerden uzak durmak, maddi çevresini temiz tutmak, temiz bir kişilik kazanmak, başkasına karşı dürüst davranmak gibi tertemiz, güzel bir kişilik sergilemektir.

Fiilî olarak, çevremizi temiz tutmadığımız zaman, -dilimizle günde bin defa “Kuddûs” ismini çeksek- maddi olarak bu temizliğe bir katkımız olmadığı gibi, manevi çevremizi günahlarla, gafletlerle fiilen kirletip, ondan sonra birkaç defa “Kuddûs” ismini çekmekle bu kirlerden kurtulacağımızı düşünmek, ne din ne de mantık açısından uygundur.

- Maddi temizlik için, mutlaka elimize bir süpürge alıp yerleri temizlememiz gerektiği gibi, manevi temizlik için de önce tövbe ve istiğfar süpürgesini dilimize alıp, kalbimizin kirlerini temizlememiz; ardından da kalbin zeminine “Kuddûs” isminin yansıması olan manevi takva halısını sermemiz ve bu halı üzerinde oturup iman ve amel nakışlarını örmemiz gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Okunan dualara verilecek mükafatların şartları.

7 Cinsel güç için Viagra kullanmak dinen sakıncalı mı?

Bu konuda zaruret varsa ve dindar ve uzman bir doktor mutlaka gerekli olduğunu söylerse, bu tür cinsel ilaçları tedavi maksatlı kullanmak caiz olur.

Kuran-ı Kerîm'de evlilik teşvik edilmiş, müminlere iffetlerini korumaları emredilmiş, eşlerinin dışında herhangi bir cinsel tatmin yolu arayanlar haddi aşan kimseler olarak nitelendirilmiştir. Haddi aşmak, Allah’ın çizdiği sınırların dışına çıkmak anlamına gelir. Bundan dolayı Kur’an zina ve livata gibi gayri meşru ilişkileri yasaklamış, haram kılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenme çağına gelip de buna güç yetirenler evlensin, evlenmeye imkân bulamayanlar da oruç tutsun, çünkü oruç şehveti kesicidir.” (Buhârî, Nikâh 2) .

İslâm alimleri ilgili âyetler ve hadisler ışığında, hangi şart altında olursa olsun zina ve livata gibi gayri meşru ilişkilerin haram olduğunda görüş birliğine sahiptirler. Kişinin eliyle cinsel doyuma ulaşmasını (mastürbasyon) yahut bakmak, düşünmek, sürtünmek gibi cinsi tatmin sağlayan her türlü gayrı tabiî davranışı hoş karşılamamış, caiz görmemişlerdir.

Bu tür davranışların caiz olmadığı hükmünü, İslâm’ın cinsel hayatla ilgili olarak öngördüğü genel ilkelerden ve bu konudaki âyet ve hadislerin dolaylı ifadelerinden çıkarmışlardır. Ancak bazı İslâm bilginleri şehvetini yenmeye güç yetiremeyip zinaya düşebilecek bekârlarla, eşi ile ilişki kurma imkânı bulamayan evlilerin el aracılığı ile veya bakma, düşünme gibi bir yolla cinsel doyuma ulaşmasını ehven-i şerreyn yani zinaya göre daha hafif bir kötülük; bunu alışkanlık haline getirmelerini ise neredeyse zina kadar çok çirkin ve günah bir davranış olarak nitelendirmişlerdir.

Özellikle cinsel tahrikin ve müstehcenliğin önemli bir ticari sektör olduğu ve gençlerin tabiî cinsel eğilimlerinin acımasızca sömürüldüğü ve giderek anormal ve gayri meşru tatmin yollarının yayılma özelliği gösterdiği toplumlarda, gençlerin şehevî duygularına hakim olmalarının zorluğu inkâr edilemez.

Böyle toplumlarda ilk bakışta, el ile tatmin, bakma, sürtünme gibi tabiî olmayan yollarla cinsel doyuma ulaşmanın, zinaya göre ehven bir kötülük kabul edilmesinde olduğu gibi, şişme mankenlerle, penis, vibratör gibi cinsel nitelikli ürünlerle, resim ve filmlerle cinsel doyuma ulaşmanın yine zinaya göre hafif bir kötülük olduğu düşünülebilir.

Ne var ki, her çeşit gayri tabiî ve meşru olmayan yollarla cinsel tatmine ulaşmanın birey üzerinde bedenî ve ruhî bozukluklara yol açacağı ve bireyi zamanla normal evlilik hayatından uzaklaştıracağı açıktır. Ancak bireyin şişme mankenlerle, penis ve vibratör gibi cinsel nitelikli ürünlerle, resim ve filmlerle cinsel doyuma ulaşması; düşünme, bakma, sürtünme gibi yollarla cinsel tatmine ulaşmasından sonuçları itibariyle daha kötüdür. Bunun, bireyle sınırlı kalan bir durumun ötesinde kurumsal / sektörel yönü göz ardı edilemez.

Çünkü birey bir taraftan bu ürünlerle cinsel doyuma ulaşırken, kutsal aile kurumunu ve insan neslinin gelişimini yok etmeye katkı sağlamış, diğer taraftan da bu konuda gençlerin cinsel eğilimlerini acımasızca sömüren, onların ruh ve beden sağlıklarını bozup sosyal hayattan uzaklaştıran, aile hayatını olumsuz olarak etkileyen bir ticari sektörün gelişmesine, yaygınlaşmasına dolaylı olarak yardım etmiş olmaktadır. Bir ayette

“...İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın...” (Mâide 5/2)

buyurulur. Buna göre, bu sektörün ürünlerinin kullanımı, satımı, aracılığı, o sektörün işlediği harama ve günaha ortak olma anlamına gelir.

Prof. Dr. Raşit Küçük

8 Kuran Allah'ın sözü olsaydı insanların sözlerine benzer miydi?

Esas itibarıyla Allah'ın sözü elbette ki insanların konuşmasına benzeyecek değildir. Bir defa, biz konuşurken Allah'ın verdiği dili, dudağı, dişlerimizi, ses tellerimizi ve ciğerlerimizi kullanırız. Bu sırada beynimiz, sırlarını hâlâ çözemediğimiz bir mekanizma ile, bu organlarımız ve düşüncelerimiz arasındaki işbirliğini sağlar. Sonra, yine Allah'ın yarattığı havaya, O'nun izniyle ve O'nun bize öğrettiği gibi, kelimeleri ve cümleleri birer enerji paketi halinde yükler, dinleyen kulaklara göndeririz. Her birimiz için özel bir stereofonik stüdyo olarak düzenlenmiş kulaklarımız bu sesleri toplar, beyne gönderir, beyinde mesaj çözülür ve işittiğimiz sözün anlamını, bilgimiz ölçüsünde kavrarız.

İşte biz, konuşmak için de, dinlemek için de belli organlara ve malzemeye ihtiyaç duyarız. Üstelik konuşmamızın da, dinlememizin de belli sınırları vardır. Bildiğimiz kadar ve dilimizin döndüğü kadar konuşuruz. Sesimizi, ses tellerimizin müsaadesi oranında kullanırız. Kulaklarımız belirli bir düzeyin altındaki ve üstündeki sesleri işitemez. İşittiğimiz seslerden ise, bilgi ve kavrayışımız ölçüsünde anlam çıkarırız.

Konuşmayı bize öğreten Allah elbette ki konuşur. İşitme yeteneğini bize veren Allah elbette ki işitir. Fakat O'nun konuşması da, işitmesi de bizimkine benzemez. Benzeseydi, bizim muhtaç olduğumuz şeylere O da muhtaç olurdu. Hâlbuki bizim muhtaç olduğumuz şeylerin hepsini yaratan O'dur. Yaratan, yarattığına muhtaç mı olur?

Allah sözü ile insan konuşmasını bu şekilde kesin çizgilerle birbirinden ayırdıktan sonra, kendimizi bir soru karşısında buluruz:

Konuşmak ve işitmek için pek çok şeye muhtaç olan biz, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın sözünü nasıl işitir, nasıl anlarız?

Biz ne kadar istesek, bize verilen yeteneklerin dışına çıkamayız. Gözümüz ışığı görür; fakat yapısı ışıktan hiç de farklı olmayan radyo dalgalarını göremez. Işığa karşı da gözümüzün belli bir tahammül sınırı vardır. Bu sınırı zorlamak, dünyada ebediyen gözden mahrum kalmak anlamına gelebilir: gündüzün ortasında uzun süre güneşe bakmak gibi!

Öyleyse Allah'ın sözüne muhatap olabilmek için iki yol vardır: Ya Allah bize, kendi sözlerini işitecek bir yetenek bağışlar ya da kendi sözlerini bizim dinleyip anlayabileceğimiz şekilde söyler.

Birinci yol, Kur'ân'ın kendisinden öğrendiğimize göre, Hz. Mûsâ'ya verilmiş bir mucize olarak son derece istisnaî bir durum teşkil etmektedir. İnsanlık âleminde herkes bir Mûsâ olamayacağına göre, bütün bir insanlığı Allah'ın sözlerinden yoksun bırakmamak için ikinci yol tercih edilecektir. Nitekim öyle olmuş ve Kur'ân bizim okuyup anlayabileceğimiz, dünya ve âhiret hayatımızın her aşamasında kendimize rehber edinebileceğimiz, birbirimize anlatıp öğretebileceğimiz bir kitap olarak bize gönderilmiştir. Eğer insanların konuştuğu şekilde gönderilmeseydi Kur'ân'ı nasıl işitirdik? İşitsek bile nasıl tekrarlar, nasıl okurduk? Okuyamayınca ondan nasıl yararlanırdık? Yararlanamayınca gönderilmesinin ne hikmeti kalırdı?

Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizelerinden ve peygamberliğe özgü hallerinden başka, davranışlarında, hal ve tavırlarında insan seviyesinde kalıp, insan gibi kâinatta geçerli olan İlâhî kanunlara uymuş, O da soğuk çekmiş, acı duymuş vs... Her bir hal ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş tâ ki ümmetine her hareketiyle imam olsun, davranışlarıyla rehber olsun, tüm hareketleriyle ders versin. Eğer her davranışı harika olsaydı, bizzat her bakımdan imam, önder ve rehber olamazdı, bütün halleriyle âlemlere rahmet olamazdı.

Aynen öyle de Kur'ân-ı Hakîm, tüm akıl sahiplerine imamdır. Cinlerden ve insanlardan olan tüm inananlara rehberdir. Asırları nurlandıran büyük insanların hepsi, dersini O'ndan almışlardır. Öyleyse, insanların konuşmaları ve anlayacağı tarzda olması hikmetin gereğidir. Çünkü, cin ve ins ibadetini, duasını, insani ilişkilerini, kanunlarını, kainattaki sırları ondan öğreniyor ve herkes onu kendisine ana kaynak yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Sina Dağında işittiği Allah'ın sözleri tarzında olsaydı, insan bunu dinlemeye ve işitmeye tahammül edemez ve anlayamadığı için kendine kaynak ve rehber edemezdi. Çünkü Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi peygamberlerin en büyüklerinden biri bile ancak birkaç sözü işitmeye tahammül etmiştir.

Bu soruları şeytan kumandasında soranların veya nefsimize sorduran şeytanın yapmak istediği bir benzerliği "ayniyet" şeklinde göstermek suretiyle insanı yanıltmak ister. Daha doğrusu, psikolojide "paraloji" olarak bilinen sakat bir mantık yürütmeye başvurur. "Masa dört ayaklıdır; kedi de dört ayaklıdır; öyleyse ikisi birbirinin aynıdır" diyen hasta gibi, Şeytan da "İnsanlar kelime ve cümleler kurarak konuşur; Kur'ân da kelimeler ve cümlelerle yazılmıştır. Öyleyse Kur'ân, insan sözüdür." şeklindeki bir mantık yürütme ile insanı şaşırtmaya çalışır. Halbuki her dört ayaklı şey kedi olmadığı gibi, kelime ve cümleler aracılığıyla meram ifade etmek de sadece insana has bir özellik değildir. Şeytanın bizzat kendisi, insan sözüne benzeyen pek çok zırvalar uydurarak Allah sözü diye Müseylime'ye yutturmuştur! Âlemlerin Rabbi ise, bize öğrettiği kelime ve cümlelerle beyanların en güzelini indirmeye herkesten ziyade lâyık ve kadirdir.

(NOT: Yazarın Zafer Yayınları'ndan çıkan "Şeytanla Münazara" isimli eserinden alınmıştır.)

9 Kur'an'da, göğüsleri yeni tomurcuklanmış kızlar, gibi ifadelerin geçmesi için ne söyleyebilirsiniz? Peygamberimiz (asv)'in evliliğinde, eşlerin herbirisi için bir neden söyleniyor. Ama Mısır'dan kendisine gönderilen kölelerden birini aldığını görüyo

Peygamberimiz (asv) Hz. Mariye (r.anha) ile evlenerek tercihini bu yönde kullanmıştır. Ayrıca oğlu İbrahim'in annesi olması hasebi ile böyle bir evliliğin hikmeti de anlaşılmış oldu.

Allah Tealâ ateş ehli olan kötülerin durumlarından bir miktar bahset­tikten sonra, cennet ehli olan iyilerin kurtuluş ve zafer yerinden de söz et­miştir, onlar ateşten kurtulup cennete sokulmuşlardır. Bunun Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olduğu açıklanmıştır. İyilerin ve kötülerin durumlarının gösterilmesi, düşünme ve karşılaştırma, cennete götüren kulluğa teşvik ve ateşe götüren masiyet, küfür ve yalanlama konusunda uyan için bir zemindir. Özet olarak Allah Tealâ kâfirlere olan vaadini andıktan sonra iyile­re olan vaadini de açıklamıştır.

Allah Teâlâ, kullarının uhrevî nimetlere dair yaklaşık bir fikir edinmelerini sağlamak ve onlar­da bir arzu uyandırmak için, birçok âyette olduğu gibi burada da idrak ve anlama gücüne göre temsilî bir anlatımla bu dünyada en çok ihtiyaç duydukları, arzuladık­ları, sevdikleri maddî-bedensel hazlardan örnekler vermiştir. Bu anlatımda Kur'an'ın ilk muhataplarının beklentilerinin dikkate alındığı da söylenebilir, keza bu anlatımdan, âhirette cennete girmeyi hak eden her bir insana, dünyadaki ame­line, zihnî ve ruhî kemaline, mutluluk anlayışına ve beklentisine göre neleri istiyor ve bekliyorsa onların verileceği sonucunu çıkarmak da mümkündür bu anlatımdan.

Bu anlatım Cennette mü'minler için hazırlanan eşleri tasvir etmek­tedir. Bunlar genellikle iki kısımdır: Biri, Cennet yaratıldığı zaman orada yaratılan «Huri» denilen ve mahiyeti bizce bilinmeyen bakire ve yaşıt eş­lerdir. Diğeri, dünyadaki sâliha eşlerdir ki, Cennet'e girince onlar da huri misali yaşıt duruma gelir ve taze kız görünümü alırlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları kabul etmiyorlar ve kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu söylüyorlar, bu doğru mudur?

10 Mekke'de doğan bir çocukla, dünyanın herhangi bir yerinde doğan İslam'dan habersiz bir çocuk, manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?

Evvelâ, şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz:

Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır, mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufatı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz.

Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu ilâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hatta bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, ilâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, ilâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nevi ibâdettir.

Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. 

Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hadisede ilâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde,

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder...” (Bakara, 2/286)

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. 

Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allahü Teâlâ -mutlak adaletiyle- kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.

Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibadetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim:

Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi.

Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. 

Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretlerine imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz."

"Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretlerinin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir."

"Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şerî ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, 'Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.' (İsrâ, 17/15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisizaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. "

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:

"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz."

"Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, ilâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir."

"Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir."

"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, 'Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.', âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez."

"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

Ehl-i fetret hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (B. Said Nursî, Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale, s. 385)

Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:

"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü, mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

Burada bir sual akla gelebilir:

- Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretlerinin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

"İnancıma göre, inşallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:"

"a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar."

"b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir."

"c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber (asm)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri'İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.' şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın 'Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur" sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asm)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez." (İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha, Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde, İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir." (bk. Kastamonu Lahikası, s. 103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin "Mezâhib-i Erbaa" adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin "Şerhu'l-Emâli" ve "Şerh Alel-Fıkhi'l-Ekber" adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:

İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı saâdet'te Hazret-i Resulüllah (asm)'ın kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah (asm)'ın devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah (asm)'ın  öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (as) onun sarayında, hatta onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felaketten kurtaramaz. Bugün de İslam memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslamî örf ve âdetler, hatta mezar taşları İslam'ı telkin ederken, anlatırken, hâlâ İslam'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?

11 İş kurmak için banka kredisi çekmek caiz midir?

Faizli kredi çekilmesi caiz olmadığından, kredi çekmeniz uygun değildir.

Düşük de olsa faizli bir muameleye girmek caiz değildir. Şimdilik muamele faiz sayıldığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre hüküm değişmez. Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebu Yusuf’a göre durum değişir.

Mesela, bir kimse bir milyon liralık parayı bir seneliğine faizle bir buçuk milyona verirse, faizli olduğundan haramdır. Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında bir buçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon mukabilinde bir buçuk milyon alması caizdir. Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için kendisine itibar edilen değere göre muamele görür. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar-I, s.320-321)

Fıkıhçılar, enflasyon altındaki farkın caiz olduğunu söylüyorlar. Örneğin on altın yüz milyon lira karşılığı iken, bir arkadaşınıza yüz milyon lira borç verdiniz. Bir sene sonra yüz milyon liranız geri geldi, ancak değer kaybından dolayı yüz milyonunuz sadece sekiz altın alabiliyor. Siz iki altın farkını alsanız faiz olur mu? Sorusuna İmamı Azam “bilmiyorum” demiş. Bazı fıkıhçılar ise caizdir demiş. Çünkü zarara uğramak söz konusudur.

Şimdiki (günümüzdeki) uygulamalarda özellikle iki problem göze çarpıyor:

a. Enflasyon miktarının belirlenmesi için yapılan hesaplamalar ne derece güvenilir? Var sayalım ki enflasyon hesabı doğru yapıldı. Problem yok.

b. Şimdi bankayla anlaştık. Şu kadar paraya karşılık şu kadar faiz verilecek. İmzaladık. Öncelikle böyle bir anlaşmanın hiçbir sorumluluğunun olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bizzat faiz anlaşması yapılmaktadır.

Diğer taraftan bu günkü enflasyon rakamları; örneğin % 50 olsun. Biz de bu rakamın altında taşıt ve konut kredisi veya para yatırıp faiz anlaşması yapmış olalım. Diyelim ki kredilerimizi ödedik veya paralarımızı aldık. Bizi ilgilendiren önceki enflasyon rakamları değildir. Daha sonraki, parayı ödediğimiz veya aldığımız zamanki enflasyon rakamıdır. Baktık ki enflasyon bizim anlaştığımız rakamın üstün de çıktı. Bu durumda faiz anlaşması haram olmakla beraber, alınan paraya haram denilmesi zor görünüyor. Ancak enflasyon miktarı anlaşmamızın altında kalırsa, bunun hesabını kim verecek?.. Allah’a “hesap edemedik, tahminimiz yanlış çıktı, piyasalar karıştı” diye bir bahanemiz ne derece makul ve makbul olur.

Neticede zararsız yolları, zararlı yollara tercih etmemiz daha isabetli ve hesabının da daha kolay olduğu kanaatindeyiz. Bu durumda size, faizli bankalara alternatif olarak özel finans kurumlarını tavsiye ediyoruz.

12 Hz. Nuh'un hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Nuh (as), Allah Teâlâ'ya ibadeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir kavmi tevhid akidesine döndürmek için gönderilen peygamber. Cenâb-ı Hak kendisine Peygamberlik vazifesi verdiğinde 40 yaşında bulunuyordu. (Hülasatü’l-Beyan Fi Tefsiril-Kur’an, X, 4176.)

"Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s)'ın, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın kıssası, şu surelerde mufassal olarak ele alınmıştır: A'raf, Hûd, Müminûn, Şuârâ, Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh sureleri.

Nûh (a.s), Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra gönderilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:

"Adem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslam üzere idiler." (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42).

İbn Abbas (r.a)'ın hadisinde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.

Ayrıca, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının söz konusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden ilk sapma, Adem (a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.

Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip, şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı.

Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek, O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı suretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azabına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır:

"Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "Yarattıklarınızı diriltin bakalım." denilecektir." (Buhârî, Libâs, 89, 97).

Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı:

"...'Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin.' dediler."(Nûh, 71/23).

Allah Teâlâ, ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.

Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azabından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, vurdumduymazlıklarına ve bütün aşırılıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azaba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır:

" 'Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar.' diye Nuh'u milletine gönderdik." (Nûh, 71/1).

İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı haketmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için rahmanî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s), şirki bırakıp, tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir:

"...'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum.' dedi." (A'raf, 7/59);

" 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.' dedi." (Hûd, 11/25, 26);

" 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız.'dedi."(Mü'minûn, 23/23);

"Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!" (Nûh, 71/2-4).

Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyşin ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; "Kavminin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler".

Nûh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi." (A'raf, 7/61-63).

Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü:

"Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz." (Hûd, 11/27);

"Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik." (Mü'minûn, 23/24).

"Mustaz'af (toplumun en düşük kesimi) insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz." (Hûd, 11/27);

"Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin." (Müminûn, 23/25);

"Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak, 'Delidir.' demişlerdi, yolu kesilmişti." (Kamer, 54/9).

Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar, üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s)'a müracaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s) onlara kesin bir uslûpla cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile ortaya koymuştur:

"Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım." (Şuara, 26/ 14-15).

Nûh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor, söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı:

"Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh (as) ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz." (Hûd, 11 /38).

Nûh (a.s), kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu:

"Kardeşleri Nûh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." (Şuara, 26/106-110, 135).

Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler." (Şuara, 26/136). Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek, artık bu söylediklerini tekrarlamayı terketmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın." dediler." (Şuara, 26/116).

Nûh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı:

"Pek az kimse onunla beraber inanmıştı." (Hud, 11/40).

Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu:

" 'Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir.' dediler." (Hûd 11 /32).

Onlar, Nûh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nûh (a.s), belki düşünürler diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu:

"Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz." (Hud, 11/33-34).

Nûh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı.

Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir:

"Nûh; 'Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar.' dedi." (Şuara, 26/117-118);

"Nûh; 'Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.' dedi." (Mü'minûn, 23/26);

"O da 'Ben yenildim, bana yardım et.' diye Rabbine yalvarmıştı." (Kamer, 54/10).

Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi:

"Nûh'a; 'Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.' diye Allah tarafından vahyolundu." (Hûd, 11 /36-37).

Nûh (a.s), Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı:

"Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da 'Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz.' dedi." (Hûd, 11/36-39).

Taberî, Nûh (a.s)'ın, kavmini İslâm'a davet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r.anh)'dan rivayetle, Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir:

"Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: "Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nûh (a.s) da onlara; "yakında bileceksiniz"diyordu.” (Taberî, Tarihul-Rasul vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebiliği bırakıp, Marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı (bk. a.g.e., I, 183).

Nûh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:

"Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin [yani İdris (a.s)] zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı." (Taberî, a.g.e., I, 182).

Nûh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı:

"Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik." (Kamer, 54/13).

Nûh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vaz geçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikayet edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.

Nûh (a.s)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır:

"Nûh dedi ki: 'Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu o, çok bağışlayandır." Nûh, 'Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular.' dedi. İnsanlara; "Sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır.' Nuh dedi ki; 'Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler." (Nûh, 71/5-11, 21-24, 26-27).

Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umumi kıldığı gibi, Nûh (a.s) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir" diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).

Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.

Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti:

"Emrimiz gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı." (Hûd, 11 /40).

Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivayetler vardır. (Taberî, a.g.e., I, 187-189).

Nûh (a.s) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti.

"Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s) oğluna; 'Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma.' diye seslendi. Oğlu; 'Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır.' deyince, Nûh; 'Bugün Allah'ın buyruğundan, onun acıdıkları dışında kurtularak yoktur.' dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı." (Hûd, 11/42-43).

Nûh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme." ayetiyle Nûh (a.s)'a bildirerek, ortaya koymuştur.

Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı:

"Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/11-12).

Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.

Allah Teâlâ, inkârcı zalimler helâk olduktan sonra, Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine durdurtmuştu;

"Yere; 'Suyunu çek!' göğe; 'Ey gök sen de tut!'denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. 'Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun.' denildi." (Hûd, 11 /44).

Taberî'nin Resulullah (s.a.s)'e dayandırılan bir rivayetine göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti. (Taberî, a.g.e., I,190). Bugün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür. (bk. Âşûre mad.).

Gemi, su üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın her tarafını dolaşmıştı. Allah Teâlâ, Tufan esnasında Âdem (a.s) tarafından inşa edilen Mekke'deki Beytullah'ı yeryüzünden kaldırmıştı. (Taberî, a.g.e., I, 185).

İnkar edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti:

"Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle (gemiden) in." (Hûd, 11/48).

Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (bk. a.g.e., 189).

Diğer bir rivayete göre de Nûh (a.s) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekkeye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir:

"And olsun ki biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur." (Kamer, 54/ 15).

Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun soyunu sürekli kıldık.” (Saffât, 37/77). Resulullah (s.a.s) bu ayeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir. (Taberî, a.g.e., I, 192).

Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).

Nûh (a.s)'ın tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı kesindir:

"Şüphesiz ki biz Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı." (Ankebut, 29/14).

Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir. (Sabûnî, a.g.e., 154).

Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûra)" olarak isimlendirmiş ve kıyamete kadar gelen nesiller, anıp selam getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır:

"Sonra gelenler içinde alemlerde, Nûh'a selam olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı." (Sâffât, 37/81-82).

Ve o, sonraki peygamberler için, takip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır:

"İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı." (Sâffât, 37/83)

Allah Teâlâ, Peygamberimiz (asv)'e, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Resulullah (s.a.s)'e bir örnek olarak gösterilmektedir:

"Resullerden azim ve sebat sahibi (ulul-emr) olanların sabrettiği gibi sen de sabret." (Ahkaf, 46/35).

Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s)'e ve inanan tebliğcilere bir numune olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helakı da, Müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmuştadır.

(Ömer TELLİOĞLU, Şamil İslam Ansiklopedisi)

13 Şeytan taşlama ile ilgili ayetler var mıdır?

Cevap 1:

“Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Allah'a saygılı olan için iki günde (dönmekte) acele edene günah yoktur; daha uzun kalana da günah yoktur. Allah'a saygılı olun. Bilin ki sizler onun huzurunda toplanacaksınız!” (Bakara, 2/203)

Elmalılı Merhum bu ayeti şöyle açıklar:

"Sayılı günler“ teşrik günleridir. Hacla ilgili âyetlerde bir "sayılı günler", bir de "bilinen günler" vardır. "Bilinen günler" Zilhiccenin ilk on günü veya "eyyâm-ı nahir" (yani Zilhiccenin on, on bir ve on ikinci günleri), "sayılı günler" de ittifakla "Eyyâm-ı teşrîk" (yani Zilhiccenin on bir, on iki ve on üçüncü günleri) ile tefsir edilmiştir. Teşrîk, yüksek sesle tekbir almaktır. Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan ve bilinmekte olan hususî tekbire teşrîk tekbiri denir. Arefe günü sabahından Kurban Bayramı'nın dördüncü günü akşamına kadar tekbir ve zikir günleridir ve "sayılı günler" bunun beşine de muhtemeldir. Böyle olmakla birlikte birincisi arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi yalnız teşrîk günüdür. Fakat "teşrîk günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin on birinci, on ikinci, on üçüncü, yani Kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü günlerine denir ki bu günler Mina'da tekbir alıp taş atma günleridir. Aynı zamanda bu günler, kurban etlerini serme günleridir ki teşrîkin bir mânâsı da budur. Şu halde tekbir günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da, arefe ve bayram günü zikir ve tekbiri "eyyâm-ı malûmata" yani bilinen günlere dahil olduğundan hac ibadetlerinin yapılmasından sonrası ile ilgili olan "eyyâm-ı ma'dudât" yani sayılı günlerin zikredilmesi, özellikle "teşrîk günleri" denen bu üç gün demek olur. "Kim dönmek için acele ederse" ifadesinin gelişi de bunu teyit etmektedir. Hacdan sonra şeytan taşlamak, Kur'ân'da açıkça anlatılmamış, fakat bunun ayrıca Allah'ı tekbir etmeye (Allah'ı büyüklemeye) bir sebep olduğuna işaret buyurulmuştur. Rivayet edildiğine göre bu günler, Hz. Ömer (r.a.) çadırında tekbir alır ve etrafındakiler de alır, hatta yolda ve tavafta bulunan bütün halk tekbir alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "...Atalarınızı andığınız gibi, şimdi de Allah'ı anın..." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak zikri; ona atfedilen, "Sayılı günlerde Allah'ı zikredin." ifadesi ise teşrik tekbiri ile özel zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:

Arefe ve nahir (Kurban Bayramı günün)'de bilinen zikirlerden başka, hac ibadetinin bitişiyle hacıların dönmesi için sayılı olan üç teşrîk günleri içinde de, namazların arkasında ve taş atmak gibi diğer sebeplerle açıktan tekbirler alarak Allah'ı zikrediniz ve bunu yapmadan dağılmayınız. Şu halde bu arada her kim iki gün içinde işini bitirip yani vatanına hareket için acele ederse onun üzerine günah yoktur. Fakat bir gün içinde değil. Bu sebeple, bu iki günün birincisine yani "karar günü" denir ki bu günde Mina'da bulunulur. İkincisine de "birinci hareket günü" denir ki hacıların bazıları bu gün Mina'dan hareket eder. Bu iki gün, bayramın ikinci ve üçüncü günleri olup hem eyyâm-ı nahirden, hem eyyâm-ı teşrîktendirler. Ve Her kim geri kalıp da şeytan taşlamasını "ikinci hareket günü" denilen ve son teşrik günü olan üçüncü güne bırakırsa ona da günah yoktur. Acele etmek ve geri kalmak muhayyerdir. Fakat bu muhayyerlik ve günah olmayışı, mutlak değil, takva sahibi olan hacı içindir ve onun kalbine heyecan düşürmemek, ilâhî bir taleptir. Çünkü takva sahipleri, en küçük bir kusurdan sakınır ve aslında Allah katında hacı, böyle takva sahibi olanlardır. Bu sebeple, hepiniz de Allah'tan korkunuz. ve biliniz ki, siz ancak onun huzuruna toplanacaksınız. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Müşrik Arapların Hz. İbrahim’in dininden kalma bazı ritüelleri uyguladıkları doğrudur. Fakat bu ritüller zamanla pek çok değişikliğe uğramış ve bir çok yanlışa kucak açmıştır. Özellikle, Kabe’nin Mekke’de canlı bir sembol olarak bulunması, Kureyşlilerin -yanlış da olsa- hacla alakalı ibadetleri yaptıkları Kur’an’la da sabittir.

Kureyşlilerin bu tavrı, onları belli bir dine sahip kılmaya yetmemiş, putperestlik olgusu başını almış yürümüştü.

Hz. İbrahim’in Hanif dininden bazı kalıntıların bulunması, ne onları -din açısından- gerçek bir kimliğe kavuşturmuş, ne de cehaletlerini giderebilmiştir. Bu sebepledir ki, Kur’an onları gafil olarak vasıflandırmıştır.

Şeytan taşlamanın hikmeti:

Haccın şartlarından birisi de şeytan taşlamadır. Taşlama, Hz. İbrahim'in kendine engel olmaya çalışan şeytanı kovmak amacıyla ona taş fırlatmasını sembolize eder. Bir Peygamber olarak ona şeytan gözükmüş ve o da Rabbi ile arasına girmek isteyen, kendisini engellemek isteyen şeytanı taşlamıştır. “Hacca ilişkin görevlerinizi benden alınız.” (Nesai, Menasik, 220) buyuran Allah Resulü de, bu işlemi bizzat yapmış, onu insanlara da bizzat öğretmiştir.

Taşlama, bir anlamda şeytana karşı girişilen bir savaşı sembolize eder. Attığı her bir taşı, nefsine, şehvetine ve şeytana karşı fırlatır. Kendisini çeşitli hatalara, günahlara sürükleyen bu farklı cepheleri bir bir yok etmeye çalışır. Sahip olduğu her şeyi Allah için feda erme yolunda, karşısına şeytan nereler de çıkıyorsa, hangi silahları ve cepheleri kullanıyorsa oraları bertaraf etmelidir. Gurur, kibir, mal, mülk, mevki, rütbe, şan, şöhret, benlik, gençlik, evlilik, çoluk-çocuk… Kulluğun ve sorumluluğun önünde engel olan şeyler her ne ise…

Günümüzde hacı, taşlama yaparken, Hem Hz. İbrahimin rolünü oynamakta, hem de Hz. Peygamberin sünnetine uymaktadır. Ancak bu rolü oynayan Hacı, sembolik olarak taşlarını şeytanı temsil eden taş yığınlarına fırlatsa da, hakikatte kendisini şeytan hangi zayıf noktalardan aldatıyorsa, o tarafı düşünerek atmalıdır. Herkes kendi ayıbını, açığını ve günahını kendi daha iyi bileceği için, attığı her bir taşla nefsini, şehevi arzusunu, kendisini günaha sokan dürtülerine atmalıdır taşları. Orada sembolik olarak ilk gün yedi, sonraki günler kırk dokuz veya yetmiş taş atar. Bu çokluktan bir kinayedir. Bunun anlamı, artık şeytana karşı sürekli teyakkuz halinde olmalı, yüzlerce defa karşısına çıksa, ona fırlatacağı binlerce taşı olmalıdır. Artık öteden beri tekrarladığı “Taşlanmış şeytanın şerrinden Allaha sığınırım!” şeklindeki “istiaze” yani “Euzü billahi mineşşeytanir racim” i sadece sözüyle değil, daha bilinçli bir şekilde özüyle yapmalıdır. Kimden kime sığındığını fark etmelidir. “Racim” olan şeytandan “Rahim” olan Allah'a sığındığını kavramalıdır. Şayet bunu kavrayamaz ve sadece sembolde, şekilde takılır kalır da, bunun anlam ve hikmetini idrak edemezse “şeytanı taşladığı” vehmiyle bir kez daha aldanır o kadar! Çünkü şeytan orada sembolize edildiği gibi dışarıda değil, Hz. Peygamber'in benzetişiyle “Kanın damarlarda dolaştığı gibi insanın içinde dolaşır.” (Buhari, İtikaf 11-12)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hac'da Şeytan Taşlamanın Hikmeti.

Cevap 2:

“Babalarının/atalarının uyarılmaması”dan maksat, onların meşhur ataları olan Adnan’dan bu yana kendi sülalelerine herhangi bir uyarıcının gelmediğidir. (krş.İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Diğer bazı alimlere göre, buradaki atalarından maksat, yalnız Fetret Dönemi'nde yaşayan atalarıdır. (Celaleyn, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Pegamber (asm)'in, Babaları Uyarılmamış Bir Topluluğa Gönderilmesi.

14 Kur'ân madem insanları iyiliğe ve güzelliğe teşvik ediyor, kötülükten sakındırıyor. Öyleyse bunu dindar bir zat kendi eliyle yazıp sonra da insanlar üzerindeki etkisini arttırmak için "Bunu Allah gönderdi" demiş olamaz mı?

Öncelikle dindar bir adam, din muhabbeti için, "Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir" der. Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddini aşıp, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. Zaten inanan bir insan, tüm hak ve batıl dinlerde en büyük günah sayılan yalana tenezzül etmez ? ki en büyük yalan da Allah adına uydurulan yalandır.

"Allah adına yalan uydurandan daha zalim kim vardır?" (Zumer Suresi, 32)

Yalan yalandır ister iyi niyetle, ister kötü niyetle söylenmiş olsun. Kendi yazdığı kitapla ortaya çıkıp "Bunu Allah gönderdi" demek de bir yalandır. Üstelik Allah adına söylenmiş bir yalandır. Allah'tan büyük kimse olmadığına göre, Allah adına söylenmiş bir yalandan daha büyük bir yalan da düşünülemez. Öyleyse, Allah adına kitap uydurmaya kalkmak, Şeytanın göstermeye çalıştığı gibi masum bir hareket ve dindar bir kimseden beklenecek birşey değil, kâinatta düşünülebilecek en büyük yalanı söylemek ve işlenebilecek en büyük zulmü işlemek anlamına gelir. Kalbinde zerre kadar Allah korkusu olan bir kimse böyle bir cinayete cesaret edemezken, insanlar arasında Allah'tan en fazla korkan bir Peygamber, nasıl olur da kendisini-hâşâ!-Allah'ın yerine koyar, Onu taklit ederek Onun adına kitap yazmaya teşebbüs eder?

İkinci olarak da, bir taklit, zorunlu olarak, üç tarafın varlığını gerektirir: Bir taklit eden ve bir taklit edilen bulunmalı ve bu taklit birilerine karşı yapılmış olmalıdır. O halde, Şeytanın iddiasına karşı şu üç soruya cevap aranması gerekir:

1. Taklit eden kimdir?
2. Taklit edilen kimdir?
3. Bu taklit kime karşı yapılmış ve ona kimler inanmıştır?

İnkar konumunda bulunan insanın davasında;
(1) taklit edenin bir insan olduğu,
(2) taklit edilenin Âlemlerin Rabbi olduğu,
(3) bu taklide, başta Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi Sahabeler olmak üzere bütün Saadet Asrı Müslümanlarının, o günden bu yana gelip geçmiş bütün Müslümanların ve bugün dünyadaki bir milyardan fazla Müslümanın birden inandığı iddiası vardır.

Oysa Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm elinde Kur'ân ile ortaya çıktığı zaman onun davetine koşup gelenler bir taklide kandıkları için canlarını ve mallarını tehlikeye atmıyorlardı. Taklide meyilli olanlar ise "Atalarımızdan veya din büyüklerimizden gördüklerimiz bize yeter" diyerek putperestlikte ve diğer bâtıl dinlerde kalmışlardı. Onlara karşılık, Hazret-i Ali "Allah beni yaratırken babama sormadı ki ben dinimi seçerken ona sorayım" diyerek kendi kararını bütün bir kavmine karşı verirken, semâvî kitapları inceden inceye tetkik edip de Âhirzaman Peygamberinin özelliklerini orada bulan Yahudi âlimlerinden Abdullah ibni Selâm, Peygamberimizi görür görmez "Onu oğlumu tanır gibi tanıyorum, hattâ oğlumdan ziyade ondan eminim. Çünkü oğlum hakkında annesinin bana ihanet etmesi mümkündür; fakat şu simada yalan olamaz" diyerek ona iman ediyordu. Hazret-i Ömer ise, Peygamberi ortadan kaldırmaya azmettiği bir sırada Kur'ân'ı işiterek Müslüman olmuştu.

Onlar, kendisi âciz ve fâni bir insan olduğu halde ?hâşâ- Âlemlerin Rabbini taklit etmeye teşebbüs eden bir insan sözüne mi kandılar?

Ve bütün hayatları boyunca, o Peygamber Kur'ân'dan inen âyetleri kendilerine bir bir okudukça, nasıl bir taklide aldanmış olduklarını hiç mi fark etmediler?

Sonraki asırlarda Kur'ân'ın her harfinde ayrı anlamlar keşfedip kütüphaneler dolusu tefsirler yazan, Allah Resulünün her sözünü ve her halini en küçük ayrıntısına kadar araştıran binlerce âlimden hiçbirisi, nasıl oldu da ?hâşâ- kendisini Allah'ın yerine koyup da konuşan bir insanın hiçbir sözünden ve hiçbir fiilinden en küçük bir yapmacık kokusu almadılar?

Milyarlarca Müslüman, -haşa- böyle bir taklidi on dört asır boyunca nasıl oldu da hakikat kabul etti ve onda hiçbir yapmacık izi bulmadı?

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma ister iman etsin ister etmesin, ister dost olsun ister düşman, herkesin onun hakkında kabul ettiği tarihî gerçekler vardır.

Bir defa o yalnız başına meydana çıkmış, elinde hiçbir maddî kuvvet, mevki ve nüfuz olmadan ve çevresinden de yardım yerine düşmanlık gördüğü halde dâvâsını ilân etmiştir.

İkinci olarak, hayatında o daima doğruluğun, dürüstlüğün, iyiliğin, güvenilirliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.

Üçüncü olarak da, etrafındakilere daima bu güzel ahlâk ilkelerini telkin etmiş, telkin etmekle de kalmayıp bu ilkeleri onların ruhlarına bütünüyle ve hiçbir kuvvetin sökemeyeceği şekilde yerleştirerek, vahşî bir kavimden, güzel ahlâkın en yüksek meziyetlerine sahip bir millet çıkarmıştır.

İşte, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine vurduğu mühür orta yerdedir. Tarihte hiç kimseye nasip olmamış bir inkılâbı onun gerçekleştirmiş olduğuna da yine onun dostu ve düşmanı birlikte şahittir; öyle bir halde ki, dostları ondan dinlerini öğrenmek için her halini inceden inceye takip ediyor, düşmanları ise bir açığını yakalamak için her sözünü ve her hareketini kolluyordu. En küçük bir yalanı veya tutarsızlığı bulunsaydı hiç gizli kalır mıydı?

Böyle bir zâta "Allah kelâmı dediği kitabı kendi eliyle yazdı" şeklinde bir yakıştırmada bulunmak ise, bütün bu tarihî gerçekleri yok saymadıkça asla mümkün olmaz. Çünkü bu, onun-hâşâ-Allah adına bir yalanla ortaya çıkıp bütün insanlığı kandırmış olduğu anlamına gelir. Bu defa da, mahiyeti yalanların en büyüğüne ve en çirkinine dayalı bir dâvâ ile iyiliği ve doğruluğu nasıl yaşayıp yaşattığı ve insanlığın beşte birine benzeri görülmedik bir sür'at ve kuvvetle nasıl yerleştirdiği sorusuna cevap aramak gerekecektir.

Madem ki onun hayatı ve eseri orta yerdedir; o halde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında bir kimsenin verebileceği iki hüküm vardır:
Ya onun Âlemlerin Rabbi tarafından hak kitap ile gönderilmiş peygamber olduğuna inanacak ve O'nu insanların en faziletlisi kabul edecek; ya da O'nun ?haşa- insanların en kötüsü ve en yalancısı olduğunu iddia etmek zorunda kalacaktır. Yoksa, "Peygamber olduğu halde Allah adına yalan söylemiştir" diyemeyeceği gibi, "Sahtekârlığın en büyüğüyle insanları iyiliğin en yüce mertebelerine sevk etmiştir" de diyemez.

Diğer yandan; Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine kazandırdıklarına böylece temas ettikten sonra, bir de Kur'ân'ın getirdiklerine bakalım. En inatçı bir kâfir, hattâ Şeytanın kendisi bile bu konuda Kur'ân'ın lehinde tanıklık etmekten başka bir şansa sahip değildir. Üstelik Kur'ân, insanlığa sadece iyilik ve güzellik getirmekle kalmamış, bunu öyle bir tarzda gerçekleştirmiştir ki, insan eliyle yazılan kitapların topu birden, onun bir tek âyetinin insanlar üzerindeki etkisinin binde birini gerçekleştirememiştir.

Yirminci yüzyılın devletleri onca imkânlarıyla bir sigara karşısında âciz kalırken, Kur'ân'ın bir âyetiyle insanlar şarap küplerini devirmiş ve içkiyi ebediyen terk etmiştir.

Onun bir âyetiyle, insanlar mallarından en sevdiklerini ayırıp yoksullara bağışlamak için birbiriyle yarışa girmiştir.

Onun bir emriyle faiz kalkmış, bir emriyle kadınlar insan sırasına girmiş, bir emriyle putlar devrilmiştir.

Bugün onun bir emri yeryüzünü bir mescit haline getirir, bir milyar insanın yüzünü Kâbe'ye çevirip Rablerinin huzurunda düzenli bir ordu gibi her gün beş defa onlara talim yaptırır.

Onun bir emriyle insanlar her yıl bir ay boyunca yemekten, içmekten kesilir.

Onun bir emriyle milyonlarca insan yerlerinden, yurtlarından kopup Arafat meydanına doluşur.

Onun bir emriyle insanlar dünyalarını gözden çıkarır, canlarını feda eder. Onun zafer ve Cennet müjdesiyle ordular dünyaya yayılır. Fakir ve zayıf düşmüş bir millet, en çaresiz zamanında onun emriyle canlanır ve dünyanın devlerine Çanakkale'yi mezar yapar, tek başıyla dünyaya meydan okuyup bağımsızlığını kazanır.

İşte, indirilişinden on dört asır sonra, hâlâ tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak, Kur'ân bir milyar insana dünya ve âhiret hayatlarında yol göstermeye devam ediyor. Ona sarılan kurtuluşa eriyor, ondan uzaklaşan ıstırap ve felâketlerin kucağına düşüyor.

İnsanlık üzerindeki etkileri ve sonuçları böylesine ortada olan bir kitap, bakın, kendisini nasıl tanıtıyor:

O Allah katında çok şerefli bir Kur'ân'dır.
O Levh-i Mahfuzda korunmuştur.
Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.
O Âlemlerin Rabbi katından indirilmiştir.
Yoksa siz onu inkâr mı edeceksiniz?
Ve o kitaptan nasibinizi bir inkârdan ibaret hale mi getireceksiniz?
(Vakıa Suresi, 77-82.)

"Kur'ân beşer kelâmıdır" diyenler, bu âyetler için de apaçık bir yalandır demiş olmazlar mı? Kur'ân'ın Allah adına ve Allah'ı şahit tutarak bildirdiği bütün emir ve yasakları, bütün hakikatleri, bütün haberleri, bütün vaad ve tehditleri yalanlamış olmazlar mı?
Bütün bunları yalanlayınca, on dört yüzyıl boyunca insanlara her alanda rehber olmuş bir kitabı asılsız bir düzmece farz etmiş olmazlar mı?

Onu asılsız farz edince de, onu getiren Peygamberi, bütün ömrü boyunca Allah adına yalanların en büyüğünü tekrarlayıp durmuş, Allah'tan zerre kadar korkmaz birisi olarak göstermiş olmazlar mı?

Netice itibariyle;

1. Din namına hareket eden, ancak Allah'ın emrini tebliğ eder; yoksa Allah'ı kendi keyfine göre konuşturmaz.

2. Âciz bir beşerin, ilmi ve kudreti her şeyi kuşatan Allah'ı taklit edip kendisini Onun yerine koyarak Onun adına bir kitap düzmesi mümkün değildir. Kaldı ki, bunu yapmaya teşebbüs etse de etkili olamaz; olsa da bu etki uzun süre devam etmez.

3. Allah tarafından gönderilmiş bir kitapla geldiğini iddia eden zat eğer doğru söylüyorsa insanlığın en yüce mertebesinde, yalan söylüyorsa sahtekârlığın en kötü derecesindedir. Bu ikisi arasında bir orta yer olmaz. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ise iyiliğin, doğruluğun ve güzel ahlâkın en üstün özelliklerini kendisinde topladığında, dostuyla ve düşmanıyla bütün insanlık ittifak halindedir. Öyleyse onun getirdiği haktır; yalancılığın ve sahtekârlığın en büyüğünü ona yakıştırmak kimsenin haddi değildir.

4. Kur'ân da eğer Allah'ın kitabı ise her şeyin üzerinde bir değere sahiptir; değilse-hâşâ-sahtekârlığın en büyük ve dehşetli bir belgesi olarak tarihe geçmiş olması gerekirdi. Bunun da ortası yoktur. Kur'ân'ın ise etkileri ve sonuçları, insanlığı hakka ve iyiliğe sevk eden ilkeleri ortada iken, böylesine dehşetli bir sahteliği ona Şeytan bile yakıştıramaz. Öyleyse o hak kitaptır ve Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

Yazarın Zafer Yayınları'ndan çıkan "Şeytanla Münazara" isimli eserinden alınmıştır.

15 Allah Peygamberimizi koruyacağını vaad ediyor; Uhud harbinde ise Peygamberimizin dişi kırıldı?

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Korunması:

Cenab-ı Hak şu ayette, Hz. Peygamberin ilâhî koruma altında olduğunu bildirir:

“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan, elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide, 5/67).

Gayba ait bu ilâhî tekeffülden dolayıdır ki, İslâm düşmanlarından hiçbiri, Hz. Peygamberi (sav) öldürmeye güç yetirememiştir. Hâlbuki düşmanları pek çok ve imkânları da yerindeydi. Üstelik daima, O’nu ve davasını yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Hz. Peygamber ise, zayıf bir konumda idi, yardımcıları azdı.

Üstteki ayet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber (sav), muhafızlığını yapan zâtlara der:

“Artık gidebilirsiniz, Rabbim beni koruyor.” (Tirmizî, Tefsîr, 5/6)

Evet, bu ilâhî vaad gerçekleşmiş, Hz. Peygamber, o kadar düşmanları içinde, pek çok suikastlara maruz kaldığı halde yatağında vefat etmiştir.

“Rasulullah’ın Uhud’da yüzü yaralandı, iki dişi kırıldı; öte yandan pek çok eziyetlerle karşılaştı. Koruma teminatı nerede kaldı?” şeklindeki bir soru hatıra gelebilir. Bu soruya İbnü’l-Cevzî şöyle cevap verir:

“Allah’ın teminatı onu öldürülmekten, esir edilmekten, tamamen telef olmaktan koruma hususundadır. Maruz kaldığı eziyetler, korunmuş olmasına engel değildir.” (İbnu’l-Cevzî, II, 397)

İbnu Kesîr, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in İslâm’a girmemesini de, peygamberin korunmasıyla alâkalı görür. Ona göre, şayet Ebu Talib de Müslüman olsaydı, Kureyş kâfirleri hücuma cesaret bulurlardı. Fakat Ebu Talib’le aralarında küfür bağı bulunduğundan, ona saygı duyar, hürmet ederlerdi. (İbnu Kesîr, II, 79)

Allah’ın koruması altında olduğunu bilen Hz. Peygamber (sav), en sıkışık anlarda bile ümitsizliğe düşmemiştir. İşte, hicret esnasında, mağaraya gizlendiklerinde gösterdiği harika cesâret ve teslîmiyet... Yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir telaşlanıp, “Ya Rasulallah, birisi ayakları üzerinde yükselse bizi görecekler.” deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verir:

“Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun?” (Buhârî, Tefsîr, 9/9)

Kur’an-ı Kerîm, bu anı ebedîleştirdiği ayetlerinde bunu şöyle ifâde eder:

“Eğer siz Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle ona yardım etmişti (yine yardım eder). Hani kafirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağarada iki kişiden biri olduğu halde, arkadaşına 'üzülme' diyordu. Allah bizimle beraberdir. Böylece Allah onun üzerine sekînetini (emniyet ve rahmetini) indirdi. Sizin görmediğiniz ordularla onu kuvvetlendirdi...” (Tevbe, 9/40).

Tefsîrlerde, Hz. Peygamberin te’yid edildiği orduların melekler ordusu olduğu belirtilmiştir.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” ayetinin ifade ettiği gibi gökte ve yerdeki bütün varlıklar Allah’ın ordusunda birer asker durumundadır. (Fetih, 48/4) Cenab-ı Hak, Rasulünün muhafazası için bu askerlerden örümceğe mağaranın girişini kapattırmış, bir çift güvercine, mağaranın üstünde nöbet tutturmuştur.

Örümceğin ağıyla, Hz. Peygamberin müşriklerden kurtulması olayıyla alâkalı olarak yapılan şu yorum, son derece ince, latîf bir manayı ifade etmektedir. Şöyle ki:

“Allah’dan başka dostlar edinenlerin hali, kendine yuva yapan örümceğe benzer. Hâlbuki evlerin en zayıfı örümceğin evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 29/41).

Ankebut suresi Mekkî olduğu cihetle, ayette Mekke’nin imana gelmeyen reislerinin, ileride bir örümceğe mağlup olacaklarına bir işaret vardır. Örümceğin evi olan ağ, en zayıf bir perde iken, o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle ayet:

“En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve suikasde teşebbüs etmeyeceklerdi.” diyor. (Nursî, Emirdağ Lahikası, s.379- 380)

O halde, göklerin ve yerin orduları elinde olan Allah, eğer isterse bütün ordularını peygamberini korumada kullanabilir. Fakat buna hiç lüzum olmadan en zayıf bir evle, en büyük bir peygamberini, en şiddetli düşmanlarından korumuştur.

Hz. Peygamberin (sav) bedenen korunmasının yanında, psikolojik yönden de korunduğunu görmekteyiz. Şöyle ki:

Müşrikler, Hz. Peygamberi (sav) psikolojik olarak çökertmek, insanların onu dinlemesine engel olmak amacıyla yoğun bir propaganda içindeydiler.

Kendileri söz ehli kimseler olmakla beraber Kur’an karşısında bir söz söyleyemeyince, Hz. Peygambere (sav) “şair, kâhin, sahir, mecnun” gibi iftiralarda bulunuyorlardı. Onların türlü iftiralarına karşılık, Cenab-ı Hak indirdiği ayetlerle, Rasulünü teselli ve takviye ediyor, O’na yol gösteriyordu. Mesela,

“De ki: O Rahman’dır, biz ona imân ettik ve ona dayandık. Kimin apaçık bir dalalette olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk, 67/29).

“Sen öğüt vermeye devam et! Rabbinin sana olan nimeti ile ne kâhinsin, ne de mecnun. Yoksa 'O bir şairdir. Biz onun felaketini bekliyoruz.' mu diyorlar? Sen, de ki: Bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum.” (Tur, 52/29-31).

Tur suresinde, 29. ayetten 44. ayete kadar kâfirlerin batıl iddiaları birer birer çürütüldükten sonra Hz. Peygamber (sav)'e şu talimat verilir:

“O halde çarpılacakları güne kadar onları kendi hallerine bırak.” (Tur, 52/45).

Ayetin bu ifadesinden, bir gün gelip onların cezalarını çekecekleri, belâlarını bulacakları anlaşılmaktadır. Nitekim Bedir günü, küfrün elebaşları layık oldukları cezayı bulmuşlardır. Bir başka ayette ise şöyle denilmekte:

“Yakında hem sen, hem de onlar kimin meftun (mecnun) olduğunu göreceksiniz.” (Kalem, 68/5-6).

Kimin mecnun olduğu görülmüştür. Ona mecnun diyenlerin pek çoğu Mekke’nin fethinden sonra onun saflarında yer aldılar. Küfründe inad eden Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi kimseler, daha dünyadayken cezalarını buldular. Hem hayatları, hem saltanatları bitti. Böylece, üstte zikredilen ayetlerin hakîkatı tecelli etti. Gaybdan peygambere bildirilen ilâhî teminat gerçekleşti.

Demek ki, "Allah’ın Peygamberi koruması”ndan maksat, onun hiç kimse tarafından öldürülemeyeceği hususudur(bk. Zemahşerî, Razî, Nesefî; Alusî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Yoksa, hiç kimsenin kendisine asla bir eziyette bulunamayacağı manasına gelmez. Böyle bir anlayış, Allah’ın diğer insanlar için olduğu kadar peygamberler için de geçerli olan imtihan prensiplerine aykırıdır. Çünkü Hz. Peygamberin (sav) insanüstü bir konum içerisinde bulundurulması, onun her cihette insanlara örnek olmasını engelleyen bir durumdur. Örneğin, acıkmaz, susamaz, hasta olmaz, kurşun işlemez, ok-mızrak etki etmez bir önderin arkasındaki insanlar -hayatlarının her safhasında geçerli olan- bu gibi durumlarda ne yapacaklarını, eziyetlere karşı nasıl sabredeceklerini kimden öğrenebilecekler. Kaldı ki, herkesten önce peygamberler imtihana tabi tutulmaktadır ve herkesten daha çok onların musibetlere maruz kaldıklarını sahih hadislerden öğreniyoruz.

“23 sene nöbetdarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa su-i kasde maruz kaldığı halde, kemal-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip, Mele-i âlaya çıkmasına kadar, hıfz ve ısmeti 'Allah seni insanlardan koruyacak.' mealindeki ayetin ne kadar kuvvetli bir hakikat olduğunu ifade ettiğini…(göstermektedir) (Nursi, On Dokuzuncu Mektup, On Beşinci İşaret, Üçüncü Şube)

16 Helallik isterken ettiğimiz gıybeti veya yaptığımız haksızlığı söylememiz gerekir mi? Genel ifadelerle helallik istemek yeterli olur mu?

1. Helallik isterken eğer söyleyeceğimiz sözler o kişi ile aramızdaki beşeri münasebetlere zarar verecekse, işin detayını anlatmadan helallik dileyebiliriz.

2. Şayet anlatmamız beşeri münasebetlerimize zarar vermeyecekse, anlatmak daha doğrudur. Burada zamana ve duruma göre hareket etmek gerekir.

3. Kişinin maddi zararı varsa bunu söylemek gerekir. Maddi zararını tazmin edip helallik dilenmelidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Helalleşme imkanı olmayan kul hakkı konusunda bilgi verir misiniz?

17 Kuran'ın şifresi var mı?

Konunun daha iyi anlaşılması için bazı bilgileri özetlemek gerekir:

1. Kur'an-ı Kerim'de bütün ilimler vardır. Bu ilimleri de herkes kendi kabiliyetine göre okuyabilir veya hissedebilir. Ancak bu ilimleri Kur'an'dan okurken, "Benim anladığım ilim kesin doğrudur." diyerek değil de, "Ben böyle anlıyorum." şeklinde söylemek gerekir. Çünkü bir gün bu anladığı bilgiler yanlış olursa -haşa- Kur'an yanlış olmuş gibi algılanır.

2. Kur’an’da bir anahtar gibi, istediğin zaman kullanıp bilgi kapısını açacak bir şifre yoktur. Şifre kelimesi, Kur’an’ın gizli işaretleri, sırları anlamında kullanılmaktadır. Eskiden beri alimler bu gibi sırları, işaretleri bulmuşlar ve kitaplarına yazmışlardır. Söz gelimi, İbn Berrecan Rum suresinden, Kudüs’ün Salahaddin-i Eyyubi tarafından fethedileceği tarihi çok önceden kitabına yazmış ve aynı tarihte fetih olayı gerçekleşmiştir.(1)

3. Maksadınız değişik yayın organlarında gördüğünüz bazı şifreler ise, o ayrı bir konudur. Öyle bir metodun varlığı halinde bile, bütün sırları çözecek bir tek anahtar olamaz. O metotları kabul etsek bile, çıkarılan manalar bir yorumdur, doğru da olabilir, yanlış da olabilir.

4. Kur’an’da ebced değerine bağlı olarak yapılan yorumlar, eskiden beri tefsirlerde yer almış bir konudur. Başında mukattaa / şifre harfleri bulunan surelerin bu esrarengiz başlıklarının elbette bir amacı, hatta bir çok amacı vardır. Bunların doğru yorumlarını yapmak Allah’ın lütuf ve inayetine bağlıdır. Bu ise, ilim ve amelle mücehhez kimseler için söz konusudur. Ancak aynı ehliyete sahip olmayan samimi gayretlerin mahrum edilmemesi de sonsuz rahmetin bir yansıması olarak görmek gerekir.

5. Şifre denile şey, alimler tarafından “işarî mana” başlığıyla  söz konusu edilmiştir. Bunun şartlarını ise şöyle sıralamışlardır:

     a. Kur’an’dan çıkarılan işarî mana (şifreli anlam), İslam’ın genel ruhuna aykırı olmamalıdır.
     b. İşarî mana, çıkarıldığı ayetin aslî manasının da konuya ışık tutacak şekilde olmalıdır.
     c. Ayetin ifadesinden öyle bir anlamın çıkarılmasına -Arapça dilbilgisi açısından- engel bir hal bulunmamalıdır. Bu şartlara uygun bir misali şöyle verebiliriz:

Yasin suresinin ikinci ayetinde geçen ve “Şüphesiz sen Resullerden / peygamberlerdensin.” ifadesinin açık anlamında Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamberliği vurgulanmaktadır. Ayet metninin ebced değeri 612’dir ki, Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamber olduğu tarihtir. Hz. Peygamber (asm)'in açıkça insanları davete başladığı risalet tarihi 612’dir.

İşarî olarak yapılan yorumlar her zaman bu misal gibi net olmayabilir, dolayısıyla yanlış yorumlar, yanlış çıkarsamalar da sahibini bağlar.

(1) bk. İbn Berrecan; Tefsir, Damad İbrahim Paşa, no:27, 49a-51b;  Suyutî, İtkan, II, 14; Ebu Hayyan el-Endulusî, el-Bahru’l-muhît, VII, 162; Elmalılı, VI, 241.

İlave bilgiler için tıklayınız:

EBCED, CİFİR ...

Kuran'da 19 mucizesi diye birş ey var mıdır?

18 Cüzi iradenin etkisi nedir?

Cüzî irade, ilahî imtihan için gönderilen insanlara zorunlu bir unsurdur. Aksi takdirde, Allah’ın adaletinden söz edilemez. Bu ise, İslam inancına taban tabana zıttır.

Kur’an’da makamın iktizasına göre, bazen Allah’ın küllî iradesine, bazen de insanın cüzî iradesine vurgu yapılmaktadır. Bu vurgu, oradaki ifadenin belagatını gösteren bir üslubun yansımasıdır. Cüzî iradenin söz konusu edildiği yerde, küllî irade de orada zımnen bulunduğu gibi, küllî iradenin vurgulandığı yerde de cüzî irade zımnen vardır.

Örneğin, Allah, inkârcıların tavırlarından son derece rahatsız olan Hz. Peygamber (a.s.m)’i teselli etmek, hidayet ve dalaletin; hayır ve şerrin ancak Allah’ın yaratmasıyla mümkün olabileceğini vurgulamak üzere -mealen- şöyle buyurmuştur:

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır.” (Bakara, 2/7).

Bu makam, bir teselli makamıdır, elçisinin zayıflığı, üzgünlüğü ve âcizliği karşısında Allah’ın mutlak kudretine, izzetine ve iradesine vurgu yapılmıştır. Allah’ın bunları böyle bir cezaya çaptırmasının gerekçesi ise, açıklanmamıştır. Ki bu gerekçe, onları kendi özgür iradeleriyle inkârda ısrar etmeleridir. Bir önceki ayetin sonunda “onlar iman etmezler” ifadesi bu gerekçenin ipuçlarını vermektedir. Yani, Allah, onların özgür iradeleriyle iman etmemekte devam edeceklerini bilmekte ve cezayı ona göre vermektedir.

İnsanların cüzî iradelerinin ön plana çıkartılması gereken yerde ise, Allah’ın küllî iradesi zımnen vardır. Örneğin, Allah, Kur’an’ın hak ve hakikati ders veren bir kitap olduğunu hatırlattıktan sonra, elçisinin tebliğden başka bir sorumluluğunun olmadığını vurgulamak üzere -mealen- şöyle buyurmuştur:

“De ki: İşte Rabbiniz tarafından gelen gerçek. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29).

Halbu ki, Allah dilemedikçe hiç kimse, kendi başına, ona rağmen bir iş yapamaz. İnkârın da, imanın da icadî noktaları Allah’a aittir. İnsan, küfür veya iman ister, Allah da onları yaratır. İşte burada, ilk örneğin aksine Allah’ın küllî iradesine açıkça vurgu yapılmamıştır. Çünkü belagatın muktezası budur.

Kul, bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır. Mesela bir insan konuşmayı ancak dileyebilir. Fakat insanı konuşturan yine Allah'tır. İnsan ders çalışmak ister. Ancak ders çalışması için görme fiilini, anlama fiilini, yazma fiilini yaratan Allah'tır. İşte bundan dolayıdır ki insanın cüz-i iradesi sadece istemekle kayıtlıdır. İstediğimiz fiilleri yaratan yine Cenab-ı Hakk'tır. Bundan dolayı ki insan işlediği hayırlı fiilleri kendine mal etmesi, yani ben yaptım ben ettim demesi doğru değildir. 

Özetlemek gerekirse, isteyen insandır, yaratan Allah'tır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cüz'î İrade ve Allah'ın yaratması...

İyilik Allah'tandır, kötülük nefistendir...

Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa onu yapmaya mecbur mudur?

19 Tahrim Suresi 5. Ayette; "Şayet Rasul sizi boşarsa, Allah ona bu sıfatlara haiz kadınlar verir." şeklinde hitap edilmiş olması, bu sıfatların onlarda olmaması mı demektir?

- Bu sıfatların zikredilmesi, aslında Hz. Peygamber (a.s.m)’in hanımlarında var olduğuna bir işarettir. Yani peygamberlerin hanımları böyledir. Müminlerin anneleri olan Peygamber (a.s.m)’in hanımları elbette bütün kadınlardan daha üstündür. Bu üstünlük de -Peygamber (a.s.m)’in hanımları olmaları dışında- taşıdıkları bu vasıflardan ötürüdür. Çünkü “sizden daha hayırlı..” ifadesi, onlarda fıtraten hayır vasfının bulunduğuna delalet etmektedir. Fakat onların en üstün kadınlar olması ise, Allah katında en üstün insan Hz. Peygamber (a.s.m)’in eşleri olduğundandır. Onları o fıtrî çekirdek halindeki faziletleri de, peygamber eşi olduktan sonra gelişip neşvunema bulmuştur. O halde -boşamakla- onun hayatından çıktıkları zaman üstünlük vasıflarından da kaybedeceklerdir.

- İşin bir de şu tarafı vardır: Eğer Hz. Peygamber (a.s.m) hanımlarını boşasaydı, bu takdirde onlar Peygamber’e (a.s.m) eziyet verdikleri için bu boşama gerçekleşmiş olurdu. Ona eziyet etmek ise, büyük bir suç olduğundan onların eski vasıflarını kaybettikleri anlamına gelecekti. Bu durumda yeni gelenler -zikredilen vasıflarıyla- onlardan daha hayırlı olacaklardı.

- Allah, Peygamberinin (a.s.m) hanımlarını boşamayacağını elbette biliyordu. Dolayısıyla, onların eski üstün vasıflarında devam edeceklerini de biliyordu.  O halde bu vasıfların dikkate sunulması, onların bu konuda daha hassas olmalarına bir tembihtir.

- Burada bir tağlib sanatı vardır. Peygamber eşlerinden bir-iki tanesi -Tahrim olayında- onu üzmüşlerdir. Buna rağmen bütün hanımlarına hitapta bulunulmuş olması, hem işin içinde olanların kimliklerini gizlemeye, hem işin içinde olmayanların da bundan böyle daha dikkatli olmaları için sert bir uyarıyı seslendirmeye yöneliktir. Hz. Peygamber (a.s.m)’in Allah’ın izni olmadan kendilerine hoşlanmadıkları bir muamele yapmayacağına emin oldukları için biraz daha rahat davranabiliyorlardı. Fakat artık, boşama  hususunda bile izin çıkmıştır. Bundan sonra herkes ayağını daha denk atacaktır. (krş. Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bu ayetten şu noktalar da mülahaza edilebilir:

Hz. Peygamber (a.s.m)’in hanımlarında, kendi yaratılışlarında bir fazilet ve meziyet mevcuttur. Ona eş olabilecek bir kabiliyete sahip idiler. Ayette yer alan vasıfların onlarda olduğuna da işaret vardır. Denilebilir ki, bu vasıflardan her biri onlardan birinde bir imtiyazlı özellik olmuştur. Kimi eli çok açık olmakla, kimi çok itaatkâr olmakla, kimi çok tevbe istiğfar etmekle, kimi çok tesbih ve  ibadet etmekle, kimi de çok oruç tutmakla tanınmıştır. Hz. Aişe bekâr bir kız olarak, diğerleri birer dul olarak Hz. Peygamber (a.s.m)’e eş olma şerefine ermiştir.

Hz. Peygamber(a.s.m)’in hanımlarını “müminlerin anneleri” mertebesine yükselten husus, onların ona eş olmalarıdır. O halde, onları farklı kılan bu hususu iyi anlamaları, ona karşı saygı ve sevgide kusur etmemeleri, eşleri de olsalar onun ümmetinden birer fert olduklarını unutmamaları, Allah’ın kendilerinden daha faziletli eşleri peygamberine takdir edebileceği hususu hatırlatılmış ve daha dikkatli olmaları konusunda uyarılmışlardır. Ayette meal olarak yer alan “sizlerden daha hayırlı” ifadesi bu hakikati vurgulamak içindir.

Zikredilen vasıfların vurgulanması, bir yandan Hz. Peygamber (a.s.m)’in hanımlarına verilen bir ders olmakla beraber, diğer yandan bütün Müslüman kadınlara verilen bir derstir. Yani fazilet, şeref ve üstünlük ölçüsü yalnız takvadır. Nitekim, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımları bu takvadan yoksun oldukları için, peygamberin eşi olmaları onları kurtaramamıştır. Oysa, Firavun’un hanımı takvaya sarıldığı için Hz. Meryem ile birlikte anılmaya hak kazanmıştır.

Ayrıca tıklayınız: 

Tahrim Suresi'nin İlk Beş Ayeti Hakkında.

20 İnsanların dış görünüşlerine bakarak onları "Bunda iman ne gezer; dinsiz, imansız, zındık, fasık" gibi sıfatlarla isimlendirmek ne derece doğrudur?

“ONDA İMAN ne gezer?”, “O imansızın teki.”, “Onda zerre kadar iman varsa, ben kafamı keserim.” gibi sözler, daha çok kızgınlık anında söylenmiş sözlerdir. Kızgınlık anında söylenen buna benzer öyle sözler vardır ki, insana ağır sorumluklular yükler ve büyük manevî kayıplar yaşatır.

Bir insan imanlı olarak biliniyorsa, Müslüman olarak tanınıyorsa, onun ağzından dine, iman aykırı bir söz çıkmadığı sürece, o kişi mü’mindir ve Müslüman’dır. Aksini düşünmek mümkün değildir. Mümkün olsa bile ispatı istenir. Şayet ispat edilemiyorsa, bu sefer söz döner, söyleyeni zor durumda bırakır, onu vebal altına sokar.

Yine bir insan kendi hür iradesini kullanır, iman sarayına “Lâ ilâhe illallah” diyerek girer ve o sarayda kalır. Kendi iradesiyle çıkmadıkça, onu kimse dinden çıkaramaz. Hiç kimse böyle bir yetkiye sahip değildir.

Bunun için bir mü’mine “imansız” demekle, o mü’min imandan çıkmış olmaz. Yani kendini mü’min ve Müslüman kabul eden bir kimseye, binlerce insan “imansız” dese bile, o kimsenin imanına bir şey olmaz, imanına bir zarar gelmez.

Kur’an bu gerçeğe şu âyetle işaret eder:

“Kalbi imanla huzura ermiş olduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra kâfir olur ve gönül rızasıyla inkârı benimserse, öyleleri Allah’ın gazabına uğrar; onların hakkı büyük bir azaptır.” (Nahl, 16/106)

Bu açıdan mü’mini “imansızlıkla” suçlamak, sonuç itibariyle küfre girdiği, “kâfir” olduğu kanaatine varmak, söyleyenin imanını tehlikeye atar.

Bir Müslüman’a küfür isnadında bulunmaya dinî bir terim olarak “tekfir” denir. “Tekfir”, bir Müslüman’ı küfürle itham etmek, suçlamak, onun İslam’ın dışında olduğu kanaatine varmaktır.

İmam Gazali bu konuda şöyle der:

“Mü’min bir kişiyi tekfir etmek, o kişiyi öldürülmenin mubah olduğuna ve ebedî olarak cehennemde kalmasına hükmetmek demektir.” (İslam’da Müsamaha, s. 16)

Bir başka ifadesinde de

“Bir kimseyi tekfir etmek hukukî sonuçları doğuran dinî bir hükümdür. Çünkü bir kimse tekfir edilirse, o kişinin mal varlığı elinden alınır, kanının dökülmesi helal olur ve onun cehennemde ebedi olarak kalmasına hükmedilmiş olur. Diğer dinî hükümler gibi, bu da bazen kesin, bazen zanla bilinir. Bir insanın küfre girmesinde tereddüt varsa, küfürle suçlamayıp sessiz kalmak gerekir.” (İslam’da Müsamaha, s. 46)

Bir hadiste de Peygamberimiz (asm) imanın esasından üç şeyi sayarken, “Lâilâhe illallah diyenleri küfürle itham etmeyin” buyurarak, kelime-i tevhidi söyleyenlerin tekfir edilmemesini emreder.

Bir başka hadiste de “Lâilâhe illallah diyen kimseleri tekfir etmeyin. Böyle bir kimseyi tekfir edenler bilsinler ki, onlar, küfre girmeye, küfürle suçladıkları kimseden daha yakındır”. buyurur. (İsârü’l-Hak, s. 434-435)

Sahabiden Abdullah bin Cabir’e (r.a.) “Ehl-i kıble (mü’minler) tekfir edilir mi?” diye sorulunca, “Ehl-i kıbleyi (mü’minleri) tekfir etmekten Allah’a sığınırım.” demiştir. (İsârü’l-Hak, s. 434-435)

Bunun için mü’min “tekfir”den Allah’a sığınmalıdır. Çünkü bir mü’mini küfürle suçlamak hiçbir şeye benzemez. Allah korusun, ya suçlanan kişi veya söyleyen kimse bu sıfatı alabilir.

Ebu Zer’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz (asm), böyle bir hatayı işleyenleri şiddetle uyarır:

“Kimse kimseyi fasıklıkla suçlamasın. Buna hakkı yoktur. Kimse kimseyi küfürle de suçlamasın. Şayet küfür suçlamasında bulunur da suçlanan kişide böyle bir sıfat yoksa, bu sıfat suçlayan kimseye döner.” (Buharî, Edeb 44)

Bu sebeple bazı müçtehit imamlar, başkasını küfürle suçlayan kimselerin İslam’ın dışına çıktıklarını bu hadis ve âyetleri delil getirerek hükmetmişler.

Fakat Ehl-i Sünnet imamlarının çoğu der ki: Başkasını değişik yollarla tekfir eden kimse, tekfir ettiği kişinin kâfir olduğuna kesin biçimde kalben inanmıyorsa kâfir olmaz, sadece günahkâr olur. (İsârü’l-Hak, s. 448)

Bediüzzaman Said Nursî de bir Müslüman’ı küfürle itham etmeye çabuk cüret edilmemesine dikkati çeker ve bir Müslüman’ı lânetlemenin ve tekfir etmenin sevaplı bir iş olmadığını söyleyerek bu konuda şu tespitte bulunur:

“Madem zemmetmemek (bir insanı kötülememek) ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î (dinî bir emir) yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-i şer’î (bir Müslüman’ı kötülemenin ve küfürle suçlamanın dinî bir hükmü) var."

“Zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var. Eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü zemme ve tekfire müstahak hadsizdir (kötülüğü ve tekfiri pek çok insan hak ediyor). Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-i şer’î yok.” (Emirdağ Lahikası-I, s. 201)

O kadar zulüm ve işkenceye uğratıldığı halde bazı bilinen kişilere küfür isnat etmede titiz davranan; bunun yerine İslam’ın aleyhinde çalışan komitelere “zındık, dinsiz” kelimelerini kullanan Bediüzzaman, bu nazik meseleyi dört madde halinde şöyle ifade eder:

“Evvelen: Ben fıtratımda, ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nispeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir."

“Saniyen: Mezheb-i Hanefi’de çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiî’de, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire (büyük günah) denilir. Eğer sarih (açıkça) küfrü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine tevili (yorumu) mümkün olsa, hüküm etmekten çekinirim. Çünkü tekfir, bana çok ağır geliyor."

“Salisen: Benim sarf ettiğim ‘zındık’ ve ‘dinsiz’ kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri bu millete, iman ve İslamiyet aleyhinde çalışmalarını bildiğim, kökü Avrupa’da bir komite efradına (fertlerine) diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helal ediyorum. Yalnız bazen hiddet ettiğim vakit, ‘ehl-i dalalet (sapkınlık ehli)’ derim. Yani harekâtında (hareketlerinde) dalalet ve zulme ve fıska düşer, yoksa küfre düşer, demek değildir."

“Rabian: Gayr-i muayyen (tanınmayan) şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, bazı fena sıfatlar için, ‘Böyle yapan münafıktır veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur’ denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’an-ı Hakim’de böyle müphem (bilinmeyen) şahıslar hakkındaki şiddetli tabirat gibi bir tabir olduğu halde, savcı o tabiratı kendine ve muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.”

Bu açıdan hiç kimseye küfür isnadında bulunmamalı, ehl-i imanı tekfir etmemeli, mü’minleri imansızlıkla suçlamamalı, dikkatli davranmalı, kendi imanımızı tehlikeye sokacak sözlerden uzak durmalı.

Batıl bir mezhep olan Hâriciler Hz. Ali’yi küfürle itham ediyorlardı. Hz. Ali’nin kendisine Haricilerin kafir olup olmadıkları sorulduğunda, “Tekfirden sakınınız, hiç kimseyi küfürle itham etmeyin” demişti.

21 Peygamber Efendimiz mucize gösterirken yanında kimse var mıydı?

Peygamberimiz (asm)'in mucizelerini Müslümanların yanı sıra gayri müslimler de görmüş ve bu vesile ile bir çok kişi imana gelmiştir.

Peygamberimiz (asm)'in bazı mucizeleri şöyledir:

1. Düşmanlara Karşı Kazanılan Zaferleri ve Fetihleri Müjdelemesi

İşte, nakl-i sahih-i kat’î ile, Ashabına haber vermiş ki:

“Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şam, hem feth-i Irak, hem feth-i İran, hem feth-i Beytü’l-Makdise muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz.”

Haber vermiş. Hem “Tahminim böyle” veya “Zannederim” dememiş. Belki, görür gibi kat’î ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.

2. Ümmeti Hakkında Bilgi Vermesi

Hem ferman etmiş ki:

"Yeryüzü benim için büzülüp katlandı. Bana onun doğuları ve batıları gösterildi ve ümmetimin mülkü benim için katlanan yerlere kadar ulaşacaktır. (Yani şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiç bir ümmet o kadar mülk zaptetmemiştir.) (Müslim, Fiten, 19,20.)

deyip, “Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş.” Haber verdiği gibi çıkmış.

3. Habeş Meliki Necâşî'nin Ölüm Haberi Gelmeden Cenaze Namazının Kılınması

Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, imana gelen Habeş Meliki olan Necâşî hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış. Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş.(1)

4. İstanbul’un İslam Eliyle Fetholacağını Müjdelemesi

Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile haber vermiş:

"İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur." (el-Hakim, el-Müstedrek, 4, 422)

5. Bir Yahudinin Sihrini Bozması

Muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.

6. Beytü´l-Makdis'in Fethinde Büyük Bir Tâun Çıkması

Hem, nakl-i sahih ile, “Beytü´l-Makdis in fethinde büyük bir tâun çıkacak.” ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü´l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefiyat oldu.(2)

7. Basra ve Bağdat´ın Vücuda Geleceklerini Haber Vermiş

Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdat´ın vücuda geleceklerini ve Bağdad´a dünya hazinelerinin gireceğini ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara, Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:

"İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı yakındır. Onlar sizin gelirlerinizi ve her şeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize vuracaklar."(3)

8. Eğer Ehl-i arz Gelse, Onlara Dahi Kâfi Gelecek Bir Bereket!

Hazret-i Ömer ibnü`l-Hattab ve Ebu Hüreyre ve Selemetübnü`l-Ekvâ ve Ebu Amrate`l-Ensarî gibi, müteaddit tariklerle diyorlar ki:

Bir gazvede ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma müracaat ettiler. ferman etti ki: “Heybelerinizde kalan bakıye-i erzak ı toplayınız.” Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.

Seleme der ki: “Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı.” Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip ferman etti: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı.

Sahabeden bir râvi demiş: “O bereketin gidişatından anladım: Eğer ehl-i arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti.”(4)

9. Hendek Savaşı'ndaki Bereket

Kütüb-ü sahiha kat`iyetle beyan ediyorlar ki:

Gazve-i Garra-i Ahzab'da, meşhur Yevmü`l-Hendek `te, Hazret-i Câbiru`l-Ensârî kasem le ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sâ` arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı.

Hazret-i Câbir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi. Bütün bin adam o sâ`dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti.

İşte, şu mu`cize-i bereket i, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasem le ilân ediyor. Demek şu hâdise, bin adam rivayet etmiş gibi kat`î denilebilir.(5)

10. Yüz Otuz Sahabenin Bereket ile Tok Olması

Başta Buharî ve Müslim , kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Abdurrahman ibn-i Ebî Bekr-i Sıddık der: Biz yüz otuz Sahabe , bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ` ekmek için hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.(6)

İlave bilgi için tıklayınız:

Olağanüstü olaylar / Mucizeler nedir? Nasıl değerlendirmemiz gerekir? Akla mantığa aykırı değil midir?

Dipnotlar:

1) bk. Buharî, Cenâiz: 57, Menâkıbü’l-Ensâr: 38; Müslim, Ferâiz: 14; Ebû Dâvud, Cihad: 133; Büyû’: 9; Tirmizî, Cenâiz: 69; Nesâî, Cenâiz: 66, 67; İbni Mâce, Sadakat: 9, 13.
2) bk. Buharî, Tıb: 30, Hıyel: 13; Müslim, Selâm: 98, 100; Muvatta’, Medine: 22, 24; Müsned, 4:195-196; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:383; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 2:477-478.
3) bk. el-Elbânî, Sahîhu´l-Câmi´i´s-Sağîr, 6:268, no. 7736; Tebrîzî, Mişkâtü´l-Mesâbîh, no. 5433.
4) bk. Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim , İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418.
5) bk. Buharî, Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü’l-Ummal, 12:409, 424.
6) bk. Buharî, Hibe: 28, Et’ıme: 6; Müslim , Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî: 22:55.

22 Fetih suresinin 27. ayeti, gelecekten haber veren bir ayet midir?

Fetih Suresi, 27. ayetin meali:

"Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi."

Hz. Peygamber (asm)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamber (asm)'in bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilmiştir.

Rivayet tefsirlerinin ve siyer kitaplarının ortaklaşa verdikleri bilgiye gö­re Peygamberimiz (asm) Hudeybiye'ye gelmeden önce veya burada iken rüyasında Mek­ke'ye girdiklerini ve burada tıraş olduklarını görmüş, bunu da ashabına anlatmış­tı. Rüyayı işitenler hemen bu sefer de Mekke'ye gireceklerini ve umre yapıp tıraş olacaklarını zannettiler, rüyayı böyle yorumladılar.

Olaylar farklı gelişip barış ve antlaşma yaparak geri dönme kararı verilince, münafıklar rüya olayını kullanarak kafaları karıştırmak üzere harekete geçtiler; bazı müminlerin de kafalarında tered­dütler oluştu. Hz. Peygamber (asm)'e gelip durumu sordular; o da "Ben bu yıl olacak de­medim, rüyada da bu yıl olacağını görmedim." dedi. Hz. Ebû Bekir (ra) de aynı şeyi söyledi.

Heyecan yatıştıktan sonra gelen bu âyet, bir yandan Hz. Peygamber (asm)'i tas­dik etmekte, diğer yandan da yakında gerçekleşecek bir fethin müjdesini vermek­tedir. Bu fetih için Hayber fethi diyenler çoğunlukta olmakla beraber, Hudeybiye veya Mekke fethi şeklinde açıklayanlar da olmuştur. (Müsned, IV, 328-331; İbn Kesîr, VI, 337 vd.; Kurtubî, XVI, 276 vd.; bk. Diyanet Tefsiri, Kuran Yolu)

İlave bilgi için tıklayınız:

KUR'AN'DA GELECEKTEN HABERLER...

23 Allah, baskı yapar mı?

 Yunus suresi 99. ayetinin meali:

“Eğer senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”

Tevbe suresi'nin 29. ayetinin meali:

 “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, ahiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulü'nün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”

İlk ayette, insanların özgür iradeleriyle dini seçmelerine imkân verildiği, Allah’ın kimseyi zorlamadığı, eğer dileseydi herkesi zorla iman ettirmeğe gücünün yettiği ifade edilmiştir.

İslam’da barış esastır, “Dinde zorlama yoktur.” prensibi esastır. Savaş hali arızîdir. Bu konuda bir çok ayet vardır.

İkinci ayet ise, savaş durumuyla ilgilidir. Bu ayet hicretin 9. yılında inmiştir. Bu da gösteriyor ki, İslam’da esas olan barıştır, özgürlüktür, insanların özgür iradeleriyle dini kabul etmeleridir. Bu ayette ilk defa ehlikitaba karşı bir yaptırım uygulanmaya konulmuştur. Bu ayette dikkat çeken şu noktaları göz ardı etmemek gerekir:

a. Bu ayetin hedefinde olanlar ehlikitaptan -özellikle de Yahudilerden- belli gruplardır. “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde...” ifadesi buna işaret etmektedir.

b. Bunlar, -değişik ayetlerde belirtildiği üzere- eskiden beri Müslümanlara karşı düşmanlık yapan, Kureyş müşriklerine “Sizin putçuluk dininiz Müslümanların dininden daha iyidir.” diyen, Uhud Savaşı öncesinde müşrikleri savaşa kışkırtan, Hendek Savaşı öncesinde müşriklerle beraber Müslümanlara karşı savaşma anlaşmasını imzalayan, bunlardan bazıları aynı savaş esnasında bilfiil işin içine giren, Müslümanların en sıkıntılı bir durumda oldukları bu Hendek Savaşı esnasında onların kökünü kazımak için her türlü fitne-fesat komiteciliği yapan, hülasa Müslümanlara hayat hakkı tanımaya gönülleri asla razı olmayan fitne unsuru düşman topluluklardır. Ayette bunların Allah’a, ahirete, hak dine imanlarını sorgulayan ifadelerden bunu anlamak mümkündür.

c. Bu ayette şu husus da açıkça görülmektedir: İmanlarını sorgulayan ifadelerden bunların imana gelmedikleri açıkça anlaşılmaktadır. Buna rağmen, ayette “İman edinceye kadar onlarla savaşın.” denilmemiştir. Bilakis “Cizye vermeyi kabul edinceye kadar savaşın.” şeklinde bir emir söz konusu edilmiştir. Demek oluyor ki, bunları ille de İslam’a girmeye zorlama diye bir şey söz konusu değildir. Tek şart, barış anlaşması çerçevesinde İslam devletine bir şekilde bağlı vatandaş olup ona “cizye” adıyla bir vergi vermelerdir. Bu vergi, Müslüman vatandaşların devlete verdiği zekât ve icap ettiğinde vergi adıyla yaptıkları diğer yardımları gibi bir yardımdır. Devlet bu cizyeyi aldığı zaman Müslüman vatandaşlarına baktığı gibi, bu gayrimüslim vatandaşlarına da bakmak zorundadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Dinde zorlama yoktur deniliyor. Cihad da bir tür zorlama değil midir?

"Dinde zorlama yoktur" ayetini nasıl anlamalıyız?

İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?

Bazıları “islam savaş dinidir” diyorlar, öyle midir?

İslàmda esas olan savaş mıdır yoksa barış mı?

24 Tarlayı kiralayan kişi tarladan çıkan malın zekatını vermeli midir?

Arazî mahsulünden zekat verilmesi gerekir mi?

Odun, kamış (şeker kamışı hariç) ve ottan başka topraktan elde edilen her türlü ürünün, nisap miktarına ulaşması halinde (yaklaşık 650 kg.) zekatının verilmesi gerekir. Yüce Allâh;

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infak edin..." (Bakara 2/267);

"Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan odur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez." (Enam 8/141)

buyurmaktadır. Hz. Peygamber (sav) de, "Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak mahsullerinde onda bir; kova ile sulananlarda ise yirmide bir vardır." buyurmuştur. (Buhârî, Zekât, 55).

Hadiste de belirtildiği gibi, mahsulün zekatının verilmesinde toprağın işlenmesi ve su kullanımı esas olarak alınmaktadır. Buna göre toprak emek sarfedilmeden yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanallarıyla sulanıyorsa, çıkan mahsulün onda biri; kova, dolap gibi emekle veya suyun ücretle alınması, motorla sulama gibi masraf gerektiren bir yolla sulanıyorsa yirmide biri zekat olarak verilir.

Ürün elde etmek için yapılan masraflar, öşür verilirken dikkate alınır mı?

Günümüzde gübre, mazot, işçilik gibi masraflar da üretimin maliyetinde önemli bir yekûn oluşturmaktadır. Bu nedenle, tarımsal ürünlerin zekatında, elde edilen hasılattan (gayr-i safî), ürün için yapılan günümüz tarım şartlarının getirmiş olduğu ekstra masraflar çıkarıldıktan sonra, geriye kalan ürünün nisap miktarına ulaşması halinde, tabiî yollarla sulanan arazîde onda bir, kova, tulumba, su motoru vb. usullerle masraf veya emekle sulanan arazîde yirmide bir oranında zekat verilmesi gerekir.

Ortak olarak ekilen bir tarlanın ürününün zekatını vermekle kim yükümlüdür?

Arazî mahsullerinin öşrünü, arazi sahibi değil, ürünün sahibi verir. Bu itibarla mal sahibi hiçbir karşılık beklemeden tarlasını ekilmek üzere başka birisine verirse, çıkan mahsulün zekatını eken şahıs öder. Arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiralanmışsa, zekatı (öşrü) kiracı tarafından ödenir. Eğer arazi, yarıcılık (müzâraa) usulü ile kiralanmışsa, mal sahibi ve mahsulü eken kişi, hisselerine düşen mahsulün zekâtlarını ayrı ayrı verirler.

Zayi olan ürünün öşrünün verilmesi gerekir mi?

Tarlada ürünü zayi olan çiftçinin, zekat ödemesi gerekmez. Ürünü hasat ettikten sonra kişinin üzerine öşür terettüp ettiğinden, bundan sonra ürünü zayi olsa da öşrünü vermesi gerekir. Nitekim Yüce Allah, "...Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin..." buyurmuştur. (En'am 8/141).

25 Muallakat-ı seba şairlerinden hangileri, nasıl ve ne şekilde Müslüman olmuştur?

- Muallakat nedir?

Muallakat, Kur’an henüz nazil olmadan, Cahiliye devrinde meşhur Arap şairlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına altınla yazıp astıkları yedi veya on meşhur kasideye verilen addır. (bk Lisânü’l-Arab, "alk" md)

Rivayete göre muallakât, Câhiliye devri Arap yarımadasının çeşitli yörelerinde kurulan Ukâz gibi panayırlarda düzenlenen şiir yarışmalarında, eleştiri süzgecinden geçerek seçilmiş keten bezinden yapılmış tomarlara altın suyu ile yazılıp Kâbe'nin duvarına asılmıştır.

- Muallakat şairleri kimlerdir?

Muallakâtın adlandırılması ve Kâbe duvarına asılması konusunda olduğu gibi, hangi şairlerin şiirlerinin bu derlemeye dahil edildiği konusunda da farklı görüşler ortaya çıkmıştır.

İbn Abdürabbih Muallakât şairleri olarak şu isimleri sayar:

İmruülkays b. Hucr, Tarafe b. Abd, Haris b. Hillize, Amr b. Külsûm, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Antere ve Lebîd b. Rebîa.

Ma'mer b. Müsennâ, Antere ve Hâris'in yerine Nâbiga ez-Zübyânî ile Meymûn b. Kays el-A'şâ'yı koyar.

Ebû Zeyd el-Kureşî, İbn Abdürabbih'in listesinden Haris b. Hillize'yi çıkarıp Nâbiga ve A'şâ'yı ilâve etmek suretiyle şairlerin sayısını sekize yükseltir. (Cemhere, s. 123 vd) İbn Kuteybe bu şairlere Abîd b. Ebras'ı da ekler.

Muallaka şairlerinin sayısını Nehhâs dokuza, Hatîb et-Tebrîzî ve Ahmed Emîn eş-Şinkitî ona çıkarır. İbn Haldun bu şairlere Alkame b. Abede'yi ekler. (Mukaddime. III, 253)

Ebû Bekir İbnü'l-Enbârî ile Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, şerhlerinde İbn Abdürabbih'in verdiği listeye bağlı kalmışlardır.

Muallakât şairlerinin en eskisi, milâdî VI. yüzyılın ilk yansında yaşadığı kabul edilen İmruülkays b. Hucr'dur.

Diğerleri bu asrın ikinci yarısında hayat sürmüştür. Bunlardan sadece Lebîd b. Rebîa müslürnan olmuş ve İslâm devrinde de uzun müddet yaşamıştır. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Muallakat)

Şarilerin Kur'an Karşısında Tavırları

Şair ve şiir, Cahiliye Dönemi Arapları için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şairler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Arapların bu mümtaz özellikleri sebebiyledir ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i'caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur'ân'ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı.

Nitekim bir gün bedevi Arap ediplerinden biri,

"Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir." (Hicr, 15/94)

âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:

"Sen de mi Müslüman oldun?"
"Hayır!.." diye cevap verdi, bedevi edip.
"Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim." (bk. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350; Elmalılı Hamdi Yazır, ilgili ayetin tefsiri)

Muallaka şairlerinden biri olan İmruülkays’ın kız kardeşi,

"Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun.' denildi." (Hûd, 11/44)

âyetini işitince, doğruca Kâbe'ye vardı ve "Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz" diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi.

En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi. (bk. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/79; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 416)

Lebid b. Rebia

Hz. Peygamber’in (asm) kalplerini İslâm’a ısındırmak amacıyla zekât verdiği kimseler (müellefe-i kulûb) arasında bulunan Lebîd, kuvvetli görüşe göre 9 (631) yılında müslüman olmuştur. Daha sonra gittiği Kûfe şehrini kuranlar arasında yer aldı ve oğullarıyla birlikte buraya yerleşti. Uzun bir ömür sürdüğü rivayet edilen Lebîd 40 veya 41 (660 veya 661) yılında Kûfe’de vefat etti ve Benî Ca‘fer b. Kilâb sahrasına defnedildi.

İmam Şâfiî’nin “büyük bir şair”, Zürrumme ile Nâbiga ez-Zübyânî’nin “Araplar’ın veya kabilesi Hevâzin’in en büyük şairi” diye nitelediği Lebîd, kendisini İmruülkays b. Hucr ve Tarafe b. Abd’den sonra üçüncü şair olarak görür. Cumahî onu üçüncü tabaka Câhiliye şairlerinden saymaktadır.

İbn Sa‘d, İbn Kuteybe ve İbn Hallikân gibi eski müellifler Lebîd’in müslüman olduktan sonra şiir söylemediğini kaydetmişlerse de Brockelmann, Ömer Ferruh ve diğer bazı çağdaş araştırmacılar, şiirlerindeki İslâmî motiflere dayanarak onun müslüman olduktan sonra da az miktarda şiir söylediğini ileri sürerler.

Hz. Peygamber, Lebîd’in, “İyi biliniz ki Allah’tan başka her şey bâtıldır, her nimet de şüphesiz zevâle mahkûmdur.” beytini takdir ederek, “Hiçbir şairin ağzından bundan daha doğru bir söz çıkmadı.” demiştir. (bk. İbn Esîr, Üsdü'l-ğabe, 4/514)

Muallaka şairleri arasında yegâne müslüman şair olan Lebîd’in belli bir olay veya sebebe bağlı olarak değil kendi duygularını dile getirmek için nazmettiği muallakası, Theodor Nöldeke’ye göre bedevî şairlerin şiirleri arasında en güzel olanlarındandır. (bk. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, 7/430-431; TDV İslam Ansiklopedisi, Lebid b. Rebia md.)

26 Dualarımızda Allah'a "sen" demek saygısızlık mıdır?

Dualarımızda Allah’a "Sen" olarak hitap etmek, Allah’ın birliğini vurgulaması açısından son derece önemlidir. Kişinin kendi duyguları içerisinde hissedeceği yakınlık derecesini de gösterebilir. Yeter ki laubaliliğe sevk edecek şekilde “senli-benli” bir tavır sergilenmemiş olsun.

Ayrıca, “Sen” hitabında bir büyüklük de sezmek mümkündür. Buna göre, istediğimiz her talebimizi yerine getirmeye kadir bir Sultan-ı Zîşan'ın huzurunda olduğumuzu pekiştiren bir ifade olarak kendini göstermektedir.

Ayrıca “Allah’ım!” diyerek bir duaya  başlandığı zaman, Allah lafza-i celal tekil olduğu için ona “sen…” şeklinde hitap etmek belagat kuralına uygun bir edebî ifade olmuş olur.

Tevhit gerçeği, Allah’a ibadetimizde, dualarımızda ve ona her hitabımızda onun tek olduğunu bildiren ifadeler söylememizi gerekli kılar.

 Tevhit: “Birlemek” “Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak.” “Lâ ilâhe illâllah sözünü tekrarlamak” manalarına gelir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tevhit ne demektir?

27 Feridüddin Attar Hazretleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İbrâhim el-Attâr en-Nişâbûrî el-Hemedânî, lakabı Ferîdüddîn'dir. Ferîdüddîn-i Attâr diye meşhur oldu. 1119 (H.513) senesinde Nişâbûr'da doğdu. Babası attâr idi, yâni ilâç, esans, parfüm satardı.

Ferîdüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sâhibi olup haramlardan sakınıp ibâdetle uğraşırdı. Ferîdüddîn-i Attâr, 1229 (H.627) senesinde Cengiz'in istilâsında bir Moğol askerinin eline esir düştü. Çok para vererek kurtarılmak istendi. Ancak, kurtulamayıp, Cengiz askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşındaydı. Kabri Şadbah kasabasına yakın olup, ziyâretgâhdır.

Ferîdüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devâm ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini bir süre devâm ettirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da kıymetli dînî kitapları, velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu.

Bir gün bir derviş dükkânının önüne gelip, kapıdan içeriye bakmaya başladı. Gözleri dolarak bir âh çekti. Ferîdüddîn Attâr ona; "Neden öyle abdal abdal bakınıp duruyorsun? Yürü git işine, senin için hayırlısı budur." dedi.

Derviş; "Ben yükü hafif bir adamım. Dünyâda bu hırkadan başka bir şeyim yok. Böyle olunca, bu dünyâ pazarından çabuk ve kolaylıkla geçip giderim. Fakat sen bu ağır yükleri derleyip topla, kendi başının çâresine bak!" deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "Sen bu dünyâdan nasıl geçip gidersin?" dedi. O zat da "Bu hırkayı sırtımdan çıkarır, başımın altına yastık yapar, canımı Hakk'a teslim ederim." dedi ve hırkasını başının altına koyarak; "Allah." deyip rûhunu teslim etti.

Bu durum karşısında evliyâya olan bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. Dükkânında bulunan eşyâyı Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde büyük bir zatın dergâhına giderek, talebelerinden oldu.

Bir ara hacca giden Ferîdüddîn-i Attâr, yolculuk esnasında tasavvuf ehli ve âriflerden birçoklarıyla görüştü. Bundan sonra tasavvufa dâir kitapların mütâlaası, nasîhat, tasavvuf ve hakîkate âit şiirlerle meşgûl oldu. Ferîdüddîn-i Attâr, zühd ve takvâyı seçip, vakitlerini ibâdetle geçirirdi.

Ferîdüddîn-i Attâr, bir sohbet esnâsında amel yaparken riyânın, korkunç bir âfet olduğunu, Allah Teâlâ'nın rızasına uygun olmayan işlerin, amellerin beyhûde olduğunu söyledikten sonra şöyle bir menkıbe anlattı:

Sâlihlerden biri bir mescide sabaha kadar ibâdet etmek için girmişti. Geceleyin bir ses duydu. Sanki mescidde biri vardı. O zât, kemâl sâhibi birisinin geldiğini zannetti ve aklından; "Böyle yere büyük zâtlar ancak Allah Teâlâ'ya ibâdet etmek üzere gelir. Bu zât beni görür, hâlime nazar kılar." diye düşündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibâdetle geçirdi. Duâda bulundu. Kendini nasıl göstermek istiyorsa öyle yaptı.

Seher vakti etraf ağarınca geriye dönüp baktığında bir köpeğin yattığını gördü. Kalbi utanç ateşi ile yandı ve kendi kendine; "Ey edepsiz herif! Allah Teâlâ seni şu köpekle terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ve köpek için ibâdette bulundun. Ne olurdu bir gececik de Allah Teâlâ için uyanık kalsaydın. Ey nefsim! Senin bir gece bile Allah Teâlâ için riyâsızca ibâdet ettiğini görmedim. Sen, Allah teâlâdan utanmaz mısın? Kendi kadrini mevkî ve dereceni şimdi gördün. Âlemde elinden bir iş gelmez. Gelse bile ancak köpeklere lâyık olur." dedi.

Ferîdüddîn Attâr buyurdu ki:

"Ey gâfil! Sen nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek için mücâhede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zira bir veli, zehir de yese o zehir bal olur."

Bir gün Allah Teâlâ'ya şöyle münâcâtta bulundu:

"Ey Rabbim! Gönlümüze senin hamd bahçende yücelik sıfatlarını öğrenmek nasîb oldu. Kıyâmet günü ümidim sende. Dert ve nedâmetten, pişmanlıktan başka bir şeyim yok ama, keremini ummaktayım. Sırat köprüsünde Cehennem'e düşmekten, kereminle ancak sen kurtarabilirsin. Mîzanda ancak sen, lütfunla günahlarımı af ve mağfiret edersin. Nefsimin eline öyle düşmüşüm ki, doğanın eline düşmüş topal serçe gibiyim."

"Ey Allah'ım! Bu Attâr kulun, senin sevgi ateşinde yanmaktadır. Bana yol göster de sana kavuşayım."

Moğol istilâsında, Ferîdüddîn-i Attâr bir Moğol askerinin eline esir düştü. O asker onu öldürmek istediğinde, askere halk; "Bu ihtiyarı öldürmekten vazgeçersen, kanına bedel olarak bin altın akçe veririz." dediler. Moğol askeri onu bu fiata satmak istedi. Fakat Ferîdüddîn-i Attâr ona; "Sakın beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat verirler." deyince, asker satmaktan vazgeçti.

Bir süre sonra başka bir şahıs gelerek askere; "Bu yaşlı zâtı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman vereyim." deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "İşte beni şimdi sat. Çünkü esas fiatımı ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem." dedi. Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri onu şehîd etti. Şehâdet şerbetini içen Ferîdüddîn-i Attâr, kesik başını elleri arasına alarak yarım fersahlık (3 km'lik) bir mesafeyi koşarak katetti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, rûhunu teslim etti ve oraya düştü.

Kâdı'l-kudât Yahyâ bin Saîd'in oğlu vefât edince, oranın ahâlisi, Ferîdüddîn-i Attâr'ın ayak ucuna başı gelecek şekilde defnedilmesini istediler. Fakat Yahyâ bin Saîd buna îtirâz ederek; "Oğlumun, efsâne anlatan, hurâfeci bir ihtiyarın yanına bu şekilde gömülmesi doğru olmaz." dedi. Kâdı, o gece rüyâsında kendini Ferîdüddîn-i Attâr'ın kabri başında gördü. Kabri başında velîler, erenler ve kutublar toplanmış, hürmet ve tâzimle duruyorlardı. Bu durumu gören kâdı, tanıdıklarından utandığı için derhal uzaklaştı. Fakat ağlayan oğlu babasına; "Babacığım, yanlış bir iş yaptın. Beni Allah Teâlâ'nın velî kullarının bereketinden mahrûm bıraktın. Çabuk imdâdıma yetiş!" dedi. Bu rüyâyı gören kâdı, ertesi gün hemen Ferîdüddîn-iAttâr'ın kabrinin ayak ucuna oğlunun defnedilmesi için izin verdi. Daha önce söylediklerine tövbe etti. Ferîdüddîn-i Attâr'ın kabrinin üstüne bir türbe ile yanına bir imârethâne yaptırdı."

Ferîdüddîn-i Attâr'ın yazdığı şiirlerinde üstün bir akıcılık, incelik, nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Celâleddîn-i Rûmî gibi büyükler onun eserlerinin tesiri altında kalmışlardır. Yazdığı eserlerden Tezkiret-ül-Evliyâ hâriç, hepsi manzumdur. Manzum eserleri şöyle sıralanabilir:

1) Musîbetnâme: Mesnevî türünde yazılmış olan eserde pekçok küçük hikâyeler vardır. Eser, Tarîkatnâme ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir. 2) Esrârnâme: Tasavvuf hakkında olan bu eser, 26 makâleden ibâret bir mesnevîdir. Bu eser de Ahmedî isimli bir zât tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. 3) Mantık-ut-Tayr ve Makâmât-ı Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuşların ağzıyla anlatan Ferîdüddîn-i Attâr, konuyu küçük hikâyelerle süslemiştir. Esas konu, Ahmed-i Gazâlî'nin Risâlet-üt-Tayr'ından alınmıştır. Bu eser manzum ve nesir olarak birkaç defâ Türkçeye tercüme edilmiştir. Bunların en meşhuru Gülşehrî'nin aynı adla yaptığı manzûm tercümedir. 4) Muhtârnâme: Konulara göre tertib edilmiş bir rubâiler mecmuasıdır. Elli bâbdan meydana gelen eser, İkinci Selîm zamânında Türkçeye tercüme edilmiştir. 5) Cevher-üz-Zât: Allah Teâlâ'dan başka her şeyin fânî olduğunu konu alan bir eserdir. 6) Üştürnâme, 7) Bülbülnâme, 8) Bisernâme, 9) Haydarnâme, 10) Deryânâme, 11) Leylâ ve Mecnûn, 12) Mahmûd-u Ayaz, 13) Mahzen-ül-Esrâr, 14) Mazhâr-üs-Sıfât, 15) Miftâh-ül-Fütûh, 16) Vuslâtnâme, 17) İrşâd-ı Beyân, 18) Velednâme, 19) Hırâdnâme, 20) Hayâtnâme, 21) Şifâ-ül-Kulûb, 22) Uşşaknâme, 23) Kenz-ül-Esrâr, 24) Kenz-ül-Hakâik, 25) Mazhar-ül-Âsâr, 26) Mîracnâme, 27) Misbahnâme, 28) Hüdhüdnâme, 29) Mahfinâme, 30) Kemâlnâme, 31) Tercümet-ül-Ehâdîs, 32) Zühdnâme, 33) Tezkiret-ül-Evliyâ: Bu eserde seksen civarında velinin hâl tercümesi ile menkıbeleri ve veciz sözlerini yazmıştır. Feridüddîn-i Attâr bu eseri yazarken, Şerh-ül-Kalb, Keşf-ül-Esrâr, Ma'rifet-ün-Nefs, Tabakât-üs-Sûfiyye, Hilyet-ül-Evliyâ ve Keşf-ül-Mahcûb'dan faydalanmıştır. Aslı Fârisî olan bu eser, Türkçeye, Fransızcaya, Arabçaya çeşitli zamanlarda çevrilmiştir. Eser tasavvuf târihi bakımından çok önemli, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de çok değerlidir.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın Fârisî bir şiirinin tercümesi:

"Sırlar âlemine uçan kuş idim.
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım."

(Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi)

28 İmara açılacak veya imarı yükselecek arsaları önceden yakın kişilere haber veren ve / veya bunu fırsat bilip alanların sorumluluğu nedir?

1. Bir bölgenin imara açılacağı, açılmadan önce belli bir tarihte ya herkese duyurulur veya hiçbir kimseye söylenmez, açılınca herkes aynı zamanda haberdar olur. Sebebi ne olursa olsun menfaat sağlasın diye belli kişilere duyurmak caiz değildir, bunu duyan kimsenin ucuza arsa kapatması da caiz olmaz, karşı tarafa zulüm ve haksız kazanç elde etmek olur. Duyuranlar ve duyup arsa kapatan sorumludur.

2. Bir arsanın emsali genel menfaat bulunduğunda ve herkese eşit olarak arttırılır. Tanıdık, bildik, taraftar, ortak menfaat sahibi belli kişilere emsal arttırmak caiz olmaz. Kararı vermeyen ama duruma muttali olan kimselerin engellemek için ellerinden geleni yapmaları gerekir.

29 Allah niçin kutsi hadis vazetmiştir?

Peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir.

Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimiz (asm)'e bırakılmıştır.

Peygamberimiz (asm)'e Kur'an-ı Kerim dışında da bir çok vahiy gelmiştir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda, sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur; hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Rivayetlerde geçen, "Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi." Nitekim Evzai şöyle diyerek, sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir:

“Sana Resulullah’tan (a.s.m) bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; çünkü Resulullah (a.s.m), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi.”

İlave bilgi için tıklayınız:

KUDSİ HADİS.

30 Hz. İsa gerçekte ne zaman yaşamıştır?

Hz. İsa (as) Peygamberimiz (asm)'den yaklaşık altı yüz yıl önce dünyaya gelmiştir. Her peygamber gibi Hz. İsa (a.s) da insanları hakka, hakikate davet ediyor, onları Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, Ona kul olmaya çağırıyordu.

Bu vazifesinde hiç tereddüt göstermiyor, korku ve endişeye kapılmıyordu. Davasında sebatkar ve sadıktı. Hz. İsa (as) tebliğ vazifesini taviz vermeden yapmaya devam ettikçe Yahudilerin haset ve kinleri artıyordu. Sonunda bir hileye girişerek vücudunu ortadan kaldırmaya kadar yeltendiler ve planlarını tatbik sahasına koydular. İçlerinden Tatyanos isimli bir münafığı Hz İsa (as)’ın yanına gönderdiler.

Kendileri de dört bin kişilik bir kalabalıkla evinini etrafını çevirdiler. Tatyanos içeri girdiğinde Hz. İsa (as)’ı bulamadı. Haberi duyurmak üzere dışarı çıkarken, Cenab-ı Hak onun yüzünü Hz. İsa (as)’ın yüzüne benzetti. Yahudiler kendisini görür görmez, Hz. İsa (as) zannederek yakaladılar. Her ne kadar “Ben İsa değilim” diye feryat etse de kimse dinlemedi. Sonunda çarmıha gererek öldürdüler.

Evet, Hz. İsa (as) hâlâ hayattadır, ölmemiştir. Ahir zamanda ise yeryüzüne ineceğini pek çok sahih hadis bildirmiştir. Sahih-i Müslim’de Cabir bin Abdullah’ın rivayet ettiği hadis-i şerifin meali şöyledir:

“Ümmetimden bir cemaat kıyamet gününe kadar hakka yardımcı ve hizmetçi olarak devam edecektir. Nihayet Meryemoğlu İsa iner, Müslümanların emiri ona der: 'Gel, bize namaz kıldır.' Hz İsa der: 'Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer kısmı üzerine emirlersiniz.'” (Müslim, İman 247)

Bu ve buna benzer rivayetleri Mektubat’ta tefsir ve izah eden Bediüzzaman şu hususlara dikkat çeker: Dünyayı saran dinsizlik cereyanı çok kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hristiyanlık, özüne, yani tevhide yaklaşarak hurafelerden ve tahriflerden kurtulacak ve İslamiyet ile birleşecektir.

Bir bakıma, Hristiyanlık bir biçimde İslam’a inkılap edecektir. Hakiki Hristiyanlığın İslamiyet’e tabi olması neticesinde, hak din büyük bir kuvvet bulacak ve dinsizlik cereyanı karşısında ayrı ayrı iken mağlup olan İslamiyet ve Hristiyanlık dinleri birleşip büyük bir güç elde ederek onu bozguna uğratacaktır. Bu ittifakı gerçekleştirecek olan ahir zaman Hristiyanları hakkında sahih rivayetlerde büyük medihler vardır.

Hz. İsa (as)’ın cismen yeryüzüne inmesi konusuna gelince, bu hususu Mektubat’tan dinleyelim:

“...Alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan Şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık (Peygamberimiz) bir Kadir-i Küll-i Şey’in (Allah’ın) vaadine istinat ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Küll-i Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır."

"Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretinde va’z eden (Hz. Cebrail’in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanileri alem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakim-i Zülcelal, Hz. İsa Aleyhisselamı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil semay-ı dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hz. İsa, belki alem-i ahiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azime için O’na yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil, belki Onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek."

"Hz. İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun mukarreb ve havassı (yakınları ve has dostları) nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”

31 İslâm dininin öngördüğü had cezaları veya diğer cezalar, İslâm ülkesinde yaşayan gayri müslimlere de uygulanır mı?

Gayri müslim vatandaş / zimmî, mal, can, ırz ve dini için İslâm devleti tarafından güvence verilmiş olan Ehl-i kitap; zimmet ehlinden bir kişi demektir.

Zimmet; söz, güvence, kefâlet, hak, saygı, kendileriyle anlaşma yapılan topluluk anlamlarına gelir. Ehl-i zimmet ise; Hristiyan, Yahudi ve başkaları gibi Ehl-i kitaptan İslâm yurdunda oturanlardan kendileriyle anlaşma yapılanlar demektir.

Bir fıkıh terimi olarak zimmet; gayri müslimlerin cizye verip itaat etmelerine karşılık İslâm topraklarında yerleşmelerine izin verilmesi; mal, can, ırz ve inançlarının korunması ve dış saldırılara karşı İslâm devleti tarafından savunulmaları demektir.

Zimmet sözleşmesinin dârulislâmda yapılması caiz görülmeyen bir şartı taşımaması gerekir. Meselâ; kitap ehlinin azınlık liderleri kendi mensuplarına öldürme, idam gibi dilediği muâmelelerde bulunmak şartıyla zimmet anlaşması yapmak isteseler buna muvafakat edilmez. Çünkü, zimmet akdi İslâm devletine azınlığın mal, can ve ırz güvenliğini sağlama görevini vermiştir.

İslâm müçtehitleri, zimmet akdinin Müslümanlar için bağlayıcı (lazım) bir akit olduğunda görüş birliği içindedirler. Müslümanlar tek yanlı irade ile böyle bir anlaşmayı bozamazlar. Gayri müslimler için ise bağlayıcı olmayan bir akittir.

Hanefîlere göre kitap ehli ile yapılan zimmet sözleşmesi aşağıdaki üç sebepten birisi ile bozulabilir.

a. Zimmînin Müslüman olması,
b. Dârulharbe kalmak üzere geçmesi,
c. Bir bölgede üstünlüğü sağlayarak, İslâm toplumuna karşı savaş açmaları.

Her devletin kamu düzenini sağlamaya yönelik emir ve yasakları olduğu gibi, İslam hukukunda da bu prensip geçerlidir. Buna göre, gayri müslimlerin mabetlerine karışılmaz. İçkilerine ve domuzlarına -kamu düzenini bozacak şekilde- bunları açıktan işlemedikleri sürece dokunulmaz.

Zimmîlerin İslâmî yasaklara saygı göstermesi gerekir. Zimmet ehli, İslâm'ın yasakladığı ve kendi inançlarına göre de yasak olan şeyleri İslâm ülkesinde işlememekle yükümlüdür. Yine zimmîlerin Müslümanlarla karışık bulunduğu yerlerde İslâm'ın şeârine, İslam hukukuna aykırı olan şeyleri açığa vurmamakla yükümlüdürler. Bu şey kendi aralarında caiz olsa bile hüküm değişmez. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/441-450)

Fakihlerin çoğunluğuna göre Müslümana da  kâfire de zina haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre muhsan / evli olan gayri müslime recm cezası uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre Müslüman olmayan bir erkek Müslüman olmayan bir kadınla zina etse had uygulanmaz. Fakat zinasını açığa vurursa te'dib edilir. Müslüman bir kadını zinaya zorlarsa öldürülür. Şafii ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara, ne zina ve ne de içki içme cezası verilmez. Çünkü bunlar Allah haklarından olup, müstemen(İslâm ülkesinde yaşamasına izin verilen)ler bu hakları üstlenmemiştir.(bk. a.g.e, 6/42).

Özetle, şunu unutmamak gerekir ki, bu gün Avrupa devletleri -ibadetler dışında- genel hukuk kurallarını orada bulunan Müslümanlara da uygulamaktadır. Aynı şey İslam hukukunu esas alan İslam ülkelerinin de hakkıdır. Bununla beraber, -yukarıda da işaret edildiği üzere- İslam alimleri gayri müslim vatandaşlar veya pasaportlu olanlar hakkında Avrupa’dan çok daha müsamahalı bir tavır sergilemişlerdir.

Diğer taraftan, toplum bir insanın bedeni gibidir. Birindeki bozukluk bütün bedeni ilgilendirir. Örneğin gözdeki bir hastalık bedeni de etkiler veya bir hücrenin kanser olması diğer hücreleri de etkiler. Bu açıdan toplumun bir uzvu veya bir hücresi olan kişinin hataları da sadece kendini değil, bütün toplumu ilgilendirir. Örneğin sizi öldüren veya namusunuza kasdeden birisi "Ben Müslüman değilim, bana ceza veremezsiniz." diyebilir mi?

Konuyu akıl, vicdan ve hak gibi noktalardan değerlendirmek, daha sağlıklı karar vermeye neden olacaktır.

Dinimiz, özel ve gizli günahların araştırılmasına ise asla izin vermez.

32 Nikah kıyılırken veli hazır bulunmalı mıdır?

Veli hazır olmasa dahi izninin alınması yeterlidir. İslâm hukukuna göre nikâhın sahih olması için bazı şartlar vardır. Bu şartlardan birisi de "evlenecek olan kadının velisi durumunda olan kişinin izninin ve rızasının alınmasıdır." Bu mesele Hanefî mezhebi dışında kalan üç mezhebe göredir. Velinin izni, Mâlikî ve Şafiî mezhebine göre nikâhın bir rüknü, Hanbelî mezhebine göre ise şartıdır. Her üç mezhebe göre kadının velisinin izni alınmadıkça yapılan nikâh sahih olmaz, bâtıldır.

Hanefî mezhebine göre ise henüz bulûğ çağına ermemiş kız çocuklarının, kendini idare edemeyecek durumda aklen noksan olanların ve bunakların velilerinin izni olmadan nikâhları caiz olmaz. Bunların dışında kalan kadınlar, velilerinin izni olmadan da evlenip nikâh akdedebilirler. Çünkü nikâhta kadının ifadesi muteberdir.

Bu fıkhî bir hüküm olmakla beraber, gerek İslâmî bir âdet, gerekse ailevi bir âdâb olarak velinin izin ve rızasının alınması en doğru olanı ve isabetlisidir. Zaten bazı istisnalar dışında kızın evliliğinde velisinin iznine müracaat edilmekte, önce o muhatap alınmaktadır. Daha sonra kızın rızası da alınırsa nikâh akdine başlanmaktadır.

Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre nikâhın rüknü olan veli, "mücbir veli" durumundadır. Sırasıyla baba, dede; ana-baba bir erkek kardeş mücbir veli olurlar. Bakire olan kızın rızası olmasa da esas itibariyle bunlar kızı evlendirebilirier. Fakat, her ne kadar bu hüküm mutlak gibi görünüyorsa da, birtakım istisna ve şartlan vardır. Meselâ, şu beş şart mevcutsa kızın velisinin izni alınmadan, sâdece kendisinin muvafakati ile nikâh akdedilir. Bu şartlar şunlardır:

1. Veli ile kız arasında herhangi bir şekilde düşmanlık varsa,
2. Kız ile damat adayı arasında bir düşmanlık varsa,
3. Damat adayı kıza mehir veremeyecek durumda fakir ise,
4. Mehr-i misil veremeyecek kadar maddî durumu müsait değilse,
5. Adam âmâ veya yaşlı ise.

Bu gibi durumlarda veli selâhiyetini kullansa da yapılan nikâh sahih olmaz. Çünkü kadının zor durumda olacağı, büyük bir huzursuzluk ve geçimsizlik içine gireceği baştan bellidir. Halbuki nikâhtaki esas maksat, eşlerin birbirinden memnun olarak yaşamaları, aile yuvasının dünyada iken bir saadet merkezi mahiyetinde bulunmasıdır.

Şafiî mezhebine göre, bir kıza denk ve uygun bir erkek talip olur, kız da arzu eder, fakat velisi evlendirmeye yanaşmaz mâni olursa, sorumlu sayılacağı gibi, veli olmaktan da düşer. Yine kıza denk ve uygun bir erkek talip olur, kız da razı olursa, fakat yine velisi (babası) bazı bölgelerimizde (bilhassa Şark vilâyetlerimizde) olduğu gibi, fazla başlık talebinde bulunduğu takdirde mücbir veli olamaz, velayetine itibar edilmez. Artık velinin izninin şartı aranmaz. Mümkün olursa kız o talipli ile evlendirilir. Veli mâni olursa büyük bir vebal altına girmiş olur. işte "başlık parası" belâsının yaygınlaştığı vilâyetlerimizde bu mahzurlu durumlar sık sık görülmekte, kızın velisi de, "velayet" selâhiyetini kullanarak bazı günahların ve huzursuzlukların doğmasına sebep olmaktadır.2

Nikâhta velinin izninin şart koşulması mezhepler arasında farklı olmakla beraber, bölgenin ve ailenin kendi şartlan ve âdetleri açısından önemlidir. Öyle zamanlar olur ki, kız tecrübesizliğinden, ilk anda bazı hususları tam düşünemediğinden, velilerinin memnuniyetsizliklerine rağmen diretir, isteyen bir erkekle nikahlanırlar.

Fakat ileride pişman olacaklarını, kocasının kendisine denk olmadığını görür ve bir huzursuzluktur gider.

Bu açıklamalara göre diğer şartlar yerine gelmiş, ancak anne babanın haberi olmadan nikah yapılmış ve yukarıda belirtilen engeller de bulunmuyorsa, Hanefi mezhebine göre nikah geçerlidir. Diğer mezheplere göre ise velinin izni gerekli olduğundan nikah geçerli olmaz.

Böyle durumlarda velinin müsaadesini, rızasını almak hem bir İslâmî vecibedir, hem de büyüklere edep ve terbiyeye uygundur. Fakat bazı anlar da olur ki, yukarıda bîr miktar sözünü ettiğimiz gibi, pekçok bakımdan kızla erkek birbirlerine denk olduğu, fikren ve mizaç itibariyle birbirleriyle uyuşabilecekleri mümkünken, babanın bazı peşin fikirleri öne sürerek mâni olması halinde, onun rızasının bağlayıcı olmaması daha isabetli olacaktır. Bu durumda zaten Hanefî mezhebine göre nikâh caiz olduğundan ona tâbi olarak hareket edilir.

Dipnotlar:

1. Hukuk-i islâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 2: 55-8.
2. el-Ümm, 5: 20; Şafiî ilmihali, s. 443.

33 Resim yapmanın (portre, insan, hayvan, doğa vs.) dinimizdeki yeri nedir?

1. Tevhid inancını esas alan İslam, bu inancı korumak için son derece titizlik göstermiştir. Akla ve kalbe, gizli ve açık bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatmıştır.

Bu sebeple Hz. Peygamber (asm) İslam’ın ilk döneminde, ne suretle olursa olsun, tasvir (resim-heykel) yapmayı ve tasvirli eşya kullanılmasını yasaklamıştır. Çünkü Hz. Peygamber (asm) şirkle mücadele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere ibadetten uzaklaştırıyordu.

Nitekim resim ve heykeli şiddetle yasaklayan,

“Kıyamet gününde en şiddetli azaba maruz kalacak olanlar musavvirlerdir.” (Buhari, Büyu’, 36; Libas, 89);

“Bu tasvirleri yapanlara kıyamet gününde azap edilir ve onlara ‘Hadi bakalım, yaptığınız şu suretlere bir de can verin.’ denilir. İçinde suret bulunan eve melekler girmez.” (Buhari, Bed’ü’l-halk 7; Libas, 92, 95; Ebu Davud, Taharet 91)

gibi hadisler bu dönemde söylenmiştir. Buradan, yasaklanan şeyin bunların kişileri şirke götürmesi, kutsallık ve tapınma aracı yapılması olduğu anlaşılmaktadır.

Daha sonraki dönemlerde ise İslam bilginleri, suret yapmanın hükmüyle ilgili olarak farklı mütalaalarda bulunmuşlardır.

Bazı alimler yukarıdaki ayet ve hadislerden hareketle, ayrım yapmaksızın suret yapmayı caiz görmezken, bundan suretin başıyla gövdesinin irtibatsız olması ya da başsız olması gibi canlı hükmüne girmeyeceği durumları istisna etmişlerdir.

Bir kısım alimler ise ibadet ve tazim amacı taşımayan eğitim amaçlı canlı resmi yapılmasına olumlu bakmışlar, böyle bir amaca yönelik olmayan ve daha çok heykel tarzı, tam vücutlu suretleri yapmayı ve duvarlara asmayı caiz görmemişlerdir. Resmi caiz görenler, gerek oyuncakların yasaklanmaması (Ebu Davud, Edeb, 62. ) gerekse, örtülere nakış ve desen şeklinde canlı tasvirlerinin yapılmasının caiz olmasından (Müslim, Libas, 26) hareketle, tapınma ve Allah’ın yaratma sıfatına benzetme gibi bir amaç olmadıkça resim çizmekte beis olmadığını belirtmişler; ancak resmin dinin genel hüküm ve ahlak ilkelerine ters olmaması gerektiğini de vurgulamışlardır. İçinde yaşadığımız çağın gerçeklerine ve ihtiyaç ilkesine uygunluğu bakımından bu görüş tercih edilebilir.

2. İslam alimleri, tapınma ve tazim amacı güdülmeyen, umum adaba ve genel ahlak kurallarına aykırı olmayan canlı varlıkların resimlerinin yapılmasını, evlere ve işyerlerine asılmasını caiz görmüşlerdir. (Tecridi Sarih, 6/414-421)

Ancak, heykel tarzındaki biblolarla, küçültülerek yapılmış olan insan ve hayvan heykellerini hoş karşılamamıştırlar. Bunlardan sakınmak gerekir. Zira Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"Melekler, içerisinde köpek ve resimler bulunan eve girmezler." (Buhari, Libas, 88)

Bu hadiste kastedilen resimden maksat da büyük veya küçük heykellerdir.

34 Sorularla İslamiyet'e Eleştiri...

Soru 1:

Allah hiçbir peygamber arasında ayrım yapmamamızı emrederken, siz inadını Hz. Muhammed'i yüceltmek için uğraşıyorsunuz.

Cevap:

- Allah’ın hiçbir peygamber arasında ayrım yapmamamızı emretmesi, onlara iman etme noktasına aittir. “Biz Allah’ın hiçbir peygamberi arasında ayrım yapmayız.” (Bakara, 2/285)

- Ancak hepsinin peygamber olduğuna iman ettiğimiz gibi, hepsinin aynı derecede olmadığına, bazı peygamberlerin bazılarından daha üstün olduğuna da iman etmek zorundayız. Çünkü bunu da Allah emretmiştir. “Biz peygamberlerden bazılarını bazılarına üstün kıldık.” (İsra, 17/55) mealindeki ayette bu husus açıkça ifade edilmiştir.

Soru 2:

Recm İslam'da var diyorsunuz, peki ölümle sonuçlanan bir cezanın Kur'an'da olmamasının sebebi ne?

Cevap:

İslam’da RECM’in var olduğunu biz söylemiyoruz. Haddimize mi düşmüş… Bunu Allah’ın resulü söylüyor. En sahih kaynaklarda geçtiğini göstermişiz. Biz Allah’ın izniyle mümkün olduğunca asla delilsiz konuşmayız. Recmi inkâr etmek ancak hadisleri inkâr etmekle mümkündür. Böyle bir cüret de ancak İslam ümmetinin milyonlarca allamelerini yok saymakla mümkündür.

Hadisleri inkâr edenler, yalnız bize öğle namazını Kur’an’da bulup -şimdiki ümmetin kıldığı tarzda- kılsınlar/kıldırsınlar görelim!..

- Recim cezasının Kur’an’da yer almamasının hikmetini bilmemek, sahih hadis kaynaklarında yer alan bu cezayı inkâr etmekle telafi edilmez. Bizzat Kur’an’da var olan ve hikmetini bilmediğimiz (alimlerin hikmetini bilmediğini belirttiği) onlarca husus vardır. Müteşabih ayetler bunlardan sadec bazılarıdır. Özellikle Selef alimleri bu gibi ayetleri tevil etmekten kaçınmış ve hakikatlarını, hikmetlerini “Allah’ın ilmine havale etmişler.”

Bununla beraber, bu konu suistimallere müsait, garazkârların iftiralarına uygun bir zemin olmasındandır ki, Kur’an’da bunun tespiti âdeta imkânsız olan bir şekle (dört şahidin açıkça görmesine) bağlanmıştır. Kur’anda buna yer verilmemesi de bu kritik duruma bir işaret olabilir.

Tekrar edelim ki, sebebinin bizce bilinmemesi, bu hükmün olmadığına delil olmaz.

Soru 3:

Mezhepler inadına Allah'ın kitabı eksikmiş gibi, dinde helal haram koyuyorlar, siz de hak diyorsunuz bir de.

Cevap

 - Mezhep, görüş demektir. Bir doktrin olarak olmasa da muhtevası itibariyle mezhepler sahabe döneminden beri vardır. İbn Mesud’un, İbn Ömer’in, İbn Abbas’ın Kur’an’dan farklı şeyler anladıkları, farklı fetvalar verdikleri bilinmektedir. İşte bu farklılıklar birer mezheptir, görüştür.

-Seleficilik ve Vahhabicilik oynayanlar da kendi görüşlerini savunmuyorlar mı? Peki onların savundukları ve bağlandıkları bu görüşleri de bir mezhep değil mi?

Şimdi, İslam camiasında takvalarıyla, ilimleriyle en yüksek zirveye yerleştirilen alimlerin kendi görüşlerini, mezheplerini uygulayınca olmuyor da “mezhepsiz”lerin mezhebine uyunca mı oluyor? (Bu konular detaylı olarak sitemizde yer almıştır, tekrar etmiyoruz...).

Soru 4:

Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım, rivayetini sanırım gerçek dediniz; akılla, mantıkla çelişen saçma bir sözü ille de kabul etmenizdeki amaç nedir?

Cevap:

Biz bu hadisin hadis ilmi kriterleri bakımından sahih olmadığını, fakat manası itibariyle doğru olduğunu belirtmiş ve bunun gerekçesini de açıklamış bulunuyoruz.

Verdiğimiz bilgilerden biri şöyledir: “Hadis otoritelerine göre bu rivayetin senedi itibariyle sağlam bir aslı yoktur. Fakat manası sahihtir." (bk. Aclûnî, 2/164; bk. Leknevî, el-Âsaru’l-merfua, 1/44)

Bu bilgilerden bir diğeri de şöyledir:

“Kâinatın yaratılış hikmet ve gayesi, yüce yaratıcının varlığı ve birliğini tanıtmak ve onun hak Mabud olduğunu gönüllere nakşetmektir. Özellikle şuurlu varlıktan cinlerin ve insanların sırf bu görevle yükümlü tutulduğunu

“Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 50/56)

mealindeki ayetten anlamaktayız. Allah kendini özellikle şu iki kitapla tanıtmak istemiştir:

a. Biri, ontolojik vahyin eseri, harika bir nizam ve ahengin örgüsü olan kâinat kitabı.

b. Diğeri ise, bu kâinat kitabının ezelî bir tercümanı ve tefsiri olan ve bütün semavî kitapların esaslarını ihtiva eden Kur’an-ı kerim.

- İşte gerek kainat kitabı olsun, gerekse Kur’an olsun, Hz. Muhammed (asm) gibi bir muallim olmaksızın, tamamen anlaşılmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. Halbuki, anlaşılmaz bir kitap -ne kadar güzel olursa olsun- onu anlatan, açıklayan bir muallimi yoksa, o kitabın manasız bir tomar kağıttan farkı kalmaz.

İşte hadiste, Allah’ın en büyük tarifçisi/tanıtıcısı olan bu iki kitabın yegâne muallimi olan Hz. Muhammed (asm)’in “şahsiyet-i Muhammediye” denilen bu unvanı dikkatlere sunulmuştur.

Şu bir gerçektir ki, Hz. Muhammed (asm), gerek Kur’an lisanıyla gerekse hadislerinde kâinatı konuşturarak Allah’ın celal ve cemal sıfatlarını öyle bir şekilde ortaya koymuş ki, bunu gören her vicdan sahibi, onun diğer peygamberlerden çok üstün ve pek özel olduğunu tasdik edecektir. Çünkü, kâinatın yaratılış maksadı olan Allah’ın zat, isim ve sıfatlarıyla en güzel ve hakiki manada ders veren yalnız odur.

Bu açıdan bakıldığında, her şeyin şahsiyet-i Muhammediye için yaratıldığını söylemek; her şeyin onun evrensel risaletini, cihanşümul mesajlarını ihtiva eden Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu hakikatlerin hatırı için yaratıldığını söylemekle eş değeredir.

Bu sebeple, ortada şaşkınlığa yol açan, özellikle de diğer insanların sevilmediğini gösteren bir durum asla söz konusu değildir.

- Bu hüküm, Hz. Peygamber (asm)'in şahsıyla ilgili değil, risaletiyle, vahiy olarak aldığı Kur’an’la ilgilidir. Bunun bir manası şudur:

“Eğer bütün vahiyleri ihtiva eden son risalet şekli olan Kur’an vahyi ve dolayısıyla da bütün peygamberlerin meziyetlerini kendinde toplayan son peygamber olan Kur’an peygamberi olmasaydı, Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi olan kâinatın yaratılış maksatları hakkıyla anlaşılmayacaktı...”

- Biz bu hakikate inanıyoruz. Bu hakikate inanan binlerce alimin görüşüne katılıyoruz... Siz inanmayabilirsiniz. Fakat tahakküm ve istibdat kabul edilemez. Hak ve hakikat yalnız sizin bilginize münhasır değildir… Ve biz, şimdiye kadar bir Müslümanın Hz. Peygamberi (haşa Allah’ın oğlu diye Hz. İsa’ya yapılan iftira yüklü aşırı övgüler gibi) İslam inancının dışında bir aşırlıkla övdüğüne şahit olmadık...

- Yalnız size samimi bir tavsiyemiz: Hz. Peygamberi -sizce aşırı- “yüceltmeme” adına onu “küçültmeme”ye dikkat edin ki, yarın şefaatini isteyecek bir yüzünüz olsun..

Soru 5:

Allah Peygamberimizin insan olduğunu o kadar ayette vurgularken siz Miraca çıkıp Allah'la görüştüğünü ileri sürüyorsunuz.

Cevap:

- Allah, Hz. Muhammed (asm)’in bir insan olduğunu bildirmesi yanında, onun Allah’tan vahiy alan bütün insanlara gönderilmiş en son peygamber olduğunu da bildirmiştir. Yerde iken Allah’a muhatap olan Hz. Muhammed (asm)’in göklere çıkarılarak muhatap kabul edilmesinin ne dinen ne de aklen bir mahzuru vardır.

- Hz. Muhammed (asm) öyle bir insan ki, gecenin çok kısa bir bölümünde Mekke’den Kudüs’e yolculuk etmiş ve aynı anda geri dönmüştür. (İsra, 17/1) Kur’an’da bu açık hakikat, bu mucizevî harika olay ortada iken, Hz. Muhammed (asm)’i yalnız sıradan bir insan gibi tasavvur etmek için kişinin aklından zoru olması gerekir.

- Necm suresinde, Hz. Muhammed (asm)’in göklerin ötesinde bulunan ve Cennetu’l-Meva’ya komşu olan Sidre-i müntehaya vardığı açıkça beyan edilmektedir. Böyle bir zatın Allah katındaki üstün değeri ortada iken, insan, ona karşı yapılan saygı ve sevgiyi büyük görmekte ve onu eleştirmekten Allah’tan korkar, haya eder.

- Hz. Peygamber (asm)'in -Kur'an ile sabit olan ve sahih hadislerle açıklanan- İsra ve mi'racını inkâr etmek bir mümine yakışmaz. Onun mi'raçta Allah’ın cemalini görüp görmediği meselesi ayrı bir konudur. Burada, sahabeden beri, alimlerin büyük çoğunluğu gördüğüne inanır. Bir kısmı da gördüğüne inanmaz. Biz gördüğüne inan alimlerin görüşüne katılıyoruz. Fakat “görmedi” diyenlere de bir şey demiyoruz.

Ancak Hz. Peygamber (asm)'in Allah’ın cemalini, bir ehadiyet tecellisini görüp görmemesi ayrı bir konudur, onun miraca çıkmadığını iddia etmek ayrı bir konudur. Bildiğimiz kadarıyla, “Allah’ı görmedi.” diyen alimlerden hiçbiri de onun mi'raca çıkmadığını iddia etmemiştir.

Soru 6:

Kuran'dan fazla rivayetlerle anlatıyorsunuz dini. Hüküm yalnızca Allah'ındır. Eğer ki Kur'an'dan başka hüküm koyma yetkisi peygambere verildiyse o dönem kayıtlara geçilmeliydi.

Cevap:

- Cevaplarımızda konuyla ilgili ayetler varsa kesinlikle onlara öncelik veriyoruz. Bunu sitemizde görmek mümkündür. Fakat gelen sorulara bağlı olarak sahih hadisleri de kullanmaktan çekinmiyoruz. Zira çok iyi biliriz ki, Hz. Peygamber (asm)'in sünneti ve bu sünneti bize ulaştıran sahih hadisler İslam dininin ikinci teşri kaynağıdır. Sünneti, dolayısıyla sahih hadisleri bir tarafa kaldırdığınızda en az dinin üçte birini rafa kaldırmış olursunuz.

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer, bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz. Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Elçisi'ne döndürün. En hayırlısı ve tevilin en güzeli budur.” (Nisa, 4/59)

mealindeki ayeti açıklayan müfessirlerin hemen hepsi, ayette Hz. Peygambere (asm) itaatin emredilmesi, onun sünnetine tabi olmak anlamında olduğunu, ihtilaflı konuların çözümü için “Meseleyi Allah’a ve resulüne döndürmeyi” ise Kur’an ve sünnete işaret olduğunu bildirmişlerdir.

- Sünnet olmadan Kur’an’ın bütün hükümlerini anlamak mümkün değildir.

Kur’an’da özet halde bulunan bilgiler, sünnet yoluyla bize detaylandırılmış ve mükemmel bir şekilde açıklanmıştır. Sünnet Kur’an’ın bir nevi tefsiridir.

Sünnetin dindeki yeri ile ilgili bilgiler Sitemizde mevcuttur, bakılabilir.

Burada, namaz, oruç, hac, zekât gibi İslam’ın temel esaslarının detaylarının Kur’an’da açıkça bulunmadığını, ancak sünnetle anlaşıldığını söylemeye gerek yoktur.

Biz, sünnet olmadan Kur’an’ın her konuda anlaşılamayacağını göstermek için yalnız şu iki ayetin manasını, -sünnet olmaksızın- açıklamanızı bekliyoruz:

a) “Hac, belli aylardır.” (Bakara, 2/197) mealindeki ayette yer alan bu ayların hangi aylar olduğunu Kur’an’da gösterebilir misiniz?

b) “Allah'ı sayılı günlerde anın. Günahtan sakınan kimseye, acele edip, iki günde dönmek isterse, ona bir günah yoktur, kim geri kalırsa da ona bir günah yoktur. Allah'tan sakının. O'nun katında toplanacağınızı bilin.” (Bakara, 2/203) mealindeki ayette yer alan bu “sayılı günler” ve “iki gün”ler hangileridir, hangi ayın hangi günleridir?

- “Hüküm yalnızca Allah'ındır.” ifadesi, dalalet fırkaların başında gelen ve bunun için Hz. Ali’yi tekfir edip şehit eden haricilerin kullandığı tarihi ve pek talisiz bir sözdür. Hüküm elbette yalnız Allah’ındır. Nitekim Hz. Ali de “Bu söz doğrudur, fakat onunla batıl kastedilmiştir.” diyerek bunu reddetmiştir.  

Zira, Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber (asm)'in de sünneti ikinci teşri, kaynağıdır.

“Peygamber size ne verdiyse alın; neyi yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası pek çetindir.” (Haşir, 59/7)

mealindeki ayette bu hususa işaret edildiğine dair, başta İmam Şafii olmak üzere onlarca İslam aliminin açıklaması vardır.

Soru 7:

Bir de derin bir konu olduğunda uzunca yazılar yazıp olduğunca Arapça kelimeler kullanıyorsunuz ki anlamayan insanlar gerçekmiş gibi hissetsin.

Cevap:

Bu yaklaşımınız sizin bu siteye karşı ne kadar ön yargılı olduğunuzu gösteriyor. Suizan haram olmasına rağmen bu yargıya varmanız çok enteresandır.

Biz tefsir, fıkıh, hadis, kelam gibi konularla ilgileniyoruz. Ve bütün kaynaklarımız Arapça’dır. Her ilmin ıstılahları olduğu gibi, bizim de kullanmamız gereken ıstılahlar vardır.

Fakat bu dili kullanırken, mümkün ölçüde yine de şimdiki konuşulan Türkçe’ye de dikkat etmeye çalışıyoruz. Ama her hâlükârda “insanları aldatmak” için böyle bir dili tercih etmeyi asla düşünmedik. Bir vesvese mahsulü olduğunda şüphe etmediğimiz bu düşünceniz, size şeytanın bir aldatmacası olabilir.

Soru 8:

Dinden çıkanı öldürün ''rivayeti''ni kabul ediyorsunuz, fakat bir ayette iman edip küfre düştükten sonra tekrar iman edip küfre düşünce diye ayet var demek ki dinden çıkan öldürün diye bir şey yok.

Cevap:

Bunu biz söylemiyoruz. İslam alimlerinin büyük çoğunluğu söylemiştir. Biz bu konudaki delilleri sitemizde yazdık, kuvvetli ihtimalle siz de okumuşsunuz. Tekrara hacet yoktur.

Soru 9:

İyice İşid gibi cani şeyleri savunuyorsunuz, isteyen istediği dine girip çıkar size ne bundan?

Cevap:

Bu sözünüzü bir yalan ve iftira olarak değerlendiriyoruz. “Bir mümin/Müslüman asla yalancı olmaz.” manasındaki hadisin uyarısıyla da size ihtarda bulunuyoruz.

Soru 10:

Ayrıca şunu belirteyim eğer ki hadisler dinde hüküm kaynağı olsaydı Kütüb-i Sitte'de hiçbir çelişkili hadis olmaması lazımdı. Çelişkili olan hiçbir kitabın içindeki hükümleri kabul etmek zorunda değil insanlar. Ahlak, sevgi vb. konularla ilgili olan hadisler hariç.

Cevap:

Bu itirazınıza yukarıda cevap verilmiştir.

Soru 11:

Diyeceğim şu ki siz ve diğer hurafeciler Hz. Meryem oğlu Hz. İsa'yı yücelttikleri gibi Hz. Muhammed'i yüceltiyorsunuz. Vallahi yanlış yaptığınız.

Cevap:

Bunun da cevabı yukarıda verilmiştir. Allah cümlemizi şeytanın şerrinden korusun. Amin.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Peygamberimizin diğer peygamberlerden bir farkı var mı?
Recm cezasının hikmeti nedir? Sevgi dini olan İslamiyet neden.
Mezheplerin hak olduğunun ayetlerle isbatı.
Levlake hadisi olarak bilinen "Sen olmasaydın, ey Habîbim...
Miraç hadisesi, neden Kur'an'da açıkça zikredilmemiş...
Peygamberimizin haram kılma yetkisi var mıdır?
Bakara 217 ve Maide 54'e göre, mürtedlerin öldürülmeyekleri
Hadislerin bir çok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere.
Bazı kitaplarda Peygamberimizin şemaili anlatılıyor; bu bilgiler...

35 Menar Ekolü kakkında bilgi verir misiniz; tavrımız asıl olmalı?

- İnsaf ve aklıselim sahibi bir Müslümana yakışan şey, “toptancı” olmamaktır. Her ekolün, her ferdin hataları olabilir. Ancak fert veya cemaatlerin iyiliklerini unutup sadece kötü taraflarıyla veya katılmadığımız görüşleriyle meşgul olmak, İslam’ın izin vermediği bir husustur. Gıybet ve suizannı yasaklamanın önemli sebeplerinde biri de bu olsa gerektir.

- Cemaleddin Afganî’nin talebesi olan Muhammed Abduh ve Talebesi Muhammed Reşid Rıza’nın görüşlerini yansıtan "Menar Okulu"nun bazı hataları yanında yanlışları da vardır. Ancak, İslam’a karşı art niyetli olduklarını hiç kimse iddia edemez.

- Avrupa medeniyeti karşısında ilk defa mağlup olmaya başlayan İslam aleminde farklı çalışmalar yapılmıştır. Alimlerden bazıları bunun sebeplerini araştırırken, İslam’ın ve Kur’an’ın bazı yönlerinin yanlış anlaşıldığına kanaat getirmiş ve konuyu o zaviyeden irdelemiştir. Bunun bir sonucu olarak da bazı mucizeleri güya anlaşılabilir hale getirmek için “mucizelik” yönünü değil de modern çağda anlaşılması gereken fenni bir bakış açısıyla yaklaşmışlardır. Bunları tasvip etmek mümkün değildir. Ancak, bu ekolün çok güzel çalışmaları ve ufuk açıcı görüşlerini göz ardı etmek insafsızlıktır.

- "Ya hep ya hiç!..” prensibinin yanlışlığını ortaya koyan alimlerden biri de Bediüzzaman Hazretleridir. Onun bu konuda söylediği şu dikkatli ifadeleri, bizi de dikkate sevk edecek türdendir:

“Elhasıl: Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı Şarkıyeyi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu mes'elede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir ki, demiş:

“İhtilaf u tefrika endişesi / Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni...” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21).

Dikkat edilirse, Bediüzzaman’ın “Onun ittihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim” ve “Bu meselede” kayıtları koyarak konuya değinmesi, onun ne kadar dikkatli olduğunu gösterir.

- Biz de bu gibi ekol / okul / cemaatlerin düşüncelerinden güzel olanları alır, kötü olanlarını terk ederiz. Fakat, Müslümanları bazı yanlışlarından dolayı çöplüğe atmayız. Yine Üstad'ın ifadesiyle “Âkıl (akıllı) odur ki, huz ma safa de’ ma keder / temiz olanı al, bulaşık olanı terk et, kaidesine göre hareket eder.” (Sözler, s. 38)

İlave bilgi için tıklayınız:

Tefsir dersleri yapanlardan bazıları Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Ali Şeriati gibi reformcuları örnek veriyor; tavrımız ne olmalıdır?

36 Ölmeseydi belki iman edecekti?

- Burada ilk önce söylemesi gereken gerçek şudur:

“Uzun yaşasaydı, belki iman ederdi...” ifadelesi bir varsayımdan ibarettir ve ilmi bir değeri yoktur. Zira filanca adam daha uzun bir ömür yaşasaydı “belki iman ederdi” ihtimali ile “belki bin kişinin imandan çıkmasına sebep olurdu” ihtimali arasında bir fark yoktur.

Nitekim, usuluddin ve kelam ilminde bir kural vardır:

“Herhangi bir delilden kaynaklanmayan bir ihtimalin hiçbir değeri yoktur.”

Hatta, bu ikinci ihtimal daha da kuvvetli olduğu söylenebilir.

- Mümin olsun, kâfir olsun, her insanın ömrü belli bir süreyle tayin edilmiştir. Bu süre ne bir saniye ileri ne de geri alınır. Ayet ve hadislerle sabit olan bu “belli süre” üzerinde fikir imal etmek bir spekülasyondan öteye geçemez. Hükümlerse vesveselere bina edilemez.

- Şunu unutmayalım ki, “Allah imhal eder fakat ihmal etmez.” düsturu büyük bir hakikatin ifadesidir.

“Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Al-i İmran, 3/178)

mealindeki ayette bu kurala işaret edilmiştir.

“Hiç şüphesiz Allah zalime mühlet verir, fakat yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.” (Müslim, Birr 61)

anlamındaki sahih hadiste de bu ilahi düstura işaret edilmiştir.

Demek ki, Allah kâfir veya günahkar kullarına -doğruya dönmeleri için- mühlet veriyor. Bu mühlete rağmen aklını kullanıp doğru yolu bulacağına, şeytanın ve nefsin arzularını yerine getirmeye çalışmaları halinde bunun sonucuna da katlanacaklardır.

“Orada (cehennemde) bağrışıp durmaktadırlar, 'Rabbimiz, bizi buradan çıkar ki, daha önce yaptıklarımızın yerine güzel işler yapalım.' diye. Biz düşünüp de ibret alacak olan kimseye yetecek kadar bir ömrü size vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da geldi. Şimdi tadın azabı; zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fatır, 35/37)

mealindeki ayette bu sorunun cevabının çok net verildiğini düşünüyoruz.

Ben Gazzeyim!

Kandil Geceleri Nasıl Değerlendirmelidir?

Televizyon, internet, telefon gibi aletlerin hükmü nedir?

Kandil, mübarek gün ve geceleri kutlamak bid'at mıdır?

Öğrenim kredisi almak caiz midir?

Müslüman olmayan bir kişiye, "kâfir" diye hitap etmenin hükmü nedir?

Bir Müslüman'a, "kâfir" diye hitap etmenin hükmü nedir?

Yolculuğa çıkan kişi, gittiği yerde on beş gün kalacaksa seferilik sona erer mi?

Yolcu (seferî) olanlara tanınan ruhsatlar nelerdir?

Seferilikte vatan-ı ikamet ve vatan-ı asli konusunu izah eder misiniz?

Bir kimsenin seferî sayılabilmesi için kaç kilometrelik bir yolculuğa çıkması gerekir?

Cuma günü, Cuma vakti girdikten sonra yolculuğa çıkmak günah mıdır?

Cuma günü çalışmanın bir sakıncası var mıdır?

Cuma günü neden önemlidir!

Osmanlıca bilmek bir müslüman için gerekli midir?

Vahdet-ül Vücud mesleği en yüksek bir mertebe midir?

Vahdet-i Vücud nedir?

Panteizm ile Vahdet-i Vücud mesleği arasında ne gibi fark vardır?

İbn Arabi gibi bazı zâtlar, neden Vahdet-i Vücud mesleğinde gitmişler?

Hatalarımızı söyleyenlere nasıl davranmalıyız?

Medrese-i Yusufiye ne demektir?

Dine hizmet gayesinde olanların bu işi siyasetle yapmaları mümkün müdür?

Organlarımızın müslüman olması diye bir şey var mı?

Bir velinin kerâmetini anlatarak övünmesi doğru mudur?

Cahiliyye nedir?

Takiyye Nedir?

Bel'am Kimdir ?

Vesile Nedir, caiz midir?

Bir lokma bir hırka mı ?

Semadan Rızkımız Nasıl İner ?