Kâinat konusunda en çok merak edilenler

1 Göklerin ve yer küresinin altı günde yaratılışının hikmeti nedir?

Cevap 1:

Semavat ve arz altı devrede, safha safha yaratılmış. Ve sonunda şu gördüğümüz harikalar harikası kâinat çıkmış ortaya.

Onun yaratılışındaki bu hikmet tecellisi ondaki hadiselerde de kendini göstermiş. Gece birden kaplamamış yeryüzünü; gündüz de âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine geçilmiş ve onu güneşin doğuşu takip etmiş. Daha sonra güneşin yine yavaş yavaş yükselmesiyle öğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti takip etmiş ve sonunda gurup.

Gündüz âniden gelse, gece birden bastırsaydı ne seherden söz edebilirdik, ne öğleden, ne ikindiden.

Bu hikmetli yaratılış, bitkiler âleminde de hüküm sürmüş. Çekirdekte ilâhî bir sanat ve hikmet gizli. Koca ağacın bütün programı o küçücük âlemde kader kâlemiyle çizilmiş. Ondaki, genetik şifre ilim adamlarını hayretler içinde bırakan bir mükemmellikte ve yine onları çaresiz kılacak kadar derin sırlarla dolu.

Çekirdeğin açılması apayrı bir harika. Fettah isminin tecellisi. Yerin çekimine rağmen yukarıya doğru başlayan hikmetli ve intizamlı yürüyüş. Derken fidan devresine eriş. Boy atma ve kalınlaşma devreleri ve sonunda çiçek açıp meyve verme... Her meyvenin de büyümesi, kemâle ermesi ve o yumuşak meyveden sert çekirdeklerin süzülmesi yine birden bire değil, safhalar hâlinde gerçekleşmekte.

Her safhası ilim ve hikmetle yürütülen bu akıl almaz faaliyetler, yeryüzünü değişik tablolarla doldurur ve fikir ehlini bu ilâhî sanatlara hayran bırakır.

Dünyada hikmet, âhirette ise kudret hâkim. Dünya kudret âlemi olsaydı, şu muhteşem kâinat altı gün, yani altı devre yerine bir anda yaratılacaktı. Ondaki ağaçlar da bir anda bitecek ve son şekliyle boy göstereceklerdi. O zaman yukarıda sıraladığımız ilâhî sanat eserleri de vücut bulmayacaklardı.

Çekirdekler âlemi, yoklukta kalacak, açılmaları, büyümeleri, fidan olmaları gerçekleşmeyecekti.

Çekirdekler olmayınca, haliyle, yumurtalar ve nutfeler âlemi de yokluktan kurtulamayacaklar, bu âleme gelip, taşıdıkları rabbanî sanatları sergilemekten mahrum kalacaklardı.

Fidanlar olmayınca bebekler de, kuzular da, buzağılar da olmayacaktı. Binlerce sanat bire inecek, yüzlerce güzellik ortadan kaybolacaktı.

Terbiye ve tedbir fiillerinin tecellileri görülmeyecek, sadece ibda ve icat fiillerinin mahsûlleri, âlemde boy gösterecekti.

İlâhî hikmet buna müsaade etmedi ve kâinatı bir anda yaratmak yerine altı devrede inşa etmeyi takdir buyurdu.

Cevap 2:

Kur'an-ı Kerim'de semavat ve arzın, yani kâinatın altı (6) günde halk edildiği (yaratıldığı) yazmaktadır. Altı günde halk edilmesini altı devir olarak anlıyoruz.

İnsan anne karnında altı safhada yaratıldığı, dünyada ve berzahda altı dönem geçirdiği gibi, bir gün de altı dönem ve devir geçirerek diğer güne geçiyor. Hatta her şeyin doğumu, kemali, ihtiyarlığı, ölümü, berzahı, unutulması gibi altı devir geçirdiğini söylemek mümkündür.

Semavat ve arzın altı günde halk edilmesine gelince:

İlk yaratılış 1. gün ve devir.
Hz. Âdem (as)'in yaratılışı 2. gün ve devir.
Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın gönderilmesi 3. gün ve devir.
Dünyanın kıyamet başlangıcındaki harabiyeti 4. gün ve devir.
Bu imtihan dünyasının kıyamet ile bütün bütün kapanması 5. gün ve devir.
Dünyanın kıyametinden haşir sabahına kadar geçen dönem ise 6. gün ve devir.

Demek ki altı (6) gün kâinatın ilk doğuşundan ve yaratılışından, haşir sabahına kadar geçen zaman, devir ve dönemi içine almaktadır.

Bütün zamanlar haftalık bir saat gibi düşünülürse, bu saatin altı günü bu alemde geçiyor. 7. günü ise haşrin baharından sonsuza kadar gidecektir.

Cevap 3:

Kâinatın altı günde yaratılması konusuyla ilgili ayetleri ve bunların farklı bir yorumunu da şöyle yapabiliriz:

"De ki: Siz dünyayı iki günde yaratan Allah’ın tek ilah olduğunu inkâr edip ona birtakım eşler, ortaklar mı uyduruyorsunuz? Halbuki bütün bunları yapan, Rabbulâlemindir." (Fussilet,  41/9)

"O, yerin üstünde yüce dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada arayıp soranlar için gıdalarını, bitkilerini ve ağaçlarını tam dört günde takdir etti, düzenledi." (Fussilet, 41/10)

"Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti. Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk. İşte bu, azîz ve alîm (üstün kudret sahibi, her şeyi en mükemmel tarzda bilen) Allah’ın takdiridir." (Fussilet, 41/12)

Cenab-ı Hak kâinatı yaratmayı dileyince sonsuz kudretini izhar ederek, ölçüsü belirsiz bir enerji meydana getirdi ve o enerji zamanla yoğunlaşıp gaz halini aldı ve sonra da yoğunlaşıp bugünkü katı durumuna geçti. Yerküre iki jeolojik devirde oluşmuş ve sonra da oradaki kaynaklar belirlenerek, plan uyarınca dört jeolojik devirde oluşup bugünkü duruma gelmiştir. Zira âyetteki yevm kelimesi, başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen uzun bir devir anlamına gelmektedir (...) Gökler, yerküre ile birlikte iki uzun devirde yedi tabaka haline getirilmiştir. Çünkü hepsi gaz halinde idi. Yoğunlaşıp katılaşması hep birlikte, iki devirde olmuştur.

Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün) mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi,

"Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı... görmediler mi?" (Enbiya, 21/30)

ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de

"O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3)

buyurulduğu üzere, yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.

Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, "halaka" fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de hâl olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir. Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına olması da düşünülebilir.

Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır.

Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik.

"En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6)

Hem de korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır…" (A'raf , 7/54)

Kur'an ile modern bilim arasındaki uyumun bir örneği, evrenin yaşı konusudur: Kozmologlar evrenin yaşını on altı-on yedi milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Kur'an'da ise tüm evrenin 6 günde yaratıldığı açıklanmaktadır. İlk bakışta farklı gibi görünen bu zaman dilimleri arasında aslında çok şaşırtıcı bir uyum vardır. Gerçekte, evrenin yaşı ile ilgili elimizde bulunan bu iki rakamın her ikisi de doğrudur. Yani evren, Kur'an'da bildirildiği gibi 6 günde yaratılmıştır ve bu süre bizim zamanı algıladığımız şekliyle on altı-on yedi milyar yıla karşılık gelmektedir.

1915 yılında Einstein, zamanın göreceli olduğunu, mekâna, seyahat eden kişinin süratine ve o andaki yer çekimi kuvvetine bağlı olarak zamanın akış katsayısının da değiştiğini öne sürmüştür. Kur'an'da yedi farklı ayette bildirilen evrenin yaratılış süresinin, zamanın akış katsayısındaki bu farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda bilim adamlarının tahminleri ile büyük bir paralellik içinde olduğu görülür. Kur'an'da bildirilen altı günlük süreyi, altı devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, Dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim bu ayetlerde (Secde Suresi, 4; Yunus Suresi, 3; Hud Suresi, 7; Furkan Suresi, 59; Hadid Suresi, 4; Kaf Suresi, 38; Araf Suresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir.

Evrenin ilk dönemlerinde, zaman bugün alışık olduğumuz akış hızından çok çok daha hızlı akmıştır. Bunun nedeni şudur: Big Bang anında evren çok küçük bir noktaya sıkıştırılmıştı. Bu büyük patlama anından bu yana evrenin genişlemesi ve evrenin hacminin gerilmesi, evrenin sınırlarını milyarlarca ışık yılı uzağa taşıdı. Nitekim Big Bang'den bu yana uzayın geriliyor olmasının evren saatinin üzerinde çok önemli sonuçları oldu.

Big Bang anındaki enerji, evrensel saatin zaman akış hızını milyon kere milyon (1012) defa yavaşlatmıştır. Evren yaratıldığında, evrensel zamanın akış katsayısı -bugün algılandığı şekliyle- milyon kere milyon kat kadar daha büyüktü, yani zaman daha hızlı akmaktaydı. Dolayısıyla Dünya’da milyon kere milyon dakikayı yaşadığımız esnada, evrensel saat için yalnızca bir dakika geçmiş olur.

Altı günlük zaman dilimi, zamanın göreceliği dikkate alınarak hesaplandığında, 6 milyon kere milyon (trilyon) güne denk gelmektedir. Çünkü evrensel saat, Dünya'daki saatin akış hızından milyon kere milyon daha hızlı akmaktadır. 6 trilyon günün karşılık geldiği yıl sayısı, yaklaşık olarak 16.427.000.000'dır. Bu rakam günümüzde evrenin tahmin edilen yaş aralığındadır.

6.000.000.000.000 gün / 365,25 = 16.427.104.723 yıl

Diğer yandan yaratılışın 6 gününün her biri -bizim zaman algımızla- birbirlerinden farklı zamanlara karşılık gelmektedir. Bunun sebebi zamanın akış katsayısının evrenin genişlemesiyle ters orantılı olarak azalmasıdır. Big Bang'den itibaren evrenin büyüklüğü her ikiye katlandığında, zamanın akış katsayısı yarıya düşmüştür. Evren büyüdükçe, evrenin ikiye katlanma hızı da gittikçe artan bir şekilde yavaşladı. Bu genişleme oranı, "Fiziksel Kozmolojinin Temelleri" adlı ders kitaplarında anlatılan, dünyanın her yerinde yaygın olarak bilinen bilimsel bir gerçektir. 

Yaratılışın her gününü, Dünya zamanıyla hesapladığımızda karşımıza aşağıdaki durum çıkar:

* Zamanın başladığı andan itibaren bakıldığında, yaratılışın 1. günü (1. devre) 24 saat sürmüştür. Ancak bu süre, bizim zamanı Dünya'da algıladığımız şekliyle 8.000.000.000 yıla eşittir.

* Yaratılışın 2. günü (2. devre) 24 saat sürmüştür. Ancak bu, bizim algılarımızla bir önceki günün yarısı kadar sürmüştür. Yani 4.000.000.000 yıl.

* 3. gün (3. devre) ise yine bir önceki gün olan 2. günün yarısı kadar sürmüştür. Yani 2.000.000.000 yıl.

* 4. gün (4. devre) 1.000.000.000 yıl,

* 5. gün (5. devre) 500.000.000 yıl,

* ve 6. gün (6. devre) 250.000.000 yıl sürmüştür.

* Sonuç: Yaratılışın altı günü, yani altı devresi, Dünya zamanı türünden toplandığı zaman, 15.770.000.000 yıl bulunur. Bu rakam günümüzdeki tahminlerle büyük bir paralellik içindedir.

Bu sonuç XXI. yüzyıl biliminin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bilim, 1.400 yıl önce Kur'an'da haber verilmiş bir gerçeği bir kere daha tasdik etmektedir. Kur'an ve bilim arasındaki bu uyum, Kur'an'ın, her şeyi bilen ve yaratan Allah'ın vahyi olduğunun mucizevi kanıtlarından biridir.

2 Allah kâinatı neden yarattı?

Şu kainatın ve içindeki varlıkların Sanii olan Cenab-ı Hak, şu kainatı çok ciddi gayeler için yaratmıştır. Kur'an bunu şöyle bildirir:

"Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık."(Enbiya, 21/16)

"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları boşuna yaratmadık."(Sad, 38/27)

Bütün varlıklar kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcı'yı tesbih ve takdis ederler. Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler. Mesela, güneş bir saniye bile geri kalmadan, kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder. Irmaklar bir cuşuhuruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir itaatle ona hizmet eder.

Ayrıca, kâinat yaratılmasaydı, Allah'ın sıfatlarının ve isimlerin o sonsuz kemali ve güzelliği bilinmeyecekti. Bu bilgi sadece Allah'a mahsus kalacaktı. Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarının manevi güzelliklerini tecelli ettirmekle, kendi cemal ve kemalini bu eserlerinde kendisi bizzat müşahede buyurduğu gibi, melekleri, insanları ve cinleri de bu şereften, bu lütuftan hissedar etmek diledi.

Mahlukatı yaratıp yaratmama hususunda Allah, İlahi tercihini yaratma şeklinde yapmış ve bu tercih mahlukat için sonsuz bir rahmet olmuştur. Yoksa, bir ismi Samed (Her şey ona muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil) olan Allah'ın, bu alemi yaratmasının, -haşa- bir ihtiyaçtan geldiği düşünülemez...

3 Dünyamız dışında başka alemlerde yaşayan canlılar var mıdır? UFO gerçek midir?

Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.

Dünya dışında da başka varlıklar vardır. Ancak o varlıklar nurani varlıklardır. Kur’ân lisanında onlara melaike ve ruhaniyat denilir.

Kur’ân’da dünya ve yeryüzü “ard” (arz) olarak geçer; başta Âdem Aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzüne, dünyaya gönderildiği bildirilir.

Bu arada bazı sema katlarında İbrahim, İdris ve İsa Aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin makamının bulunduğu da Miraç hadisinde ifade edilir. Yine İsra 44, Talak 12. âyetlerinde yeryüzünün gökyüzü gibi yedi tabaka olduğundan bahsedilir. Ama bu yeryüzü tabakalarının nelerden ibaret olduğu, yeryüzü katmanları mı, yedi kıta mı, yedi iklim mi, neler olduğu kesin olarak belirtilmemiştir.

Ancak bu yaşadığımız dünyadan başka yaşama uygun farklı gezegenler olsa bile, orada insan gibi mükellef ve sorumlu varlıkların yaşadığı konusunda bir ayet veya hadis yoktur.

Dünyadan başka sekiz ve son verilere göre on bir gezegenin daha olduğu varittir, ama oralarda böyle bir varlık türünün yaşadığı hususunda ne dini, ne de bilimsel bir doküman söz konusu değildir.

Bu arada şu gerçeği de gözden uzak tutmamak gerekir: Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi, diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır.

Bu meseleye Bediüzzaman Said Nursi şu açıklamayı getirir:

“Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur (şuur sahibi olan mahlukatlar), zîhayat (hayat sahibi olan mahlukatlar), zîruhlarla (ruhu mahlukatlar ile )doludur."

“Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat (hayat sahiplerine) ve o zîruhlara (ruh sahiplerine) ve o zîşuurlara (şuur sahiplerine), Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, "melâike ve cân ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder(isimlendirir).”
(Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Birinci Esas)

Evrenin her tarafında yaşayan varlıklar vardır. Güneşte, ayda, yıldızlarda, galaksilerde bütün bir evrende çeşitli türden varlıklar yaşıyor.

Koca evrende bir nokta kadar bile zor yer tutan, kâinat haritasında bulunduğu yer dahi belli olmayan dünyamızda milyonlarca tür canlılar mevcut ve yaşıyor.

Yerin üstünde, altında, karada, denizde, havada dünyanın her bir köşesinde canlı varlık bulmak ve görmek mümkün.

Okyanusların binlerce metre derinliklerinde canlılara rastladığımız gibi, bir metre kazdığımızda yer altında da değişik tipte ve türde canlı organizmalara rastlayabiliyoruz. Hatta bir çöplükte o kadar mikroorganizmalar var ki, saymakla bitmez ve tükenmez.

Küçük dünyamız, insanından hayvanına, balığından solucanına ve tek hücreli canlılara varıncaya kadar hayat ve ruh sahibi varlıklarla doludur ki, haddi hesabı yoktur.

Dünyada insandan ve hayvanlardan başka Kur’ân’ın da bildirdiği ve anlattığı gibi, varlıklarını kabul ettiğimiz, fakat gözle görme imkânımız olmayan cinler ve ruhani olarak isimlendirilen diğer canlı türleri ve ruh sahibi varlıklar da bulunuyor.

Dünya gibi küçük bir gezegende bu hayat şartlarına göre canlı türleri ve ruhani varlıklar bulunur da, dünyadan milyonlarca büyüklükteki yıldızlarda, gök cisimlerinde, o ışık huzmesi nurlu âlemlerde oraların şartlarına göre yaşayan varlıkların olmaması mümkün müdür? Vardır ve bulunuyor.

Bizim görmememiz onların olmamasına delil olamaz.
Bizim bilmememiz onların olmadıklarını göstermez. Çünkü her şey bizim bilgimiz dahilinde değildir, olamaz da.

Bediüzzaman’ın Sözler’de meleklerin varlığını ispat eden bölümde dile getirdiği gibi, Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden, hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.

Dünyamız nasıl insan, hayvan, cin ve meleklerle dolu ise, diğer âlemler ve evren de başta melekler olmak üzere insan ve havyan dışında varlıklarla doludur. O varlıkların insan gibi maddi olarak suya, ekmeğe ve oksijene ihtiyaçları yoktur. Onların gıdası bünyelerine ve yaratılış maddelerine göre tespit edilmiş ve veriliyor.

Bir can ve ruh taşımasına, nefsi, aklı ve duyguları olmasına rağmen nasıl ki, cinler bizim yiyip içtiğimiz gibi yiyip içmiyorlar, hayat tarzları ve şartları bize benzemiyorsa, diğer yıldızlardaki ve gök cisimlerindeki varlıklar da insana ve cinlere benzemez. Oraların hayat şartları farklı olduğu gibi, orada yaşayan varlıklar ve canlılar da ona göre farklıdır.

Yüzlerce ayette semâdan ve semâvattan söz edilir, onların yaratılışına dikkat çekilir, Allah’ın yerin ve semâların Rabbi olduğu gerçeği dile getirilir. Demek ki, kâinatta, evrende ve bu koca âlemde meleksiz ve ruhanisiz bir yer yoktur.

Nasıl melekleri ve cinleri görmediğimiz halde varlıklarını kabul ediyor, inanıyorsak, diğer yıldızlarda ve galaksilerde yaşayan ve o âlemlerin hayat şartlarına göre yaşayan varlıkların var oluşlarını kabul ederiz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ufolar (uzaylılar) hakkında bilgi verir misiniz?..

4 Yıldız kaymasına bakılmasının bir sakıncası var mı? Yıldız doğması ve kayması ne demektir, insanların doğum veya ölümleriyle ilişkisi var mıdır? Arkalarında yatan gizli gerçekler ne olabilir?

Yıldız kaymasına bakmanın dinen bir sakıncası yoktur.

Yıldızların kayması veya doğmasının insanların doğum veya ölümleriyle ilişkisi var mı?

Esasen yıldızların doğması veya kayması, Allah’ın kâinatta cereyan eden kanunları çerçevesinde meydana gelen birer olaydır.

“Güneş ve ay ne kimsenin hayatı ve ne de onun ölümü için tutulur. Bilakis onlar Allah’ın ayetlerinden birer ayettir/sonsuz ilim, kudret ve hikmet belgelerinden birer belgedir.”(Kenzu’l-Ummal, h. No: 21554)

manasına gelen hadis rivayetinde de bu hususa işaret edilmiştir.

Diğer uzun bir hadiste Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“...Eski zamanlarda bazı kimseler güneş ve ayın tutulması veya yıldızların kaymasını, bir kısım büyük insanların ölümünden ötürü olduğunu söylüyorlardı, bu söyledikleri tamamen yalandır. Bunlar Allah’ın ayetlerinden birer ayettir / kudret ve hikmet belgelerinden birer belgedir.”(Kenzu’l-Ummal, h. No: 38818)

Bu işin bir yönü; yani yıldızların, ay ve güneşin insanların ölüm veya doğumlarını bilmediğini ve ona göre ayarlanmadığını vurgulayan yönüdür. Ama bunların bazı olaylara alamet olduğu, onlara işaret ettiğine dair bir yönü de vardır. Mesela, Hz. Mehdi’nin çıkmasının alamet olarak aynı Ramazan ayının başında ayın, sonunda da güneşin tutulacağına dair bilgiler  vardır. Bu rivayetlerden şunu anlamak gerekir: Hz. Mehdî çıktığı için ilgili Ramazan ayında ay ve güneş tutulmuş değildir. Bilakis ay ve güneşin ilahî takdirde peş peşe tutulacağı o Ramazanda Hz. Mehdî’nin ortaya çıkması da takdir edilmiştir ki, bu büyük olan o büyük hadiseye bir alamet olsun, birileri ondan ders çıkarsın.

Yine Birinci Cihan Harbi'nin başlarında güneş tutulmuştu, ayrıca bir kuyruklu yıldız doğmuştu ve bu ender olaylar, savaş felaketinin bir habercisi olarak yorumlanmıştı.

Bu gibi olaylar bir sebep-sonuç determinizmi içerisinde değerlendirmek yanlıştır. Doğrusu, bu bir iktirandır; iki olayın –ilahî takdire uygun olarak- aynı zamanda meydana çıkmasıdır. Söz gelimi, ne kuyruklu yıldız Birinci Cihan Harbi'ne sebep olmuş, ne de Birinci Cihan Harbi kuyruklu yıldızın doğmasına neden olmuştur. Her iki olay da Allah’ın ezelî ilminin çizdiği kader çizelgesine göre aynı zamanda meydana gelmiştir ve insanlar için biri diğerine bir alamet olarak gün yüzüne çıkmıştır.

- Acaba kainatta meydana gelen olayların arkalarında yatan gizli gerçekler ne olsa gerektir?

Konunun en açık örneklerinden birine Risale-i Nur Külliyatından On Beşinci Söz’de rastlamak mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri bu bölümde

“Celalim hakkı için biz o Dünya Semayı takım takım kandillerle donattık ve onları şeytanlar için (rücum) atmalar yaptık...” (Mülk, 67/5)

ayetinin tefsirini yapar. Ayetin ifadesine göre halk dilinde ‘yıldız kayması’ diye tabir edilen semavi hadise, aslında semaya doğru yükselip oradan bir kısım haberlere muttali olmaya çalışan habis ruhlara, melaike tarafından bir kısım şihab ve ateş şulelerinin atılmasından ibarettir. Mele-i alanın sakinlerine ve onların muhaverelerine değil de Dünya Semaya, yani ancak yakın semaya kadar yükselebilen şerir ruhlar, bu yakın semadan bir şeyler araklamaya, geleceğe ait bir kısım haberler hırsızlamaya teşebbüs ederler; bu teşebbüse mukabil de semanın sakinleri tarafından ateşli mancınık toplarına, alevli mermilere tutulurlar. İşte bu muharebenin tezahürü de bizim yıldız kayması diye tabir ettiğimiz hadise şeklinde ortaya çıkar.

Bu açıklamaya göre madem semadan yağmur, ziya, hararet, bereket, melaike ve ervah gibi maddi-manevi bir çok şey zemine nüzul ediyor ve hakeza zeminden semaya doğru da buhar, akıl, hayal, cesetlerini çıkarmış ervah-ı emvat, enbiya ve evliya ruhları uruc ediyor; elbette bunu takliden bir kısım habis ruhlar da semaya çıkmak isteyecek ve çıkacaklardır. Çünkü vucutça letafet ve hıffetleri vardır. Hem şüphesiz tard edilip kovulacaklardır. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır. Hem yine şüphesiz bu tard ve kovulma hadisesinin bizim alemimizde bir görüntüsü olacaktır. Zira insanın alemde müşahitlik, dellallık ve nezaret vazifesi vardır. Madem insanın böyle bir vazifesi vardır; bahar öncesinde yağmur vasıtası ile baharı insana haber veren Cenab-ı Hak böyle ehemmiyetli bir semavi hadiseyi, bir kısım vesilelerle haber verecek ve insanı bu semavi mübarezeye müşahit kılacaktır ve kılmıştır.

İşte Kur’an böyle bir kevni hadiseyi bize aktarırken aslında gözlerden nihan olan bir kısım manevi vukuatı bizlere haber vermekte ve bu vukuatın taşıdığı şu üç gizli hakikati talim buyurmaktadır:

a. Demek ki yeryüzünde insan bazında devam ede gelen hayır-şer mücadelesi, semada habis ruhlar ile melaikeler arasında dahi cereyan ediyor.

b. Demek ki yeryüzünde hayrı temsil eden ve ubudiyet ile sorumlu bulunan toprak alaşımlı arz sekenesi insan bulunduğu gibi, sema da da aynı vazife ile muvazzaf nur alaşımlı ışıklı yıldız ve gezegenlerin sekenesi melaike bulunuyor.

c. Demek ki semadan kayan ışıklar hiç bir anlam taşımayan bir yıldız kayması olmayıp, semanın haberlerine yönelik casusluğa uğraşan habis ruhların maksatlı mermilerle taşlanması oluyor. Ve insanın bu hadiseye şahit olduğunda belki dilek tutması değil, bilakis Cenab-ı Hakk'ın rububiyet-i ammesi ile kainatta, yerde ve semada nasıl tecelli ettiğini, bu habis ruhları şihablar ile nasıl terbiye ettiğini, hikmet ve tedbiri gereği bu terbiyeden bizleri nasıl haberdar ettiğini düşünmesi ve tedbirine "Ya Müdebbir!", hikmetine "Ya Hakim!", bu umumi mubareze ile ortaya koyduğu terbiyesine “Subhanellahi ve Bihamdihi Subhanellahilazim!” ile mukabele etmesi gerekiyor.

İslam Dinine göre insan geleceği bilemez, gelecekten haber veremez; ancak bilimsel veriler ve olaylardan yola çıkarak gelecek hakkında tahmin yürütülebilir ve bu veriler ışığında tedbir alabilir.

Bu bağlamda İlm-i Nücüm da denilen Astronomi ilminin İslam İlimleri arasında önemli bir yeri vardır. Ancak İslam Dini açısından astroloji ilmi olandan hareketle olması gereken üzerinde durmaktır; yoksa kâhinlik yapmak yoluyla insanların ve dünyanın geleceği (kaderi) hakkında konuşup hüküm vermek değildir. Zaten medyum ve kâhinler veya falcılık yoluyla gelecek hakkında akıl yürütüp tahminde bulunmayı İslam Dini reddeder.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında gündüz ve gecenin peşi peşine gelmesinde akıl sahipleri için apaçık deliller vardır." (Âl-i İmran, 3/190)

"O senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye Güneşi bir ışık kaynağı, Ayı bir nur yapan ve ona menziller takdir edendir. Allah bütün bunları (boş yere değil) ancak hak (ve hikmet) ile yarattı. O bilecek bir topluluk için ayetlerini birer birer açıklar." (Yunus, 10/5)

"Güneş de Ay da bir hesapla hareket eder." (Rahman, 55/5)

"Gökte burçlar yaratan ve orada bir kandil (Güneş) ve ışık saçan bir Ay meydana getiren Allah'ın şanı ne yücedir!" (Furkan, 25/61)

"Ne Güneşin Aya çarpması ne de gecenin gündüzü geçmesi mümkündür. Onların her biri bir yörüngede yüzmektedirler." (Yasin, 36/40)

Bu ayetler gibi daha birçok ayette kâinattaki harika nizama işaretler vardır.

Yine Kur'an-ı Kerim'de burçlarla ilgili ifadeler de bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in 85. suresinin adı da Burûc; burçlar suresidir. Burçlarla ilgili ayetler ise şunlardır:

"Andolsun, biz gökte burclar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik." (Hicr, 15/16)

"Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir." (Furkan, 25/61)

"Burclarla dolu göğe andolsun." (Burûc, 85/1)

Görüldüğü gibi burçlar insanlara hizmet etmek üzere, Allah'ın gökyüzüne yerleştirdiği gök cisimleridir. Burçlar mahlûktur. Burçları yaratıcı kabul etmek mümkün olmadığı gibi, falan burçtan dolayı şu iş şöyle oldu veya olacak demek de mümkün değildir. Burçları yaratıcı veya insanların işlerini düzenleyici olarak kabul etmek; insanı şirke götürür.

Kur'an-ı Kerim'de geçen burç ifadesiyle falcıların fal bakmak için kullandıkları burç ifadeleri arasında ancak ses benzerliği bulunmaktadır, anlam birliği bulunmamaktadır.

Dinimiz kehanet, medyumluk ve falcılık gibi her türlü gaipten ve gelecekten haber verme anlamında kullanılan astroloji anlayışını reddeder ve böyle iddialarda bulunan kimselerin sözlerine itibar edilmemesini ister. Yani kâhinlerin, falcıların ve medyumların sözlerine itibar edilmesi kesin olarak yasaklamıştır.

5 Kainat nasıl yaratılmıştır ve yaratılış amacı nedir?

Varlık yaratılmamıştı ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktu. (bk. Buhârî, Megâzî, 67) Yüce Allah, zatının tanınmasını ve bilinmesini istedi. İsim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattı. Bir hadis-i kutside yüce Allah:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım.” (Acluni, II, 132)

buyurmuşlardır. Yani yüce Allah kâinatı kendisini tanıtmak için yaratmıştır. Yaratılışın gayesi ve amacı yaratıcıyı tanımaktır. Allah insanı da kendisini iman ile tanıması ve ibadet ile itaat etmesi için yaratmıştır.

Allah kendisini gizlemiş ve eserlerini ortaya çıkarmıştır. Çünkü eser ustasını daha iyi tanıtır. Amaç gizli hazinelerini ortaya çıkarmak ve o vasıta ile zatını tanıtmak olunca eserini izhar edip kendini gizlemek daha mükemmel bir şekilde zatın tanıtılmasını netice verir. Allah’ın hazineleri ise isimlerinde gizlidir. Çünkü mükemmel benzersiz gizli bir cemal kendi güzelliklerini aynada görmek ve güzelliğinin derecelerini şuurlu ve kendine âşık olanların gözleri ile de görünmek ve bilinmek ister. Bu da kendisinin isim ve sıfatlarını görerek eserlerini bilen, anlayan ve öven, takdir edenlerin varlığını gerektirir. Yüce Allah da kâinatı yaratarak kendi hazinelerini ortaya çıkardı. İnsanı yaratarak bu eserlerin sahibi, yaratıcısını bilmek ve iman ile tanımak, ibadet ile itaat etmeyi gerekli kıldı. İnsanın yaratılış amacı Allah’a iman olunca insan iman etmekle bu amacı gerçekleştirmiş olur. İnsanın affedilmez günahı da Allah’a şirk koşmak olacaktır. İşte bundan dolayı yüce Allah “Şirki Allah’a karşı yapılmış en büyük iftira kabul etmiş, Allah şirki affetmez, bunun dışında her günahı affeder.” (Nisa, 4/48, 116) buyurmuştur.

Varlık Allah’ın varlığını nasıl anlatır? Eserin ustasını tanıttığı gibi... Şöyle ki:

“Vücud; mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere, ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder.” Bu da görme, işitme ve konuşma sıfatlarını gerektirir. İşte Allah’ın sıfatlarını böylelikle anlarız. Akıl noktasında bu böyle olduğu gibi, yüce Allah da rahmetinin gereği olarak peygamberler ve kitaplar vasıtası ile de insanları bu amaca yöneltmiştir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de,

“O Allah yaratıcıdır, her şeyi yoktan yaratandır, her şeye suret ve şekil veren odur. Bütün güzel isim ve sıfatlar ona aittir. Semavat ve arzda bulunan her şey onu över, onu tesbih ve her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder. O azizdir, izzet ve azamet sahibidir. Her işi hikmetledir, her yaptığı şey ilim ve hikmetin gereğidir.” (Haşr, 59/24)

buyurarak bu hususu ifade etmiştir.

Amaç Allah’ı tanımak ve zikretmek olunca sabah ve akşam namazından sonra bu ayetleri okuyarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tekrar etmeyi Peygamberimiz (sav) tavsiye etmiş ve bunu devamlı yapanın şehit olarak öleceğini ve cennete gideceğini müjdelemiştir.

Yaratılış Keyfiyeti:

Sahabelerden Ebu Rezin (ra) Peygamberimize (sav) sordu:

“Ya Rasülallah! Allah yerleri ve gökleri yaratmadan önce nerede idi?”

Peygamberimiz (sav) cevap verdi:

“Allah vardı, varlık yoktu. O gizlilik ve bilinmezlik içinde idi. Henüz arşı da su üzerinde değildi. Sonra arşını su üzerinde yarattı.” (Buhari, Megazi, 67, 74, Bed'ul-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizi, Menakıb, 3946)

Bediüzzaman Hazretleri bu hususa açıklık getirerek şöyle der:

“Şeriatın nakliyatına göre Cenab-ı Hak, bir cevhereyi (Nur-u Muhammediyi) yaratmış, sonra ona tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını mayi kılmıştır. Sonra o mayi kısmına da tecelli etmekle tekâsüf ettirip 'zebed' köpük kesmiştir. Sonra arzı ve yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir.” (İşaratü'l-icaz, Bakara 29. ayetin tefsiri)

Cenab-ı Hakk'ın arşı su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra cevahir-i ferde (atomlara) kalbetmiştir. Esir maddesi ise atomların tarlası olup “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi olup mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”

Yüce Allah esiri yaratıp arşını onun üzerine kurmuştur. Yani hâkimiyetini ve hükümranlığını ve arşını esire yüklemiştir. Böylece atomların içine bile nüfuz edebilen esire hükmetmekle Allah tüm kâinata ve her şeye hükmetmiş oluyor. Böylece Allah ilim, irade ve kudreti ve bunların gerektirdiği isim ve sıfatları ile her şeye her şeyden daha yakın olmaktadır. Ve ilim, irade ve kudreti her şeyin içini dışını, altını ve üstünü ihata etmiştir.

Hz. Ebu Hureyre (ra) Peygamberimize (sav) sordu:

“Ya Rasülallah! Yüce Allah mahlûkatı neden yarattı?”

Peygamberimiz (sav) cevap verdi:

“Yüce Allah Kur’an'da ‘Biz her şeyi sudan yaratarak hayat verdik.’ buyurmuyor mu? Öyle ise Allah her şeyi sudan yaratmıştır.” buyurdu. (Tirmizi, Cennet, 2)

Bundan dolayı İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) “Subhane men haleka’l-arza âlâ mâin cemed.” yani; “Yeryüzünü donmuş sudan yaratan Allah’ı tesbih ederim.” sözünü tesbihatı içine almıştır.

Yine Peygamberimiz (sav);

“Allah dünyayı yedi zaman üzere yarattı. Bunlardan her devir, zamanını Allah’tan gayrısının bilemiyeciği uzun bir süreçtir. İnsanın yaratılmasından önce altı devir geçmiştir. Âdem (as)’in yaratılışından kıyamete kadar bir devir geçecektir.” buyurmuştur. (Hindî, Kenzu‘l-Ummal, no: 15215)

Bu devirler ise; Gaz dönemi, ateş dönemi, kabuk bağlama dönemi, toprağın oluşması dönemi, bitkilerin oluşma dönemi, hayvanların oluşma dönemi, insanın yaratılma dönemi olmak üzere yedi dönemdir.

İnsanın yaratılış öncesi dönemi ki “İnsanın yaratılışına kadar öyle devirler geçti ki anlaşılır bir şey değildir” (İnsan, 76/1) ayeti ile ifade edilmiştir. İnsanın yaratılış dönemi de toprak, tin, çamur, şekillenmiş balçık, pişmiş ve kurumuş balçık olmak üzere altı devreyi içine almaktadır. Kur’an-ı Kerim'de insanın yaratılışına dair altı ayet, niteliksiz çamurdan yaratıldığına ait altı ayet, bu çamurun niteliklerine dair de altı ayet vardır. Elbette bu büyük hikmetleri ve sırları içinde saklamaktadır.

Kâinatın yaratılışının altı günde olduğunu yüce Allah Kur’an-ı Kerim'de açıkça ifade etmektedir. İnsanın ilk yaratılışı altı safhada olduğu gibi, anne karnında yaratılışı da altı safhada cereyan etmektedir. Ayrıca insan psikolojik ve ruhsal olarak da altı temel karaktere ayrılmaktadır.

Nitekim Peygamberimiz (sav) “Yüce Allah Âdem’i (as) yeryüzünün tümünden aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Âdem’in çocukları da yeryüzü toprağının nevileri gibidir. Onlardan kimisi ova gibi uyumlu, yumuşak ve verimli, kimisi de yeryüzünün yüksek ve katı kısmı gibidir. Kimisi pis ve kimisi de hoş ve temizdir. Bazıları da ikisi arası bir durumdadır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibban, Sahih, 8/11)

İbn-i Abbas’dan (ra) gelen bir rivayette ise Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah ilk olarak kalemi yarattı. Kalem kâinatın plan ve programı şekilde olacak her şeyi, yani kaderi yazdı. Sonra Allah suyu yarattı ve o suyun buharından da gökleri yarattı. Sonra yüce Allah 'Nûn'u yarattı ve yerleri onun üzerine döşedi. Arz hareket edince dağlar ile sabitleştirdi. Ve Peygamberimiz (sav) 'Nûn. Ve’l-Kalemi ve mâ yesturûn' (Kalem, 52/1-2) ayetini okudu.” (Hakim, Müstedrek, 2/498)

Elmalılı Hamdi Yazır’ın yorumuna göre,

“Yüce Allah başlangıçta ezelî takdir ile kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ruhanî ilk unsuru yaratmıştır. Buna 'Akl-ı Evvel' ve 'Nûr-u Muhammedî' denilmiştir. Sonra madde yaratılmış ve buna 'Cevher' denilmiştir. Sonra su buharı gibi mâyî ve gaz karışımı maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra buna hareket verilerek sıvı halde hareket-i devriyesi ile küreye benzer olduğu için 'Nûn' denilmiştir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur‘an Dili, 8/256)

Sonuç olarak “İnsan bir yolcudur. Rahm-ı maderden, dünyadan, berzahtan, haşirden ve sırattan geçen bir yolculuğu vardır. Bu yolculuğun sonu cennet ve cehennemde bitecektir. Yaratılışın amacı Allah’ın kendisini mahlûkatı ile tanıtmasıdır. Varlık Allah’ın tanınmasını sağlarken, mahlûkat içinde akıllı ve şuurlu olarak yaratılan insanın da görevi Allah’ı tanımaktır. Allah’ı iman ile tanıyarak yaratılış amacına hizmet eden insan ebedi saadeti kazanır. Ebedi saadet yurdu ise cennettir.

Dinin amacı ve hedefi insanı cennete götürecek olan amelleri öğretmek ve insana yaptırmaktır. Bu da peygamberlerin gösterdiği şekilde iman ve amel ile mümkün olur. Dinin amacı ve hedefi budur. İnsanlığa saadet-i ebediyeyi kazandıracak olan iman ve ameli insanlığa öğreten Peygamberimiz (sav) elbette kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı en değerli bir peygamber olacaktır. İnsanlığa bundan daha büyük hizmet olabilir mi?

Bundan dolayı yüce Allah Peygamberimizi “Seni yaratmasaydım kâinatı yaratmazdım.” buyurarak övmektedir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Evrenin kainatın yaşı hakkında bilgi verir misiniz? Altı günde yaratılması ne anlama geliyor?

Allah kainatı neden yarattı?

Neden dünyaya gönderildik de doğrudan cennete gönderilmedik?

Allah melek, insan ve cinleri neden yaratmıştır?

İnsan niçin yaratılmıştır? Gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

(M. Ali KAYA)

6 Madem Cenâb-ı Hak hiçbir şeye muhtaç değildir, o hâlde kâinatı niçin yaratmıştır?

Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu alemleri yaratan Zat'ın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır. Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'l-Vücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz.

Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için ne de sıfatları hükmündeki ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez. Yani, güneş aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise odur. Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi, âynaların olması da onun cemâl ve kemâlini artırmaz.

Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir. Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla, aydınlanmaları arasında bir fark yoktur. Yani, onların karanlıkta kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez.

Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler. Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir.

Ganiyy-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, -hâşâ- ihtiyacından değildir. Bunları yaratmakla onun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahluklara aittir. Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir.

Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına ne meleklerin medh ü senasına ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir. Bunlar olsun veya olmasın. O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli, dengi olmayan bir Mâbud-u Mutlak'tır.

Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:

Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken, daha sonra "O hâlde kâinatı niçin yarattı?" denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir. Bu sebeple biz önce Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şeyden müstağni olduğunu izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız.

Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile her şeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı.

"Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân, 3/97)

ayetinin bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece, bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla -hâşâ- kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun.

Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de ona mahsustur. Madem ezelde onun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır. Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da yaratmamaktan da müstağnidir. Yaratılan her mevcud kemâlini ondan almaktadır. Mahlûkatın kemâli onun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir.

Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi,

"Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlik-ı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve masiva O'na tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler."

Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.

Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:

"Allah Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir."

Cenâb-ı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir. Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır. Öyle ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır.

Bu hakikat Risâle-i Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir.

"...O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi en esaslısı en kuvvetlisi en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücûd-u Vâcib, rasih ve hakikatli ve Vücud-u Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; 'Lâ mevcûde illâ hu' demişler. Yâni: Vücûd-u Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir, diye hükmetmiştir."

Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da her şeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Zira onun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz kemâldedir, mutlaktır. Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez.

Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır. O Zât-ı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise, şimdi de ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları onun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar. Elbette o Hayy-ı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez.

Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir. O Alîm-i Külli Şey'in ilmi sonsuzdur, mutlaktır. Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir. O Hâkim-i Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur. Bu âlemdeki bütün plân ve programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir. O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez.

Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri de kudrettir. O Kadir-i Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir. Her şey varlığında, devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır. Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması, O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez. Yaratılan bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir.

İrâde, sem’, basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır.

Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâb-ı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık.

Şimdi de "O halde bu kâinatı niçin yarattı?" sorusuna cevap verelim:

Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur. Öncelikle şunu belirtelim ki:

Cenâb-ı Hak her şeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir, müsavidir. Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir. Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir. O hâlde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar, menfaatler onlara aittir. Allah Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır. Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır olan vücudu, varlığı irâde etmiştir.

Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür: Birincisi; Cenâb-ı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.

Birinci Hikmet:

Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allah Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.

Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir." hakikatince, Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve esmâ-i hüsnâsını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet kemâldedirler. Ancak esmâ-i hüsnâsının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir.

Evet, madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudret-i Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister. Hem madem o Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim, her harfinde, satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâ-i hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi, Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.

Cenâb-ı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve esmâ-i hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde tecelli etmesini de sever. Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o esmânm tezahürünü istemesi de haktır. Elbette kâinatı yaratmakla lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kainatı yaratmamasından daha güzeldir. Meselâ, bir padişahın hazinelerinde bulunan çeşit çeşit cevherleri, türlü türlü nimetleri emri altındaki halkına ihsan etmesi, onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır. Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması, hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır. Aynen öyle de, Allahü Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından elbette daha hayırlıdır.

İşte, Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve enbiyâyı, bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren Resûl-i Ekrem (asm.) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir.

Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:

"İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâ'sının bütün meratipleri ve bütün faziletleri, hakiki kemâlât olduklarından bizzat sevilir. 'Mahbubetün lizatiha'dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyâsını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekrem'ini sever. Yâni, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmasının mazhar-ı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve san'atınıı sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuatına karşı: 'Maşâallah, Bârekallah, ne kadar güzel yapılmışlar.' diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlâkın umumunu cami olan o Habib-i Ekrem'ini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder."

Şurası unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti, memnuniyeti, şefkati, onun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır, mahlûkatın muhabbetine, sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir.

İkinci Hikmet:

Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine, bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar. Bu da iki noktada incelenebilir:

Birinci Nokta;

"Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değil." (Gazali, İhyau ulûmi’d-dîn, -Şamile- 5/54; Câmi‘u’l-ehâdîsi’l-kudsiyye, -Şamile- 1/37)

hadîs-i kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâb-ı Hakk'ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır. Bütün hayat sahiplerine bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları hayatlarının devamı ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar ile donatmışır. Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve iştihalar vermiştir. Bunların tatmini için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir. Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş, hem de devam ve bekalarını temin etmiştir. Bilhassa insan nev'ini akıl, hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona teveccüh ettirmiştir.

Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması düşünülemez. Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir:

- Cenâb-ı Hak, mahlûkatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır?
- Yâni, şu canlı varlıklar o Ganiyy-i Mutlak'ın hangi işini görmektedirler. Cenâb-ı Hak onların yemesine mi muhtaçtır, içmesine mi?
- Doğmasına mı muhtaçtır, ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle, kuşlar uçmalarıyla, hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla, insanlar ilmi keşifleri ve ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta, Cenab-ı Hakk’ın -hâşâ- hangi ihtiyacını görmektedirler?

Halbuki bütün hayat sahipleri onun mülkünde yaşamakta, onun lûtfuna her an mazhar olmaktadırlar.

Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise,

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyât, 51/56)

ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri, tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir”.

İnsanlar o Mabud-u Bilhakk'ı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet vazifelerini ifa edip, O'na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar olurlar. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:

"Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi 'İman-ı Billâh'tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı Billah içindeki 'marifetullah'tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki 'muhabbetullah'tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürür ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki 'lezzet-i ruhaniyye'dir. Evet, bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."

Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir. Bunlarla Allah’a manen yakınlık peyda edilir. Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât, menfaat ancak kullara aittir. Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine, ta'zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır.

Bütün varlıklar ona ibadet etseler onun kemâli zerre kadar artmayacağı gibi, ona isyan etseler onun izzet ve kemâlini zerre kadar noksanlık gelmez.

Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:

"...Bilfarz O'nun kürre-i kamerinde insanlar olmadığı gibi, arzında da olmayabilir, bundan dolayı bârigâh-ı azametinden ne eksilir?..

"Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor, kamerinden mehtaplar aksettiriyor, hâk-i tireden mehlikalar yaratıyor, nesiminden sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor, milyonlarca senelik mesafedeki yıldızlardan, şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor, zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler uyandırıyor, dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar izhar eyliyor; sinenizde kimyahaneler, dimağınızda hikmethaneler açıyor, damarlarınızda nehirler akıtıyor, sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan nice yol şebekeleri dokuyor, adalelerinizde sermayeler gizliyor, daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor, hey'et-i mecmuasını bir âheng-i vahdetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor ve kuvve-i muharrikesini içinize yerleştiriyor, iktizâ eden plânlarını ruh ve şuurunuza resmediyor, zihin denilen bir hazine, akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğimiz bir miftah da bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde, gaye-i hilkatlarına göre istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor, daha büyük bir inayet-i rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan talimat da gönderiyor, nihayet makineyi işletip, tecrübelerini size gösterip, hikmet-i hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için yed-i emanetinize teslim ediyor."

"Allah, bütün bunları yapıyorsa, size ve sizin iradenize, muavenetinize ihtiyacından değil, size mahlûkatı içinde bir mevki-i mümtaz, bir salâhiyet-i mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor..."

"Siz doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki edvar ve etvar-ı vücudiyetinizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkularınıza melce, sıcaktan soğuktan, açlıktan susuzluktan, vuhûş ve haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti bulduğunuzda şu kürre-i arz yapılırken, taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu, havası henüz kimyahane-i kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç tasavvur ediyor musunuz?”

7 Big Bang teorisi ve kâinatın yaratılması hakkında bilgi verir misiniz?

İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları, düşünürler asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, pek çok teoriler üretmişlerdir.

XX. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.

Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu.

Her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenmişti.

19. yüzyıldaki durağan evren modeli, başta belirttiğimiz gibi, materyalist felsefeye zemin sağlamıştı. Materyalist felsefeci George Politzer, bu evren modeline dayanarak, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında; "evrenin yaratılmış bir şey" olmadığını öne sürmüştü ve şöyle demişti: "Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Allah tarafından belli bir anda ve yoktan var edilmiş olması gerekirdi."

Politzer evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken 19. yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısıyla bilimsel bir iddia ortaya attığını sanıyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pekçok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır.

Ayrıca evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.

Şimdi de bu çok önemli gerçeklerin bilim dünyası tarafından nasıl ortaya çıkarıldığından bahsedelim:

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma farkedilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu. Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

"O inkâr edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30)

Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti. Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein, teorik fizik alanında yaptığı hesaplamalarla evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Fakat o devrin genel kabul gören durağan evren modeliyle ters düşmemek için bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, 'kariyerinin en büyük hatası' olarak adlandıracaktı. Daha sonra Hubble'ın gözlemleriyle evrenin genişlediği kesinlik kazandı. Peki, evrenin genişliyor olmasının, evrenin varoluşu konusundaki önemi neydi?

Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu "büyük patlama"ya İngilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.

Aslında sıfır hacim bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan "yokluk" kavramını ancak "sıfır hacimdeki nokta" ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise "sıfır hacimdeki bir nokta" "yokluk" anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.

Modern fiziğin ancak bu yüzyılın sonlarına doğru ulaştığı bu büyük gerçek, Kur'an'da bize on dört yüzyıl önceden şöyle haber verilmekteydi:

"O Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir." (Enam, 6/101)

Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin birarada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Big Bang teorisinin ortaya koyduğu bu gerçek de, zamanımızdan tam on dört asır önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yine Kur'an'da şöyle bildiriliyordu:

"O inkâr edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30)

Yani her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur.

Evrenin genişlemesi, Büyük Patlama teorisinin, yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Evren yaratıldığından beri süregelen bu gerçek, modern bilim tarafından ancak bu yüzyılda keşfedildiği halde Kur'an'da bu gerçek yine bundan on dört asır önce haber verilmiştir:

"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat, 51/47)

Açıkça görüldüğü gibi, Büyük Patlama teorisi evrenin "yoktan var edildiği"nin, yani Allah tarafından yaratıldığının ispatıydı. Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist felsefenin temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oldu. Peki, o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu soru bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:

"İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hâlâ bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim."

Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

"Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekândan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar."

Bu bilim adamının da söylediği gibi, madde ve zaman, tüm bu kavramlardan bağımsız olan sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. O Yaratıcı, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.

8 Varlıklar alemi nedir ve içerisinde neler vardır?

Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan görme duyusu ile, maddî varlıkları görür. Dili ile tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yer çekimi, mıknatısın itme ve çekme kuvveti gibi nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte, bu gerçeklerin varlığı şüphe götürmez.

Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi, diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır. Bu meseleye Bediüzzaman Said Nursi şu açıklamayı getirir:

"Ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz ziruhların, zişuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bi't-tarikı'l-evlâ ve bi'l-hadsi's-sâdık ve bi'l-yakîni'l-kat'î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki:"

"Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur."

"Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, 'melâike ve cân ve ruhaniyattır' der, tesmiye eder." (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Birinci Esas)

9 Kâinatta, insanlardan başka yaşayan mahluklar var mı?

Sorunuzu "Bu kâinatta insanların yaşadığı başka gezegenler, başka küreler var mı?" şeklinde değerlendiriyoruz. Aksi hâlde, bir milyonu aşkın hayvanlar alemi gösteriyor ki, bu kâinatta, hayat sadece insan hayatına münhasır değil. Öte yandan, başta Kur'an olmak üzere bütün semavi kitaplar, melekler ve cinler alemini haber verirler. Denizlerde balıkları, ormanlarda ceylanları, kanımızda al ve akyuvarları yaratan bir kudret, elbette yıldızlar alemini boş bırakmamıştır. O nurani alemlerin de kendilerine göre sakinleri vardır.

Başka kürelerde insan olup olmadığı konusuna gelince, bu konuda şu anda kesin bir bilgi yok, ancak ihtimalden de uzak değil.

“Allah O'dur ki: yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmıştır. Onların aralarında emri cereyan eder..." (Talak, 65/12)

ayetinin tefsirinde, ağırlıklı olarak, toprak tabakasından magmaya kadar yedi tabaka bulunduğu üzerinde durulmakla birlikte, yer küremiz gibi altı tane daha kürenin mevcut olabileceği ihtimaline de yer verilmiştir. 

10 Güneş sisteminde kaç tane gezegen var?

Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri güneş sisteminde on iki gezegen olduğunu ifade etmektedir.

"ABD'li uzay bilimciler, yerkürenin yaklaşık 150 ışık yılı uzaklığında iki yeni geze­gen keşfettiklerini açıkladılar. San Francisco Üniversitesi'nden yapılan açıklamada, keşfedilen gezegenlerin, Gü­neş'e benzer iki yıldızın çevresindeki bir yörüngede Jüpiter büyüklüğünde oldukları belir­tildi. Geoffrey Marcy ve Paul Butler'ın ekiplerinin keşfettiği 2 gezegenle birlikte, 1995 yı­lından bu yana, Güneş Siste­mi'nde keşfedilen gezegen sa­yısı 12'ye yükseldi. Bu geze­genlerin 9'u Marcy ile Butler tarafından bulundu. Bugüne kadar tespit edildiği açıklanan diğer gezegenler gibi, son iki gezegen de fizikî olarak görül­medi. Hawai'deki Mauna Kea'da yerleşik iki keck teles-kobu ile 430 kadar yıldız göz­lemlenirken, sözkonusu iki gezegenin varlığı, etrafında dolaştıkları yıldızlar üzerinde­ki tesirleri sayesinde keşfedil­di. Bu arada, Nature dergisinde yer alan bir uzay çalışması, birbirine yakın yörüngede olan, Boğa takım yıldızlarına yaklaşık iki yıl­dızın çevresinde, bir gezegen sisteminin oluş­tuğunu ortaya çıkardı. Meksikalı Luis Rodri-guez başkanlığındaki milletlerarası bir ekip tarafından yapılan araştırmaya öre, bu tür yıldız çiftlerinin çevresinde, düşünüldüğünden daha sık bir şekilde gezegenler oluşuyor ve gü­neş Sistemi'nde daha fazla gezegen bulunduğunu doğruluyor. Güneş'in aksine, gezegenlerin çoğunun, yalnız başına değil, İki, hatta üçlü gruplar halinde bulunduğu bildirili­yor."

Bu haberi gözden geçirdikten sonra geriye dönüp bir de 1928'lerde yazılan Risale-i Nur Külliyatı'na bakacak olursak, aynı hakikatle karşı karşıya geliriz. Mesela 33. Söz'ün 21. Penceresi'nde şu ifadeler var:

"Evet, Manzu-me-İ Şemsiye (Güneş Sistemi) denilen küre­mizle beraber 12 seyyare..."

"Manzume-i Şemsiye'nin, yani Şems'in me'mumları ve meyveleri olan 12 seyyarenin acaibini ilm-i muhit-i İlahi'ye havale..."

Yine Lem'alar'ın sonundaki Münacat bölümünde de şöyle di­yor:

"12 seyyareden hiçbir seyyare yıldız yok­tur ki..."

Bediüzzaman, bu gerçeği neye göre tespit etmiş olabilir, dîye düşünecek olursak, biz onun eserlerinde pek çok ilmî keşif ve kera­metlerine şahidiz. Zaman zaman bazılarını ak­tarmaya çalıştık. Bu da öyledir. Ayrıca bunun kaynağı da yine Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü bir ayette Güneş, ay ve on bir gezegenle ilgili şöy­le bir temsil var:

"Bir vakit Yusuf, babasına (Yakup Peygamber), 'Babacığım, ben rüyam­da on bir yıldızla Güneş ve Ay'ı gördüm. Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlardı.' dedi." (Yusuf, 12/4)

Yusuf Kıssası'nın sonunda şöyle buyuruluyor:

"Vakta ki Yusuf'un yanına (ailesi) vardılar, (Yusuf) annesini ve babasını kucakladı, onlan yanına aldı ve 'Buyurun. Mı­sır'a inşaallah emniyet içinde girin' dedi. Anne-babasını taht üzerine çıkardı. Anne-babası ve on bir kardeşi, kendisi için secde ettiler (kendisine kavuştukları için şükür secdesine kapandılar). Yusuf dedi ki 'Ey babacığım! işte bu, önceden gördüğüm rüyanın tabiridir.' " (Yusuf, 12/99-100)

Rüyadaki Ay ve Güneş'in Yusuf Peygam­berin anne-babası olduklarını anlıyoruz. Bun­lar, bir asıldan bir topluluk, bir sistem mâna­sını hatıra getirmekte... Yusuf Aleyhisselam ile beraber 12 kardeş, 12 yıldız dernek oldu­ğuna göre, Güneş sistemi'nde 12 gezegenin bulunduğuna kuvvetli bir işaret var, demek­tir...

Bakalım söylediklerinden, tahakkuk eden daha neler olacak. İnşallah ömrümüz varsa görürüz...

11 Allah'ın haftanın günlerinde neler yarattığını açıklar mısınız?

Evet bu konuda hadisler vardır. Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.m) elimden tuttu ve şöyle buyurdu:

"Allah, toprağı cumartesi yarattı. O toprakta da dağları pazar günü yarattı. Ağaçları ise pazartesi günü yarattı. Mekruhu salı günü yarattı. Nuru da çarşamba günü yarattı. Hayvanları orada perşembe günü yaydı. Âdem'i de cuma ikindiden sonra, yaratıkların sonunda, cuma saatlerinden son bir saatinde -ikindi ile gece arasında- yarattı.” (Müslim, Sıfatu'l-Münafıkin 1, -27-; Müsned, 2/327)

İmam Münavi, hadiste geçen ve toprak diye tercüme edilen türbe kelimesi ile arzın / yeryüzünün kastedildiğini söyler.

Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıki bir tedric vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak da insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kainatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, 6/383)

Bu hadiste geçen günler, bizim bildiğimiz haftanın günleri manasında değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü bazı yönlerden kapalılık ve problem mevcuttur:

Bu problemi ayetin hakemliğinde çözmek zorundayız. Önce ilgili ayetlerin mealini verelim:

“De ki: Siz gerçekten yeryüzünü iki günde yaratan Allah’ın bir tek ilah olduğunu inkâr edip de ona ortaklar mı koşuyorsunuz? Halbuki, bütün bu işleri yapan Rabbu’l-âlemîndir.

O, yerin üstünde sabit, koca dağlar yarattı. Oraya bereketli kıldı. Orada ihtiyaçlarını arayıp soranlar için gıdalarını tam dört günde takdir edip düzenledi.

Sonra  iradesi, bir duman / bir gaz halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yere: 'İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!' diye buyurdu. Onlar da: 'İsteyerek geldik.' dediler.

Derken onları, iki günde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işini vahyetti. Biz, dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk.

İşte bu, kudreti her şeyin üstünde olan, her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Fussilet, 41/9-12)

Bazı alimlere göre, ayette söz konusu edilen günlerden maksat, bildiğimiz günler değildir. Çünkü günlerin oluşması, ancak göklerin ve yerin yaratılmasından sonra söz konusu olabilir. Dünya ve güneş olmadan önce, bildiğimiz günlerden nasıl bahsedilebilir? 

O halde “yeryüzünü iki günde yaratmak”tan maksat, günlerimizden farklı, başka günlerdir. Allah’ın daha önce yarattığı ve bir günü bin yılımız kadar olan gök cisimlerinin hareketiyle oluşan günler veya devirler olabilir. 

Bizim konumuz bu ayetin açıklaması olmadığından, onun üzerinde fazla durmayacağız. Hadisin kapalılığını birkaç madde halinde anlamaya çalışacağız:

- Bu hadisteki zahiri ifadeler, Kur’an ayetlerinin ifadeleriyle çelişmektedir. Bu durum, hadisin gücünü kıran bir unsurdur.

- Söz konusu hadisin genel muhtevası, İsrailiyat kaynaklı olabilir. (bk. İ. Canan, a.e. 5//353)

Nitekim Kitab-ı Mukaddes’te, yaratılış öyküsü buna benzer bir sıralamayla anlatılmış ve “Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi. Ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti.” (Tekvin, 1/31;  2/2) şeklindeki görüşe yer verilmiştir.

Buna göre, hadiste Yahudilerin Allah için “istirahat günü olarak ilan ettiği cumartesi günü” kaldırılmakla kalmamış, yaratılışın ilk günü olarak kabul edilmiştir. Ayrıca onlara göre yaratılış öyküsünün ilk gününün pazar günü olduğu hususu da yanlış olduğuna işaret edilmiştir. 

Bu noktalar da göz önüne alınırsa, söz konusu İsrailli sıralamayı değiştirerek onları tekzip etme ihtimalini akla getirmektedir.

- Bununla beraber, Hz. Peygamber (a.s.m), yaratılış safhalarından her birini bir gün olarak ifade etmiş olabilir, bu devirlerin -alem-i manadaki isimlerinin- haftanın isimleriyle özdeş olduğundan, anlaşılmayı kolaylaştırmak için onları  kullanmış olabilir...

12 Işınlanma olabilir mi? Canlı bir insan ışınlanabilir mi? Hücreler yok edilip tekrar bir araya getirilebilir mi?

Ayetler, Hz. Süleyman (as)'ın birçok mucizesinden bahseder. Bunlardan bazıları cinleri istihdamı (hizmet ettirmesi); karınca dahil, hayvanların dilinden anlaması ve onlara emirler vermesi; iki aylık yolu havada uçarak bir günde kat etmesi; Sebe melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapama anında Kudüs'e celp etmesi; içeri girdiği zaman havuza giriyormuş zannını verdirerek, Belkıs'a eteklerini toplatacak camdan bir saraya sahip olmasıdır.

a) Önce şunu hatırlatalım: Bu kadar mucizeye mazhar olan Hz Süleyman (as)'ın müstesna bir ilme sahip olduğu, yukarıda kaydedilen mucizeleri açıklayan ayetlerden önce belirtilir:

"Gerçekten biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik de onlar şöyle dediler: 'Hamd olsun o Allah'a ki bizi, mü'min kullarından çoğu üzerine üstün kıldı.' " (Neml, 27/15).

b) Belirtmemiz gereken ikinci nokta şudur: Müstesna ilme sahip olmakta onlar yalnız değildir. Ayet-i kerime, bilhassa Hz. Süleyman (as)'ın etrafında "kitaptan bir ilme sahip" başkasından da söz eder. Üstelik Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını Kudüs'e celp mucizesi, Hz. Süleyman'a, "kitaptan bir ilme sahip" bir kimse marifetiyle müyesser kılınmıştır. Ayet şöyle:

(Süleyman yanındaki istişare cemaatine) şöyle dedi: "Ey cemaat, onlar (Belkıs ve kavmi) bana Müslüman olarak gelmezden önce onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir? Cinlerden bir ifrit dedi: 'Sen yerinden kalkmadan önce, getiririm. Muhakkak onu taşımağa gücü yeten güvenilir bir kimseyim.' Kendinde kitaptan bir ilim olan biri de şöyle dedi: 'Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm.' Derken Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce dedi ki: 'Bu Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?' " (Neml, 27/38-40).

Ayette dikkatimizi çeken bir iki noktaya parmak basalım:

1) "Kitaptan bir ilme sahip olan kimse" nin cin olmadığı açık. Zira, aynı surenin 17. ayetinde "Bir de Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular toplandı. Bütün bunlar sevk ve idare olunuyorlardı." dendiğine göre, Hz. Süleyman (as)'ın istişare meclisinde yer alan ikinci mühim grup insandır. Melek değil. Öyle ise, o kimsenin insan olduğu görüşünde olan müfessirler daha haklı gözüküyorlar.

2) O kimsenin ilim almış olduğu "kitap" nedir? Herhalde dini bir kitap, söz gelişi Hz. Davud'a gelen Zebur olmamalıdır. Çünkü dini kitaplarda böyle bir tekniğin ilmi mevcut değildir, olamaz da.

3) İlmi, bir kısım kanun ve kaidelere dayanan kesin bilgi olarak anlayacak olursak, Hz. Süleyman (as)'a verildiği belirtilen ilmin yazılmış bulunduğu bir kitabın söz konusu olabileceği hükmünü ayetten çıkarabiliriz. Bu açıklamalardan şu netice çıkar: Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu mucizeler, bir kısım ilmi düsturlara dayanmaktadır. Bu düsturlar kitap halinde yazılmış olmakla kalmamış, bir kısım insanlara da öğretilmiştir. Hz. Süleyman, bunlara vakıf insanlardan müteşekkil güzide bir cemaatle saltanatını ve icraatını ilmi esaslar çerçevesinde yürütmüştür.

Eski devirlerde yaşayanların, Batılıların yakın zamana kadar ısrarla söyledikleri şekilde, vahşi, ilimsiz ve teknikten mahrum olmadıklarını gösteren bir başka haber, Hz. Süleyman (as)'ın yaptırdığı camdan sarayla ilgili olanıdır. Ayet şöyle:

"Ona (Belkıs'a): 'Saraya gir!' dendi. O (Belkıs) sarayı görünce derin bir su zannetti ve (ıslanmasın diye eteğini kaldırarak) bacaklarından bir miktar açtı. (Süleyman): 'O, camdan yapılmış şeffaf bir saraydır.' dedi." (Neml, 27/44).

Bu ayet, o devirde çeşitli ilim ve tekniğin son derece geliştiğini ifade eder. Çünkü mesken inşaatı, mühendislik ve mimarlıktan başka, demircilik, marangozluk, camcılık, tezyin, dekor gibi yüksek bir medeniyetin mahsulü olan pek çok ilim ve tekniği gerektiren bir sektördür. Kendisine ilim verilmekle mümtaz kılındığı belirtilen saltanat sahibi bir peygamberin, hükümran olduğu cemiyette, böylesi bir ilmi-teknik seviyenin olmadığı, her seferinde mucizevi yollarla bunları gerçekleştirdiği iddia edilemez.

Burada hatıra gelebilecek bir soru şudur: Hz. Süleyman (as) bu kitabı ne yapmıştır?

Varlığı hususunda tahmin yürütülmüş olan bu kitabın ilmine, mahdut sayılan kimseler vakıf olmuş olabilir. Nitekim İsrailoğulları'nın tarihi, dini kitapları olan Tevrat'ın bile mükerrer seferler maddeten yok edilmesi vakalarına sahne olmuştur. Öte yandan, dört bin yıldan fazla bir müddet fiilen hükümran olan koskocaman Mısır medeniyeti bile, devasa piramitlerine rağmen, asırlar boyu tamamen unutulmuş, bilinmez olmuş iken XIX. asırdan bu yana aydınlatılmaya başlanmış; dini, tıbbi, edebi, terbiyevi her çeşit kitapları ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca dünyanın her tarafında, geçmiş devirlerdeki insanların bıraktıkları son derece harika eserlere rastlanmaktadır. Bu eserler o kadar harikadır ki; daha önce de belirttiğimiz üzere, "Batı medeniyeti dışında medeniyet yoktur, insanlık mutlak bir vahşet devrinden düz bir terakki yoluyla Batı medeniyeti seviyesine ulaşmıştır." düşüncesini hala devam ettiren bir kısım Batılı yazarlar, o eserleri yorumda, çıkar yolu, onları, gökten inen devlerle izah etmede bulmuşlardır. Bizim açımızdan, çok garip görünse bile, peygambere, vahye inanmayanların düşecekleri safsatanın en makulü budur.

Peygamberlerin mucizeleri, ilmin o konudaki nihayi hududunu çizmektedir. Işınlama da Allah'ın bir kanunudur. İlim bu kanunu keşfettiği takdirde yapılması mümkündür.

13 İnsanlar ve cinler Allah istediği için mi yaratıldı, yoksa Peygamber Efendimiz yüzü suyu hürmetine mi yaratıldı?

Kâinatın -iç içe geçmiş- iki ve daha çok hikmet için yaratılmış olduğunu düşünmekte mantık açısından bir sakınca yoktur. Allah bir taraftan asıl hikmet ve gerçek illet olan “kendini tanıtmak” istediği için, diğer taraftan bu tanıtma işini en güzel yapan Hz. Peygamber (asm)'in yüzü suyu hürmetine yaratması, yine aklen bir mahzur taşımamaktadır.

Kâinatın yaratılış gayesi, Yüce yaratıcının varlığı ve birliğini tanıtmak ve onun hak mabud olduğunu gönüllere nakşetmektir. Özellikle şuurlu varlıktan cinlerin ve insanların sırf bu görevle yükümlü tutulduğunu,

 “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 50/56)

mealindeki ayetten anlamaktayız.

Demek ki, kâinatın yaratılmasının asıl hikmeti, asıl maksadı, gerçek hedefi, hakiki ille-i gaiyesi Rabbimizin kendini tanıtmak istemesidir. Bunu ikinci derecede takip eden bir hikmet, bir maksat da Allah’ın ilminde, bu kâinatın Allah’a olan şahadetini, kudret ve ilmine olan delâletini en güzel anlatacak olan Hz. Peygamber (asm)'in yaratılacak olmasıdır.

Bu konuda meşhur olan “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” manasındaki hadis rivayetinin, hadis otoritelerine göre senedi itibariyle sağlam bir aslı yoktur; fakat manası sahihtir. (bk. Aclûnî, 2/164; bk. Leknevî, el-âsaru’l-merfua, 1/44)

Deylemî, İbn Abbas’tan merfu hadis olarak şunu rivayet etmiştir:

"Cibril bana geldi ve dedi ki: Ya Muhammed! Sen olmasaydın cennet yaratılmazdı, sen olmasaydın cehennem yaratılmazdı." (Kenzu’l-Ummal, h. no: 32025)

Bu hadis yukarıdaki hadisin manasını desteklemektedir.

Bu hadisin manasının doğruluğunu şöyle açıklayabiliriz:

Allah kendini özellikle şu iki kitapla tanıtmak istemiştir:

a. Biri , ontolojik vahyin eseri, hârika bir nizam ve âhengin örgüsü olan kâinat kitabı,

b. Diğeri ise, bu kâinat kitabının ezelî bir tercümanı ve tefsiri olan ve bütün semavî kitapların esaslarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim.

İşte gerek kâinat kitabı olsun, gerek Kur’an olsun, Hz. Muhammed (a.s.m) gibi bir muallim olmaksızın, tamamen anlaşılmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. Halbuki anlaşılmaz bir kitap -ne kadar güzel olursa olsun- onu anlatan, açıklayan bir muallimi yoksa, o kitabın manasız bir tomar kağıttan farkı kalmaz.

İşte hadiste, Allah’ın en büyük tarifçisi / tanıtıcısı olan bu iki kitabın yegâne muallimi olan Hz. Muhammed (a.s.m)’in “şahsiyet-i Muhammediye” denilen bu unvanı dikkatlere sunulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, her şeyin şahsiyet-i Muhammediye için yaratıldığını söylemekte bir beis yoktur. Bu sebeple, ortada şaşkınlığa yol açan bir durum söz konusu değildir.

Bu konuyu biraz daha açarak anlatmakta fayda olabilir. Şöyle ki;

Allah kendi isim ve sıfatlarını tanıtmak için kâinatı ve insanları yaratmıştır. Kâinat da bir kitaptır; Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini göstererek onun varlığını ve birliğini ders veriyor. Ancak kâinat kitabının bu derslerinin insanlar tarafından çok iyi anlaşılmadığı bilinen bir gerçektir. Hz. Âdem’den beri binlerce peygamberin gönderilmesi bunun kanıtıdır.

Demek ki, insan aklı tek başına Allah’ın kâinat kitabıyla vermek istediği dersi anlayamaz. Anlamadığı için de Allah insan aklını eğitmek ve ona kâinat kitabını talim etmek üzere peygamberleri göndermiştir.  

Ancak, her peygamber o günün şartlarına uygun olarak insanların kapasitesine göre bu dersi kısaca talim etmiştir. Nihayet bütün vahiylerin temel esaslarını ihtiva eden Kur’an’ı Hz. Muhammed (asm)’e göndermiştir. Hz. Muhammed (asm) ise, gerek Kur’an ayetlerini tebliğ ederek, gerek Kur’an’ı açıklayan kendi -kavlî, fiilî, takrirî- sünnetiyle kâinat kitabını hiçbir peygamberin yapmadığı şekilde açıklamıştır.

Madem kâinat Allah’ın varlığına ve birliğine delil olsun diye yaratılmıştır, madem ki bunun delil cihetini sadece Hz. Muhammed (asm) ders vermiştir, öyleyse denilebilir ki, eğer Hz. Muhammed (asm) olmasaydı bu dünya da olmazdı. Çünkü anlaşılmaz bir kitap -ne kadar değerli olursa olsun- şayet onu açıklayan bir muallimi yoksa, o kitabın varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur.

Okuma-yazma bilmeyen bir çobana İbn Sina’nın o çok değerli “KANUN” adlı kitabını vermeniz ne ifade eder ki!..

Oysa aynı çoban bir okula gitse ve fizik, kimya, tıp derslerini veren bir üniversite okusa, o zaman bu kitap onun için de çok büyük değer ifade eder. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

“Anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.” (bk. Sözler, On Birinci Söz)

14 Kainat sonsuz mu, sonsuz değilse sonu nerede bitiyor? Kainatı sınırlayan bir şey var mı?

Mühendislikten ekonomiye kadar birçok alanda anahtar görevini gören sonsuz küçükler dx, dy, dt, dv gibi sembollerle gösterilirler. Sıfır limitine yaklaşan değişken bir miktara “sonsuz küçük” denir. “Sonsuz küçük” değişken bir büyüklük olup, sabit bir sayı değişkenlik özelliği taşımadığından “sonsuz küçük” olamaz ve “sonsuz küçük” her seferinde seçtiğimiz sayıdan daha küçük kalır. Sonlu sayıda sonsuz küçüğün toplamı da yine bir sonsuz küçüktür. Bir sonsuz küçüğün sonlu bir sayı ile çarpımı da yine bir sonsuz küçüktür.

Bir dairenin alanı, çemberin çevresi, kürenin hacmi, hız, ivme gibi büyüklükler sonsuz küçükler yardımıyla hesaplanır. Hiç matematik görmemiş bir insana dx’ i anlatmak zordur. Ancak bir kaç basit örnekle kafamızda canlanmasını sağlayabiliriz. Bir karıncanın bir A noktasından bir B noktasına gittiğini düşünelim. Bu karınca her seferinde önünde kalan yolun yarısını gitmektedir. Acaba bu karınca B noktasına varabilir mi? Bu olayı pratikte gerçekleştirmek tabiî ki mümkün değildir. Ancak teorikte bu karınca asla B noktasına varamayacak birçok tekrardan sonra B noktasıyla arasında çok küçük bir fark kalacaktır.

İşte bu fark bir sonsuz küçük, yani dx kadardır. Bir diğer örneği günlük hayatta uygulayabileceğimiz şekilde verelim. Bir kâğıda gelişigüzel çizilmiş eğri bir çizginin uzunluğunu cetvelle ölçmek isteyelim. Bunun en kolay yolu bu eğriyi küçük parçalara ayırmak ve bu küçük parçaları doğru kabul ederek cetvelle ölçmek, sonra da bunları toplamaktır. Bu şekilde, çizginin uzunluğunu bir miktar hata ile ölçebiliriz. Ayırdığımız küçük parçaların uzunluğu ne kadar küçük olursa, yaptığımız ölçüm gerçek değere o kadar yakın olur. Bu çizgiyi o kadar küçük doğrulara ayıralım ki yaptığımız ölçümde hata sıfır olsun. İşte bu ölçümde küçük doğruların uzunluğu dx kadardır ve pratikte bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.

Bu dx’ler integral adını verdiğimiz özel bir işlemle toplanır ve böylece sonlu yani sayısal bir değere çevrilir. Kısacası dx, hatasız bir şekilde ne sıfır ne de sıfırdan büyük herhangi bir sayı olarak kabul edilemez.

Bir Anahtar Olarak “dx”

Kâinat sonsuz büyüklükte değildir. Fakat bugün için ben, kâinatın büyüklüğünü idrak edemediğimden onu sonsuz olarak kabul edebilirim. Bu sonsuz büyüklükte kâinatın, Yaratıcı’sının kudreti yanındaki büyüklüğünün ancak dx kadar kaldığını düşünüyorum. Kâinatı yok olarak gören felsefi fikirlerin yanında kâinatı her şey olarak gören fikirlerin de mevcut olduğunu biliyorum. Ancak kâinatın dx kadar olduğunu kabul ettiğimden birçok soruya rahatlıkla cevap verebiliyorum. Yaratıcısının yanında dx kadar değeri olan kâinat, Sanatkâr’ının bilinmesi, tanınması ve idrâk edilmesi amacıyla yaratılmıştır.

Şimdi kâinatın yanında cismani büyüklüğümü düşünüyorum. Kâinatın büyüklüğünü idrâk edemediğime göre ben kâinatın yanında dx kadarım diyebilirim. Yani koskoca kâinatta farkedilemeyecek kadar küçüğün. Fakat bu hâlimle beni kimse yok sayamaz, çünkü dx kadar olan beni görmeden devasa kâinatın mahiyeti ve niçin yaratıldığı asla bilinemez. Kâinatın mahiyeti bilinmeden de Yaratıcı’nın isim ve sıfatları bilinemediğine göre bu dx kadar cismaniyetimin, O’nun sonsuz büyüklüğünü kıyas yoluyla idrak edebilmem için lütfedildiğini anlıyorum.

İşte kâinatın yanında dx kadar olan ben bunun farkında olmazsam kendimi kendimle çarpmış, yani dx’in karesi gibi küçülmüş olurum. Çünkü hiçbir şey olmadığının farkında olmamak iki boyutlu hiçbir şeyliktir. dx’in karesini ise dx’in yanında ihmal ederek yok sayarlar. Gerçekten bu halimle bana kimse kıymet vermez. Hele bir de dx kadar olan ben kendimi bir şey zannederek kibirlenirsem o zaman da dx’ in kübü gibi olurum. Öyle ya, gerçekte ben ne yeri delebilirim ne de dağların boyuna ulaşabilirim. dx’in kübünün de, yok farzedildiğini söylememe gerek yok herhalde.

dx kadar olan ben, şimdi de dünyada geçirdiğim hayatı düşünüyorum. Nedense hiç ölmeyecekmişim gibi geliyor. Buna sebep ne zaman öleceğimi bilmemem. Bu gerçekten Rabbimin çok büyük bir lütfu, bilseydim hiçbir şey yapmaz, oturur saliseleri sayardım.

Bir saniye veya bir milyon yıl, ne farkeder ki… Şimdi geride kalan ömrüm zaten yok olup gitmiş, geleceğe ise kavuşacağım belli değil; o halde hayatım sadece içinde bulunduğum andır. Bu yüzden bazı mütefekkirler ve filozoflar hayatın yokluğuna hükmetmiş. Bu anı rakamlarla ölçebilmem mümkün değil. O halde tek bir şeyle izah edebilirim, dx ile. Evet, sonsuz küçük kadar olan benim hayatım da dx kadardır. Hayır, iki katı desem ne farkeder ki, bu sefer de 2dx kadar olur, yine sonsuz küçük olarak kalır. Değişen sadece ismidir; dy veya dt adını alır ama yine de rakamlarla ifade edemem. Üç katı, beş katı olması da hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bir sonsuz küçüğün sonlu sayılarla çarpımı yine sonsuz küçüktür. Bunu da kolaylıkla ispat edebiliyorum kendi kendime. Mesela “bir saat ömrün kaldı” deseler ne yaparım? Herhalde eşe dosta haklarını helal ettirir, sonra da son anlarımı ibadetle geçiririm. “Bir gün ömrün kaldı” deseler ne yaparım? Herhalde biraz daha fazlasını yaparım. Peki, bir hafta ömrün kaldı deseler veya bir ay, bir yıl. Hiçbir şey farketmez her defasında iyilik eksenli bir hayat yaşamaya çalışırım. Demek ki gerçekten ne kadar uzun olursa olsun hayatım dx kadar…

Ancak burada dikkat etmem gereken bir durum var, aslında bu dx kadarlık hayatı hiçbir zaman küçümseyemem. Dünyada Yaratıcımı tanıyacak ve rızasını kazanacak şekilde yaşayacak kadar kalıyorum ya... Demek ki o dx gerçekten çok uzun bir süreymiş.

İlave bilgi için tıklayınız:

KÂİNAT (EVREN)

15 Tabiattaki çoğalma tesadüfi midir?

- Mucize olmayan ne var ki?

İçtiğimiz su, ciğerlerimize doldurduğumuz hava, bastığımız toprak, her akşam yıldızlarıyla üstümüze inen gece, güneş, ay... Hepsi de mu'cize değil mi?

İnsan Allah'a inandı mı, dilsiz taş, dağ ve yıldız yoktur, mucizesiz varlık yoktur. Acı çekip, çabalayıp kendini kelebeğe çevirmeye çalışan minik, alçak gönüllü bir tırtıl, mucizedir. Bir yumurta veya çekirdek, ışık dolu birer mucizedir.

Yumurtada canlının hayat programını yazan, çekirdekte dev ağaç fabrikalarının projelerini yerleştiren İlahi kudret, canlıları yeryüzü denilen eğitim meydanına göndermektedir. Hayat programlarında en ufak bir başıboşluk, gayesizlik görünmediği gibi, canlıların çoğalmaları da tesadüfe terk edilmemiştir. Her çevredeki canlılar birbirleri ile son derece iyi bir ahenk içindedir. Bu ahengin, insan elinin müdahalesi ile bozulması, telafisi güç zararları netice vermektedir.

Hayvanlardaki nüfus planlaması ile ilgili tespitleri dikkatli bir analizle ele alırsak, planlayan ilahi hikmetin nokta nokta yeryüzünü nasıl kuşattığını daha iyi anlayabiliriz. Ve yine anlayabiliriz ki, bu muhteşem planlamayı yapan, bütün canlıları mucizevi özellikleriyle yaratan; güneşi, havayı, ışığı, rüzgârı, hayat sahiplerinin imdadına gönderen; bitkileri hayvanların, hayvanları insanların imdadına koşturan, beden azalarını birbirlerinin yardımına, gıda zerrelerini beden hücrelerinin hizmetine yollayan Zat-ı Zülcelal'dir (C.C.)...

- Canlı topluluklarında, nüfus yoğunluğu artarsa ne olur?

Açlık faktörü başlamadan, nüfus kırıcı biyolojik bir mekanizma harekete geçer. Canlının hormon sistemi değişik çalışmaya başlar. Yumurtlama durur, cinsel organlarında gerileme başlar. Psikolojik davranışlar değişir: Tavşanlarda, tilkilerde, geyiklerde, farelerde olduğu gibi...

Bu büyük keşfi 1962'de J. Colhoun fareler üstünde yaptığı deneylerle ortaya koymuştur:

Vahşi Norveç farelerine bol gıda ve yer vermiş, hastalanmalarını önlemiş, yalnız nüfus yoğunluk faktörünü sağlamış, 27 ay sonra 20 çift fareden normal üreme temposu ile 5000 fare elde etmesi gerekli iken, ancak 150 fare kalmış, kapalı yerde bakılan fareler belirli bir nüfus yoğunluğuna ulaşınca, evvelce birbirine karşı şaşılacak kadar iyi davrandıkları hâlde, huyları değişmeye başlamıştır. Erkekler dişileri hırpalamaya başlamakta, dişiler yuva yapmamakta veya üstünkörü yarım bırakmakta, rasgele bir yerde doğurmakta, yavruları terk etmekte, sahipsiz yavrular diğerleri tarafından parçalanıp yenmektedir. Yavrularda ölüm % 90'a, anne ölümleri % 50'ye yükselmiştir. Durmadan boğuşma halindeki erkeklerin daha pek genç çağda bitkinleştikleri ve öldürüldükleri görülmüştür. Halbuki hepsine yetecek kadar bol gıda verilmiştir.

Otto Koenning de buna benzer bir deneme yapmıştır. Beyaz balıkçıllar Wilhenminenberg'teki Enstitü'de kapalı bir yere almış ve bol gıda vermiştir. Beyaz balıkçılların sosyal ve aile hayatları alt üst olmuş, çiftleşme çok aşırı bir ölçüye varmış, fakat yavrular azalmıştır. Kavgalar birbirini kovalamış, kar gibi beyaz balıkçıllardan kısa bir süre sonra geriye üstleri başları kirli, kanlı, kendi yumurta ve yavrularını bile çiğneyen birer zavallı hayvanlar kalmıştır. Yaşayabilen yavrular, yavruluktan kurtulamamış, büyüdükleri ve yemlik yem dolu olduğu hâlde annelerinin peşinden koşmaya devam etmişlerdir. Ne annelik, ne de babalık yapabilmişlerdir.

Aynı olaylar, hiç değişmeden tabii çevrede de görülmektedir. Mesela foklar, çoğalma mevsiminde bir adada üst üste yığınlar hâlinde toplanır, normal davranışlarını kaybederler. Kuzey denizinde İngiltere açıklarında Farne adası vardır. Çoğalma mevsiminde 4.000 kadar fok bu adada toplanır. Ada kayalıklarının üstü adeta bir et pazarına döner. Doğan yavruların çoğu bu kaynaşan hayvanların arasında ezilir veya açlıktan ölürler. Üremek için fokların yakındaki diğer adalara gitmeyip, yalnız bu adada toplanmaları ilgi çekicidir.

Âdeta bu adada nüfus yoğunluklarını ölçmektedirler. Böylece foklardaki nüfus patlaması önlenmektedir. Foklardaki bu program çok uzak bir zamanda ortaya çıkabilecek bir açlık tehlikesine karşı tedbir almalarını emretmektedir sanki.

Bir başka misal verelim: Kanada'da Suparior gölünde bir Royale adası vardır. Adada 600 baş Moose denen çok iri cüsseli bir geyik (ortalama 800 kilo) türü yaşar. 24 sene kadar evvel göl donunca Ontario'dan 19 ila 21 hayvandan ibaret bir kurt sürüsü adaya geçmiştir. Dave Mech, Philip C. Shelton, 10 sene süren bir araştırma ile geyiklerle kurtların ilişkilerini izlemişlerdir. Ada ormanlarını bir felaket halinde tahrip eden geyik sürüsünün sayısı kurtlar geldikten sonra hızla azalmış ve bugünkü 600 baş hayvan civarında duralamıştır.

Kurtlar bilindiği gibi sosyal organizasyonu kuvvetli ve zeki hayvanlardır. Belirli usullerle idare edilirler. Adada iki ayrı sürü halinde dolaşırlar. Büyük sürü 15 ila 17 fertten meydana gelmiştir. Cinsel hayatları yakından takip edilmiştir. Çiftleşme olmaktadır: Fakat 10 senedir, sürüye bir tek yavru eklenmemiş bulunmaktadır. Sürünün sayısı 21-22'nin üstüne çıkmamıştır. Her kurdun hayat sahası bir mil karedir. Geyiklerin sayıları ise 600'de karar kılmıştır. Sürünün yıllık yavru sayısı 225 kadardır. Kurtlar yalnız yaşlıları, hastaları, sakatları ve küçük yavruları avlamaktadırlar. Ve her iki-üç günde bir, tek hayvan avlayarak denge bozmamaya titizlikle dikkat etmektedirler.

Aslanların belirli gruplar halinde sosyal hayatları malumdur. Annelik, yavruları korumak, bakma hisleri örnek denecek mükemmeliyettedir. Fakat çevrede beslenme imkânları kötüleşmeye başlayınca beslenme hakkı yalnız hayatiyetini sürdürecek güçte olanlarındır. Öz anası dahi yavrusunu bir pençe darbesi ile uzaklara fırlatır. Bir deri, bir kemik hâlinde sürüyü takip eden ve nihayet ölünceye kadar yalvardığı hâlde pay alamayan çocuklarına asla kulak asmaz ve çoğalma fonksiyonunu koruyabilecek şekilde dişiler ayakta kalır.

Canlılarda çoğalmayı kısıtlamanın bir başka yolu daha vardır: Koku!..

Farelerin nüfus yoğunluğu bir dereceye ulaşınca erkeklerin pisliklerinden bir koku çıkmaya başlar. Ve bu koku dişileri kısırlaştırır. Gebe bir fare kafesine bir yabancı erkek sokulsa, değişik koku nedeniyle Fötüs'ün rahim içindeki gelişmesi durmakta veya düşükle sonuçlanmaktadır.

Un böceklerinde de böyle bir mekanizma işlemektedir. Unun gramında larva sayısı ikiye çıkınca çoğalma durur. Kurbağa tetartlarının kaynaştığı bir su birikintisine bir tetart salıverilse küçüklerin hemen yemekten kesildikleri ve kısa sürede öldükleri görülür. 120 litre suda bir büyük tetart altı küçük tetartın açlıktan ölmesine yeter. Hatta büyük bir tetartın bulunduğu su küçüklerin akvaryumuna dökülse yine aynı sonuç alınır. Bu şimik maddenin bir su birikintisindeki kurbağa sayısını ayarladığı anlaşılmıştır. Aynı gözlemler balıklarda da yapılmıştır.

Fillerde ayarlama bambaşkadır. Sosyal hayatları çok güçlü ve zeki olan filler, bir bölgede tehlike başlarsa uygun alanlara göç ederler. Doğu Afrika'daki Serengeti parkında 30 sene evvel hiç fil yoktu. 1958'de Grzimek, 60 fil saymış, sayıları 1964'de 800'e, 1967'de 2000'e çıkmıştır.

Uganda'daki Kurkizon şelalesindeki Milli Park'ta 10.000 fil birikmiştir. Fil sürüleri milli parklara sığmamaya başlayınca, her şey alt üst olmuştur. Fakat pek kısa süre sonra hayvanların nüfus sayılarını ayarlamaya başladıkları görülmüştür. Nüfus çokluğu fillerde dejeneresans yapmamıştır. Aksine normal ve sağlam dişilerin hayatlarını sürdürürken, dişilerinin doğumlarının aralarını uzatmaya başladıkları, doğum-çifteşme arasındaki normal iki ay üç günlük sürenin 6 ile 10 aya çıktığı görülmüştür.

Tüm hayvanlarda nüfus planlaması sağlam bir usulle idare edilirken, fireni boşalmış bir çoğalmaya, Lemming'lerde, çekirgelerde rastlanmaktadır. Fakat evvela bir felaket gibi Avustralya'yı istila eden tavşanların bile nihayet bir adaptasyon mekanizması kurdukları görülmektedir...

1959'da Thomas Austin adaya 24 tane tavşan salmıştır. (O zamanlardaki gemicilerin uzun deniz yolculukları için beraberinde canlı hayvanları da taşıdıkları bilinmektedir.) 6. senede tavşanlar 22.000.000 çıkmış ve sonunda bir felaket halinde kıtanın bitki faunasını alt üst etmiştir. Avlamalar, zehirlemeler, virüsle hastalık vermeler bu felaketle savaşmaya yetmemiştir. Fakat zamanla tavşanların kendi nüfuslarını ayarladıkları görülmüştür. Kurak mevsimlerde erkekler dişilere yaklaşmamakta, yaklaşmaya kalksa gebe hayvanlarda düşük olmaktadır. Ancak bol yağmurlu yıllarda, üreme temposu artmaktadır.

Biz Lemming ve çekirgelere dönelim, İskandinavya yarımadası civarında yaşayan kemirici hayvanlardan bir nevi sıçan türü olan Lemming'lerin 1967 baharında milyonlarcası adeta yerden fışkırırcasına ortalığı kaplamış ve sanki kollektif bir deliliğe tutulmuşçasına uzunluğu kilometreleri geçen kolonlar halinde Alaska'nın Tunduralarını, dağları, ırmakları, gölleri geçerek, bir tek istikamette ilerledikleri görülmüştür. 200 kilometrelik bir yolculuktan sonra Barrow burnunun sarp kayalarına ulaşmışlar ve Falezlerin tepelerinden bir an bile tereddüt etmeden Kuzey denizinin buzlu sularına atlamışlar ve ölmüşlerdir.

Buna benzer bir olay, Afrika'da şimdi nesilleri tükenmiş Antilop'larda görülmüştür. Nüfus fazlalaşınca 50.000'i aşkın hayvan sürülerinin çöllere doğru çılgınca göç ettikleri ve öldükleri bilinmektedir.

Çekirgelerde de davranış başka türlü değildir. Çekirgeler belirli bir yoğunluğa kadar oldukları yerde yaşarlar. Yoğunluk bir ölçüyü aşar aşmaz, ani bir değişme olur, boyları büyür, renkleri değişir, hemen gruplar ve sürüler teşkil eder ve sonunda milyarlarcası kilometrelerce süren gruplar hâlinde önüne gelen her bitkiyi tahrip ede ede çöllere veya denizlere açılır ve ölürler.

Afrika'da 3.200 km. uzağa Atlantik ortasına kadar gelen çekirge sürüleri görülmüştür. Hayvanların sadece doğum miktarlarının değil, cinslerinin de ayarlandığına dair deliller vardır.

Biyoloji bakımından dişi ve erkek organizmaların meydana gelmesi aynı şansa sahiptir. Fakat herhangi bir şey erkek ve dişi arasındaki dengeyi bozdu mu, araştırmacıların hiçbir şekilde anlayamadıkları bir ayarlama mekanizması vasıtası ile denge tekrar kurulmaktadır. Eğer erkeklerin sayısı fazla ise, doğumlarda dişi miktarı artmakta ve iki taraf eşit oluncaya kadar böyle devam etmektedir, dişi sayısı fazla ise, o zaman da doğumlarda erkek sayısı artmaktadır.

Bu ayarlama mekanizmaları insan toplumlarında da tesirlerini göstermektedir. Özellikle bu, savaş sonraları pek açık seçik olarak görülür. Savaş yüzünden erkeklerinin çoğunu kaybeden bir ülkede yeni doğanların büyük bir kısmı erkektir.

Bizi asıl ilgilendiren olayın kendisinden çok, bu fizyolojik mekanizmaların arkasında hangi gücün olduğu, hangi ilim ve kudretin onun işlemesini belirlediğidir. Ne insan ne de hayvan, çocuklarının cinsiyetini önceden tespit edemez ve buna tesir edemez. Buna rağmen cinslerinin dağılması bir kanun düzeniyle akıp gitmekte, canlılar takım takım, bölük bölük hayatlarını devam ettirmektedir.

Güneşe, dünyaya, denizlere, dağlara, hasılı kâinata hükmeden ve bunları hayatın yardımına koşturan, sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka, hadsiz derecede harika olan şu idareye hiçbir şey karışamaz. Çünkü; şu birbiri içindeki takım takım, bölük bölük nevilerin hepsini birden idare edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracaktır. Bir kelebek, yaratıcısını gösterdiği gibi, canlılar arasındaki ahenk ve plan da Rabbimizi bildiren parlak bir mucize değil midir?

16 Teşriî ve tekvinî kurallar nelerdir?

Allah'ın kainatta koymuş olduğu fiziki kanunlar vardır. Yer çekimi kuvveti, suyun kaldırma kuvveti gibi,.. bunlara kevni (tekvini) kanunlar denir. Mesela, bitkiyi sulamazsanız kurur; bu kevni kanundur. Kainatta kurulu düzene, fizik kanunlar bütününe kevni (tekvini) kanunlar denir.

Teşrii kanunlar ise, Allah'ın indirdiği dinin hükümleridir. Bunlar gerek ibadetler konusunda gerekse de insanlar arasındaki münasebetleri düzenleyen kanunlardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

TEŞRÎ...

17 Cevher ve araz nedir? Cevher arazdan ayrı yaşayabilir mi?

Cevher, bir şeyin maddesi demektir. Araz ise, o maddenin varlığın bağlı olarak ortaya çıkan bir özelliktir. Mesdela: demir bir cevherdir; onun sertliği ise bir arazdır. Gümüş bir cevherdir, onun beyazlığı ise bir arazdır. 

Diğer bir ifadeyle, varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtaç olmayan maddeler cevherdir, başka şeye muhtaç olan hassalar, özellikler, sıfatlar arazdır. Meselâ elma, altın birer cevherdir. Bunların rengi, kokusu, şekli ise arazdır. Renk cisim ile vardır, onun üzerinde görünür, cisim olmazsa, renk olmaz. Kâinatın tamamı cevher ile arazdan meydana gelmiştir.

Bu gerçeği kavradıktan sonra, cevher ile arazın ezeliyetinden söz etmenin mümkün olmadığı kolayca anlaşılır. Çünkü cevher de araz da sonradan var edilmişlerdir.

18 Maddeciler maddenin ezeli olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz?

Maddeciler, maddeye, o cansız, şuursuz ve iradesiz varlığa uluhiyet isnat etmelerinin saçmalığını, kendi iç âlemlerinde, çok iyi bildiklerinden, oyunlarını bir başka sahada sergilemeyi tercih ettiler. Maddenin ezelî oluğunu iddia etmeye başladılar. Bu, maddeye “İlâh” demenin bir başka şekliydi. Ama bunu bir felsefe olarak ileri sürdüler ve kendini adatmak isteyen gafillerden, oldukça taraftar da buldular.

Evrimciler, insanı anne ve babasının yaptığını iddia etmenin ne kadar saçma olacağını çok iyi bildiklerinden, onun yaratılışını milyonlarca yıl öncesine götürüp, meseleyi bir başka hayvandan evrimleşme şeklinde açıklamaya kalkıştıkları gibi, bunlar da insanı aynı oyunla maziye götürüyor, maddenin ezeliyetiyle meşgûl ederek ona kendi yaratılışını unutturuyorlardı. Maddenin bir yardımcı mahlûk olduğu meydanda iken, onu bir ilâh olarak takdim etmeğe çalışıyorlardı.

Nur Külliyatı'ndan bütün materyalistleri susturan bir hakikat dersini burada aktarmak isteriz: 

“Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır.” (Muhakemat)

Hudus, bir şeyin sonradan meydana gelmesi; bir başka ifadeyle, bir şeyin evvelinin olması demektir. Hadis, ise evveli olan şeye deniliyor.

Maddenin hudusu, yani sonradan var edilmesi muhakkaktır, çünkü suret değiştiriyor ve hareket ediyor. Bir hareketi bir başkası takip ediyor. Bu ikinci hareketle, birinci hareket ortadan kaybolmuş oluyor.

Yukarıdaki hakikat dersinde, maddenin sıfatlarının hâdis olduğu ortaya konuldu. Hareket hadistir, bir hareketin yok olması ve yerine bir başkasının gelmesi her iki hareketin de hadis olduğunu gösteriyor. Buna göre madde bu hadis sıfatları taşıdığından, kendisinin de hadis olması icap eder. Zira hadis sıfatlar ancak hâdis olan bir varlıkta bulunabilir. Bu son hüküm “hudusu muhakkaktır" ibaresiyle net biçimde ortaya konulmuş.

Aynı şeyi suret için de söyleyebiliriz. Madde, suret yani şekil değiştirdiğine göre, önceki şekli de sonradan takındığı suret de hâdistir. Hâdis bir sıfatı taşıyanın kendisi ezelî olamaz, o da hâdistir, sonradan yaratılmıştır, mahlûktur.

Başta da kısaca değindiğimiz gibi, maddenin ezeli olduğu iddiası maddecilerin ve materyalistlerin kendi batıl davalarını ispat edememelerinden doğmuştur.

Bir cam kâseyi düşünelim: “Onun aslı olan cam, kâse hâlini nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin verecek cevabı yoktur.

Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.

İşte, şu kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü, gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bu gün gördüğümüz hâlini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren ve geliştiren biri var.

Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri bu gün bir taksi yahut uçak hâline gelmişse, biraz düşünmek ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim doyurabilmektedir.

19 Evrenin / kâinatın yaşı hakkında bilgi verir misiniz; altı günde yaratılması ne anlama geliyor?

Âyet ve hadislerde kânatın yaşıyla ilgili net bir bilgi bilmiyoruz. Kur'an-ı Kerim'de "semaların ve yeryüzünün altı günde yaratıldığı" ifade edilmektedir.

Kur'an'da yedi farklı âyette bildirilen evrenin yaratılış süresinin, zamanın akış katsayısındaki farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda "gün" kavramının farklı yorumlanmasına neden olmaktadır.

Kur'an'da bildirilen altı günlük süreyi, altı devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, dünya üzerinde algılanan yirmi dört saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim bu ayetlerde (Secde, 32/4; Yunus, 10/3; Hud, 11/7; Furkan, 25/59; Hadid, 57/4; Kaf, 50/38; Araf, 7/54) geçen altı gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir.

Bu açıdan evrenin yaşıyla ilgili net bir bilgiyi söylemek uygun olmayabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

-  Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir? ...

20 Allah'ın inşa ve ibda diye iki tür yaratması var. Yoktan var etme devam ediyor mu?

İbda’, Cenab-ı Hakk’ın misilsiz, modelsiz bir şekilde yoktan yaratması; inşa ise, yarattığı elementlerle yeni yeni varlıklar vücuda getirmesidir.

İlk yaratılış ibda iledir. Çünkü, bu kainattan evvel bir başka kâinat yoktur, her şey ilk defa icat edilmiştir. Daha sonraki yaratılışlar ise, daha çok, inşa iledir. Elementler vasıtasıyla her an yeni yeni şeyler yaratılmaktadır.

Aslında her inşa’da bir ibda’ vardır. O varlığın elementleri dışında kalan bütün özellikleri, başka varlıklardan farklıdır. Mesela, şu anda dünyada yaşayan altı milyar insan, madde itibariyle önceden vardı. Onları meydana getiren atomlar, havada, suda, gıdalarda dağınık vaziyette idi. Fakat, her insan simasıyla, sesiyle, parmak iziyle, hususi kabiliyetleriyle diğerlerinden farklı olduğundan, bu inşa’da bir ibda açıkça kendini göstermektedir.

Cenab-ı Hak, element harfleriyle, her an ve her zaman yeni yeni kudret kelimeleri yazmakta, şuur sahiplerinin nazarına göstermektedir.

İnşa fiili, maddî varlıklar için söz konusudur. İnsanın ruhu ve melekler gibi ruhani varlıklar ise, tamamen ibda’ ile yaratılmışlardır.

İbda, bir şeyin tedric kanununa tabi olmaksızın birden ve en mükemmel şekilde yaratılmasıdır. İnşa ise, bir şeyin bir ilk noktadan başlayan bir terbiye ile safha safha ilerlemesi, tedricen kemale ermesidir.

Eşyanın İlahi ilimdeki teşekkülleri ibda iledir. Yani bunlar yoktan vücut bulurlar. Bu ilmî vücutlara mahiyet denilmektedir. Bu mahiyetler harici alemde yaratıldıklarında hakikat olurlar. Bu yaratma da iki şekilde olur. Ya ibda ile, zamansız bir anda vücut bulurlar. Yahut inşa ile kademeli olarak yaratılırlar. Kainatta bu iki tür yaratılışın sonsuz örnekleri vardır.

Kainatın bir küçük misali olan insanda da bu iki tür yaratılış açıkça görülmektedir. Bir insanda hem ibdanın hem de inşanın örnekleri vardır. Beden ve ona takılı organlar inşa ile ruh ve his dünyası ise ibda ile yaratılmışlardır. Anne rahminde inşa edilen insan bedenine bu inşanın belli bir safhasında ruh ilka edilir. Ruhun yaratılması da bedene ilka edilmesi de ibda iledir.

Söylenen mübarek bir kelimeden melek yaratılması da yine ibda iledir.

Özellikle madde aleminde inşa daha fazla görülür. Bu dünya hikmet dünyası olduğundan kainatın yaratılışı altı devrede gerçekleşmiş, bu hal kainatta yaratılan bütün maddi varlıklara da aksetmiştir. Dünya güneşten koptuktan sonra bir anda bugünkü halini almadığı gibi, bir çekirdek de anında ağaç olmuyor, bir yumurta hemen kuş haline gelmiyor. Ahiret ise kudret alemi olduğundan orada ibda hakim olacak, yenilen meyvenin yerine yenisi anında gelecektir.

Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. Mesela; dünyanın ve kainatın yaşı muhtelif de olsa bellidir. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan başka her şey için bir başlangıç vardır. Ayrıca yaratılan şeylerin zaman aşımına uğraması ve yıpranması ve ölümleri ise onların ezeli olmadığını gösterir.

Mutlak yokluk yoktur. Allah (cc) vardı hiçbir şey yoktu. Fakat İlm-i İlahide her şey mevcut idi. Allah irade etti kudreti ile ve kün emriyle, alemi daire-i ilimden, daire-i kudrete geçirdi, yani yarattı.

Maddenin başka şeye çevrilmesi mutlak yokluk olmasa da; madde sıfatlarla kaim olduğundan dolayı o sıfatlar gidince o madde de gider. Mesela; bir insanın hafızasında İstiklal Marşının olduğunu düşünelim. Bu daire-i ilimdir. Yazınca daire-i kudrete geçer. Yani meydana gelir. Silinirse tekrar kudretten ilme geçer.

Esas varlık, ilimdeki varlık olduğundan dolayı gözden kaybolma veya sayfadan silinme hakiki yokluk değildir. Önemli olan ilimdeki vücuttur. Mutlak yokluk yoktur; fakat nisbi bir yokluk oluyor. Diyelim ki bir kağıdı yaktık. Duman ve kül meydana geldi. Fakat kağıtlık maddesi gitti. Başka şey oldu. Çünkü kül ve dumana kağıt denmiyor. Netice itibarıyla var olan eşyayı değiştirmek hakiki yokluk manasına değildir. Nisbi olarak yok olma manası anlaşılır. Allah isterse istediği an varı yok eder, yoku da var eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?

21 Kâinatın içinde olup bitenleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu sorunun kısa cevabı şöyle verilebilir:

“Kâinat Allah'ın mülküdür, onda olup bitenler de yine Allah'ın ilahi icraatlarıdır. Bu bakış açısıyla neye baksak hem ilmimiz artar hem de tefekkür sevabı kazanırız.”

Sorunun cevabı, mahlukat alemini İlâhî sıfat ve isimlerin tecelligahı bilme idraki içinde yazılmış bütün ilmi eserlerdir.

Burada kısa bir değerlendirme yapmakla yetineceğiz:

Düşünüyorsunuz, zihniniz bir fikir üzerinde yoğunluk kazanıyor ve sonunda bir sonuca ulaşıyorsunuz. Fikir zihninizden doğmuştur ve onu bilen tek insan da sizsiniz. Elde ettiğiniz bu manevî mahsulünüzden başkalarının da faydalanmasını arzu ediyor ve onu yazıya döküyorsunuz. Böylece, ilim ve fikir, kâğıt ve mürekkeple kendini göstermiş oluyor. Ne kâğıtta, ne de mürekkepte ilim olmadığını çok iyi bilenler hükümlerini tereddütsüz veriyor ve bu kâğıt, diyorlar, ilme mazhar olmuş, onda ilim okunuyor, her cümlesi bilgi saçıyor. Bu hükümle birlikte nazarlar size dönüyor, teşekkür size ediliyor, tebrikleri siz alıyorsunuz.

Öteden kendini bilmez bir grup çıkageliyor. Yazıyı okur okumaz başlıyorlar kâğıda övgüler yağdırmaya. Bu da nasıl olur, demeyiniz. Her gün dergilerde, yahut ders kitaplarında bunun yüzlerce, binlerce misâlleriyle karşı karşıya değil miyiz?

Mahsûle bakarak tarlayı methedenler bundan farklı bir şey mi yapıyorlar. Anatomi kitapları insan bedenindeki ince hikmetleri ruhsuz bir üslûp ile anlatırken bunun bir benzerini sergilemiş olmuyor mu?

Burada masdar (sudur yeri, çıkış noktası, kaynak) ile mazhar (onun zahir olduğu, göründüğü mekân) birbirine karıştırılmaktadır.

- Kitap ilimden çıkıyor; masdar ilimdir, kitaplar mazhar.
- İbadet imandan çıkıyor; masdar imandır, ibadet mazhar.
- Sadaka merhametten çıkıyor; masdar merhamettir, sadaka mazhar.
- Şu uçsuz bucaksız feza âlemi kudretten çıkıyor; kudret masdardır, âlemler mazhar.
- Hücreler, çekirdekler, genler, atomlar hikmetten haber veriyorlar; hikmet masdardır, bunlarsa mazhar.
- Misâlleri çoğaltabilir ve bir cümlede özetleyebiliriz:
- Mahlûkat mazhardır, ilâhî sıfatlar ve isimler ise masdar.

Bütün fen bilimcilerimiz varlık âleminin mazhar olduğu ilâhî ilim ve hikmetten anlayabildiklerini yazıya dökmekle şeref kazanıyor, bilim ödülleri alıyorlar. Ama bazıları, bu cansız ve şuursuz varlıklarda tecelli eden ilmin kaynağını, araştırmaksızın onları anlamaktan dem vuruyor ve alkış topluyorlar.

Halbuki, hikmetle yapılmış bir varlık olarak, bir başka varlığı anlamaya çalıştıklarını düşünseler, hem kendilerine hem de o varlığa bu mânâ deryasının nereden geldiğini düşünseler, gerçeği bulacak, hakka erecekler.

22 Kâinat daha önce nasıldı?

 “Allah vardı, fakat onunla beraber hiçbir şey yoktu.” (bk. Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.)

mealideki hadiste, Allah’ın ezeliyetine / evvelinin olmamasına ve kâinatın sonradan yaratıldığına dair vurgu yer almaktadır.

 “O öyle bir Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise, Arş’ı su üstünde idi.” (Hud, 11/7) 

mealindeki ayette, ilk yaratılan maddenin su / hidrojen ve esir maddesi olduğuna işaret edilmektedir. 

 “Hakkı inkâr edenler görüp bilmediler ki; göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları biz ayırdık ve hayatı olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 21/30)

mealindeki ayette ise, gök ile yerin aynı kosmos hamurundan yaratıldığı, daha sonra değişik parçalara ayrıştırıldığı, mevcut yer, güneş ve gezegenlerin belli yerlere yerleştirilerek bir nizam ve intizam oluşturulduğuna işaret edilmektedir.

 “Sonra (yeri yarattıktan sonra) Allah’ın iradesi bir gaz hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere ‘İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin.’ diye buyurdu. Onlar da: ‘Gönüllü olarak geldik.’ dediler.” (Fussilet, 41/11)

mealindeki ayette ise, gök cisimlerinin bir zamanlar birer gaz kütlesi / nebülozlar halinde oldukları, daha sonra yer ile gök, özellikle yerküresinin içinde bulunduğu güneş sisteminin üyeleri olan cisimlerin, harika bir düzen içerisinde tanzim edildiğine işaret edilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?

Göklerin ve yer küresinin altı günde yaratılışının hikmeti nedir?

Allah’ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda, aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?  

Allah kainatı neden yarattı?

Kur'an-ı Kerim'e göre insanın yaratılışı nasıldır?  

İnsan niçin yaratılmıştır; gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

23 Kıyametle beraber kainat ve yerküresi, ahiret göklerine ve yerlerine mi dönüşecektir?

Bilindiği üzere, istikbale ait bu gibi gaybî konular hakkında akıl yürütme imkânımız yoktur. Bu konular semiyattandır, yani duyduğumuz şeklinin ötesine fazla gidemeyiz.

Ehl-i sünnet alimlerine göre cennet ve cehennem şu anda mevcuttur. Buna göre, kıyametten sonra bugünkü dünyanın karanlıklı taraflarından olan kısımları cehenneme, nurlu taraflarından olan kısımları ise cennete eklenecektir.

Sizin de işaret ettiğiniz gibi, Kur’an’ın kıyamet esnasındaki yer ve gök durumuyla ilgili tasviri şöyledir:

“Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, ona layık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya / yerküresi kıyamet günü onun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer, 39/67)

“Gün gelir, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir. Bütün insanlar kabirlerinden kalkıp tek hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim, 14/48).

Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace, Ahme b. Hanbel’in rivayet ettiklerine göre, bu ayet hakkında ilk defa Resulullah (a.s.m)’a soru soran Hz. Aişe’dir. Ya Resulellah! Yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrildiği kıyamet gününde, insanlar nerededir?” diye sorunca, Peygamberimiz (a.s.m) “İnsanlar o gün sırat köprüsünün üstündedir.” buyurdu.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

Razî ve İbn Aşur’un bu konudaki görüşleri genel bir değerlendirme açısından önemlidir: Onlara göre, kıyamet günü yer ve göklerin değişmesi, eski alemin yeni bir aleme değişmesi manasına gelir. Bu da şu iki şekilde düşünülebilir: Ya kıyametten önceki vasıflarının, bilinen nizam ve düzenlerinin değişmesiyle, ya da  mevcut yer ve göklerin yok edilip yerlerine başka yer ve göklerin var edilmesiyle gerçekleşecektir. (bk. Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kıyamette, yer ve gökler yok olduktan sonra tekrar yaratılacak mıdır?

KIYAMET.

24 Kâinatın yaratılışı nasıl oluyor, biz nasıl yaşıyoruz, gayemiz ve görevimiz nedir?
25 Evrenin genişliği sonsuz mudur?

Kâinat da mahluk olduğu için onun da bir sonu vardır. Ancak insanlar açısından büyüklüğü anlaşılamadığı için sonsuz denilmiştir.

İlave bilg için tıklayınız:

Sonsuzluk anlaşılabilir mi?

26 Kainat ve içindeki varlıklar niçin yaratılmıştır?

Bir san’atkârın, vücuda getirdiği eserini, her şeyden önce kendisinin defalarca seyredeceği muhakkaktır. San’atının güzelliğiyle o, bundan iftihar duyacaktır. Ayrıca yaptığı bu eserini, san’attan anlayanlara da göstererek, onların hayret ve takdirlerini toplamak ve kendisini onlara beğendirmek arzu edecektir. Hattâ bu istek ve arzusunu gidermek için, bazen, bir sergi de açacaktır. Bu hal, istisnasız bütün san’atkârlarda, meziyet ve hüner sahiplerinde vardır.

Kâinatın ve içindeki varlıkların yaratılış hikmetine bu küllî kanun ışığında bakabiliriz. Zira Cenâb-ı Hak da, kendisinde bulunan güzel sıfatlarını ve bu sıfatların tecellilerini; “esmâ-i hüsna” tabir edilen güzel isimlerinin cilvelerini, gizli ve nihayetsiz rahmet hazinelerini, çeşitli eserlerinde hem bizzat kendisi görmek ve seyretmek, hem de başkalarına göstermek ve tanıttırmak, sevdirip övdürmek istemiştir. Bu sebeple de bu ihtişamlı kâinat sarayını, bu geniş ve büyük âlemi -içindeki seyirci mahlukatla birlikte sonsuz kudret ve hikmetiyle yaratmıştır.

Bu gaye ve hikmete, bir hadis-i kudside de şöyle işaret edilmektedir:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek, tanınmak istedim, bu sebeple de beni tanımaları, gizli güzelliklerimi bilmeleri için varlıkları yarattım.” [bk. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132 (2016. hadîs); İşâratü’l-i’câz, 4; İsmail Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, II, 3]

Muhyiddin-i Arabî, bu kudsî hadîsi “Mahlûkatı yarattım ki, bana ayna olsun ve o aynada güzelliğimi göreyim.” mealinde tefsir etmiştir. (bk. İşâratü’l-İ’câz)

Bir âyet-i kerimede ise, insanların yaratılış gayeleri hususunda şöyle buyurulmaktadır:

“Ben insanları ve cinleri, ancak beni tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 51/56)

Ayet-i kerimede geçen “Liya’budûnî” yani “bana ibadet etmeleri için” kelimesine İbn-i Abbas Hazretleri, “liya’rifûni” yani “beni tanımaları, bilmeleri, iman etmeleri için” mânâsını vermiştir. (bk. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132)

İbn-i Abbas’ın bu tefsiri, yukarıdaki kudsî hadîsin anlamını te’yid etmektedir. Bu hadîs ve âyetten, kâinatın ve içinde bulunan mahlûkatın ve özellikle de insanın yaratılışındaki hikmet ve gayenin; Allah’ı îman ile tanımak; O’na ibadet etmekle, tanıyıp itaat ettiğini ve sevdiğini bildirmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Kur’an’a göre göklerin ve yerin yaratılışı nasıl olmuştur?

Kur’ân-ı Kerîm’de, göklerin ve yerin altı günde,(1) dünyamızın ise iki günde yaratıldığı (Fussilet, 41/9) ifade buyrulmaktadır.

Bazı kimselerin, kâinatın milyonlarca yılda meydana geldiğini ileri sürerek, Kur’an’ın bu hükmünü tenkid etmeye kalkıştıkları görülmektedir. Halbuki, bu âyetlerde “Gün” diye bahsedilen zaman süresi, yirmi dört saat süren dünya günü değildir. Yirmi dört saatlik gün mefhumu, insanların dünyamızın kendi etrafında bir kere dönüşünü esas alarak tespit ettikleri bir zaman birimidir. Halbuki gökyüzünde kendi ekseni etrafında dönüşünü binlerce senede ancak tamamlayabilen yıldızlar vardır. O yıldızların bir günü, yani, kendi etraflarında bir kere dönmeleri, dünya günüyle binlerce senedir. Kur’an’da bizim günümüzle “bin” ve hattâ “elli bin” seneye denk olan günlerden bahsedilmektedir. Yine Kur’an’da meleklerin, böyle dünya günü ile elli bin sene süren bir günlük süre içinde Allah’a uruc ettikleri (yükseldikleri) anlatılmaktadır. (Hac, 22/16; Secde, 32/5; Meâric, 70/4)

Şu halde, yer ve göğün yaratılışı ile ilgili âyetlerde geçen “gün” tabiri, müddetini ancak Allah’ın bildiği bir “DEVİR” ve “SAFHA” mânâsındadır. Yani, Allah gökleri ve yeri “ALTI DEVİR”de, 6 ayrı safhada yaratmıştır. Dünyamız ise “İKİ SAFHA”da teşekkül edip bugünkü şeklini almıştır.(2)

Şimdi âyetlerin ve ilmin ışığı altında bu yaratılış safhalarına bir göz atalım:

Cenâb-ı Hak, ilk önce, su gibi akıcı olan ve kâinatın her tarafını kuşatmış bulunan “esir” denen bir maddeyi yaratmıştır. Gökler ve yer de bu esir maddesinden yaratılmıştır. (3) Şöyle ki:

 “Semâvat ve arz birbiriyle yapışıktı. Sonra onları birbirinden ayırdık." (Enbiyâ, 21/31)

mealindeki âyetin işaret ettiği ve müsbet ilmin de tasdik ettiği gibi, güneş sistemi ile dünyamız, Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle esir maddesinden yoğrulmuş bir hamur şeklinde birbirine bitişik idi. Esir maddesi, diğer maddelere nazaran su gibi akıcı bir özelliğe sahip ve her yere nüfuz etme kabiliyetinde olan bir maddedir. (Ve kâne arşuhu ale’l-mâi) ayeti bu esir maddesine işaret etmektedir ki, “Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ı, akıcılık ve nüfuz kabiliyeti sebebiyle, bir nevi su hükmünde olan bu esir maddesi üzerinde idi.” demektir.

Esir maddesi, hiçten yaratıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın, çeşitli icatlarına ilk ve temel madde olmuştur. Yani, yüce Allah esir maddesini yarattıktan sonra, onu atomlar haline getirmiştir. Sonra bu atomları gaz ve sıvı kütleler halinde birbirinden ayırarak bir kısmını kesifleştirmiştir. İlk katılaşıp yoğunlaşan kütle de dünyamız olmuştur.

Böylece, gökyüzündeki yıldız ve gezegenler, uzun müddet, önce gaz, sonra likit bir ateş kütlesi halinde kaldığı halde,(4) yeryüzü hepsinden evvel yoğunlaşıp katılaşıp acele kabuk bağlayarak hayata menşe’ olmuştur. Bu itibarla, dünyamızın yaratılışı ve teşekkülü; göklerden ve diğer gezegenlerden evvel olmuştur.(5)

Fakat yeryüzünün yayılıp düzenlenmesi ve üstünde insan neslinin yaşamasına elverişli hale gelmesi ise; semâvatın tam olarak teşekkülünden, yayılıp tanziminden sonradır. “Arzı da semâvatın tesviye ve tanziminin ardından (geoit şeklinde) yayıp düzenledi”(6) mealindeki âyet-i kerîme bu hususu ifade etmektedir.

 “Yer ile gök birbirlerine yapışık idiler, sonra biz onları birbirinden ayırdık." (Enbiyâ, 21/31) mealindeki âyetin ifadesinden de yaratılışın başlangıcında yerin ve göklerin beraber oldukları; sonra birbirlerinden ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Böylece bu üç hüküm arasındaki, görünüşteki zıtlık giderilmiş olur.(7)

Dipnotlar:

1. Hud, 11/7.
2. Bu hususta tafsilâtlı bilgi için bk.  M. Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s. 241-244
3. bk. İşâratü’l-İ’câz, s. 238-239. Esir maddesi hk. geniş ’bilgi için bk: a.g.e., s. 239-240; Lem’alar, s. 60, 61, 323; Zafer dergisi, sayı:15, s. 7; Bilim ve Teknik, sayı: 112, s. 6.
4. Fussilet, ll’de “sonra semaya yöneldi; o, yani sema, duman (buhar, gaz) halinde idi.” denilmektedir ki, semâvatın teşekkülünden evvel gaz halinde olduğuna işaret edilmektedir.
5. Bakara sûresinin 29.âyetinde, dünyamızın teşekkülünün semâvatın teşekkülünden önce olduğuna işaret edilmektedir.
6. Nâziat, 79/30. Yeryüzü, insanın yaratılışından çok önce hayata menşe’ olmuştu. Bitkiler ve hayvanlar, insandan önce yaratılmış, yeryüzünün ilk canlıları idiler. İlmî kazılar bu hususu artık ispatlamıştır.
7. İşâratü’l-İ’câz, 238-239. Bu üç hüküm: Birincisi, arzın semâvattan evvel yaratıldığı; ikincisi, semâvatın arzdan önce teşekkül ettiği; üçüncüsü de, arz ve semanın başlangıçta birbirine yapışık olup sonradan birbirlerinden ayrıldıkları hususudur. Yukardaki izahattan, her biri bir âyete dayanan üç hükmün de doğru olduğu, birbirini nakzeden bir durum bulunmadığı anlaşılmaktadır.

27 İmam-ı Gazali'nin "Daire-i imkânda bu mükevenattan daha bedi, daha güzel yoktur." sözünü açıklar mısınız?

Yani kâinatta bulunan her şey en güzel şekliyle yaratılmıştır. Bundan daha güzeli düşünülemez. Daha güzeli imkan dairesinde yoktur.

Mesela, insanın şekli en güzeldir. İnsan için daha farklı ve daha güzel bir şekil imkan dairesinde yoktur. Allah insana en güzel ve en hikmetli olanını vermiştir. Yer şekilleri gök yüzü en güzel şekliyle tanzim edilmiştir. Bundan daha güzel bir tanzim imkan dairesinde yoktur. Allah her şeye en güzelini takdir etmiştir. 

Ayrıca, "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur." ifadesi şu anlamı da içermektedir: Allah'ın, kudret ve ilmi gibi diğer sıfatlarında mübalağa ve mücazefeye gidenlere bir cevap niteliğindedir. Allah, daha büyüğünü daha mükemmelini yaratır diyenlere karşı "elbetteki daha büyüğünü daha mükemmelini yaratır. Ancak değerlendirmeyi yaparken kainat standartlarını esas almak lazım. mevcut standartlar içinde en mükemmel budur.

Mesela; Allah, ağaçların boylarını beş yüz veya bin metre olarak yaratamaz mıydı? Elbette ki yaratabilirdi. Ancak hüsün ve kemalat yalnız uzunlukta değildir ki, ağacın uzunluğu ölçü alınabilsin. İnsanın istifade etmesi gibi bir çok hikmet nazara alınınca en mükemmel mevcut yaratılışı olduğu ortaya çıkar. Hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaat ve istihfaf eden, İmam Gazali değildir. Belki mübalağa ve mücazefe yapanlardır.

Hasıl-ı kelâm, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lazımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe, kudrete iftiradır. Ve "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur" olan sözü İmam-ı Gazalî'ye dediren sebep; bazı kimselerin hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaati ve istihfafıdır.

28 İnsanın yaratılışında ve tabiat olaylarında, Allah'ın sebepleri yaratmasının ve çalıştırmasının hikmeti nedir?

“Dünya darü’l-hikmet, âhiret darü’l-kudrettir.” Yani, bu dünyada hikmet hâkimdir. İlahi ilimle takdir edilen ve yine ilahi irade ve kudretle yaratılan “sebepler” âleminden, “müsebbepler,” yani neticeler çıkarılmakta ve insanlar sebeplere gönül vermekle, onları aşmanın ve neticeleri Allah’tan bilmenin imtihanını vermektedirler.

Bu ilahi imtihanda insanın zafere ulaşması için, Rahman ve Rahim olan Allah nice kolaylıklar yaratmıştır. Bunlar saymakla bitmez. Sadece bir kaçına kısaca değinmek isterim:

Allah, insanı ana rahminde yaratıyor. Anne ve baba birer “sebep” çocuk, “müsebbep.” Ve Allah, o çocuğu bu sebeplerle yaratıp dünyaya gönderen “Müsebbibü’l-Esbap.”

Söz konusu sebeplerden biri evin ihtiyaçlarını görmekle meşgul, diğeri evin iç işlerini tanzimle vakit geçiriyor. Bir süre ikisi de her şeyden habersiz... Bir vesile, annenin hamile olduğu anlaşılıyor... Bu anlama noktasının öncesiyle sonrası, rahimdeki insan adayı için fark etmiyor. Anne de ondan habersiz, baba da... Aylarca herkes kendi işlerini yapmakla vakit geçiriyor ve dokuzuncu ayın sonunda, gayb âleminden, dünyaya yeni bir misafir geliyor.

Ve komşular birbirlerine yanlış bir haber ulaştırıyorlar:

“Falanca hanım çocuk yapmış.”

“Çocuğun nesini yapmış?” diye soruyorsunuz, afallıyorlar. “Hiçbir şeyini” diyorlar ve ilave ediyorlar: "Hepsini Allah yaratmış."

Eğer anne, örgü örer gibi, deri örebilseydi, çorap dokur gibi ayak dokuyabilseydi, başlık yaptığı gibi baş da yapabilseydi; işte o zaman onun çocuk yaptığından söz edebilirdik. Hâlbuki anne çocuğun resmini bile aynen çizmekten aciz. Kendisini nasıl yapsın? Ve yine anne, kendi içinde olup bitenlerden habersiz olduğu gibi çocuğunun içinde olanlardan da habersiz. Habersizce bir iş yapmak mümkün mü?

İşte bütün bunlar insana dünya imtihanını kazanması için ilahi bir kolaylıktır: Çocuk, annenin iç âleminde ve onun ilmi ve iradesi dışında yaratılıyor. Bundandır ki Allah Kelâmında insanın o dokuz aylık dönemde geçirdiği safhalar sıkça nazara veriliyor; imtihanını kolay kazansın diye.

Bir başka kolaylık:

Şuursuz sebeplerden son derece hikmetli mahlukların yaratılması. Ve çoğu zaman müsebbebin, sebepten daha mükemmel olması.

Sadece bir misal:

Topraktan ağaç yaratılıyor, ağaç ise topraktan daha mükemmel. Ve ağaçtan meyve süzülüyor; meyve ağaçtan daha sanatlı. Tersi olsaydı, meselâ, ağacın üstünden topraklar çıksaydı, belki “bunlar ağacın artık maddesidir,” denilip geçilirdi. Ama ilahi kanun öyle cereyan etmiyor. Topraktan ağaç yaratılıyor ve ağaçtan meyve süzülüyor.

Meyveler de ağacın çocukları gibi. O da kendi içinde olup bitenlerden habersizken üstünde meyveler boy gösteriyor. Ve ağaç, meyvelerini tanımıyor, faydalarını bilmiyor, kime rızk olacaklarından habersiz. İnsanın diline göre tat, göz zevkine göre renk, eline uygun büyüklük, bedenine uygun vitaminlerle dünyaya gelen o meyve, bütün bunlardan habersiz ve insanı tanımaktan uzak bir ağacın eliyle yaratılıyor.

İnsan bedeni, meyve olarak, sadece, “saç” verebiliyor, onda da hiçbir hissesi yok. Kafa tası ile deri arasında ince bir tarla yaratılmış oradan saç mahsulü alınıyor.

Ve insan, “saçım uzadı, saçım ağardı” gibi sözlerle saçına sahip olamadığını açıkça beyan ediyor.

İnsan, kendi saçının yapılmasına, yaratılmasına karışamazken, meyveyi ağacın, balığı deryanın, buzağıyı ineğin, sebzeyi toprağın yaptığını nasıl iddia edebilir? Bu mucize eserleri onların yaptığına nasıl inanabilir? Daha doğrusu, bu konuda nefsini nasıl kandırabilir?

İşte, bütün sebepleri ve onlardan çıkan neticeleri, meyveleri birlikte düşündüğümüzde Nur Külliyatı'ndaki şu hüküm cümlesine bütün ruhumuzla “amenna” deriz:

“Bütün zahirî sebebler yalnız birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur.” (Şualar, s. 606)

Yine Nur Külliyatı'ndan Sözler’de, sebeplerle neticeler arasında çok uzun bir manevî mesafe bulunduğuna dikkat çekilir ve harikalar harikası bir misalle hakikat bütün berraklığıyla ortaya konulur:

“Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i ilahiye birer yıldız gibi tulû’ eder. Matla’ları, o mesafe-i manevîyedir. Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Hâlbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar, umum yıldızların matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i manevîye var ki, imanın dûrbiniyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür.” (Sözler, s. 422)

Sebepler, neticeleri yapacak güce, kuvvete, ilme, hikmet ve merhamete sahip olmanın çok uzağında bulunuyorlar. Tıpkı, dağların yıldızların çok uzağında bulunmaları gibi. Bu harika teşbihte, dağların başına değiyor gibi görünen semanın, dağlardan çok uzak olduğu hatırlatılarak, sebeplere bitişik olan neticelerle o sebep arasında da çok uzun bir mesafenin bulunduğuna dikkat çekilir. Ve dağların tepeleriyle sema arasındaki uzun mesafenin yıldızlarla dolu olması gibi, sebeple netice arasındaki o uzun mesafede de ilahi isimlerin tecellilerinin saklı olduğu ders verilir ve dikkatle bakıldığında okunabileceklerine işaret edilir.

Meselâ, meyve dala bitişiktir. Maddî olarak arada hiçbir mesafe yoktur. Ama, ağacın bizi tanımaktan çok uzak olduğu dikkate alındığında, ağaçla meyve arasındaki bu manevî mesafede “Rezzak” ismi açıkça okunur.

Aldığımız ilaçla şifa arasındaki uzun mesafe, bize “Şâfi” ismini açıkça bildirir.

Cansız ve şuursuz varlıklar üzerinde yapılan ilmî çalışmalar, hazırlanan tebliğler, neşredilen kitaplar “Alîm” ve “Hakîm” isimlerini her akıl sahibine âdeta haykırırlar.

Misaller çoğaltılabilir.

Bir başka risalede geçen şu cümleler de sebeplerle neticeler arasındaki uzun mesafeyi güzelce ortaya koyar:

“Zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahüratı var. Ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor. ...”

“Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-i mutlakın tezahüratı var. ...”

“Hem cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı görünüyor. ...” (Sözler, s. 663)

Bir noktayı daha önemle hatırlatmak isteriz:

Bilindiği gibi eşyanın vücuda gelmesi ya “ibda” veya “inşa” yoluyladır. Sebepler, “inşa” için söz konusudur ve bu dünyada en fazla göze çarpan yaratma şekli de inşadır. Ama, bu âlemde “ibda”nın, yani yoktan ve sebepsiz yaratmanın da birçok misalleri mevcuttur. Meselâ, bedenlerin yaratılması inşa iledir ama, ruhların yaratılması ibda iledir, sebepsizdir. Yani anne ve babalar, ruhların yaratılmasında sebep olarak istimal edilmemişlerdir.

Feyizler, bereketler, sevaplar hep sebepsiz yaratılırlar. Okuduğumuz bir tesbihi temsil edecek bir meleğin yaratılması da ibda yoluyladır. Yani, o tespihi okurken ağzımızdan çıkan hava, onu temsil edecek meleğin yaratılmasında bir sebep olarak istimal edilmez. Melek, doğrudan, sebepsiz yaratılır.

Tesbihimizin o meleğin yaratılmasına vesile olması ayrı bir konudur. Bir beldeye, meselâ, uçakla gittiğimizde, uçak oraya varmamıza vesile olur; ancak o beldenin inşasında uçak sebep olarak kullanılmış değildir. Yani, o şehir, ağacın çekirdekten çıkması kabilinden, o uçaktan çıkmış değildir.

İbda yoluyla yaratılan varlıklar için ilahi iradeyle tespit edilen bütün vesileler de bunun gibidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah neden sebepleri çalıştırıyor?..

29 Mülk suresi 3. ayetten, yedi katlı göğün görülebildiğini anlıyoruz. Bu nasıl mümkün olur?

- Ayetlerdeki "görmek"ten maksat, çoğunlukla manevi rüyet denilen "akıl gözüyle görmek" manasına gelir.

Mesela, Fil suresinde Hz. Peygambere (asm) hitaben “Rabbinin fil sahiplerine ettiklerini görmedin mi?” mealindeki ifadede “görmedin mi?” sözcüğü kullanılmış. Halbuki o zaman Hz. Peygamber (asm) daha dünyaya gelmemiştir.

Bu deyim, her dilde var olmakla beraber, Araplarda oldukça fazla kullanılmaktadır. Arapça olarak inen Kur’an’da da aynı sitillerin kullanılması hikmetin gereğidir.

- Bazı alimlere göre, bu ayetlerde ve Kur’an’da tekrar edilen “semavat = gökler” sözcüğünden maksat bütün gökler değil, güneş sisteminin ihtiva ettiği yıldızlardır. Çünkü gözle görülen gök cisimleri güneş sistemindeki yıldızlardır. (bk. İbn Aşur, Mülk, 67/4 ayetinin tefsiri)

- Bunu şöyle de anlayabiliriz: Kur’an’da yedi kat göklerden bahsedildiği yerde, onlara gözle bakmayı tavsiye ederken, göze hitap eden güneş sistemini bir misal olarak verilmiş olabilir. Çünkü ayette "Yedi kat göğe bakın." demiyor, “Allah’ın yaratmasına bakın.” diyor. İlgili ayetin meali şöyledir:

“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk, 67/3-4)

Bu ayetten de anlaşılıyor ki, burada gözle bakmayı emreden ifadede yedi gök değil, genel olarak Rahman olan Allah’ın yaratmasıdır.

- Ayette bu üslubun tercih edilmesinin bir hikmeti şu olabilir: İleride teknolojik gelişmelere paralel olarak gelişen gök teleskoplarıyla gözle de birçok gök cisimlerinin görülebileceğine işaret etmek için bu üslup tercih edilmiş olabilir. Hatta ileride bizzat Mars gibi diğer bazı yıldızlara gidip bizzat oraları yakından görme imkanı da olabilir.

30 Kainat kitabını okumak nedir; kainat kitabı nedir?

Allah bizi, kendisine kulluk etmek ve kendisini tanıttırmak için yarattı. Bunun için kendisini bize tanıttıracak muallim ve muarrifleri de yarattı. Bu muallim ve muarriflerin en camii ve küllisi üç tanedir:

1. Kainat kitabı
2. Hz. Muhammed ( a.s.m )
3. Kur’an-ı Kerim

Bu saydığımız tanıtıcıların her birisi Allah’ı bize (okuyabilenlere) tanıttırmakta ve tarif etmektedir. Bu külli kaideden hareketle diyebiliriz ki, madem Allah kainat ile bize tüm esma ve sıfatlarını tanıttıracak, elbette onda her türlü kemal ve cemalini içeren esma ve sıfatlarını tecelli ettirecektir. Dolayısıyla “kainatta her türlü esma ve sıfat-ı ilahi tecelli etmiştir” diyebiliriz.

Kainattan maksat, sadece gördüğümüz bu maddi alemi anlamamak gerektir. Kainat bütün halk yani yaratılmış alem demektir. Böylece alem-i misal, Levh-i Mahfuz, cennet ve cehennem ve tüm mahlukatın tamamını kainat olarak anlamak yerinde bir tarif olacaktır.

31 Evrende kusur yok mu? Bir evrenin kusursuz, inanılmaz bir ahenk içinde işliyor olması için kıstaslar nelerdir?

Bir şeyin güzel veya çirkin olmasının ölçüsü, o şeyin mükemmel olup olmadığına bağlıdır. Bir şeyin mükemmelliği ise, o şeyin kendi varlığının amacı doğrultusunda hizmet edip etmemesine bağlıdır. Bir şeyin yaratılış amacına uygun hizmet edip etmediği ise, o şeyin dışa yansıyan konumunun düzenli olup olmamasına bakar. Bir şeyin düzenli olup olmaması ise, içinde bulunduğu kütlenin veya kitlenin hak-hukukuna riayet edip etmemesine göre değer alır.

Mesela, bir gözün mükemmelliği onun -yaratılış amacı olan- varlıkları görmesidir. Varlıkları görmesi ise, mevcut güneş ışıklarının yansıma kanunlarına ayak uydurmasıyla mümkündür. Buna göre eşyayı gören bir göz, sadece kendi mükemmelliğine değil, aynı zamanda güneşin, atmosferin ve güneş sisteminin de mükemmelliğine delalet etmektedir. Çünkü, gözün düzgün görebilmesi için, bu sistemin mükemmel işlemesi gerekir. Gözün az veya çok ışıklar karşısında elastikî bir esnekliğe sahip olması yanında, görme eyleminin gerçekleşmesi için gereken ışık dalgalarının, ışığın kırılma kanunlarının, görme frekanslarının iyi ayarlanması gerekir.

Keza bir kulağın mükemmelliği onun yaratılış gayesi olan sesleri işitmesine bağlıdır. Sesleri işitmesi için kulağın mevcut sistemde yaratılması yanında, içinde bulunduğu atmosfer sisteminde de kulakların duymasını sağlayan bir frekansın ayarlanması şarttır. Madem, mevcut olan sistem bu amacın gerçekleşmesine hizmeti ediyor, öyleyse mükemmel bir sistem işliyor.

Mesela, yer çekim kanunu olmasaydı, sadece feza boşluğuna atılmak gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmazdık, aynı zamanda bir lokma ekmeği bile yutamazdık. Yani, iç sistemimizin düzgün çalışması da bu yer çekim kanunun varlığına ve tabii ki bu kanunu yaratan Allah’a borçludur. Bu bir mükemmelliktir. Kâinatın bütün unsurları, bütün sistemleri milyarla seneden beri aynı mükemmellikte çalışıyor. Aksi takdirde şimdiye kadar elli defa kıyamet kopmuştu.

Güzellik ve çirkinlik, mükemmellik ve noksanlık gibi olguların iki yönü vardır. Birincisi, bizzat varlıklarında mevcut olan durum. İkincisi; başkasına göre aldığı pozisyon...

Yukarıda arz edilen kriterler çerçevesinde kâinata baktığımızda, onun bizzat mükemmel  ve kusursuz işleyen bir sistem olduğunu göreceğiz. Bunun en büyük şahidi, mevcut fennî ilimlerin uzun süre yapılan araştırmalar sonucunda ortaya koyduğu gerçeklerdir. İmam Gazalî’nin özetlediği gibi, mevcut fen bilimlerinin her biri çok harika bir araştırma sonucu vardığı yargı şudur:

“Mevcut olan nizam ve intizamdan daha güzeli, daha mükemmeli imkân dahilinde değildir.”

Soruda ifade edildiği üzere, insanların bakış açısına göre görülen manzaraların çirkin veya güzel olması, göreceliği olan bir husustur. Üzüntü içinde olan bir kimsenin herkesi, hatta bütün dünyayı ağlıyor görmesi; buna mukabil neşeli bir kimsenin de herkesi, hatta bütün varlıkları neşeli görmesi, göreceli ve değişken bir durumdur.

Kâinatta asıl olan güzelliktir. Çirkin olarak görülen bazı olgular ise, bu güzelliklerin güzelliğini göstermek için varlığa serpiştirilmiş ve güzelliklerin görünmesine vesile oldukları için de göreceli güzellikler sırasına terfi etmişlerdir. Ontolojik mekanizma içerisinde bunların varlığı gerçekten çok azdır. Örneğin, zikzaklar çizen bir kuyruklu yıldızın bu hareketi noksan / çirkin görülebilir. Fakat, bu hareket bir yandan düzgün hareket eden milyonlarca gök cisimlerinin güzelliklerinin anlaşılmasına katkı sağladığı gibi, diğer yandan bu zikzakları çizen kuyruklu yıldızlarda var olan çok güzel bir manevra kabiliyetini de göstermektedir.

Keza, insanların sindirim sistemine yüzeysel bakan kimse, oralardaki kıvrımları, eğeri-büğrü kavşak yolları bir düzensizlik sayabilir. Fakat işin ehli olanlar bunun böyle olmadığını çok iyi bilirler.

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları, ondan başkası bilmez. O, (Allah) karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(Enam, 6/ 59)

mealindeki ayette, her şeyin düzeni, dizaynı Allah’ın ilim ve hikmetiyle yapıldığı, bu sebeple de her şeyin güzel ve mükemmel olduğuna işaret edilmiştir.

“İnsanların elleriyle işledikleri sebebiyle karada ve denizde fesat ortaya çıktı.”(Rum, 30/41)

mealindeki ayette ise, dünyada görülen olumsuz durumların büyük bir müsebbibi insanlar olduğuna vurgu yapılmıştır. Bu gün ayetin on beş asır önce vurguladığı bu gerçek, işin uzmanları tarafından kabul edilmiş ve bu aymazlığa dur demek için kollar sıvanmıştır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bütün kâinat lisan-ı halleriyle

“Yedi göğü birbiri üstünde (bir ahenk ve nizam içinde) yaratan O’dur. Sen, Rahmân olan Allah’ın yaratışın da hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü (göğe çevir de bir bak!) Bir bozukluk / noksanlık görebiliyor musun? Sonra gözü iki defa daha çevir, bak! Göz, umduğunu bulmadan bitkin ve perişan bir halde sana dönecektir (hiçbir kusur bulmadım diyecektir).”(Mülk, 67/3-4)

mealindeki ayetleri okuyorlar ve şuurlu olanlara okutturuyorlar... Rabbim bizlere de okumayı nasip etsin âmîn.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an'da her şeyin mükemmel olduğu söyleniyor. Gerçekten her şey en güzel ve en mükemmel olarak mı yaratılmıştır?

Mülk Suresi 3. Ayette “Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?..” buyurulmaktadır. Gök katları görülebilir bir şey midir ki Allah bu şekilde hitap ediyor?

32 Bu kadar büyük kainatın yaratılmasının hikmeti nedir israf değil mi? İnsanın yaşaması için güneş sisteminin olması yeterdi herhalde...

Kainatta yalnızca insan ve cinler değil melekler ve ruhaniler de yaşamaktadır. Kainatta boşluk yoktur. Her yerde kendine has ibadet eden mahluklar bulunmaktadır.

Her bir gezegenin yıldızın da kendine has bir ibadeti vardır, onlar da Allah'ı tesbih etmektedirler.

Allah'ın esmasının sonsuz tecellilerine bu derece büyük kainatın olması israf değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah kainatı neden yarattı?

Allah’ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?

Kainatta, insanlardan başka yaşayan mahluklar var mı?

33 Kainatın sınırları ne kadardır, insan dünya dışına da çıksa imtihan devam eder mi? Bizim imtihan safhamız sadece dünya mı, yani gelişen ilim, bilim ve teknoloji ile yaşam dünya dışına taşıyor, bu neyi gösteriyor; Kur'an'da bununla ilgili ayetler var mı?

Sizin sorunuzdaki "kainat" ifadesini, yaratılan ve şu an var olan varlık anlamında değerlendirince gelecek ve geçmişi değil de şu anda var olan her şeyi içine alıyor diyebiliriz. Ancak "kainat" kelimesi, Allah’tan başka yaratılan her şeyi içine alırsa o zaman “ma siva” yani Ondan başka her şeyi ihtiva edeceği için yeryüzü, yedi kat semavat, arş ve kürsi’yi içine alır.

Bu konuda net bir ifade kullanmak istersek, bu "arş" kelimesi olur. İnsan dediğimiz zaman nasıl hem geçmiş ve geleceğini, hem de beden ve ruhunu anlıyorsak; arş denilince de varlık aleminin geçmişini ve geleceğini, mülk ve melekütünü yani görünen ve görünmeyen bütün alamleri içine almış olur.

İnsanın imtihan safhası ise ulaşabildiği yere kadardır. Kıyamet kopuncaya kadar nereye ulaşabiliyorsa o kadardır. Ancak insan bu kainat içinde nereye giderse gitsin yine insandır, Allah'ın kuludur ve mümin-Müslüman olarak yaşamak zorundadır.

Demek ki insanın yeri ve zamanı değişse bile insanlığı ve sorumluluğu değişmemektedir.

Göklerin yedi kat olduğu ayetlerde ifade edilir.

"Allah O'dur ki: yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmıştır. Onların aralarında emri cereyan eder..." (Talak, 65/12).

Kanaatimize göre burada asıl önemli olan husus; semânın yedi tabakadan veya yedi buuddan oluştuğu hususudur. Biz bunu tam manasıyla bilemeyebiliriz. Mesela, biz, rüyalarla, yaşadığımız şu zaman ve mekan buutlarının dışına çıkarız. Bu yedi buudun her birinin kendine göre ahkâmı, erkânı ve hususiyetleri vardır. İşte yedi semâdan bahsedilmesi, bizim bulunduğumuz üç buudlu mekanın dışında bazı mekanların da olabileceğine ve farklı zaman buudları içine girilebileceğine bir kapı aralama olarak anlaşılabilir. Rüyalarda da bir gerçeği sürekli hatırlatmak için aynı şeylerin takviye ve tekerrür edip durması da böyledir. Bu da, rüyalarda görülen şeyleri Allah'ın (cc) çok istihsan ettiğini, önemine binaen onları hatırlatmak için gördürdüğünü anlatmak içindir.

Yine yerkürenin de gökler gibi olduğuna dikkat çekilir.

Bu ayetten, insan hayatının devam edebileceği ve insanın yaşamına uygun başka kürelerin var olduğu anlaşılabilir. Ancak şu anda insanın yaşadığı yer yerküredir ve kainat sonsuz değildir. Sonsuz olan ezeli ve ebedi olan yalnız Allah'tır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bazı ayetlerde geçen semavat ve arz' ın yedi kat olması şeklindeki ifadeleri nasıl anlamalıyız?..

34 Atomlar, yıldızlar, güneş, meyveler gibi evrende bulunan her şeyin yuvarlak, oval olmasının hikmeti nedir?

İlahî canipten konuya baktığımızda, her şeyin yuvarlak olarak yaratılmasının hikmetlerinden biri, Allah’ın mutlak iradesinin gösterilmesidir. Bütün eşyanın aynı kalıpta yuvarlak olarak yaratılması, Allah’ın vahdaniyetine de bir işarettir. Çünkü milyarlarca nesnelerin aynı kalıpta olması, hepsinin sanatkârı olan yaratıcılarının bir tek olduğunu gösterir. 

Yine, yuvarlaklık özel bir sanat eseridir. Her şeyin yuvarlak olması, onların sonsuz bir ilim, kudret, hikmet ve iradeye sahip bir ustanın eseri olduğunu gösterir.

“Hiç bir şey yoktur ki, Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

mealindeki ayette, varlıkların hâl diliyle yaptıkları şahadetlerine de işaret edilmiştir. Bu şahadetlerden en önemli biri de şüphesiz bütün varlıkların aynı kalıpta, yuvarlak olarak arz-ı endam etmeleridir. 

Maddede asıl olan eylemsizlik ve atalettir. Bu fizikî kanunun olmasına rağmen, her şeyin hareket halinde olması ve hareketin kolaylıkla yapılmasını sağlayan en mükemmel şekli olan yuvarlak olması, Allah’ın ilmini, hikmetini, kudretini ve iradesini her türlü noksanlıktan tenzih eden kozmik ve ontolojik bir tesbihtir. 

Mevcut kozmik sistemlerde yer alan cisimlerin birbiriyle kucaklaşması, cevaplaşması, yardımlaşması ve dayanışmasının en hikmetli konumu yuvarlak olmaktadır. 

"Kopernik Kanunu" olarak bilinen güneş sisteminin şimdiki mükemmel konumu, ancak sistemin organları olan ay, güneş, dünya ve diğer yıldızların yuvarlak bir şekilde olmalarıyla mümkündür. Gerek eksenlerdeki seyahatler, gerek yörüngelerdeki gezintiler olsun, gerek güneşin, sistemin diğer organlarına karşı itim-çekim kanununu işletmesi, gerek onlara ışık vermesi, gece-gündüzlerin, mevsimlerin oluşması olsun hepsi de cisimlerin yuvarlak konumda olmasıyla mümkündür...

35 Altın oran gerçekten var mıdır, varsa bununla ilgili ayet var mıdır?

Altın oranla ilgili açıktan Kur’an’ın bir ifadesi söz konusu değildir.

Bu konu özel bir araştırma konusudur. Bunu kabul edenler, kanaatlerini yaptıkları bilimsel araştırmaya dayandırdıklarını söylüyorlar.

Fibonacci isimli İtalyan matematikçinin bulduğu altın oran, matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen ve parçalar arasındaki en iyi uyumu sağlayan matematiksel bir oran bağıntısıdır.

Bu değişmez oran bağıntısına, kâinat çapında cari olan bir sünnetullah olarak bakılabilir.

Altın oranın matematik ifadesi: 1,618’dir. Birkaç yıl önce bu konuda önemli bir çalışma yapan bir kardeşimiz, başka tevafuklar hususunda bizimle de istişare etmişti. O zaman şu nokta dikkatimizi çekmişti:

Kainatta her şey hal veya kal diliyle BİSMİLLAH diyor. Altın oran da bu değişmez mühürü ile -bu açıdan- BİSMİLLAH diyor. Bismillah’daki Allah lafaza-i celalin başındaki elifin ebced değeri 1’e, er-Rahmanirrahim’in ebced değeri ise, 618’e tekabul etmektedir. Demek ki, altın oran bağıntısı, lisan-ı haliyle Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren bir mührü olduğunu ve onun da manen “Bismillahirrahmanirrahim”i kendine vird edindiğini aklıselim sahiplerine ilan etmektedir.

Denilebilir ki, bütün varlıklarda değişmez bir ölçü olan altın oran, lisan-ı haliyle

“Biz, her şeyi bir ölçüye göre takdir edip yarattık.”(Kamer, 54/49)

mealindeki ayeti, maddeten tefsir etmektedir.

Bilgi için tıklayınız:

İlâhî Oran | Sorularla Evrim

36 Dünya iki günde mi yaratıldı?

Kur'an-ı Kerim'de semavat ve arzın, yani kâinatın altı (6) günde halk edildiği (yaratıldığı) yazmaktadır. (bk. Furkan, 25/59; Kaf, 50/38; A'raf, 7/54; ...) Altı günde halk edilmesini altı devir olarak anlıyoruz.

İnsan anne karnında altı safhada yaratıldığı, dünyada ve berzahda altı dönem geçirdiği gibi, bir gün de altı dönem ve devir geçirerek diğer güne geçiyor. Hatta her şeyin doğumu, kemali, ihtiyarlığı, ölümü, berzahı, unutulması gibi altı devir geçirdiğini söylemek mümkündür.

Semavat ve arzın altı günde halk edilmesine gelince:

İlk yaratılış 1. gün ve devir.
Hz. Âdem (as)in yaratılışı 2. gün ve devir.
Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın gönderilmesi 3. ve gün devir.
Dünyanın kıyamet başlangıcındaki harabiyeti 4. gün ve devir.
Bu imtihan dünyasının kıyamet ile bütün bütün kapanması 5. gün ve devir.
Dünyanın kıyametinden haşir sabahına kadar geçen dönem ise 6. gün ve devir.

Demek ki altı (6) gün kâinatın ilk doğuşundan ve yaratılışından, haşir sabahına kadar geçen zaman, devir ve dönemi içine almaktadır.

Bütün zamanlar haftalık bir saat gibi düşünülürse, bu saatin altı günü bu alemde geçiyor. 7. günü ise haşrin baharından sonsuza kadar gidecektir. Bu bakımdan dünyanın iki günde yaratılmasından kasıt iki devir olarak anlaşılabilir.

37 Zariyat suresinin 47. ayetinde, evren genişlemekte olduğu mu bildirilmiştir?

Zariyat Suresi, 47. Ayet:

"Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz."

"Şüphesiz biz genişletmekteyiz" diye çevrilen cümle için yapı­lan başlıca yorumlar şunlardır: 

a) Biz vüs'at yani genişlik ve kudret sahibiyiz; se­mâdaki bu ihtişamı sağlamakla kudretimizden bir şey eksildiği sanılmamalıdır, dilesek daha da genişletiriz. Bakara sûresinin 255 ve Kaf sûresinin 38. âyetlerindeki içerik ve üslûp bu mânayı çağrıştırmaktadır.

b) Hiçbir şeye muhtaç olmadığı­mız gibi nimetleri bol bol İhsan eden de biziz; sıkıntıları giderir, darda kalanlara genişlik veririz.(1)

c) Evreni genişletmek­teyiz. Bu yorum daha çok, uzay cisimlerinin birbirinden uzaklaştığı ve aralarında­ki mesafenin gitgide arttığı yönündeki bilimsel tespitten hareketle ortaya konan "genişleme teorisi" ışığında yapılmıştır.(2)

Gök kelimesinin Kur'an'daki kullanımları dikkate alınarak genişletilen şey, bu ve benzeri bağlamlarda "evren"(3) "dünyanın dışındaki bütün kâinat"(4) anlamlarında yorumlanabilmektedir. Râzî göğün binaya ve yerin döşeğe benzetilmesini, göğün ana yapısında değişme ol­mamasına, yerin ise genişleme daralma, denizlerinin karaya dönüşmesi gibi değişkenliklere açık olmasına bağlar.(5)

Dipnotlar:

1. Şevkânî, V, 105; Elmalılı, VI, 4542-4543.
2. bk. Celal Kırca, Kur'ân-ı Kerîm'de Fen Bilimleri, İstanbul, 1984, s. 62-63. Ayrıca eski dönemlerin âlimlerinden bu yorumu des­tekleyen bazı açıklamalar için bk. Celâl Yeniçeri, Uzay Âyetleri Tefsiri, s. 110-115.
3. Esed, III, 1070-1071.
4. Celal Kırca, Kur'ân-ı Kerîm'de Fen Bilimleri, İstanbul, 1984, s. 62.
5. Razi, XXVIII, 225-226; göklerin ve yerin yaratılması hakkında bk. Bakara 2/22 ,29.

(bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: V/80-82)

38 Kainatın yoktan yaratılmasını açıklar mısınız?

İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları, düşünürler asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, pek çok teoriler üretmişlerdir.

XX. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.

Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu.

Her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle XIX. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenmişti.

XIX. yüzyıldaki durağan evren modeli, başta belirttiğimiz gibi, materyalist felsefeye zemin sağlamıştı. Materyalist felsefeci George Politzer, bu evren modeline dayanarak, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında; "evrenin yaratılmış bir şey" olmadığını öne sürmüştü ve şöyle demişti:

"Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Allah tarafından belli bir anda ve yoktan var edilmiş olması gerekirdi."

Politzer evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken XIX. yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısıyla bilimsel bir iddia ortaya attığını sanıyordu. Oysa XX. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. XXI. yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pekçok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır.

Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.

Şimdi de bu çok önemli gerçeklerin bilim dünyası tarafından nasıl ortaya çıkarıldığından bahsedelim:

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma farkedilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu. Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

"O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30)

Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti. Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein, teorik fizik alanında yaptığı hesaplamalarla evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Fakat o devrin genel kabul gören durağan evren modeliyle ters düşmemek için bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, 'kariyerinin en büyük hatası' olarak adlandıracaktı. Daha sonra Hubble'ın gözlemleriyle evrenin genişlediği kesinlik kazandı. Peki evrenin genişliyor olmasının, evrenin varoluşu konusundaki önemi neydi?

Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.

Aslında sıfır hacim bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan 'yokluk' kavramını ancak 'sıfır hacimdeki nokta' ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise 'sıfır hacimdeki bir nokta' 'yokluk' anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.

Modern fiziğin ancak bu yüzyılın sonlarına doğru ulaştığı bu büyük gerçek, Kur'an'da bize on dört yüzyıl önceden şöyle haber verilmekteydi:

"O Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir." (Enam, 6/101)

Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin birarada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Big Bang teorisinin ortaya koyduğu bu gerçek de, zamanımızdan tam on dört asır önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yine Kur'an'da şöyle bildiriliyordu:

"O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30)

Yani her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak XX. yüzyılda mümkün olmuştur.

Evrenin genişlemesi, Büyük Patlama teorisinin yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Evren yaratıldığından beri süregelen bu gerçek, modern bilim tarafından ancak bu yüzyılda keşfedildiği halde Kur'an'da bu gerçek yine bundan on dört asır önce haber verilmiştir:

"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat, 51/47)

Açıkça görüldüğü gibi, Büyük Patlama teorisi evrenin "yoktan var edildiği"nin, yani Allah tarafından yaratıldığının ispatıydı. Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist felsefenin temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oldu. Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu soru bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:

"İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim."

Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

"Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar."

Bu bilim adamının da söylediği gibi, madde ve zaman, tüm bu kavramlardan bağımsız olan sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. O Yaratıcı, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.

39 Allah, kâinatı ve içindekileri neden kimya, fizik kanunlarıyla yarattı?

Allah’ın yarattığı her varlığın veya kanunun pek çok hikmetleri olabiliyor. Bizim ilmimiz çok sınırlı olduğu için, O’nun yaratılıştaki hikmetlerini de çok sınırlı ölçüde algılayabiliyor veya dillendirebiliyoruz. Bilimin yaptığı da bu yaratılış hikmetlerini ve gayesini anlamak, onların dayandığı bir takım prensip ve işleyişleri ortaya koymaktır.

Örneğin, gece birden kaplamamış yeryüzünü; gündüz de âniden gelmemiş. Geceden seher vaktine geçilmiş ve onu güneşin doğuşu takip etmiş. Daha sonra güneşin yine yavaş yavaş yükselmesiyle öğle vaktine erişilmiş, onu da o bereketli ikindi vakti takip etmiş ve sonunda güneşin batışı gerçekleşmiştir.

Gündüz âniden gelse, gece birden bastırsaydı, ne seherden, ne öğleden, ne ikindiden söz edebilirdik.

Aynı durumu, çekirdekler, insan hayatı, dünyanın ömrü gibi konular için de düşünebiliriz. Çekirdek bir anda meyve verecek, çocuk bir anda yaratılarak dünyaya gelecek, bir anda delikanlı olacak, dünya bu uzun yolculuğu bırakıp bir anda ömrünü tamamlayacaktı.

Bu hikmetli yaratılış, bitkiler âleminde de hüküm sürmüş. Çekirdekte ilâhî bir sanat ve hikmet gizlidir. Koca ağacın bütün programı o küçücük âlemde kader kâlemiyle çizilmiş. Ondaki, genetik şifre ilim adamlarını hayretler içinde bırakan bir mükemmellikte ve yine onları çaresiz kılacak kadar derin sırlarla doludur.

İnsanı, kainatı ve her şeyi buna kıyas edebiliriz.

Kâinattaki her kanun ve nizam, Allah’ın bir veya bazen birçok ismine dayanmakta, o isimlerin tecellilerine bir derece ayna olmaktadır. Bir başka deyişle, Allah’ın isimleri, varlıklarda kanun ve prensipler şeklinde ortaya çıkmakta ve tecelli etmektedir.

Meselâ, elma ağacının yaprağını ele alalım. Bu yaprağın teşekkülünde Allah’ın pek çok ismi tecelli eder. Hakîm isminin tecellisinde, o yapılan şeyde akıl ve mantığa uygunluk, bir hikmete ve gayeye yönelik olma esastır. Aynı anda Müdebbir isminin tecellisi gereği, bu yaprağın ileride alacağı vazife dikkate alınır. Bunların yanında Mukaddir isminin gereği olarak bu yaprak belli bir şekil ve ölçü ile beraber, Müzeyyin isminin tecellisiyle de gayet güzel şekilde süslenir. Burada saymadığımız daha pek çok ismin tecellisiyle, o yaprağın içi ve dışından, beslenmesine ve yapacağı işe kadar her şeyi en ince ayrıntılarına kadar dikkate alınarak planlanmış ve yaratılmıştır. 

Demek ki, varlıklarda Allah’ın isimlerinin tecellileri, onların belirli bir plân, hikmet ve gayeye göre yaratılmasını gerekli kılıyor. Belli bir plân, gaye ve maksadın gözetilmiş olması da varlıklarda; fizik, kimya, biyoloji, yer çekimi ve elektromanyetik kanunlar şeklinde tecelli ediyor.

Diğer taraftan, varlıkların yaratılmasında ve hayatlarının devamında belirli bir takım prensip ve kanunların yer almış olmasını bilmek, beşeri araştırma ve incelemeye de davet ve teşvik eder. Çünkü araştırıcının hiçbir şeyin başıboş ve gelişi güzel olmadığını bilmesi, onun inceleme ve tetkik ruhunu kamçılar. Böyle bir ruhi yapı, insanlığın terakkisinde en birinci müşevvik unsurdur.    

Galaksiler ve gezegenler birden bire değil zaman içinde teşekkül etmiştir. Bu şekilde, yani derece derece, ya da kademe kademe yaratılış aslında bir kanun şeklindedir. Hem canlı ve hem de cansız âlemde geçmişte böyle olmuş, günümüzde de yeryüzüne geliş, kademe kademedir. Nitekim bebek dokuz ayda dünyaya geliyor. Yumurtadan civciv yirmi bir günde çıkıyor. Buğday tanesinin gelişip olgunlaşması için 9-10 ay beklemek gerekiyor.

Allah, her bir varlığı ve bütün varlıkları, Kadir isminin tecellisiyle bir anda yaratabilir. Ancak, niçin böyle değil de kademe kademe yaratmaktadır?

Elbette bunun, bizim bilemediğimiz pek çok hikmetleri ve gayeleri vardır. Bu hikmetlerden bir tanesi, bu dünyanın imtihan yeri olmasıdır. İmtihanın gereği olarak, bu dünyada Hakîm ismi, yani hikmetle ve kademe kademe yaratmak, bir anda yaratılışı gerekli kılan Kadir ismine hâkimdir. Bilindiği gibi, bu dünyada hem kademe kademe yaratılış söz konusudur ve hem de her şey bir sebebe bağlanmıştır. Çocuğa sebep anne ve babadır. Elmaya sebep elma ağacıdır. Kavuna sebep; çekirdeği, bazı elementler, hava su ve ısı ile ışıktır. Yumurtaya sebep tavuktur.

Aslında o sebepler de yaratılmaktadır. Anne-babanın çocuğun yaratılmasında bir müdahalesi olmadığı gibi, anne ve baba da yaratılmıştır. Bazıları, bu sebepleri hakiki yaratıcı olarak dikkate almakta, Allah’ı kabul etmemekte, imtihan da o kişilere göre bu tarzda şekillenmektedir.

Ahirette imtihan ortadan kalktığı için, artık orada yaratılışta Kadir isminin hâkim olacağı ve istenen her şeyin bir anda yaratılacağı, insanın da, göz açıp yumuncaya kadarki bir zamanda diriltileceği Kur’an-ı Kerim bildirmektedir. 

Sebeplere bağlı olarak tedrici yaratılışın bir hikmeti de, canlıların hayatlarının devamı için bu sebeplere yapışmalarıdır. Elma çekirdeği bir anda ağaç olup meyve verseydi, buğday tanesinden bir anda buğday meydana gelseydi insan vaktini nasıl geçirecekti?

Şimdi, elmanın birden bire meydana geldiğini farz edelim. Bu durumda; fidan yetiştirici, nakledici, onu pazarlayıcı ve budayıcı devreden çıkacaktır. Sürmek için traktör ve donanımına, sulamak için suya ve gübreye, ilaçlara ve onu atacak aletlere gerek olmayacaktır. Bunları incelemek ve en uygununu elde etmek için bilimsel çalışmalar ortadan kalkacaktır. Görüldüğü gibi, bir elmanın tedrici yaratılışı, ne kadar insana iş ve meslek sahası açıyor.

Kademe kademe yaratılış, hem bir imtihanın gereği olarak gözükmekte ve hem de birtakım ihtiyaçların temini için karşılıklı yardımlaşmaya, bilimsel çalışmaya ve sosyal yapının teşkiline vesile olmaktadır...

40 Allah neden yok edeceği türleri yarattı?

Bütün işler Allah’ın sonsuz hikmetinin öngörmesiyle böyle planlanmıştır.

"İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez."

Bununla beraber, bu dünya hikmetle yaratılmış, dizayn edilmiş ve düzenlenmiştir. Hikmet ise, bir işte var olan sebepler örgüsünün ince münasebetlerini dikkate alarak iş yapar. Bu sebeple, emr-i “Kün fe yekûn”e sahip olduğu hâlde, Yüce Yaratıcı bu hikmet çizgisini takip etmeyi esas almıştır. Âdeta, Allah’ın iradesi ve kudreti, hikmet pergelinin çizdiği alan içinde kalarak, onun öngördüğü kasnak çerçevesinde evrenin nakışlarını örmüştür.

Evet, Kur’an’da yer alan:

“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, her şeyi işiten ve görendir.” (Lokman, 31/28),

“Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman onun yaptığı 'Ol!..' demekten ibarettir. Hemen oluverir." (Yasin, 36/82)

mealindeki ayetler, eşyanın âni ve def'î olarak yaratıldığını ifade etmektedir.

Diğer taraftan,

 “Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'dır.” (A'raf, 7/54),

“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml, 27/88),

“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış.” (Secde, 32/7)

mealindeki ayetler, kâinatın dakik ve ince hesaplarla inşa edildiğini ve bir tedriç metodunun uygulandığını ifade etmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda bize ışık tutan görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:

"Kâinattaki şeylerin bir kısmı sonsuz bir ilim ve hikmetle bir tedriç prensibi içerisinde çok ince sanatlı olarak var edilmeleri söz konusudur. Eşyanın ilk yaratılışı böyledir. Diğer bir kısmı ise, çok def’î ve adeta zamansız bir tarzda sırf bir emirle var edilir."

"Eşyanın benzerinin iadesi böyledir. Buna göre, söz konusu ayetlerin bir kısmı varlıklarda özellikle ilk yaratılışlarındaki üstün hikmeti ve sanat güzelliğini ilan ediyor. Diğerleri ise, özellikle varlıkların tekrar icatlarında ve iadelerinde gayet derecede kolaylık ve sürati ifade etmektedir."

"Demek ki ayetler arasında bir çelişki yoktur."

"Bununla beraber, dünya 'dârü’l-hikmet' ve âhiret 'daru’l-kudret' olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettip, Müdebbir ve Mürebbî gibi çok isimlerin bir gereği olarak dünyadaki şeylerin varlığı, bir derece tedrîcî ve zamana bağlı olarak meydana gelmektedir. 'Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır.' gibi ayetler, bu hikmetli yaratılışa işaret etmektedir."

"Yeniden diriltme ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye, müddete, zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor.” (bk. Niyazi Beki, Kur’an’ın Büyük ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur)

İlave bilgi için tıklayınız:

Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir? Neden bir anda yaratmadı?

41 "Altı günde yaratılış"ın mitolojik bir efsane olduğu ve Kur’an’a oradan girdiği iddiasına ne cevap verirsiniz?

Bugün dinden uzak kimselerin “mitolojik bir efsane” dedikleri pek çok şey, gerçek manada “insanların uydurduğu bir masal” anlamındaki mitolojik bir efsane değil, ilahî mesajlardan insanlığa hediye edilen birer gerçektir. Böyle bir iddiada bulunanların bunu ispat etmeleri gerekir. Yani bu ifadelerin gerçekten “mitolojik bir efsane” olduğunu gösteren bir kaynak vermeleri gerekir. Yalnız mevcut kitaplardan birini kaynak vermeleri bile yetmez. Çünkü o kitap da asıl kaynağı vermemiş, verememiştir. Çünkü asıl kaynak olan mitolojik bir efsanenin oluştuğu zamanı, mekânı ve toplumu göstermeleri gerekir. 

Bunu ispat etmeleri mümkün olmadığına göre, bu iddialar da havada kalmaya mahkumdur. Binaenaleyh, bugün bilim dünyasında da kabul gören “altı günde yaratılış” konusunun bir hayal mahsulü manasında mitolojik bir efsane olduğunu söylemek cehaletten kaynaklanan bir hezeyandır. 

Kur’an’da yer alan bir hakikatin, daha önceki kitaplarda veya tarih içerisinde yerini almış insanlık cemiyetinde yaygın bir bilgi olarak da yer alması, bunun onlardan kopya edildiğini göstermez. Çünkü hiçbir semavî kitap, hiçbir tarihî belge, Kur’an kadar ilahî kimliğini ispat etme gücüne sahip değildir. Kur’an’ın pek çok yönden mucize olduğunu ispat eden yüz binlerce kitap yazılmıştır. Bunlardan bir tanesi Risale-i Nur Külliyatıdır, ortadadır, herkes bakabilir... 

On beş asırdan beri Allah’ın kelamı olduğunu haykıran, delil olarak da hiç kimsenin kendisinin en küçük bir suresinin bir benzerini getiremeyeceğini ilan eden ve gerçekten tarih boyunca bu meydan okuyuşa karşı hiç kimsenin ortaya çıkma cesaretini göstermediği bilinen Kur’an’ın Allah’ın kelam ı olduğunda elbette şüphe yoktur. Bu gözle görülen gerçeğe rağmen, gözünü kapatan kimselerin Kur’an’ın hakikatleri için “mitolojik bir efsane” demelerinin elbette hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu saçma iddialarda bulunanların, değil Kur’an’ın hakikatlerini, Besmelenin lafızlarını dahi Arapça aslından okuyacak durumda olmadıkları bilinmektedir. 

Kur’an’da yer alan “Altı günde yaratılış” konusu, bildiğimiz dünya günlerine göre yaratıldığına dair herhangi bir açıklama yer almamaktadır. (bk. A'raf: 54, Yunus: 3; Hud:7; Furkan:59; Secde:4; Kaf: 38; Hadid: 4). 

Halbuki Tevrat’ta, altı gün mevcut dünya günlerine göre değerlendirilmiştir(bk. Çıkış, 1/131; 2/1-3). 

Oysa Dünya günleri ancak güneş sisteminin teşekkülünden sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, güneş sisteminin de içinde bulunduğu gökleri ve yeri dünyanın altı günü içerisinde yaratılmasına imkân yoktur. Kur’an ile Tevrat arasındaki bu fark şunu gösteriyor ki; 

a. Tevrat’taki dünya günleriyle ilgili detaylar bir vahiy değil, insanların yaptığı yorumlardır. Bu yorumlar işin içine girmiş ve konu yanlış bir rotaya kaydırılmıştır. 

b. Kur’an’da bu tür yanlışlara yer verilmemiş olması, Kur’an’ın değil mitolojik efsanelerden, aslında bir vahiy olan, ancak yanlış yorumların karıştığı diğer semavî kitaplardan dahi yanlış alıntılar yapmamıştır. Doğru olan bazı hakikatlerin Tevrat’ta da geçtiğine dair  ifadelerin, bizzat Kur’an’da yer alması ise, bu iki kaynağın da semavî kimliklerini tasdik etmektedir.

c. Kur’an’ın bir vasfı “Muheymin”dir. Bu vasıf, Kur’an’ın daha önceki kitapları kontrol eden; onlara sokulmuş olan yanlışları tashih, doğrularını ise tasdik eden bir kitap manasına gelir. İşte bu “altı gün” meselesinde de bir tashihin yapıldığını görmekteyiz. 

İşin erbabı olan muhakkik alimlerin ifade ettiği gibi, Kur’an’ın hiçbir ayetinde -gerçek manada- hiç bir yanlışa yer verilmemesi onun sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın kelamı olduğunu gösterir.

Böyle bir kitaba “mitolojik efsane” demekten insan titremelidir. Allah’ın gazabına dokunur da insanın aklı cinnet getirir, dili kurur, kalbi kararır...

42 Dünyanın yaradılış sebebini, özellikle inatçılara cevap verecek şekilde sırası ve hikmeti ile izah edebilir misiniz?

- Şunu unutmayalım ki, peygamberler dahil, insanların görevi hakkı tebliğ etmektir, karşı tarafa kabul ettirip ettirmemek Allah’ın işidir. Allah da o kimsenin iç alemine bakarak, ya onu kendi haline bırakır ve adalet eder; yahut da ona lütuf ve ikramda bulunarak doğru yolu kabul etmesine yardımcı olur ve ihsan eder.

- İnsanın yaratılışındaki en önemli hikmetlerden birinin, belki en önemlisinin, Allah'ın kemal sıfatlarına ayna vazifesini görmektir.

 "Ben gizli bir hazine idim, kâinatı beni tanımaları için yarattım."(Aclunî, 2/132)

meâlindeki kudsî hadisi açıklarken, Muhyiddin İbn Arabî, "Mahlûkat/yaratıklar, bana bir ayna olsun ve o aynada cemâlimi göreyim diye yarattım." şeklinde açıklamıştır. (bk. el-Futûhâtu'l-Mekkiye, 4/269-270)

- "Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi" sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin:

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın." (Sözler, On Birinci Söz)

Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadelerinden anlaşılacağı  gibi, Allah -birinci derecede- yarattığı kâinatın harika sanatını herkesten önce kendisi bakmak ister. Bir şairin şiir yazarak, bir mühendisin hendese işini yaparak, bir mimarın güzel mimari eserler ortaya koyarak, bir ressamın güzel resim tablolarını meydana getirerek kendi maharetini ortaya koymaktan zevk aldığı gibi, Allah da kendi kudret, ilim ve hikmetinin şaheserlerini görmekten -kendine layık- bir lezzet alır ve memnuniyet duyar.

Allah, -ikinci derecede- bu harika eselerinin başkaları tarafından da görülüp beğenilmesini ister.  Nitekim maharet sahibi kimse, ortaya koyduğu şaheserlerinin başkaları tarafından takdir görmesinden çok memnun olur ve  büyük haz duyar.

“Her şey Allah’ı tesbih ediyor.” (İsra, 17/44)

mealindeki ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Allah başkaları tarafından yarattığı sanatlarının övülmesini, kendisinin sonsuz kudret, ilim ve hikmetinin harika eserlerinin görülmesini ister. Cansız varlıklar bu görevi hal diliyle ilan ettikleri gibi, şuurlu varlıkların da bunu kal diliyle ilan  etmelerinden memnun olur.

Melekler, cinler ve ruhanilerin kal diliyle yaptıkları şuurlu tesbihleri ve övgüleri bilinmektedir.

Asıl bizi ilgilendiren insanın yaratılış hikmetinin ne olduğudur. Bediüzzaman Hazretlerinin açıklamalarını kısaca özetlemeye çalışalım:

a. Allah’ın sanat eserlerine bakıp hayranlığını ifade etmek üzere tekbir ve tesbih vazifesini eda edip "Allahü Ekber" demek.

b. Allah’ın kutsi isimlerinin varlığa yansıyan cilvelerini temaşa edip onların güzelliklerine dellallık yaparak “Sübhanallah, Velhamdülillah" diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfa etmek.  

c. Allah’ın bin bir çeşit nimetlerini iç ve dış duygularıyla tadıp idrak etmek ve Rabbine şükür ederek medh-u senada bulunmak.

d. Allah’ın isim ve sıfatlarını -yukarıda arz edildiği üzere- kendi sıfatlarıyla bir derece kıyaslayarak anlamak ve onları her türlü noksandan tenzih etmek.

e. Kâinatı Allah’ın bir kitabı gibi algılayıp okumaya çalışmak ve ince nakışlarını düşünüp tefekkür etmek ve onları istihsan etmek.

f. Kâinatın harika sanat estetiğini temaşa ederek Yüce Yaratıcıya karşı hayranlık beslemek, sevgi ve saygısını arttırmaya gayret etmek.

g. Gıyabî bir ibadet olan bu kulluk görevini yerine getirerek, hazurî ibadet olarak bilinen ibadetleri hakkıyla yerine getirmek, Rabbine hakiki kul olmak,

“Ey yüceler yücesi Rabbim! Seni hakkıyla tanıyamadık; Seni hakkıyla zikredemedik, sana hakkıyla şükredemedik... Sen seni övdüğün gibisin... Bununla beraber 'Biz sadece sana kulluk ediyor, yalnız senden yardım diliyoruz.' Bizi de kusurlarımızla beraber salih kullarının zümresine dahil et.”

şeklinde yalvarıp yakarmaktır... (krş. a.g.e., a.y.)

43 Dünya, yer ile gök arasında kendi halinde bırakılmıştır, rivayetinde geçen "yer ile gök arası" neresidir?

- Evvela bu hadis zayıftır. İhya’da (3/204) yer alan bu rivayet hakkında, Zeynuddin el-Iraki, “Bunun bir kısmı Musa b. Yesar tarafından mürsel olarak rivayet edildiğini, geri kalan kısmının herhangi bir aslına rastlayamadığını” belirtmek suretiyle, zayıflığına işaret etmiştir. (bk. Tahricu Ahadis-i İhya, -İhya ile birlikte- a.y)

- Aslında yer-gök arasında bulunan bir dünya tasavvuru da bu hadisin sahih olmadığının göstergesidir. Meğer ki, dünyadan maksat, insanların hayatını ilgilendiren ve rızkıyla alakalı olan hayat şartlarını taşıyan, maddi- manevi hayatının teminatı olan bir dünya kastedilmiş olsun. Bu da hem gökleri hem yeri hem ikisi arası olan atmosferi ihtiva eder.

- Bununla beraber, bu rivayet şayet sahih olsaydı, bunu şöyle açıklayabilirdik:

Burada kastedilen dünya, Allah’a ve ahirete perde olan ve iman esaslarına ters işleyen bir dünyadır. Bu dünya, gafil insanların eğlence ve oyuncağı olan yönü itibariyledir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;

“Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünki onun mezraasıdır.

İkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünki onların mekteb ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasden ve bizzât kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.

Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur.

Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 79)

44 Evrendeki her şey insan için mi yaratılmıştır?

- Kur’an Allah’ın kelamıdır. Onun sonsuz ilmini yansıtmaktadır. Bütün kâinatın sırf insana hizmet etmek için yaratıldığını düşünmek elbette isabetli değildir ve Allah da böyle bir şey demiyor.

- Ancak Allah, vahiy yoluyla özel muhatabı olan insanla özel konuşmaktadır. İnsanla konuşurken de ona yaptığı nimetlerini sayıp dökmektedir. Çünkü imtihan ayağının en büyüğü şükürdür. İnsandan şükür etmesini isteyen Allah, bunun gerekçesi olarak da sonsuz nimetlerini gösterir. Kainat çapındaki bu sonsuz nimetlerini dikkatlere sunarken de “kâinatın insana bakan yönünü” nazara verir. Örneğin, güneşin yüzlerce hikmeti ve hizmeti vardır, ancak -ısıtmak, ışık vermek, hayatı sağlamak gibi- insana bakan yönü de vardır.

- İşte Kur’an’da Rabbimiz kâinatın insana bakan bu yönünü esas alarak konuşuyor.  Örneğin: “Güneşi, ayı, denizi, yeri emrinize verdim / sizin hizmetiniz için yarattım.” diyor. Ve bu Kur’an’ın bu ifadesi gerçeğin ta kendisidir.

- Hatta insanın yaratılış gayesini de “yalnız kulluk” olarak gösterilmiştir...  Bu demek değil ki, insan başka bir şey yapamaz ve hep kulluk ve ibadetle meşgul olur. Bilakis bu ifadeden maksat, insanın en büyük görevinin ibadet ve kulluk olduğunu ilan etmektir.

Bununla beraber, kulluk geniş manasıyla Allah’ın emir ve yasaklarından ibarettir. Dindeki hayat bunların dışına çıkmaz ki kulluktan çıkılmış olsun. Mübah olanlar da bu emir ve yasakların açıkça zikredilmediği bir alan olarak hükmen o da “efal-i mükellefin / insanların sorumlu oldukları alanlar”a dahildir.

İlave bilgi için tıkalyınız:

İnsan ve Kainat; Küçük Kainat ve Büyük İnsan
Madem uçsuz bucaksız kainattaki en önemli meyve ve gaye insandır ve...
İnsanın Allah'a muhatap olan bir varlık olmasını ve Allah'a hitap etmesini nasıl anlamalıyız?..

45 Allah Teâlâ'nın varlıkları ibda ve inşa şeklinde yaratmasını açıklar mısınız?

İbda, yoktan yaratma demektir. Kâinat ilk yaratılmasında yoktan yaratılmıştır. Yok ise veya yokluk ise yaratmakla bitmez.

İnşa ise, yaratılmış olan element veya atomlardan, yeni şeyler meydana getirmektir. Bunda ise ilk yaratılıştaki atomlar ve elementler kullanılıyor. Sadece şekil, renk ve mahiyeti itibariyle farklılıklar sonradan oluyor. Ve sadece bu kısım yaratılıyor.

İbda alfabeye, inşa ise bu alfabenin harfleriyle kitap yazmaya benzetilebilir. Elementler, -tabir caizse- ilahi bir alfabedir, ibda ile var edilmişlerdir. Her bir varlık ise bu elementler alfabesiyle bir kitap gibi yazılmaktadır.

Her inşada yeni bir ibda vardır. Zira her varlık orijinal bir nüshadır. Allah’ın yaratması son derece süratli olmakla beraber, hiçbir varlık diğerinin aynı değildir. Bazı ehl-i hakikat bunu “la tekrara fi’t- tecelli” yani “Tecellide tekrar yoktur.” şeklinde ifade ederler.

Yoğu var etme, varı yok etme ise Allah’ın devamlı işleyen kanunlarından biridir. Her şey yoktan yaratılmıştır. İlim adamları kâinatın yaşıyla alâkalı rakamlar vermektedirler. Bir şeye yaş koymak, konulan yaştan evvel o şeyin olmadığına delildir. Allah’tan maada her şey için bir başlangıç vardır.

Ayrıca yaratılan şeylerin yıpranması ve ölümleri onların ezeli olmadığını gösterir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir?..

46 Kara deliğin büyüyüp bütün evreni kaplayacağı doğru mu?

KARA DELİKLER, gök cisimlerini yutarak gitgide devleşiyor ve güçleniyor. Daha büyük bir iştahla yutmaya başlıyor. Merak edilen ise bu yutuşun ve büyümenin nereye kadar varacağıdır...

Bazı bilim adamlarına göre dönen ve (tercihen) elektrik yükü olan karadeliğin içi, kendine karşı gelen bir ak delikle birleşik durumdadır...

İlave bilgi için tıklayınız: 

Evrende bulunan kara delik (ak delik) hakkında bilgi verir misiniz?

47 Yedi kat yerden her birinin arasında 500 ya da 700 sene olduğu doğru mu?

Bu konuda öyle bir hadis rivayetine rastlayamadık.

Kaynaklarda, İbn Mesud’un şöyle dediği bildirilmiştir:

“Allah yedi yerküresini yaratmıştır. Her birisinin kalınlığı 500 yıl, her bir kat arası da 500 yıldır.” (Taberi, Bakara:12. ayetin tefsiri)

Ancak Fahruddin Razi, muhakkik alimlerin bu bilgiye itibar etmediklerini bildirmiştir. (Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Eğer, bu rivayet doğru ise, bunun bir manası, bu dünyanın ve bu dünya içindeki alemlerin ve yer katmanlarının, misal alemindeki yansımaları olabilir. Nitekim bazı evliyalar keşiflerinde bu tür alemlerden söz etmişler ve ifritlere, cinlere ait binler senelik mesafeler olduğunu söylemişlerdir.

Alem-i misal şu gördüğümüz alemle iç içe olan ve her şeyin görüntülerinin bulunduğu bir alemdir. Kalp gözü açık olan veliler gördükleri keşifleri o alemden yapmaktadırlar.

Her şeyin görüntüsü oraya aksederken farklı büyüklüklerde aksedebilmektedir. Bu yönüyle, ifritlerin aleminden haber veren bazı ehl-i keşif evliyalar, aslında onların dünyada yaşadıkları mekanların alem-i misale akseden görüntülerini görerek haber vermektedirler. O görüntüler ise aslından çok çok büyük görünmektedir. Mesela, dünyadaki asıl mekanları bir ada kadar bir yer ise, misal aleminde büyük bir kıta gibi görünebilmektedir.

Demek ki, yer küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde kabul etsek, misal aleminde ondan yansıyan, akseden, temessül ve meydana gelen misalî ağacı, o çekirdeğe göre koca bir çam ağacı kadar olacaktır.

İşte gerek İbn Abbas’ın olduğu söylenen söz gerekse kalp gözü açık olanların gördükleri binler senelik alemler, yer küresinin bu dünyadaki halleri değil, misal alemine akseden pek çok geniş alemlerdir. Yoksa bu dünyamızdaki alemler değildir.

Nasıl küçük bir aynada büyük bir saray ile büyük bir bahçenin yansıması olur. Bir küçük aynada, saray bahçesiyle beraber akseder ve o aynanın içine girer. Aynen bunun gibi, bu maddi dünyanın bir senelik bir alemi, misal aleminde binler sene genişliğinde alemler olarak yansımaktadır. (bk. Nursi, Mektubat, On Sekizinci Mektup)

İlave bilgi için tıklayınız:

Yer ve gök kaç katmandan oluşuyor?

48 Yerküresi kainatın kalbi ise, ayetlerde neden gökler önce geçmektedir?

Gökler ile yerküresi arasında karşılaştırmayı iki yönlü olarak yapmak gerekir.

Birincisi: Göklerin büyüklüğü ve yerkürenin küçüklüğü penceresinden yapılan muvazene. Bu açıdan bakıldığı zaman, göklerin hep yerkürenin önünde olması, öncelikli olması ve daha önce zikredilmesi hikmet ve adaletin gereğidir.

İşte Kur’an’da genel olarak ve büyük çoğunlukla göklerin yerküreden daha önce zikredilmesine bu muvazene açısından bakmak gerekir.

İkincisi:

- Allah’ın isim ve sıfatlarının en yoğun tecelli ettiği,
- yaratıkların en mükerrem ve mükemmeli olan insanın iskân edildiği,
- Allah’ın insanlarla iletişimi olan Kur'an vahiylerin indirildiği ve uygulandığı bir zemin olması açısından
- ve kaînatın kalbi mertebesine yükselen yerkürenin bu manevi cephesi yönünden bakıldığında;

bütün göklerin terazinin bir kefesine, yerküresinin ise terazinin diğer kefesine konması gerekir.

İşte Kur’an’da daima gökleri bir tarafa, yerküreyi diğer tarafa koyup karşılaştırmasının hikmeti budur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur’an’da neden göklerin ve yerlerin rabbi denilmiyor da arz/yer kelimesi tekil olarak geçiyor?

Madem uçsuz bucaksız kainattaki en önemli meyve ve gaye insandır ve onun imtihan edilmesidir, neden o zaman bu en önemli han ve meşher için kainatta kum tanesi kadar küçük ve önemsiz bir yer ayrıldı?

49 Yokluk yaratıldı mı?

Evrenin yoktan var edildiği hususu doğrudur.

Hz. Peygamber (asm)' münacatı olan Cevşenu’l-Kebir’in 79. fıkranın son cümlesi: “Ya men yahluku’l-Eşyae mine’l-adem = Ey eşyayı yoktan var eden!” şeklindedir.

Razi gibi alimler de açıkça eşyanın yoktan varedildiğini belirtmişlerdir. (bk. Razi, tefsiri, I/199; 4/152)

Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şu sözlerle ifade etmiştir:

“Evet Kadîr-i Zülcelal'in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira' ve ibda' iledir. Yani hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşa ile san'at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi' olan zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.” (Asa-yı Musa, s. 176)

“Yokluğun  nurdan yaratılması” meselesi tartışma götürür. Çünkü, Nur, varlıktır. Varlıktan yokluğun yaratılması kolay anlaşılır bir şey değildir.

Bu konuda bazı hissi ve tasavvufi ifadeler söz konusudur. Mesela Razi şöyle der:

Adem/yokluk alemi nihayetsiz bir karanlık alemdir. Ancak bu alemin derinliklerinde Allah’ın cûdu/keremi ve rahmetinin pınarları fışkırıyor. İcad ve yaratmanın kaynağı bunlardır. Yaratılış gereçeği, Allah’ın bu kerem ve rahmetinin tezahürleridir. (Razi, 32/336)

Bu gibi ifadeler bilimsel olarak ispatlanamaz. Ancak his bazında vurgulanabilir.

Şunu da belirtelim ki, aslında mutlak yokluk yoktur. Çünkü, Allah’ın sonsuz ve ezeli ilimi, her şeyi kuşatmıştır. Bu ilmin dışında ne bir varlık, ne de bir yokluk söz konusu değildir. Buna göre denilebilir ki, eşya iki çeşittir. Bir kısmının sadece ilmî vücutları vardır. Harici vücutları olmadığı için bunlara “adem=yokluk” denir. Diğer bir kısmı ise, ilmî vücudu yanından haricî vücudu da vardır. Bu sebeple bunlar varlık denilmiştir.

Bu konunun izahını yine işin erbabına bırakalım:

“Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak'tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik 'a'yân-ı sabite' tabir etmişler."

"Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hâlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.” (Nursi, Mektubat, s. 59)

50 Hassas Ayar argümanı hakikat midir, kâinattaki hassas ayar ya da dengenin hakikati nedir?

- Bütün kâinatta harika bir dengenin varlığını inkâr eden kördür. Bunu bilimlerin ince fizik kanunlarını bilmeye de gerek yoktur. Gece-gündüz dengesi, ekoloji dengesi, organ naklinin şahadetiyle, insanların organları arasındaki simetrik formlar gibi gözle görülen öyle dengeler var ki, bütün varlıklarda mükemmel bir adalet ölçüsünün varlığına şahitlik etmektedir.

Bu ateistin de iki gözü, iki kulağının simetrik dengesi, onun bu iddiasının çürüklüğünü gözler önüne sermektedir.

Ateistler, şimdiye kadar bilimin verilerini bahane ederek ve yanlış yorumlar yaparak, pozitivist ve materyalist bir yolda yürümeyi denediler. Şimdi ise, Kur’an’ın söylediklerine hizmet eden bir bilimi karşılarında görünce “aslandan kaçan yaban hayvanları”nın pozisyonuna girmeyi tercih ettiler.

- Bununla beraber, böyle hassas bir argümanın olmadığını iddia eden kimse, bu davasını bilime dayanarak ispat etmesi gerekir.

“Bir gün yaratılış sırrı çözüldüğünde anlayacaksınız." ifadesi, bu konuda bir acizliğin ifadesidir. Cehalet ile bu ifade arasında da çok güçlü bir denge vardır. Mevcut olan hakikatler karşısında suspus olan bir kimsenin, olup olmaması bilinmeyen bir tahmine dayanarak, nefes almaya çalışmak ile mevcut bilim verilerinden kaçmak arasında gerçekten güçlü bir uyum vardır.

- Diğer bir ifadeyle, "Bir gün yaratılış sırrı çözüldüğünde anlayacaksınız." sözü doğrudur. Anlamı da şudur: Bir gün bu sır daha iyi anlaşılırsa, kainattaki bu hassas dengenin ne kadar gerçek olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

 “Bir şeyi duymak istemeyen kadar sağır kimse yoktur.” derler. Bu ateistlerin kâinatın düzeni ve nizamı ve dolayısıyla bir yaratıcısının varlığını duymak ve bilmek istemeyişleri, tıpkı böyle sağır taklidi yapan kimse gibidir. Bilimin ve varlığın hakikatlarını ters yüz etmede, son derece maharet sahibidirler.

Kâinatta atomdan galaksilere kadar, nizam, denge ve düzen içerisinde olmayan bir tane varlık gösterebilecekler mi? Öyle çok uzağa gitmelerine gerek yok. Kendi vücutlarına baksalar, aradıkları o dengeyi fazlasıyla bulacaklardır.

- Elleri ve ayakları mı dengede değil? Gözleri ve kulakları mı, yoksa akciğerleri ve damrları mı dengesiz?.. Yani gözlerinin birinin inek gözü gibi, diğerinin sinek gözü gibi, kulaklarının birisi fare, diğeri merkep kulağı gibi, ağzındaki dişlerin bir kısmı at, bir kısmı da it dişi gibi, başı da kuş başı gibi olsa idi o zaman dengenin hakikatını anlarlardı.

Kandaki akyuvarların, alyuvarlara oranı ve dengesi biraz değişiverse, kan kanseri olacak, dengenin sağlanması için elinden geleni yapmaya gayret gösterecekti. Teneffüs ettiği havanın dengesi bir an için bozuluverse, oksijen azalıp, karbondioksit yüksek oranda artsa idi, o dengenin değerini bile takdir etmeye vakti kalmazdı.

Koyunun bir ayağı inek ayağı gibi, başı tavuk başı gibi olsa idi, hayvanlardaki son derece hassas dengeyi ve intizamlı yapıyı anlardı.

- Kâinattaki o hassas denge olmasa idi, yerküre 23.5 derece başını eğip, güneşin etrafında saatte 108.000 km. süratle gezebilecek miydi?

İşte kâinatta son derece hassas dengeyi kuran ve yöneten bir yaratıcı olmasa idi, canlılar bir anda ortadan kalkacak, güneş orada, ay ve yıldızlar yerinde, yerküre burada olmayacak, âlem bir anda alt-üst olacaktı.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaratılıştaki Denge.
İntizam Delili.
Denge Delili
Fiillerdeki Mükemmellik Delili.

51 On sekiz bin alemle ilgili hadisler ne kadar doğrudur?

- On sekiz bin alemle ilgili sahih bir rivayete rastlayamadık.

- Delailu’l-Hayrat ve şerhi Kara Davud gibi eserler ilmi referans olarak kullanmaktan uzaktır.

- Besmelenin “ba” harfi dışında 18 tane harfi olduğundan ötürü, varlıkların da 18 bin alem olduğu yorumu yapılmıştır.

Nitekim, İbn Kesir tefsirinde, bazı alimlerin “18 bin” alem dediklerine yer verdikten sonra, bu tür yorumların garip olduğunu, sağlam bir delile dayanması gereğine vurgu yapılmıştır. (bk. İbn Kesir, 1/132)

Bu sayıyı “17 bin, 14 bin” olarak ifade edenler de vardır. (bk. a.g.y)

İlave bilgi için tıklayınız:

On sekiz bin (18.000) âlem hakkında bilgi verir misiniz?

52 Yer ve gök kaç katmandan oluşuyor?

Şunu hemen ilfade edelim ki, yedi, yetmiş ve yedi yüz gibi tabirler, Arap üslubunda çokluğu ifade ettiği için, "yedi tabaka" ile o tabakaların çokluğuna da işaret edilmiş olabilir.

Diğer taraftan, semanın katmanlarıyla atmosferin katmanları aynı şeyler değildir.

Ayrıca birinci kat sema atmosfer ve katmanlarından ibaret değildir.

Elmalılı Hamdi Yazır bu manadaki ayetleri tefsir ederken şöyle der;

"Biz dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. 'Dünya' 'ednâ'nın müennesidir ki, 'en yakın' demektir. Bu ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır." (bk. Saffat suresi 6.ayetin tefsiri.)

Buna göre, bütün görünen gökleri bu dünyanın bir seması sayıp, bundan başka altı sema tabakasının bulunduğunu da anlamak mümkündür. Yeryüzü ile alakalı ifadesinin de farklı manalara işareti söz konusudur.

Atmosfer katmanlarıyla beraber birinci kat semanın içindedirler. Yıldızlar da birinci kat semanın içindedirler. Yıldızlar atmosferin katmanları arasında değilidir. Zira Astronomi biliminin verdiği bilgilere göre dünyaya en yakın yıldızın bile uzaklığı ışıkyılı ile hesaplandığı halde, Atmosferin en son tabakası olan Magnetosfer 64.000 km'ye kadar çıkmaktadır. Atmosfer dünyayı çepeçevre kuşatmıştır. Yıldızlar ise bundan daha uzaktır.

Göklerin katmanlarının ne olduğu konusunda tek bir görüş yoktur. Bunun ne anlama geldiğini tespit etmek elbette çok zordur. Bizim söylediğimiz Kur’an’da göklerin “yedi gök” olarak nitelendirildiğine dair bilgidir. Bu yedi göğün ne anlama geldiği husus birer yorumdan ibarettir. Yorumlar doğru da çıkar, yanlış da çıkar. Göklerim katmanlarını atmosfer katmanları olarak değerlendirmek zaten tartışma konusudur.

- Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin özetle verdiğimiz açıklamalarına bakıp geniş bir perspektif kazanabiliriz:

Yer Küresiyle İlgili:

- Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, âyetlerin mânâsı ayrıdır, o mânâların efrâdı ve mâsadakları ayrıdır. Küllî mânânın müteaddit fertlerinden bir ferdinin bulunmamasından dolayı o mânâ inkâr edilmez. Göklerin yedi tabakasına ve yerin yedi katına dâir küllî mânânın çok fertlerinden yedi mâsadak açıkça görünüyor. Bununla beraber, âyetin sarih ifadesinde "yedi kat arz" tabiri geçmiyor. Âyetin zâhiri: "Allah, arzı da yedi gök gibi yaratmış ve yaratıklarına mesken yapmıştır." diyor. "Yeri de yedi tabaka olarak yarattım" demiyor. Buradaki benzetme, "yedi sayısı" ile ilgili olmayıp, aksine yer ve göğün her ikisinin de Allah tarafından yaratılmış birer varlık ve pek çok yaratığa da mesken olduklarını ifade etmek içindir.

- Yer küresi göklere nisbeten çok küçüktür. Fakat Allah'ın sanatlarının teşhir edildiği bir merkez, bir sergi yeri olduğundan, kalbin bedene karşı durumu gibi, o da koca göklere karşı muvazeneye gelmiştir. Kâinatın kalbi hükmündeki yer küresinin, yedi yönden "yedi" sayısında da göklere benzemesi söz konusudur:

1. Eskiden beri bilinen yer küresinin yedi iklimi vardır.

2. Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya, İki Amerika isimleriyle meşhur yedi kıtası vardır.

3. Denizle beraber doğu, batı, kuzey, güney, bu yüzdeki ve yeni dünya yüzündeki malûm yedi kıtası vardır.

4. Hikmet ve fence kabul edilmiştir ki, yer küresinin merkezinden en üst toprak katmanına kadar iç içe değişik yedi tabaka vardır.

5. Canlılar için hayat kaynağı, basit ve cüz‘î yetmiş elementi ihtiva eden ve "yedi kat" tabir edilen yerin yedi küllî unsuru vardır.

6. Bir diğer yönden dört unsur denilen " Su, hava, ateş, toprak" ile beraber, üç üretken kaynak (mevâlid-i selâse) diye ifade edilen "madenler, bitkiler ve hayvanlar"ın oluşturduğu yedi tabaka ve yedi ayrı âlem vardır.

7. Sayısız keşif ve kerâmet ehlinin müşahede ettiği, cin, ifrit ve daha başka şuurlu canlıların meskeni olan yedi kat arz vardır.

8. Yer küremiz gibi, canlılara mesken olan ve hayat şartlarını ihtiva eden yedi ayrı yer küresinin varlığı Kur'an'ın ifadelerinden anlaşılmaktadır.

İşte yedi yönden arzın yedi tabakası ile yedi çeşit yer küresinin varlığı söz konusu olabilmektedir. Sekizinci mânâ, başka nokta-i nazardan ehemmiyetlidir. O yediye dâhil değildir. (bk. Lem'alar, On İkinci Lem'a, s. 64-69)

Yedi Gök’le İlgili:

Eski hikmet, şer'î lisanda arş ve kürsî olarak isimlendirilen varlıkları da saydıkları için, gökleri dokuz olarak tasvir etmişlerdir. O eski hikmetin dâhi hükemâsının şa'şaalı ifadeleri, insanları asırlar boyu tahakkümleri altında tuttu. Öyle ki, birçok müfessir, âyetlerin zâhirini onların görüşleriyle uzlaştırmaya çalıştıklarından Kur’an’ın i’câzına bir derece perde çekilmesine sebep oldular.

Yeni hikmet (fen bilimi) adı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin tamiri imkânsız ifratçı yanlışına karşılık, tefrite düşüp, âdeta göklerin varlığını inkâr ediyor.

Kur'an-ı Hakîm, kutsî hikmetiyle orta yolu tutup, ifrat ve tefritten âzâde bir üslûpla göklerin yedi kat olduğunu ifade etmiştir. Hadiste "Gök, dalgaları karardâde olmuş bir denizdir." ifade edilmiştir. Demek ki, yıldızlar, balıkların denizde yüzmeleri gibi, göklerde yüzüyorlar. (bk. Lem'alar, a.y)

İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.

Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki "esîr" dedikleri madde ile doludur.

İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Gökler aleminde cazibe ve dafia (itim-çekim) gibi kanunlarının rabıtası, ışık, ısı ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili (yayan ve taşıyan), o fezayı dolduran bir madde mevcuttur.

Üçüncüsü: Madde-i esîriye (esir maddesi), esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat (yed gök tabaklarının var edilmiş) olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.

Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye (gökle alemine) dikkat edilse görünüyor ki: O ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe "Samanyolu" tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sabit yıldızların tabakasına benzemiyor.

Güya tabaka-i sevabit yıldızları (sabit yıldızlar tabakası), yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan'daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi, sadık bir hads ile Manzume-i Şemsiye (güneş sistemi)'nin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, hiss ve hads ile derkolunur (idrak ediliyor).

Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.

Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor.

Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor.

Hem meselâ: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor.

Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra (yaratıcı kudret) teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak  فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ (onları yedi gök olarak düzenledi) sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halketmiştir.

Altıncısı: Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.

Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları havi olabilir.

Elhasıl: Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir.

Madem Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev'-i beşerin her bir tabakası, herbir âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır.

Evet hitabat-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki; her bir âyetin her bir tabakaya bir vechi var, bakıyor. (bk. Lem'alar, a.y)

İlave bilgi için tıklayınız:

Bazı ayetlerde geçen semavat ve arzın yedi kat olmasını nasıl anlamalıyız?
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı?

53 Yedi kat göklerden, Arş ve Kürsi’den bahseden hadisi nasıl anlamalıyız?

- Ebu Zer’den gelen rivayetteki ifadenin tercümesi şöyledir:

“Yâ Eba Zer! Yedi göğün Kürsî'ye olan nispeti, ancak geniş düzlük bir arazide (bir çölde) bırakılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî'ye büyüklüğü / üstünlüğü ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan büyüklüğü, üstünlüğü gibidir." (bk.  İbn Hibbân, Sahîh, thk. Şuayb Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1993, c. I, s. 76, nr. 79; Taberî, Kurtubî, İbn Kesir, Ayete’l-Kürsî  tefsiri; Beyhaki, Esma ve’s-Sıfat, h. no:861, 862; Kenzu’l-Ummal, h. no:44158)

- Hz. Ebu Zer’in daha kolay anlayacağı misal herhalde uçsuz-bucaksız sayılabilen çöllerdir. Hicaz bölgesinde bulup da bir genişlik hayal eden kimsenin, en başta tasavvur edeceği şey bir çöl olsa gerektir. Bu sebeple mesele bir çöl tasavvuru içerisinde değerlendirilmesi çok beliğ olmuş ve muhatabın zihin dünyasına uygun bir nebevi hitap şeklinde tezahür etmiştir.

- Denilebilir ki, burada Allah’ın sonsuz kudretinin bazı tezahürlerine işaret edilmiştir. Gaybi olan Arş ve Kürsi gibi mahluklar, insanların gördüğü geniş bir arazi, geniş bir sahranın durumuyla karşılaştırılmıştır.

Ayrıca insanların gözle görüp de bazı tahminlerde bulunabildiği göklerin genişliğinin boyutu ve onların Arş ve Kürsi yanındaki küçüklüğüne dikkat çekmek için -zihnî tasavvurdaki tahmine göre- sahraların genişliği bir ölçü birimi olarak verilmiştir.

Uçsuz-bucaksız bir sahranın zihindeki genişliği penceresinden Arş ve Kürsi’nin azametine baktırılmıştır.

Özetle, Allah’ın ilim ve kudretinin, irade ve hikmetinin uçsuz-bucaksız boyutuna uzaktan uzağa da olsa baktırmak, insanların zihnini ilahî saltanata çevirmek için bu bilgiye yer verilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

1400 yıl önce dünyamızın evren içinde toz tanesi kadar yeri olduğu ...
Levhi mahv, Arş, Kürsi hakkında bilgi verir misiniz?

54 Yaradılışın mükemmeliyet üzerine olduğunu açıklar mısınız?

Her varlık, kendisine biçilen rolde, verilen görevde, yaratılış bakımından en mükemmel ve güzel şekildedir. Her bir canlının ruh ve hissiyatı, bedeniyle tam bir uygunluk içerisindedir. Farenin ruh ve hissiyatına uygun bir beden verildiği gibi, tavuğun ruh, his ve duyguları da bedenine tam bir uygunluk arz etmektedir.

Bu mükemmelliği anlamak için, tersini düşünelim. Yani, tavuğun bedenini fareye ve farenin bedenini de tavuğa giydirelim. Kedi gelince farenin deliğe kaçması gerekir. Kendisindeki o tavuk bedeniyle bunu nasıl yapacak? Tavuğun ruh ve hissiyatı, gübrelikte eşinerek buğday tanesi bulup yemektir. Tavuk kendisindeki fare ağız ve bedeniyle bunu yapabilir mi? Demek ki, tavuğunu bedenine uygun bir ruh verilirken, farenin bedeni de tam ruh ve hissiyatına uygundur.

Aynı şekilde, tek hücreli bir organizma, o tek hücreli yapıya uygun en ince hassas duygu, his ve yapıyla, o tek hücrelilik içerisinde en mükemmel bir yapıya sahiptir.

Demek ki, her varlığın, bu dünya hayatından en iyi şekilde faydalanması için, bedenine uygun his ve düşüncelerle en mükemmel şekilde donatıldığı görülmektedir. Bu mükemmellik kelebek için kelebeklikte, karasinek için de karasineliktedir. Kelebeğe tavuğun midesi takılsa, o mide kelebeğin kendisinden daha büyük ve hem de bak ne kadar acayip olur! İşte o zaman bu kelebeğin bedeninde mükemmellik değil, hikmetsizlik, gayesizlik, ölçüsüzlük, intizamsızlık ve haksızlık vardır. Canlılar âleminde böyle bir hikmetsizliği gösterebilir misiniz? İşte hikmetli ve mükemmel yaratılış budur.

Nasıl ki, buzdolabı ile çamaşır makinesinin hangisinin mükemmel olduğu kıyas edilemezse, atmaca ile serçenin, hangisinin daha mükemmel olduğu kıyas edilemez. Her birisinin yaratılış gayesi ile donanımı ve his dünyası farklıdır. Her birisi kendi âleminde en mükemmel yapıya sahiptir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah bu kâinatı veya insanı daha mükemmel yaratabilir miydi?

Kainatta bulunan her şey en iyi şekilde mi yaratılmıştır, yoksa daha iyisi geliştirilebilir mi?

Korkunç görünümlü genetik bozukluklu bebeklerin yaratılmasını “Yarattığı her şeyi güzel yarattı.” (Secde, 32/7) ayetiye beraber değerlendirebilir misiniz?

Evrende kusur yok mu? Bir evrenin kusursuz, inanılmaz bir ahenk içinde işliyor olması için kıstaslar nelerdir?

55 "Tüm kainatı incelediniz mi ki, tümüne mükemmel diyorsunuz?.." sorusuna nasıl cevap verilebilir?

İnsanların verecekleri hükümler kendi kapsam alanlarına girenlerdir. Hiç kimse kendi kapsam alanı dışında bir yargıya varmak gibi bir özelliğe sahip değildir. Bu sebeple, müminlerin “Kâinat mükemmeldir.” demelerinin iki temel alanı vardır.

Birincisi: insan aklının kapsam alanı içinde olan ve şehadet alemi denilen gözle veya fen bilimlerinin gözleriyle görülen kâinattır/mükevvenattır. Bu sahada görülen bütün varlıkların mükemmel olduğu hem aklen hem ilmen sabittir.

İkincisi: İnsanın algı sahasının dışında kalan ve gayb alemi denilen, fenni ilimlerin ve akli tecrübelerin kapsam alanı dışında kalan varlıklardır. Bu saha ile ilgili malumatımızın yegâne kaynağı vahiydir. Kırk yönden mucize olduğu ispat edilmiş Allah’ın kitabı Kur’an’da Allah bu saha ile ilgili pek çok bilgi vermiştir.  

Bu iki kaynak da kesin bilgi ifade eden birer epistemolojik özelliğe sahiptir.

Fen bilimlerinin kainatın mükemmelliği ile ilgili ortaya koyduğu gerçekler bilinmektedir.

Kur’an’da ise yüzlerce ayet bu konuya dikkat çekmektedir: Nümune olarak iki ayetin mealini aşağıda vermiş bulunuyoruz:

“Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?”(Kaf, 50/6).

“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.”(Mülk,67/3-4).

Nasıl ki, büyük çoğunluğumuz gözle görmediğimiz halde, kimya, fizik, matematik, astronomi, jeoloji sahalarla ilgili bilgilerin doğruluğunu ilgili uzmanların ifadelerine dayanarak kabul ediyoruz. Elbette, insan uzmanlarla kıyaslamayı kabul etmeyecek derecede daha üstün, daha kesin bir bilgi kaynağı olan Kur’an’ın verdiği bilgiyi de mucizelerle donatılmış Hz. Peygamber (asm) ve Kur’an vasıtasıyla ulaştığımız Allah’ın bilgisine, verdiği haberlere inanmak gerekir. Bu bilgilerin doğruluğu hem aklın, hem vicdanın hem -manevi laboratuvarda milyonlarca defa test edilmiş- hakikatlerin ve ilgili tecrübelerin şahadetiyle sabittir.

Gerek ilahî gerek beşeri ilmin, mükemmel dediği kâinatın “belki bazı yerlerinde mükemmel olmayan yönler var” diyerek hayal üzerinde bir rota çizerek bir sonuca varmak mümkün mü? Bir yandan binlerce parçasının mükemmel olduğu adeta gözle görülen bir hakikat; bir vehim, hayal mahsulü bir varsayımla berhava edilir mi? Buna hiç bir ilim, hiç bir bilim razı olmaz. Meğer ki  ilmi, bilimi hayali bir film olarak zannetmiş olsun.

Kur’an’da “güneş, ay insana musahhardır” şeklindeki ifadelerden, bu varlıkların sadece insan için yaratıldığını düşünmek en büyük yanlıştır. Bilakis, bu ifadelerle bu cisimlerin sadece insanla ilgili olan yönlerine dikkat çekilmiş ve insan için nimet teşkil eden yanlarına vurgu yapılmıştır. Gece, gündüz, mevsimler,  denizler, bulutlar, rüzgârlar, atmosfer, yeryüzü ve benzeri unsurları da aynı şekilde düşünmeliyiz. Bunlarının hepsinin yaratılışlarında pek çok ilahi hikmet ve gaye vardır. Kur’an’da ise bunların insanlarla olan ilişkisine dikkat çekilmiştir.  O halde Kur’an’ın ilgili ifadelerinde bir yanlışlık yoktur.

Şimdi, yıldızların intizamlı hareketlerinden varlıkların intizamlı vücutlarına, azaların intizamlı yaratılışından dişlerin intizamlı dizilişine kadar, kâinatta ve içindeki eşyadaki intizamı düşünelim. Daha sonra şu sorunun cevabını verelim:

- Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün varlığına bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da şu kâinattaki intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaratılışın ve Allah'ın varlığının delilleri.

56 Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım hadisi, ayetlere aykırı mı?

- Önce şunu belirtelim ki, “Levlake” hadisinin manası sahih olmakla beraber hadis kriterlerine göre bir mesnedi tespit edilememiştir.

- Bununla beraber, bu hadisin manası, söz konusu ayetlerle bir çelişki teşkil etmez. Çünkü, ayetlerde insanların faydasına olan varlıklardan söz edilmesi, insana bakan nimet ciheti itibariyledir.

Mesela: Bakara suresinin 29. ayetinde yeryüzünün insanlar için olduğunun vurgulanması, insanın istifadesi cihetiyle nazara verilmiştir. Yoksa yeryüzü yalnız insanlar için yaratılmış olduğu anlamına gelmez. Çünkü, her şeyden önce yer dahil bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini dışa yansıtmak için var edilmiştir.

Dolayısıyla, “Levlake” hadisi bu ayetle çelişmez. Çünkü, bu konuda Hz. Muhammed’in yüksek bir makama oturtulmasının asıl sebebi, onun manevi şahsiyetidir. Manevi şahsiyeti ise, Kur’an ve sünnetle özdeşleşir.

Buna göre, Hz. Muhammed’in varlığın sebebi olarak gösterilmesi de, onun Allah’ın kâinat çapında tezahür eden isim ve sıfatlarının tecellilerini insanlara anlatan bir muallim olmasıdır.

- Kâinatın -iç içe geçmiş- iki hikmet için yaratılmış olduğunu düşünmekte mantık açısından bir sakınca yoktur. Allah bir taraftan asıl hikmet ve gerçek illet olan “kendini tanıtmak” istediği için, diğer taraftan bu tanıtma işini en güzel yapan Hz. Peygamberin yüzsuyu hürmetine yarattığını söylemek, yine aklen bir sakınca taşımamaktadır.

- Demek ki, kâinatın yaratılmasının asıl hikmeti, asıl maksadı, gerçek hedefi, hakiki ille-i gaiyesi Rabbimizin kendini tanıtmak istemesidir. Bunu ikinci derecede takip eden bir hikmet, bir maksat da  Allah’ın ilminde, bu kâinatın Allah’a olan şahadetini, kudret ve ilmine olan delâletini  en güzel anlatacak olan Hz. Peygamberin yaratılacak olmasıdır.

- Bu konuda meşhur olan “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” manasındaki hadistir.

- Aynı mantık formülü Zariyat 56. ayeti için de geçerlidir. İnsanların ve cinlerin sırf Allah’a kulluk etmelerinden maksat, kâinat çapında tecelli eden isim ve sıfatlarını tanımak, iman etmektir. Çünkü, İbn Abbas’ın dediği gibi, bu ayette yer alan “ibadet” kavramından maksat “marifettir”, Allah’ı tanımaktır. Ameli kulluk daha sonra gelir.

İşte kâinat çapında Allah’ın varlığını, isim ve sıfatlarını tanıtan Hz. Muhammed olduğuna göre, bu iki ifade birbirini tamamlar mahiyettedir.

- İkinci bir nokta: Kâinatın yaratılış gayesi, yüce yaratıcının varlığı ve birliğini tanıtmak ve onun hak mabud olduğunu gönüllere nakşetmektir. Özellikle şuurlu varlıktan cinlerin ve insanların sırf bu görevle yükümlü tutulduğunu,

 “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 50/56)

mealindeki ayetten anlamaktayız.

Bu hadisin manasının doğruluğunu şöyle açıklayabiliriz: Allah kendini özellikle şu iki kitapla tanıtmak istemiştir:

a. Ontolojik vahyin eseri, hârika bir nizam ve âhengin örgüsü olan kâinat kitabı.

b. Diğeri ise, bu kâinat kitabının ezelî bir tercümanı ve tefsiri olan ve bütün semavî kitapların esaslarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim.

İşte gerek kâinat kitabı olsun, gerek Kur’an olsun, Hz. Muhammed (asm) gibi bir muallim olmaksızın, tamamen anlaşılmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. Halbuki anlaşılmaz bir kitap -ne kadar güzel olursa olsun- onu anlatan, açıklayan bir muallimi yoksa, o kitabın manasız bir tomar kağıttan farkı kalmaz.

İşte hadiste, Allah’ın en büyük tarifçisi/tanıtıcısı olan bu iki kitabın yegâne muallimi olan Hz. Muhammed (asm)’in “Şahsiyet-i Muhammediye” denilen bu unvanı dikkatlere sunulmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, her şeyin Şahsiyet-i Muhammediye için yaratıldığını söylemekte bir sakınca yoktur. Bu sebeple, ortada şaşkınlığa yol açan bir durum söz konusu değildir.

57 Alemin kadim oluşu hakkında filozof ve kelamcıların görüşlerini açıklar mısınız?

Âlem kelimesi“rabbü’l-âlemîn” terkibiyle zikredilerek, Allah Teâlâ’nın canlı cansız bütün varlıkların ilâhı olduğu vurgulanmıştır. Kur’an’da “semavat” ve “arz” kelimelerin âlemi, yani kâinatı ifade etmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın gökleri ve yeri yarattığı, bunların maddî ve mânevî tasarruf ve hâkimiyetini kendi idaresinde bulundurduğu, semavat ve arzın sırlarını sadece onun bildiği ve bunlarda bulunan şuurlu şuursuz her şeyin kendisine boyun eğdiği (secde ettiği) ifade edilir.(bk. Süleyman Hayri Bolay, Alem, DİA, 2/357).

Âlemin kıdemi ve hudûsu problemi, felsefe ve kelamın temel problemlerinden birini oluşturmaktadır. Şehristâni’ye göre bu sorunun kaynağı Aristo’ya kadar uzanmaktadır. Ona göre âlemin kıdemini savunan ilk kişi Aristo’dur. Aristo kendinden önceki filozoflara muhalefet ederek âlemin kıdemini savunmuştur. İslam âleminde ise, bu konunun ne zaman tartışılmaya başlandığı net olarak bilinmese de Ca’d b. Dirhem (ö.124/741), Cehm b. Safvân (ö.128/745) ve daha sonra Mutezilî âlimlerin cevher ve arazların muhdes olmalarına dayanarak âlemin hudûsunu ortaya koymaya çalıştıkları bilinmektedir. Birkaçı hariç İslam filozoflarının hemen hepsi âlemin kadim olduğunu kabul ederken, kelamcılar bir bütün olarak âlemin hudûsunu savunmuşlardır.

Kelamcıların âlemin kadim olmasına karşı çıkıp muhdes olduğu üzerinde ısrarla durmalarının nedeni, onların âlemin hudûsuna dayanarak Allah’ın varlığını ispatlama imkânına sahip olmalarıdır. Âlemin hudusuna dayanarak bir yoktan var edeni (muhdis) ispatlama yöntemine kelamcılar hudûs delili adını vermişlerdir. Kelamcıların Allah’ın varlığını ve sıfatlarını ispatlamada dayandıkları en önemli delilerden biri budur. 

Hudus delili, âlemin muhdes olduğu, her muhdesin var olmada bir muhdise ihtiyaç duyduğu kıyasına dayanmaktadır. Bu yöntem birçok şeyin sebep-sonuç ilişkisi içerisinde birbirini gerektirmesi esasına dayanmaktadır. Şöyle ki;

Allah’ın varlığını ispat etmek için öncelikle evrenin muhdes olduğunu; evrenin muhdes olduğunu ispatlamak için evrenin cisimlerden meydana geldiğini; cisimlerin varlığını ve cisimlerin sonlu olduğunu ispatlamak için ferdî cevheri; ferdî cevheri ispat etmek için de cevherlerin arazsız olamayacağını ve arazların da muhdes olduğunu ispatlamak gerekmektedir. Sırasıyla bunlar ispatlandıktan sonra şöyle bir kıyas kurulur:

"Her sonradan var olan bir var edene ihtiyaç duyar. 
 Âlem sonradan var olmuştur.
 Öyleyse âlemi yoktan var eden biri vardır."

Filozoflar ise âlemin kadîm olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onar da âlemin kadim olduğunu ortaya koymak amacıyla birbirini gerektiren birçok husus sıralamışlardır. Onlar, âlemin kadîm olmaması durumunda yüce Allah’ın güç sahibi değil iken, güç sahibi olmaya doğru değişmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir ki, bu durum Yüce Allah’ın zatında değişimi zorunlu kılacaktır. Değişimi kabul etmesi halinde ise Yüce Allah etkilenmeye maruz kalacak ve etkilenmeye maruz kalan bir yaratıcının ise ulûhiyet vasfı zedelenecektir. Filozoflar buna dayanarak güneşle birlikte bulunan güneş ışığı gibi, âlemin de daima Allah ile beraber olduğunu, dolayısıyla âlemin de kadîm olduğunu söylemişlerdir.  Bu konu kelamcılar ve filozoflar arasında önemli tartışmaların meydana gelmesine neden olmuştur. Nitekim Gazali-İbn Rüşd tartışmasında da en önemli problemlerden biri budur. Gazali’nin filozofları tekfir ettiği konulardan birini de onların âlemin kadim olduğuna ilişkin iddiaları oluşturmaktadır.(bk. Celaleddin Demirci, Proclus'un Alemin Kıdemine İlişkin Delilleri Üzerine, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9/153-156).

XI. yüzyıl İslâm düşüncesinin kavşak noktasında duran ve kendi çağının yaygın fikir akımlarıyla hesaplaşmaya girişen Gazzâlî, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın eserlerinde ifadesini bulan ezelî âlem tasavvurunu şiddetle eleştirmiş, âlemi Allah’tan başka bir kadîm varlık şeklinde düşündükleri ve böylece İslâm’daki tevhid akîdesinin dışına çıktıkları gerekçesiyle filozofları tekfir etmiştir. Gazzâlî’nin bu konudaki hareket noktası, Allah’ın âlemi iradesinin dışında belirlenmiş bir zamanda değil, kendi dilediği anda yaratmış olduğudur. Onun iradesi herhangi bir sınırlama ve tayinle bağımlı olmadığı için, Allah’ın âlemi neden şu zamanda değil de bu zamanda yarattığını sormak saçmadır. Aynı şekilde Allah’ın iradesi herhangi bir sebebe bağlı da değildir veya en azından bu sebep kendi iradesi dışında değildir. Ayrıca her sebebi o anda bir sonucun takip ettiği fikri de zorunlu değildir ve sonucun sebebin mevcudiyetinden bir süre sonra doğması hiç de akıl dışı değildir. Dolayısıyla Allah’ın iradesini ezelî kabul edip âlemin bu irade sebebiyle ve bu iradenin belirlediği zaman içinde meydana geldiğini benimsemek mantıklıdır.(Süleyman Hayri Bolay, Alem, DİA, 2/357).

58 Simülasyon argümanını din ile nasıl açıklanır?

- Simülasyondan söz eden bazı sitelerde aynı zamanda “Tanrının varlığının kanıtları” şeklindeki bir ifadeye de yer vermişlerdir ki, bu tamamen ayrı bir reklam tabelasıdır. Bunun simülasyonla bir ilgisi yoktur.

- Simülasyon, deyiş yerindeyse bir “empati” sanatıdır. Bir kişi gerçek hayatta yapmak istediği bir şeyin tıpkısını sanal alemde, bir temsili maket sisteminde bir manken gibi yaşamaya çalışır ve bununla kendini bir provaya tabi tutar.

- Bu konuda verilen bilgiler şu merkezdedir:

“Simülasyon diğer adıyla benzetim; teorik ya da fiziksel gerçek bir sistemin, bilgisayar ortamında modellendikten sonra bu model ile sistemin işletilmesi amacına yönelik olarak, sistemin davranışını anlayabilmek veya değişik stratejileri değerlendirebilmek için deneyler yürütülmesi, bu sistemlerin özelliklerini ve davranışlarını bilgisayar aracılığıyla değerlendiren bir tekniktir. Simülasyon, günümüzde çoğu alanda uygulanan bir tekniktir. Örneğin; günümüzde aktif şekilde kullanılan yerlerden biri ehliyet / sürücü belgesi kurslarıdır. Şoför adayları trafiğe çıkmadan simülasyon üzerinde kendilerini eğiterek gerçek bir araba kullanmışçasına deneyim kazanırlar.”

“Simülasyon (Simulation):  Belirli bir faaliyet veya sürecin işleyişini göstermek ve onunla ilgili sorunları çözmek amacıyla, o faaliyet veya sürecin bir modelinin kullanılmasıdır. Hazırlanan model fiziki varlığı olan bir yapı biçiminde de olabilir, örneğin, bir binanın zelzeleye dayanıklığını test etmek için onun bir maketini yapıp titreşime tabi tutmak gibi. Ancak daha çok uygulanan yöntem, sistemin matematik bir modelini yapmak ve bunun üzerinde sistemin işleyişini göstermektir. Bilgisayar olanaklarının gelişmesiyle bu işlemler de iyice kolaylaşmıştır. O bakımdan günümüzde simülasyon özellikle "Yöneylem Araştırmalarında" önemli rol oynamaya başlamıştır. Kuşkusuz, ister fiziki, ister matematik biçimde olsun, model kurmanın esas nedeni, bunun, doğrudan doğruya sistemin kendisini uygulamaya göre daha ucuz olmasıdır.”

- Bunun çok açık bir örneği olarak, askerlerin paraşüt ile uçaktan atlamaları için bir ön hazırlık yapmak üzere, suni / yapay bir rüzgar oluşturuluyor ve bu rüzgarlı tünelde askerler havada uçuyorlar. İşte bu suni / yapay ortamda uçmak bir simülasyondur. Askerler bununla doğrudan uçaktan atlıyormuş gibi bir havaya giriyor ve bu deneyimle kazandıkları cesaretle daha sonra gerçek bir şekilde uçaktan atlamakta zorluk çekmezler.

- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki simülasyon, ileride yapılacak gerçek bir işin içinde imiş gibi bir duruma adapte olmak için o işin bir benzerini prova etmekten ibarettir.

Dolayısıyla, -bize göre- simülasyonun dinle bir ilgisi yoktur. Bu teori ister doğru olsun, ister yanlış olsun, dini düşünceye müspet veya menfi / olumlu veya olumsuz hiçbir etkisi yoktur.

59 Kur'an Allah'ın sözüdür. Allah ise her şeyin yaratıcısıdır. O halde Kur'an'da neden Güneş'in de bir yıldız olduğu söylenmemiştir?

Evvela Kur’an, coğrafya dersini vermek için gönderilmiş bir kitap değildir ki, güneşin fiziki özelliğinden bahsedilsin. Bununla beraber güneşin bir yıldız olduğuna işaret vardır:

 "Ve Ay'ı bunlar içinde bir nur kılmış, Güneş'i de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır." (Nuh, 71/16)

Yukarıdaki ayette Ay için ışık (Arapça "nur"), Güneş için kandil (Arapça "sirac") kelimeleri kullanılmıştır. Bu kelimelerden Ay için kullanılan, ışığı yansıtan, parlak, hareketsiz bir kitleyi ifade eder. Güneş için kullanılan kelime ise, sürekli yanma halinde olan, ısı ve ışık kaynağı, gökteki bir oluşum anlamına gelmektedir.
 

60 Sofestailere, kainatı ve kendilerini yok sayanlara nasıl cevab verilmeli?

Sofestai, (Sevfestâi) kainatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakk'ı kabul etmemek için her şeyi inkâr eden ve müsbet veya menfi hiçbir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (septisizm) mensubu demektir.

Bu anlayışta olanlar, alemde hakikat namına hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmayı bile aklına getirmeyen zevküsefa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılardır.

"O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestai gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek." (bk. Nursi, Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam)

Nihilistlerin görüşü de her şeyi inkar olduğundan, onlar da bu sınıfa girerler.

Nasıl ki heykelin ustasını inkar edebilmek için, heykeli usta kabul etmek; kitabın katibini inkar edebilmek için, kitabı katip kabul etmek; resmin ressamını inkar edebilmek için de resmi ressam kabul etmek gerekir. Yani “mümkün-ü vücud” olan bu eşyaları, “vacibü'l-vücud” bilmek gerekir.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ı inkar edebilmek için de mümkün-ü vücud olan şu kainatı, içindeki eşyayı ve hatta zerreleri dahi, vacibü'l-vücud kabul etmek gerekir. Bunu kabul edemeyen, kainata “mümkün” demek zorunda kalır. “Mümkün” diyen de bu mümkünün yokluğunu varlığına tercih eden Vacibü'l-Vücudu, yani Allah’ı kabul etmek zorunda kalır.

Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek ve “Madde yaratılmamıştır, kendi kendine vücud sahibidir.” demek gerekir. Zira bir şey ezeli değilse, hâdisdir (sonradan olmuştur). Hâdis olan ise, bir muhdise (yaratıcıya) muhtaçtır. Maddenin ezeliyeti kabul edilmezse, hâdis ve mümkün olduğuna hüküm edilecektir. Bu ise bir muhdisi, yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir.

İşte bu sırdan dolayı kelam âlimleri, maddenin ezeli olmadığını ispat ile Cenabı Hakk’ın varlığını ispat etmeye çalışmışlardır.

Bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz:

Elimize bir kalem alıp, bir kâğıda “A” harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu “A” harfi hâdisdir, yani sonradan olmuştur. Birkaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Yani ezeli değildir, hâdisdir. Madem “A” harfi birkaç dakika önce yoktu, o halde onu yazan bir muhdis (sonradan yapan) olmalıdır. Muhdis olmadan, “A” harfinin vücud bulması mümkün değildir.

Şimdi eğer siz, “A” harfinin muhdisini inkâr etmek istiyorsanız, iki şeyden birini yapmalısınız:

1. “A” harfini inkar etmelisiniz. Zira harfi inkar ettiğinizde, katibi de inkar edebilir ve diyebilirsiniz ki: “ ‘A’ harfi yok ki, katibe ihtiyaç olsun.”

İşte felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve harf hükmünde olan kainatı inkar ederek, her şeyin, hatta kendilerinin dahi hayal olduklarını kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettiklerinden, “Hâdis olan bu kâinatı kim yarattı?” sorusuna muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kainat yoktur ki, bir ustaya ihtiyaç olsun. (Kendilerinin ve kainatın hayal olup olmadığını herhalde son nefeste anlamışlardır.)

2. Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki “A” harfini inkâr edemezseniz, ustasını inkâr etmek için tek yol kalır, o da: “A” harfinin yazılmamış olup, ezelden beri orada olduğudur. Zira yazılmamış ve kendi kendine ezelden beri varsa, o zaman yine katibe ihtiyaç olmaz.

İşte şu kâinat bir sayfadır. Üzerindeki eşya ise, bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için, sayfanın ve içindeki harflerin hâdis olmadığını, ezeli olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer eşyaya ezeliyet verilemezse, hâdis olduğu mecburen kabul edilecektir. Hâdis olduğu kabul edildiğinde de, “Bu hâdisin muhdisi kim?” sorusu sorulacaktır. Zira bir hâdisin, muhdis olmadan vücud bulması mümkün değildir.

İşte bu sebepten dolayı kâfirler, maddeye ezeliyet vermek zorunda kalmışlardır. Yani Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar, maddenin ezeliyetini ahmakçasına kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bazı septik felsefeciler duyu organlarının bizi yanıltığını söylüyorlar, doğru mudur?
Agnostisizm nedir? Maddeyi yaratanın da maddi özellikler içermesi gerekmez mi?

61 Uzayda her gün gezegenler çarpışıyor, karadelikler meydana geliyor, bu çarpışmaların, karadeliklerin hikmeti nedir?

- Bizim görebildiğimiz kadarıyla, yıldızların çarpışması, daha çok sanal bir hayal mahsulüdür. Şimdiye kadar herhangi bir yıldızın başka bir yıldızla çarpıştığına dair kesin bir ilmi veri elimizde yoktur. Gerçi bazı bilim adamları böyle bir öngörüde bulundular, fakat bu öngörülerinin tahakkuk ettiğine dair bir delil oluşmadı.

- Ancak bazı yıldız kümelerinin hatta galaksilerin birbirinin içinden geçmeleri söz konusudur. Bazı bilim adamları buna çarpışma diyorlar. Aslında bu, tesadüf eseri ortaya çıkan bir çarpışma değil, yeni bir doğumun tahakkuk etmesidir. Yani, Allah sonsuz ilim, kudret ve hikmetiyle milyarlarca yıldızları barındıran iki galaksiyi birbirinin rahminden geçirerek onları bir tek galaksi haline getiriyor.

- Yıldızların çarpışma ihtimali olmasına rağmen, şimdiye kadar bir astronomik trafik kazasının olmaması, Allah’ın sonsuz kudret, ilim ve hikmetinin göstergesidir.

- Elimizde kuvvetli bir delil olmamasına rağmen, bu konuda şöyle bir yorumun yanlış olmayacağını düşünüyoruz:

Allah ilk önce bütün kâinatı bir tek cevherden yarattı. Önce yalnız bir tek cevherin var edilmesi, Allah’ın birliğinin göstergesi olması bakımından önem arz etmektedir. Çünkü, “Bir, ancak birden gelir.”, yani bir fiilin bir tek faili vardır. Yaratılışa menşe olan ilk cevherin de bir tek olması yaratıcının bir tek olduğunu gösterir.

Hatta insanlık ailesini ilk defa sadece bir tek insandan (Hz. Âdem’den) yaratması da bu gerçeği fiilen seslendirmeye yöneliktir.

Hatta, diğer canlıların her bir nevinin bir ilk Âdem’i olması da bu hikmete mebnidir.  

Milyarlarca yıldızı barındıran galaksilerin iç içe girip birleşmeleri bu birlik nakşını dokumaya yöneliktir.

İşte ilk defa yaratılan mahlukların (Allah’ın birliğini gösterdiğinden) bir tek cevherden yaratıldığı gibi, en sonunda da bu milyarlarca varlıkların yine bir tek cevher haline getirilmesi bu hikmete uygundur.

“Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak diriltmeyi de biz gerçekleştiririz. Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da biziz.” (Enbiya, 21/104)

mealindeki ayetten bu gerçeğin işaretlerini sezmek mümkündür.

- Uzmanların belirttiğine göre, karadelik dediğimiz uzay-zaman eğriliğinin sonsuza yaklaşan bir bölgesidir. Karadelikler, maddenin, âdeta ezilerek yok olduğu görünmez noktalardır. Karadelikten ışık kaçamazsa, fiziksel hiçbir şey kaçamaz. Karadelikler, yıldızların ölümünün bir sonucudur.

- Karadelikler, yıldızların ölümlerinin bir sonucu olduğuna göre, evrenin bir gün tamamen öleceğinin ve kıyametin kopacağının bir göstergesi olarak yaratıldığını düşünebiliriz.

- Karadeliklerin en bariz dikkat çeken özelliği “başka uzaylara” kapı açılmasıdır. Aynı zamanda karadelikler bir kıyamet makinesi gibi çalışırlar.

Kâinat, mükemmel bir düzen ve âhenk içinde birbirine bağlı hareket eden milyarlarca gök sistemine ev sahipliği yapar. Bu muhteşem düzeni bozacak ve çekim gücü dâhil diğer kuvvetleri tesirsiz hâle getirecek, gezegen ve yıldızları yörüngesinden çıkararak, her şeyi alt üst edebilecek zâhirî bir sebep veya kuvvet ne olabilir?

Tekvîr Sûresi'nin "Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman... Yıldızlar kararıp düştüğü zaman... Gök yerinden soyulup koparıldığı zaman..." mealindeki âyetlerini mevcut kozmoloji bilgilerimize göre düşünürsek, Güneş'i dürecek, yıldızların ışığını dahi yutup onları fonksiyonsuz hâle getirip düşürecek sebep, karadelikler olabilir mi?

- Keza, karadelikler, bir  açıdan kozmik bir çöp kutusu görevini de üstelmiş gibidir. Ölen yıldızların cenazelerini toplayarak ve tamamen yok etmek suretiyle, astronomik çapta bir temizlik işini görmektedir. Böyle bir faaliyet Hakim ve Kuddus isimlerinin tecellisine uygundur.

62 İnsan, neden kainatın yaratılmasından milyarlarca yıl sonra yaratılmıştır?

- Allah kâinatı yaratırken Hakîm isminin tecellisi doğrultusunda, sebepler dairesindeki periyodik bir plan çerçevesinde yaratmıştır. Kur’an’da bu süreç, “altı gün/altı” (altı dönem) olarak ifade edilmiştir. İnsanın yaratılış safhası, ancak bu periyotların tekemmül etmelerinden ve bu safhaların tekâmüle ermelerinden sonra tahakkuk etmiştir.

- Kâinat ağacının yaratılması, insan meyvesini vermeyi hedeflemiştir. Bir ağacın meyve vermesi için belli bir süreye ihtiyacı olduğu gibi, kâinat ağacının da insan meyvesini vermesi için ilahî hikmetin ön gördüğü belli bir sürece ihtiyaç duymuş ve bu sürenin sonunda insan yaratılmıştır.

- İnsan yaratılmadan önceki süreçte de Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri söz konusu idi. Yaratma vardı, hikmet vardı, ilim vardı, kudret vardı...

- İnsan yaratılmadan önce onun aziz bir misafir olarak karşılanması, her yönden istifadesine hazır bir şekilde dizayn edilmesi gerekirdi. İşte o zaman zarfında bu işler hikmetle yapılmış, yeryüzü bin bir çeşit nimetlerle donatılmış bir sofra halinde serilmiş ve “ahsen-i takvimde yaratılan bu aziz misafir” Allah’ın özel muhatabı olarak yaratılmak suretiyle bir nevi davet edilmiştir. Bu safhaların bir özetini şu ayetlerden takip edebiliriz:

“De ki: Siz,  dünyayı/yeri iki günde yaratan Allah’ın tek İlah olduğunu inkâr edip O’na birtakım eşler, ortaklar mı uyduruyorsunuz?

Halbuki bütün bunları yapan, Rabbulâlemindir.  O, yerin üstünde yüce dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada ihtiyaç sahipleri için gıdalarını, bitkilerini ve ağaçlarını tam dört günde takdir etti, düzenledi.

Sonra iradesi bir gaz halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu: 'İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!' onlar da: 'Gönüllü olarak geldik.' dediler.

Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti.

Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk. İşte bu, azîz ve alîm (üstün kudret sahibi, her şeyi en mükemmel tarzda bilen Allah)’ın takdiridir.” (Fussilet, 41/9-12)

63 Kıyametten sonra, kainat, gezegenler, yıldızlar, atomlar bugünkü haliyle de olacak mıdır?

Gezegenler, yıldızlar da zaten “gök” kavramı içindedir. Gök zaten bunlardan ibarettir. Göğün değişmesi bütün bunların da değişmesi ve ebediyet alemlerine uygun hale getirilmesi anlamına gelir.

- Her varlığın en küçük parçasına “atom” denildiğine göre, elbette değişenler ne olursa olsun onların da en küçük parçacıkları olan atomları vardır. Ancak ahiret memleketi bu dünya memleketinden çok farklıdır. Bu sebeple, her şeyi bu dünya ile kıyaslamak yanlıştır.

- Bediüzzaman Hazretlerinin ilgili açıklamalarını, dünyadaki hatıraların canlandırılması manasında anlamak gerekir. Cennette insanların arzu ettiği her şeyin var olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. (bk.Fussilet, 41/31, Zuhruf, 43/71)

Üstad Bediüzzaman’ın ilgili sözleri şöyledir:

“...Şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp; tâ suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zabtedilsin. Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun.” (bk. Sözler, s. 76)

“Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhaları, o vak'aları müşahede etseler çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir, herhalde dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennet'te, عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ (Allah’a karşı saygılı olan takva sahipleri şüphesiz cennetlerde ve pınarların başındadırlar. Onlara  ‘selâmetle, güvenle oraya girin!’ denir."

“'Biz o cennettekilerin kalplerindeki kinleri çıkarıp atmışızdır. Hepsi kardeşler olarak karşılıklı koltuklara otururlar.' (Hicr, 45-47) mealindeki ayetlerin işaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları Cennet'te bulunacaktır. İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgâhları hükmünde görünüyor.” (bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam, s. 294)

Rabbimiz bizi de o sermedi mekanlarda bu güzel manzaraları seyredenlerden eylesin, amin!..

64 Yer ve gök, şuurlu varlıklar mıdır? Anlar, ister, seçer, cevap verir, emri yerine getirir mi?

- Fussilet suresinin 11. ayetinde muhatap yer ile göktür. “ikisi de isteyerek geldik”den maksat da yer ile göktür. Allah, yer ve gökle -bizim bilmediğimiz bir şekilde- onlarla konuştu ve “isteyerek veya istemeyerek (bana itaat etmek üzere) buyruğuma gelin” buyurdu. Onlar da “isteyerek geldik” dediler ve geldiler.

Bu ayette yer alan diyaloğu bir “istintak sanatı” çerçevesinde değerlendirebiliriz. Yani Cenab-ı Hak kudretinin karşısında hiçbir şeyin nazlanıp da emrine itaatsizlik edemeyeceğini, ezeli kudretin içine acizliğin sızamayacağını, dolayısıyla bir zerreyi yaratmak ile koca bir evreni yaratmak arasında hiçbir farkın olamayacağını beyan etmek üzere, hikmet lisanıyla yapılmış olan diyaloğu, istintak sanatı çerçevesinde tasvir etmek suretiyle insanların zihnine kudretinin yansımalarını nakletmiştir.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetin açıklamasında şunları kaydetmiştir:

“İkiniz de ister istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin." dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. "İkimiz de isteyerek geldik" dediler."

"Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme manasında olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri kendi tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana gelmez.” (Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Taberi ayete şöyle bir yorum getirmiştir: Allah söz konusu emriyle şöyle demek istemiştir:

“Ey gök ve yerküresi! İkiniz de sizin içinizde yarattığım şeyleri açığa çıkarın; Ey gök! Sen sende yarattığım güneşi, ayı ve yıldızları ortaya çıkar.. ve ey yer küresi! Sen de sende yarattığım bitkileri, ağaçları, meyveleri, ırmakları ve denizleri ortaya çıkar!” Onlar da bu emri yerine getireceklerini söylemişler.” (Taberi, ilgili ayetin tefsiri).

Bu açıklamadan da anlaşılıyor ki, ayette gök ve yerin; her birisinin kendisine mahsus bir nizam ve intizama girmeleri, ilahi takdirce ön görülen amaçların tahakkukuna hizmet edecek şekilde bir huy ve tabiata bürünmeleri hikmet lisanıyla veya “Kün” ile emredilmiş ve onlar da “feyekun” olmuşlardır.

Buna göre bu ayetteki ilahi kudretin gücü ve varlıkların bu kudrete boyun eğmelerinin zorunluluğunun tasviri yapılırken,

“Allah bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece 'Ol!..' demektir, hemen oluverir...” (Yasin, 36/82)

mealindeki ayetin bir nevi açıklaması yapılmıştır.

- Bu ayetteki gıyabi üslûbun hitaba dönüşmesinden şu dersi anlamak mümkündür:

Yüce Allah, bütün kâinatın bağlandığı adalet ölçüsüne en çok riayet etmesi gereken insan ve cinlerin durumunu gözler önüne seriyor ve âdeta şöyle buyuruyor:

“Şuursuz gök ve yer cisimleri, azametli kütlelerine rağmen, Allah'ın koyduğu kanunları çiğnemiyorlar, onlara riayet edip itaat ediyorlar. Sizin (Ey şuurlu varlık olan insan ve cinler!..) Allah'ın hükümlerine daha çok riayet etmeniz gerekmez mi? Hangi cesaretle bu koca kâinatın sahibine karşı isyana cür'et ediyorsunuz?"

Burada, insanların göklerdeki adalet ölçüsünün sınırları aşmaları ve kozmik dengeyi bozmaları değil, insanların kendileri için belirlenen şeri ölçüleri, Kur’an’ın ortaya koyduğu adalet ölçülerini aşmamalarına yönelik bir uyarı vardır.

- Keza, “Ey arz (yeryüzü), suyunu yut! Ey sema (suyunu) tut!” denildi. Ve su çekildi ve emir yerine getirildi. Ve (gemi), Cudi (dağı)nın üzerine yerleşti. Ve zalim kavme: ‘Uzak olsunlar’ denildi.” (Hud, 11/44) mealindeki ayetin ifadesini de yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde anlamak gerekir.

Evrenin -bizim insan olarak anladığımız şekliyle- şuurlu olduğunu söyleyen teoriler, bugünkü konumuyla ilmi açıdan bir değer ifade etmeyebilir. Ancak, bizim bilmediğimiz bir şekilde Allah’ın tekvini, ontolojik emirlerini dinleyecek bir konumda olduğunu düşünebiliriz. Hz. Peygamber (asm)’e hayvanların, taşların, ağaçların -bir mucize eseri olarak- konuştuklarını biliyoruz. Hz. Süleyman’ın kuşdilini, karınca dilini bildiğini de yine Kur’an’dan öğreniyoruz.

Bu misallerin paralelindeki bir misal olarak da Allah’ın şuurlu varlıklar yanında, şuursuz ve cansız varlıklara da vahyettiğini Kur’an’dan öğreniyoruz. Mealini vereceğimiz şu ayetlerde bu gerçeğe yönelik ilahi beyanlar vardır:

“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut.” (Nahl, 16/68),

“Allah bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece 'Ol!..' demektir, hemen oluverir...” (Yasin, 36/82)

“Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti.” (Fussilet, 41/12),

“Yer o müthiş depremiyle sarsıldığı zaman… Ve yer bağrındaki ağırlıkları çıkardığı zaman… İnsan şaşkın şaşkın: 'Ne oluyor buna!' dediği zaman… İşte o gün yer, üstünde olan biten her şeyi anlatır: Çünkü Rabbin ona bunları vahyeder.” (Zilzal, 99/1-5)

- Hayat ya da canlılık, tarifi net olarak yapılamamış bir kavramdır. Bu yüzden neyin canlı olduğu neyin canlı olmadığı konusunda tam bir ittifak yoktur. Mesela bitkiler hayvanlarla kıyaslandığında aynı türden bir canlılığa sahip olmadığı açıktır. Canlılığın en önemli özelliği olan bilinç açısından (yani kendisinin ve çevresinin farkında olmak ve bunlardan acı veya sevinç duyacak bir hassasiyet ve şuura sahip olmak açısından) konuya bakarsak: Eskiden şuur ve duygu atfedilemeyen bitkilerin günümüzde etrafındaki insanların ruh halinden ve seslerin niteliğinden etkilendikleri bilimsel deneylerle ispatlanmış durumda.

Demek ki, bitkilerin de -hayvanlar kadar olmasa bile- bir duygu ve bilinç dünyası var. Benzer şekilde etrafımızdaki -şimdilik cansız kabul ettiğimiz- bir çok şeyin de bitkiler kadar olmasa da bir çeşit duygu ve bilinç dünyasının sahip olabileceğine işaret eden görüşler var. Mesela bunlardan suyun etrafından nasıl etkilendiğini gösteren yayınlar buna örnek olarak verilebilir: Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun yaptığı çalışmalar su moleküllerinin ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğunu ‘resm’en ortaya koyuyor.

Bütün bunlardan şu çıkıyor: Biz henüz hayatın ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Hayat denilen hakikatten her varlık farklı bir şekilde hissedardır. Bir çok şey bize onların da hayat sahibi olabileceğine (yani kendilerinden ve çevrelerinden haberdar olabileceği, hatta acı veya lezzet duyabileceğine) dair ipuçları sunmaktadır. Üstad Bediüzzaman "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor.” demekle buna işaret ediyor. (Sözler, Lemaat)

Ayrıca, kuru hurma kütüğünün Peygamberimiz (asm)'in ayrılığından ağlaması, Sebîr Dağının, "Yâ Resulallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım." demesi gibi olaylar söz konusudur.

Diğer taraftan "(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir." (Bakara, 2/74)

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmektedir. O, azizdir, hakimdir." (Hadid, 57/1) gibi ayetler var.

Bütün bunlar göz önünde alındığında karşımıza iki şey çıkıyor:

Bunlar bizim anladığımız anlamda olmasa da bir hayata sahip olabilirler. Hayata sahipseler bir çeşit şevk ve lezzete sahip olabilirler.

Veya her şeye müekkel olan (yani ondaki ilahi tecellilere nezaret eden) bir melek vardır ve bu şuur ve lezzet alametleri o meleklere ait olabilir.

65 Kıtaların yaratılmasının ve levha hareketlerinin dini delilleri var mıdır?

- Kıtaların hareket halinde hep yer değiştirmekte olduğuna dair iddia, sadece bir teoridir. Bu teori ilk defa XVIII. yüzyılın sonlarında ortaya atılmış, daha çok yenidir. Bilimsel olarak kesin bir bilgi şeklinde ispatlanmış değildir.

- Bununla beraber, şayet bu teori kesin olarak ispatlanırsa,

“Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın; Oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Muhakkak ki O, sizin yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Neml, 27/88)

mealindeki ayetten bir işaret, bir ipucu bulmak mümkündür.

- Keza,

“Yeryüzünü yayıp döşeyen, orada sabit dağlar ve ırmaklar var eden ve bütün meyvelerden çift yaratan, geceyi gündüzün üzerine örten o’dur. Şüphesiz ki bunda düşünen bir topluluk için âyetler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları (kıtaları), üzüm bağları, ekinler, küme halinde ve dağınık hurmalıklar vardır. Bunlar, bir tek su ile sulanır. Halbuki biz yemede (tat ve lezzette) onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. Aklını kullanan bir topluluk için elbette bunda ibretler vardır.” (Ra’d, 13/3-4)

mealindeki ayetlerden de bir işaret bulmak mümkündür.

- Şunu da belirtmeliyiz ki, Kur’an bir coğrafya, bir jeoloji veya başka bir fen kitabı değildir. O bir hidayet rehberidir. Kur’an’ın kâinattan bahsetmesi, fen bilimlerinin yaptığı gibi söz konusu hususların özel konumlarını, özelliklerine anlatmak için değil, Allah’ın sonsuz ilim, hikmet ve kudretini göstermeye yöneliktir.

66 Ezeli yaratılış size göre nedir? Bediüzzaman ve Gazzali'nin ezeli yaratılış hakkında söyledikleri nelerdir?

“Ezeli yaratılış” ifadesi muğlak bir ifadedir. Eğer bundan maksat, ezelde yaratılmış olanlar ise, bu doğru bir tespit olmaz. Çünkü bu takdirde bir varlığın aynı anda hem yaratılmış hem de ezeli olması gerekir. 

Eğer bu ifadeden maksat ezeli olan Allah’ın yaratması ise, bu zaten açıktır. Allah’ın bütün sıfatları gibi, ilim ve kudreti ezelidir. Yarattıklarını da bu ezeli sıfatlarının tecellisiyle yaratır. 

Böyle bir ifadenin İmam Gazali veya Bedüzzaman tarafından kullanıldığını bilemiyoruz. Ve kullandıklarını da düşünemiyoruz. Çünkü Allah’tan başka hiçbir ezeli varlık yoktur...

67 Varlıklara, Allah’ın Zat'ının arızi, sönük, zayıf gölgecikleri diyebilir miyiz?

- Kâinat / bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tezahürüdür, tecellisidir, yansımasıdır. Bunu “Zatının gölgeleri…” şeklinde ifade etmek -yanlış anlamalara meydan verdiği için- pek isabetli görünmüyor.

- Allah’ın fiilleri olan yaratıkların penceresinden Allah’ın isimlerini, isimlerin penceresinden onun sıfatlarını, sıfatlarının penceresinden onun şuunat-ı zatiyesini, Şuunat-ı zatiyesinin penceresinden Zat-ı Akdesi mülahaza edebiliriz.

Örneğin; yaratılmış varlıklara bakarak Allah’ın “Hâlık/Yaratıcı" ismini, bundan da "halk-halketme / yaratıcılık" sıfatını, bundan da "yaratabilme" şuunatını, bundan da yaratıcı olan Zat-ı akdesi düşünebiliriz.

- Kâinatın Allah’ın varlığını gösteren bir ayna olması, onun misli olduğu anlamına gelmez. Bilakis, yaratan ile yaratıklar arasındaki ilişki yalnız “yaratma” hususudur. Allah yaratandır, varlıklar ise yaratılanlardır. Yaratan ile yaratılan arasındaki farkın büyüklüğü kadar (başka varlıklar arasındaki) bir fark düşünülemez.

Mesela, bir resim görülür görülmez ilk akla gelen onu yapan ressamdır. Fakat hiç kimse, yapılan resimle ressamın birbirine benzediğini iddia edemez. Zira bazen Ressam -bir insan olarak- bir devenin de resmini yapar.

Bu sebeple, kâinatın ressamı olan Allah ile kâinatın resimleri arasında bir benzerlik elbette düşünülemez.

Allah’ın zatı mutlak kemaldedir, yani sonsuz mükemmelliktedir. Bu sonsuz mükemmelliğin de bir yansıması ve bir tecellisi bulunuyor. Bu yansıma ve tecelli Zat-ı Akdes'ten kaynayıp şuunat, sıfat ve isimler aşamasından geçip ta  mevcudata ve eşyaya gelene kadar -tabiri caiz ise- bu kemalin kuvvet ve parlaklığı zayıflıyor. Yani bütün mevcudat ve eşyada görünen kemal ve cemaller, Allah’ın mutlak cemal ve kemalinden bir nebze bir pırıltı bir tutam mesabesinde kalıyor.

Hâl böyle iken bile, bir nebze, bir tutam, bir pırıltı kemal, insanın aklını başından almaya yetiyor ise, asıl memba ve kaynak olan Zat-ı İlahi'deki cemal ve kemal nasıl bir cemal ve kemaldir, kıyas etmek lazım.

Güneşin merkezindeki ateşin derecesi ile onun bir tecellisi hükmünde olan dünyadaki bir aynada görünen ateşin derecesi arasında nasıl bir fark varsa, Zat-ı İlahi'deki cemal ve kemal ile onun çok gölgelerden ve aşamalardan geçip eşyada tezahür eden cemal ve kemal arasında da kıyasa gelmez bir fark vardır.

- Burada belki de söylenmesi gereken önemli bir nokta, “kâinatın bir vahid-i kıyasî”(Allah’ın varlığını, vahdaniyetini gösteren bir mülahaza ölçüsü) olduğudur.

Nitekim, Allah insanlarda da ilim, kudret, irade gibi sıfatları böyle bir ölçü olsun diye yaratmıştır. İnsan, Allah’ın sonsuz ilmini, kudretini, iradesini idrak emesi için kendi cüzi ilmini, iradesini, kudretini bir ölçü birimi olarak kullanır ve Allah’ın sonsuz sıfatlarını idrak eder.

Bediüzzamna Hazretlerinin, insanın bir vazifesi olarak ele aldığı konuyu açıklarken belirttiği üzere;

“Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile Hâlık-ı Zülcelal'in sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î iraden ile bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.” (Sözler, 128)

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah, bir fiil icra ederken, o iş vukuunda bütün esma-i ilahiye farklı farklı boyutta mı tecelli edder?

68 Yer ve Gök Bitişikken Nasıl Ayrıldı?

Yer ve Gök Bitişikken Nasıl Ayrıldı?

Kozmoloji kitapları, yaratılışın ilk altı safhasından sonraki dönemin bütün hususiyetlerini, kâinatın bugün sahip olduğu özelliklere benzetiyor. Artık madde şekillenmiş ve yüksek sıcaklık altında atomların karşılıklı ve ahenkli etkileşimi başlamıştır. Atomların oluşması, moleküllerin teşekkülüne yardımcı olmuş; moleküllerin birleşmesiyle çok sayıda madde uzayı doldurmuş, uygun fizikî şartlar altında gök cisimleri şekillenmeye başlamış; güneşler, dünyalar, gezegenler yaratılmıştır. Altıncı safhadan sonraki tipik özellik, sıcaklığın 4.000 dereceye varan değeridir. Bu sıcaklık altında bütün uzay şimdiki gibi karanlık değil, ışıl ışıl parlamaktadır. 

Maddenin gaz şeklinde yoğunlaşıp zamanla soğumasıyla yoğunluk değerleri de artmış ve gittikçe katılaşmaya başlayan maddeden bildiğimiz gezegenler şekillenmeye başlamıştır. Kâinat tahminen ilk 700 bininci yılına geldiğinde hâlâ hidrojen ve helyumdan ibaret homojen gaz bulutu halindeydi. Fakat kâinat bir tek noktaya çöküp tek bir galaksi haline de gelmedi; milyarlarca galaksi odağı yaratıldı. Pekiyi ne oldu da kâinat öylece gaz bulutu halinde bekledi? Veya neden tek bir noktaya çökmedi?

Kozmoloji yıllarca bu soruyu kendine sorarken, 1973 yılında teorik fizikçi karadelik uzmanı Roger Penrose, "Başlangıç Tekliği ve Tekilliği" olmak üzere ilk yaratılış gücünü hesaplamaya çalıştı. Bu Büyük Patlama sonucunda oluşan bir protondan daha küçük mini noktacıklara rastlandı. Bunlar bir karadelik gibi yıldızların çökmesi sonucu değil, ilk yaratılış esnasında yaratılmışlardı. Bu kara noktalar, bir atomdan bile daha küçük olmalarına rağmen bir karadelik gibi davranıp önlerine çıkan şeyleri yutarlar. Fakat geride iz bıraktıkları anlaşılmıştır. 

Hidrojen ve helyum bulutları bu müthiş çekim odakları etrafında toplanmış ve milyarlarca galaksinin çekirdeği böylece oluşmuş gibi gözüküyordu. Bitişik halde bir kozmik çorbadan, gaz bulutundan ibaret bir noktadan evren açılıyor, şekillenmeye başlıyordu. Kâinat şekillenirken ona bu şekli ve simayı veren bu büyük dönüşümü Kur'ân da haber veriyordu:

"O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer birbirine bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 21/30)

Toz ve Gaz Bulutundan Gök Sistemlerine 

Yıldızlar da canlılar gibi bebeklik, gençlik ve olgunluk çağından sonra nihayet yaşlanır ve sonunda ölüme gider. Galaksiler arasında "nebula" adı verilen gaz ve toz bulutları da bulunur ki, bunlar yıldızların hammaddelerini teşkil eder. Kendi galaksimiz olan Samanyolu'nda gaz ve tozlar, galaksi merkezinden dışarıya doğru uzanan spiral kollarda daha çok bulunur. 

Uzayda "şok dalgaları" denen bir tesir, yıldızlar arası maddenin, büyük bulut ve küreler halinde bir araya gelmesine ve yoğunlaşmasına yol açar. Yıldızların ilk meydana gelişlerinde yoğunlaşan bulutlar, yer çekimine sebep olmayacak kadar ince yapıdadır. Bu yüzden de gaz ve toz bulutlarının, nasıl olup da bir araya gelebildiği ve yoğunlaştığı henüz tam olarak izah edilmiş değildir. 

Bir araya gelerek çöken ve yoğunlaşan bir bulut, milyonlarca yılı alan bir süreçte sıkıştıkça artan çarpışmalardan dolayı ısınmaya başlar. Bu çarpışmalar nihayette bulutun ateş alması ve ışıldamasıyla sonuçlanır. İlk önce kızıl ötesi ve radyo dalgaları gibi ışınlar saçılır. 

Yıldız doğarken, gaz kütlesinin dış kısmı çok yavaş; merkez kısımları ise, hızlı bir şekilde çöker. Bulut yoğunlaştıkça, daha fazla ışık saçmaya, sonunda kendisini saran karanlık bir toz örtüsü içinde parıldamaya başlayacaktır. Merkezindeki sıcaklık 10.000.000 dereceyi bulunca nükleer pota ateş alır. Yıldızın parlamaya başlamasıyla birlikte yeni doğan yıldızın etrafında bir disk oluşur. Bu diskin alt ve üstünde, zıt yönlerde dışarıya doğru çıkan kuvvetli sıcak gazların oluşturduğu kuvvetli rüzgârlar yeni doğan yıldızın görünmesini engelleyen orijinal gaz bulutunun çoğunu alıp götürür. Böylece yıldız, artık normal teleskopların görüntü alanına girmeye başlar. Yıldız ortaya çıktıktan ve belli bir yaşa ulaştıktan sonra merkezinde üretilen enerji, yıldızın daha fazla çökmesini engeller. Bu enerji, madde çöküşünü durdurmak için yeterli basıncı sağlamaya ve dışarı çıkmaya çalışır. Böylece yıldız artık denge haline ulaşır.

Normal teleskoplarla, yıldızlar arası gaz bulutlarında doğan yıldızları göremeyiz. Çünkü uzaydaki gazlar ve sigara dumanındaki tanecik boyutu mertebesindeki toz bulutları, buluttan geçen ışığı emer. Bu yüzden bulutları yıldız zemininde koyu silüetler olarak görürüz. Yıldızların doğuşu, ancak kızıl ötesi teleskoplarla incelenebilmektedir. Geliştirilmiş bir kızıl ötesi teleskop, ilk defa 1983'te yörüngeye oturtulan bir uyduya yerleştirilmişti. Bu teleskop, yıldızlar arası bulutların derinliklerinde saklı binlerce genç yıldızı belirledi.

Yoğunlaşan gaz bulutunun yıldız halini alabilmesi için belirli bir büyüklükte olması gerekir. Şayet bir araya gelen gaz bulutları yeterince büyük değilse, farklı bir oluşumla karşılaşırız. Bu defa bir yıldız değil, gezegenin doğuşuna şahit oluruz. İşte yıldız ve çevresindeki gezegenler sisteminin teşekkülü böyle cereyan etmektedir: Bir yandan yıldızlar oluşurken, diğer yandan da onların çevrelerindeki daha küçük gaz bulutları gezegenleri meydana getirmektedir. 

Güneş'imiz de tipik bir yıldız olup, henüz oldukça genç sayılır ve küçük yıldızlar grubuna girer. Fezada Güneş'in onda biri büyüklüğünde yıldızlara rastlanabildiği gibi, yüz katı büyüklükte yıldızlar da bulunur. Yıldızlar, Güneş'e göre mukayese edildiğinde, alt uçta Güneş'ten daha sönük ve yüzey sıcaklığı 3.000 oC olan yıldızlar, ortada Güneş benzeri, yüzey sıcaklığı 6.000 oC olan yıldızlar, üst uçta ise 30.000 oC'ye ve daha yüksek yüzey sıcaklığına sahip çok büyük kütleli yıldızlar yer alır.

Kütlesi büyük olan yıldızlar, sanılanın aksine daha kısa ömürlüdür. Çünkü, bu yıldızların merkezleri daha yoğun ve daha sıcak olduğuna göre nükleer reaksiyon da o nispette şiddetlidir. Bu yüzden bunlar daha parlak bir yüzeye sahiptir. Büyük kütleli bir yıldız, nükleer yakıtını hızlı kullandığına göre yakıtın (hidrojen) daha çabuk tüketecek demektir. Kütlesi az olan bir yıldız ise, çok az bir yakıta sahip olmasına rağmen, bunu azar azar kullanır ve daha uzun bir ömür sürer.

Bir gazın basıncıyla sıcaklığı arasında basit bir münasebet olduğunu biliriz. Kapalı bir kaptaki gazı ısıttığımızda basıncı artacak, sıcaklığı düşürdüğümüzde ise, basıncı da düşecektir. İşte yıldızın merkezinde milyonlarca derece sıcaklığı düşünürsek içinde ne büyük bir basınç bulunduğu tahmin edebiliriz. Buradaki sıcaklığın nükleer tepkimelerle üretildiğini biliyoruz. Her yıldız, içindeki elementlerin atomlarını birbirine yaklaştırıp sıkıştıracak bir çekim kuvvetinin tesiri altındadır. Yıldızın kütlesi büyüdükçe çekim kuvveti de artar. Dışarıdan içeriye doğru olan bu kuvvet, içeriden dışarıya doğru olan bir nükleer patlamanın kuvveti ile dengede tutulur. Yıldıza hayatiyet ve ömrünün devamını sağlayan en önemli reaksiyon, füzyon (çekirdek kaynaşması) süreciyle hidrojenin helyuma dönüşmesidir. Ama er veya geç yakıt azalır ve reaktör teklemeye başlar. Bu durumda, basınç desteği tehlikeye girer ve yıldız kütle çekimine karşı vermekte olduğu uzun savaşı kaybetmeye başlar. 

Yıldızlar, yakıtlarını tükettikçe kütleleriyle orantılı değişik "ölümlere" maruz kalır. 1,44 sayısı Güneş'in kütlesiyle orantılı olup, "Güneş'in kütlesinin 1,44 katından küçük olanlar sonunda beyaz ve siyah cüce; üstünde olanlar ise süpernova, nötron yıldızı ve daha sonra da bir karadelik haline gelir. Eğer yıldızın kütlesi, Güneş'in kütlesinin 1,44 katından büyükse, böyle büyük yıldızlar cüce olarak kalmaz. İç sıcaklıkları ve yoğunlukları daha da yükselir, demir, nikel, krom, kobalt haline gelmiş olan yakıt artık yanamaz. Sıcaklık ve basınç elektron ve protonları birbirine yapıştırarak nötron haline getirir. Demir çekirdek 100 km çapında bir top halindedir. Ve yıldız, kritik bir sıcaklıkta bir milyar katı bir ışık çıkararak patlar. Bu bir süpernova patlamasıdır. Patlamayla birlikte etrafa korkunç bir şok dalgası ve nötrino akışı başlar. Patlayan malzeme gaz bulutları halinde uzaya dağıtılır.

Süpernova Olayı ve Dünya 

Bizler maddî vücudumuz itibariyle bir zamanlar bir yıldızın parçasıydık esasen. Muhtemelen bu, Güneş'imizden çok daha büyük bir yıldızdı ve kâinatın yaratılış anından hemen sonra, yani ilk birkaç yüz bin sene içinde meydana gelmişti.

O sıralarda kâinat hemen tamamen hidrojenden ibaretti. Güneş sisteminin ve bizim bir parçası olduğumuz Dünya da bu element üzerine kuruldu. Her şeye hidrojen analık etmiş ve kâinatta maddî ne varsa her şey bu basit hidrojen atomundan çıkarılmıştı. Sonra, milyarlarca yıl boyunca nükleer fırında hidrojen işlenip helyum haline getirildi. Böylece bir ömür geride kaldı. Depodaki yakıt tükenmeye başlayınca, ecel ufukta görünmüştü. Önce kasılmalar başladı. Fırın söner gibi olunca dev yıldızın kütlesi çöktü. Çöküşle artan basınç yeni nükleer reaksiyonları başlattı. Böylece karbondan demire kadar bir dizi element vücuda geldi.

Nihayet "süpernova" adı verilen müthiş bir patlamayla yıldız son nefesini verdi. Milyarlarca yıl süren bir ömür, birkaç saniye içinde böylece sona erdi. Yıldızın çekirdeğindeki atom parçacıkları sadece birkaç saniye içinde eriyip nötrona dönüşüvermiş, yüzeye yakın kısımlar ise, saniyede on milyon kilometre hızla uzaya saçılmıştı. Milyarlarca derece sıcaklığın üretildiği ve bir milyar güneşin parlaklığına erişildiği müthiş bir andı. Aynı zamanda, demirden daha ağır elementler de bu esnada yaratılmıştı.

Süpernova, yıldız için ölüm anlamına gelir. Serbest bırakılan dev enerji yıldızın dış katmanlarını öylesine ısıtır ki, kısa bir süre için yeni nükleer füzyon tepkimelerinin, enerjiyi serbest bırakmaktan çok emen tepkimelerin gerçekleşmesi mümkün olur. Bu fırında demirin yanı sıra; altın, kurşun ve uranyum gibi başka ağır elementler de üretilir. Bu elementler, daha önce sentezlenmiş olan karbon ve oksijen gibi daha hafif elementlerle birlikte uzaya savrulur ve burada sayısız süpernovanın enkazına karışır. İzleyen çağlar boyunca bu ağır elementlerle yeni yıldız ve gezegen kuşakları yaratılır. 

Gezegenimiz için karbon, oksijen, altın, bakır, gümüş gibi elementlere ve sonuçta hayatın yaratılmasına 'süpernova' denen harika ve muazzam gök olayları perdedârlık etmiştir. Hayat kaynağı karbon ve oksijen, parmaklarımıza taktığımız gümüş ve altın yüzükler, çatılarımızdaki kurşun levhalar, nükleer reaktörlerimizin uranyum yakıt çubuklarının nüvesi, bizim Güneş'imizin var olmasından çok önce yok olmuş yıldızların ölüm sancılarıdır. 

Görüldüğü gibi süpernova patlaması maddenin kâinatta bir noktadan başka noktalara taşınmasında sebep rolü oynuyor. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarıyla, evrenin başka köşelerinde birikerek yeni yıldızlar veya yıldız sistemleri yaratılıyor. Güneş, Güneş sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette Dünya'mız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıktı. İnsanın meyve olarak yaratılacağı bu uçsuz bucaksız âlemde, maddenin geçirdiği bu tahavvülat ve adım adım bir hedefe doğru gidiş, İlim, Kudret ve İrade’nin, merhamet ve kereminin iç içeliğini açıkça gösteriyor.

69 Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur, ne demektir?

- “Allah’ın fiillerinde hiçbir şer yoktur.” demek, “Allah’ın yarattığı fiillerinde hedef şerrin yaratılması değil, hayrın yaratılmasıdır.” demektir. Demek ki, yaratılan her şey hayırlı neticeler içindir. Bazıları bu yaratılanları kötüye kullanırsa, onu kötüye kullanan kişi kendisi hakkında kötülüğe neden olmuştur. Dolayısıyla onun sorumluluğu da kendisine aittir.

Örneğin, yağmurun yaratılması tamamen hayırdır. Bazıları tedbirsizliğinden veya başka bir nedenden dolayı yağmurdan zarar görse, yağmurun yaratılması şerdir diyemez.

Ayrıca, ateşin yaratılması da bütünüyle hayırdır. Ancak bazıları ateşe elini sokup yaksa, ateşin yaratılmasının iyi olmadığını söyleyemez. Çünkü ateç onu yakmak için yaratılmamıştır.

Aynen bunlar gibi, nefis ve şeytan gibi varlıklar da hayırlı neticeler için yaratılmıştır. Bazıları bunları yanlış kullanarak zarar görse, bunun sebebi onu kötüye kullananlardır. O halde yaratılması hayırdır ve gözeldir, onun kötüye kullanmak şerdir ve bu şerrin sebebi de onu kötüye kullanan kişiye aittir.

Ancak hayrın yaratıldığı fiillerde “şerr-i kalil” denilen az bir şerrin bulunması, kâinattaki düzenin kaçınılmaz bir yan etkisidir.

Bir kural vardır: “Şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Aksi takdirde şerr-i kesir olur.” Yani, az bir şer/kötülük olmaması için büyük bir hayır terk edilmez. Az bir şer/kötülük gelmesin diye pek çok hayırlı işleri terk etmek büyük, çok  şer/kötülük olur.

Mesela, yüz yumurtayı kuluçka işlemine tabi tutarsanız, bundan 10 tanesi cılk çıksa, 90 tanesi civciv olsa bu büyük bir hayır olur. Eğer bu 10 tanenin cılk çıkmaması için bu işlemi iptal ederseniz, o zaman yüzde yüz zarar olur ve “çok şer” olur. Hatta 90 tanesi cılk çıksa, 10 tanesi civciv olsa yine bunda büyük bir hayır olur.

- İşte Allah’ın mülkünde yaptığı tasarruflar sonuçta bazı yaratıklar açısından şer olsa da genel çerçevede lütuf, hikmet ve fayda içermesi bakımından hep hayra yöneliktir.

Şer ise bir düzenlemeyi yerli yerinde yapmamak, yapılması gerekenin dışında gerçekleştirmektir. Allah’ın yaptığı düzenlemeler için bu durum söz konusu değildir.

Nitekim, Allah’ın bazı isim ve sıfatları O’nun şerri işlemediğini, fiillerinin bütünüyle hayır olduğunu kanıtlar. Mesela Selâm, Kuddûs, Hakîm ve Hamîd gibi isimleri O’nun ayıp, hata ve kusurlardan, şerri işlemekten münezzeh bulunduğunu ifade eder.

- Allah’ın fiilleri umumi neticelere bakar. Bu neticelerin geneli mutlaka hayırdır. Hususi bazı neticeler şer olsa da o geniş yelpazedeki hayırlar arasında adeta kaybolur gider. Az önce de ifade ettiğimiz gibi yağmurdan veya ateşten bazı kimselerin hususi manada zarar görmesi, yağmur ve ateş nimetinin o külli hayır cihetini küçük düşüremez.

Demek ki, Allah’ın fillerinin hepsi hayırdır. Büyük bir kısmı doğrudan hayırdır, çok küçük bir kısmı ise dolaylı hayırdır. Bu sebeple: Allah’ın fiillerinde (gerçek anlamda) hiçbir şer yoktur.” demek doğru bir tespittir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Şeytan nedir, özellikleri nelerdir ve niçin yaratılmıştır?
Allah her şeyi en güzel biçimde mi yaratmıştır?
Allah, “yaratığı her şeyi güzel yarattı” ise, inkarlar, zulümler, zinalar nasıl güzel olur?

70 Marsa gitmeyi düşünen Müslümanlar intihara teşebbüste mi bulunuyor?

Bilim adına canını feda ediyor diyemeyiz. Çünkü bilim için deneyler yapılır, denekler hayvan veya çok sınırlı insan olur; bu kadar insan deney için gitmiyor.

Sonunda ölüm tehlikesi varsa gitmek caiz olmaz.

71 İnsan bütün varlıklar içinde mi en güzel şekilde yaratılmıştır?

- İnsanoğlu bütün varlıklar arasında en mükerrem, en güzel bir kıvamda yaratılmıştır. Bu veya şu kâinat diye ayırmanın bir manası yoktur. Çünkü konuşan Allah’tır. O her şeyi kuşatan ilmiyle konuşur. Bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün varlıkları nazara alarak hükmünü öyle verir.

- Demek ki ilahi hükümler mevcut realitelere göredir. Allah’ın kelamında hayali, farazi unsurlar  söz konusu olamaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- bk. Razi, İsra suresi 70. ayetin tefsiri.
İnsan nedir; nasıl tarif edilebilir? İnsanın mahiyeti nasıldır?

72 Çoklu evrenler teorisi deneysel midir?

İlgili tartışmada bir tarafta inançlı, diğer tarafta ise inançsız insanlar vardır. Eskiden beri deneyimden geçmiş bir gerçektir ki, inançsız olanlar mümkün olduğunca bilimsel gerçekleri ters yüz ederek dinsizliğe puan toplamaya çalışırlar. Ancak, karşı tarafın ilmi açıklamaları karşısında yenilgiye uğrayan taraf çareyi kaçmakta buldu.

Zaten kabul görmüş bir kuraldır ki: “İlmen, aklen mağlup olanlar hemen kaba kuvvete baş vururlar.” Ancak bu toplantıda karşısındaki adamı, -fizik ilminde olduğu gibi- fiziksel güç bakımından da daha üstün olduğunu görünce, “kaba kuvvet” kuralını da işletemedi ve yeni bir kural icat ederek kaçmaya başladı!…

- İlgili yazıyı kaleme alanlar da dinsizlikten yana tercihlerini koyup Müslüman bilim adamına hakaret ediyorlar. Öyle bir saçmalık ki, dinsiz kişinin unvanı olan “Prof”luğunu yazdıkları halde, dindar olanın “Prof”luk unvanını bile kullanmayacak kadar nefret dolu olduklarını gösterdiler. Böyle bir yazıyı değerlendirmek bile utanç vericidir.

Bununla beraber ilgili yazıda şu noktalar dikkat çekici:

a) “Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu konuları sonraki dönemlerde alabildiğine ayrıntılı işleyeceğiz. Ancak burada şu nokta önemlidir: 'Paralel Evrenler' kavramı, fizik denklemlerinin bir yorumu olarak değil, bizzat denklemlerin bir öngörüsü olarak ortaya atılmıştı.”

Demek ki “Paralel Everen” düşüncesi hakkında ortada fiziksel olarak kabul edilmiş bir teori bile yoktur. Çünkü “fizik denklemlerinin bir yorumu” bile ortada yoktur.

Kaldı ki, “fiziksel denklemlerin bir ön görüsü”nün olması için, öncelikle ilgili kuramın bir hipotez değerinin olması gerekir.

Burada “Paralel Evren” hayalinin hiçbir bilimsel altyapısı yoktur. Ve hiçbir deneyim alanına girmemiştir, girmesi zaten imkânsızıdır.

b) “Paralel evrenler olgusunda, her gözlemcinin bilinç durumu ikiye ayrılır. Kabul edildiğine göre her bir gözlemci iki kez var olacak; her var oluşunda farklı deneyimler edinecektir. Gerçekte yalnızca gözlemci değil; içinde yaşadığı tüm Evren, dünyayı her ölçüşünde, en az iki parçaya ayrılır.”

Burada yer alan “Kabul edildiğine göre, her bir gözlemci iki kez var olacak; her var oluşunda farklı deneyimler edinecektir.” şeklindeki ifade tamamen bir saçmalıktan ibarettir.

Bu gözlemcilerden hangisinin iki kez var olduğunu bilimsel olarak ortaya koysunlar da görelim!..

Bu ifadede ayrıca bir nevi reenkarnasyon kuruntusu da seslendirilmiştir.

c) ”Paralel Evren” kavramının doğru bir değerlendirmesi varsa oda “dünya-ahiret hayatı” denkleminde kendini göstermektedir.

Fani evrenin paralelinde baki ahiret dünyası vardır.

Demek ki, bazı fizikçiler bu gerçeği hissetmiş, fakat yanlış yorumlara girmişlerdir.

Bir işi karıştıranlarla ilgili şöyle güzel bir söz var: “Adam, insanların yaylaya göç ettiklerini duymuş fakat hangi yaylaya konakladıklarından haberi yoktur.”

73 Kehf suresi 86. ayetin, Zülkarneyn'in gözünden tasvir edildiğini nereden anlıyoruz?

a) Ayette “vecedeha tağrubu- Zulkarneyn onu/güneşi batıyor olduğunu buldu/gördü” ifadesinde “Vecede=görme” fiili, Zulkarneyn’e isnat edilmek suretiyle bu görüntünün onun bakış açısına göre olduğuna işaret etmek üzere kullanılmıştır.

b) Ayette Zulkarneyn’in “güneşi bulanık bir suda/kara bir balçıkta batıyor güdü” mealindeki ifadeden sonra ayette yer alan “ve vecede indeha kavmen=orada bir millet/kavim/topluluk buldu” mealindeki ifadeden de bu görülen suyun küçük bir pınar, bir su gözeneği olmadığına işaret etmektedir. Çünkü, koca bir topluluğun/bir kavmin küçük bir su gözeneği etrafında yerleşmeleri ve orada hayat sürmeleri -nüfusun kalabalığı ve coğrafyanın küçüklüğü bakımından- mümkün değildir.

Demek ki burası bütün müfessirlerin dediği gibi, büyük atlas okyanusudur.

Buna göre, güneş batarken uzaktan denizin içine batar gibi kaybolmuştur. Bazen bir dağın arkasında batar, bazen bir denizin son noktasında batar..

Bütün bu batışlar insanların bakış açısına göredir.

c) Kur’an’ın bazı yorumları ayetin içinde açıkça yer almasa da genel olarak İslam’ın ruhuna, Kur’an’ın başka ayetlerindeki ifadelerin gösterdiği gerçeklere uygun yapılmak zorundadır. “Ne güneş aya kavuşabilir, ne gece gündüzün önüne geçebilir. O gök cisimlerinden her biri, birer yörüngede akar, durur..." (Yasin, 36/40) mealindeki ayette güneşin diğer gök cisimleri gibi kendine ayrılmış hususi yörüngesinde döndüğünü ifade edilmiştir.

Bu gerçeğe bakılınca, güneşin gökteki yörüngesinden çıkıp yerdeki bir çamurlu gözeneğin içine girip kaybolması ne ilmen ne de aklen mümkündür. Demek ki ilgili ayette, Zulkarneyn’in bakış açısına göre yapılmış bir tasvir söz konusudur.

d) Kur’an’ın kırk yönden mucize olduğu bilinmektedir. Doğru çıkmış pek çok gaybi haberler yanında, evrensel ahlaki dersleri, bilimsel keşiflerin tasdik ettiği gerçekleri ve benzeri yönleriyle Allah’ın kelamı olduğu bilinen Kur’an’ın kapalı bir ifadesini gördüğümüzde mümkün olan bir manaya hamletmek insaf ehlinin görevidir.

e) Kur’an belagati istiare, teşbih ve mecaz gibi edebi sanatlar üzerine kuruludur. Onun için bu ayetin bu tarafına da bakmak gerekir.

Bu bakış açısını Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:

"...Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor:

"Evvelâ: Zülkarneyn'in mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş'in gurub âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli mes'elelere işaret eder."

"Malûmdur ki: Görünen hareket-i Şems, zahirîdir ve Küre-i Arz'ın mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir."

"Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür."

"Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz manasında olan عَيْنٍ kelimesi, esrar-ı belâgatça gayet manidar ve münasibdir.” (Lem’alar, 107-108)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kehf suresinde geçen güneşin battığı ve doğduğu yer neresidir?
Kehf suresinin 85-90. ayetlerinde, güneşin doğuş ve batışı ile sebep ...