İslam konusunda en çok merak edilenler

1 Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?

İnsan hem iyilik hem de kötülük yapmaya uygun yaratılmıştır. Onun için zaman zaman isteyerek veya istemeyerek günahlara girebiliyor. Bu konuda Kur’an-ı Kerim'de,

“Allah, kendisine şirk koşulmasının dışındaki istediği kimselerin bütün günahlarını bağışlar..." (Nisa, 4/116)

buyurarak hangi günah olursa olsun affedebileceğini bildirmektedir.

Kitaplarımızda canıgönülden yapılan tövbenin Allah tarafından kabul edileceği ifade edilir. Nitekim Allah Teala,

“Ey iman edenler, nasuh tövbe ile tövbe edin ki Allah da sizin kabahatlerinizi affetsin ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine koysun.” (Tahrim, 66/8)

buyurarak, yapılan tövbelerin kabul edileceğini beyan eder. Ayette geçen nasuh tövbe ise şöyledir:

1. Allah’a karşı günah işlediğini bilerek, bu günahtan dolayı Allah’a sığınmak ve pişman olmak.
2. Bu suçu işlediği için üzülmek, Yaratıcıya karşı böyle bir günah işlediğinden dolayı vicdanen rahatsız olmak.
3. Bir daha böyle bir suça dönmeyeceğine dair kesin bir karar içerisinde olmak.
4. Kul hakkını ilgilendiriyorsa onunla helalleşmek.

Bir rivayette de "Nasuh Tövbe" şöyle tarif edilmiştir:

"- Günahlara pişmanlık.
- Farz ibadetleri yapmak.
- Zulüm ve düşmanlık yapmamak.
- Kırgın ve küskünlerle barışmak.
- Bir daha o günaha dönmemek üzere karar vermek."
(bk. Kenzü'l-ummal, 2/3808)

İnşallah bu şartları yerine getirirsek Allah’ın tövbelerimizi kabul edeceğinden ümitli oluruz.

Ancak insan her zaman korku ve ümit içerisinde olmalı. Ne ibadetlerimize güvenip övünebiliriz, ne de günahlarımızdan ümitsizliğe düşebiliriz. "Ben çok iyiyim, bu işi hallettim." demek ne kadar yanlışsa; "Ben bittim, beni Allah kabul etmez." demek de o kadar yanlıştır. Ayrıca, suçunu anlayıp tövbe edip, Allah’a sığınmak da büyük bir ibadettir. Günah işleyip de daha sonra tövbe ederim gibi bir düşünce de yanlıştır.

Manevî Kirlerden Arınma Yolu: Tövbe

Sözlükte “Allah’a dönüş ve yöneliş” anlamına gelen tövbe, dini terim olarak “günahtan Allah’a dönme” anlamıyla meşhur olmuştur.1

İmam Gazalî, İbn Arabi, İbn Hacer gibi İslâm âlimleri tövbeyi farklı şekillerde tarif etmişlerdir.2

Biz burada tövbeyi açık ve anlaşılır bir tarzda tarif edecek olursak şöyle diyebiliriz: Tövbe; yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah’a dönmek, O’ndan affetmesini, bağış lamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız Allah’a yal varmak demektir.

1. Tövbenin Önemi:

Sevgili Peygamberimiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde:

“Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)

buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (asm):

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11) buyurmuştur.

Bu zikrettiğimiz hadislerden de anlaşıldığı üzere, insan, günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılmış bir varlıktır. Günah işlemek, insanı meleklerden ayıran bir özelliktir. Bilindiği gibi melekler nurdan yaratılmış olup, asla Allah’a karşı gelmeyen, günah işle me yen varlıklardır.

İslâm fıtrat dinidir. İslâm’da insanın günah işleyebileceği kabul edilmiş ve bundan korunma ve kurtulma yolları insana öğretilmiştir. İşte yapılan kötülükten, işlenen günah ve kabahatten kurtulup manevi kirlerden temizlenme yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlar dan kurtulup o günah ve hataları hiç yapmamış gibi tertemiz olur. Nitekim bu hususta Peygamber Efendimiz,

“Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gi bidir.” (İbn Mace, Zühd 30) buyurur.

Yüce Allah kullarını tövbeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur, 24/31) Başka bir ayette ise Yüce Al lah, Peygamberine şöyle buyurur:

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Al lah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 39/53)

Bu ayette Yüce Allah, Peygamberine, günahkâr kullara, Allah’ın rah metinden umut kesmemelerini söylemesini emrediyor. Çünkü çok bağışlayan, çok acıyan Allah, dilerse bütün günahları bağışlar. Bundan dolayı kullar, Allah’ın azabı gelmezden önce Allah’a yönelmeli, O’na teslim olmalı, şirki ve bütün günahları bırakmalıdırlar.

Bir rivayete göre, çok günah işlemiş olan bazı müşrikler, Müslüman oldukları takdirde günahlarının affedilip edilmeyeceğini Hz. Peygambere (asm) sormuşlar ve bunun üzerine bu ayet inmiştir.3 Bu ayet, bütün insanları tövbeye ve İslâm’a yöneltmekte, Müslüman oldukları takdirde Allah’ın, onların bütün günahlarını affedeceğini bildirmekte, günahkârlara umut kapılarını ardına kadar açmaktadır.

Kullar ne kadar günah işlemiş olurlarsa olsunlar, umutsuzluğa kapılmadan Allah’a yönelip tövbe ederlerse Allah onları affeder. Bu ayetler yanında kulları umutsuzluktan kurtarıp tövbeye yönelten çok hadis vardır. (bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47)

Günah ruhun kiri, tövbe ise cilasıdır. Günahta ısrar, kulun ruhunu iyice bozar. Onun için Mevlânâ Celâleddin Rûmî de her insanı, her ne durumda olursa olsun mutlaka günah bataklığından tövbenin aydın düzlüğüne şöyle çağırmaktadır:

Gel, gel, ne olursan ol, yine gel! Kâfir, Mecusî, putperest de olsan gel! Bizim bu dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir. Yüz bin kere tövbeyi bozmuş olsan da yine gel!

Yüce Allah, Tahrim suresi 8. ayette:

“Ey inananlar, tövbe-i nasûh ile Allah’a tövbe ediniz. Umulur ki Rabbiniz, kötülüklerinizi örtüp temizler ve sizi içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir...”

buyurmaktadır. Bu ayette kastedilen nasûh tövbesi nedir?

Nasûh Tövbesi Nedir?

Nasûh, nush kökünden mübalağa kipidir. Çok öğüt veren demektir. Tövbe, çok öğüt verici olarak nitelendirilmiştir. Yani sahibine, günahı bırakmasını öğütleyen, onu günahtan kurtaran sadık bir tövbe ile tövbe ediniz, Allah’a dönünüz demektir. O halde nasûh tövbesi; hemen günahı terk etmek, geçmişte olanlara pişman olmak, gele cekte günah işlememeye karar vermek ve üzerinde bulunan her hakkı sahibine ödemek demektir.4

Efendimiz (asm), nasûh tövbesini;

“Kulun işlediği günahtan pişmanlık duyması, Allah’a tam rucu’ edip, tıpkı sütün memeye dönmediği gibi, kişinin tekrar günaha dönmemesidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/446)

şeklinde tanımlamıştır.

Gazalî, nasûh tövbesini tanımlarken şunlara yer vermiştir:

“Nasûh tövbesi yapanlar, tövbe edip ölünceye kadar tövbesinde duranlardır. Bunlar geçmişteki eksiklerini tamamlar ve bir daha günaha dönmeyi hatırdan bile geçirmezler, zelle ve sürçmeler müs tesna. İşte tövbede istikamet budur. Günahların sevaplarla değiştirilip hayırlarda müsabaka edenler bu tür tövbe sahipleridir.”5

2. Tövbenin Kabulünün Şartları:

Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah’ın tövbe edenleri methetmesi (Tevbe, 9/112) ve tövbe kapısını çalan kullarını sevdiğini ifade etmesi (Bakara, 2/222), tövbelerin kabul edileceğinin birer delilidir.

Allah Resulü (asm), kullarının tövbesi karşısında Allah’ ın ne kadar hoşnut olacağını şöyle bir örnekle anlatmaktadır: “Allah’ın kulunun tövbesine sevinmesi şuna benzer: Bir insan azığını, su tulumunu bir deveye yüklemiş, sonra yolculuğa çıkmıştır. Nihayet çorak bir yere vardığında uykusu gelmiş, devesinden inerek bir ağacın altında istirahata çekil miştir. Kalktığında devesinin kaybolduğunu görmüş ve değişik tepelere koşarak onu aradığı halde bulamamış ve yorgun bir vaziyette, ağacın altına yatmıştır. Tekrar uyandığında devesini yanı başında durduğunu görüp de yularından yapışıp, son derece sevinerek, yanlışlıkla;

“Ey Allah! Sen benim kulumsun, ben senin Rabbinim.” (Buhârî, Deavât 4; Müslim, Tevbe 3)

demiştir. İşte Yüce Allah, kendisine tövbe eden kuluna, devesini kaybettikten sonra bulan adamdan daha fazla sevinir.

Tövbenin Allah katında makbul olması için bazı şartlar vardır. Yalnız bu şartlar işlenen günahın çeşidine göre farklılık arz etmektedir. Günahın kime karşı işlenmiş ol duğu, onlardan kurtulmak için tövbe yapılırken önem arz etmektedir. Bu bakımdan gü nahı ikiye ayırabiliriz:

a. Allah Hakkı ile İlgili Günahlar: Allah hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etme nin üç şartı vardır:

     1) O günahı işlediğine pişmanlık duymak: İnsan vicdanında, işlenen günahın bir kötülük olduğu ve kul ile Allah arasında bağlantıyı zedelediğine karar verildiğinde, bir huzursuzluk6 ve pişmanlık başlayacaktır.

Günah işleyen kul, tövbe kapısına; günahlarını itiraf ederek, bu günahların verdiği huzursuzluk ve pişmanlıkla silkinmiş, uyanık bir kalp ve gönülle gelecektir.7 Sözü edilen huzursuzluk, şahsı tövbe etmeye iten bir etkendir.

Pişmanlık tövbenin ilk şartıdır. Nitekim Allah Resulü, önemine binaen,

“Tövbe pişmanlıktır!..” (İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/376, 423)

buyurmuştur. Pişmanlık tövbenin kendisidir. Pişmanlık olmadan tövbe yapılamaz.

     2) Tövbe edilen günahı kesinlikle terk etmek: Tövbe; yalnız bir kalp işi, bir ürperti, irkilme ve gözyaşı dökme şeklinde, soyut bir pişmanlık değildir. Yani tövbe, birtakım iç duygulardan ibaret değildir. Aksine tövbe, derunî duygular üzerine birtakım eylemlerin bina edildiği bir süreçtir. Örneğin, tövbe eden, Allah’ın yasakladığı günahı terk etmeli 8, imkân ölçüsünde emirlerini yerine getirmelidir. 9 Tövbe ettiği günaha devam etmemelidir. 10 Günahlarına tövbe ettiği halde, onları işlemeye devam eden fert, kendisi ile tezada düşmüş demektir. Böyle bir tavır, pişmanlık olgusu ve günahı tekrar işleme yeceğine dair sözü ile bağdaşmayacaktır. Hâlbuki şahsın, tövbe ettiği günahları hemen terk etmesi,piş manlığının ve aynı günahı tekrar işlememedeki kararlılığının bir belirtisi ola caktır.

     3) Tövbe edilen günaha kesinlikle dönmeme kararı: Geçmişteki günahlarından pişmanlık duyan şahsın, tövbe etmiş olması için, o günahı tekrar işlememeye kesin karar vermiş olması gerekmektedir.11 Pişmanlık ve tövbe edilen günaha dönmeme kararı, birer kalp işi olduğundan, bunları gerçek anlamıyla yalnız Allah bilebilecektir. Dolayısıyla, ki min gerçek manada tövbe etmiş olacağı insanlar tarafından bilinemeyecektir.12 Tövbenin sıhhat bulması için, şahsın tövbe ettiği günaha tekrar dönmeyeceğine dair Allah’a söz vermesi gerekmektedir.13

b. Kul Hakkı ile İlgili Günahlar: Kul hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etmenin ise dört şartı vardır. Bu şartlar; yukarıda zikrettiğimiz üç şartla birlikte dördüncü şart ise; hakkı yenilen kulun hakkını sahibine iade etmek ve ondan helallik almaktır. Kul hakları, mal nevinden ise, aşağıdaki ihtimallerle karşılaşılabilecektir.

     1) Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa geri verilmelidir.14 Burada suçu gizleyerek tövbe etmeye çalışmak yetmez.

     2) Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasadduk edilerek zimmetten çıkarılır.15

     3) Bir şahısta önceki yıllara ait kul hakları var ve sahipleri de belli değilse, gasbe dilen mallar kadar tasadduk eder, hayır-hasenat yapar.

    4) Suçlunun yediği bir mal, mislî değil de kıymeti belirlenebilen cinstense ve şah sın imkânı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir.16 Buna gücü yetmiyorsa, imkân bul duğunda vermeye niyet etmelidir. İmkân nispetinde, malı sahibine ulaştırmaya çalışıp da bunu başaramayanı Allah’ın affetmesi umulur. 17

    5) Malında ne kadar haram bulunduğunu bilmeyen şahıs, zann-ı galibine göre, bir miktar ayırır ve onu önceki kul haklarını elinden çıkarma niyeti ile dağıtır.18

İşte bu şekilde, günahkâr şahıs, utanarak Rabbinden bağışlanmasını ister ve zik rettiğimiz bu şartları yerine getirirse, Allah böyle tövbe eden kulunun tövbesini kabul ederek bağışlayacak ve ona azap etmekten hayâ edecektir.

3. Tövbede Zaman Unsuru:

Günahlar, Allah’a giden yolda birer engeldir. Günahkâr, zehirlenmiş bir insan gi bidir. Zehirlenen kişi için, vakit geçirmek ne derece tehlikeli ise, günah işleyenin de tövbede gecikmesi o derece risklidir.

Günah işleyen mü’min, imanının bir belirtisi olarak rahatsızlık duyacak ve hemen ondan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Günahın hemen ardından tövbe etmenin farz ol duğu hususunda icma mevcuttur. Ayrıca tövbeyi geciktirenler bu sebeple günah kazan maktadırlar.19

Gazâlî’ye göre; kişi yaptığının günah olduğunu anladığı an, derhal pişmanlık duy malı ve onun tesirini iyi amel ile silmelidir. Aksi halde, kötülükler kalbi istila eder ve bir daha izalesi mümkün olmaz.20

Nitekim hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Mümin günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke olur. Tövbe eder, günahı terk eder ve istiğfar ederse, bu siyahlıktan kurtulur, günah artarsa siyahlık da artar...” (İbn Mâce, Zühd 29)

Tövbe için geçerli olan zamanın son sınırı hakkında şu hadis bize bir fikir vermektedir:

“Allah kulunun tövbesini, can boğaza gelmedikçe kabul eder.” (Tirmizî, Deavât 100; İbn Mâce, Zühd 30)

Ölüm kesinleşip, can boğaza geldiğinde ise, tövbe kabul edilmeyecektir.

Son nefeste tövbenin kabul edilmeyişinin sebepleri şunlardır: İnsan o anda ümit sizlik halindedir. Hâlbuki tövbe, kişinin hayattan ümidini kesmediği bir ortamda olmalıdır. Son nefeste fertlerden teklif kalkar. O anda yapılan işler için iyi veya kötü denmez. Hâlbuki tövbe dünya işlerindendir ve teklif kalkmadan yerine getirilmelidir. Ahirette herkes pişman olacaktır, ancak o halleri tövbe olarak nitelendirilmeyecektir.21 Zira son nefeste günahkârların pişmanlık duydukları an, teklifin olmadığı andır.22 Son nefeste yapılan tövbe kabul edilmediği gibi, o bir yok hükmündedir ve sonuç olarak hiç bir şey ifade et memektedir.23 Ömrü boyunca hiç tövbe etmeyenle, ölümü anında tövbe eden, sonuç itibarıyla aynı görülmektedir.24

Sonuç olarak, tövbe ile ilgili şöyle bir zaman dilimi çizebiliriz: Tövbe için zaman; günahın peşinden başlamakta, ileriki günlerde herhangi bir vakte bağlı kalmadan devam etmekte ve ölüm alametleri belirince son bulmaktadır. Yani, tövbenin son sınırı olarak; yaşama ümidinin bitmesi, ölüm alametlerinin belirmesi ve şahsın son anlarını yaşamasıdır.

4. Tövbede Mekân Unsuru:

Namaz, hac gibi bazı ibadetlerin, belli mekânlarda yapılması, faziletli veya gerekli olduğu hâlde, tövbe için böyle bir13 mekân şartı yoktur. Zira tövbe, çok yönlü bir pişmanlık olduğu için, yalnız bir mekânda başlayıp sona ermeyecektir.

Bu sebeple, tövbe edebilmek için, şahsın camide bulunması, tekke veya zaviyede olması şeklinde bir şart yoktur. Diğer taraftan; cemaat ha linde, bir araya toplanarak, koro halinde tövbe etmek de şart değildir.

Günah işlemiş insan, tövbesini her mekânda gerçekleştirebilir. Şahıs için, günah larını göz önüne getirdiği, onların çirkinliklerinden kurtulmaya karar verdiği her yer tövbe mekânıdır. Yani işçi işinin başında, çiftçi tarlasında, evde kalanlar evlerinde, bu kararı ve rebilir ve tövbe sürecini başlatabilir.

Nitekim Yunus (a.s) balığın karnında ve denizin karanlıklarında;

“Ya Rabbi sensin ilah, senden başka ilah yoktur, Sübhansın, bütün noksanlıklardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87)

deyip, en faziletliyi yapabilecek iken faziletli olanı yaptığından ötürü Allah’tan af dilemiş tir.25 Allah da onu affetmiştir.

Yine bilindiği gibi Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennette yasak meyveden yiyerek, Al lah’ın emrine karşı gelmişlerdi. Cennetten çıkarılıp, dünyada epey müddet dolaştıktan sonra Arafat meydanında “Rahmet Dağı” denen bir dağın başında yaptıkları hatadan do layı Allah’a tövbe etmişler;

“Rabbimiz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ki ziyana uğrayanlardan oluruz.” (A’raf, 7/23)

diyerek Yüce Allah’a yalvarmışlar ve af dilemişler, Cenab-ı Hak da onları affetmiştir.

Tövbe süreci, günahlardan kurtulmaya kalbin kesin olarak karar vermesiyle başlamaktadır. Bu kararın verilebildiği her yerde tövbe sahihtir. Tövbeyi bir mekâna hasretmek, tövbe için kutsal bir yer şartını ileri sürmek, tövbe olayını bilmemek ve konu ile ilgili İslâm’ın esprisini yakalayamamak demektir.

Sonuç:

Yüce Allah, insanı sevap ve günah işleyebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yapılan kötülüklerden, işlenen günah ve kabahatten kurtulma, manevî kirlerden arınma yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulur ve o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olur. Her insanın tövbeye ihtiyacı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Tövbe, günahın hemen peşinden olabileceği gibi, ölüm döşeğine düşüp, ölüm emarelerinin belirmesi öncesine kadar devam eden bir zaman içinde yapılabilir. İnsanın eceli belli olmadığı için, bir an önce tövbe etmelidir.

Tövbe etmek için, insanın bir aracıya ihtiyacı olmadığı gibi, belirli zaman ve mekânda tövbe eylemini gerçekleştirmek gibi, bir zorunluluk da yoktur.

Gerçek tövbe için; kişi geçmişe pişmanlık duymalı, gelecekte aynı hatayı işlememe kararı ile birlikte, yaşadığı ortamda günahı terk etmelidir. Kul haklarının sahibine iade edilmesi tövbenin en önemli rüknüdür.

Yapılan tövbe sonucu, günahlardan temizlenip temizlenilmediği kuşkusu yersiz olup, Allah her türlü günah işleyeni temizlemek için tövbe kapısını açık bulundurmaktadır. İnsanların dikkatli olması gereken husus; tövbenin sahih olarak ortaya konulup konulmadığıdır.

DİPNOTLAR:

1. Fîruzabâdî, Muhammed b.Ya’kub, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut 1991, I, 166; Cevherî, İsmail b.Hammad, es-Sıhah fi’l-Lüga ve’l-Ulûm, Beyrut 1974, I, 146; İbn Manzur, Ce ma leddin Muhammed b.Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1990, I, 233.
2. Bu tarifler için bkz., Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Din, (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1974, IV, 10; Muhyiddin İbn Arabî, el-Futuhâtü’l-Mekkiyye, (thk. Osman Yahya), Kahire 1988, XIII, 298; İbn Hacer, el-Askalânî, Şihabuddin Ahmed b.Ali, Fethu’l-Bârî bi Şerhi’l-Buhârî, Kahire 1987, XI, 106.
3. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b.Ahmed, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’an, Kahire 1959, XV, 268; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, IV, 59.
4. İbn Manzur, age, II, 617; İbnü’l-Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn, Kahire trs, I, 356.
5. Gazalî, İhyâ, IV, 78.
6. Bu huzursuzluğun imanın bir alameti olduğu hadiste şöyle belirtilmiştir: “Kişi kötülük yapar da, bu ona rahatsızlık verirse işte o mü’mindir.” Bkz., Buharî, Deavât, 4; Tirmizî, Kıyamet, 49; Ahmed b.Hanbel, age., IV, 12.
7. Gazalî, İhyâ, IV, 9.
8. Kurtubî, age, V, 91.
9. Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-Te’vil, (thk. M.Fuad Abdulbâkî), Kahire trs, XII, 4597.
10. İbnü’l-Kayyım, el-Cevziyye, Muhammed b.Ebubekir, Medâricü’s-Sâlikîn, Kahire trs, I, 301.
11. Kurtubî, age, V, 91.
12. M.Ebu Zehra, el-Cerime ve’l-Ukûbe fi’l-Fıkhı’l-İslâmî, Kahire trs, s.223.
13. İbn Hacer, age, XI, 106; Âlûsî, Ruhu’l-Meânî, IV, 240.
14. Serahsî, el-Mebsut, IX, 176; Kâsânî, Bedâyi, VIII, 96; Âlûsî, age, VII, 96.
15. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, (trc. Yunus Vehbi Yavuz), İstanbul 1979, s.415.
16. Muhyiddin İbn Arabî, Futuhât, XIII, 298.
17. İbn Hacer, age, XI, 106.
18. Gazalî, İhyâ, IV, 68, 69.
19. İbn Kayyım, age, I, 297, 298.
20. Gazalî, İhyâ, IV, 13.
21. Âlûsî, age, XXVIII, 158.
22. Kurtubî, age, V, 93.
23. Suyûtî, Abdurrahman Celalüddin, ed-Dürrü’l-Mensur fi Tefsiri’l-Me’sur, Beyrut 1414h, II, 458.
24. Maverdî, Tefsir, I, 456.
25. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b.Cerir, Câmiu’l-Beyân an Te’vili’l-Kur’an, Beyrut 1988, XVII, 80.

2 İslam'da cariyelerin konumu nedir?

Allah'a kul ve köle olmanın dışında, her insan hür olarak yaratılmıştır. Hürriyet, insanın vazgeçilmez bir hakkı, ayrılmaz bir hususiyetidir. Bununla beraber, insanın, insan olma itibariyle haysiyet ve şerefinden gelen bir hürriyet hakkı, hemen hemen tarihin bütün devirlerinde elinden alınmıştır. Çeşitli harp ve baskınlar neticesinde insanlar hürriyetlerinden mahrum edilmiş, bir mal gibi alınıp satılır hale getirilmiştir. Bilhassa Roma hukuku ve Yunan felsefesi, köleliği zarurî bir ihtiyaç haline getirmiş, insanları bir eşya gibi pazara dökmüştür.

Diğer taraftan her millet, düşmanının kuvvetini azaltmak, nüfusunu eksiltmek ve kendi kuvvetini artırmak için esirlik müessesesini yaşatmayı zaruret hâlinde görmüştür. Devletler arasındaki savaş konjöktürü gereği kölelik devam ettiği için İslamiyet bunu yasaklamamıştır. Ancak düşman gücü tehdidi ortadan kalkınca bu insanların özgürleşmesi için teşvikte bulunulmuş, kölelerin de insanca yaşamasına dair hükümler konulmuştur. Şahıslardan kaynaklı olumsuzluklar bir kenara bırakılırsa köle hukuku ile ilgili insalcıl yaklaşım İslamiyet tarafından tesis edilmiştir.

İslâmiyet'ten önce Araplar arasında da kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar ve yağmalamalar aralıksız olarak sürüyordu. Düşman taraftan esir olarak alınan kadın, erkek ve çocuklar kölelileştiriliyordu. Cahiliye Arapların nazarında kölelik hayvanlıktan aşağı telâkki ediliyordu. Bunun için onları insanlık dışı işlerde çalıştırıyorlar, her türlü zulüm ve işkenceyi reva görüyorlardı. Bazen onları aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar, bazen de öldürüyorlardı. Kadınları cariye olarak kullanıyorlardı. Öyle ki âdeta cariyelik teşvik edilen bir şey haline gelmişti. Sırf bunun için başka kavimlere baskınlar düzenliyorlar, erkekleri öldürerek kadınlarını esir alıyorlardı.

İşte İslâmiyet böyle bir zamanda zuhur etti. O devirde insanlığın yarası olan böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o zamanki durum zaten buna müsait de değildi. Esaret müessesesinin kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan İslâm devleti için birtakım güçlükler getirebilirdi. Şöyle ki:

Her hususta olduğu gibi dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır. Dinimizin cihat gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler fethetmek değil, Cenab-ı Hakk'ın ismini duyurmak, İslama yöneltilen hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. Bu sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmek Peygamberimiz (asm) tarafından yasaklanmıştır.1 Fakat bunları serbest bırakmanın İslâm devleti için bir tehlike olacağı da ortadadır. Çünkü birkaç yıl sonra nüfusları yeniden artacağından, Müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. Bu durumda bunların esir alınması artık bir zaruret hâline gelmişti.

Diğer taraftan, karşı taraf, Müslümanları esir etmekten geri durmuyordu. Dengenin temin edilmesi için Müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. Böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. Ayrıca alınan esirlerle Müslüman esirler takas yapılarak, Müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. Yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla İslâmiyet'in yayılması için maddî destek temin ediliyordu.

Görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa İslâmiyet icat etmemiştir. Birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir.

Tarihin her devrinde insanlık dışı işlerde kullanılan zulüm ve işkencenin her türlüsü reva görülen köleler, ancak İslâmiyet sayesinde rahat bir nefes alabilmişlerdir. Dinimiz kölelik müessesesini vahşi ve iptidaî suretten çıkarıp, insanî bir hayata kavuşturmuştur. Köleye birçok hak verilmiş ve bunlar devletin himayesi altına alınmıştır.

Hadis ve fıkıh kitaplarımızda "Itk" yani "köle azadı" başlığı altında bu hakların izah edildiği bir bölüm mevcuttur.

Dinimizde, hürriyet nimetinden mahrum kalanlara karşı büyük bir şefkat ve himaye gösterilmiş, hürriyetlerini kaybetmiş insanların tekrar hürriyetlerine kavuşabilmeleri için bazı hükümler getirilmiştir. Mesela mü'minin bir hata ve kusuru sonunda, günahını affettirebilmek için kefaret ödemesi gerekmektedir. Ramazan orucunu bozan, yanlışlıkla adam öldüren, yeminini bozan kimseler, bu hatalarının affı için kefaret öderler. İşte bu kefaretlerin başında köle ve cariye azat etmek ilk sırayı almaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime mevcuttur.

Savaşı müteakip hürriyetini kaybeden köle ve cariyeler, her ne kadar farklı statüye tâbi iseler de yine de birer insandırlar. Bunun için dinimizde köle ve cariyeyi hürriyetine kavuşturmak en büyük hayırlar arasında zikredilmiş, bir ibadet hükmünü taşımıştır. Buna teşvik eden birçok hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:

"Bir kimse, erkek veya kadın mümin bir köle azat ederse, Allah o kölenin her azası karşılığında bir azasını cehennemden azat eder."2

Köle azadını teşvik eden bir diğer esas da "mukâteb"liktir. Bu da efendisi tarafından bir kıymet takdir olunarak, kölenin bu parayı kazanıp ödemesi yoluyla azat olmasıdır. Cenab-ı Hak mü'minleri buna teşvik etmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Kölelerinizden mukâtebe olmak isteyenleri de eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete bağlayın ve onlara Allah'ın size verdiği maldan verin, size olan borçlarından düşürün."3

Ayrıca böyle bir kölenin hürriyetine kavuşması için Müslümanların verecekleri en sevaplı sadakaların böyle bir köleye verilen sadaka olduğu belirtilmiştir.

Diğer taraftan dinimiz, köle ile efendisi arasında eşit hayat ve geçim şartını da getirmiştir. Köle olan kişinin ailenin bir ferdi olarak görülmesi, efendi ile kölenin aynı sofrada yemek yemesi tavsiye edilmiştir. Dinimize göre; efendi, kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmelidir. Efendi, kölesine eziyette bulunmamalıdır.4

Köleler hakkında bir diğer husus da efendinin, kölesinin izzet-i nefsini rencide edecek şekilde çağırmasının uygun olmadığıdır. Efendinin, kölesini, "kölem, cariyem" şeklinde değil; "oğlum, kızım" şeklinde çağırması tavsiye edilmiştir.5

Yine köle ve cariyeler umumiyetle eğitim ve öğretimden mahrum kimseler olduklarından, onların cahil bırakılmayıp, okutulması ve yetiştirilmesi efendinin vazifeleri arasındadır.

Görüldüğü gibi, kölesini azat etmeyen kimselerin bu şartlarda köle tutması ve beslemesi ağır bir mes'uliyet getirmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, efendinin, mükellef olduğu vazifeleri yerine getirerek köle tutabilmesinin zorluğunu şu veciz cümle ile ifade eder: "Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır."

Evet. İslâmiyet'in kölelik meselesini ıslâh ettiği, hukuk sisteminde ona geniş bir yer vererek hakkını müdafaa ettiği düşünülünce, bu hususta ne kadar büyük bir inkılâp gerçekleştirdiği görülmüş olur.

Dünyaya medeniyet dersi veren Batı'nın, asırlardır sömürge ve istilâ belasıyla insanları, bilhassa İslâm âlemini ezip sömürdüğü, hattâ Amerika'nın ve Güney Afrika'nın bugünlerde dahi siyahilere ikinci sınıf vatandaş muâmelesi yaptığı gerçeği hatırlanırsa, köleliği hangi milletin devam ettirdiği anlaşılmaz mı? Yarım asırdan fazla olarak Demirperde ülkelerinde Rusya'nın zavallı insanlara reva gördüğü zulüm, canavarlara bile rahmet okutmuştu. İnsanları evlerinden, yurtlarından kovarak Sibirya'nın kamplarında insanlık dışı işkence ve zulümlere boğduğu inkâr edilemez.

Bu hususları dikkate alarak kölelik müessesesini İslâmiyet'in icat etmediği, bu müesseseyi ıslâh ettiği hususunda yanlış bir telâkkiye kapılmaya gerek yoktur. Bu ifadeler ışığında insanlığa gerçek hürriyet ve hidayeti İslâm'ın getirdiği bir defa daha görülmüş olur.

Cariye ve Statüsü

Savaş sırasında düşman tarafından esir edilen kız ve kadınlar "cariye" olarak alınır. Hukuk itibariyle ganimet sayıldıklarından, İslâm devleti tarafından savaşa katılan gazilere ganimet payı olarak verilirdi. Azat edilmedikleri müddetçe de ticarî bir eşya gibi alınıp satılırdı. Artık o andan itibaren "cariye" ailenin bir parçası ve bir ferdi olarak kabul edilir, ona göre muamele görürdü. Cariyenin sahibi olan "efendi" onu şahsî hizmetlerinde ve ev işlerinde istihdam edebildiği gibi, isterse, ayrıca bir nikâh kıymaya ihtiyaç duymadan istifade edebilirdi. Bu durum her ne kadar ilk anda garip karşılanacak olsa da, tarihî şartları içinde bu gayet normal ve tabii karşılanırdı. Zâten ayrıca bu hususta Kur'ân'ın verdiği bir ruhsat da mevcuttur. Mü'minûn sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde bu ruhsat şöyle ifade edilir:

"O müminler ki, ırzlarını korurlar; ancak hanımlarına ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Bunlarla olan münasebetlerinden dolayı kınanmazlar."

Cariyenin efendisinden bir çocuğu olduğu takdirde "çocuğun annesi" manasına "ümmü'l-veled" sayılmaktadır. Cariyeden doğan bu çocuk hür kabul edilir. Çocuğun doğumu ile annesi de efendisinin ölümünden sonra mirasçılarına geçmeyip hürriyetine kavuşmaktadır. Çocuk olmasaydı, efendisi de azat etmeseydi, diğer mallar gibi cariye de miras olarak kalacaktı.

Efendinin, cariyesi ile karı-koca olmaları da şart değildir. Efendi, onu sadece bir hizmetçi olarak istihdam edebilmektedir. Ayrıca, cariyenin kocası esirler arasında ise, eşlerin nikâhları devam edeceğinden, efendinin bu cariye ile münasebette bulunması caiz değildir. Hattâ erkek başka birisinin, kadın da bir başkasının yanında köle ise, yine efendi, yanında bulunan bu kadın köleden cinsî yönden faydalanamaz.6

Bu meselelerle birlikte, Kur'ân-ı Kerim, erkek ve kadın kölelerin birbirleriyle evlendirilmesini de teşvik etmiştir. Nur sûresinde meâlen şöyle buyurulur:

"Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zengin eder."7

Böylece kölelerin kendi aralarında bir nevi eşitlik sağlanmış olur.

Her vesile ile kölenin hürriyetine kavuşturulmasını tavsiye eden dinimiz, cariyenin de nikahlanarak ev hanımı yapılmasını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şöyle ifade ederler:

"Sizden cariyesi olan biriniz, onu en güzel bir şekilde terbiye eder, yetiştirir de sonra azat edip onunla evlenirse, onun için iki sevap vardır."8

Bu açıklamalar göz önüne alınırsa, İslâm'ın köle ve cariyeleri ne kadar himaye ettiği, onların haklarını koruduğu açıkça görülecektir. Cariye sadece "kadınlığından istifade edilen" bir insan olarak da görülmemektedir. O aynı zamanda evin bir ferdi, ailenin bir parçasıdır. Ailenin, hanımından sonra evin en sorumlu kadınıdır.

Bir insan sahip olduğu cariyesini azat edip hürriyetine kavuşturabildiği gibi, onu bir başkasına hediye olarak da verebilirdi. İşte Mısır hükümdarı Mukavkıs'ın Peygamber Efendimize (a.s.m.) gönderdiği iki cariye de bu kabildendir. Zaten bu iki cariye Mısır'dan gelirken yolda Müslüman olmuşlardı. Bilindiği gibi Peygamberimiz (asm) bu cariyelerden Mâriye'yi kendi nikâhı altına almıştı. Daha sonra Hz. Mâriye'den Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'in doğumundan sonra Peygamberimiz Hz. Mâriye'yi hürriyetine kavuşturdu. Böylece Mâriye, diğer Peygamber hanımlarının gıpta edeceği bir mevkie yükselmişti. Şîrin isimli diğer cariyeyi de Peygamberimiz (asm), şâiri Hassan bin Sabit'e verdi.

Bu hadiseyi misal getirerek, bugün gayri müslim ülkelerden "cariye" olarak nikâhsız bir şekilde kadın alınamaz. Zira ülkeler karşılıklı olarak bu uygulamayı kaldırmıştır. Artık tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir. Diğer taraftan Peygamberimize (asm) hediye edilen "cariye", Mukavkıs'ın yanında da cariye idi. Yoksa Mukavkıs kendi milletinden bir kadını Peygamberimize "hediye" olarak göndermiş değildi.

Dipnotlar:

1. Müslim, Cihad, 24; İbni Mâce, Cihad, 30.
2. Buhari, Itk, 1; Müslim, Itk, 21;
3. Nur Sûresi, 24/33.
4. Buhari, Itk, 15.
5. Buhari, Itk, 16.
6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, III, 402.
7. Nur Sûresi, 24/32.
8. Buharı, Itk, 15.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Osmanlı padişahlarının çok cariyelerle beraber olduklarını söylüyorlar. Osmanlı padişahları ve cariyelik sistemi hakkında bilgi verir misiniz?

3 Şeriat nedir, nasıl yaşanır; bu asırda şeriat geçerli midir?

İslam dini, diğer konularda olduğu gibi idari mekanizma hususunda da görüş belirtmiştir. Devlet yönetimi ile ilgili belli ilkeler koymuştur. Ayrıntı kısımlarda bu ilkelere bina edilerek uygulanır. Adalet, hukuk, insanların haklarını ihlal etmemek, devlet yönetimini kötüye kullanmamak vs. gibi ilkere sadık kalınmak suretiyle devlet yönetilmelidir.

Şeriat, İslam'ın getirdiği hükümlerin genel adıdır. Devlet yönetimi de bunun içine girmektedir.

Doğru İslamiyeti ve İslama uygun doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan, ama İslama uymayan bazı uygulamalar İslamiyete ve Müslümanlara zarar vermektedir.

Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.

Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.

Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!..

- Şeriat nedir, ne değildir?

Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi manalara geliyor.

İnsan, bir kavramı reddederken de kabul ederken de anlamını bilmeli, diye düşünüyoruz. Taraftar olmak veya olmamak ayrı mesele.

En çok tartışılan kavramlardan biri de “şeriat.” Bu konuda bir çok kişinin kafası bir hayli karışık. Anlamını bilen de konuşuyor, bilmeyen de.

Önce, Şemseddin Sami Efendinin, dilimizin en esaslı lugati olarak bilinen “Kamus”una bakalım:

Şeriat, “evamir ve nevahi-yi İlahiyye ve âyet ve hadis ve icma-ı ümmet esasları üzerine müesses kanun-u İlahi” diye tarif ediliyor.

Tarifte iki unsur dikkat çekiyor. Biri, şeriatın “İlahi emirler ve yasaklar” oluşu. Diğeri, bu İlahi kanunların “âyet, hadis ve icma” denilen temeller üzerine kurulu bulunduğu.

Ömer Nasuhi Bilmen ise, “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor:

“Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk'ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müradif olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.”

“Şeriat, umumi manasına nazaran bir peygamber-i zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahi demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince, bundan kanun-u İlahi hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kastedilmiş olur.”

Bu ayrıntılı tarifte şu temel noktalar ustalıkla sıralanmış:

1. Şeriatı, kulları için Allah koymuştur.
2. Şeriat, dini ve dünyevi hükümlerin tamamıdır.
3. Şeriat, “din” kelimesiyle eşanlamlıdır.
4. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır.
5. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir.
6. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur.

Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendinin, “Hak Dini Kur'an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir:

“Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için, Allah Teala'nın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.”

Bu tarifte de bazı önemli noktalar dikkati çekiyor:

1. Şeriatı Allah koymuş ve kullarını sorumlu tutmuştur.
2. Allah, şeriatı kullarının ebedi hayata ve hakiki saadete ulaşması için göndermiştir.
3. Şeriat, müstakim, yani doğru yolun adı olup, hususi hükümlerden ibarettir.
4. Şeriat, din demektir.

Asrımızın büyük âlim ve mütefekkiri Bediüzzaman ise, şeriatı tarif ederken şunları söylüyor:

“Şeriat ikidir. Birincisi, alem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi, insan-ı ekber olan alemin harekat ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.”

Bu tanımda da önemli noktalar vardı. Şeriatı ikiye ayırarak tarif ediyor, tabiat mefhumuna da açıklık getiriyordu Bediüzzaman.

1. “Küçük âlem” olan insanın fiillerini ve işlerini düzenleyen ve Allah'ın “kelam” sıfatından gelen bildiğimiz şeriat.
2. “Büyük insan” olan âemin hareketlerini ve durumlarını düzenleyen şeriat.
3. Maddi âlemdeki kanunlara “tabiat” demek yanlış. Çünkü, bu kavram Allah'ı hatıra getirmiyor. Oysa, bu “fıtri” kanunları koyan ve tatbik eden O'dur.

Bu izah, başka bir manayı da hatırlatıyor: Kainattaki varlıklar, Allah'ın “fıtri”  kanunlarına isyansız itaat ettikleri için, bu alem muntazam ve mükemmel. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yok. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete erecekler. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır.

Bütün bu tanımlara göre, “şeriat” diyen birisi, “din kuralları” demektedir. İnsan ise, hür bir varlıktır.

Kabul de edebilir, red de... “Dinde zorlama yoktur.”

- Şeriat nasıl yaşanır?

Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.

İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.

Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.

Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat manası, “Su membaından su almak için girilen yol.”

Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler:

"Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat meyvesi andan içerü."

Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.

Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.

Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek. Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:

“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”

Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.

Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.

Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur. Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.

Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki manasıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.

İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.

İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.

Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.

İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.

İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.

Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.

İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor.

İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.

Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.

Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de:

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zâriyât, 51/56) 

âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.

Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mümini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.

Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.

İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.

Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mümine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.

“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulû'l-emirlerimiz düşünsünler.” (Bediüzzaman)

İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayri müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır.

Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mana ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.

Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece Müslim - gayrı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.

Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.

- Asrımızda Şeriat geçerli midir?

Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.

Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.

Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler.” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar:

“Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”

İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil.

Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum.” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i sünnet âlimleri müttefiktir.

Çok dikkatli olmamız gerekiyor; İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- 1.400 sene önce gelmiş olan İslam, çağımızın sorularına cevap verebilir mi ve günümüz ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?

4 Mehdi kimdir? Mehdinin kim olduğunu nasıl bileceğiz? Mehdi gelecek ise ne yapacak?

Mehdi ile ilgili bazı noktalar iyi bilinirse, bu konuda gelen rivayetler ve yapılan yorumlar daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz. Şöyle ki:

- Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır, hizmetinden istifade edememiş olur.

- Mehdiyi şahıs olarak belirlemek zordur. Hemen her hizip, kendi üstadını veya şeyhini mehdi görme temayülündedir.

- Mehdi olmak ayrı, kendini mehdi zannetmek ayrıdır. Nitekim zaman zaman bazı meczuplar çıkmakta ve kendilerini mehdi veya İsa olarak takdim etmektedirler. Halbuki, mehdi kendisinin mehdiliğine değil, İslama davet eder. Bir peygamber "Ben Allah'ın elçisiyim, bana tabi olun." der. Ama mehdi, "Ben mehdiyim, bana uyun, yoksa küfre düşersiniz." diyemez.

- Her asır, ehl-i imanı ümitsizlikten kurtaracak bir mehdi manasına muhtaçtır. Yani, mehdi manasından her asrın bir çeşit hissesi vardır.

- Bediüzzaman Said Nursi, mehdi konusunda çok kıymetli bilgiler verir. Bunların en mühimlerinden biri şudur:

Bu zaman şahıs zamanı değildir. Eski zamanda bazı harika şahıslar çıkmışlar, kıymettar hizmetlere vesile olmuşlar. Ama bu zamanda küfür şahs-ı manevi olarak hücum etmektedir. Bu hücuma karşı en büyük ferdi mukavemet başarısız kalmaya mahkumdur. Onun için bu külli hücuma mukabil bir şahs-ı manevi çıkarmak gerekir.

Bediüzzaman, mehdiyetin üç merhalesinden söz eder:

1. İman,
2. Hayat,
3. Şeriat.

Risale-i Nur, temelde iman hizmeti görmekle beraber, diğer iki merhalenin de öncülüğünü yaptığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (asm) İslam davasının temelinde yer almış, sonraki İslami hizmetlerin de temelini atmıştır. Benzeri bir durumun mehdiyyette olmasına bir engel söz konusu değildir. Yani, iman hizmeti diğer iki hizmet alanını etkileyecektir. Bununla beraber, hayatın geniş dairelerinde hizmet edilirken sıra dışı bazı harika fertlerin eliyle bu hizmetlerin ifa edilmesi medar-ı bahs olabilir.

"Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır."

Bu kutsi hizmetlerin icrasında elbette bir kısım maneviyat erleri istihdam edilecektir.

"Her ormanın kendine göre arslanları olduğu gibi, her meydanın da ona münasip erleri vardır."

- "Mehdi kimdir? Ne zaman gelecektir?" gibi sorular, bazan insanı asıl vazifelerinden alıkoyabilmektedir. Bunun yerine doğrudan aktif hizmetle meşguliyet tercih edilmelidir. Hele hele mehdiyyet konusunu tartışma alanına sokmaktan kaçınılmalıdır.

Nakledildiğine göre, Said Nursi sürgünde iken saf gönüllü bir zat,

"Efendim, üzülmeyin. Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek" der.

Said Nursi, şu anlamlı mukabelede bulunur:

"Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!.."

İlave bilgi için tıklayınız:

- MEHDİ

5 Büyük ve küçük günahlar hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

Âlimler büyük günahların kesin bir sayısının olup olmadığında farklı görüşler serdetmişlerdir. Çoğunluk, hadislerde verilen rakamların sınırlama ifade etmediğini söylemişlerdir. Hadislere baktığımızda değişik zaman ve zeminlerde Allah Resulü’nün 3, 5, 7 gibi rakamlarla büyük günahları sınırlandırdığını görürüz...

Kebîre (çoğulu kebâir), büyük günah demektir. Büyük günah, Nas (Kitap, sünnet veya icma) ile büyük günah olduğu bildirilen, yapana had cezası veya ahirette ceza verileceği bildirilen günaha denir. Kur’ân ve sünnette kesin olarak haram kılınan, haklarında had cezası bildirilen veya âhirette azap sebebi sayılan günahlar büyük, diğerleri küçük günahlardır. Tâatın zıddı olan “isyan”, “ma’siyet” ve küçük günah manasına kullanılan “lemem” de kebîre gibi günah manasına kullanılırlar.

Büyük günahların haram kılındığı hususunda fakihler arasında ihtilaf yoktur.

“Kim de Allah’a ve Rasülü’ne isyan eder ve Allah’ın sınırlarını aşarsa, Allah onu da ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Hem onu zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Nisa, 4/14)

ayeti ve “Yedi helak ediciden sakının.” hadisi bunun açık delilidir. Cumhur-u ulema, günahları büyük ve küçük diye iki kısma ayırırlar.

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisa, 4/31) ,

“Onlar, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.” (Şûrâ, 42/37)

“Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır.” (Necm, 53/32)

ayetleri küçük-büyük günah ayırımına işaret eden ayetlerdendir.

“Dikkat edin size günahların en büyüğünü (ekberu’l-kebâir) haber vereyim mi?..”

hadisi de bu hususa sünnetten delildir. Ayrıca bütün günahların günah olduğunu, küçük-büyük diye bir ayırım olamayacağını, günahın küçüklüğü veya büyüklüğünün izafi olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Yine büyük günahların kendi içerisindeki sıralamasının da, naslardaki ifadelerden hareketle, günahın, gerek şahsî gerek toplumsal zarar ve mefsedetine göre yapıldığını burada zikredelim.

Âlimler büyük günahların kesin bir sayısının olup olmadığında farklı görüşler serdetmişlerdir. Çoğunluk, hadislerde verilen rakamların hasr/sınırlama ifade etmediğini söylemişlerdir. Hadislere baktığımızda değişik zaman ve zeminlerde Hz. Peygamber (asm)’in 3, 5, 7 gibi rakamlarla büyük günahları sınırlandırdığını görürüz. İmam Zehebi, baştaki büyük günah tarifinden hareketle, hakkında ayet ve hadislerde azap ve sakındırma vâki olan günahların tamamını tespit etmiş ve bunları rakam olarak 76’ya ulaştırmıştır.

Bunun yanında bazı âlimler de büyük günahları belli rakamlarla sınırlandırmışlardır. İbn-i Mesud büyük günahların, Kur’ân’a dayanarak dört olduğunu söyler. Bunlar: Yeis, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, mekr-i İlâhi’den kendini emin hissetmek ve Allah’a şirk koşmaktır.

Diğer hadis kitaplarında geçen meşhur büyük günahlar, ukûk-u vâlideyn (anne-babaya isyan, onlarla sila-i rahmi kesmek), yalan yere şehadet, Harem bölgesinde yapılan ilhad (taşkınlık)dır.

İbni Hacer el-Heytemî, sarih olarak Kur’ân’ın da yasakladığı büyük günahların dört olduğunu ve bunların da murdar et, domuz ve yetim malı yemek ve savaştan kaçmaktan ibaret olduğunu söyler. Buhari ve Müslim’de geçen hadise göre yedi büyük günah, şirk, sihir, adam öldürme, yetim malı yeme, faiz yeme, savaş meydanından kaçma, iffetli kadına iftira atmadır.

Nisa suresi 48. ayetinde “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındakileri ise dilerse affeder.” ayetinden Allah’a şirk koşmanın en büyük günah olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yukarıda geçen hadiste de büyük günahların ilki, Allah’a şirk koşmak olduğu açıklanmıştır. Daha sonra anne-babaya isyan ve yalan yere şahitlik etmek zikredilmiştir.

Büyük Günah İşlemenin Âkıbeti

Mü’min, büyük günah işlemekle iman dairesinden dışarıya çıkmaz. Tövbe etmeden ölürse durumu Allah’a kalmıştır; dilerse azap eder, dilerse bağışlar.

Büyük günah işleyen kimsenin adalet / güvenilirlik vasfı ortadan kalkar ve şehadeti kabul edilmez. Kâsânî, “Günah işleyen kişiye bakılır; eğer günahı büyükse adalet vasfı tövbe edinceye kadar düşer.” der. Büyük günah işleyenler bu yaptıklarıyla fıska girdiklerinden fâsık diye isimlendirilirler. Karâfî, küçük günah işleyenlerin günahta ısrar etmedikleri takdirde adalet vasıflarını kaybetmeyeceklerini ve fâsık olarak isimlendirilemeyeceklerini söyler. Bu meyanda seleften “Küçük günah ısrar edildiğinde küçük değil, büyük günah da istiğfar edildiğinde büyük değildir.” sözü meşhur olmuştur. Zerkeşî, devamlı işlenen küçük günahları büyük günahlar arasında sayar.

Büyük Günahların Affedilmesi

Büyük günahların affedilmesi, kul hakkı ve Allah hakkı ayrımına göre değişmektedir. İçki içmek gibi Allah hakkı veya hem Allah hakkı hem de kul hakkı olan kazf ve hırsızlık suçlarının işlenmesi halinde durum farklılık arzetmektedir. Allah hakkının irtikab edildiği büyük günahlarda, büyük günah işleyen tövbe etmediyse durumu Allah’a kalır. Ancak hem Allah hakkı hem de kul hakkı çiğnendiyse, bu durumda tövbe ile beraber cinayet işlenen şahsın velisine kısas, diyet ve aftan birini seçme hakkı verilir. Hırsızlık, yol kesme vs. durumlarda ise konunun gerekli ahkamı devreye girer.

Cumhura göre büyük günah işleyene haddin uygulanması kefaret yerine geçmez; mutlaka tövbe etmesi de gerekir.

Cumhur,

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisa, 4/31)

ayetinden hareketle, büyük günahlardan kaçınıldığında küçük günahların affedileceğini söyler. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

“Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki cuma ve iki ramazan, aralarında geçen günahlara keffaret olur.” (Müslim, Tahâret 16)

Eş’arî, Müslümanların, Hz. Peygamber (asm)’in ahirette büyük günah sahiplerine şefaat edeceği hususunda icma ettiklerini söyler. Enes (r.a)’ten rivayet edilen Tirmizi hadisinde de Allah Rasulü (asm): “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” buyururlar.

Yazımızı, büyük günahlarla alakalı en derli toplu malumatın içinde bulunduğu ve ümmetçe hüsn ü kabul görmüş bir eser olan Zehebî’nin el-Kebâir’inden derlediğimiz büyük günahları sıralayarak bitirelim. Zehebî’nin tespit ettiği bu büyük günahlar, ayet ve hadislerle yasaklanan hususlardır. Neticede bunlar bir hak ihlalidir.. kul veya Allah hakkı ihlali. Bu hak ihlallerinin şekilleri zaman ve zemine göre değişebilmektedir. Dolayısıyla günümüzde kamu hakkı olan milletin malını hortumlamanın, gasbetmenin, tv., gazete gibi yüzbinlerce insana hitap eden kitle iletişim vasıtaları ile insanların hukukuna tecavüz etmenin, gıybet etmenin, iftira atmanın vs. ne kadar ağır bir günah olduğunu sadece hatırlatarak geçelim.

Belli Başlı Büyük Günahlar:

Allah’a şirk (ortak) koşmak, insan öldürmek, sihir (büyü) yapmak, namazı terk etmek, zekatı vermemek, anne-babaya karşı gelmek, faiz alıp-vermek, haksızca yetim malını yemek, Peygamberimiz (asm)’e yalan isnad etmek (hadis uydurmak), özürsüz Ramazan orucunu bozmak, savaş meydanından kaçmak, zina yapmak, liderin halkına zulmedip zorbalık yapması, içki içmek, büyüklenmek, kendini beğenmek, övünmek, yalan yere şahitlik etmek, livata yapmak, iffetli kadınlara iftira atmak, ganimetten, zekat malından ve devletten para ve mal çalmak, insanların mallarını haksız yollarla almak, hırsızlık yapmak, yol kesmek, yalan yere yemin etmek, yalan konuşmak, intihar etmek, hâkimin hükmünde haksızlık yapması, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeleri, hulle yapmak ve yaptırmak, leş, kan ve domuz eti yemek, haraç toplamak, riyakarlık yapmak, Allah’a ve Resulü’ne ihanet etmek, ilmi gizleme ve sadece dünya için öğrenme, yaptığı iyiliği başa kakmak, kaderi inkar etmek, insanların duymalarını istemediği şeylerini gizlice dinlemek, lanet okumak, devlete karşı çıkmak, kahin, büyücü ve müneccimi (falcı) tasdik etmek, nüşûz (kadının beyine haksız yere huysuzluk yapması), akrabalarla ilişkiyi kesmek, koğuculuk yapmak, ölenin arkasından bağırıp-çağırıp, kendini dövmek, soya-sopa sövmek, haddi aşma, başkalarının hakkını çiğnemek, silahlı isyan yapmak ve büyük günahları kabul etmemek, Müslümanlara eziyet ve küfretmek, evliyaullaha eziyet ve düşmanlık yapmak, kibrinden elbiseyi yerlerde sürümek (elbiseyle gösteriş yapmak), erkeklerin altın ve ipek giymeleri, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, sınır ve insanlara yol gösteren levhaların yerini değiştirmek ve sökmek, sahabenin önde gelen büyüklerine sövmek, Ensardan herhangi birine sövmek, sapıklığa çağırma veya kötü bir çığır açmak, herhangi bir kesici aleti kardeşine doğru tutarak korkutmak, bilerek babasından başkasına baba demek, uğursuzluğa inanmak, altın ve gümüş kaptan içmek (kullanmak), Haktan saparak münakaşa tarzında tartışmak, niza yapmak, hizmetçilerine haksızlık edip zulmetmek, tartıda ve ölçüde haksızlık yapmak, Allah’ın azabından emin olmak, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, iyilik yapana nankörlük yapmak, fazla suyu hapsedip kimseye vermemek, hayvanın yüzünü dağlamak, kumar oynamak, Harem (Mekke) bölgesinde taşkınlık yapmak, cuma namazını terk edip tek başına namaz kılmak, Müslümanları gizlice izlemek ve mahremlerini açığa çıkarmak.

Küçük Günahlar

Büyük günah işlemek, bazen küçük günahları ehemmiyetsiz görmekten daha ehven olabilir. Meselâ, zina etmek, nefsin altında kalıp ezilmişliğin ifadesidir. Buna karşılık, sürekli olarak harama bakmak, hafife alındığı takdirde zina derecesinde bir günah olabilir. Aynı şekilde, bir iki gıybetle, bir yerde köçeklik yapma ölçüsünde günaha girilebilir. İnsan, insan ise, harama bakma günahından da, gıybet günahından da ömür boyu ızdırap duymalıdır.

Bir de büyük günahlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, insanın neyi veya neleri kaybettiğinin farkına varmamasıdır. Mânen terakki edemediği gözlenen çok kimseler var ki, zannediyorum bunlar, küçük günahları ehemmiyetsiz görmekte, bu da, onların terakkilerine mâni olmaktadır.

6 İhlas nedir?

İhlasın kelime manası; arıtma, saflaştırma, ayırma, katışığını giderme manasına gelmektedir.

İhlas; ferdin, ibadet ve taatinde Cenab-ı Hakk'ı emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanmasıdır. Abd ve Mabud münasebetlerinde sır tutucu olması, tabiri diğerle, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirkende Onun hoşnutluğunu hedeflemesi ve Onun uhrevi tevecühlerine yönelmesinden ibarettir. Ki, saflardan saf sadıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.

İhlas bir kalb amelidir, ve Allah da kalbi temayüllerine göre insana değer verir. Evet:

"O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalblerinize va kalbi temayüllernize bakar." (Müslim, Birr, 33)

İhlas, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadetü taati sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan, onunla dünya ve ukba pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde alemin sürüm sürüm olduğu yerlerde hep elden ele dolaşır. İhlasın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Rasülü (sas),

"Dini hayatında ihlaslı ol, az amel yeter." (Münavi, Feyzul Kadir, I, 216)

"Her zaman amelleriniz de ihlası gözetin, zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder." (Münavi, Feyzul Kadir, I, 217)

buyurarak, amellerin ihlas yörüngeli olmasına tenbihte bulunur. İhlas, kul ile Mabud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sevdiklerinin kalbine koymuştur.

Özetle ihlas;

"Bu dünyada özellikle uhrevi hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir dayanak noktası, bizi hakikata ulaştıran en kısa bir yol, en makbul bir manevi duadır. Bizi maksatlarımıza ulaştıran en kerametli bir vesile, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet..." (bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a)

En Sağlam Bir Dayanak ve En Sâfî Bir Ubudiyet Olarak İHLÂS

İmtihan ve kulluk süreci olan hayatın farklı evrelerinde, bir Müslümanın kendi olarak var olabilmesi için olmazsa olmaz fazilet ve hallerden birisi ihlâstır. Hatırlanacağı üzere, Hz. Adem (a.s.)’in yaratılışı ve kendisine meleklerin secde etmesi münasebetiyle, mel’un İblis’in anlatıldığı kıssada, meleklerden farklı olarak iblis, Yüce Allah’ın, Adem’e (a.s.) secde emrine kibir ve enâniyetinden dolayı uymayarak fıska düşmüş, neticede dergah-ı ilahîden ebediyen kovulmuş ve kendisine kıyamete kadar da mühlet verilmişti. İlgili âyetlerde iblis (şeytan), insanoğlunun Yüce Yaratıcı’sına karşı isyan etmesi uğrunda her türlü yola başvuracağını, elinden geleni ardına koymayacağını, pek çoğunu azdıracağını yemin ederek dile getirmiştir. Bütün kin ve nefretini kusmasına ve kendisinden pek emin görünmesine rağmen, Allah’ın bazı kullarını saptıramayacağını da itiraf etmiştir. İşte şeytanın iğvâ ve idlallerinin kendilerine ilişemediği, tesir icra edemediği ve iblisi çaresiz eli boş bırakan bu kutlular cemaati / ümmeti, Allah’ın ihlâsa erdirdiği, ihlâs sahibi müminlerden başkası değildir. (bk. Hıcr, 39-42) Gerçekten gerek cin gerekse insanlardan oluşan şeytanlara karşı inananların en büyük kuvveti, en makbul şefaatçisi, en metin bir nokta-i istinadı, en makbul bir duayı manevîsi, en kerametli bir vesile-i makasıdı, en yüksek hasleti ve en sâfî ubudiyeti ihlâstır.

İhlâs’ın Sözlük ve Terim Anlamı

Sözlükte, h-l-s fiil kökü, “arınmak, ayrışmak katışıksız ve dupduru olmak” anlamına gelir. İhlâs ise, “bir şeyi, kendisine karışmış ve bulaşmış olan şeylerden arındırmak, ayrıştırmak ve sadece kendisi yapmaktır.” İhlâs bir açıdan, eşyayı yabancı unsurlardan ayrıştırma olurken, bir başka açıdan da aslına ve özüne döndürme anlamını ifade eder ki, h-l-s kökü, “min” edatıyla kullanıldığında kurtulmak ayrılmak manasına gelirken “ilâ” edatıyla kullanıldığında ise ulaşmak ve varmak anlamını taşımaktadır.1 Bu anlamda bir şeyin yabancı unsurlardan ve kirlerden arınması, kurtulması, aynı zamanda onun özüne dönmesi ve ulaşması demektir.

İhlâsın terim/dinî anlamı ise, gizli ve açık bütün nevileriyle şirkten uzak ve tevhid üzere Yüce Allah’a kulluk edilmesi, ibadette sadece Allah rızasının kastedilmesi demektir.2 Kısa ve öz bir şekilde arz edilen bu anlam Kur’ân’da, muhlis, muhlas, muhlisîn, muhlasîn, ed-dinu’l-hâlis, muhlisan lehu’d-dîn, ahlasû dînehum ve muhlısîne lehu’d-dîn, kalıplarıyla beyan edilir. Bu terimlerin bir kısmı, bazı insanların sıfatı olarak geçerken diğer bir kısmı ise, gerçek din ve dindarlığın sıfatı olarak ayetlerde yer almaktadır.3

Peygamberlik âleminin en birinci vasfı sadakat ve onun en nuranî buudu ise ihlâstır. İhlâs ile sıdk ve sadakat arasında sıkı bir irtibat vardır. İhlâs, saflardan saf sadıkların en önemli vasıflarındadır. Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâs haline onlar doğuştan mazhardırlar. Kur’ân-ı Kerim, nebî ihlâsını anlatma sadedinde

“Kitapta Musa’yı da an gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen/ihlâsa ermiş (muhlasan) bir kul idi, resul ve nebi idi.” (Meryem, 19/51)

ferman-ı sübhanîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder. Evet, enbiya için ihlâs nübüvvetle nerdeyse eşdeğer bir lutf-i ilahîdir. Nitekim âyette geçen muhlasan tabirini ilk müfessirlerden İmam Taberî, “Allah Musa’yı risalet görevi için seçti, onu peygamberlikle diğer insanlardan ayırdı.” şeklinde tefsir etmiştir.4 Müdakkik müfessir İbn Kesîr ise, Hz. Musa’nın muhlis olarak nitelenmesini ibadette ihlâs olarak yorumladıktan sonra, Ebû Lubabe’den şu haberi naklediyor: Bir defasında havariler Hz. İsa’ya muhlis hakkında soru sorarlar, bununu üzerine İsâ (a.s), “Muhlis, öyle bir kişidir ki Allah için amel eder, ancak insanların onu övmesini sevmez, arzulamaz.” diye cevap verir.5 İşarî tefsir geleneğinin önemli temsilcilerinden Kuşeyrî ise, Hz. Musa’nın ihlâsla nitelenmesini, "Allah dışında bir şeye teveccüh etmemesi, kınayanın kınamasına aldırmaması, dünyevî bir hazzı elde etmek gibi bir arzuyla vazifesinde gevşeklik gösterip İlahî bir hakikati görmezlikten gelmemesi" olarak açıklamıştır.6

Meseleyi en genel manada resmeden iblisin iğvasından ve hilelerinden korunmuş kimseleri anlatan âyette geçen “Allah’ın muhlas kulları” ifadesinin tefsiri de konumuz açısından önemlidir.

“İblis, Yâ Rabbi dedi, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceğim ve ancak senin ihlâsa erdirdiğin kulların müstesnâ, onların hepsini azdıracağım!..” (Hicr, 15/40-42)

Bu kıssanın anlatıldığı bir diğer ayette muhlas kulların bazı sıfatları zikredilmek suretiyle şöylece tefsir edilmektedir:

“Aslında, iman edip Rabblerine güvenen ve dayananlar üzerinde onun (şeytanın) bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, ancak onu dost edinenler ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl, 16/99-100).

Anlaşıldığı gibi muhlas kullar, iman edip Allah’a dayanan ve Onu vekîl olarak tanıyanlardır. İblisin azdırdıkları ise müşriklerdir. Gerçekten de sadakat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inayet katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir.7

Kur’an-ı Kerim’de ihlâs ifadesi “muhlisîne lehu’d-dîn” şeklinde ve on bir defa yer alır ki, insanların, gizlisiyle açığıyla şirkin her türlüsünden arınmış bir imana sahip olmaları anlamına gelmektedir.8

“(Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak kulluk et. Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/2- 3).

Bu âyette geçen “muhlisan lehu’d-din” tabiri, genel itibarıyla Allah’a, ibadet ve itaatte şirk koşmamak olarak tefsir edilirken “ed-dinü’l-hâlis” ise, şirkten arınmış, şirk bulaşmamış din ve diyanet şeklinde açıklanmıştır.9 İlk âyette ihlâs ile ibadet emredildikten ve İslâm veya Allah’a karşı kulluk diyebileceğimiz dinin mahiyeti belirtildikten sonra, devam eden âyetlerde mesele zıtlarıyla karşılaştırılarak daha da anlaşılır hale getirilmektedir. Yani ihlâsa zıt bir ibadetin ve dinin mahiyeti gözler önüne serilmektedir. Bu ise putlara Allah’a yaklaştırsınlar diye tapınmak olan şirktir.10 İhlâs suresinin muhtevasına, isimlendirilişine ve faziletine ait rivâyetlere bakıldığında, ihlâs teriminin, tevhid anlamını içerdiği açıktır.11 Zaten bazı alimler, ihlâsı tevhid ile eşdeğer görmüşlerdir.12

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "lâakal her onbeş günde bir defa okunmalı" demek suretiyle önemine dikkat çektiği İhlâs hakkındaki risalesinde13 ihlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve manilerini defetmek için zikrettiği düsturların konumuz açısından tahlili çok mühimdir:

“Birinci düsturunuz: Amelinizde rızayı ilahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok eğer o kabul etse bütün halk reddetse te’siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde bulunmadığınız halde halklara da kabul ettirir…”

Yukarıda değindiğimiz gibi ihlâsın omurgasını tevhid ve sadakat teşkil etmektedir. Üstad Bediüzzaman zikredilen bu ilk prensip ve ilkeyle, ihlâstaki tevhidin özellikle kullar ile Yüce Allah arasındaki boyutuna değindiği, her türlü kulluk çeşidi ve hizmet-i imâniyenin sadece ve sadece Cenab-Hakk’ın rızası esas alındığı takdirde bir anlamı olduğunu ifade ettiği söylenebilir. Üstad, İkinci ve dördüncü düsturlarda ise,

“Bu hizmet-i Kur’aniye’de bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemektir.”,

“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirâne iftihar etmektir.”

ifadeleriyle de İslâm ümmetinin tevhidini, ihlâsın mezkur içtimaî boyutuyla dile getirmektedir. Birinci düsturda fertlerin Aziz ve Hakim olan Yüce Allah’a karşı ve ondan talep ve amellerinde en mühim esasın Allah rızası olduğuna işaret ederken, İslâm ümmetini ve cemaatini ilgilendiren hususlardaki istek ve amellerde, rıza-yı ilahi maksadına ilaveten gönüllerin ve cemiyetin tevhidinin daha doğrusu ihlâsının da gerekli olduğuna telmihte bulunmuştur.

Üstad Bediüzzaman “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz” demek suretiyle de, her şeyi Allah’tan bilmek ve ne riya gibi dünyevî beklentileri ne de uhrevî beklentileri görmeyerek ihlâstaki zirveye işaret etmiştir. Nitekim Kuşeyrî, ihlâsı genel olarak yapılan ibadetin son derece huşû içinde gerçekleşmesi olarak açıkladıktan sonra, nefis, kalp ve ruh olmak üzere ihlâsın üç mertebesi olduğunu belirtir. Nefisle gerçekleşen ihlâs, ibadetin eksiksiz kusursuz eda edilmesidir. Kalp ile ihlâs, kişilerin onun ibadetini görmesini görmemek, riyadan uzaklaşmaktır. Ruh ile ihlâs ise, manevî beklentilerden arınmaktır.14

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Dilinden İhlâs: Allah dostu Cüneyd-i Bağdadî (k.s.)’nin sufî tarifinde ifade edildiği üzere ihlâs Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in bir remzidir. Büyük Veli, sufî’yi şöyle tarif eder:

“Sufî, İbrahim (a.s.)’ın kalbi gibi dünyevî kaygılardan selamet bulduğu halde Allah’ın emirlerine itaat eden bir kalbe sahip olan kişidir. Yine sufî, teslimiyeti İsmail (a.s.)’ın teslimiyeti, hüznü Davud (a.s.)’ın hüznü, fakrı İsa (a.s.)’ın fakrı, münacattaki şevki, Musa (a.s.) şevki gibi olan kimsedir. Ve ihlâsı da Muhammed (s.a.s.)’in ihlâsı gibi olan kişidir."15

Pek çok hadis-i şerifte, ihlâsın niteliği ve önemine vurgu yapılmıştır. Bir defasında Allah Resûlü,

“Benim şefaatim ihlâs ile ‘lâ ilahe illallah’ diyenleredir. Çünkü muhlis olanın kalbi dilini, dili kalbini doğrular.” (Müsned, 2/307)

buyurmuştur. Yine “Kim kalbini, imanın dışındaki şeylerden arındırır, sadece imana tahsis ederse kurtulur.” buyurarak inancın niteliği açısından ihlâsın önemini beyan etmişlerdir.

İhlâs, iman kadar amel için de önemli bir yapı taşıdır. İhlâs amelin özü mesabesindedir. Bu sebeple bir hadis-i şerifte bu durum şöylece ifade edilir:

“Ey insanlar biliniz ki (mü’min) kalpler şu üç şeyde hainlik yapmaz (onları tam olarak yerine getirir). Ameli sırf Allah rızası için yapmak, idarecilerin hayrını istemek, Müslümanların cemaatine bağlı kalmak. Zira Müslümanların duası onları arkalarından kuşatır.” (Darimî, Mukaddime 24.)

İbadetin özü duanın eda keyfiyeti noktasında önemli bir esas olduğu gibi, ibadet ve duanın kabülünde de ihlâs olmazsa olmazlardandır. Bir keresinde,

“Bir müslümanın cenaze namazını kıldığınızda onun için ihlâsla dua edin.” (Ebû Davud, Cenaiz 60)

diye tavsiyede bulunan Resûlullah bir başka hadisinde ise,

“Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin; zira Allah sadece amelin halis olanını kabul eder.” (Münâvî, 1/217)

diyerek amellerin ihlâs merkezli olmasına dikkatleri çeker. Yine

“Dini hayatında ihlâslı ol, az da olsa ihlâslı amel sana yeter.” (Münâvî, 1/216)

buyurur. Gerçekten amel bir cesed ise, ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir.16 Peygamber Efendimiz bir kısım hadislerinde de ihlâs kelimesini zikretmeksizin içeriğine vurgu yapmıştır:

“Şüphesiz Allah sizin suret ve dış görünüşlerinize değil; kalplerinize bakar.” (Müslim, Birr 33; İbn Mâce, Zühd 9)

İhlâs bir kalp amelidir ve Allah da kalplerin değişim ve temayüllerine göre insana değer verir.

Bir defasında Resûlullah, arkadaşlarının yanına geldiğinde, onlara “Sizin hakkınızda beni, Deccal’in şerrinden daha çok endişelendiren bir kaygımı haber vereyim mi” buyurmuştu. Onlar da, “Buyur Ey Allah’ın Rasulü” diye mukabele etmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bu gizli şirktir ki kişinin namaz kılmaya kalktığında kendisini görenler için namazını güzelleştirmesi allayıp pullamasıdır.” (İbn Mâce, Zühd 21) diye cevap vermiştir. Bu hadisin benzeri diğer iki rivâyette ise, şirk-i hafî yerine şirk-i sağîr ve şirk-i serâir ifadeleri yer almaktadır (Müsned, 2/30). Küçük şirk veya şirk-i hafî ise, Müslüman bir ferdin, dinî bazı iş ve amelleri yaparken, Allah’ın dışında kişilerin rızasını hesaba katmasıdır ki İslâmî terminolojide, riya terimiyle ifade edilmektedir.17

Hz. Peygamber’in riya ile ilgili hadislerinden birinde “Sizin hakkınızda kaygılandığım küçük şirkten sizi uyarırım.” buyurulur. Küçük şirk nedir diye kendisine sorulduğunda ise “Riyadır.” diye cevap verir ve devamında,

“Yüce Allah, amellerinin karşılıklarını görecekleri günde kullarına şöyle buyuracaktır: “Dünyadayken yaranmaya çalıştığınız kimselerin yanına gidin, bakın onlardan bir karşılık görecek misiniz?” (Tirmizî, Nüzûr 3; İbn Mâce Fiten 19) Yine bir hadiste

“Hardal tanesi kadar riya bulaşmış hiç bir amel kabul edilmeyecektir.” (Müslim, İman 148,149; Ebû Davud, Libas 26) buyurulmaktadır.

Selef-i Salihînin Dilinden İhlâs

Cüneyd Bağdâdî, “İhlâs, kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin. Hevâ ve heves onu fark edemez ki kendisine meylettirsin.” şeklinde ihlâsı açıklamıştır.18

Kuşeyrî, ihlâsla ilgili birkaç tanım getirmiştir: Birisi, ihlâs, amelleri onlara arız olan manevî kirlilikten arındırmaktır ki bu manevî kirler amelden “sâlih” vasfını kaldırır.19 Diğeri ise ibadette sadece Allah’ın gözetilmesi, birlenmesi demektir ki kul taatıyla yalnızca Allah'a yaklaşmayı diler, asla birisine yaranmak, insanların övgüsünü kazanmak gibi şeyleri gaye etmez, ibadetlerinde düşünmez. Kısaca ihlâs ameli riyadan arındırmaktır.20

Abdullah el-Ensârî’ye göre ihlâs, amelin her türlü yabancı şeylerden arındırılması, dupduru edâ edilmesi olarak tanımlamakta ve üç derecesinin olduğu belirtilmektedir: Birinci derece, kişinin amelini kendinden bilmekten, ona güvenmekten, yetinmekten ve karşılık beklemekten kurtulmasıdır. İkinci derece, kişinin bütün gayretiyle amel etmesine reğmen amelinden haya duyması, nefsiyle değil de Allah’ın fazlı ve keremiyle irtibatlandırmasıdır. Üçüncüsüne gelince, amelini ilme tâbi kılıp kendisini de hakkın hükmüne teslim etmesi, mâsivadan kurtulmasıdır.21

İbn Atâullah İskenderî, amelleri birer beden, ihlâsı ise onların ruhu olarak açıklamaktadır. Bu benzetmenin şerhinde ise, Abdülmecîd eş-Şernûbî, ihlâsın kişilerin manevî durumuna göre üç mertebesi olduğunu belirtip bunları açıklar: Birincisi, abidlerin (Avâmın) ihlâsıdır ki kişinin amellerinin açık ve gizli riyadan ve nefsî hazlardan kurtulması, Allah’ın mükafatını ve ikabını düşünerek kulluk etmesidir. İkincisi, muhibbînin ihlâsıdır ki kişi amellerinde sadece Allah’ı yüceltmeyi ve tazimi kasteder. Üçüncüsü ise, mukarrebînin ihlâsıdır ki kişinin her türlü tahrik ve teskinde Allah’ın birliğini müşahede etmeleri, kendilerini bir güce ve kuvvete sahip görmekten uzaklaşarak her şeyi Allah’ın lütfu ve ihsanı olarak görmeleridir.22

İmam Gazâlî, ihlâsı, iki kısımda mütalâa etmektedir. Nasıl şirkin celîsi ve hafîsi varsa buna mukabil gelen ihlâs da vardır. Birincisi tevhidde ihlâstır ki Yüce Allaha uluhiyyetinde ortak koşmamaktır. İhlâsın ikinci derecesi ise, niyet ve maksatlarda sadece Allah’a teveccüh olmasıdır ki riyasız bir ameli ifade eder.23

İsmail Ankaravî ise ihlâsı dinî amelleri kibir ve riyadan arındırıp halis, saf hale getirmektir, şeklinde tarif etmiştir... Hakikat şu ki, ihlâs yalnız ve yalnız Allah için ve O’nun rızasını kazanma yolunda yapılan ibadetle kazanılır.24

İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Mâbud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sadece sevdiklerinin kalbine koymuştur. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın nazarında medh ü zem, tazim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hatta sevap ve mükafat mülahazası kat’iyen söz konusu değildir.25

Sonuç olarak denilebilir ki ihlâs, kişinin kalbî ve bedenî olmak üzere bütün ibadet ve amellerinde, nefsine pay çıkarmaması, hattâ ihlâsını dahi görmemesidir. Evet özetle ihlâs, doğru, samimi, katışıksız, dupduru olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma ve yaşama halidir. Diğer bir deyişle gönül safveti, fikir istikameti, Allah ile münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadakatle kullukta bulunma halidir.

Dipnotlar:

1. İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, “hls” md., Beyrut 1990.
2. Ebu’l-Bekâ el-Kefevî, el-Külliyyat, Beyrut 1993, s. 414, 434, 64.
3. bk. Yunus Ekin “İhlâs Kavramının Semantik Analizi”, Tasavvuf Dergisi, 9 (2002) s.149.
4. Taberî, İbn Cerir, Camiul-Beyan, Beyrut 1995, XVI, 118.
5. İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, İstanbul 1984, V, 232:
6. Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât, IV, 105.
7. Taberî, Câmiu'l-beyân, V, 455-456.
8. Kurtubî, el-Câmi’, XV, 208; İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, Zâdü’l-Mesîr, Beyrut 1994,VII, 41.
9. Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadir, Beyrut 1997, IV, 562-563.
10. İbn Kesîr, Tefsir, VIII, 538-544; Feyrûzâbâdî, Besâiru Zevi’t-Temyîz, Beyrut ts., I,553.
11. İbn Manzûr, Lisanül-Arab, “hls” md.
12. Bediüzzaman Said Nursî,Lem’alar, 21. Lem’a, Şahdamar yayınları.
13. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, V, 267.
14. Cebecioğlu, Ethem, “Prof Nicholson’ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, A.Ü.İ.F.D., 29 (1987), 387-395.
15. İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, Nüzhetü’l-a’yun, Beyrut 1987, s. 372.
16. Kuşeyrî, er-Risale, 104; Yılmaz, H. Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.169.
17. Kuşeyrî, Letâif, III, 281.
18. Kuşeyrî, er-Risale, 104.
19. Abdullah el-Ensârî, Menâzilü’s-Sâirîn, Mısır ts., s.?.
20. Şernûbî, Abdülmecîd, Şerhü’l-Hikemi’l-Atâiyye, Dımeşk 1989, s. 23.
21. Gazalî, İhyâ, IV, 580.
22. İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Haz. Saadettin Ekici, İstanbul1996, s. 252.

7 İslam'ın sevgi, barış ve hoşgörü dini olduğuna dair örnekler verir misiniz?

İslam kelimesi, Arapça'da "barış" kelimesiyle aynı anlama gelir. İslam, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Allah tüm insanları, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırmaktadır. Bakara Suresi'nin 208. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:

"Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe" (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır."

Ayette görüldüğü gibi Allah, insanların "güvenliği"nin ancak İslam'a girilmesi, Kur'an ahlakının yaşanmasıyla sağlanabileceğini bildirmektedir.

Allah bozgunculuğu lanetlemiştir

Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını emretmiş; küfrü, fıskı, isyanı, zulmü, zorbalığı, öldürmeyi, kan dökmeyi yasaklamıştır. Allah'ın bu emrine uymayanlar, ayetin ifadesiyle "şeytanın adımlarını izleyenler" olarak nitelendirilmiş ve açıkça Allah'ın haram kıldığı bir tutum içerisine girmişlerdir. Kur'an'da bu konudaki birçok ayetten sadece iki tanesi şöyledir:

"Allah'a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir." (Rad, 13/25)

"Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas, 28/77)

Görüldüğü gibi, Allah, İslam dininde, terör, şiddet anlamlarını da kapsayan her türlü bozgunculuk hareketini yasaklamış ve bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiştir. Müslüman dünyayı güzelleştiren, imar eden insandır.

İslam, düşünce hürriyetini ve hoşgörüyü savunur

İnsanların fikir, düşünce ve yaşam özgürlüğünü açıkça sağlayan ve güvence altına alan bir din olan İslam, insanlar arasında gerginliği, anlaşmazlığı, birbirlerinin hakkında olumsuz konuşmayı ve hatta olumsuz düşünceyi (zan) dahi engelleyen ve yasaklayan emirler getirmiştir.

Değil terör ve çeşitli şiddet eylemi, İslam, insanların üzerinde fikri olarak bile en ufak bir baskı kurulmasını yasaklamıştır:

"Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır." (Bakara, 2/256)

"Onlara 'zor ve baskı' kullanacak değilsin." (Gaşiye, 88/22)

İnsanların bir dine inanmaya veya o dinin ibadetlerini uygulamaya zorlanması, İslam'ın özüne ve ruhuna aykıdır. Çünkü İslam, inanç için özgür iradeyi ve vicdani bir kabulü şart koşar. Elbette Müslümanlar birbirlerini Kur'an'da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması için uyarabilir, teşvik edebilirler. Ama asla bu konuda bir zorlama yapılamaz. Ya da dünyevi bir imtiyaz tanınarak, kişi dini uygulamaya yönlendirilemez.

Bunun aksi bir toplum modeli varsayalım. Örneğin insanların ibadet yapmaya zorlandıklarını farzedelim. Böyle bir toplum modeli İslam'a tamamen aykırıdır. Çünkü inanç ve ibadet, sadece Allah'a yönelik olduğunda bir değer taşır. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır.

Allah masum insanların öldürülmesini haram kılmıştır

Bir insanı suçsuz yere öldürmek, Kur'an'a göre en büyük günahlardan biridir:

"Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır." (Maide, 5/32)

"Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile' karşılaşır." (Furkan, 25/68)

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, masum insanları haksız yere öldüren kişiler büyük bir azapla tehdit edilmişlerdir. Allah tek bir kişiyi öldürmenin, tüm insanları öldürmek kadar ağır bir suç olduğunu haber vermiştir. Allah'ın sınırlarını koruyan bir insanın değil binlerce masum insanı katletmek, tek bir insana bile zarar verme ihtimali yoktur. Dünyada adaletten kaçarak cezadan kurtulacağını sananlar, öldükten sonra, ahirette Allah'ın huzurunda verecekleri hesaptan asla kaçamayacaklardır. İşte bu nedenle ölümlerinin ardından Allah'a hesap vereceklerini bilen müminler Allah'ın sınırlarını korumakta büyük bir titizlik gösterirler.

Allah, müminlere şefkatli ve merhametli olmalarını emreder

Bir ayette Müslüman ahlakı şöyle anlatılmaktadır:

"Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır." (Beled, 90/17-18)

Allah'ın, ahiret günü kurtuluşa erenlerden olmaları, rahmetine ve cennetine kavuşabilmeleri için kullarına indirdiği ahlakın en önemli özelliklerinden biri ayette görüldüğü gibi "merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak"tır.

Kur'an'da tarif edilen İslam son derece modern, aydınlık, ilerici bir yapıya sahiptir. Gerçek Müslüman, her şeyden önce, barışçı, hoşgörülü, demokrat ruhlu, kültürlü, aydın, dürüst, sanattan ve bilimden anlayan, medeni bir kişilik yapısına sahiptir.

Kur'an'ın getirdiği güzel ahlakla yetişen bir Müslüman, herkese İslam'ın öngördüğü sevgiyle yaklaşır; her türlü fikre karşı saygılıdır; estetiğe ve sanata değer verir, olaylar karşısında her zaman uzlaştırıcı, gerilimi azaltan, kucaklayıcı, itidalli davranışlar sergiler. Böyle insanların oluşturdukları toplumlarda ise, bugün en modern devletler arasında gösterilen ülkelerden daha gelişmiş bir medeniyet, yüksek bir toplumsal ahlak, neşe, huzur, adalet, güvenlik, bolluk ve bereket hakim olacaktır.

Allah Hoşgörü ve Affediciliği Emretmiştir

Kur'an-ı Kerim'in Araf Suresi'nin 199. ayet-i kerimesindeki "Sen af yolunu benimse" sözleriyle ifade edilen "affedicilik ve hoşgörü" kavramı, İslam dininin temel kaidelerinden birini oluşturur.

İslam tarihine bakıldığında, Müslümanların Kur'an ahlakının bu önemli özelliğini sosyal yaşama nasıl geçirdikleri çok açık bir şekilde görülür. Müslümanlar ulaştıkları her noktada, hatalı uygulamaları ortadan kaldırarak hür ve hoşgörülü bir ortam oluşturmuştur. Din, dil ve kültür bakımından birbirine taban tabana zıt olan halkların aynı çatı altında barış ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlamış, kendisine tabi olanlara da büyük bir ilim, zenginlik ve üstünlük kazandırmıştır. Nitekim büyük bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını yüzyıllarca devam ettirebilmesindeki en önemli nedenlerden biri, İslam'ın getirdiği hoşgörü ve anlayış ortamının yaşanması olmuştur. Asırlardır hoşgörülü ve şefkatli yapılarıyla tanınmış olan Müslümanlar, her zaman dönemlerinin en merhametli ve en adil kişileri olmuşlardır. Bu çok uluslu yapı içerisindeki tüm etnik gruplar, yıllarca mensubu oldukları dinleri özgürce yaşamışlar, üstelik dinlerini ve kültürlerini yaşayabilecekleri tüm imkanlara da sahip olmuşlardır.

Gerçek anlamda Müslümanlara mahsus olan hoşgörü, ancak Kur'an'ın emrettiği doğrultuda uygulandığında tüm dünyaya barış ve esenlik getirir. Nitekim Kur'an'da

"İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel bir tarzda(kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost (un) oluvermiştir." (Fussilet, 41/34)

ayet-i kerimesi ile bu özelliğe dikkat çekilmiştir.

Tüm bunlar, İslam'ın insanlara öğütlediği ahlak özelliklerinin, dünyaya barış, huzur ve adalet getirecek erdemler olduğunu göstermektedir. Şu an dünya gündeminde olan ve adına "İslami terör" denen barbarlık ise, Kur'an ahlakından tamamen uzak, cahil ve bağnaz insanların, dinle gerçekte hiç bir ilgisi olmayan canilerin eseridir. İşledikleri vahşetleri İslam kisvesi altında yürütmeye çalışan bu kişi ve gruplara karşı uygulanacak kültürel çözüm, gerçek İslam ahlakının insanlara öğretilmesidir.

Başka bir deyişle, İslam dini ve Kur'an ahlakı, terörizmin ve teröristlerin destekleyicisi değil, yeryüzünü terörizm belasından kurtaracak çaredir.

Barış Dini ve Sevgi Peygamberi

Peygamberler, dünyayı esenlik ve barış yurdu hâline getirmek için görevlendirilmiş kimselerdir. Onlar, insanlığa "barış ve esenlik" anlamına gelen İslâm dinini ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (s.a.s.),

"Biz peygamberler baba bir kardeşleriz, hepimizin dini birdir." (Buharî, Enbiya, 48)

buyurmuştur. Yüce Allah da Kur'ân'da,

"Allah katında yegâne geçerli din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)

buyurur ve bütün peygamberlerin bu dini insanlara tanıtmak için geldiğini ve bu konuda peygamberlerin ilk örnekleri insanlara sunduğunu haber verir.

İslâm, barış ve esenlik demektir. Müslüman da barış ve esenliğe ermiş, barış ve esenliği hedeflemiş kimse demektir. Yüce Allah'ın bir adı da 'Selâm'dır. Buna göre O, barış ve esenlik kaynağıdır. O'na teslim olan Müslüman, barış ve esenlik kaynağına bağlanmakla önce kendi iç dünyasında huzur ve sükuna kavuşan, sonra da tanıştığı bu huzuru dış dünyasına taşıma sevdasında olan kimse demektir. Gerçekten de iyi Müslüman, en olumsuz şartlarda bile yaşasa, her türlü stres, buhran ve iç huzuru zedeleyen duygulardan uzak kalmaya çalışır. Bu sebeple 'Darü's-Selâm' (barış ve esenlik yurdu) Cennet'e talip olan Müslüman dünyayı, barış yurdu hâline getirmekle görevlendirilmiştir. Bir açıdan bu yüzden de olacak ki ilk insan, dünyaya gelmeden önce Cennet'e konmuş, Cennet'te bir süre yaşayıp Cennet kültürü ile donatıldıktan sonra dünyaya gönderilmiştir. Artık dünyaya gönderilen insan, kaybettiği Cennet'in sevdasıyla yanıp tutuşmakta, önce onu dünyada kurmaya çalışmakta ve hiç olmazsa âhirette ona tekrar kavuşmayı düşlemektedir.

Aynı şekilde Müslüman'ın bir adı da 'emniyet ve güven sahibi' anlamında 'Mü’min'dir. Yüce Allah'ın bir adı da 'Mü’min'dir. Dolayısıyla güven kaynağı Yüce Allah'a inanan, O'na bağlanan mü'min, kendi iç dünyasında tutarlı, huzurlu olan ve iç dünyasında kurduğu bu güven ortamını dış dünyaya taşıyan kimse demektir. Bu yüzden inanan insanın varlığı, herkes için hayırdır. Nitekim Kur'ân, İslâm toplumundan bahsederken şöyle buyurur:

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Âl-i İmran, 3/110)

İslâm dininin sahibi olan Yüce Allah'ın bir adı da Vedûd'dur (Hûd 11/90). Vedûd, çokça seven ve sevilen anlamına mubalâğalı ism-i fail kalıbıdır. Evet Yüce Allah, sevgi kaynağıdır. Sevgiyi O yaratmış ve bizim özümüze de "Kendi Ruhu'ndan üflerken" sevgiyi O yerleştirmiştir. İbn Arabî'nin dediği gibi,

"Biz sevgiden sudur ettik, sevgi üzerine yaratıldık, sevgiye doğru yöneldik ve sevgiye verdik gönlümüzü." (İbnü'l-Arabî 1998, 38)

Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur:

"Rabbim Rahimdir, Vedûddur" (pek merhametlidir, kullarını çok sever)."(Hûd, 11/90)

İşte kendisi her bakımdan güzel olan ve güzeli seven Yüce Allah, fıtratlara sevgiyi yerleştirmiş ve onun söz ve davranışlara yansımasını sağlamak için sevgi yumağı peygamberler göndermiş, sevmeyi ve sevilmeyi sağlayan düsturlar mecmuası kitaplar indirmiştir. Son olarak da Hz. Muhammed (s.a.s)'i göndererek, "birbirini yemede sırtlanları geçmiş" olan insanlardan, birbirini seven, başkasını kendisine tercih eden Müslümanlar yetiştirmiştir. Bu konudaki pek çok âyetten ikisi şöyledir:

"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız."(Âl-i İmran, 3/103)

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 59/9)

İslâm'a göre en büyük fetih, barıştır. Nitekim Fetih Sûresi'nin ilk âyeti olan "Biz Sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik." âyetindeki "Feth-i Mübin"den kasıt, pek çok tefsirciye göre, Hudeybiye Barış Anlaşmasıdır (Taberî, 26:67-68; İbn Kesîr, 4:183) Neredeyse savaşın eşiğine gelmiş iki grup arasında imzalanan bu anlaşmanın en önemli maddesine göre ise, Müslümanlarla Mekke Müşrikleri on yıl süreyle birbirleriyle savaş yapmayacaklardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarından sonra Hicretin 6. yılında yapılan bu anlaşma ile Peygamberimiz (s.a.s.), güven ve barış dini İslâm'ın yayılmasının önündeki savaş engelini kaldırmıştır, bir bakıma, insanlar ile iradî tercihleri ve doğruyu bulma arasındaki engel kaldırılmıştır.

Sevgi ve Güven Âbidesi Hz. Muhammed

Hz. Peygamber (s.a.s.), varlığı insanlığın hayır ve yararına olan toplumu oluşturmak için çalışmış ve sonuçta böyle bir toplumu oluşturarak bu dünyadan ayrılmıştır. Nitekim, Onun sağlığında Hayber Yahudileri, Müslümanlardan gördükleri adalet ve hakkaniyet karşısında "Herhalde Cennet, Müslümanların eliyle yeryüzünde kuruldu." demekten kendilerini alamamışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.), bizzat kendi hayatıyla bunun en güzel misalini sunmuştur.

"Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'ı ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir örnektir." (Ahzâb, 33/21)

Nitekim O, daha peygamber olmadan Mekke'de sergilediği kırk yıllık örnek hayatında herkesin takdirini kazanmış ve 'Muhammedü'l-Emîn' (Güvenilir Muhammed) denilmeye başlanmıştı. Onun bu güvenilirliği ve saygınlığı kendini, Hz. Hatice (ra)'nin ona uluslararası ticaret işlerini teslim etmesinde, Kâbe'deki Hakemlik olayında ve Mekke'de haksızlıklarla mücadele adına kurulmuş olan Hılfu'l-Fudul cemiyetinin saygın bir üyesi olmasında göstermişti. Yine peygamber olmadan önce yaptığı ticari ortaklıklarda O'nun güvenilirliği ve dürüstlüğü herkesin dikkatini çekmekteydi. O'nun peygamber olmadan önceki hayatı, altmış üç yıllık ömrünün yarısından fazla, kırk yıllık uzun bir süredir. O, bu dönemde Allah'tan vahiy almadan önce de, bir insan olarak tertemiz ve herkes için bir emniyet âbidesi olarak yaşamıştı. Hem de pek çok insanın pek çok erdemden yoksun olduğu bir dönemde. Bu sebeple O'nun, peygamber olmadan önceki ahlâkî güzelliği, olumsuz şartları bahane ederek işledikleri kötülükleri, yahut yapmadıkları güzellikleri örtbas etmeye çalışan günümüz insanı için son derece önemli ve anlamlıdır. O'nun peygamber olmadan önce de güzellikleriyle toplum içerisinde tanınan bir insan olduğunu açıklayan Kur'ân âyetlerinde şöyle buyurulur:

"Yoksa peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?" (Mü'minûn, 23/69)

"De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Halâ akıl erdiremiyor musunuz?" (Yunus, 10/16)

Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah'a isyan etmedim. Şimdi siz benden, böyle bir şeyi nasıl istersiniz? (Kurtubî, 8:321) O'nun sahip olduğu güzelliklerle ilgili Kur'ân âyetlerinden biri de şöyledir:

"Gerçekten Sen çok üstün bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/3)

Fatiha ve Alâk sûresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem sûresinin bu âyeti, O'nun baştan beri sahip bulunduğu faziletleri açık bir şekilde tescil etmektedir. Çünkü henüz onun tüm hayatını kuşatan Kur'ân âyetleri inmemişti; buna rağmen O, büyük bir ahlâk üzere bulunuyordu. Daha sonra O'nun, Kur'ân’la kendi içinde daha da olgunlaşan, mükemmellik içinde mükemmellik kazanan ahlâkî kişiliğini eşi Hz. Ayşe (ra) şöyle özetleyecekti:

"Onun ahlâkı Kur'ân'dı." (İ. Hanbel, Müsned, 6:188)

Hz. Hatice Vâlidemiz'le evlenirken nikâh merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu: "Doğrusu Muhammed, Kureyş'in hiçbir gencine benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır." (İ. Hişam, 1/201)

Kendisine ilk vahiy geldiğinde, gördüğü manzara karşısında heyecanlanan Hz. Peygamber (s.a.s)'e vefakâr ve fedakâr eşi Hz. Hatice (ra) şöyle diyordu:

"Sen rahat ol, üzülme. Allah'a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmayacak, ele güne rezil etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağlarını gözetirsin. Hep doğru söylersin. Emanete hıyanet etmezsin. Sıkıntılara katlanmasını bilirsin, güçsüzlerin elinden tutarsın. Misafir ağırlamayı seversin. Zor durumda kalan mağdurların hakkını korumak için onlara yardım edersin." (a.g.e., 1:253)

O'nun sahip olduğu bu erdemler, düşmanları tarafından bile teslim edilmişti. Rum Kisrası, elçi olarak huzurunda bulunan, o zaman henüz iman etmemiş Ebû Süfyan'a Peygamberimiz (s.a.s)’in özellikleri ile ilgili sorular sormuş ve aralarında şöyle bir diyalog geçmişti:

- Bundan önce, onun hiç yalan söylediğine şahit oldunuz mu?
- Hayır, asla böyle bir şeye şahit olmadık.
- İnsanlara yalan söylemeyen, vallahi Allah'a yalan söylemez!

Habeşistan'a hicret eden Cafer b. Ebî Talib de Necaşî'nin huzurunda şunları söylemişti:

"Ey Kral! Allah içimizden, aramızda yaşadığı kırk yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asaleti, emanete riâyetkârlığı ile tanıdığımız bir kimseyi peygamber gönderdi..." (İbn Kesir, Tefsir, 2:411)

Peygamberliğinin onuncu yılında müşrik ve kâfirlerin aşırı baskılarına maruz kalan Peygamberimiz (s.a.s.), davetini taşımak ve onlardan kendisine arka çıkmalarını sağlamak için Taif'e gitti. Orada on gün kaldı ve ev ev dolaşarak onlara doğruları anlattı. Sonuçta onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'le alay ettiler ve onu kovdular ve o çıkıp giderken onu ve arkadaşı Zeyd'i ayaklarından kan akıncaya kadar taşladılar. O (s.a.s.), Taiflilerin elinden kendini bir bağa zor atmış ve orada şöyle dua etmişti:

"Allahım! Güçsüz ve zayıflığımı, hor ve hakir görülüşümü Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf ve güçsüzlerin Rabbi Sensin, benim Rabbim de! Şimdi beni kime bırakıyorsun. Beni, senden uzak olan düşmanlara mı bırakıyorsun? Eğer bana kızmamışsan, hiç önemli değil, çektiklerim bana hiç dokunmaz. Ben Sana, Senin nuruna sığınırım. Bana gazap etmenden korkarım. Senin af ve merhametin benim için çok geniştir. Her şey Senin rızan içindir. Bütün güç kuvvet Senin elindedir." (Köksal, 5/66-71)

İşte o sırada kendisine gelen ve eğer istersen bu toplumu helâk edelim diyen meleğe Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle karşılık vermiştir:

"Hayır, hayır. Ben onların helâk edilmelerini istemiyorum. Aksine Allah'ın onların soyundan, yalnız Allah'a ibadet edecek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kuşaklar çıkarmasını diliyorum!" (Köksal, 5/76)

Uhud savaşında yaralanıp dişi kırılınca, O, "Müşriklere beddua etseniz!" diyenlere;

"Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ya Rab! Kavmime hidâyet nasip et, çünkü onlar bilmiyorlar."(Buhari, Enbiya, 37)

diye dua etmişti. Kısaca O, insanlığa sevdalı, bütün varlığını insanlığın kurtuluşuna adamış bir sevgi ve merhamet peygamberiydi.. Ona göre, bir kişinin hidâyete ermesi, yani gerçekle tanışması, tüm dünya ve içindekilerden çok daha hayırlıydı.

Hicretin sekizinci yılında Mekke fethedilmişti. 53 yıllık baba ocağını Peygamberimiz (s.a.s)’e ve O'nunla beraber inananlara dar eden, onlara olmadık işkence ve eziyeti reva gören, onları Mekke'den sürüp çıkaran, bununla da kalmayıp onları Medine'de bile rahat bırakmayan, defalarca Medine'ye saldırılar düzenleyen Mekkeliler Hz. Muhammed (s.a.s.) komutasında Mekke'ye giren on bin kişilik orduya beyaz bayrak kaldırıp teslim olmuşlardı. Tüm Mekkelilerin biraz heyecan ve biraz da korkuyla bekledikleri bir sırada Hz. Muhammed (s.a.s.), onlara karşı, sevgi, merhamet ve hoşgörüyü zirvede temsil eden insan olarak

"Size bugün hiçbir şekilde başa kakma ve kınama yok. Allah sizi yarlıgasın. O, esirgeyicilerin en esirgeyicisidir. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!" (Köksal, 15/288-289)

diyerek şanına yaraşanı yapmıştır.

Allah Resûlü'nün Kur'ân âyetlerinde ve kendi sözlerinde geçen pek çok ismi ve sıfatı, bizim O'nu doğru olarak tanımamızda oldukça önemlidir.

O Rahmet Peygamberidir (Rasülü'r-Rahme, Nebiyyü'l-Merhame). O, belli bir kesime değil, tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

O, Müjdeci ve Uyarıcıdır (el-Mübeşşir, el-Beşîr; el-Münzir, en-Nezîr)

O, apaçık gerçektir (el-Hakku'l-Mübîn).

O, tutunulacak en sağlam kulptur (el-Urvetü'l-Vüskâ).

O, dosdoğru yoldur (es-Sırâtü'l-Müstakîm)

O, ışığıyla etrafını aydınlatan parlak bir yıldızdır (en-Necmü's-Sâkıb).

O, aydınlatan bir kandildir (en-Nûr, es-Sirâcü'l-Münîr).

O, Allah'a çağıran bir davetçidir (Dâi ilâllah).

O, şefaati makbul bir şefaatçidir (eş-Şefî', el-Müşeffe').

O, ıslahatçıdır (el-Muslih).

O, Allah'ın sevgilisi ve dostudur (Habîbullah, Halîlürrahman).

O, güçlü delil ve kanıt sahibidir (Sâhıbü'l-Hucce ve'l-Bürhân).

O, Allah'ın seçtiği seçkin kişidir (el-Mustafa, el-Müctebâ, el-Muhtâr).

O, övülmüş, övülmeye lâyık kişidir (Muhammed, Ahmed, Mahmûd, Hâmid).

O, Güvenilir Muhammed'dir (Muhammedü'l-Emîn).

O, peygamberlerin sonuncusudur (Hâtemü'n-Nebiyyîn) (Kadı Iyaz, 189-195).

İşte O, sevgi yumağı, güven ve dürüstlük âbidesi seçilmiş, gaye insanı anlamak, her şeyden önce O'nu tanımak, O'nun gibi olmakla ve O'nu sevmekle mümkündür. Zaten O'nu anlamanın anlamı da budur. Nitekim O,

"Benim sünnetimi izleyen bendendir, ondan yüz çeviren ise benden değildir." (Ma'mer ibn Raşid, 11/291)

buyurarak, bu gerçeğin altını çizmiştir. Kısaca söylemek gerekirse Peygamber Efendimiz (s.a.s)’i anlamak ve sevmek, her yönüyle O'nu doğru bir biçimde tanımak, O'na uymak, O'nun adını çokça anmak, O'nun ismine ve bize bıraktığı evrensel değerlere saygı duymak, O'nun sevdiklerini sevip, sevmediklerinden uzak olmak, O'nun ahlâkı olan Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanmakla olur.

Peygamberimiz’in Hayatından Sevgi Tabloları

Şimdi Allah Resûlü'nün hayatından sevgi tabloları sunmak istiyoruz:

1. Allah Sevgisi: Allah Resûlü (s.a.s.), sürekli Allah'ın gözetimi altında bir kul olduğunun şuurundaydı. O'na karşı kulluk görevlerini aksatmadan ve kendine yaraşır bir biçimde yerine getirmeye gayret ediyordu. Bu konuda O'nun hedefi, "Şükreden bir kul olmaktı" (Buharî, "Münafikun," 79) Peygamberimiz (s.a.s), Allah'ı en iyi bilendi. O'nunla irtibat hâlindeydi. O'nun hoşnutluğunu kazanmak tek derdiydi. Ölüm, onun için O'na kavuşmaktı. Nitekim O’nun pek çok sözünde Allah sevgisi, Allah için sevmek ana tema olarak işlenmiştir. Zaten O’nun bir sevgi yumağı oluşunun temelinde de, sevgi kaynağı olan Yüce Allah'a olan bu yakınlık ve irtibatı yatmaktadır.

2. Çocuk Sevgisi: Peygamber Efendimiz (s.a.s.), çocukları kucağına alır, öper okşardı. (Buharî, "Edeb", 22) On tane çocuğu olduğu halde hiç birisini alıp öpmediğini söyleyen birisine, "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Allah kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim!" (a.y.) buyurmuştu. Çocuklarla ilgilendiği gibi gençlerle de özellikle ilgilenmiş, onları ciddiye almış, onlara değer vermiştir. O'na ilk inananlar arasında gençlerin ayrı ve önemli bir yeri vardı. O, liyakatli gençleri çok büyük sahabilerinin de içinde bulunduğu ordulara kumandan tayin ederek onları taltif etmiştir. O, Tebûk gazvesinde Neccaroğulları sancağını henüz yirmi yaşındaki Zeyd b. Sabit'e vermiş; Bedir savaşında yirmi bir yaşlarındaki Hz. Ali'yi sancaktar tayin etmiş; Kudâaoğulları üzerine gönderilen kırk bin kişilik ordunun başına on sekiz yaşındaki Üsame b. Zeyd'i geçirmiş; yirmi bir yaşındaki Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak göndermişti.(Doğuştan Günümüze…, 1:391-392)

3. Aile ve Akraba Sevgisi: Ailesine düşkün bir ev reisiydi. Ev işlerinde onlara yardım etmekten asla çekinmezdi. Yeri gelince et doğrar, kabak doğrar, sökük dikerdi. Aile bireylerinin Allah'a karşı görevlerini yerine getirme konusunda da onlara çok düşkündü. Çünkü O,

"Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir." (Tâhâ, 20/132)

emrinin muhatabıydı. O, davetine önce akrabalarından başlamıştı. Çünkü Allah öyle buyurmuştu:

"(Önce) en yakın akrabanı uyar." (Şuara, 26/214)

Akrabalık ilişkilerini her zaman sürdürmüş ve yakınlarından da bunu istemişti. O, anne baba sevgisi üzerinde ısrarla durmuş, süt annesini, süt kardeşini, baba dostunu sevmeyi ısrarla istemiş, kendisi de onlara gereken ilgiyi göstererek en güzel misali sunmuştu.

4. Arkadaş Sevgisi: Peygamberimiz (s.a.s.), cahiliye döneminin karanlıklarında yaşayan insanları her türlü sıkıntıya cefaya katlanarak insanlık tarihinin en mükemmel insanları seviyesine yükseltmiştir. Bir zamanlar kendisine olmadık işkence ve eziyeti yapmış olanları af ve onore etmiştir.

"And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir." (Tevbe, 9/128)

"Mü’minlere kol kanat ger, onları şefkatle koru!." (Hıcr, 15/88)

"Sana tâbi olan mü’minlere kol kanat ger..." (Şuara, 26/215)

5. Ümmet Sevgisi: Hayatını ümmetine adadığı gibi, ahirette de, peygamberlerin bile kendi derdine düşeceği anda O (s.a.s.), "Ümmetî, ümmetî! Allah'ım, ümmetimi isterim ümmetimi!" (Ebu Avâne, Müsned, 1:158) diyecektir.

6. İnsan Sevgisi: O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir (Enbiya, 21/107). Ne kadar kötü de olsa herkesi davetine muhatap olarak kabul eden bir peygamber. İnsanları kurtarmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bir peygamber. Ev ev, panayır panayır, şehir şehir dolaşmış, en zor şartlarda ve zamanlarda pek çok yere seferler düzenlemiş bir peygamber. İnanç ayrımı yapmadan konu komşusuna karşı görevlerini yerine getirmiş bir peygamber. Yanlış yere insanların öldürülmesine ve kim olursa olsun onlara eziyet, işkence edilmesine, insanların köleleştirilmesine şiddetle karşı çıkmış bir peygamber. Savaşta bile işkence edilerek insanları öldürmeyi yasaklamış, savaşa katılmayanlara ve Müslüman olduğunu söyleyenlere asla dokunulmamasını emretmiştir. O'nun döneminde yapılan savaşlarda ölen insanların sayısı dört yüzü bulmamaktadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in sevgi ve şefkati ilâhî kaynaklıydı;

"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever." (Âl-i İmran, 3/159)

7. Diğer Canlılara ve Çevreye olan Sevgisi: O'nun, insan dışındaki canlılara, hayvan ve bitkilere de büyük değer verdiğini ve temiz bir çevre için elinden gelen her şeyi yaptığını görüyoruz. O,

"Yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (Tirmizî, Birr, 16)

buyurarak merhamete erişmeyi, tüm yeryüzündeki varlıklara merhamet etmeye endekslemiştir. Bir köpeğe su veren kadının bağışlandığını belirtirken, bir kediye eziyet edip ölümüne sebep olmanın Allah'ın gazabını çektiğini vurgulamıştır. Bir keçiyi sağan adama uğradığında ona şunları söylemiştir:

"Sağdığında yavrusu için de süt bırak." (Mecmua'z-Zevaid, 8:196)

Kendisine, "Hayvanlara yapılan iyilik için de mükâfat var mı?" diye soranlara şu cevabı vermiştir: "Evet, her canlıya yapılan iyilik için mükafat vardır." (Buhari, Şürb, 9) O, hayvanları bile keserken, bilenmiş bıçakla ve hayvana fazla eziyet çektirilmeden kesilmelerini özellikle emretmiştir. (Müslim, "Sayd". 57)

Kendisi bir defasında beş yüz hurma ağacını birden dikmiş (İ. Hanbel, 5:354) ve bu konuda şunları söylemiştir:

"Bir Müslüman bir ağaç diker de bunun meyvesinden insan, evcil veya vahşi hayvan, veya bir kuş yiyecek olsa, yenen şey diken için bir sadaka hükmüne geçer." (Müslim, Müsakat, 10)

"Kıyamet kopma anında bile olsa, elinde bir ağaç filizi bulunan onu mutlaka diksin." (Buharî, el-Edebü'l-Müfred, 168)

Davarları yapraklarını yesin diye, bir ağacı sopayla çırpan adama şöyle müdahalede bulunmuştu:

"Biraz ağır ol bakalım, ağaca vurarak, onu kırıp dökerek değil, tatlılıkla sallayarak yaprağını dök!" (Üsdü'l-Ğabe, 3:276)

Yüce Allah'ın Mekke'yi Harem bölge yaparak bir anlamda sit alanı ilân etmesi yanında, O da (s.a.s.), Medine ve Taif'i sit alanı ilân etmişti (Bayraktar, 5:223-227)

"Yeryüzü bana mescid kılındı, onun toprağı temiz ve temizleyicidir,"

buyuran Hz. Peygamber (s.a.s)'in Mekke, Medine, Uhud dağı ve başka yerlerin sevgisini dile getiren pek çok hadisi vardır. O, gök cisimleriyle de ilgilenmiş, onların doğuş ve batışlarını dua fırsatı olarak değerlendirmiştir.

Peygamber'i Sevmek

Sevgi gönülde yer eden, dış dünyaya söz ve davranışlarla yansıyan bir duygudur. Sevgi bir verme eylemidir. Sevdiğine gönül verme, sevdiği uğruna verilmesini gerekeni vermedir sevgi. Peygamber (s.a.s)'i sevmek, O'na gönül vermek, özveride bulunma, hattâ gerektiğinde O'nun uğruna malını ve canını verme ile olur. Bu ise, O'nu tanımak, O'nu izlemek, O'nun sevdiklerini sevmek, O'nun bize emanetleri olan Kitap ve Sünnet'e saygı duymak ve sahip çıkmak, hiçbir konuda O'nun önüne geçmemekle gerçekleşir.

Bilgi olmadan sevgi olmaz. Bu yüzden, O'nu doğru bir şekilde tanımadan lâyıkıyla sevemeyiz. O'nun sevgisini sadece adını taşımak ve adını saygıyla anmak, O'nun özel eşyalarına (Mukaddes Emanetler) saygı duymakla sınırlamak doğru değildir. O'nu sevmek demek, O'nu saygıyla ve çokça anmak demektir. Tevhidi okurken, ona salâvat getirirken, ezan-ı Muhammedî okurken-dinlerken, namazda tahıyyatta "Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebî!" derken, salli-bârik dualarını okurken O'nu andığımızın farkında olmaktır.

Sevilmek için sevmek gerekir. Sevgiyi hak etmek, sevmek ve sevilmek için ise sevgi kaynağı Yüce Allah ile bağlantılı olmakla mümkündür.

"İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevgili kılacaktır..." (Meryem, 19/96)

Sevginin kaynağı, bir adı da Vedûd olan Allah'tır.

"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah'a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i İmran, 3/31-32)

Anadoluda Peygamber Sevgisinin Tezahürleri

O'nun ismi ve O'nu hatırlatan isimler: Muhammed, Ahmed, Mustafa,.. Gül, Güllü, Güldane, Gülber,.. Her Türk küçük Muhammed, yani bir Mehmetçiktir. Ehl-i Beytinin isimleri: Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma, Ayşe, Hatice,.. Her Türk kızı bir küçük Ayşe'dir, Fatma'dır.

Sırf O'nun ismine saygısızlık olmasın diye, O'nun ismini taşıyan bir kişi bir yaramazlık yapınca adının başına kötü bir ek alır da yanlış anlaşılmalara sebep olur diye, 'Muhammed' ile aynı şekilde yazılan ve fakat 'Mehmed' diye telaffuz edilen isim bize hastır.

O'nun en güzel medhiyeleri olan mevlidler, kaside ve natlar ve diğer şiirler, bizim edebiyatımızda büyük bir yer tutar.

O'nun adı anılınca, kalbimizdesin anlamına ellerimizi göğsümüze götürürüz. Adını saygı ve salâvatlarla anarız. Mübarek gün ve geceler, düğün, cenaze, asker uğurlama gibi pek çok özel gün, O'nun mevlidi okunarak kutlanır. Mevlidde O'nun doğumunu anlatan dizeler okunurken, sanki O karşımızdaymış gibi ayağa kalkarız. Mescidlerimiz, evlerimiz O'nun adı, şemaili yazılı levhalarla süslüdür.

O (s.a.s.), Allah'ın sevgilisi (Habîbullah) dir.

O'ndan bize kadar gelen özel eşyaları, tarih boyunca bizim onurumuz ve gururumuz olmuştur.

Şairlerimiz saba rüzgarlarıyla, akan sularla, hacca giden insanlarla, çocuklarımız hacı leyleklerle hep ona selâm göndermişlerdir.

Ama O sevgi odağına karşı sorumluluklarımız bunlarla sınırlı kalmamalıdır. O'nu bütünüyle ve sağlıklı bir biçimde tanıyarak, O'nu izlemeli ve O'na yaraşır Müslümanlar olmaya gayret etmeliyiz.

Kaynaklar:

Asım Köksal, İslâm Tarihi; Buharî, el-Edebü'l-Müfred; Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi; Ebû Avâne, Müsned; İbn Hişam, es-Sîratü'n-Nebeviyye; İbnü'l-Arabî, İlâhî Aşk, (Çev. Mahmut Kanık), İstanbul, 1998; Kâdî Iyâz, Kitâbü'ş-Şifâ; Ma'mer b. Raşid, el-Cami'; Mehmet Bayraktar, "Asr-ı Saadette Çevre Bilinci", Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet'te İslâm; Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları; Münavî, Feyzu'l-Kadîr; Taberî, Tefsîr; İbn Kesîr, Tefsîr; Râzî, Tefsîr; Kurtubî, Tefsîr.

8 İslamiyet nedir? İslamiyet hakkında geniş bilgi verir misiniz?

İslâm Kelimesinin Sözlük Anlamı

İslam kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir.

Terim Anlamı

İslam, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.

İslam’ın Mahiyeti

İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. (bk. En’am, 6/162 ve Nisa, 4/65) İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur.

Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.

Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, Ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır. İslam, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz.

“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 3/83)

Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali (ra)’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslam, imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.

İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur.

İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar:

“Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.” (Nahl, 16/89 ve yine bk. Yusuf, 12/111)

Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.

Peygamberimiz (s.a.v.) İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir:

“İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” (Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3)

Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.

Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. (Müeyyide: Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam; inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.

İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam (hükümler), akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.

İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. (Cahiliyye, bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır; küfür demektir.) İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.

“Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” (Maide, 5/50)

Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet'ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.

İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez.

“Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” (Nisa, 4/48)

Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur.

“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 2/85)

Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir.

İslam Dini’nin Gayesi

İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.

İslam Dini’nin Hükümleri

İslam Dininin hükümleri dört kısımdır.

a) İman (İtikadi hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.

b) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.

c) Ahlak: Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.

d) Hukuk (Muamelât, Ukubat): İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.

İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.

İslam’ın Genel Özellikleri

1) Rabbanîlik: (Rabba ait olmak, ilahî olmak) İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir.

2) İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir.

3) Kapsamlılık ve Evrensellik: İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.

4) Vasatlık ve Denge: İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat (adalet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - ahiret, madde - mana, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.

5) Açıklık ve Netlik: İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.

6) Halis Din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir.

7) Tevhid: İslam, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez.

8) Tüm Peygamberleri Tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.

9) Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.

10) Sağlam Kaynak: İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.

11) Evrenle Uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.

12) Tek Toplum (ümmet) Oluşturur: İslam, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz... gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.

13) Kolaylık ve Müjde: İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam, insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler.

14) Akla ve İlme Önem Verir: İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir.

15) İnsan Hakları: Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır:

     a. Din Emniyeti: İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.

     b. Nefis (can) Emniyeti: İslam, yaşama hakkını temin eder.

     c. Akıl Emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.

     d. Nesil Emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar.

     e. Mal Emniyeti: İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır.

Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.

İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın - erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.

İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi

a) İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır (bk. Bakara, 2/130-133). İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.

b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.

c) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır.Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şeriatıdır.

d) İslam dini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.

İslâm Hakkında Birkaç Ayet

“Allah katında gerçek din islam’dır...” (Al-i İmran, 3/19)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Al-i İmran, 3/85)

“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” (Lokman, 31/22)

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum...” (Maide, 5/3)

İslam’ın Rükûnları

İslam’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak...

Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.

Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslam şeriatına uygun olması, ikincisi; niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:

“Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın...” (Kehf, 18/110)

Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin (tevhidin) manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder.

“Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” (Asr, 103/1-3)

Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9.

Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. (bk. Al-i İmran, 3/85)

Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur.

Bu amel-i salihin başında (dar anlamıyla) ibadetler gelir. İbadetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir.

İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.

Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim: Rum, 30/31; Bakara, 2/1-3, 153 ve 238; Nisa, 4/103, 142; Ankebut, 29/45 ...

Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.

Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir.

İslam’ın Tebliği

İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır.

“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104)

ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.

İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak... İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.

İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak

İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur.

Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.

Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah (s.a.v.)’dır. Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder.

“Şüphesiz Muhammed Allah’ın rasülüdür...” (Fetih, 48/29)

İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur.

İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur:

“Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110).

“İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...” (Bakara, 2/143)

9 Biat nedir?

Biat (Bey'at): Ulu'l emre bağlılık sözü vermenin adıdır. Resulullah, önemli dini-siyasi olaylar arefesinde veya İslamiyeti kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde biat almıştır.

Biat, genelde el sıkışma şeklinde olmuştur. Biatta asıl olan, meşru devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının sonuna kadar korumaktır. Yoksa, milletin her ferdinin devlet başkanı ile biata fiilen katılması şart değildir.

Biat, Hz. Peygamberin vefatından sonra, daha çok siyasi bir karakter kazanmıştır. Biat, "İslam devletinde idare edenle, idare edilenler arasında yapılan; seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik akit" anlamında kullanılmıştır.(1)

İlk Biatlar:

Hz. Peygamber (asm), her vesileyle Allah'ın dinini anlatmaya gayret etmiştir. Hz. İbrahim'in dininden arta kalan ve bir örf şeklinde devam eden hac mevsimi, Resulullah için iyi bir fırsattır. Engellemelere rağmen, hac mevsiminde civardan gelenlere dini tebliğ eder, onları tevhide çağırır. İşte, böyle bir hac mevsiminde, Medine'den gelen on iki kişi Allah'ın dinini kabul ederler. "Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık ve zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, namus iftirasında bulunmamak, maruf şeylerde Peygambere isyan etmemek" üzere biat ederler.(2)

Diğer yıl daha kalabalık bir grup hâlinde gelirler. Resulullah'la buluşurlar. Şu biatı yaparlar:

- Gerekirse savaşacağız.
- Hem dar günümüzde, hem rahat günümüzde; hem hoşumuza giden hem de gitmeyen hâlde, seni dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz.
- Seni kendimize tercih edeceğiz.
- Komutanlarımıza muhalefet etmeyeceğiz.
- Nerede olursak olalım, hakkı söyleyeceğiz.
- Allah yolunda, kimsenin ayıplamasından korkmayacağız.(3)

Kaynaklar:

1. bk. Cengiz Kallek, T.D.V. İslam Ans. "Biat" md. VI, 120-122.
2. İbnu Hişam, II/75.
3. age. II/97; İbnu Mace, Cihad, 41.

10 Yurt dışında (gayri mislim ülkede) faiz haram mıdır?

İmâm-ı Âzam ile İmâm-ı Muhammed'e göre Müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir Müslümanın, Müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi, gayri müslimlerin mallarını da çalması veya gasb etmesi caiz değildir. Çünkü İslâm dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyâneti, aldatmayı, gayriahlâkî ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır.

Ancak küfür diyarında yaşayan bir Müslümanın gayri müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hiyânet sayılmaz, normaldir.(el-Fıkhu ale'l-Mezahebil arba'a, I, 340. Fethu'l-Vehhab II, 355)

Diğer mezhepler ile Ebû Yûsuf a göre faiz her yerde yasaktır. Ne İslâm diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alışverişte, ölçüde, tartıda Müslümanlara gösterilen muameleyi gayri müslimlere de göstermek îcâb eder.(el-Fetâva'l-Kübrâ, II, 238, Bedâyi es-Senâyi', IX, 4378)

Hatta bir kimse mesela Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa, onu sahibine vermeye mecburdur.(Hidâye, II, 66)

"Küfür diyarında gayri müslimlerden faiz almak caizdir." diyen İmam-ı Âzam ile Muhammed'in sözü daha râcihdir. Çünkü bir Müslüman parasını, meselâ bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiçbir şey girmeyecek, üstelik de gayri müslimlerin istihzalarına maruz kalacaktır.(Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, 1/243-244)

Not : İmam Azam ve İmam Muhammed‘e göre, küfür diyarında yaşayan bir Müslümanın gayri müslimden faiz almasında bir sakınca olmadığı hususu:

“Darülharpte Müslüman ile gayrimüslim arasında faiz olmaz." (Zeylai, Nasbu'r-Raye, IV, 44; İbn Hümam, VII, 39)

hadisi şerifine dayanmaktadır.

Yurt dışındaki vatandaşlarımız bu hadisle ve Hanefi mezhebinin görüşü ile amel ettiklerinden yaptıkları helaldir.

Türkiye İslam ülkesidir, faiz almak ve vermek caiz değildir.

 İlave bilgiler için tıklayınız:

- Dâru'l-harp (dârülharp) olmanın şartları nelerdir, Türkiye dârülharp midir?

- DÂRÜ'L-HARB / DÂRÜLHARP

11 Yedi büyük günah olduğu gibi, yedi büyük sevap var mıdır?

Her bir günahı terk etmek de farzdır. Günahları Allah yasakladığı için, terk etmek bir farz sevabı almak demektir. Buna göre en büyük günahları terk etmek de, en büyük sevaplar arasına girebilir.

Sevapların yolları çok olduğu için, özel bir “yedi büyük sevap” listesi verilmemiştir. İslam’da değişik mülahazalarla, bazı hususlarda konunun makamına göre farklı öncelikler söz konusu olmuştur. Biz de İslam’ın ruhuna uygun olduğunu düşündüğümüz şöyle bir listeyi sunabiliriz:

1. Başta marifetullah olmak üzere iman esaslarında derinleşmek.
2. Beş vakit namaz başta olmak üzere, İslam’ın temel esaslarını yerine getirmek.
3. Malla, canla Allah yolunda cihat etmek. Yani Allah’ın mesajlarını anlamaya ve anlatmaya bütün benliğiyle gayret etmek.
4. Kuran’a hizmet etmeyi hayatının gayesi olarak telakki etmek, ona göre davranmak.
5. Müslümanların kardeşlik duygularını pekiştirmeye, birlik şuuru sağlamaya çalışmak.
6. Fikir ve bilgi planında İslam’ı lekelemeye çalışan Ehl-i bid’a ile mücadele etmek.
7. Kalbin ışığı olan dinî ilimlerle, aklın nuru olan fen ilimlerini birlikte öğrenmek ve kendi çocuklarını ve yeni nesli ona göre eğitmek.

Mü'minlerin Özellikleri ve (54) elli dört farz

Bu konuda Kur'an ayetleri ve hadisler taranmış olsa yüzlerce özellik çıkabilir. Örneğin imanın yetmiş küsur şube olduğunun bildiren hadisi esas alan Beyhaki, on (10) cilt olan eserinin içerisinde bu şubeleri tek tek sayarak, her şubenin hadislerin altına yerleştirmiştir. Sadece imana ait özellikler bu kadar olursa diğerlerini bir düşünelim.

Burada bazı ayetlerden birkaç misal vereceğiz.

"1. Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir;
2. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler;
3. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler;
4. Onlar ki, zekâtı verirler;
5. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar;
6. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu
(cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir.
7. Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.
8. Yine onlar
(o müminler) ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler;
9. Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.
10. İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır;
11.
(Evet) Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar." (Müminün, 23/1-11)

"Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!

O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.

Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.

İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!

Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın ayetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!

Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.

Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz." (Al-i İmran, 3/133-139)

İnanç, ibadet, muamelat, ahlak gibi konuları içine alan İlmihaller vardır. Temel dinî bilgileri içeren ilmihaller yanında akaid, ibadet, insanlar arası münasebet gibi konulardan yalnız birini veya sadece bir mezhebin, bir tarikatın esaslarını yahut bir zümreyi ilgilendiren bilgileri ihtiva eden özel ilmihaller de yazılmıştır.

İlmihaller konularına göre tasnif edildiği gibi hacimleri dikkate alınarak ansiklopedik, mufassal, muhtasar ilmihal ve cep ilmihali tarzında da gruplandırılır.

Diğer taraftan akaid ve ibadet konularını özetleyen "otuz iki farz", ahlak ve görgü kuralları başta olmak üzere ilmihal konularını kısaca içeren "elli dört farz" adlı el kitapları da oldukça yaygındır. Bunlar okunması ve ezberlenmesi kolay olması için yapılmıştır. Bunlardan başka farzın olmadığı anlamına gelmez.

İlmihaller, yazıldıkları dönemin din anlayışını yansıtmaları ve dinî bilgilerin günlük hayata uygulanmasını temin edip din kültürünün toplumun çeşitli kesimlerine yayılmasını sağlamaları bakımından önem taşır.

Meşhur olmuş ve her müminde bulunması gereken 54 farz şunlardır:

1. Allah'ı daima hatırlamak.
2. Helal kazanılmış elbise giymek
3. Abdest almak.
4. Beş vakit namaz kılmak.
5. Cünüplükten gusletmek.
6. Rızk için Allah'a tevekkül (itimad) etmek.
7. Helalden yeyip içmek.
8. Allah'ın taksimine kanaat etmek.
9. Tevekkül etmek.
10. Kazaya (yani Allah'ın hükmüne) razı olmak.
11. Nimete karşılık şükretmek.
12. Belaya sabretmek.
13. Günahlara tövbe etmek.
14. İbadetleri ihlas ile yapmak.
15. Şeytanı düşman bilmek.
16. Kuran'ı delil tanımak.
17. Ölüme hazırlıklı olmak.
18. İyiliği emredip kötülükten alıkoymak.
19. Gıybet etmemek, kötü şeyleri dinlememek.
20. Anaya babaya iyilik ve itaat etmek.
21. Akrabayı ziyaret etmek.
22. Emanete hıyanet etmemek.
23. Dinin kabul etmeyeceği latifeyi (şakayı) terk etmek.
24. Allah ve Resulüne (asm) itaat etmek.
25. Günahtan kaçınıp Allah'a sığınmak.
26. Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.
27. Her şeye ibretle bakmak.
28. Tefekkür etmek. (Cenab-ı Hakk'ın kudretini, azametini ve insanın yaratılışdaki gayeyi düşünmek).
29. İlim öğrenmeye çalışmak.
30. Kötü zandan sakınmak.
31. İstihza (alay) etmemek.
32. Harama bakmamak.
33. Daima doğru olmak.
34. Esef ve ferahı, yani şımarıklık ve azgınlığı terketmek.
35. Sihir yapmamak.
36. Ölçü ve terazisini doğru tartmak.
37. Allah'ın azabından korkmak.
38. Bir günlük nafakası (yiyeceği, içeceği) olmayana sadaka vermek.
39. Allah'ın rahmetinden ümid kesmemek.
40. Nefsinin kötü arzularına tabi olmamak.
41. İçki kullanmamak.
42. Allah'a ve mü'minlere suizan etmekten sakınmak.
43. Zekat vermek ve mali cihatta bulunmak.
44. Hayız (âdet) zamanlarında ve nifas halinde hanımı ile cinsel ilişkide bulunmamak.
45. Bütün günahlardan; kötülüklerden kalbini temiz tutmak.
46. Yetimin malını haksız olarak yememek, onlara iyilik etmek.
47. Kibirlilik etmemek.
48. Livata (erkekle cinsi münasebet) ve zina yapmamak.
49. Beş vakit namazı muhafaza etmek.
50. Zulm ile halkın malını yememek.
51. Allah'a şirk (ortak) koşmamak.
52. Riyadan (gösterişten) sakınmak.
53. Yalan yere yemin etmemek.
54. Verdiği sadakayı başa kakmamak.

İlave bilgi için tıklayınız:

Büyük günahlar nelerdir?

12 İslam dininin yardımlaşmaya verdiği önem nedir?

İslâmiyet bir yardımlaşma dinidir. İslâmiyet'ten önce de sonra da hiç bir din ve fikir sistemi onun kadar bu konuya eğilmemiş, yardım anlayışı ve bu anlayışın uygulanışını bu kadar geniş boyutlara ulaştıramamıştır.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur:

"Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz. Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32).

Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimiz bu gerçeği, her birimiz günlük hayatımızda da görmekteyiz. İnsanlık tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiçbir toplumda, ortak bir hayat ve geleceği paylaşan insanlar aynı düzeyde değildir. Zayıfı, güçlüsü, fakiri, zengini, erkeği kadını... ile insan toplulukları hem bir tezat, hem bir âhenk meydana getirmektedirler. Tabiattaki bu başkalık, bu tezat bir hareketin kaynağını oluşturuyor ki, buna, "hayat" diyoruz. Yaratılıştan gelen bu farklılıkla hayatın içinde yoğrulan insanlar muhakkak birbirlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Pek çok ve değişik konuda zengin fakire, güçlü zayıfa başvurmak zorunda kalmaktadır. Hiçbir zengin, "Benim kimseye ihtiyacım yoktur." diyemez. Çünkü servetini çalıştırdığı insanların gücü ile kazanır; "Benim param var, kimi istersem çalıştırırım." demesi bu gerçeği değiştirmez. Zira, kimi çalıştırıyorsa ona muhtaç oluyor demektir. Ne tarafa bakarsak bakalım bütün sosyal ilişkilerde böyle durumlarda karşılaşırız.

Bütün insanların ister istemez bir başkasının gücüne, parasına, fikrine muhtaç olduğunu görürüz. Onun için "Zen merde, civan pîre, kemân tîre muhtaç./ Ebnây-ı beşer, hasılı birbirine muhtaç." (Yani, kadın erkeğe, genç ihtiyara, yay oka muhtaç. Kısacası insanlar birbirine muhtaç) demişlerdir.

İnsanların böyle birbirine muhtaç olmaları, karşılıklı olarak yardımlaşmaları zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Yardımlaşma, toplum hâlinde yaşamanın doğal bir sonucudur. Hem başkaları ile yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkânsızdır. Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddî ve mânevî hayatımızı kapsayacak şekilde en geniş sınırları ile ele almış ve dinî-ahlâkî bir görev olarak ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde bu konuya temas edilerek, Müslümanlar yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber (asm) de sayısız hadislerinde maddî ve mânevî yardımın insan hayatındaki önemini dile getirmiştir.

Cenab-ı Hak;

"İyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın." (Maide, 5/2),

buyuruyor. Zekât vermekten, tatlı söz ve güler yüzle davranmaya kadar her şeyin iyilik kapsamına alındığını düşünürsek, dinimizin yardımlaşma sınırını ne kadar geniş tuttuğunu daha iyi kavrarız.

Yardım anlayışının özünde fedâkârlık vardır. Maldan sevgiye kadar her şeyin bir başkasına verilmesi söz konusudur. Bu verme işi bazan, zekât ve fitrede olduğu gibi mecbûri olsa da, çoğu zaman tamamen isteğe bağlıdır. Yine zekât belli bir miktarda alındığı halde sadakanın sınırı yoktur; dileyen dilediği kadar verir. Böylece Müslümanlar arasında en geniş mânâda yardımlaşma yapılır. Bu maddî yardımın dışında, Müslümanlar başkalarına söz ve davranışları ile de iyilik yapmak, onlara sevgi ile bağlanmak zorundadırlar. Bu da onların görevidir.

Hiçbir iyilikte bulunamayan bir Müslüman, eli ve dili ile başkalarına zarar vermemesi bile iyilik (sadaka) sayılmıştır.

Aşağıda, genişçe anlatılacak şekilde bir yardım anlayışının yaygınlaştırılması fert ve toplum hayatında önemli değişikliklere sebep olacaktır; yardımlaşmanın faydaları hemen hissedilecektir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Yardım yapmakla yoksullar korunmuş olur. Onların maddi ihtiyaçlarının giderilmesi ile fenalık yapmaları önlenir. Çünkü fakirlik ve açlık, zayıf  karakterli insanları çoğu zaman kötülüğe sürükler; hırsızlık yaptırır; haksızlığa iter.

2. Yardım yapanla yapılan arasında sevgi ve ülfet doğar. Yardım yapılarak topluma kazandırılan kişiler kin, hased, düşmanlık gibi kötü duygulardan kurtulur; zenginlerin mallarında gözü olmaz. Çünkü onların, fakirin hakkını verdiklerini, dinin emirlerine uyarak en geniş ölçüde yardım ellerini çevrelerindeki insanlara uzattıklarını bilirler.

3. Peygamber Efendimiz (asm); "Veren el alan elden üstündür." buyurmuştur. Böylece Müslümanlara, yardım edilen değil yardım eden kişi olmalarının daha iyi olduğunu bildirmiştir. Sıkıntı ve darlık zamanlarında Müslüman kardeşlerinden yardım, anlayış ve sevgi görenler, sıkıntılarını atlatınca çalışıp kazanmaya, alan değil veren kişiler olmaya bakacaklar. Böylece toplumda bir fazilet yarışı başlayacaktır.

4. Zekât, sadaka ve diğer maddî yardımlar, Müslümanların güçlü olmalarında, birlik ve beraberlik içinde bulunmalarında en büyük etken olacaktır. Bir aç ile bir tokun aynı safta sevgi ve kardeşlik duyguları ile yanyana bulunabileceklerini düşünmek biraz zordur. Yardımlaşma, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatacağı gibi, aralarında bir sevgi ve saygı bağının kurulmasına da sebep olur.

5. Yardımlaşmanın yaygın olduğu toplumlarda dostluk duyguları güçlü olur; zenginlik ve refah artar, fakirlik azalır, dinimizin hoş görmediği dilencilik ortadan kalkar; hırsızlık ve dolandırıcılık gibi harâmların işlenmesi en alt düzeye iner.

Yardımlaşma Çeşitleri

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah'ındır ve sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur." (Bakara, 2/107);

"Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah'ındır. Allah, her şeye hakkiyle kâdirdir." (Âl-i İmrân, 3/189);

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Bakara, 2/116, 255).

Bu ve benzeri pek çok âyetten de anlaşılacağı gibi evrende gördüğümüz her şeyin gerçek sahibi Allah Teâlâ'dır. Fakat, Cenab-ı Hak, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkların, yüce katından bir lütuf ve bağışlama olarak, insanların hizmetine verildiğini başka âyet-i kerimelerde beyan buyurmuştur:

"Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağışladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler vardır." (Câsiye, 45/13).

Varlığın gerçek sahibi olan Allah Teâlâ, bunu, kullarından dilediğine verip dilediğinden alacağını da şöyle açıklamıştır:

"Râsûlüm, şöyle de: Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin." (Âl-i İmrân, 3/26).

Ayrıca, Allah Teâlâ, kendilerine mal ve mülk verdiği insanları başıboş bırakmamış, onlara malları ile ilgili bazı sorumluluklar yüklemiş ve görevler vermiştir.

"Onların mallarında dilencinin ve (iffetinden dolayı durumunu açıklamayan) yoksulun bir hakkı vardır." (Zariyât, 51/19);

"O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler)... İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidâyet üzeredirler ve bunlar azabdan kurtulup sevâba erenlerdir." (Bakara, 2/35),

âyetlerinde bu sorumluluk ve görevlerin; Allah'tan (c.c) bir emânet olarak verilen mallardan bir kısmının başkalarına verilmesi olduğunu anlıyoruz. Bunun kime, nasıl ve ne ölçüde verileceği ise Kur'an-ı Kerîm'de iki yüze yakın âyet-i kerimede açıklanmıştır.

Dikkat edilerse, yukarıdaki âyet-i kerimede iman ve namazdan hemen sonra Cenab-ı Hakk "infak etmeyi" emretmiştir. "İnfak "Allah'ın (cc) verdiği malın meşrû bir şekilde elden çıkarılması, başkalarına verilmesi" demektir. İnfakın farz, vâcip ve mendup gibi kısımları vardır. Farz olan infak zekât, vacip olan infak fitredir ki, bunlar hakkında yukarıda geniş bilgi verilmiştir.

Kur'an'ın pek çok yerinde: "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin..." (Bakara, 2/43, 83,110; Nisâ, 4/77) emri vardır. İslâmiyet'te en mühim ibadet namazdır. Müslümanlara namazdan hemen sonra zekât vermelerinin emredilmiş olması, zekâtın, bir ibadet olarak dinimizde ne büyük bir yeri olduğunu gösterir. Dinin iman ile temeli atılıp namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât, o geçidi geçirecek bir köprü olarak yapılacaktır.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Üç şey ölünün arkasından mezara kadar gider: Âilesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Dönenler âilesi ile malı, kalan da amelidir." (Riyazü's-Salihîn, I, 139).

Dünyada kalacak olan malımızın, Allah'ın emrine göre kullanılması ve harcanması önemli bir iştir. Çünkü bu harcama ile âhirete uzanan geçide sağlam bir köprü kurma imkânı elde edilecektir.

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hayır ve iyilik yapmak hususunda birbirinizle yarışınız." (Bakara, 2/148) buyuruyor. Hayır ve iyilik mal, el ve dil ile yapılır. Yapılacak bütün bu iyiliklerin adı "sadaka"dır, ve Peygamberimiz (asm); "Her iyi iş sadakadır." (Riyâzü's-Salihîn, I,167) buyurmuştur.

Mal ile yapılacak iyilik ve yardımın başında zekât gelir.

"Namazı gereği gibi kılın, zekatı verin ve hayır işlerinden nefisleriniz için önden her ne gönderirseniz, Allah katında onun sevabını bulursunuz. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görücü ve kararlığını vericidir." (Bakara, 2/110).

Zekât, mal ile yapılacak mecbûri bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından başkalarına vermeleri emir ve tavsiye edilmiştir. Aşağıdaki âyet ve hadisler, zekâtın dışında, sadaka olarak başkalarına yardım etmemiz gerektiğini ve bunun önemini anlatmaktadır.

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Takvâ, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lâkin takvâ Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnud etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunan takvâlılar!" (Bakara, 2/177);

"Ey Rasûlüm, onlar neyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: Maldan vereceğiniz şey, ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Hayır olarak daha her ne yaparsanız Allah Teâlâ onu bilir ve mükâfatını verir." (Bakara, 2/215).

Hz. Peygamber (asm) de şöyle buyurmuştur:

"Bir hurmanın yarısı ile bunu da bulamazsanız güzel sözle ateşten korununuz."  (Müslim, Zekât, 95);

"Herhangi bir Müslümanın diktiği ağaçtan yenen, çalınan ve eksilen şey, o ağacı diken için sadakadır." (Riyazü's-Salihîn, I, 168).

Ferdi, sosyal faaliyetlerin merkezi sayarsak, onu, iç içe bazı çemberlerin çevrelediğini görürüz. Kendisine en yakın çemberi çocukları ve anne-babası oluşturur. Daha sonra, yakın akraba, yakın ve uzak komşular ve içinde yaşadığı toplumun diğer bireyleri gelir. Âyet ve hadislerden, insanın, bu yakınlık derecesine göre başkalarına yardım elini uzatması gerektiğini öğreniyoruz.

Uzre oğullarından, hayır yapmak isteyen birisi, Peygamberimiz (asm)'in yanına gelmişti. Adamın tek bir kölesi vardı. Rasûlüllah köleyi ondan aldı, sattı ve parasını kendisine verdi. Sonra ona şunları söyledi:

"Bu parayı önce kendi ihtiyaçların için harca. Artarsa âilen için sarfet. Âilenden de bir şey artarsa sana yakınlığı ve hısımlığı olana harca; bunlardan da bir şey artarsa -yanındaki yoksulları göstererek- şöyle, şöyle sadaka yap." (Müslim, Zekât, 41).

Yine Peygamberimiz (asm), bahçesini sadaka olarak vermek isteyen Ebû Talha'ya onu akrabalarına tasadduk etmesini tavsiye etmiş, Ebû Talha bahçeyi akrabaları ve amca oğulları arasında taksim etmişti. (Müslim, Zekât, 42, 43).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Verenin eli yüksektir. Hem nafakasını verdiğin kimselerden başla! Anneni, babanı, kız kardeşini, erkek kardeşini sonra sana en yakın ve ondan sonra en yakın olanlarını gör, gözet." (Nesâî, Zekât, 51).

Şu halde, bir Müslüman başkalarına malı ile yardım etmeyi düşünürse, önce yakınlarından başlamalı ve derece derece yardım halkasını genişletmelidir. Tabii bu arada dikkat edeceği en önemli şey, yardım edeceği kişilerin gerçekten yoksul olup olmadıklarıdır.

Peygamber Efendimiz (asm):

"Gerçek zenginlik malın çokluğu değildir. Aksine gerçek zenginlik gönül zenginliğidir."

buyurmuştur. Fakat insan hiç bitmeyecek olan gönül zenginliği yerine daha çok mal zenginliğini ister, gözünü hırs bürür, kazandıkça kazanmak arzusu içini kaplar. İnsanların bu ruh hâlini sevgili Peygamberimiz;

"Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü vâdiyi de ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu (ihtiraslı gönlünü) topraktan başka bir şey dolduramaz. Şu kadar ki, bu ihtirasından tövbe eden kişinin tövbesini Allah kabul eder." (Müslim, Zekât, 116)

sözleri ile açıklamıştır.

Başka bir hadis-i şerifte de;

"Yaşlı kimsenin kalbi iki şeyi sevmekte dâimi gençtir: Uzun hayat isteği ve mal sevgisi." (Müslim, Zekât, III)

buyurularak, mala olan bağlılığın bir ömür boyu devam edeceği haber verilmiştir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur, size cimrilik ve sadaka vermemekle emreder. Allah ise lütfundan bir mağrifet ve fazla üstünlük vaad ediyor." (Bakara, 2/167).

"Âllah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendilerine faydalı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktrr. Göklerin ve yerin mîrası Allah'ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır." (Âl-i İmrân, 3/180).

Bir Müslümanın, hadis-i şeriflerde belirtilen mal hırsını yenerek, âyetlerde belirtilen şeytanın aldatması ve cimrilik duygularını alt ederek, Allah'ın kendisine bir ihsan, bir lütuf, bir nimet olarak verdiği malından hayır yolunda, Allah ve Rasûlü'nün emrettiği şekilde harcaması, şüphesiz çok asîl bir davranıştır. Böylece nimetin kadri bilinmiş, şükür edâ edilmiş ve Hakk'ın rızasına ulaşılmış olur. Lâkin, Cenab-ı Hakk'ın gerçek anlamda bir yardımda bazı özellikler aradığını görüyoruz. Âl-i İmrân sûresinin 92. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir." (Âl-i İmrân, 3/92).

Şu halde biz, mal sevgisi ile Allah rızasını kazanmak arasında bir tercih yapmak zorundayız. Bir imtihandan geçiriliyoruz. Mallarımızdan sevdiklerimizi, sırf Allah rızasını umarak, yoksullara verirsek bu imtihanı kazanmış olacağız. Bu konuda Peygamberimiz (asm)'in yakın dostlarının davranışları bize örnek olmalıdır.

Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor:

"Ensar'dan Ebû Talha, Medine zenginlerinden idi. Kendisinin en çok sevdiği malı da, Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki Beyraha denilen bahçesi idi. Rasûlüllah oraya gider ve içindeki güzel sudan içerdi. "Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete eremezsiniz." âyeti nâzil olunca Ebû Talha kalkıp Rasûlüllah'ın yanına geldi, ve:

" Allah, Kitabın'da; 'Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz.' buyuruyor. Mallarımın bana en sevimlisi Beyraha'dır. O, Allah için bir sadakadır. Bu sadakanın hayrını ve Allah katında onun tükenmez bir âhiret azığı olmasını umarım. Yâ Rasûlüllah! Bu bahçemi istediğin yere sarf et, dedi..." (Müslim, Zekât, 42).

Mal ile yapılacak bir yardım şekli de "karz-ı hasen" dir. "Karz" fâiz ve benzeri herhangi bir menfaat beklemeden ödünç para vermek demektir. Bu da Allah'ın övdüğü bir malî yardım şeklidir. Kur'an-ı Kerîm'de bu fedâkârlık o kadar yüceltilmiştir ki, ödünç veren kişi sanki insanlara değil Allah'a vermiş gibi telâkkî edilir:

"Sadaka vererek iyilik eden erkekler ve kadınlar, bir de Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verenler yok mu, Allah onların mükafatını kat kat verecektir. Onlar için çok şerefli bir karşılık vardır." (Hadid, 57/18)

âyetinde, Allah rızası için ödünç para verenler işte böyle öğülmüştür. Böylece Allah Teâlâ, dünyada sıkışan ve darda kalan kullarına, herhangi bir çıkar düşüncesinden uzak, dinimizin yardım ve iyilik anlayışı içinde borç verenlere, ahirette kat kat manevî mükâfat vaad etmiş bulunuyor.

Herkesin yararlanabileceği çeşme, köprü, cami, okul, yol, hastahâne, dispanser gibi hayır kurumları yaptırmak da mal ile yapılan yardımlardandır. Bu tür hayır eserlerine sadaka-i câriye (devamlı sadaka) denilir ki, sevabı çok fazladır. Sadaka-i câriye anlayışı, vakıfların ortaya çıkmasında çok büyük etki yapmış ve İslâm dünyasının her tarafı halka hizmet götüren vakıf kuruluşları ile dolup taşmıştır.

Sosyal ve ekonomik hayatımız açısından malla yapılacak en önemli yardımlardan biri de servet sahiplerinin mallarını yatırıma aktarmaları ve çalışmak isteyenlere iş ve geçim imkânı hazırlamalarıdır. Hayatını çalışarak kazanmak isteyen, helâl kazanç peşinde koşan bir kişiye yardım eli uzatmanın en iyi şekli budur. Çünkü bu davranışımızla hem bir Müslümana geçim imkânı vermiş, hem de onun şeref ve şahsiyetini korumuş oluruz.

Mânevî yardım: Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir; Siz insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah'a imanınızda devam edersiniz." (Âl-i İmrân, 3/104, 110);

"İyiliği emretmek ve fenâlıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günâh işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Mâide, 5/2).

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır; iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorlar, namazı gereği üzere kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler." (Tevbe, 9/71).

"Bir kimse iyi bir iş işlerse faydası kendisinedir." (Câsiye, 45/15).

Ebû Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm):

"Her Müslümana sadaka vermek vâciptir." buyurdu. Oradakiler:

"Yâ Rasûlüllah! Eğer sadaka olarak verecek bir şey bulamazsa ne yapar, söyler misiniz?" dediler.

"Çalışır, elinin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar hem de sadaka olarak verir." buyurdu.

"Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?" denildi.

"Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder." buyurdu.

"Böyle bir yardıma gücü yetmezse?" denildi.

"İyilik ile yahuut hayır ile emreder." buyurdu.

"Bunu yapmaya da kudreti yetmezse?" denildi.

"Kötülükten kendisini sakındırır, bu da onun için bir sadakadır." buyurdu. (Müslim, Zekât, 55).

Yine, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi amellerin içinde, eziyet verecek şeyin yoldan kaldırılması da vardı. Mescidin kirletilmesi ve o hâliyle bırakılmasını da kötü ve çirkin ameller arasında gördüm." (Riyazü's-Salihîn, I, 157). 

"Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiç bir iyiliği hor görme." (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159);

"En küçük iyilik, insan olsun, hayvan olsun gelip geçene eziyet veren şeyi ortadan kaldırmakla başlayan hazır ve yardımdır." (Keşfu'l-Hafâ, I, 198).

Daha pekçok âyet ve hadiste insanlara iyilik yapmaları emredilmiş ve bunun yolları gösterilmiştir.

Bir insanın bizzat kendisine ve âile bireylerine karşı görevlerini yerine getirmesi bir iyiliktir. Komşusu ile olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, ona her konuda yardım elini uzatması bir iyiliktir. Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip-giydirilmesi ve barındırılması nasıl maddî iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir.

Üzgün ve dertli birini teselli etmek, bildiklerini bir başkasına öğretmek, çevredekilere doğru yolu göstermek, hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyâret etmek bir iyiliktir. Her konuda çevremizdeki insanların yardımına koşmak; hasta, yaşlı ve sakat bir kardeşimize taşıtlarda yer vermek, elinden tutup yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmek, bir yolcuya, bir misâfire gideceği veya aradığı yeri göstermek iyiliktir.

Sokakta, caddede, mahallede, çarşıda, pazarda taşı, çamuru, pisliği, dikeni kısaca insanlara eziyet ve tiksinti veren bir şeyi ortadan kaldırmak iyiliktir. İnsan olsun, hayvan olsun susayan birine su vermek iyiliktir.

Kısaca, Allah ve Rasûlü'nün (asm) bizden yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın hoş gördüğü bir şeyi yapmak iyiliktir. Hatta kötülükten sakınmak ve bir başkasına kötülük yapmamaya çalışmak da iyiliktir. Bütün bu iyilikler de sadakadır.

Sayılmakla bitirilemeyecek kadar çok olan iyiliklerin bir yarış havası içinde yapılması her Müslümanın görevidir. Herkesin yapabileceği bir iyilik de mutlaka vardır. Hatta, Müslüman yalnız bu iyilikleri yapmakla kalmamalı, başkalarının da bunları yapmasına yardımcı olmalı, onları iyilik ve yardım konusunda teşvik etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, iyilikte ve kötülükten sakınmakta yardımlaşmamızı emretmiştir. Allah için iyilik yapan, Allah için maddî ve mânevî yardımda bulunan kimsenin mükâfatını da şüphesiz Yüce Mevlâmız verecektir.

İyilikte yardımlaşmak kadar kötülükten alıkoymaya çalışmak da Müslümanların dinî-ahlâkî görevleri arasındadır. Yukarıda da geçtiği gibi Allah Teâlâ; "Günâh ve düşmanlıkta yardımlaşmayın." diye emretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak", faziletli insanların özelliği olarak zikredilir. Bütün peygamberler bu emri yerine getirmiş ve kendilerine gönderildikleri toplulukları fenâlıktan alıkoymaya çalışmışlardır. Peygamberlerinin öğütlerini dinlemeyen isyankâr İsrâiloğulları hakkında Cenab-ı Hak;

"Onlar, birbirlerini, yaptıkları kötülükten alıkoymazlardı. Gerçekten ne kötü iş yapıyorlardı." (Mâide, 5/79) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde; "Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yelmezse diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle. Bu, imanın en zayıf olanıdır." (Müslim, İman, 78) buyurmuştur.

Şu hâlde, iyiliğin emredilmesinde olduğu gibi kötülükten alıkoyma da söz ve davranışlarla olacaktır. Mü'min kişi gördüğü kötülükleri, ister büyük ister küçük olsun, eliyle düzeltmeye, o fenâlığa engel olmaya çalışmalıdır. Bunu yapamayanların kötülük yapanlara nasihat etmeleri, yaptıklarının çirkinliğini anlatmaları, sözle onları kötülükten vazgeçirmeye çalışmaları ahlâkî görevleridir. Eğer bu görev yapılırsa kötüler ve kötülükler azalır, iyilik yaygınlaşır, toplum huzur bulur. Aksine davranış kötülüklerin bir salgın gibi her tarafa yayılmasına, toplumu içten çökertmesine sebep olur. Bunun içindir ki, dinimiz, iyiliği emir ve kötülükten alıkoymayı (emr bi'lma'rûf, nehy ani'l-münker) Müslümanların yapmaları gereken önemli görevler arasına almıştır.

Yardım Yapılırken Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar:

Eğer yardımdan, yardımlaşmadan söz ediliyorsa, mutlaka orada bir yardım edenle bir de yardım edilen, yahut alanla veren vardır. Kısaca yardım, iki veya daha çok kişi arasında olur. Yardımın istenilen şekilde olabilmesi, yerini bulması için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Hak sahibi aranmadan, dikkatsizce yapılan yardımların çoğu zaman arzu edilen sonucu vermediği unutulmamalıdır. Bunun için yardım yapılırken aşağıdaki hususlara dikkat etmekte yarar vardır.

1. Yardım Allah rızası için yapılır. Allah (c.c) rızası gözetilmeden yapılan iyilikte riyâ ve gösteriş, yahut çıkar düşüncesi vardır. Cenab-ı Hakk, yardımlarında kendi rızasını gözetenleri şöyle öğüyor:

"Malınızdan hayır adına her ne harcarsanız kendi menfaatiniz içindir. Zira siz, ancak Allah rızasını gözeterek verirsiniz. Böylece hayra dâir her ne verirseniz onun sevabı tam olarak size ödenir. Hakkınız yenmez ve size zulüm edilmez." (Bakara, 2/272).

2. Yardım yapılacağı zaman gerçekten yoksul olan kimseler aranmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sadakalarınızı o fakirlere verin ki, onlar, Allah yolunda çalışmaya koyulmuşlardır; öteye beriye koşup kazanamazlar. Dilenmekten çekindikleri için, tanımayanlar, onları zengin zannederler. Ey Rasûlüm! Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip bir şey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız, muhakkak Allah onu hakkıyle bilicidir." (Bakara, 2/273).

Fazilet ve hayâ sahibi insanlar, yoksulluklarını açığa vurmaz, başkalarından kolay kolay bir şey istemezler. Yardım yapacak zenginlerin, çevrelerinde böylelerini arayıp bulmaları ve haysiyetlerini zedelemeden onlara yardım etmeleri gerekir. Hiç ihtiyaçları olmadığı halde istemeyi ve dilenmeyi alışkanlık hâline getirenler çoktur. Peygamberimiz (asm)'in kötülediği bu kişilerden uzak durmalı ve kendileri yoksul olarak değerlendirilmemelidir.

3. Âdi, işe yaramaz şeyler yardım diye başkalarına verilmemelidir. Düşük ve bayağı şeyleri vermek mürüvvet ve cömertliğe sığmaz. Cenab-ı Hakk'ın şu buyruğu unutulmamalıdır:

"Ey iman edenler! Kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerden en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin, ancak, göz yumarak alabileceği düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah verdiğiniz sadakalardan müstağnidir, her hâlde hamde lâyıktır." (Bakara, 2/267).

4. Yapılan yardım hiç bir şekilde başa kakılmamalıdır. Başa kakılarak yapılan yardımın sevabı yok olur. İyilik yerine kötülük yapmamak gerekir. Hiç şüphe yok ki, başa kakmanın vereceği üzüntü, maddî yardımın sevincinden çok fazla olur. Allah Teâlâ, başa kakılarak yapılan yardımı mü'min olmayan kimselerin işleri olarak nitelemiştir:

"Ey iman edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince, üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır. Onlar, yaptıkları şeylerden hiç bir sevap kazanamazlar. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez." (Bakara, 2/264).

5. Yoksulun hâlinden anlamalı ve ona iyi davranmalıdır. Yardım yapacak kimseler uyanık olmalıdır. Nice yoksullar vardır ki, utandıkları için açıktan bir şey isteyemez, durumlarını üstü kapalı anlatmayı tercih ederler. Aslında ihtiyaç sâhibinin hâli kendisini gösterir. Yardımseverler bu duruma dikkat etmeli ve onları küçük düşürmeden yardım elini uzatmalıdırlar. Bir ümitle gelen ve yardım isteyen kimselere iyi davranmak gerekir. Güler yüz ve tatlı söz, yardım yapılmasa bile, isteyeni memnun eder. Bunun için bazıları: "İhtiyaç sahiplerin tebessümle karşıla, verirsen teşekkür eder, vermezsen mazur görürler." demişlerdir.

6. Peygamber Efendimiz (asm): "Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme." (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159) buyurmuştur. Öyleyse hiçbir yardım küçük görülmemelidir.

7. İyilik ve yardımda bulunacak kişinin bunu zamanında yapması, fırsatı kaçırmaması gerekir. Zamanı geçirilerek yapılan yardım ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. "Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz." dedirtmemelidir.

8. Yardım yapılırken mümkün olduğu kadar gizliliğe dikkat edilmelidir. Zekât gibi farz olan ibadetlerde açıklık esastır. Fakat sadakalarda aksine davranış insanı riyâdan kurtarır. Cenab-ı Hakk;

"Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır ve günâhlarınızdan bir kısmını örter." (Bakara, 2/271)

buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) de, sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka verenlerin, âhirette arşın gölgesinde gölgeleneceklerini haber vermiştir (Tecrid, II, 620). Hz. Abbas şöyle demiştir:

"İyilik üç şeyle tamamlanır;  acele etmek, küçük göstermek, gizli tutmak. Acele etmekle sevindirmiş, küçük tutmakla büyütmüş, gizli tutmakla tamamlanır olursun. "

Başkalarından yardım bekleyen kişilerin de dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlara dikkat edilmemesi yardım yapanların şevkini kırar, ellerini yardımdan çekmelerine sebep olur.

1. İhtiyaçtan fazlası istenmemelidir.

2. Yapılan yardımın sızlanmadan, azımsamadan kabûl edilmesi gerekir.

3. Yardım, kerîm olandan istenmelidir. İyilik yapmayı sevmeyenden iyilik beklemek insanı perişanlığa sürükler. Yardım imkânı olmayandan istemek onu güç durumda bırakır. Hz. Ali (r.a): "Yoku, 'Yok!..' denilinceye kadar anlamayan ahmaktır." demiştir.

4. İyilik ve yardım yapana nankörlükle değil, teşekkür ve duâ ile karşılık verilmelidir. Peygamber Efendimiz (asm):

"İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah'a şükretmesini bilmez ve nimetin kesilmesine müstahak olur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned TV, 278)

buyurmuştur. Şu halde nankör olmamak, iyilik ve yardımları teşekkürle, karşılamak ahlâkî bir görevdir. Bu görev duâ ile tamamlanmalıdır.

İşte bu anlayışla yapılacak yardımlar, Müslümanları Hakk'ın rızasına ulaştıracak olan yardımlardır.

13 Hat sanatında vav harfinin önemi nedir? Bursa gezisinde Ulu Camii'deki hat sanatlarını incelerken, vav harfinin öneminden bahsedildi. İslamiyet'te vav harfiyle Allah arasında ne gibi bir ilişki var veya bu harfin bu kadar önemi nedir?

Bu harf Arapça dahil eski dillerin çoğunda var olan: “Ve” anlamındaki “VAV" harfi.

Vav harfi, vahidiyet, vahdaniyeti ihtiva etmesi yönüyle Allah’ın birliğini ifade eder.

Ve; birleştirici; koordinatör; bağlayıcı; çengel; farklı elemanların birleşmesinden doğan ahenkli birliği. Ruh ve cisim. Yer ve Gök. Kadın ve erkek. Anne ve çocuk,.. gibi konulara simge olarak kullanıldığı söylenir.

Büyüklerimiz eskiden beri şöyle bir söz söylerler:

"Kur’an-ı Kerim Arabistan’da indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı."

Evet, Kur’an asırlarca çok farklı şekillerde yazılmış, ama bu yazıyı zirveye taşıyanlar, Türk hattatlar olmuştur. "Vav" harfi çokça rağbet görmüş hat sanatında. Yazı dilimize ise bu, ‘vav çekmek’ olarak geçmiş.

Kur'an'da geçen "Kün" (Ol) kelimesinin açık şekli, iki harf­ten ibarettir: "Kâf" ve "Nun". Aynı şekilde açıkça görünen bu âlemin de (el-âlemuş-şehâde) zahir ve bâtın olarak iki yönü vardır. Zahir yönü "Nun" harfiyle, bâtın yönü ise "Kâf" harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle "Kâf" har­finin ağızdaki mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin mahreci insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü "Kâf" harfi, dil ile gırtlak arasından çıkan harflerin sonuncusudur. "Nun" harfi ise, dil üzerinden çıkan harflerdendir. Bu "Kün" kelimesinin gayb yönü, "Kâf ve Nun" harflerinin ortasındaki "Vav"la simgelenmiştir.

"Vav" dudak harflerindendir ve zuhurun bir simgesidir. Aynı zamanda "Vav" bir illet harfidir, sahih harf değildir, işte bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan gel­miştir, çünkü o illet harfidir; illiyet (nedensellik) harfidir. Gene çünkü, "Vav" harfi dudak harflerindendir. Dudağın ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun zahir yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar.

Bu nedenle, vücutta canlılık ilkesinin zuhuru, açığa çıkışı ruh gereğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda hayatiyet ve­ren ruh sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb halindedir, tıpkı "Kâf" ve "Nun" arasındaki "Vav" harfinin gayb oluşu, görünmeyişi gibi; çünkü aradaki "Vav" harfi hazfolmuştur ve sükûn halindedir. Aynı şekilde "Nun" harfi de sükun halindedir. "Vav" harfi simgesel olarak perde arkasında ça­lışır; onun varlığı gaybdır, fakat hükmü ve etkisi açıktadır.

Ayrıca "Vav" harfinin yazıya katkıları da önemli bir unsurdur. Böylece o harfi iyi öğrenenler diğer harfleri daha rahat yazabilirler, anlayışı da etkili olmuş olabilir.

İşte bunlar ve bunlara benzer diğer özelliklerinden dolayı "Vav" harfi hat sanatında önemli bir yere sahiptir denilebilir.

14 Hacerülesved hakkında bilgi verir misiniz?

HACERÜLESVED: Kâbe'nin güneydoğu köşesinde, yerden bir buçuk metre yüksekliğinde, yumurta biçiminde hafif kırmızı ve sarı damarcıkları bulunan, otuz cm. çapında oldukça parlak siyah bir taş.

Bir saygınlık ve kutsiyeti olan ve hac sırasında Hz. Peygamber (asm)'in izinden giderek sünneti gereğince "öpülmek" suretiyle hürmet edilen bu taş, câhiliye Arapları arasında da kutsal sayılıyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim'den sonra geçen yüzyıllar boyunca gelip geçen bütün kuşaklar bu taşı özenle korudu.

Hacerülesved'in tarihi Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilen yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe'nin tarihiyle paralellik gösterir. Allah (c.c.) Hz. İbrahim'e insanların ibâdet edecekleri bir mescid yapmasını emrettiğinde, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail Kâbe'nin temellerini attılar (Bakara, 2/127). Tarihî kaynaklar Hacerülesvedin de buraya Hz. İbrahim tarafından konduğunu kaydeder. Taşın nereden ve nasıl getirildiği hususunda değişik inançlar ve anlatımlar vardır, ancak kesin bir bilgi yoktur.

Mekke'nin yakınında olan Ebû Kubeys dağından getirildiğine dâir inancın yanında Nesâi, bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber'in "Hacerülesved cennettendir." buyurduğunu nakleder (Keşfü'l-Hafâ, Aclûnî, 1108).

Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'den sonra birçok milletlerin kontrolüne geçti ve çeşitli defalar tahrip olup tekrar tekrar inşa ve imar edildi. Her defasında hacerülesved de bu durumlardan etkilendi.

Hz. İsmail'den sonra Cürhümîlerin eline geçen ve bir süre onların yönetimi altında kalan Kâbe zamanla ilgisizlikten harabe hâline geldi. Ardından meydana gelen ve tarihe "Seylü'l-farre" adıyla geçen bir sel felaketiyle duvarları tümden yıkılan Kâbe'den geriye boş bir arazi kaldı. Bu dönemde hacerülesvedin nasıl muhâfaza edildiği bilinmiyor.

Daha sonra güçlü Amalika kabîlesinin eline geçen bu bölge ve Kâbe onlar tarafından tekrar ihya edildi; bu kez Kâbe'nin duvarları eskisinden daha yüksek yapıldı. Bu, Hz. İbrahim'den sonra Kâbe'nin ikinci inşasıdır. Bir süre Kâbe'yi hürmetle muhâfaza eden Amalikalılar, daha sonra burayı kendi mülkleri gibi görmeye başlayıp ziyaretçilere engel olmaya, parası olmayanlara zemzem suyunu bile vermemeye başladılar.

Kâbe'ye saygının kalmadığı bu dönemde, harabe hâline gelen Kâbe ikinci bir sel baskınıyla tamamen yıkıldı. Amalikalılar da bölgeyi terketti. Amalikalılardan sonra tekrar Cürhümîlerin eline geçen Kâbe üçüncü kez inşa edildi. Zamanla azgınlaşan Cürhümîler Kâbe'ye ve hacılara hürmetsizlik edip etrafa terör estirdiler. Cürhümîlerin bu tutumunu hazmedemeyip savaş açan Bekroğulları ve Huzâalılar onları Mekke'den çıkardı.

Ancak şehri terkederken Kâbe'nin değerli eşyalarını yağmalayan Cürhümîler hacerülesvedi toprağa gömerek sakladılar. Şehri ele geçiren Huzâalılar, Cürhümîlerin sakladıkları bu taşı bulup tekrar eski yerine koydular. Huzâalılardan sonra Miladî 440 yılında Mekke ve Kâbe'nin yönetimi Peygamberimiz (asm)'in beşinci atası Kusay b. Kilab ve oğullarına geçti. Uzun bir kesintiden sonra Kâbe tekrar Hz. İsmail'in torunlarına geçmişti. Kusay Kureyş'ten, Kureyş ise Hz. İsmail'in soyundandı. Kusay'dan önce Kâbe yakınına ev yapıp yerleşmek saygısızlık olarak kabul edildiğinden, yerleşim birimi değilken Kusay, Beytullah'ın yanına evler kurulmasını ve buranın şenlendirilmesini emretti.

Ayrıca, bir başka rivâyete göre Kâbe'yi yıkıp yeniden inşa etti. Daha sonra Mekke'nin parlamento binası olacak olan "Daru'n-Nedve" Kusay'dan kalan evdi. Kusay Kâbe'nin bütün hizmetlerini kendi kabîlesinde topladı. Diğer kabîleler bu hizmet yarışı nedeniyle ona düşman oldular ve aralarında uzun süre ayrılıklar devam etti.

Hz. Peygamber (asm) zamanında, duvarları alçak olan Kâbe'nin değerli eşyaları çalınmaya başlamış, bu yüzden Kureyş Kâbe'yi daha korunaklı bir şekle dönüştürmeye karar vermişti. Tam bu dönemde bir yangınla tahrip olan Kâbe, ardından gelen bir sel felaketiyle tamamen yıkıldı ve yeniden inşa edildi. Ancak hacerülesvedi yerine yerleştirme konusunda bencil davranan kabileler, bu şerefi başkalarına vermek istemeyince sorun büyüdü, hatta kılıçlar kınlarından çıktı. Bundan dolayı kan dökmek istemedikleri için de "Kâbe'ye gelecek ilk kişinin hakemliğini kabul etmekte" anlaştılar.

Kararlaştıkları günün sabahında Kâbe'nin çevresinde beklerken Kâbe'ye "Muhammedü'l-emin" dedikleri Hz. Peygamber girince rahatladılar; çünkü ona güveniyorlardı, henüz peygamber değildi, ona düşman olacakları zamana daha vardı. Hz. Muhammed (asm) bir bez parçası istedi onu yere serdi, başka rivayete göre abasını yere açtı. Hacerülesvedi kendi elleriyle üzerine koydu. Her kabîleden bir temsilciye bezin bir ucundan tutup kaldırmalarını söyledi. Onların kaldırdığı bu taşı tekrar kendi elleriyle alıp yerine koydu. Allah bu şerefi kendi Peygamberine nasib etti; kabîleler ise kaldırmaya ortak olmanın verdiği mutlulukla barıştılar.

Hz. Peygamber (asm) nübüvvetle görevlendirildikten sonra putlardan arındırılan Kâbe, Yezid İbn Muâviye'nin ordusu tarafından mancınıklarla taşa tutularak tahrip edildi (hicri 63). Yezid'i halife olarak kabul etmeyen Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'e bey'at ettiler. Mekke'yi muhâsara eden Yezid'in ordusu yağlı fitiller atıp mancınıklarla taşa tutarak Kâbe'yi tahrip etti. Atılan bu taşlardan biri hacerülesvedi üç parçaya böldü. Yezid'in Ordu'suna teslim olmayan Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'i halife olarak tanımaya devam etti.

Daha sonra Abdullah b. Zübeyr kırılan bu parçaları bir gümüş çerçeve içine koyarak biraraya getirmek istediyse de etrafındaki, taşlar yanıp kireçlenmiş olduğundan hacerülesvedin parçaları birbirine yapıştırılmakla yetinildi. Kâbe'ye ilk örtü de onun emriyle bu dönemde örtüldü. Abdullah b. Zübeyr hacca gelenlerin Yezid'in vahşetini görüp gerçeği anlaması için hac mevsimine kadar tamir ettirmediği Kâbe'yi, bu dönemden sonra halkla yaptığı istişare neticesinde yıkıp yeniden inşa ettirdi.

Osmanlı Padişahı Birinci Ahmed devrinde tekrar tamir edilen Kâbe onsekiz yıllık bir aradan sonra şiddetli bir sel baskınıyla tekrar yıkıldı. Hacerülesvedin bir parçası kırıldı. Kâbe'nin, Dördüncü Murad'ın emriyle yapılan tamir ve inşasıyla birlikte hacerülesved de tamir edildi. Bakırdan yapılmış olan muhâfaza kabı gümüşle kaplanarak altınla yaldızlandı (M. 1629). Abdülmecid devrinde ise (1839-1861) taşın gümüş çerçevesi tekrar yenilendi.

Hacerülesvedi değerli kılan, haccın menâsikinden olması ve Rasûlullah'ın onu öpmesi nedeniyledir. Haccda tavâfa Hhcerülesvedden başlanır ve yine onunla bitirilir. Tavâf esnasında hacerülesved öpülür, bu imkân olmadığı takdirde elle, bu da mümkün olmazsa uzaktan selâmlanır. Onu öpmek sünnet olduğu için öpülmediği takdirde hac yine yerine gelmiş olur. Ayrıca hacerülesvedin öpülme imkânı bulunmadığı zaman Kâbe'de ikinci bir taş olan Yemame taşına elle dokunmak da onun yerine geçer. Bu taşın bulunduğu yere "Rüknü'l-Yemanî" denir.

Hz. Peygamber (asm)'in hacerülesvedi öptüğü, ayrıca Vedâ Haccı'nda hasta olduğu bir sırada devesinden inmeden tavâf sırasında değneğiyle ona dokunduğu; bir başka zaman da eliyle selâm verdiği rivâyet edilmektedir. Hz. Ömer bir haccında hacerülesvede yaklaşıp öpmüş ve şöyle demişti:

"Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Rasûlullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim." (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VI/108-109).

Hz. Ömer puta tapıcılıktan yeni kurtulmuş bir toplumun, bir taşın öpülmesini gördüğü an küllenmiş duygularının yeniden kabarmasından endişe ederek böyle bir açıklamayı gerekli görmüştü. Batılıların iddia ettikleri gibi hacerülesvedi öpmek puta tapıcı Araplardan Müslümanlara geçen bir miras değil bir saygı ifadesidir; Hz. Peygamber (asm)'in sünnetine uymadır.

15 İslam neden hak dindir?

"Allah katında hak din, İslâmdır. O Ehl-i kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür." (Al-i İmran, 3/19)

Sözlükte din "gerek ödül gerekse ceza şeklindeki karşılık" anlamında olup, tâbi ile (uyan) kudret sahibi metbû (uyulan) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Te­rim olarak dinin çeşitli tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamlarıyla Müslüman bilginlerin din tarifleri arasında bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Yine, dinin kaynağı ve ilk ortaya çıkış biçimi konusunda bu iki muhitte önemli görüş ayrılık­ları vardır.

İslâmî anlayışa göre din, kısaca kişinin yaratılış amacına uygun bir hayat sü­rebilmesi ve bu amacı belirli bir disiplin içinde gerçekleştirebilmesi için kendisi­ne yol gösteren kurallar bütününü ifade eder. Din bir tarafın kutsal buyruk ve ege­menliğine diğer tarafın uyum ve bağlılığına dayalı ilişkileri düzenleyen bir kurum olmakla beraber, bu âyet-i kerîmeden, Kur'an'a göre Allah katında dinin ve din­darlığın değer taşımasının iradî bir teslimiyet üzerine kurulmuş olması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla İslâmî telakkiye göre din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle hayra ve mutluluğa yönlendiren bir kurum, beşe­rin kendi seçimine dayalı fiillerini düzenleyen ilâhî bir kanundur.

Kur'ân-ı Kerîm'de islâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm'ın söz­lük anlamı, "bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde ol­mak"tır. Terim olarak İslâm "Hz. Muhammed (asm)'in din adına bildirdiklerinin tama­mını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak" demektir. Hz. Peygamber (asm)'in getirdiği hak dinin adı da İslâm'dır. Yine İslâm, Arapça'da bu dine girmeyi ifade eden bir masdardır. İslâm dininin mensubu olan kişi Arapça'da müslim, Farsça'da müselmân kelimesiyle ifade edilir. Türkçe'de bu din için İslâmiyet ve Müslümanlık, bu dinin mensubu için de Müslüman ke­limeleri kullanılır.

İslâm kelimesinin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında güçlü bir alâka vardır. İslâmî anlayışa göre din, irade ve akıl sahibi varlıklar arasında uyuşmazlık­ları ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlayan bir kanundur. Din sadece insanlar arasında değil insanlarla Allah arasında da bir mutabakatı İfade eder. Böylece ya­ratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.

Bütün ilâhî dinler Allah'ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muham­med (asm)'in tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Bununla beraber Müslüman bilginlerin bir kısmına göre İslâm dini ve İslâm ümmeti tabirleri sadece Hz. Muhammed (asm)'in getirdiği din ve onun mensupla­rı için kullanılabilir. İslâmiyet önceki hak dinlerle temelde uyuşsa bile bu dinin kendine ait özellikleri ve mensubu olan ümmete özgü hükümleri vardır. Diğer bir grup Müslüman bilgine göre ise, önceki ilâhî menşeli dinlerin de İslâm olarak anıl­ması mümkündür. Onlara göre Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlayışı destekleyen birçok âyet vardır: Hz. İsa (as)'nın havarilerinin cevabının "Şahit ol ki bizler Müslümanlarız." şeklinde İfade edilmesi, Hz. İbrahim (as) hakkında "O hanîf bir Müslümandı." buyurulması, yine "O sîze daha önce de bunda da 'Müslümanlar' adını verdi." şeklinde genel bir nitelendirilmeye yer ve­rilmesi bunlara örnektir. Karşı görüş sahiplerine göre ise bu tür nitelendirmeler peygamberlerle alâkalıdır.

Kanaatimize göre Kur'ân-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda o kitaba tâbi ola­caklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi isimlendirmele­rin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan veri­len adlar olduğu dikkate alınırsa "Doğrusu Allah katında din İslâm'dır." ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed (asm)'in tebliğ ettiği dinin ken­dine özgü hükümleri varsa da, Kur'an'da bu kitabın önceki peygamberlerin getir­diklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed (asm)'in gönderilmesi ile ulaşıldığını gösterir. Şu halde yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O'nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır. Buna göre olgudan hareketle ve belir­li kesimleri ifade için başka din isimlerinden söz edilebilirse de, nihaî hedef ger­çeği arayanların Allah Teâlâ'nın razı olduğu çerçevede buluşmalarıdır ve ilâhî bil­dirimler için geçerli olan bu sürecin insanlığın aklına ve vicdanına yansıması ka­çınılmazdır. İslâm bilginleri bu anlayışı "ümmet-i icabet" ve "ümmet-i davet" şek­linde kavramlaştırmışlardır; bunlardan birincisi Hz. Muhammed (asm)'in bildirdiklerine bilfiil ve açık biçimde tâbi olma iradesini ortaya koyanları, ikincisi ise henüz bu düzeyde olmayan fakat işaret edilen yansıma süreci içinde bulunan potansiyel kit­leyi ifade etmektedir. Bu itibarla "Musevîlik" ve "İsevîlik" gibi isimlendirmelere kıyasla bazı Batılı yazarların İslâmiyet'i "Muhammedîlik" şeklinde sınırlayıcı bir adla anmaları isabetli değildir; zira bu hem gerçeği yansıtmaktan uzaktır, hem de sözü edilen iletişimi ve kaynaşmayı önleyici niteliktedir.

Âyeti nihaî hedef açısından bu şekilde anlamak, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun Allah'a şirk koşmaktan uzak durabilmiş ve davranışlarına bu inanca uygun biçimde yön verebilmiş herkesin Kur'an'ın telakkisine göre "Müslüman" olarak nitelenmesi gerektiği teziyle çatışmaz. Gerçekten birçok âyette insanların âhiretteki kurtuluşları konusunda bu ölçütün esas alındığı görülmektedir.

Geniş anlamıyla İslâm (Müslüman olma) hem kalp hem dil hem de davranış­larla teslimiyeti ifade eder. Bunlar içinde en önemli ve değerli olan teslimiyet kalple olanıdır. Kur'an'da İslâm kelimesinin, iman düzeyine ulaşmamış teslimiye­ti ifade etmek üzere kullanıldığı da görülür.

"Kendilerine kitap verilenler" ifadesi genellikle Ehl-i kitap tabirinin içeriği­ne göre anlaşılmıştır. İlim kelimesi ise "vahiy ve apaçık deliller" şeklinde açıklanmıştır, Âyette Ehl-i kitabın ancak ilim geldikten sonra ihtilâfa düştüğünün ifade edilmesi, kendilerine yeterince açık ilâhî bildirim yapıldığı ve bu açıdan hiçbir mazeretleri bulunmadığı halde, sırf kendi kusurları sebebiyle, çıkar düşüncesi ve beşerî tutkular uğruna ayrılığa düştüklerini ve çatış­maya girdiklerini belirtmek içindir. "Aralarındaki hak tanımazlık yüzünden" şek­lindeki gerekçeden hareketle, burada kastedilenlerin Yahudiler veya Hristiyanlar yahut her ikisi olduğuna dair açıklamalar yapılmıştır. Tarihî bilgilerin ışığında, bu­rada, ilâhî vahye muhatap toplumların vahyin sağladığı aydınlığı değerlendirip ba­rış ve uygarlık yolunda ilerlemek yerine, kişisel ihtiraslarla aklıselimi dışlamaları­nın, özellikle çıkar çatışmaları üzerine temellenen dini fırkalara ayrılmalarının eleştirildiği söylenebilir. Bu uyarıya rağmen Kur'an'a inananların aynı hatayı tek­rar etmeleri, ilâhî mesajı beşeriyete en güzel biçimde ulaştırma misyonunu yerine getirebilmelerinde ve medeniyet yarışında lâyık oldukları yeri almalarında önem­li bir engel oluşturmuştur.

16 Demokrasi ne demektir; İslam'ın demokrasiye bakış açısı nedir?

Günümüz tartışma konuları arasında, İslam ve demokrasi konusunun, muhtelif platformlarda öne çıktığı gözlemlenmektedir. Açıkça belirtmek gerekirse, İslam ve demokrasi mukayesesinin, çok sağlıklı yapıldığını ifade etmek oldukça zordur.

Böyle bir mevzunun en başında, İslam’ın, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen ilahi kaynaklı bir din, demokrasinin ise, insanların kendi akıl, irade ve bilgi birikimine dayalı olarak ortaya çıkardıkları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir.

Bu vurguyu yapmanın ana hedefi, bu iki kavramın, birbirinin zıddı veya birbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdim etme gayretlerinin doğru olmadığını belirtmektir. Bu yüzden, İslam’ı, bir din olarak kendi kulvarında, demokrasiyi de bir yönetim şekli olarak kendi kulvarında değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıp kalmadan, bu kavramların muhtevasını, objektif bir bakış açısıyla karşılaştırmak zarureti vardır.

Bu noktada, İslam ilahiyatçılarının büyük bir kısmınca kabul edilen en önemli husus şudur: Kur’an tarafından, adı açıkça belirtilen ve insanlara emredilen herhangi bir yönetim biçimi mevcut değildir. Ancak, hem Kur’an’da, hem de Hz. Peygamber (asm)’in uygulamalarında, yöneten ve yönetilenlerin sorumluluklarını öğreten evrensel prensipler vardır.

Dünyanın herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel yapısına, oluşan siyasi şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.

Demokrasinin en belirleyici ve vazgeçilmez unsurlarından biri, halkın yönetime katılması ve kendi hür iradesiyle yöneticileri seçmesidir. Dikkatle incelendiği zaman, Hz. Peygamber’in, İslam’ın en iyi uygulayıcısı sıfatıyla, -kelime olarak, kabul etmek, razı olmak, anlamına gelen- BEY’AT müessesesini çalıştırdığı görülür. Bey’at, günümüz seçim uygulamalarındaki oy kullanma karşılığı olarak, kısaca “halkın yöneticiye bağlılığını belirtmek için reyini ortaya koyması” şeklinde tanımlanabilir. Bey’at, “kadın ve erkeğin, yöneticiye karşı görev ve sorumluluğu kabul etmek üzere yaptığı bir sözleşme” olarak da tarif edilir.(1)

Hz. Peygamber (asm)’in başlattığı bey’at uygulaması bazı yapısal değişikliklere uğrayarak Osmanlı dönemine kadar devam etmiştir.

Bu yönüyle bakıldığı zaman, yöneticileri belirleme metodu konusunda İslam öğretisinin, bugünkü demokratik seçim uygulamaları ile çok önemli bir paralellik gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu benzerlik, her ferdin kendi reyini hür iradesiyle belirtmesi konusunda da mevcuttur.

Çünkü, zorbalıkla ve kılıç zoruyla alınan bey'at geçerli değildir. Hz. Ömer:

"Bir kimse, Müslümanlara danışmadan, ister kendisi başkan olmaya, ister başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği taktirde) onu öldürmelisiniz."(2) demiştir.

Toplumun huzurunu bozmaya yönelik, zorbalığa ve haksızlığa dayanan her türlü girişimin bertaraf edilmesi, İslam dininin herkese yüklediği sorumluluklardan sadece birisidir.

Yöneticilerle ilgili olarak İslam’ın öngördüğü en önemli değerler, insanlar arasında, eşitliğin, adaletin ve ferdi hukuk dokunulmazlığının sağlanmasıdır. Şayet demokrasi, toplumları yönlendiren bir sistem değil de, insanların temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan ve halkın taleplerini karşılamayı taahhüt eden bir yönetim biçimi ise, bu hususta da İslam ve demokrasi arasında herhangi bir problemden bahsetmek anlamsızdır.

Çünkü, bu hakların korunması bakımından, ikisi arasında bir aykırılık söz konusu değildir. Hatta İslam, bir taraftan ferdi hukukun korunmasını emrederken, diğer taraftan da toplumsal hassasiyetlere atıfta bulunur ve içtimâî ruhun canlı tutulmasını ister. Bu yüzden, fertlere yüklenen her sorumluluğun, toplumsal hayata bakan bir yönü vardır.

Demokratik yönetim biçimiyle idare edilen ülkelerde, toplum tarafından seçilen ve yine toplum adına karar mekanizması olarak işleyen meclis de, üzerinde durulması gereken en önemli müesseselerden biridir. Bunun İslam literatüründeki tam karşılığı, danışma kurulu olarak tercüme edebileceğimiz, ŞÛRÂ müessesesidir.

Yapılması planlanan işlerin, istişâre sonucunda karara bağlanması gerektiği konusunu, Kur’an iki farklı âyette şu şekilde açıklar:

“Onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış.”(3)

“Onların işleri, aralarında danışma iledir.”(4)

Demokrasinin vasıfları arasında zikredilen çoğulculuk prensibi, Kur’an’da bu âyetlerle formülleştirilmiştir. Çünkü fertler arası istişare, çoğulculuğun en önemli göstergelerindendir. İlk âyette geçen “iş hakkında onlara danış” ifadesi, İslam âlimlerince bir tavsiye değil, yerine getirilmesi zorunlu bir emir olarak telakki edilmiştir.(5)

Yine, İslam’ın benimsediği idari yapı, danışma (meşveret) üzerine kurulması gerektiğinden hareketle, “herhangi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan 'otokrasi'den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan 'teokrasi'den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan 'oligarşi'den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır.”(6)

İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte, ancak, görüşler içinde tercihe şayan olanın, parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir.(7)

Özellikle Hz Peygamber (asm) ve ondan sonra idarecilik yapan halifeler, istişareye ciddi manada önem vermişler, Kur’an’daki “iş hakkında onlara danış” emrinin en önde gelen uygulayıcıları olmuşlardır. Bundan dolayı İbn Teymiyye: “İdareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir.” der. (8)

Hz. Peygamber (asm)’in sahabeyle istişaresinde dikkati çeken hususlardan biri; herhangi bir karara vardığı zaman, bu kararının Kur’an’ın bir emri mi yoksa kendi düşüncesiyle aldığı bir karar mı olduğunun, kendisine sorulmasıdır. Kur’an emri olursa, -bağlayıcılık ifade ettiği için- o emir yerine getirilir, ancak Hz. Peygamber’in kendi kararı olursa, bu karar üzerinde sahabe kendi görüşlerini ona aktarırlardı. Bedir harbinden sonra alınan esirlerin, hangi şartlarla serbest bırakılacağı, namaza davetin (ezanın) nasıl uygulanacağı, Hendek harbinde Medine’nin nasıl savunulması gerektiği gibi konular, Hz. Peygamber (asm)’in istişare anlayışının en çarpıcı örnekleridir.

İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Abbasi yöneticilerinden Me'mun’un, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda söyledikleri, bu hususa ışık tutar. Der ki:

“Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma.”(9)

İslam dünyasının, batı kaynaklı olarak geliştirilen birçok müessese üzerinde ortak bir noktaya varamadığı açıktır. Demokrasi de bunlardan bir tanesidir. Hiçbir bilimsel ve akli temele dayanmadan kimileri, demokrasinin İslam’la tamamen çeliştiğini anlatırken, kimileri de ikisi arasında tam bir uyumun varlığını anlatmaya çalışmaktadır.

Fertlerin ve toplumların mutluluğuna katkıda bulunma gayesi ve arzusu olan herkes için, en makul olan şey, -kavram kompleksine kapılmadan- din olarak İslam’ın evrensel değerlerinden, idari bir mekanizma olarak da demokrasinin öngördüğü temel hak ve özgürlüklerden yararlanmanın yollarını aramaktır.

Adı ne olursa olsun, insanların huzur ve mutluluğu için yürütülen çabalara İslam’ın herhangi bir itirazı söz konusu değildir.

“Demokrasinin benimsenmesi 'Batı’yı meşrulaştırma' değil, gerçek bir yeniden keşif olarak görülebilir. Batılı demokrasi ile İslam, yöntemde bazı farklılıklar gösterse bile, gayelerindeki benzerlikler dikkate alınarak birbirinden istifade edebilirler. Tabii bu istifade, Hasan Turabi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, eğer Batılılar, demokrasinin “Müslüman bir çocuk doğurmasına” müsaade ede(bili)rlerse gerçekleşebilir. Çünkü hala Batı’da birçok kişi için “islami demokrasi” kavramı lanetli olarak görülmektedir.”(10)

Netice itibariyle, İslam prensiplerinin demokrasinin öngörüleriyle tamamen uyum içerisinde olduğu iddia edilemez. Ancak eğer dinden bağımsız düşünürsek, yönetim biçimleri içerisinde İslam’ın genel hükümleriyle en kolay uyumlu hale getirilebilecek yönetim biçimi yine demokrasidir.

Bu arada İslam düşünürlerinin bu konuda bir çözüm arayışı içerisinde oldukları da bir gerçektir. Zira demokrasi, kaçınılmaz olarak müslümanların içerisinde bulundukları ve kendisinden etkilendikleri bir sistemdir. Konumlarının İslam’a uygunluğunu her zaman sorgulamak zorunda olan müslümanlar, kendilerini kaçınılmaz olarak etkisinde bulundukları demokrasi karşısında çözüm arayışı mecburiyetinde bulmuşlardır.

Kur’an verilerine uygun olarak yapılan tartışmalar, demokrasiye bir karşıtlık değil, yeniden tanımlanan demokrasiye taraftarlık şeklinde kendini göstermektedir.

Dünyada birbirinden farklı birçok demokrasi tanımı ve uygulaması vardır. İslam dünyası, bu durum karşısında, bir yandan İslam’ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak, diğer yandan da demokrasiyi bu yorum içinde tanımlamak zorundadır. Böyle bir yol, İslâm ve demokrasinin buluştuğu bir orta noktanın oluşmasına katkıda bulunabilir.

Dipnotlar:

(1) Yusuf Kerimoğlu, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, bey’at md.
(2) Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103.
(3) Al-i İmran, 3/159
(4) Şûrâ, 95/38
(5) Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, Şerhu'l Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76.
(6) İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28.
(7) Ma'ruf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55.
(8) İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387
(9) Mefail Hızlı, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları, istişare md.
(10) bk. Mevlüt UYANIK, İslam ve Demokrasi, -Muhammed Abid el-Cabiri Örneği-.

17 İslam'ın yardımlaşmaya verdiği önem hakkında biraz bilgi verir misiniz?

İslâm, birlik ve beraberliği emreden bir yardımlaşma ve ihsan dinidir. Allah, Kur'an-ı Kerim'inde şöyle emrediyor:

 “İyilikte ve takvada (Allah’ın yasaklarından sakınmakta) yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2)

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline getirdik ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz Allah yanında en değerliniz, takvaca (günahlardan sakınmada) en ileri olanınızdır. Şüphesiz, Allah yaptıklarınızı bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 49/13)

Ayetin başında yer alan, “Ey insanlar!” hitabı, tanışma ve yardımlaşmanın sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa şamil olduğunu ifade etmektedir. Çünkü insan mükerrem bir mahluktur ve bütün insanlar “insanlık”ta kardeştirler.

Yardımlaşmanın önemli bir esası şefkat ve merhamettir.

Bir ayet-i kerimede,

“Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bakara, 2/143)

buyrularak, insanlar bu yüksek sıfatlara teşvik edilirler. Bu konuda Peygamber Efendimizin birçok hadis-i şerifi vardır. Bunlardan sadece ikisini takdim edelim:

“İnsanlara acımayana Allah da acımaz.” (Müslim, Fedail, 66)

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhari, Edep, 18)

Bu ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, İslâmiyet’in yardımlaşma ve muhabbet üzerine kurulu olduğu anlaşılmaktadır. Zaten bu sıfatlar insanlığın mahiyetinde vardır; ondan ayrı düşünülemez.

Bu gibi esaslara istinat eden bir din, hiç zulme, tecavüze ve bozgunculuğa müsaade eder mi?

18 Dinde zorlama var mı? Namaz kılmayan kişiye ceza verilir mi? Namaz kılmayanı cezalandırma, "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır..."(Bakara, 2/256) ayetine ters değil mi?..

Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat'iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, "ameller niyetlere göredir" prensibine de uygun düşmez.

Din, kendi mes'eleleri için ikrahı caiz görmediği gibi, başkalarının İslâm'a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm'da musamaha ufku bu derece geniştir.

Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O'nda her şeyden önce îmân esastır. Îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir mes'eledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu ma'nâda da dinde zorlama yoktur.

Hz. Adem (as)'den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü'min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır.

Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur'ân-ı Kerim'de kıtâl ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir ma'nâda zorlama değil midir?

Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm'ın değişmeyen bir kâidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm'ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm'ın cihad emriyle yerleşmiştir.

Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:

Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fâsılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn sûresinde bildirilen "Sizin dininiz size, benim dinim de bana." hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.

Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Mes'eleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat'iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir. Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu ma'nâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm'ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.

Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.

Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupada zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.

Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm'a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tövbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O'nun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.

Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarpıtırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehâlet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.

Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu ma'nâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla cennete koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır...

İlave bilgi için tıklayınız:

Namaz kılmayan kimseye ceza uygulanır mı?

19 İslam'da meşveretin yeri ve önemi nedir?

Meşveret, yapılacak işler hususunda, ehil olan kişilere danışmak, onlardan görüş almaktır. Şûra ve istişare kelimeleri de aynı anlamda kullanılır.

Hz. Peygamber (asm.), kendi görüşlerini dikte ettiren biri değildi. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hüreyre, Resulullah'ın bu yönüyle ilgili olarak şu tesbitte bulunur:

"Ben, Resulullah'tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim."(1)

Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesi, ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, ona göre hareket etmiştir.(2)

Mesela, Bedir Savaşı öncesi, orduya yerleşme emri verdiğinde, ashabtan Hubab b. Münzir söyle der: "Ya Resulullah, buraya yerleşmemiz, Allah'tan bir vahiyle midir? Yoksa, sizin düşünceniz midir?" Resulullah, kendi düşüncesi olduğunu söyleyince, Hubab, su olan bir yere yerleşmenin daha uygun olacağını ifade eder. Resulullah, bu görüşten memnun kalır ve o doğrultuda hareket emri verir.(3)

Burada görülmektedir ki, ashab, Resulullah'ın peygamberlik yönüyle, insaniyet yönünü birbirinden ayırmaktadır. Risalet yönünü ilgilendiren hususlarda, ashaba düşen görüş beyan etmek değil, itaat etmektir. Ama, vahiy gelmeyen hususlarda, onların da görüş beyan etme hak ve hürriyetleri vardır.

Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekeni en isabeli şekilde belirleme imkânı verir. Meşveret edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalplerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar.(4)

Hz. Peygambere (asm), Uhud mağlubiyeti neticesinde

"Onlarla meşveret et." (Âl-i İmran, 3/159)

emrinin gelmesi de manidardır. Zira esasen Resulullah savaş öncesi meşveret etmiş, "şehirde müdafaa savaşı yapılması" şeklinde görüş belirtmişti. Çoğunluk, meydan savaşı isteyince, onların görüşüne göre hareket emri verdi. İsteseydi, şuranın bu kararını lağvederdi. Fakat o (asm), bunun arkasındaki elem, zarar ve savaş kurbanlarını az-çok bilmekle beraber, bu kararı uyguladı. Çünkü meşveret esasının yerleşmesi, İslam cemaatinin talimi ve ümmetin terbiyesi, geçici zararlardan çok daha önemliydi.(5)

Çocuk, düşüyor diye yürümekten alıkonmamalıdır. Ümmet-i Muhammed dahi, İslami esasların ilk yerleşme döneminde, düşe kalka dosdoğru yürümeyi öğrenecektir. Devamlı direktiflerle yönlendirilen ve kendisine serbest hareket imkânı verilmeyen bir çocuk, gelişimini tamamlayamaz.

Meşveret emrinin peşine "...kesin karar verdiğinde ise, Allah'a dayan..." (Âl-i İmran, 3/159) denilmesi, işin uygulama yönüyle alakalıdır. Karar verilmişse, artık hemen uygulama safhasına geçilmelidir. Tereddüt olmamalı, emin ve kararlı bir şekilde, meşveret kararları uygulanmalıdır. Uhud Savaşı öncesi, meşveretten "meydan savaşı" kararı çıkınca Resulullah, evine gider, zırhını giyer. "Meydan savaşı" diyenlerin bir kısmı gelip, görüşlerinden vazgeçtiklerini söylerler. Resulullah (asm) der:

"Bir peygambere, zırhını giydiğinde, artık geriye dönmesi yakışmaz."(6)

İlave bilgi için tıklayınız:

- İstişarenin kuralları nelerdir? ...

Kaynaklar:

1. Tirmizi, Cihad, 35.
2. İbnu Kesir, II, 128-129.
3. İbnu Hişam, II, 272.
4. İbnu Kesir, II, 128; Yazır, II, 1214.
5. Kutub, I, 501.
6.İbnu Kesir, II, 91; Beydavi, I, 178.

20 İslam'ın esasları nelerdir?

İslâm dini beş şart üzerine bina edilmîştir. Bunlar oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekat vermek ve kelime-i şahadet getirmektir.

- İslam’ın bir rüknü Ramazan ayında oruç tutmaktır. Müslüman oruç tutmakla nefsini terbiye ve tezkiye ederek, onun tahakkümünden ve azgınlığından kendisini korur. Ayrıca çektiği açlık elemi ile kalbinde fakirlere karşı bir merhamet hissi inkişaf eder.

- İslâm’ın bir diğer şartı namaz kılmaktır. Her gün beş vakitte Allah’ın huzuruna durup rüku ve secde ile acz ve kusurunu idrak ile ubudiyetini göstermektir. Namaz külli bir ibadet ve külli bir şükürdür; her Müslümanın üzerine farzdır. Peygamberimiz,

“Namaz dinin direğidir." (Tirmizi, İman, 8) buyurmuştur.

- İslam’ın rükünlerinden birisi de haccdır. Mali durumu ve sıhhati yerinde olan müminlere ömürlerinde bir defa, şer’an tayin edilen belli bir zamanda Kâbe’yi ziyaret etmesi farz kılınmıştır. Farz olan bu ibadetin en büyük hikmetlerinden birisi Müslümanlara dünya çapında bir görüşme ve tanışma zemini hazırlamasıdır.

- İslâm’ın bir şartı da zekat vermektir. Cenab-ı Hak, zenginlere mallarından dinin tayin ettiği belirli bir miktarını Müslüman olan fakirlere, Allah rızası için, vermelerini farz kılmıştır. Zenginlerin fakirlere verdikleri bu mallara zekat denir. Bu şer’an fakirin hakkıdır. İslâmiyet, Müslümanları zekat dışında da fakirlere yardım etmeye teşvik etmiştir. Bunlara da sadaka denir.

- Bir insanın Müslüman olabilmesi için kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Bu şahadetin manası şöyledir:

“Allah’tan başka hak mabut olmadığına, Hazret-i Muhammed’in de onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederim.”

Bu şahadetin birinci kısmı, “Allah’ın varlığını ve birliğini, ortağı ve benzeri olmadığını”, ikinci rüknü ise “Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın kulu olup, insanlara hem imanın esaslarını ve İslâmın şartlarını tebliğle vazifeli olduğunu” ifade eder.

21 On iki yaşında ve on yedi yaşında ergenlik çağına girebilen çocuklar var. Bunların günahları bu yaşlardan itibaren mi yazılmaya başlar, yoksa ortak bir yaş var mı?

İnsanların hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırt edebilmeleri bâliğ olduktan sonra mümkün olduğundan, Rabbimiz mahşerde dünya hayatımızın çocukluk devresinden hesap sormamakta, ancak bâliğ olduktan sonraki günlerimizden başlayarak namaz, oruç gibi ibadet mükellefiyetlerimizi suâl etmekte, böylece dinî mükellefiyetlerimiz büluğ çağından sonra başlamış olmaktadır.

Şu kadar var ki, büluğ zamanı tarih olarak kesin değildir. Erkek on iki (12), kız dokuz (9) yaşından başlayarak, on beş (15) yaşlarına varıncaya kadar geçen her ay ve günde büluğa erme hissi teşekkül edebilir. Oğlanda ihtilâm olma, kızda ise ay hâli görme şeklinde kendini gösteren bu beşerî ve cinsî hissin başladığı günden itibaren mükellefiyetlerin her biri ayrı ayrı amel defterine ya “yerine getirdi” ya da “getirmedi” şeklinde yazılır.

Çocukta on beş (15) yaşına kadar ihtilam veya âdet dönemi olmaz ise, on beş (15) yaşından sonra hükmen büluğ yaşında sayılır.

Allah insanları değişik yapıda yaratmıştır. Bu da mükellefiyet yaşının değişik olmasının bir sebebi olarak gösterilebilir. Ancak ortalamaya tabi tutulduğunda, insanlar hemen hemen yakın dönemlerde büluğ yaşına ermektedir.

22 Parmak çıtlatmak, alkış tutmak günah mıdır?

Camide, namaz için safa girerken, namaza dururken ve namaz içinde parmakları çıtlatmak mekruhtur.

Alkışlamak, o şeyi tasvip etmek mânasına gelen bir harekettir. Her devirde bunun ifadesi ayrı ayrı olmuştur. Nitekim günümüzde de eli ele vurmak suretiyle tasvip ifadesini bulmaktadır.

Denebilir ki, alkışlanan, yâni, tasvip edilen şey, İslâm'ın tasvip ettiği bir mes’ele ise câizdir, değilse câiz değildir. Alkışlanan kimse, alkışı, konuştuğu hakikatı tasvip mânasına almıyor da, kendini gurura sevkeden bir şımartma olarak görüyorsa, alkışlanmasını istememelidir. Böylece riyâya sevkeden şeyden de kendini kurtarmış olur.

23 Din değiştiren (Müslüman iken Hristiyan olan) kimse tövbe edip tekrar İslamiyet'e dönebilir mi?

Müslüman bir kişi Hristiyanlığı seçmekle İslamiyet'ten çıkmış olur. Tekrar tövbe edip İslama girebilir. İnşallah samimi bir tövbe ile günahlarını affettirir.

Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah’ın tövbe edenleri methetmesi (Tevbe, 9/112) ve tövbe kapısını çalan kullarını sevdiğini ifade etmesi (Bakara, 2/222), tövbelerin kabul edileceğinin birer delilidir.

Allah Resulü (asm), kullarının tövbesi karşısında Allah’ın ne kadar hoşnut olacağını şöyle bir örnekle anlatmaktadır:

“Allah’ın kulunun tövbesine sevinmesi şuna benzer: Bir insan azığını, su tulumunu bir deveye yüklemiş, sonra yolculuğa çıkmıştır. Nihayet çorak bir yere vardığında uykusu gelmiş, devesinden inerek bir ağacın altında istirahata çekil miştir. Kalktığında devesinin kaybolduğunu görmüş ve değişik tepelere koşarak onu ara dığı halde bulamamış ve yorgun bir vaziyette, ağacın altına yatmıştır. Tekrar uyandığında devesini yanı başında durduğunu görüp de yularından yapışıp, son derece sevinerek, yanışlıkla; 'Ey Allah! Sen benim kulumsun, ben senin Rabbinim.' (Buhârî, Deavât 4; Müslim, Tevbe 3)

demiştir. İşte Yüce Allah, kendisine tövbe eden kuluna, devesini kaybettikten sonra bulan adamdan daha fazla sevinir.

Tövbenin Allah katında makbul olması için bazı şartlar vardır. Yalnız bu şartlar işlenen günahın çeşidine göre farklılık arz etmektedir. Günahın kime karşı işlenmiş olduğu, onlardan kurtulmak için tövbe yapılırken önem arz etmektedir. Bu bakımdan günahı ikiye ayırabiliriz:

1. Allah Hakkı ile İlgili Günahlar:

Allah hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etme nin üç şartı vardır:

a. O günahı işlediğine pişmanlık duymak: İnsan vicdanında, işlenen günahın bir kötülük olduğu ve kul ile Allah arasında bağlantıyı zedelediğine karar verildiğinde, bir huzursuzluk ve pişmanlık başlayacaktır.

Günah işleyen kul, tövbe kapısına; günahlarını itiraf ederek, bu günahların verdiği huzursuzluk ve pişmanlıkla silkinmiş, uyanık bir kalp ve gönülle gelecektir. Sözü edilen huzursuzluk, şahsı tövbe etmeye iten bir etkendir.

Pişmanlık tövbenin ilk şartıdır. Nitekim Allah Resulü, önemine binaen,

“Tövbe pişmanlıktır.” (İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/376, 423)

buyurmuştur. Pişmanlık tövbenin kendisidir. Pişmanlık olmadan tövbe yapılamaz.

b. Tövbe edilen günahı kesinlikle terk etmek: Tövbe; yalnız bir kalp işi, bir ürperti, irkilme ve gözyaşı dökme şeklinde, soyut bir pişmanlık değildir. Yani tövbe, birtakım iç duygulardan ibaret değildir. Aksine tövbe, derunî duygular üzerine birtakım eylemlerin bina edildiği bir süreçtir. Örneğin, tövbe eden, Allah’ın yasakladığı günahı terk etmeli, imkân ölçüsünde emirlerini yerine getirmelidir. Tövbe ettiği günaha devam etmemelidir. Günahlarına tövbe ettiği halde, onları işlemeye devam eden fert, kendisi ile tezada düşmüş demektir. Böyle bir tavır, pişmanlık olgusu ve günahı tekrar işleme yeceğine dair sözü ile bağdaşmayacaktır. Hâlbuki şahsın, tövbe ettiği günahları hemen terk etmesi, pişmanlığının ve aynı günahı tekrar işlememedeki kararlılığının bir belirtisi olacaktır.

c. Tövbe edilen günaha kesinlikle dönmeme kararı: Geçmişteki günahlarından pişmanlık duyan şahsın, tövbe etmiş olması için, o günahı tekrar işlememeye kesin karar vermiş olması gerekmektedir. Pişmanlık ve tövbe edilen günaha dönmeme kararı, birer kalp işi olduğundan, bunları gerçek anlamıyla yalnız Allah bilebilecektir. Dolayısıyla, kimin gerçek manada tövbe etmiş olacağı insanlar tarafından bilinemeyecektir. Tövbenin sıhhat bulması için, şahsın tövbe ettiği günaha tekrar dönmeyeceğine dair Allah’a söz vermesi gerekmektedir.

2. Kul Hakkı ile İlgili Günahlar:

Kul hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etmenin ise dört şartı vardır. Bu şartlar; yukarıda zikrettiğimiz üç şartla birlikte dördüncü şart ise; hakkı yenilen kulun hakkını sahibine iade etmek ve ondan helallik almaktır.

Kul hakları, mal nevinden ise, aşağıdaki ihtimallerle karşılaşılabilecektir.

a. Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa geri verilmelidir. Burada suçu gizleyerek tövbe etmeye çalışmak yetmez.

b. Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasadduk edilerek zimmetten çıkarılır.

c. Bir şahısta önceki yıllara ait kul hakları var ve sahipleri de belli değilse, gasbe dilen mallar kadar tasadduk eder, hayır-hasenat yapar.

d. Suçlunun yediği bir mal, mislî değil de; kıymeti belirlenebilen cinstense ve şahsın imkânı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir. Buna gücü yetmiyorsa, imkân bulduğunda vermeye niyet etmelidir. İmkân nispetinde, malı sahibine ulaştırmaya çalışıp da bunu başaramayanı Allah’ın affetmesi umulur.

e. Malında ne kadar haram bulunduğunu bilmeyen şahıs, zann-ı galibine göre, bir miktar ayırır ve onu önceki kul haklarını elinden çıkarma niyeti ile dağıtır.

Tövbe edilmek istenen günah, insanın namusu ve şahsiyeti ile ilgili olduğunda; söylenen söz, eğer mağdurun kulağına gitmemişse, tıpkı Allah hakkı ile ilgili günahtan tövbe edildiği gibi tövbe yapılabilir. Bu tür söylenen sözler, mağdurun kulağına gitmiş ise, o zaman şahsa müracaat edilerek, helallik alınması gerekir.

İşte bu şekilde, günahkâr şahıs, utanarak Rabbinden bağışlanmasını ister ve zikrettiğimiz bu şartları yerine getirirse, Allah böyle tövbe eden kulunun tövbesini kabul ederek bağışlayacak ve ona azap etmekten hayâ edecektir.

24 Edille-i şer'îyye / şer'i deliller, yani dinin temel unsurları nelerdir, izah eder misiniz?

Şer'i delillerin esası, Allah’ın kitabı ile Peygamberin sünnetidir. Dinimizin başlıca hükümleri bu iki kaynaktan alınmıştır. Peygamberimiz zamanında şer’i hükümler bizzat Peygamberimiz'den alınır, öğrenilirdi. Edille-i şeriyyenin birincisi olan âyetler indikten sonra, bu âyetler bizzat Peygamber Efendimiz tarafından izah edilirdi. Resûlullâh Efendimizin (a.s.m.) yaptığı bu izahlardan ve içtihatlardan şer'i delillerin ikincisi olan sünnet teşekkül etti.

Peygamberimizin ahirete teşrifinden sonra meydana gelen yeni hadislerden dolayı icmâ ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç söz konusu oldu. Evet zamanın yenilenmesi ile olayların farklılaşması bu ihtiyacı zorunlu kıldı. Nitekim bir hüküm eğer Kitap'ta açıkça mevcut ise onunla amel olunur. Kitap'ta yoksa sünnete müracaat edilir. Orada da bulunmazsa icma ve kıyasa başvurulur.

1) Kur'an-ı Kerim:

Edille-i Şer'iyyenin birincisi, Kur'an’dır. Kur'an-ı Kerim bütün beşeriyetin rehberi olan İlâhî bir kitap ve ebedî hidâyet kaynağıdır. İnsaniyetin ebedi saadet ve selameti bu kutsi kitabın hükümlerine, emir ve tavsiyelerine uymakla mümkündür. Çünkü İslâm dini, Kur'an ile kemal bulmuştur. İslâm şer'iatının esası ve temeli O'dur. Dine ait genel kurallar O'nda özet hâlinde yer almıştır. Zaman ve mekanın değişmesiyle O'ndaki hükümler değişmez. Ezelden geldiği gibi ebede gidecektir.

Bediüzzaman Hazretlerinin güzel ifadeleriyle Kur'ân-ı Kerim:

"Hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi., ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve zât ve sıfat ve esma ve şuun-u İlâhîyenin kavl-i sarihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı. Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ' ve ziyası., ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hadîsi..." dir.

"İnsanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci' olacak çok kitabları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddes.." tir.

Demek oluyor ki, Kur'an-ı Kerim sadece şeriat ve ahkam âyetlerine münhasır değildir. 6666 âyetin sadece 500 tanesi dinî hükümlere aittir. Bu âyetlerde genel kurallar hâlinde ve özet olarak zikredildiği için, şer'i hükümlerin bütün ayrıntılarını ve istikbâlde gelecek yeni hâdiseleri bu âyetlerde açıkça bulmak mümkün değildir. Bu öz hâlindeki âyetlerin açıklanarak beyan edilmesi başta sünnet-i seniyye ve sonra icmâ ve kıyas ile gerçekleşmiştir.

2) Sünnet-i Seniyye:

İslâm dininin Kur'an-ı Kerim'den sonra en büyük temeli hadis-i şerifler ve sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i seniyye kuvvetini Kur'an'dan alır ve O'nun birinci tefsiridir. Müçtehitler Kur'an'dan hüküm çıkardıkları gibi hadis-i şeriflerden de şer'i hükümleri çıkarmışlardır. Buna binaen İslâm dininin Kur'an'dan sonra en büyük esas kaynağı sünnet-i seniyyedir.

Sünnet-i Seniyye'yi, ya gafletlerinden yahut ihanetlerinden dolayı şer'î delil kabul etmeyen bazı çevreler, Müslümanların zihinlerini fazlasıyla karıştırdıkları için, bu şer'î delil üzerinde biraz daha geniş olarak durmak gereği ortaya çıkmıştır.

İslâm dini, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye namıyla iki şubeye dayanır. Hâriciler, "Biz Kur'an'dan başkasına bakmayız. O bize yeter." diyerek Hz. Peygamber'in sünnetini tanımamak istemişlerdir. Yalnız birincisini kabul edipte ikincisinden yüz çevirenler ilk defa Hariciler olmuştur. Hariciler, bunu idraksizliklerinden yapmışlardı. Bir kısım dalkavuk düşmanlar da aynı fikri Müslümanları şüpheye düşürüp İslâmiyeti tahrip etmek niyetiyle yapıyorlar. Bunlar önce Kur'an'a dil uzattılar. Bunu başaramayınca yeni bir entrika çevirerek Peygamberimizin şahsiyyetine çeşitli iftiralarda bulundular. O'nun hayatında güya çeşitli noksanlıklar ve ayıplar bulmaya çalıştılar. Bunda da başarılı olamayınca son çare olarak, "Kur'an bize yeter", diyerek sünnet-i seniyyenin önemini insanların nazarından düşürmeye gayret ettiler. Bu gibi insanlar,Yüce Allah'ın:

"Muhakkak ki, O zikri (Kur'an'ı) biz indirdik, şüphesiz O'nun hıfzedicisi de biziz."(Hicr, 15/9)

âyetiyle Kur'an'ı ve onun tefsiri olan sünneti koruyacağından gafildirler.

Hadis-i şerifler ve onların ortaya koyduğu hükümler anlaşılmadan Kur'an'ı anlamak oldukça zordur. Kur'an'ın anlaşılmasında hadis ve sünnete ihtiyaç zorunludur. Çünkü Kur'an; şeriatın hüküm ve kanunlarının, prensip ve metotlarının metnidir. Sünnet ise; O'nun şerh ve izahı konumundadır. Bundan dolayı bir problemin hükmünü bulmada bir müçtehit için izlenecek yol; bu iki müstakim kaynaktan faydalanarak içtihat yapmaktır. Zira umumiyet ifade eden âyetlerin kapsadıkları hükümleri, mutlak olarak zikredilenlerin de kayıtları hadislerle beyan buyurulmuştur.

Kur'an'daki hükümlerin bir kısmı genel, bazıları özel hükümlerdir. Bunlarda ayrıntılara ait açıklamalar yoktur. İşte Kur'an’da geçen bu ayetleri Hz. Peygamber tefsir ve izah etti. Kur'an'da açıkça ifade edilmeyen hükümleri açıkladı. Çünkü Peygamberin vazifesinden biri Kur'an'ı açıklamak ve izah etmekti.

Ebu Hanife: "Sünnet olmasaydı kimse Kur'an'ı anlayamazdı." demiştir.

Şatıbî, "Sünnet, Kur’an’ı tefsir eder, kim sünneti bilmeden kitaba sarılırsa sünnetten uzaklaştığı gibi Kur’an’dan da uzaklaşır." der.

Ahmed Emin ise şu beyanda bulunur:

"Anlamı kapalı ya da öz hâlinde birçok âyetler vardır. Resûl'ün sözü ve ameli bunları açıklar. Kur'an'ın özet olarak zikrettiği namazı, Nebi'nin davranışı açıkladığı gibi, onun vakit ve keyfiyetini de açıklamıştır. Kur'an, şarabı haram kılmış, şaraptan kastı ve ölçüsünü hadis beyan etmiştir."

"Kur'an'ın söz ve anlamı Allah'dan vahiy suretiyle gelmiştir, sünnetin ise lafızları Resule aittir. Sünnet ve hadisler birçok âyeti açıklamıştır."

Kur'an-ı Kerim'de namazın farz oluşunu ve zekatı emreden birçok emir özet hâlinde zikredilmişlerdir. Bu ibadetlerin nasıl yapılacaklarına dair açıklamalar Kur'an-ı Kerim'de mevcut değildir. Bu açıklama ve detaylara sünnette bulabiliriz.

Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir hadisi şeriflerinde "Sallû Kema Raeytumuni üsalli" (Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, öyle kılınız.) buyurmuştur ki, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) namaz kılma şekli Kur'an'daki namaz kılma emrinin beyan ve tefsiri demektir.

İmran b. Husayn sünneti kabul etmeyen birisine: "Kur'an'da yatsıyı dört rekat akşamı üç rekat, sabahı iki rekat, öğleyi ve ikindiyi de dörder rekat olarak kılınacağını görebiliyor musun?" deyince adam "hayır" dedi. İmran ise, bunları nereden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise onu Resûlullah'dan almadık mı? Kırk koyunda bir koyun zekat vermeyi Kur'an'da bulabiliyor musunuz, deyince adam yine "hayır" dedi. İmran yine bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise Nebi'den almadık mı, diyerek misalleri çoğalttı. Sonra da

"... Resul size neyi verdiyse onu alınız, size neyi yasakladıysa da o şeyden de kaçınınız."(Haşr, 59/7) 

âyetini okuyarak "Bilinmeyen birçok şeyi Resûlullah'dan aldık." dedi.

Eğer sünnet, Kur'an'ı açıklamış olmasaydı, Kur'an sadece teorik bir kitap olarak kalır ve herkesin keyfî yorumuna açık olurdu. Böylece birlikten çok ayrılık ortaya çıkardı. Bu cihet, Kur'an-ı Kerim'de açıktır. İşte bundan dolayı Kur'an'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur'an'a olan ihtiyacından az değildir.

Demek ki, Kur'an da hadis de vahyin semeresidir. Ancak Kur'an vahyin en yüksek mertebesinde gelmiştir. Çünkü Kur'an'ın hem lafzı, hem manası Allah'dan olduğu için Kur'an birinci derecede ise de Kur'an'ı anlama ve hayata uygulama noktasında hadis ve sünnet-i şerif ön plana çıkmaktadır. Çünkü Kur'an'ın getirdiği öz hâlindeki hakikatleri anlamak ancak sünnetle mümkündür. Bu sebeple hadis ve sünnetin getirdiği hükümlere de sımsıkı sarılmak ve ferdî ve sosyal hayata uygulamak zorunludur. Zira sünnet, kitabın tefsir ve beyanıdır.

25 Mürted olan kişinin öldürülmesinin hikmeti nedir? İnsanlar İslam'a zorlanmıyor; çünkü buna kendisi kanaat etmeli, gönlü ve aklı ikna olmuş olmalıdır... Öldürülme tehdidi ile, o insanı bir ömür boyu inanmadığı bir şeyi yaşamaya mahkum etmiş olmaz mıyız?..

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir." (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, s.423)

"... Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır bir hâlete girer." (Asa-yı Musa, Birinci Kısım, s.19)

"Malûmdur ki: A'lâ bir şey bozulsa, edna bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ: Nasılki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilir. Yağ bozulsa, yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de: Mahlukatın en mükerremi, belki en a'lâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşerat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; âdeta şeytanın mahiyetine girerler."

Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben:

"Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın." (Şuara, 26/3)

derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.

İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.(1) Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.

İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi:

"Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak:

"Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım"

diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur."(2)

Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî bir şeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli bir şeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük!.." deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: "Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."(3)

Dipnotlar:

(1) Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
(2) Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72.
(3) Muvatta, Akdiye, 58.

26 Gayri müslimlerle (Hristiyan, Yahudi) ilişkilerimiz nasıl olmalıdır?

Yüce İslâm dini insana büyük değer vermektedir. İnanan ve inanmayan herkes için şefkat kanadını açmış, mü'min ile kâfir arasında ayırım yapmadan bütün insanların aziz ve yeryüzünde hâlife olduğunu ve hepsinin Hz. Âdem (as) ile Havva'dan türediklerini, tanışıp aralarındaki bağları kuvvetlendirmek için onları bölük bölük olarak yarattığını beyan etmektedir. Mü'min olsun olmasın herkese, hattâ her canlı mahluka iyilik yapmak için teşvik etmektedir. Peygamber (asm) buyuruyor:

"Her canlı yaratığa iyilik etmekte sevap vardır." (Buharî, Edebü’l-Müfred, Hadis no: 379)

Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

"Din için sizinle savaş etmeyen ve yurtlarınızdan sizleri çıkarmayan kimselere iyilik ve ihsan etmenizden, onlara adaletli davranmanızdan Allah (c.c) sizleri menetmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever." (Mümtahine, 60/8)

Peygamber (asm) buyuruyor ki,

"Üç çeşit komşu vardır: Bir hakkı olan komşu (hakkı en az olan komşu budur), iki hakkı olan komşu ve üç hakkı olan komşu. Bir hakkı olan komşu Müslüman olmayan komşudur. İki hakkı olan komşu, Müslüman olan komşudur. Bir hak İslâm'ın, diğer hak da komşuluğundur. Üç hakkı olan komşu ise; komşu, Müslüman ve akraba olan kimsedir. Bir hak İslâm'ın, bir hak komşuluğun, diğer bir hak ise akrabalığın hakkıdır." (Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 5/207; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/164).

Görüldüğü gibi insan, Müslüman olmasa da muhteremdir. Hakkına tecavüz etmek şöyle dursun kendisine yardım edip iyilik etmek ve kalblerini rencide edecek söz ve davranışlardan son derece uzak kalmak lazımdır.

İslâm dini hakimiyeti altında yaşayan gayri müslimlere büyük bir hak ve geniş bir hürriyet tanıyor. Şöyle ki:

1. İnanç ve ibadetlerinde hürdürler. Diledikleri gibi ibadet edebilirler. Haç ve mabedlerine dokunulmaz. Peygamber (asm) "Onlan ibadetleriyle baş başa bırakınız." buyuruyor. Hatta Müslüman bir kimsenin karısı gayrimüslim ise kiliseye ve havraya gidebilir. Kocası onu menedemez. Gerekirse onu korumak için kiliseye kadar kendisiyle birlikte gidebilir.

2. Dinimizce, domuz gibi, haram olan şey, onlar için helal olduğu takdirde onlara dokunmamız caiz değildir.

3. Evlenmek, boşanmak ve nafaka gibi, ahvâl-i şahsiye meselelerinde serbesttirler.

4. İslâm dini, akıl ve mantık çerçevesi dahilinde onlara münazara hakkını veriyor. Onlarla münazara yaparken onları rencide edecek söz ve davranışlardan sakınmak lazımdır. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

"Ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin." (Ankebût, 29/46)

5. Hristiyan ve Yahudilerin yemeklerini yemeyi ve kadınlarıyla evlenmeyi mubah kılmış. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

"Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (Yahudi, Hristiyan v.b. nin) yiyeceği size helaldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mihirlerini vermeniz şartıyla size helâldir..." (Mâide, 5/5)

6. Onların ziyaretlerine gitmek ve hastalarının halini sormak mubahtır.

7. Müslümanlarla alışveriş mubah olduğu gibi, gayrimüslimlerle alışveriş de mubahtır.

8. Kurban kesilirse komşulara ikram etmek sünnet olduğundan, gayri müslim komşulara da ikram edilebilir.

9. Müslüman olmayan kimseye hediye vermek ve ondan hediye almak da caizdir. Çünkü Mekke-i Mükerreme fethedilmeden önce, Mekke'de büyük bir kıtlık baş gösterdi. Bunun üzerine Peygamber (asm) Mekke fakirlerine dağıtılmak üzere beş yüz altın gönderdi (İbn Abidin, 2/67).

“Yahudi ve Hristiyanları dost tutmayınız." ayetine rağmen onlarla nasıl anlaşma yapılabilir?

“Yahudileri ve Hristiyanları dost tutmayınız.” meâlindeki âyet-i kerimeyi yanlış değerlendirerek, Hristiyan âlemiyle yapılan askeri paktlara ve ticarî anlaşmalara karşı çıkan bir takım çevrelere, Üstad Bediüzzamanın verdiği cevabın bir bölümünde, bakınız ne buyuruyor:

“...onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat'iyyen nehy-i Kur'anîde dâhil değildir.” (bk. Münazarat, s. 41)

Bu ifadelerde, dünya saadetinin esasının asayiş olduğu nazara verilmiş. Anarşinin ve harplerin dünyayı kasıp kavurduğu günümüzde, bu tespitin ne kadar yerinde olduğu çok daha iyi anlaşılıyor.

Bediüzzaman Said Nursi, “dostlara karşı mürüvvetkârane muaşeret, düşmanlara karşı da sulhkârane muamele” tavsiye edilir. Bugün Avrupa ve Amerika’da nice insanlar İslâmla müşerref oluyor ve hidayet nimetine kavuşuyorlarsa, bunun sebebi sulhtur, harp değil.

Dinimiz Yahudi ve Hristiyan kadınla evlenmeyi dahi caiz görmüştür. Onlarla arkadaşlık kurmak caizdir. Bu vesile ile dinimizi de onlara tanıtmış oluruz.

27 İslam'da düşünce özgürlüğü ve Hz. Zeyneb'in Hz. Zeyd ile evliliği konusunu açıklar mısınız?

İnsan kuldur. Allah insanın yaratıcısı ve dinin göndericisidir. Bu insanı yaratan Allah, onun gerek ferdi gerek içtimai hayatta hangi kurallara göre yaşayacağını elbette insandan daha iyi bilmektedir. Bunun için ibadetler başta olmak üzere temel konularda kurallar ve hükümler koymuştur. Bu hükümlere uymak insanın vaizfesidir. Çünkü bu hüküm ve emirler yaratıcının emridir.

Dini emirlere mutlak itaat gerekir. İnsan ancak bu şekilde bir dinin müntesibi olur. Ancak İslam insanın bir çok alanda kendi aklına göre yaşamasını kendi kararlarını almasını, aklını kullanmasını öngörmüştür. Temel bazı konular dışında bir çok meselesini akla havale etmiştir. İslam Peygamberi (asm) dünya işlerinde çoğu zaman ashabıyla istişare etmiş. Mesleğinin erbabı olan kişilerin bilgisine müracaat etmiş "Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz demiştir." buyurmuştur. İslam dinindeki farklı mezheb, meşreb ve ekollerin olması ve İslam âlimlerinin bir zaman bütün ilimlerde en ileri seviyelere ulaşmaları düşünce özgürlüğünün ürünüdür.

İslam'da düşünce özgürlüğünün olmadığını iddia edenler Allah'ın emirlerine itiraz edilememesini öne sürmektedirler. Bu itiraz Ahzab sûresinden 36. âyet-i kerîmesinde belirtilen

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

Hz. Zeyneb'in Hz. Zeyd ile nikahlanmasının âyetle emredilmesine karşıdır.

Âyetteki, Hz. Zeyneb'in Hz Zeyd'le evlenmesinde Hz. Zeyneb'e seçim hakkı bırakılmadığı konusuna itiraz edilmiştir. Çok fazla sürmeyen bu evliliğin büyük hikmetleri vardır. Peygamberimiz (asm)'in ve ashabının hayatı daha sonraki gelecek Müslümanlar için bir modeldir. Bu hikmetle bir çok olayın aslı o zaman yaşanmıştır. Vahiyle yapılması emredilen bu evliliğinde, yanlış olan cahiliye âdetlerinden birisini kaldırmaya yönelik olma hikmeti vardır. Bir seneden fazla devam etmeyen evlilikte Hz. Zeynebin Hz. Zeyd'den ayrılmak istediğinde ayrılmasına izin verilmesi, mutlak bir zorlamanın olmadığını gösterir.

Bilindiği gibi Allah elçisinin en önemli tebliğ metotlarından biri de Allah tarafından gelen emir ve yasakları önce kendisinde uygulaması, şayet bunları kendi şahsında uygulama imkânı yoksa veya böyle bir imkân bulamamışsa, o emir ve yasakları en yakın akrabasında uygulaması idi. Zira o, insanları bir tarağın dişleri gibi eşit kabul ediyordu. Ona göre, Allah korkusu ve takvadan başka hiç bir faktör insanlara ayrıcalık getirmemeliydi. Nitekim Kur'ân bu konuda;

"Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır." (Hucurât, 49/13)

diyordu. Buna göre Câhiliyye döneminden beri devam edip gelen imtiyazlı sınıf hakimiyeti ortadan kalkmalıydı. İslâm toplumu, eşitlik ve adalet üzerine kurulmalıydı. Bunun için de en hassas konulardan biri olan evlilikle bu iş gerçekleşmeliydi. Medine'ye hicret eden halasının kızı ve Abdullah b. Cahş'ın kız kardeşi olan Zeyneb, bu iş için bulunmaz bir fırsattı. Zeyneb'in evliliğinden söz edildiği bir günde eski ve kötü âdetin kaldırılma zamanının geldiğine hüküm ederek Zeyneb'i evlatlığı Zeyd için istedi. Fakat ne Zeyneb ne de kardeşi Abdullah, soylu ve hür bir kadının azad da edilmiş olsa bir köle ile evlenme teklifini hoş karşılamadılar. İkisi de dayızadeleri olan Allah'ın elçisine böyle birinin kendileri için uygun olup olmayacağını sordular. Onlara göre eşraftan birinin kızı azad edilmiş bir köle ile evlenemezdi. Zeyneb daha da ileri giderek kendisinin böyle biri ile evlenemeyeceğini söylüyordu.

Rasûlüllah, Zeyd'in İslâm'daki ve kendi yanındaki değerini onlara anlatıp onun ana ve baba tarafından da soylu bir kimse olduğunu söyledi. Ancak onlar, Allah elçisine olan derin sevgi ve muhabbetlerine ve ona itaat etme konusunda son derece titiz davranmalarına rağmen, bu evliliğin gerçekleşmesini istemiyorlardı. Bunun üzerine;

"Âllah ve Rasûlü bir işe karar verip hükmettiği zaman, mü'min bir erkekle, mü'min bir kadın için işlerinde muhayyerlik (seçme hakları) yoktur. Kim, Allah ve Rasûlüne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklık etmiş olur." (Ahzâb, 33/36)

âyet-i kerimesi nâzil oldu. Bunun üzerine Zeyneb, Allah ve Rasulünün emrine itaat etmek için Zeyd ile olan evliliğe razı oldu. Fakat bu evlilik pek iyi işleyen bir seyir takib etmedi. Bu sebeple ancak bir sene kadar devam etti. Bununla beraber, İslâm'ın yerleştirmek istediği eşitlik ve adalet anlayışı artık kök salmış ve örnek bulmuş oluyordu. Bununla beraber bu evlilik hayatı, ikisine de mutluluk getirmedi. (Bu evlilik esnasındaki olaylar ve Zeyd'in durumu hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul 1991, 233-235) Çünkü, Zeyneb, dindar ve Allah'tan korkan bir kadın olmasına rağmen sülalesi, güzelliği ve asaleti ile iftihar ediyor, azadlı bir köle olan kocasına iğneleyici sözler söyleyip tepeden bakıyordu. O, akrabasının evine bir köle olarak giren bir azadlının nikahı altında bulunmayı bir türlü hazmedemiyordu. Bu sebeple de her fırsatta kocasının kalbini kırıyordu. Zeyd artık buna dayanamadı. Hz. Peygamber (asm)'e müracaatla karısını boşamak istediğini bildirdi. Rasûlüllah, bu durumdan çok müteessir oldu. Çünkü evlenmelerini bizzat kendisi istemişti. Bu sebeple her defasında "Âllah'tan kork, karını boşama." (Ahzab, 33/37) diyordu. Bununla beraber bu evlilik yürümedi ve Zeyd, karısını boşamak zorunda kaldı. Böylece Zeyneb binti Cahş serbest kalmış oldu.

Aradan bir süre geçtikten sonra bu defa sıra başka bir kötü âdedin kaldırılmasına gelmişti. Bu ise evlatlıkların hanımlarının öz evladın hanımı kabul edilip öz gelin muamelesine tabi tutulması idi. Bu sırada İslâm hukukî bakımından evlatlık müessesesini temelden değiştirmiş ve bir kişinin sadece öz babasına nisbet edilebileceğini ilkesini getirmişti. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlamda şöyle denilmektedir:

"Onları (evlatlıklarınızı) babalarının ismiyle çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız o halde (onlar) din kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzab, 33/5).

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm)'in evlatlığı olan Zeyd de, Zeyd b. Hârise diye çağırılmaya ve daha sonraki nesillerce de bu isimle anılmaya başlandı (Ahmed b. Abdullah et-Taberî, es-Simtu's-emin, 106). Zeyd, Hz. Peygamber (asm)'in evlatlığı idi. Buna göre onun hanımı olan Zeyneb de Rasûlüllah'ın öz gelini değildi. Evlatlık müessesesinin Kur'ân'ın emri ile kaldırılmasından sonra bunun bir kalıntısı olan "evlatlık hanımlarının, evlad edinenler tarafından alınmayacağı" anlayışının da kaldırılması gerekiyordu. Uygulamadaki prensibe göre bu âdetin kaldırılmasında en uygun durumda olan ise bu defa Hz. Peygamber'di. Hz. Peygamber de bunu biliyordu. Ancak ortaya çıkacak fitne ve dedikodular onu korkutuyordu. Ama İslâm'ın getirdiği bu prensip, kesinlikle kendisi üzerinde uygulanacaktı. Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle ifade edilir:

"Âllah'ın açığa çıkarıcı olduğu şeyi kalbinde gizliyordun. Ve halktan korkuyordun. Halbuki korkulmaya en ziyade layık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından alakasını kesince biz onu sana zevce (eş) yaptık ki, mü'minlere evlatlıklarının kendilerinden alakalarını kestikleri (boşadıkları) zevcelerini almakta bir müşkülat olmasın. Allah'ın emri yerine gelecektir." (Ahzab, 38/37)

Bu ayetin inmesinden sonra Hz. Peygamber de, “Zeyneb’in yanına gidip, bu evliliği kim müjdeler? Yüce Allah beni Onunla evlendirdi.” demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber’in hizmetçisi Selma bu haberi Zeyneb’e götürmüş, Hz. Zeyneb de ona gümüş ayak bileziklerini hediye etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber de onunla evlenmiştir. (İbn Sad, Tabakat, VIII, 72; Taberî, Târîh, II, 563; İbnü’l-Cevzî, Tarihü’l-mülük, III, 226)

Kuran ayeti ile meydana gelen bu evlilik, Câhiliyye döneminin kötü bir âdetini daha ortadan kaldırmış oluyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm), hem Zeyneb'in hem de akrabalarının ilk arzuları doğrultusunda onunla nikahlandı.

Hz. Peygamber (asm) Zeyneb'le evlenince münafıklar dedikodu yapmaya başladılar. Onlar, işi o kadar ileriye götürdüler ki, "Muhammed oğlun karısının babaya haram olduğunu bildiği halde kendisi oğlunun hanımını nikahladı." dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Ahzab süresinin kırkıncı âyetini indirdi. Burada meâlen:

"Muhammed, erkeklerinizden birinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab, 33/40)

denilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in yapmak istediği ıslâh, İslâm'ın bu defa evlilik yasakları mevzuunda, evlad edinilmiş (evlatlık) ile öz evladı aynı gören âdet hakkında idi. Bir şahsın evlatlığından boşanan veya dul kalan kadını, ebedî olarak böyle bir baba ile evlenemiyordu. Bu âdet o kadar köklü bir şekilde yerleşmişti ki, Müslümanlar arasında bile hiç kimse böyle bir evliliği düşünemezdi.

Gerçekten, bu kadar basit ve bazı reformların yapılmasına yönelik olan bu izdivacı, bilhassa İslâm düşmanları ve Batı'nın müteassıb yazarları dillerine dolayarak bu konuda çeşitli senaryolar hazırladılar. Buna göre, Hz. Peygamber (asm), Zeyd'in evde bulunmadığı bir sırada onu aramaya gelmiş, evde Zeyneb'i görmüş ve ona hayran olmuştur. Bunun üzerine Zeyd, hanımını boşamıştır. Bu şekilde düşünenlerin tamamının gözden kaçırdıkları bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu noktaları bilmeyerek değil, kasıtlı olarak gözden uzak tutmaya çalışmışlardır. Bunlar, Zeyneb'in Hz. Peygamber (asm)'in yakın akrabası olduğunu, onun Medine'ye hicret eden ilk Müslümanlar arasında bulunduğunu, Rasûl-i Ekrem'in Zeyd ile evlenmeden önce Rasûlüllah'a varmak istediğini kabul ediyorlar. Sonra da ilk münafıkların yaptığı gibi iftirada bulunmaktan da çekinmiyorlar.

Şayet Hz. Peygamber (asm), Zeyneb'i almaya istekli olsaydı, onu bakire iken almasına kim mani olabilirdi? Acaba Hz. Peygamber daha önce halasının kızı olan Zeyneb'i görmemiş miydi? Bunu söylemeye imkân var mıdır? Hz. Peygamberin Zeyneb'le olan evliliğinden önce kadınlar tesettüre (örtünmeye) riayet etmiyorlardı. Çünkü bu dönemde tesettürle ilgili emirler henüz gelmemişti. Zeyneb'in gerek Zeyd, gerekse Hz. Peygamber ile evlenmesi hicâb (örtünme) âyetlerinden önce idi. Buharî ve diğer sahih hadis kaynaklarında hicâb âyetinin inmesi ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Buna göre bunların inmesi, Hz. Peygamber (asm)'in Zeyneb'le evlenmesinden sonra olmuştur [Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Buharî, Tefsiru'l-Kur'ân (33) 8; Kazıcı, a.g.e., 239-241].

Tamamen hayal mahsûlü olan ve münafıkların dedikodusu sebebiyle ortalığa yayılan fitneden dolayı, bu izdivaçla ilgili olarak müsteşrik ve misyonerler büyük bir faaliyetin içine girmişlerdir. Bu konuda bir piyes yazanlardan biri Woltaire'dir. Woltaire, tarihî gerçeklerle taban tabana zıt olan piyesi yazarken papadan iltifat görmüştü. Daha önce afaroz edilmişken yazdığı bu tiyatro eseri üzerine papa tarafından "Oğlum Voltaire..." diye başlayan bir mektup alarak iltifata nail olmuştur (Bu piyes hakkında daha geniş bilgi için bk. Zekai Konrapa, Peygamberimiz, İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşere, İstanbul 1963, 485-487).

Dinsizliği kabul ettiği bildirilen bu adam, sadece İslâm'a hücum ettiği için papa tarafından affedilmekle kalmamış, aynı zamanda da papanın "oğlum" hitabına mazhar olmuştur. Gerçekte normal bir evlilik olan bu izdivaç, bilhassa İslâm düşmanları tarafından devamlı olarak gündemde tutulmaya çalışılmıştır. Bunun sebebi de herhalde dinî taassub olsa gerektir.

Hz. Peygamber (asm) ile evlendiği zaman otuz beş yaşında bulunan Zeyneb binti Cahş'ın düğününde Rasûlüllah, büyük bir ziyafet vermişti. Hicretin beşinci yılında meydana gelen bu izdivacın, üçüncü yılda olduğunu söyleyenler olmuşsa da bu görüş pek doğru kabul edilmemektedir. Çünkü hicâb âyeti bu evlilikten sonra inmişti.

Hz. Zeyneb, Rasûlüllah'ın diğer hanımlarına karşı övünür ve "Sizi Peygamberle aileleriniz evlendirdi. Halbuki beni yedi kat göklerin üstünden Yüce Allah evlendirdi." diyordu. İbn Kesir'in naklettiği bir habere göre Zeyneb, Hz. Peygambere "Diğer hanımlarının sana karşı nazlanamayacağı üç şeyle nazlanabilirim." demiş. Bunlar:

1. Senin dedenle benim dedem aynı kişi (Abdülmuttâlib)dir.
2. Beni sana nikâhlayan Allah'tır.
3. Aradaki elçi Cebrail aleyhisselâmdır (İbn Kesir, el-Bidaye ve'n Nihaye, IV, 148).

Hz. Zeyneb'in bu şekilde övünmeye de hakkı vardı. Zira o, hem güzel, hem Hz. Peygamber (asm)'in akrabası hem de nikahı Allah tarafından kıyılmıştı. Hz. Aişe bu sebeple onu kıskanmaktan kendini alamamıştır. Hatta "Allah'ın ona yaptığı ikramdan dolayı bize karşı üstünlük taslar demiştim." diyen Hz. Aişe, bu hareket ve davranışında yanılmamış görünmektedir (İbn Hacer, el-İsâbe, IV/307). Zira bizzat Zeyneb, Hz. Peygamber'in huzurunda: "Ya Rasûlüllah! Allah'a yemin ederim ki ben, senin diğer eşlerinden biri gibi değilim. Onları babaları, kardeşleri veya aileleri evlendirdi. Benden başka, Allah'ın gökte seninle evlendirdiği var mıdır?" diye soruyordu (İbn Sa'd et-Tabakat, VIII/102-103; İbn Hacer, el-İsâbe, IV/307).

Keza, İbn Sa'd'da bulunan başka bir habere göre Hz. Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb, annesinin Zeyneb binti Cahş'tan bahsederken ona rahmet okuduğunu ve Hz. Aişe ile onun arasında meydana gelen bazı hadiselere değindiğini söyleyerek şöyle der:

"Zeyneb dedi ki: Vallahi ben, Peygamberin diğer kadınları gibi değilim. Onlar, mehirle evlendiler. Onları akrabaları evlendirdi. Beni ise Allah, kendi elçisi ile evlendirdi. Allah, kitapta (Kur'an) benim hakkımda âyet indirdi. Müslümanlar onu okurlar ki, bu ebediyyen değişmez." Ümmü Seleme dedi ki: "Peygamber onu severdi. O, saliha, çokça namaz kılan, oruç tutan ve sadaka veren bir kadındı." (İbn Sa'd, et-Tabakat, VIII/103).

Soru: Evlatlıklarının eşlerinin boşanmasından sonra onlarla evlenilebileceğini göstermek için neden illa ki uygulamalı olması icap etmiştir?

- Bu konu, Cahiliye dönemimde son derece yaygın bir kanaatti. Eskiden beri toplumda yer alan bir inancın ortadan kaldırılması oldukça zordur. İçki yasağının dört safhada ancak tamamen yasaklanmış olması bunun göstergesidir.  Böyle bir inancın yanlışlığını ortaya koymak için, bizzat Hz. Peygamber (asm)’in şahsında uygulaması en kestirme bir yol ve en inandırıcı bir düzenlemedir.

- Bu arada, Hz. Peygamber (asm) için de çok zor bir imtihan olmuştur. O da bir sınav vermiş, bütün zerrelerine kadar böyle bir uygulamadan çekindiği halde, Allah’ın emri karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. “Büyüklerin imtihanı da büyük olur.” sözü, herhâlde bu gibi imtihanlar için söylenmiştir.

- Allah’ın hikmeti, bu uygulama ile bir yandan yeni bir hüküm ortaya konmuş, diğer taraftan Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini pekiştirmeyi hedeflemiştir. Nitekim, bu durum o zaman hemen fark edilmiş ve Hz. Aişe

“Eğer Hz. Peygamber (asm) Kur’an’dan bir şey gizleseydi, (konuyla ilgili) bu ayeti gizlerdi.”

demiştir. Hz. Enes ve daha başka sahabilerden de bu konuya dikkat çekenler olmuştur. Daha sonraki alimler de bu hususu, Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliğinin açık bir delili olarak görmüşlerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'ın emri üzerine Peygamberimiz''in Hz. Zeynep binti Cahş ile evlenmesi nasıl olmuştur? Bu evliliğin hikmeti nedir?

28 Bir Müslüman'ın yirmi dört saati nasıl olmalıdır?

Konuyla ilgili farklı bir değelendirme ve önemli bir iç muhasebe için aşağıdaki yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz.

Peygamberin Bir Günü

O BİR KUL ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.
Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.

O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.

“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.

O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.

Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.
Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.
Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.

O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.
Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.

O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.
Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.
Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?
Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.
Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.
Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.
Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.

Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.
Delili mi?
İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ı Saadet...

Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.

İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”

O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.

Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi... Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar... Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca... Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “...getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.

Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor. Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “... Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”

Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.

Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.

“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.

Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.

Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.

Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:
“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik...”
“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik...”
“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”
Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.
Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”

Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.

Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.

Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...”

Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.
Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”

Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”

Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur...”

Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.
Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever.

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor.

Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.

İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti.

İlave bilgi için ntıklayınız:

Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in bir günü nasıldı?

29 İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?

Komşu: Aynı mahalle veya çevrede yaşayan insanların birbirlerine göre aldıkları ad.

Türkçe'de yaygın şekliyle fiziki olarak birbirine yakın veya bitişik yerlerde yaşayanlara komşu denir. Yakınlık veya bitişik olma ev bakımından, iş yeri, arazi veya şehir itibariyle de olabilir. Dilimizdeki iş yeri komşusu, arazi komşusu, komşu köy, komşu kaza, vilâyet tâbirleri bunu ifade eder.

Araplar komşuya "car" derler. "câr" evi diğerinin evine bitişik (mücâvir) olan, birbirini himaye eden, koruyan, birinin yardımına ve imdadına koşan anlamlarına gelir.[1]

Köyde, kentte, tarlada, bahçede birbirine komşu olan insanların ve özellikle Müslümanların huzur içinde yaşamaları için gerekli şartlardan, beşeri şartlardan biri de beşerî münasebetlerini iyi düzeyde tutmalarıdır. Bu sebeple yüce dinimiz komşuluk hakkına büyük önem vermiştir.[2]

Komşuluk, toplum hayatımızda yeri ve önemi inkâr edilemeyen içtimâî bir müessesedir ve insanların toplum halinde yaşamalarının zarûrî bir neticesidir. İnsan sosyal bir varlık olduğuna, bu sebeple tek başına yaşayamayacağına göre etrafında komşuların olması kaçınılmazdır.[3]

Allah Teâlâ, yakınımız olsun olmasın bütün komşularımıza iyi davranmamızı, iyilik etmemizi emreder:

"Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi eş (ve ortak) tutmayın. Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinin mâlik olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik edin. Allah kendini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez."[4]

Aileden sonra hukukuna en çok riâyet etmemiz gerekenler, yan yana bir arada yaşadığımız komşularımızdır. Komşu hakkı, dinimizde çok önemli bir yer tutar. Aile yuvasında olduğu gibi komşularıyla da iyi geçinmek ve yardımlaşmak şarttır. 

Akşam-sabah yüz yüze geldiğimiz, her zaman görüştüğümüz insanlar, komşularımız sayılır.

Büyük müfessir İmam Kurtûbî bu âyetin tefsirinde:

"Görmüyor musun? Allah ana babaya ve akrabaya iyilikten sonra komşuları zikretmiş ve haklarına riâyet edilmesini emretmiştir." diyerek, konunun önemine dikkat çekmiştir.[5]

Nisâ suresinin 36. âyetinde, yakın komşu ve uzak komşu olarak iki kelime geçmektedir. Değişik ölçülere göre komşu sınıflamaları yapılır. Bunlardan evleri yahut evlerine giriş kapıları birbirine bitişik olanlara "kapı komşusu" adı verilir.

Yakın komşu: Akraba veya evleri birbirine yakın olanlara "yakın komşu" denir. Uzak komşu: Evleri birbirine pek yakın veya akraba olmayan yahut gayri müslim (Yahudi, Hristiyan) olanlara da "uzak komşu" denir.

Burada zikredilen yakınlık-uzaklık meselesinde tam bir açıklık yoktur. Kapı komşusu dışında olanlar veya akraba haricindekiler yakın komşu mu, uzak komşu mu kabul edilecektir? Ne kadar yakınlık, ne kadar uzaklık bu hususta ölçü olarak alınacaktır? Rivâyete göre Hz. Aişe (R.Anhâ) bunun her taraftan kırk evlik bir mesafe olduğunu ve bunlar arasında komşuluk hukukunun olacağını söylemiş, Hz. Ali (ra) de bir kimsenin sesinin duyulabileceği yere kadar olan mesafe içinde kalanların komşu sayıldığını ifade etmiştir.[6]

KOMŞULAR ÜÇ GRUBA AYRILIR:

Hz. Peygamber (asm)'in yaptığı bir sınıflamaya göre hakları yönünden komşular üç gruba ayrılır:

1. Üç hakka sahip komşular: Bunlar hem akraba, hem Müslüman olanlardır. Bunların komşu, akraba ve Müslüman olmaktan doğan üç çeşit hakları vardır.

2. İki hakka sahip komşular: Akraba dışındaki Müslüman komşular. Bunların komşu ve Müslüman olmaktan ileri gelen iki çeşit komşuluk hakları vardır.

3. Bir hakka sahip komşular: Akraba ve Müslüman olmayanlardır. Bunlar, akraba olmayan Ehl-i kitap (Yahudi, Hristiyan) veya müşrik komşulardır. Bunların sadece komşu olmalarından kaynaklanan bir tür hakları bulunur.[7]

Kısaca belirtmek gerekirse, komşu tabirine, Müslüman, Yahudi, Hristiyan, kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, mukim-misafir, zararlı-zararsız, yakın-uzak istisnasız bütün komşular dahildir.

Kelimenin Arapça karşılığından da açıkça anlaşılacağı gibi, "birbirine yakın, bitişik (mücâvir) olma"nın getirdiği bir takım sosyal vecibeler ve ilişkiler düzeni vardır. Bunlara genel ifadesiyle "komşuluk" denir.

Komşuluk ilişki ve vecibeleri, küçük yerleşim bölgelerinde (köy, kasaba vb.) sosyal dayanışma ve bütünleşme açısından çok önemlidir ve titizlikle korunmaya çalışılır. Eskilerin "ev alma, komşu al" sözü de bu hassasiyetin bir ifadesi sayılır.

Gerçekten kapalı cemaat arz eden ve şehirleşmenin az olduğu yörelerde komşular birbirlerini ziyarete giderler, yardımlaşırlar, korurlar.

Halk arasında komşu olmadıkları halde bir eve sık sık ziyaret yapan kimseye "Komşu kapısına çevirdi." denmesi sözü edilen ilişkiler ağının yoğunluğunu gösterdiği gibi, "Komşuda pişer, bize de düşer.", "Komşu ekmeği komşuya borçtur." tarzındaki atasözleri de aynı ilişkiler yapısının mahiyetini tüm açıklığıyla ortaya koyar.[8]

HADİS-İ ŞERİFLERDE KOMŞULUK

Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Hureyre (ra)'den rivâyet edilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

"Vallâhi mü'min değildir, vallâhi mü'min değildir, vallâhi mü'min değildir."
- Kim Ya Rasulallah, diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
- Komşusu, belâlarından emin olmayan kimse (mü'min değildir)."[9]

Hadiste, "mü'min değildir" sözü olgun, kâmil mü'min değildir, anlamındadır. Zira bu hareket ebedî cehennemde bırakacak imansızlık hareketi değildir. Diğer bir ifade ile bu hareket olgun mü'min olmak için gerekli, fakat iman etmiş olmak için şart değildir.

Müslim'in naklettiği diğer bir rivâyette hadis şöyledir:

"Komşusu, zararından emin olmayan kimse cennete giremez."[10]

Hadiste geçen "Cennete giremez." ifadesinden de "Kıyamette ilk önce kurtulmuşlar içinde cennete giremez" şeklinde anlaşılmalıdır. Yani bu hareketinin cezasını çeker, sonra cennete girer. Şâyet komşuya eza etmenin günah olmadığı görüşünde ise, durumu cehenneme girmeyi zaruri kılmış olur.

Hadisimiz, komşuya eziyetten sakınmayı, onlara kötü hareketlerden kaçınanın imanının kemâle erdiğini, komşuya verilen zararın Allah'a isyana, onun da cehennem azabına götüreceğini ifade etmektedir.[11]

İyi Komşularla Beraber Olmak

Allah'ın iyi kullarına ölüm anında şöyle hitap edilir:

"Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarımın arasına katıl ve (onlarla birlikte) cennetime gir."[12]

Hz. Ali (ra)'den şöyle rivâyet edilmiştir:

"Resülullah (asm) bize ölülerimizi sâlih kimselerin içerisine defnetmememizi emretti ve kötü komşudan diriler incindiği gibi ölüler de incinir, buyurdu."[13]

İnsan için hem bu dünyada hem de ahirette iyi kimselerle beraber olmak mutluluk ve huzur vesilesi olur. Dünyada iyi kimselerle beraber olmak, iyi komşularla beraber olmak demektir. İyi komşularla beraber olmak, hiç şüphesiz ki Cenab-ı Hakk'ın insana büyük bir lütfudur. Bu sebeple iyi komşulara sahip olan kimseler bundan dolayı ayrıca Allah'a hamd etmelidirler. Çünkü huzur ve saadetimizi sağlayan bir çok şey vardır. Bunlardan biri de iyi komşulardır. İyi komşularla beraber olan kimse mutlu ve huzurlu olur. Onun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hadis-i şeriflerinde buyurmuştur:

"Ev almadan önce komşunuzu, yola çıkmadan önce arkadaşınızı araştırınız."[14]

Bir atasözümüzde bu hadis-i şerif, "Ev alma, komşu al" şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü komşu evden daha önemlidir. Komşular kötü ise en güzel evde bile insan rahat edemez, huzuru kaçar. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (asm), kötü komşudan Allah'a sığınmamızı emrederek şöyle buyurmuştur:

"Devamlı ikamet ettiğiniz yerdeki kötü komşudan Allah'a sığınınız. Çünkü göçebelik anındaki kötü komşu geçicidir."[15]

Peygamberimiz, başka bir hadis-i şeriflerinde, insanı mutlu ve huzurlu kılan üç şeye temas ederek şöyle buyurmuştur:

"İyi komşu, uysal bir binek ve geniş ev, kişinin saadetini sağlayan unsurlardandır."[16]

Peki, hadis-i şeriflerde methedilerek huzur ve saadetimizin kaynağı olduğu belirtilen iyi komşu kimdir? İster istemez insanın aklına böyle bir soru gelmektedir. Buna şöyle cevap verebiliriz:

"Komşuların birbiri üzerinde komşuluk hak ve hukuku vardır. İyi komşu, bu hak ve hukuka riâyet eden ve komşularına karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getirendir. Peygamber Efendimiz bu hususa temas eden hadis-i şeriflerinde de:

"Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşı için en hayırlı olandır. Allah katında komşuların en hayırlısı da komşusu için en hayırlı olanıdır." buyurmuştur.[17]

Komşu Hakkı

Yüce dinimiz İslamiyet'e göre komşunun komşu üzerinde hakları vardır. Buna komşuluk hakkı diyoruz. Dinimiz komşuluk hakkı üzerinde çok durmuştur. Hz. Aişe R. Anha'dan rivâyet edilen hadis-i şerifte Rasülullah (asm):

"Cibril bana komşu hakkını o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim."[18]

Demek ki, komşu hakkı o kadar büyük ki, Cebrâil (a.s.) defalarca Peygamber Efendimiz (asm)'e gelip komşu hakkının öneminden bahsetmiştir.

Hadisteki, "Komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim" ifadesi komşunu komşusu üzerindeki hakkını açıklamak için getirilmiştir. Çünkü İslam'ın ilk yıllarında kardeşlik ahdi de mirasçı olmayı gerektiriyordu. Sonraları bu kaldırılarak mirasın sebepleri olarak, soy yakınlığı, nikâhtan dolayı yakınlık ve velâ akdi yürürlükte bırakılmıştır.

Hadis, komşu hakkının yüceliğine, onunla yardımlaşma ve güzelce ikramda bulunmanın gerekliliğine, komşuya zarar vermemeye, hastalanınca ziyaret etmeye, sevinçli ve kederli günlerinde yanlarında bulunmaya işaret etmektedir.[19]

Komşular Arasında Yardımlaşma

Yüce dinimiz İslamiyet kadar yardımlaşmaya önem veren hiçbir din ve nizam yoktur. Dinimiz genel olarak hayatın her safhasında yardımlaşmayı emretmiş, öyle ki zenginlerin mallarında fakirlerin hakkının olduğunu belirtmiştir.[20] Komşular arasında yardımlaşma daha da önemlidir. İnsanın başı darda kaldığı zaman ilk olarak müracaat edecek olduğu kimse hiç şüphesiz ki komşusudur. Hiç kimse benim her şeyim var, komşuma muhtaç değilim, diyemez. Mutlaka komşusunun maddî-manevî yardımına ihtiyacı olur.

"Komşu komşunun külüne muhtaçtır." derdi atalarımız. Alacakları evden önce komşuyu düşünür, arar soruştururlardı. Çünkü komşuluk bağları samimi ifadesini onlarda bulmuştu. Yeyip içtikleri ayrı gitmezdi aralarında. Onlarla paylaşılırdı en güzel ve samimi sohbet ortamları, dertler, sevinçler hep beraber yaşanırdı. Sıkıntı ve keder, bu samimi atmosferde bir bir kayboluverirdi. Ne var ki zaman, mazimize ait birçok güzel hasletimizi aldı götürdü aramızdan. Müstakil evlerin yerlerini dev apartmanlara bırakması, birçok insanın "birbirine katlanmak zorunda olduğu" bir yaşam tarzına dönüşmesi ve sosyal hayatın şahısları içine çekerek; okul, iş, çarşı derken, bir sürü meşguliyet içinde komşular da, komşuluklar da unutulup gitti. Aynı apartmanı paylaşmamıza rağmen ne alt, ne üst, ne de yan kapı komşumuzun kim olduğunu bile bilemez olduk. Rastlantılar sonucu sadece bir "merhaba" dan ibaret aramızdaki bağlar. Herkes kendi içinde, kendi derdiyle muzdarip, kendi sevinciyle mesrur. Oysa bu ne inancımıza ne de örfümüze uymakta.[21]

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

"Yanı başınızdaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mü'min değildir."[22]

Sosyal duyarlık konusunu çarpıcı biçimde gözler önüne seren hadisimizin mesajı, pek tabii olarak, sadece hâne komşularına yönelik değildir.

Öte yandan hadisimizdeki "aç olan komşu"nun mutlak olarak zikredilmiş olması, "Müslüman komşu" gibi bir tahsise ve tavsife gidilmemiş bulunması, olgun Müslümanın duyarlık alanını iman sınırının ötesine taşımaktadır. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, "aç olan komşu"nun sırf komşuluk hukuku gereği olarak ilgi duyması, ihtiyacının giderilmesi hedef olarak gösterilmiş olmaktadır.[23]

BİR OLAY

Vali iken kendisine bir köşk yaptırıp, çarşının gürültüsünden kurtulmak isteyen Sa'd b. Ebî Vakkas'ı teftiş için Hz. Ömer (ra), Muhammed b. Mesleme'yi azıksız olarak Kûfe'ye gönderdi. On dokuz günlük bir yolculuktan sonra Medine'ye dönen Muhammed b. Mesleme, kendisini niçin azık vermeden yola çıkardığını Hz. Ömer (ra)'den sordu:

Medine'deki Müslümanlar açlıktan kırılmak üzereyken sana bir şeyler verip de nimeti sen, vebâlini de ben yükleneyim istemedim. Zira ben, Peygamber (asm)'i şöyle buyururken dinlemiş bulunmaktayım:

"Komşusu açken mü'minin tok dolaşması yakışık almaz."[24]

Bu olaydan da anlaşıldığı gibi küçülen dünyamızda açlara yardıma koşmak, bunu da en yakın komşusundan başlatmak her olgun ve imkânı olan mü'minin temel görevidir. İman olgunluğunun alâmetidir.

Ne zaman sosyal duyarlık ve yardımlaşma üzerinde durulacak olsa, hadisimiz mutlaka hatırlanır. Hadisin bir rivâyeti; "Aç olarak geceleyenin aç olduğunu bilmesi halinde"[25] yardımcı olmayan Müslümanın iyi bir Müslüman olmadığını bildirmektedir. Bile bile ilgisiz kalmayı ve duyarsız davranmayı olgun mü'min olmanın delili saymaktadır.

Yardımda bulunmak bir başlangıç değil, bir neticedir. Yardım yapma duygusu ve duyarlılığı ise, o yardımın gerçek âmili ve öncüsüdür. O halde yardımın bizzat kendisinden önce "yardım duygusunun" gönüllerde yer etmiş olması esastır. İmkânı olduğu hâlde çevresine yararlı olamayanlar, bu duyguyu gönüllerine yerleştirmemiş olanlardır. Çevresine sıcak bakmanın zevkini tadamayanlardır.[26]

Yardım, her şeyden önce bir duygu ise; onun iman ile ilgisi de pek açık ve köklüdür. Zira insan hareketlerini yönlendiren en müessir güç, imandır, iç yöneliştir. O halde çevreye karşı duyarsızlık ve yardımsızlık pek tabii olarak imanın olgunluk derecesiyle alakalı olacaktır. Bu sebeple hadisimizdeki "mü'min değildir" hükmü, "yapması gerekenleri icrâya sevk edecek derecede ve olgun bir imana sahip değildir" anlamındadır. Gerçeğin tâ kendisidir. Özellikle "kendi aralarında yumuşak, merhametli, şefkatli"[27] olmaları gereken Müslümanların, hemen yanı başlarındaki komşularına karşı ilgisizliği elbette imanıyla irtibatlandırılacak bir göstergedir. İşte hadisimiz de bunu yapmakta, bu gerçeğe dikkatlerimizi çekmektedir.[28]

Unutulmamalıdır ki, bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber Efendimiz (asm),

"Hangi mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle Allah'ın korumasından düşer."[29]

buyurmuştur. İbn Hazm da aynı delilleri değerlendirerek "bir beldede bir kişi açlıktan ölecek olursa, o belde halkının tümü ölenin katili sayılır ve ölenin diyeti onlardan tahsil edilir.[30]

Ve bazı neticeler:

Hadisimizden şu neticenin çıkarılması mümkün gözükmektedir.

1. Zengin komşuya, komşularını aç bırakması haramdır.
2. Onların açlıklarını giderecek kadar yedirmek ve çıplak iseler giydirmek vaciptir.
3. Servette zekâttan başka mükellefiyetler de bulunmaktadır.
4. Senelik zekâtını başka mükellefiyetten kurtulamazlar. Duruma göre başka birçok görevleri daha vardır. Aksi halde kenz yasağıyla ilgili âyetteki tehdide muhatap olurlar.
5. Gerçek ve olgun mü'minler çevrelerine karşı ilgisizliğe ve duyarsızlığa düşmezler. Muhtaç kimselerin ihtiyacını karşılamak imanın kemâline işaretttir.[31]

İyi Komşuluğun Prensipleri

1. Kendimiz için istediğimiz güzel şeyleri komşularımız için de istemek.

Rasülullah (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, bir kul kendisi için istediğini komşusu için de ve yahut din kardeşi için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş olamaz."[32]

Bir arada ve yan yana yaşamak durumunda olan ev veya iş komşuları hemen hemen her gün karşılaşırlar, hatta günde birkaç defa yüz yüze gelebilirler. Özellikle apartman dairelerinde, iş hanlarında ve benzeri yerlerde bir arada oturanlar arasındaki münasebetler, ayrı ayrı binalarda ikamet eden komşularınkinden çok farklıdır. Şu veya bu şekilde komşu olanların karşılıklı sevgi, saygı, güven, iyi duygu ve temiz düşünce içinde olmaları için birbirlerinin haklarına riâyet etmeleri, eziyet verici veya rahatsız edici hal ve hareketlerden sakınmaları gerekir. Ancak bu takdirde huzurlu olunur. Aksi takdirde huzurun devamı beklenemez.[33]

Ebu Zerr'den (ra) Resulullah'ın (asm) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

"Ey Ebu Zerr! Çorba yaptığın zaman suyunu çok koy, fazlası ile de komşularını gözet."[34]

Yine Müslim'in Ebu Zerr'den (ra) naklettiği bir başka rivâyette ise:

"Dostum Resulullah (asm) bana, 'Çorba yaptığın zaman suyunu bol koy. Sonra da komşularının haline bak. Muhtaç olanlara çorbadan bir miktar götürerek iyiliğin dokunsun.' diye tavsiyede bulundu."[35]

Hadisteki " Feksür mâehâ" emri mendup ifade eder.

2. Komşularımızı incitmemeye özen göstermek.

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerindebuyurdu:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse komşusunu incitmesin. Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse misafirine ikram etsin. Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin ya da sussun."[36]

Ebu Hureyre (ra)'den rivâyet edildiğine göre sahabilerden biri:

- Ya Rasülullah! Falan kadının nâfile olarak çok namaz kıldığından, çok nâfile oruç tuttuğundan ve çok sadaka verdiğinden bahsediliyor. Şu var ki diliyle komşularını incitiyor, dedi. Peygamber Efendimiz (asm):

- O kadın cehennemliktir, buyurdu. Sahabi:

- Ya Rasülullah! Falan kadının da nâfile olarak az namaz kıldığından, az nâfile oruç tuttuğundan ve az sadaka verdiğinden bahsediliyor. Şu kadar var ki, diliyle komşularını incitmiyor, dedi. Peygamber Efendimiz:

- O, cennettedir, buyurdu.[37]

Allah Rasülüne bazen sahabilerden biri gelir ve:

- Ey Allah'ın Rasülü! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım zaman cennete gireyim, derdi.

Peygamber Efendimiz (asm) de gelen kimsenin durumunu göz önüne alarak ona bir şey emrederdi. Ebu Hureyre (ra)'den rivâyet edildiğine göre yine bir defa sahabilerden biri Peygamber Efendimize gelmiş ve aynı talepte bulunmuştu. Peygamber Efendimiz de kendisine kısaca:

- İyi ol, buyurmuştu. Sahabi:

- Ya Rasülallah! İyi olduğumu nasıl bileceğim, deyince, Efendimiz şu cevabı vermişti:

- Komşularına sor; eğer onlar senin iyi olduğunu söylerlerse, sen iyi bir kimsesin, yok, eğer kötü olduğunu söylerlerse, o zaman sen kötü bir kimsesin, demektir.[38]

Demek ki, iyiliğimizin ve kötülüğümüzün ölçüsü yakın çevremiz ve komşularımızdır. Komşularımız iyi olduğumuzu söylüyorlarsa biz Allah'ın katında iyiyiz, komşularımız kötü olduğumuzu söylüyorlarsa, Allah katında da kötüyüz, demektir.

İYİ KOMŞULUK

"İyi komşu nasıl olur? Komşuluk münasebetleri kayboluyor, diye şikâyet olunuyor." Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri "Marifetnâme" adlı eserinde, İslâm ahlâk ve yaşayışından çıkardığı "İyi komşuluk için uyulması gereken şartlar"ı, kırk tane olarak tesbit etmiş. Bunları bugünkü dile çevirdik ve gördük ki, hiç eskimemişler... Bakınız Hazreti Şeyh ne diyor:

Ey Aziz, mâlum olsun ki, edep ehli kimseler: "Komşunun komşularıyla geçiminin edep ve erkânı kırktır." demişlerdir.

1. Kişinin kendi evine bitişik olanlarla, karşısında bulunup da kapıları görünenlerden kırk eve kadar oturanlar, -zımmî (Hristiyan vatandaş) da olsalar- komşularıdır. Bunlara, iyilik etmek ve gerçekten akrabalarmış gibi güzel davranmaktır.

2. Komşunun ev halkına, kötülük etmeyip, onların namusunu korumaktır.

3. Komşuya gelip gidene uzun uzun bakıp, rahatsız etmemektir.

4. Komşusu açken, kendi tok yatmamaktır.

5. Komşuyu el veya diliyle incitmekten sakınmaktır.

6. Komşunun evine, penceresinden, duvarından izinsiz bakmamaktır.

7. Komşularına azdan çoktan ?zımmî de olsa- hediye vermekti...

8. "Komşu çanağı" göndermektir. Yani kokusu duyulacak bir yemek pişirildiğinde, bitişik komşuya hediye etmektir.

9. Satın aldığı meyveden, rastladığı komşusuna hediye etmektir.

10. Komşuları borç isterse, vermektir.

11. Komşuları muhtaç kaldıysa, ihtiyaçlarını gidermektir.

12. Komşusunu bayramlarda ziyaret etmektir.

13. Komşunun hayvanlarına taş atmamaktır.

14. Komşunun çocuklarını, kendininkilere dövdürüp sövdürmemektir.

15. Komşuların izni olmadan, kendi binasını, onlarınkinden yüksek ve önlerini kapayacak şekilde yaptırmamaktır.

16. Komşularını, kendi taraflarından, duvara ağaç kakmaktan menetmektir.

17. Komşularına, kendi oluklarının akıntısıyla veya yolunun toprak kazıntısı ve kar kürüntüsüyle rahatsız vermemektir.

18. Komşuların sırlarını ve ayıplarını soruşturmamaktır.

19. Komşuların hallerini ve işlerini başkalarına söylememektir.

20. Komşularına yolda rastladıkça ilk önce selâm vermektir.

21. Komşularla konuşurken lâfı uzatmayıp, lüzumu kadar konuşmaktır.

22. Komşularından su, tuz ve ateş gibi zarurî maddeleri esirgemeyip vermektir.

23. Komşuların hediyesini, az da olsa kabul edip, çok bilmektir.

24. Komşuların ayıplarını örtmektir.

25. Komşularına dert ortağı olmaktır.

26. Komşularından izin almadan evini yabancıya satmamaktır.

27. Komşusu bir yerden dönünce ziyaret etmektir.

28. Komşularını kederli günlerinde teselli etmektir.

29. Komşuları tarafından davet olununca, kabul edip gitmektir.

30. Komşularını davet etmektir.

31. Komşusu bir şey isteyince memnuniyetle vermektir.

32. Komşusu bir kusur işleyince, af ederek, sevgi uyandırmaktır.

33. Komşuları hasta olunca ziyaret etmektir.

34. Komşulardan biri vefat edince, cenazesinde hazır bulunmaktır.

35. Komşuların yetimlerini himâye etmektir.

36. Komşularıyla buluşunca, güleç yüzlü olup, tatlı söz söylemektir.

37. Komşuların kendisine nasıl davranmasını istiyorsa, onlara öyle muamele etmektir.

38. Başkalarından gelse tahammül edemeyeceği eziyete, komşusundan gelince tahammül etmektir.

39. Komşulardan kabalık edenlere aldırmamaktır.

40. Komşulardan sert söyleyenlere, mülâyim davranmaktır.[39]

KAYNAKLAR:

[1] İzzet ER, İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1997, c.3, s.63-64.
[2] Haydar HATİPOĞLU, Diyanet Aylık Dergi, Ekim, 1993, s.2.
[3] Dr. Durak PUSMAZ, "İslam'da Komşuluk İlişkileri", Diyanet Aylık Dergi, Nisan 1995, Sayı:52, s.23.
[4] Nisa:4/356
[5] Dr. Durak PUSMAZ, a.g.m., s.23.
[6] İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[7] İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[8] İzzet ER, a.g.e., c.3, s.64.
[9] Buhari, Edep, 29 (VIII.12).
[10] Müslim, İman, 73.
[11] İhsan ÖZKES, R.Salihin Terceme ve Şerhi, Esra Yayınları, Konya, 1996, c.2, s.173-174.
[12] Fecr:89/27-30.
[13] Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/72.
[14] Aclûni, Keşfül-Hafâ, 1/178.
[15] Nesâî, İstiâze, 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/344.
[16] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/407-408.
[17] Ahmed, Tirmizi, Hakim (İbn Ömer'den) 250, H.No:151.
[18] Buhari, Edeb,28; Müslim, Birr ve Sıla ve'l-edeb, 140 (2624,2625)
[19] İhsan ÖZKES, a.g.e., c.3, s.172.
[20] bk. Zariyat, 56.
[21] Havva ERGENE, İslami Hayat, "Komşuluk İlişkileri".
[22] İbn Ebî Şeybe, Kitâbü'l-İman (neşr: el-bânî) s.33 (Dımaşk. ts, ) Hadisin değişik rivâyetleri için bk. El-Bânî, Silsiletü'l-ehâdisis'sahîha, I, 69-71; Hakim ve Beyhaki, 250, H.no:190.
[23] İ. Lütfi ÇAKAN, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul, 1990, c.1, s.114-115.
[24] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/55.
[25] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 1/232; Heysemî, Mecmeuzzevâid, 8/167; el-Bânî, Silsile, a.g.e., 1/70.
[26] İ. Lütfi ÇAKAN, a.g.e., c.1, s.112.
[27] Fetih 48/29.
[28] İ. Lütfi ÇAKAN, a.g.e., c.1, s.112.
[29] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33.
[30] bk. Seyyid Kutup, İslamiyyeti'l-İslam, s.221.
[31] İ. Lüfti ÇAKAN, a.g.e., c3, s.114-115.
[32] Müslim, İman, 72.
[33] Haydar HATİPOĞLU, "Komşuluk Hakkı" (Hutbe), Diyanet Aylık Dergi, Ekim 1993, s.2
[34] Müslim, Birr ve sıla ve'l-edeb, 142 (2625).
[35] Müslim, Birr ve sıla ve'l-edeb, 143 (2625).
[36] Buhari, Edeb, 31; Müslim, İman, 75.
[37] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/440. (Kaynağına baktım fakat hadisi bulamadım.)
[38] Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1/72.
[39] M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Müslüman Aile, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1995, s.83-85.

(bk. Vehbi AKŞİT, İslam'da Komşuluk İlişkileri.)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hz. Peygamberin Çevre Korumaya Yönelik Tedbir Ve Uygulamaları

30 İslamiyet'te et ve hayvansal gıdaları yememe ve helal nimetleri kendine haram etme var mıdır?

Hayır, böyle bir uygulama İslam'da yoktur. Bazı grup ve meşreplerin kişisel ve kendilerine özel uygulamaları olabilir. Bu davranış sünnete uygun değildir. Çünkü Peygamberimiz (asm) et ve diğer hayvansal gıdaları yemiştir.

"Eğer O'nun ayetlerine inananlardan iseniz, üzerine Allah'ın adının anıldıklarından yiyin!" (En'am, 6/118)

Allah, temiz olan şeyleri insanlara helal kılmış, pis olan şeyleri de haram kılmıştır. Üzerine Allah'ın adı anılarak kesilen helal kılınmış hayvanların etini; kendi kafalarına göre çeşitli isimlerle (Bahire, Sâibe, vesile, hâm gibi) isimlendirip haram kılanlar, Allah'a iftira etmiş oluyorlar. (Maide, 5/103) Allah hangi hayvanların etinin yenmiyeceğini açıklamıştır. (Maide, 5/3-5) Öyleyse, Allah'ın adı anılarak kesilen temiz hayvanların etini yemeyi yasaklamak Allah'ın indirdiği dini kabul etmemek anlamına gelir. Bu da yalnızca cahilce heveslere uymaktan başka bir şey değildir. Rabbin koyduğu ölçüyü aşmaktır.

"Bir zorunluluk dışında neyin haram olduğunu size açıklamışken, size ne oluyor da Allah'ın adı anılandan yemiyorsunuz? Bir çokları, bildiklerinden değil heveslerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin, ölçüyü aşanları en iyi bilendir." (Enam, 6/119)

Ölçüyü açıkça çiğnemek nasıl günahsa, gizlice çiğnemek de, helal olduğu halde içinden haram sayarak yememek de günahtır. Allah Teala, burada et yemeyi farz kılmıyor. İnsanların haram ve helal sınırını çizemeyeceklerini, bu hakkın Allah'a ait olduğunu bilmelerini istiyor. O, neleri temiz ve helal kabul etmişse öylece kabul etmek, neleri de pis ve haram olarak tesbit etmişse onları da öylece kabul etmek gerekir. Aksi halde günah işlenmiş olur.

Maide Suresi 88. Ayetin Tefsiri:

Hasılı, helali haram, haramı helal yapmayınız da, Allah'ın size rızık olarak verdiği nimetlerden helal, hoş ve temiz olarak yiyiniz. Ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz, azarlamasından korkunuz da ifrat (aşırılık) ve tefrit (ihmalkârlık)ten çekininiz.

Ne Allah'ın nimetlerini beğenmemek, onlardan kaçınmak gibi nankörlük, ne de bu dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah'dan ve ahiretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.

Rivayet ediliyor ki, bir gün Resulullah (s.a.v.) ashâbına kıyameti anlatmış ve son derecede inzar (korkutma)da bulunmuştu. Ashâb-ı kirâm bundan etkilenip duyguları incelerek Osman b. Maz'ûn'un evinde toplanmışlar, "daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeğe, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye, dünyayı terketmeye, eski çul, paçavra giyip yeryüzünde seyahat etmeye ve erkekliklerini kesmeye" ittifakla karar vermişler. Derhal bu haber Resulullah (sav)'a erişmiş, bundan dolayı onlara:

"Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz, namaz kılınız ,uyku da uyuyunuz; ben namaz kılarım, uyku da uyurum, oruç tutarım, iftar da ederim, et de yerim, yağ da yerim, kadınlara da yaklaşırım. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir."

buyurmuş, bu âyetler inmiştir.(Elmalılı H. Yazır, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

31 Velinimet kelimesi sıkça kullanılır, İslam'a göre sakıncası var mıdır; tam manası nedir?

Kelimenin Arapça aslı “veliyu’n-ni’meti “şeklindedir. Osmanlıca’ya  Veli-yi nimet / Türkçe’ye velinimet olarak geçmiştir. Nimeti veren / nimetin sahibi / nimeti tedarik eden anlamına gelir.

Bizim için nimeti yaratarak tedarik eden, nimetin asıl hakiki sahibi Allah’tır, amenna... Fakat sebepler dairesinde mecazî nimet sahipleri de insanlardır. Bu sebeple, bize iyilikte bulunan bir kimse için “velinimet” sözcüğünü kullanmakta bir sakınca yoktur.

“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da teşekkür etmez.” (Tirmizi, Birr 35, 1955; Ebu Davud, Edeb 12, 4811) mealindeki hadisten de bunun caiz olduğunu görebiliriz.

Demek ki, İslam’a göre iki velinimet vardır, biri hakiki, diğeri mecazidir. İkisine de teşekkür etmek insanî bir görevdir. Tabii ki, nimetlerin tablacısı olan insana yapılan teşekkür ile, nimetlerin yaratıcısı Allah’a yapılan teşekkürlerin boyutu çok farklı olacaktır.

32 Müslümanlar arasında barış nasıl sağlanabilir?

Bu soru, ilk bakışta insana garip gelebilir. "Müslüman, diğer Müslümanlarla zaten barış hâlindedir. Bu soruya ne lüzum var?" denilebilir. Fakat realiteye baktığımızda, Müslümanın Müslümanla, Müslüman cemaatlerin diğer Müslüman cemaatlerle, Müslüman devletlerin diğer Müslüman devletlerle zaman zaman problemleri olduğunu görürüz. Cihan barışını hedefleyen Müslümanların, kendi aralarında barışı sağlamadıkça bu hedeflerine ulaşmaları düşünülemez.

Asr-ı Saadetin hemen peşinden, Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan dahili fitnenin faturası, Müslümanlara çok pahalıya mal olmuştur. Cemel ve Sıffin Savaşları'nda onbinlerce Müslüman, hayatını kaybetmiştir. Ancak, Hz. Hasan'ın hilafetten belli şartlarla ferağat etmesi neticesi fitne yatışmış, o zaman İslam orduları tekrar dışarıya açılarak, İstanbul önlerine kadar gelmişlerdir.

Dokuz yıl devam eden Irak-İran Savaşı, Müslümanlar arasındaki mücadelenin zararlarının, günümüzdeki canlı örneklerindendir. Irak ve İran savaşmış, bir milyondan fazla kişi hayatını kaybetmiş; savaşı silah satan ülkeler kazanmıştır.

Halbuki İslamiyet, dahilde çekişme ve ihtilaf istemiyor.

"Ey iman edenler! Hepiniz toptan barışa girin." (Bakara, 2/208).

diyor. Müslümanları bir vücudun azaları gibi görüyor(1). Onları, birbirine kenetlenmiş, sağlam bir binaya benzetiyor.(2) Durum böyleyken, günümüzde alem-i İslam'ın bir araya gelememesi, Kur’an'ın açık bir emrine muhalefetten başka bir şey değildir. Hasta, reçeteyi okumuyor, ilaçları kullanmıyorsa, kusuru reçetede değil, hastada aramak gerekir. Kur'an eczanesinde bütün dertlerimizin reçetesi ve ilaçları vardır. İhtilafın reçetesi ise, şu gibi ayetlerdir:

"(Ey iman edenler) Hepiniz toptan Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin..." (Àl-i İmran, 3/103)

"Mü'minler ancak kadeştirler..." (Hucurat, 49/10)

"Dinlerini ayrı ayrı fırkalara bölüp de parçalananlara gelince: Senin onlarla hiçbir alakan yoktur..." (En'am, 6/159)

"Dinlerini ayrı ayrı fırkalara bölen ve gruplar hâline gelip, herbir grup kendilerinde olanla öğünen müşrikler gibi olmayın." (Rum, 30/31-32)

"Dini doğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin!" (Şura, 42/13)

"(Ey iman edenler!) Kendilerine apaçık beyanat geldikten sonra, bölünen ve ihtilafa düşenler gibi olmayın." (Âl-i İmran, 3/105)

Bu noktada şunu da belirtmekte yarar görüyoruz:

İslamiyet'te farklı mezheplerin ve cemaatlerin ortaya çıkışı, bölünmek, parçalanmak değildir. Kur'an ve sünnete dayanan bütün mezhep ve cemaatler, hak yolun yolcularıdır. Bu mezhep ve cemaatler, geniş bir caddede, aynı istikamette giden araçlara benzerler. Birbirlerine çarpmadıkları müddetçe, araçların farklı olması önemli değildir. Bütün İslami cemaatler, gayede ve hedefte bir olmalı, birbiriyle uğraşmak yerine Kur’an hakikatlerinin muhtaç gönüllere ulaşması için gayret göstermelidirler.

Bir başka teşbihle, bu farklı cemaatler bir orduya benzer. Orduda farklı bölümlere ve birimlere ihtiyaç olduğu gibi, İslam ordusunda da, farklı cemaatlere ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber (asm.)'in,

"Ümmetimin ihtilafı rahmettir."(3)

hadisine bu noktadan bakmak gerektir. Tehlikeli ve yasak olan, bu ordunun birbirine girmesi, birbiriyle boğuşmasıdır.

Hristiyanlıktaki farklı mezhepler, zamanla âdeta farklı birer din haline gelmiş; Hristiyanlık dünyası, asırlar süren kanlı mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Birkaç olay dışında, İslami mezhepler arasında bu tür çatışmalar olmamıştır. Bir kaç asırdır zor dönemler yaşayan İslam alemi, günümüzde her zamankinden çok daha fazla bir ihtiyaçla birlik ve beraberliğe mecburdur. Bediüzzaman'ın dediği gibi,

"Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslamdır."(4)

Müslümanlar, İslam Birliği için bütün himmetlerini sarfetmeli ve birkaç yüzyıldır sergiledikleri dağınık manzaradan artık kurtulmalıdırlar. İslam Birliği, İslam Devletlerinin tek bir devlet olması şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira, bu kadar geniş bir coğrafyaya dağılmış, bir milyarı aşan Müslümanın bir tek devlet çatısı altında toplanmaları mümkün değildir. İslam Birliği, Müslüman ülkelerin ortak hareket etmesi, aynı hedefe birlikte yürümeleri demektir. Askeri, siyasi, ekonomik, kültürel... sahalarda işbirliği yapmaları, birbirlerine destek olmaları anlamındadır.

Bu birlik sağlandığında, Müslümanlar dünyada en büyük caydırıcı güç olacak, sözgelimi; Bosna faciası gibi bir olayla karşılaşıldığında "Niye Batı müdahale etmiyor?" denilmeyecek, gereken müdahale, tarafımızdan yapılacaktır.

Ayrıca, Irak'ın Kuveyt'i ilhakı meselesinde olduğu gibi, bir Müslüman devlet, bir başka Müslüman devlete saldırırsa, başka din mensuplarının "müttefik kuvvetleri" gelmeyecek, İslam ordusu problemi halledecektir. Nitekim, şu ayet-i kerime, bunu bize emreder:

"Eğer mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa, hemen aralarını düzeltin. Eğer onlardan biri diğerine saldırırsa, o vakit Allah'ın emrine gelinceye kadar saldırganla savaşın. Allah'ın emrine geldiğinde, aralarında adil bir şekilde barış yapın ve adaletli olun. Şüphesiz Allah, adil olanları sever." (Hucurat, 49/9)

Kaynaklar:

1. Buhari. Edeb, 27; Müslim, Birr, 66; İbnu Hanbel, IV, 270.
2. Buhari, Salat, 88; Müslim, Birr, 65; Tirmizi, Birr, 18.
3. Acluni, I, 64.
4. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s., 90.

33 İslamiyet'te neden sağ tarafın fazileti vardır?

İnsanın sağ-sol uzuvlarını da Allah Teâlâ yaratmıştır. Yaratılış bakımından sağ ile solun bir farkı yoktur.

Ancak İslam dini her konuda olduğu gibi günlük hayatta da ölçü getirmiş ve şeytana ve kâfirlere aykırı olarak sağ tarafın kullanılmasını hoş görmüştür. Çünkü şeytan hep sol eli ile iş yapıp soldan işe başlamaktadır.

İmam-ı Nevevi Hazretleri buyuruyor ki:

"Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehaptır. Bunlara sünen-i zevaid denir. Tekili sünnet-i zaidedir. Ayakkabı, gömlek giyerken, saç tararken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır."

"Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı çıkarırken, taharetlenirken, sümkürürken soldan başlamak müstehaptır."

Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle:

"Sizden kimse sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer ve içer." [Müslim, Eşribe, 103, (2018)]

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye sağdan başlanmasını sever. Hatta ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi..." (Buhârî, Vudû', 31)

Sağın şerefi, Kur'an-ı Kerim'de de bildirilmektedir. Vakıa suresinin 8. âyet-i kerimesinde (Eshab-ül-meymene), 9. âyet-i kerimesinde (Eshab-ül-meşeme) ve 91. âyet-i kerimede ise (Eshab-ı yemin) için selam, (Cennet) ehli olduğu müjdesi verilmektedir.

Meymene, sağ, sağ kol, sağ taraf, bereket gibi manalara gelir. Eshab-ı meymene, sağcı demektir. Cennete gidecek mesudlara verilen ad.

Meşeme, sol, sol kol, sol taraf, uğursuzluk gibi manalara gelir. Eshab-ı meşeme, solcu demektir. Cehenneme gidecek bedbahtlara verilen isim.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sağ elle yemenin veya sol el ile yememenin ne gibi hikmeti olabilir? ...

34 Kıraat imamları hakkında bilgi verir misiniz?

Kıraat İmamları:

1. Nâfi' b. Abdurrah­man el-Leysî (ö. 169/785): Aslen İsfahanlıdır. Kıraatte Medine imamı olarak tanın­mış olup muttasıl kıraat senedi Resûlullah'a Übey b. Kâ'b yoluyla ulaşır. Yetmiş kadar tabiîden kıraat alan Nâfi' onların okuyuşlarından tercihler yaparak kendi kıraatini oluşturmuştur. Hocaları arasın­da Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ebû Ca'fer el-Kârî ve Müslim b. Cündeb baş­ta gelirken talebelerinden Kâlûn ve Verş onun kıraatini rivayet konusunda en meş­hur iki isimdir. Mekkî b. Ebû Tâlib. Nâfi' ve Âsım'ın okuyuşlarını kıraatlerin en ev­lâsı, senedi en sağlam olanı ve Arapça bakımından en fasihi olarak kabul eder.(Zerkeşî, el-Burhan I, 331)

2. Ebû Ma'bed Abdullah b. Kesîr (ö. 120/738): Aslen İranlı olup İbn Kesîr künyesiyle meşhur olmuştur. Mek­ke kıraat imamı olarak tanınan İbn Kesîr'in kıraati Hz. Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Abbas - Übey b. Kâ'b senediyle ulaşmış, talebelerinin talebele­rinden olan Bezzî ve Kunbül'ün rivayetleriyle yaygın hale gelmiştir.

3. Ebû Amr b. Alâ el-Basrî(ö. 154/771): Mekke'de doğan ve Basra kurrâsından olan Ebû Amr'ın kıraati Hz. Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Sâib - Zeyd b. Sabit, Yezîd b. Rûmân - Abdullah b. Ayyaş -Übey b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî- Hittân b. Abdullah - Ebû Mûsâ el-Eş'ari gibi senedlerle ulaşmış, talebesi Yahya b. Mübarek el-Yezîdî'nin talebeleri Dûri ve Sûsî'nin rivayetleriyle yaygınlık kazanmıştır.

4. Ab­dullah b. Âmir el-Yahsubî (ö. 118/736): Aslen Yemenli olup İbn Âmir künyesiyle tanınmıştır. Şam kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygamber'e Mugire b. Ebû Şihâb el-Mahzûmî- Hz. Osman senediyle ulaş­maktadır. Talebesi Yahya b. Hâris'in râvilerinden kıraat alan Hişâm b. Ammâr ve Ebû Amr İbn Zekvân'ın rivayetleriyle meş­hur olmuştur,

5. Âsim b. Behdele (ö. 127/ 745): Küfe kurrâsından olup kıraati Ebû Abdurrahman es-Sülemî - Ali b. Ebû Tâlib ve Zir b. Hubeyş - Abdullah b. Mes'ûd isnadlarıyla Resûlullah'a ulaşmış, talebeleri Ebû Bekir Şu'be b. Ayyaş ve Hafs b. Sü­leyman'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur.

6. Hamza b. Habîb (ö. 156/773): Fars asıllı olup Küfe kurrâsındandır. Kıraati Resûl-i Ekrem'e Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ - İsâ b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ - Abdurrahman b. Ebû Leylâ - Hz. Ali ve Humrân b. A'yen - Ubeyd b. Nudayle - Abdullah b. Mes'ûd isnadlanyla ulaş­mış, bu ilmi onun talebelerinden tahsil eden Hallâd b. Hâlid ve Halef b. Hişâm'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur.

7. Ali b. Hamza el-Kisâî (ö. 189/805): İran asıllı olup küfe kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygam­ber'e Hamza b. Habîb, İsâ b. Ömer el-Hemedânî ve diğer bazı hocalarının isnad­larıyla ulaşmakta, talebelerinden Ebü'l-Hâris ve Dûrî'nin rivayetleriyle yaygınlık kazanmış bulunmaktadır.

8. Ebû Ca'fer Yezîd b. Ka'kâ' el-Kârî (ö. 130/747-748): Medine kurrâsındandır. Kıraati Hz. Pey­gamber'e Abdullah b. Ayyaş, Abdullah b. Abbas ve Ebû Hüreyre - Übey b. Kâ'b isnadıyla ulaşmakta olup talebeleri İbn Cemmâz ve İbn Verdân'ın rivayetleriyle yaygınlık kazanmıştır.

9. Ya'küb el-Hadramî (ö. 205/821): Basra kurrâsındandır. Kıraatteki isnadlan Sellâm b. Süleyman b. Münzir, Abdurrahman b. Muhaysın, Mehdî b. Meymûn ve Ebü'l-Eşheb Ca'fer b. Hayyân gibi hocalardan başlayıp Hz. Ömer. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b gibi sahâbîlere uzanan zincirlerle Hz. Peygamber'e ulaşır. Kıraati talebelerinden Ravh ve Ruveys'in rivayetleriyle meşhur olmuştur.

10. Halef b. Hişâm el-Bezzâr (ö. 229/844): Küfe kur­râsındandır Hamza b. Habîb'in kıraatini Süleym b. İsâ'dan. Âsım b. Behdele'nin kıraatini Ebû Yûsuf Ya'kub b. Halîfe el-A'şâ'dan ve Nâfi'in kıraatini İshak el-Müseyyebi'den alan Halefin isnadı Hz. Pey­gamber'e bu hocalarının yukarıda zikre­dilen yollarıyla ulaşmakta olup onun kıra­ati talebelerinden İdris b. Abdülkerîm ve İshak b. İbrahim el-Verrâk'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur.

Bu on imamdan baş­ka dört imamın ilâvesiyle oluşturulan on dörtlü sistem içinde yer alan imamlar ise şunlardır: Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), İbn Muhaysın (ö. 123/741), A'meş (ö. 148/ 765), Yahya b. Mübarek el-Yezîdî (ö. 202/ 817).

(bk. DİA, Kıraat Md. 25/428)

35 Miraçta Hz. Musa ile İmam Gazali’nin ruhaniyetlerinin görüştükleri doğru mudur?

Evvela “Benim ümmetimin alimleri Benî Israil´in peygamberleri gibidir.” manasına gelen hadisin sahih olup olmadığı konusunda alimler arasında ihtilaf vardır.

İbn Hacer, Sahavî, Suyutî gibi alimler “Bunun aslı yoktur.” derken, Fahreddin Râzî, İbn Kudame, Esnevî, Barizî, Yafiî, “hadisin sahih olduğuna” hükmetmişlerdir. Teftazanî, Ebu Bekir el-Mevsılî gibi bazı alimler de "lafzı hadis olarak sabit olmazsa da manası doğrudur", demişlerdir. (Gerek hadis metni gerek bu açıklamalar için bk. Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/64).

Sorudaki olayın Peygamber Efendimiz (asm) Mi'raçta iken Hz. Musa ile görüştüğü zaman meydana geldiğini savunan bilginin doğruluğunu kaynaklarda tespit edemedik.

Bu olayı anlatan kaynaklar, konuyu Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şazelî Hazretlerinin gördüğü rüyaya dayandırıyorlar. Rüya özetle şöyledir:

“Ben bir gün Mescid-i Aksa’da uyumaya daldım ve rüyada Mescidin haricinde haremin ortasında bir tahtın kurulduğunu ve büyük bir kalabalığın gruplar halinde içeriye girdiğini gördüm. Bunların kim olduğunda sorduğumda; ‘Bunlar, Hüseyin/Hallac-ı Mansur için, Resulullah’ın yanına şefaat etmeye gelmişler.' diye cevap verdiler. Baktım ki, Hz. Peygamber tek başına tahtın üzerinde oturmuş, aralarında Musa, İbrahim, İsa ve Nuh’un da bulunduğu diğer peygamberlerin hepsi yerde oturmuşlar. Konuşmalarını dinlemek için bekledim."

"İlk önce; Hz. Musa, 'Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarına gelen peygamberler gibidir, buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?' dedi. Peygamber Efendimiz, ‘İşte şu!’ diyerek İmama Gazali’yi çağırdı."

- Senin adın ne?

- Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Gazali...

- Ben bir şeyi sordum sen on şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir. 

- Efendim, bu itirazın senin için de geçerlidir. Allah sana “Elindeki nedir?” diye sorduğunda, bunun cevabı sadece “Bu asamdır.” şeklinde olması gerekirken, "O benim asamdır. Ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok ihtiyacımı gideririm." (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Öyle değil mi?

- Evet, öyle demiştim.

- Maksadınız Allah Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?

- Evet.

- Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken, konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini söyledim.

Hz. Musa, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselama, “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş.” der... (bk. Busrevî, Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)

- el-Ayderusî de, bu konuya kısaca işaret eden şu ifadelere yer vermiştir: Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şazelî gördüğü bir rüyada Hz. Peygamber (a.s.m), Hz. Musa ve Hz. İsa’ya karşı İmam Gazali ile övünüyor ve “Sizin ümmetlerinizde onun gibi alim var mı?" diye sordu, onlar ise “Hayır, yok!” diye cevap verdiler. (bk. Şeyh Abdulkadir b. Şeyh Abdullah el-Ayderusî-İhya ile birlikte-,1/44-45)

İlave bilgi için tıklayınız:

Rüya Nedir; Rüya ile Amel Edilir mi?

Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Varsa bu hadisi nasıl anlamalıyız?

36 İslam'ın hak bir din olduğuna dair, Kur'an dışında delil gösterir misiniz?

Önce şunu belirtelim ki, burada çok uzun bilgileri vermek, kısa olması gereken soru-cevap sitili bakımından pek kolay değildir. İslam konusunda değişik şüphelerin izale edilmesi için yüz yüze konuşmak çok daha avantajlıdır. Böyle bir arzu olduğu takdirde bizim hazır olduğumuzun bilinmesinde fayda vardır.

Kur’an’ın Allah kelamı olduğu gerçeği -ilmî keşiflerin de desteklemesiyle- gözle görülen bir hakikat olarak ortada dururken, hayali varsayımlarla şeytanın telkinlerine karşı edilgen bir yapıya sahip olan kimselerin hezeyanlarının ne kıymeti var... Mademki Kur’an -yaklaşık on beş asırdan beri- insanlığa meydan okuyarak semavî kimliğini ispat etmiş olan Allah’ın kelamıdır, öyleyse her dediği doğrudur. Kur’an’ın bu semavi, ilahî kimliğini gözle görmek isteyenlere Risale-i Nur Külliyatını tavsiye ederiz.

Bununla beraber, İslam dininin temel referans kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu ispat edilmesi hâlinde İslam dininin hak din olduğu da ispat edilmiş olur. Kur'an'ı bir kenara bırakarak İslam dininden bahsedilemez.

İslam alimleri Kur’an’ın mucize olduğuna dair yüzlerce eser yazmışlardır. Takdir edersiniz ki, bir konuyu iyice anlamak için o konu hakkında önemli bilgiye sahip olmakla mümkündür.  Bu sebeple, biz şu anda ancak Kur’an’ın anlaşılabileceğini tahmin ettiğimiz i’cza / mucize yönlerine dair bazı örnekler vereceğiz. Umarız bu örnekler, Kur’an’ın Allah’ın sözü, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’ın hak elçisi ve islam’ın hak din olduğunu göstermeye yetecektir.

Ayrıca, Kur’an’ın o günkü Arapça dil belagatının zirvesinde olan Arap müşriklerine karşı meydan okuması, “bir tek surenin bir benzerinin getirilmesi halinde davasından vazgeçeceğini” haykırması ve hiç kimsenin böyle bir şeyi ortaya koyamaması, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunun açık belgesidir.

Belagatın zirvesinde olan onlarca şair, edip kimselerin inadı bırakıp İslam dinine girmesi de ayrı bir hak ve hakkaniyet belgesidir.

Taberî, Zemahşerî, Cahız, Sekkakî, Cürcanî, Bakıllanî, Beyzavî, Nesefî gibi binlerce Arap edebiyatının zirvesine çıkmış dahi alimlerin ittifakla,

 “Kur’an’ın belağatı, edebî vechesi, üslubu, eşsizdir; insanların hiçbir eseri onunla kıyaslanamaz.”

demeleri, ilim adına konuşan kimseler için Kur’an’ın semavî kimliğinin önemli bir göstergesidir. Çünkü;

a. Hz. Peygamber (asm) ümmiydi, okuma-yazması yoktu. Delilimiz şu ayettir:

“Resulüm! Sen vahyimizden / Kur’an gelmeden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi.” (Ankebut, 29/48).

Görüldüğü gibi, bu ayette Hz. Peygamber (asm)'in okuma-yazma bilmediği açıkça ilan edilmiştir. Eğer, bu ayetin ilan ettiğinin tersine bir durum söz konusu olsaydı, aklı başında hiçbir insan ona inanmayacaktı. Bütün arkadaşlarının, canlarını ona feda etmeye hazır olmaları ve bazılarının bizzat canlarını fiilen feda etmeleri, onların bu ayete aykırı hiçbir sızıntıyı görmediklerinin işaretidir.

b.Tebbet suresinde Ebu Leheb’in Kâfir olarak ölüp cehenneme gideceği açık bir surette ifade edilmiş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir. 

[Mekke’de ilk inen surelerden biri olan Tebbet suresinde, Hz. Peygamber (a.s.m)’in amcası Ebu Lehep ve eşinin imana gelmeyecekleri, imansız ölüp cehenneme gireceklerine dair Kur’an’ın beyanı şüphe götürmez bir açıklıktadır. Zaman bu sureyi tasdik etmiştir. Şayet, onlar yalancıktan da olsa iman ettiklerini söyleselerdi, Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün davası sıfırlanırdı. Halbuki, o dönemde bunlar gibi daha pek çok İslam düşmanı vardı ve sonradan iman ettiler. Bunların da iman etmeyeceklerini Allah’tan başka kim bilebilir?]

c. Kur’an’ın  Rum Suresinde Bizanslıların İranlıları birkaç yıl içerisinde mağlup edeceğine dair bir gaybî habere yer verilmiştir. Üstelik kısa bir süre önce İran/Sasanîler tarafından yenilgiye uğrayan Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve onları yeneceğini haber vermesi ve bu haberin aynen çıkması tartışılmaz bir mucizedir. 

d. Fetih Suresinde, Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermiştir. Ve tarih bu haberi fiilen tasdik etmiştir.

e. Ayrıca Kur’an’da, Müslümanların kısa bir süre sonra Mekke müşriklerinin eziyetinden kurtulacakları, her tarafta İslam dininin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağı, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağının bildirilmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da- hilafetle devam edeceğinin haber verilmesi gibi, tarih tarafından hepsinin olduğu gibi ortaya çıktıkları tasdik edilen gaybî haberler vardır. Bu gözle görülmüş tarihî realiteleri -dindar olsun, olmasın- her aklıselim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir.

f. Hz. Muhammed’in gösterdiği hissî (gözle görülmüş) mucizeleri binden fazladır. Bunların hepsinin uydurulmuş olduğunu söylemek ne akıl ve izana ne insaf ve vicdana sığar. Kaldı ki, hadis ilminin otoriteleri tarafından kabul edilen ilmî ve objektif kriterlere uygun olarak bize kadar ulaştırılan yüzlerce mucize olayı vardır. Hiçbir tarih kaynağı, bu kaynaklar kadar sağlam değildir. Bunlara inanmayanın hiçbir tarih bilgisine inanmaması aklın gereğidir. 

Bu mucizelerin önemli bir kısmı, başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-i Sitte gibi en sağlam kaynaklarda yer almaktadır.

Evet, Kur’an’da “Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve onları yeneceğini haber vermesi; Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermesi, Müslümanların bir süre sonra müşriklerin eziyetinden kurtulacaklarını, her tarafta İslam dinin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağını bildirmesi, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağını bildirmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da- hilafetle devam edeceğini haber vermesi gibi, tarih tarafından hepsinin doğruluğu  tasdik edilen gaybî haberler, -dinsiz olsun, dindar olsun- her aklıselim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir.

Bu mucizelerin birkaç numunesine işaret eden Bediüzzaman Hazretlerinin ilgili ifadelerinin bir özetini mealen buraya almakta fayda görmekteyiz: 

“Evet;

- Hz. Peygamberin avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi,

- “Resulüm! Sen bedir savaşında attığın küçük çakıl taşlarını hedefine ulaştıran Allah'tır.” manasına gelen ayetin açık ilanıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları hezimete sevketmesi,

- “Ay yarıldı” mealindeki ayetin açık ifadesiyle aynı avucunun parmağıyla Ay’ı iki parça etmesi

- Ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi;

- Ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlahiye / Allah’ın kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya ahbablar içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya / düşmanlara karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer'i / Ay’ı parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat/kâinatı yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..” (bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Üçüncü İşaret)

Kur’an’ın, indiği çağda Allah’tan başka kimsenin bilmesine imkân olmayan pek çok hakikatleri ihtiva etmesi bir yana; sadece üslubunun harikalığı ve ifadelerinin akışkanlığı bile tek başına bir mucize sahnesidir. Örneğin, Kur’an’ın manasını hiç bilmeyen, hatta okunanın Kur’an olduğunu bilmeyen âmî / alalade bir adam teyp veya CD'de okunan Kur’an’ı ve melodisi en hoş olan başka eserleri dinlese, hiç kuşkusuz Kur’an’ın diğer eserlere benzemediğini, onlardan çok daha güzel bir nağmeye, harika bir akışkanlığa, çok ince melodik sanat estetiğine sahip olduğunu söyleyecektir. Biz de bu adamın söylediklerini aynen tasdik ediyoruz. Yüzlerce edebî Arapça kitapları okuduğumuz halde, hiçbirinin Kur’an’ın ifade tarzına, o güzel nağmelerine, o harika akışkanlığına ulaşmadığını, yanına bile yaklaşmadığını bizzat  müşahede edenlerdeniz.

Bediüzzaman Hazretlerinin açıkça ispat ettiği gibi, dört ayetten ve altı cümleden meydana gelen İhlas suresi, öyle bir ifade tarzına, öyle bir harika üsluba, bir dizayna sahiptir ki, tam otuz altı İhlas suresini ihtiva etmektedir. Bediüzzaman’ın bir temel referans olarak ortaya koyduğu bu iç içe otuz altı surelik İhlas suresinin, matematik pörmitasyon kuralı çerçevesinde 1.440 sureyi barındırdığı da tespit edilmiştir (bk. Niyazı Beki, Kur’an’ın Büyük ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur). Demek ki, Kur’an’ın “kendisinin bir tek suresinin bile bir benzerinin getirilemeyeceğine” dair meydan okumasının bir örneği de bu suredir... O halde Kur’an şüphesiz Allah’ın sözüdür.

37 İslamiyet'in düşmanları nelerdir, bunlara karşı nasıl mücadele eder?

İslamiyet, DÖRT BÜYÜK DÜŞMAN ile mücadele eder. Bunlar:

1. Mutlak Küfür (İnançsızlık):

İslamiyet her türlü inançsızlık ve itikatsızlıkla mücadele eder. İmansızlık, düşünce kıtlılığıdır, ruhta lakaytlık ve laubaliliktir, idrakte yüzeyselliktir. İnsan, düşündüğü zaman insandır. İnsanı hayvandan ayıran özellik onun muhakeme etme gücü ve idrak yeterliliğidir. Aklı başında olan her insan en az şu kadar bir muhakeme yapmalıdır:

“Bir iğne ustasız olmaz, bir harf katipsiz olamaz. Nasıl bu muhteşem kâinat sahipsiz ve ustasız olur? Elbette bu muhteşem kâinatın bir sahib-i ebedisi, bir malik-i ezelisi vardır. Semada yıldızlar kadar, zeminde çiçekler kadar Allah’ın varlık ve kudret delilleri okunmaktadır. Bütün mevcudat, Allah’ın sanatıdır, düzgün, ölçülü ve mükemmel olarak yaratılmışlardır. Elbette sanat, sanatkârını gösterir, eser ustasından haber verir.”(Nursi, Sözler, s.59)

2. Mutlak Cehalet:

İslamiyet'in menşei ilim, esası akıldır. Cehalet de küfür gibi dehşetli bir karanlıktır. İslamiyet, cehaletin baş düşmanıdır. Aklını çalıştırmayan ve cehalet ile savaşmayanları Kur’an-ı Kerim “murdar (pislik)” olarak nitelendirmektedir (Yunus, 10/100). Bu nedenle İslamiyet, ilim tahsilini kadın ve erkek herkese farz kılmıştır.(İbn-u Mace, Mukaddime,17) İslamiyet, “beşikten mezara kadar ilim” esasını getirmiştir. Hz. Peygamber,

“İki günü müsavi olan zarardadır.”,

“İlim Çin'de de olsa gidip alınız.(Beyhaki, Şuabu’l- iman, II/ 254)

buyurmuştur. Nitekim Mekke döneminde İslam’ın ölüm-kalım savaşı olarak nitelendirilen Bedir Savaşında Hz. Peygamber savaş esirlerini öldürmemiş, Müslümanlara okuma-yazma öğretmek kaydıyla serbest bırakmıştır. (bk. Prof. Dr. M. Hamidullah, İslam Tarihi)

3. Mutlak Sefahat:

İslamiyet, insan sağlığını tehdit eden, aklı uyutan, nesilleri bozan, servetleri uçuran, ahlakı değerleri altüst eden her türlü sefahate, günah ve ahlaksızlığa karşı çıkar. Günahlar, insan fıtratını bozar, sosyal dengeyi alt-üst eder, sosyal dokuyu kansere çevirir. Bu nedenle İslamiyet, insanın insaniyete layık bir şeref ve itibar ile yaşamasını esas alır. Cemiyetin çürümesini ve kokuşmasını önlemeye çalışır.

4. Mutlak Terör:

Kimden gelirse gelsin, kaynağı ne olursa olsun terör, bir insanlık suçudur. Masum ve savunmadan mahrum insanları hedefleyen bu cinayet, en dehşetli bir ihanet ve korkunç bir zülümdür. İslam, tarih boyunca zulmü alkışlamamış, hep mazlumun yanında olmuştur. Bu dehşetli zulmü ne insaniyet ne de İslamiyet kabul eder.

38 Mübarek geceler (kandiller) ve bunların nasıl değerlendirilmesi gerektiği hakkında bilgi verir misiniz?

Kadir dışındaki gecelerin kutsallığı hakkında Kur'an'da herhangi bir bilgi bulunmaz. Hadiste de Beraet gecesi dışındaki geceler hakkında kesin sayılabilecek bir bilgi ve yönlendirme yoktur. Bu nedenle bazı İslâm bilgin ve hukukçusu bu gecelerin kutlanmasına, hem de bu gecelerde toplu biçimde ibadet yapılmasına bid'at olduğu gerekçesiyle karşı çıkmışlarsa da, İslam toplumu içerisinde bu gecelerde ibadet etmek yaygınlaşmıştır. Ayrıca bu gecelerin kutlanmasını nehyeden bir rivayet de yoktur.

1. Hicri takvim, Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için buna (Hicri Kameri” veya“Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim, ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul ediir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını,Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

2. Zaman ve mekânlar bütün kıymet ve kutsiyetini, hakikatte Allah’ın dilemesinden alırlar. Bu İlâhî dileme ise varlıklar için binbir maslahat ve hikmetler içerir. Ayrıca o zaman dilimlerinde gerçekleşen mühim olaylar ve o mekânları dolduran kıymettar mekînler de, içinde bulundukları zaman ve mekâna değer kazandırmışlardır. İslâm’da mübarek zaman dilimlerinin kudsiyeti de meşiet–i İlâhî’den geldiği için, Müslümanlara sonsuz feyz ü bereketin nüzulü için birer vesile olmaktadırlar.

Mübarek ay, gün ve geceler, İslâm’ın şeairindendir; hususi kıymetleri ve kerametleri vardır. Kâinat, semavat, feza–yı âlem ve bütün varlıklar1 bu kutlu zaman dilimlerine hürmet etmektedir.2 Âyet veya hadîslerin, kutsallığını tespit ettiği ve Mü’minlerin de yüzyıllardan beridir kutladığı bu mübarek ay, gün ve geceler, senenin içine dağılmış vaziyette bulunmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (sas)’in hicretini esas alan ay takvimine göre Recep, Şaban ve Ramazan ayları öncelikli olan kutsal aylardır. İslâm toplumunda bu aylara Şühûr–u Selâse (Üç Aylar) denilmiştir. Eşhürü’l–Hurum (Haram Aylar) ise Muharrem (ki senenin ilk ayıdır), Zilkade, Zilhicce ve Recep aylarıdır. Mübarek günlere gelince: Hicrî Yılbaşı, Aşûre Günü, Arafe Günü, Ramazan ve Kurban Bayramları, Cuma Günleridir. Bu yazıda kutlu zaman dilimleri içinden yalnızca kandil geceleri üzerinde durulacaktır.

Mevlid kandili hariç diğer kandillerin hepsi Üç aylar içindedir ki, bunlara dört Leyâli–i Mübareke (Müberek Geceler) denilir. Regâib ve Mi’rac kandilleri Receb ayında, Berâat kandili Şaban ayında, Kadir gecesi de Ramazan ayındadır. Mevlid–i Nebi ise Ramazan’dan beş ay sonraki Rebiü'l–Evvel ayındadır.

“Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı bir şivesi vardır ki, onları yılın diğer aylarından ayırır; her ayın güzellik ve nefâsetinin zahirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukabil, bu müstesna zaman dilimi kalple ve bâtınî duygularla yaşanır... Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı ‘merhaba’ der ve bir mızrap gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan ‘Regâib’ bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan Mi’rac ise, tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semavî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevîlik esintileriyle gelir. Berâat bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sinelere kurtuluş muştularıyla seslenir. Kadir Gecesi’ne gelince, bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bir aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar ve onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar.”3

REGÂİB KANDİLİ

Sevgili Peygamber Efendimiz (sas)’in Allah’ın bazı çok özel fiilî tecellilerine mazhar olduğu, nuranî lütf u ihsanlara, semavî mevhibelere eriştiği bir gecedir. Recep ayının ilk Cuma gecesine tevafuk etmektedir.4 Kelime olarak regâib,“çokça rağbet edilen, nefis, kıymetli, değerli, ihsan” mânâlarına gelen Ragibe kelimesinin çoğuludur. Buna göre Regaip Gecesi denilince: “Çok lütuf ve ihsanla dolu, kıymeti ve değeri büyük, çok iyi değerlendirilmesi gereken gece”mânâsı anlaşılır. Bu gece Allah lütuflarını sağanak sağanak yağdırır. Müslümanlar arasında ise Peygamberimiz’in dünyaya teşriflerinin ilk halkasını teşkil eden anne rahmine şeref verdiği gün olduğuna inanılmaktadır. [Ancak bu gece ile veladet–i Nebeviyye arasındaki müddet, bunun hilafına işarettir. Şu kadar var ki Hz. Âmine’nin Fahr–i Âlem Efendimiz’i hamil olduğuna bu geceden itibaren muttali olmuş olabileceği düşünülebilir.5 Peygamberimiz’in doğuşuyla yeryüzü nasıl küfür ve cehaletin karanlıklarından kurtulup büyük bir mutluluğa boğulduysa, onun teşriflerinin ilk basamağı olan bu geceyi de bütün kâinat alkışlamış, coşkun bir sevinçle ayakta karşılamıştır. Mânen bereketli olan bu gecenin bir hususiyeti de mübarek Ramazan ayının ilk habercisi olmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, Regaib gecesinin Zât–ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanı olduğunu; Mi’rac gecesinin de Zât–ı Ahmediye'nin terakki hayatının zirve noktasının ünvanı olduğunu bildirmektedir.6 Bu gece Allah Rasûlü (sas), söz konusu mazhariyet ve mevhibeler için Cenâb–ı Hakk’a şükür için oniki rek’at namaz kılmışlardır. Bu geceyi ibadetle ihya etmenin sevabı pek çoktur.7 Diğer zamanlarda okunan her Kur'ân harfi için on sevap verilirse, Recep ayında yüzleri geçmekte, Regâib kandilinde ise daha da artmaktadır. Kaza ve nafile namazların sevabı ise diğer gecelere oranla kat kat fazladır. Regâib kandilinde yapılacak ibadetlerden birisi de duadır. Peygamberimiz (sas), bir hadîslerinde bu gecede yapılacak duaların Allah katından geri çevrilmeyeceğini bildirmişlerdir.8

“Regâib, Mirâc, Berâat kandilleri gibi gece âleminin tâçları ve zamanın Allah’a en yakın zirveleri ya da O’na açılmanın rıhtımları, limanları, rampaları sayılan o mübarek gün ve gecelerde, gönüller ayrı bir duyarlılıkla parıldar; ruh sonsuza doğru bir başka türlü kanat çırpar; her şey verâların ezelî şiirine dem tutar; her yanı tam bir uhrevîlik büyüsü kaplar; her sîneyi, dillerin ifadeden aciz kaldığı bir naz ve niyaz zemzemesi sarar. Hususî bir kısım tecellilerle ötelerin kapısı, penceresi, menfezi hâline gelen mekân; ümit ve beklentilerin yakarışlara dönüşüyle billurlaşan zaman ve yeni nazil olmuş gibi, her sûresi, her maktaı, her âyeti ve her cümlesinde hemen herkese yepyeni bir hayat vaadiyle âvâz âvâz çağıldayan Kur'ân, bizlere iman ve ümitle yemyeşil tepeler, cennette Cuma yamaçları gibi rü’yete açık zirveler ve susamış gönüllerimize hayat suyu gibi iksirler içirerek, ruhlarımıza mü’min olmanın tasavvurlar üstü avantajlarını sunarlar.. sunar ve Rabb’e yönelik sinelerde ne telâffuzları çatlatan mânâ ve muhtevalar, ne ifadelere sığmayan tecellilerle tüllenirler.”9

MİR'ÂC KANDİLİ

Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz (sas)’in rûhen ve bedenen, Burak10 isimli semavî bir binite binerek Cebrail ile birlikte Mekke’deki Mescid–i Haram’dan Kudüs’teki Mescid–i Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna –ki buna İsra denilir–, oradan da bir mi’râcla [manevî asansör] yedi kat göklere yükselip tâ Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması, burada Cebrail’i arkada bırakıp Refref denilen ledünnî binitle Allah’ın huzuruna varıp O’nun Zât–ı Akdes’ini yakînen müşahede etmesi ve zaman–mekân üstü konuşması olaylarına Mi’râc denilir. İki aşamalı bu gökler ötesi yolculuk, peygamberliğin 12. yılında, hicretten 18 ay önce, mübarek üç ayların ilki olan Recep ayının 27. gecesinde (Regâib gecesinden yirmi küsur gün sonra) gerçekleşmiştir. Kadir gecesinin de Ramazan’ın 27. gecesi olması ile aralarında çok gizemli bir tevafuk vardır. Bediüzzaman Hazretleri: “Mi’rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir.”11 sözleriyle, bu gecenin Kadir gecesinden sonra en kutsal bir gece olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Talip’in ve Hatice validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (ve mü’minler), bu mi’rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan–ı İlâhîye ve nail olmuştur. Üç ayların ilk kandili, Regaip gecesi, ikinci Mi’rac gecesidir. Regaib gecesi, Zât–ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. Mi’rac gecesi de Zât–ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanıdır.12

Kur'ân–ı Kerim’de İsrâ suresi (17/1) bu İsrâ olayını anlatır. Necm suresi de İsrâ’nın devamı olan Mi’râc hadisesini anlatır.13 Âyetlerde biraz da kapalı olarak anlatılan bu esrarengiz yolculuğu, Peygamberimiz (sas) bir çok hadîslerinde detaylarıyla anlatmışlardır.14

Bir gece Kâbe–i Muazzama’nın Hatîm mevkiinde yatarken, Cebrail (as) gelip mübarek göğüslerini yardı, kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binek Burak ile (normalde bir aylık mesafedeki) Mescid–i Aksa’ya uçtular. Orada bütün peygamberlerin ruhlarına imam olup namaz kıldırdı. Bu, onların şeriatlerinin asıllarına mutlak varis olduğunu ifade ediyordu.15 Bir de kendisine su, şarap ve süt takdim edildi. O, fıtrî ve tabiî olan sütü içti. Bu ise ümmetinin doğru yola iletildiğini ifade ediyordu. Ardından yüceliklere yükseltici bir mi’rac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır.

1. kat semada: Hz. Adem’le, 2. katta Hz. İsa ve Hz. Yahya, 3. kat’ta Hz. Yusuf, 4. kat’ta Hz. İdris, 5. kat’ta Hz. Harun, 6. kat’ta Hz. Musa ve 7. kat’ta Hz. İbrahim ile görüştü. Melekleri, Cennet ve Cehennem’e kadar bütünüyle ahiret hayatını müşahede etti. Bütün mülk ve melekût âlemlerini dolaştı.6

Cebrail daha sonra Peygamberimiz’i daha da yükseklere çıkardı, öyle bir fezaya vardılar ki kaderleri yazan kalemlerin cızırtıları duyuluyordu. Nihayet varlıklar âleminin son sınırı olan Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaştılar. Cebrail: “İşte burası Sidretü’l–Müntehâ’dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam, yanarım.” dedi. Peygamberimiz’e Sidre’de dört kutsal nehir ve her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beyt–i Ma’mûr gösterildi. Sonra kendisine şarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. O, yine sütü tercih etti. İçtiği süt, onun ve ümmetinin fıtratı, yani hilkat–i İslâmiyesiydi. Ayrıca şehitlerin ve muttakilerin cenneti olan Cennetü’l–Me’vâ’yı temaşa etti. Cebrail’i geride bırakan Zât–ı Ahmediye Aleyhisselam, burada Refref’e binerek Arş–ı A’lâ’ya urûç etti ve tâ Kâb–ı Kavseyn olarak belirtilen “imkân dairesinin bitiş, vücûb dairesinin başlama sınırına” ulaştı. Huzûr–u Kibriya’da Zât–ı Akdes’e ok yayının iki ucu kadar, hattâ daha fazla yaklaştı.17 Cemâlullah’ı perdesiz ve vasıtasız olarak müşahede etti, Onunla zaman ve mekândan münezzeh olarak bîkem u keyf konuştu. Daha sonra tekrar Refref’le Sidre’ye geri döndü. Orada Cebrail’i asıl hüviyetiyle –tıpkı ilk defa Hira’da gördüğü şekliyle– gördü.18 Müteakiben de yine Cebrail ile birlikte göz kırpması kadar kısa bir zaman parçasında dünyaya nüzûl eylediler.19

“Ben mi’racdan daha güzel bir şey görmüş değilim.”20

diyen Peygamberler Sultanı, mi’rac yüceliklerinden –âdeta bir vefa duygusuyla– geri dönerken yanında ümmetine çok büyük hediyeler getirmiştir.

Birincisi: Beş vakit farz namazı getirmiştir. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin mi’rac asansörleri olacaktır.

İkincisi: “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetleri getirmiştir. (Bakara, 2/285–286).

Üçüncüsü: İsra Suresi’nin 22–39. âyetlerinde21 bahsedilen 12 adet İslâm prensibini getirmiştir.22 Dördüncüsü: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesini getirmiştir. Beşincisi: İyi amele niyetlenen kişiye –onu yapamasa bile– bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye –onu yapmadığı müddetçe– hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesini getirdi. Bir diğer hediye de, Mi’rac gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki et–Tahiyyâtü diye meşhur olan bu sözler, bütün namazlarda teşehhütte otururken okunmakla Mi’racda Allah ile Habibi (sas) arasındaki o kutsî sohbeti hatırlatmakta ve benzerî bir mükâlemeye namaz kılanı mazhar etmektedir.23

Evet Zât–ı Ahmediye, bütün velayetlerin üstünde bir külliyet ve ulviyetle tezahür eden velayetinin bir neticesi olarak İlâhî kemal mertebelerinde seyr ü sülûk olan Mi’rac24 ile huzur–u kibriyaya uzanan yolu açmıştır. Kapıyı da açık bırakmıştır ki, arkasındaki evliyayı ümmet, ruh ve kalp ile o nuranî caddede, Mi’râc–ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre yüce makamlara çıkıyorlar.25 Mi’rac'ta farz kılınan beş vakit namaz, mü’minin mi’racıdır;26 ve Mi’rac–ı Ekber'in (Efendimiz’in Mi’racı) cilvesine mazhar27 olan bir mi’rac–ı asgar (küçük mi’rac'tır.28 Bu mi’racın zirvesi ise secde hâlinde yaşanır,29 kulun Allah’a en yakın olduğu anda. Her mü’min, namazın fiil ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider.30

Bediüzzaman Hazretleri:

“Leyle–i Mi’rac, ikinci bir Leyle–i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket–i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz.”31

sözleriyle bu gecenin manevî bir fırsat bilinip değenlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir.32 

“Bu bağlamda, fıkıh kitaplarında bir Mi’rac gecesi namazından bahsedilmektedir ki, kılınması müstahsen görülmüştür: 12 rek’attir. Her rek’atında Fatiha suresiyle beraber herhangi bir sure okunarak iki rek’atte bir selâm verilir. Sonra da 100 kere“Sübhânellâhi velhamdü lillahi vela ilahe illallâhü vellâhü ekber.”denilmelidir. Müteakiben ise 100 kere tövbe ve istiğfar edilip, 100 kere de Efendimiz (sas)’e salât ü selâm getirilmelidir. Gündüzünde de oruçlu bulunmalıdır; zira bu hâlde günaha dair olmaksızın yapılacak her duanın kabul edileceği inayet–i İlâhîden umulur.36 Ayrıca bütün mü’minlere dua etmeyi de unutmamalıdır.

Nasıl ki Efendimiz’in Mevlid kandillerinde, Onun kutlu doğumunu anlatan Mevlidler okunur; öyle de Mi’rac kandillerinde, bu semavî seyehati anlatan Mi’râciyeler okunur.37 Mevlid–i Nebi şairi Süleyman Çelebi’nin “Söyleşirken Cebrail ile kelâm / Geldi Refref önüne, verdi selâm” beytiyle başlayan mi’raciyesi meşhurdur. Bu kandil gecesi, Mi’rac olayını anlatan hadîsler ve kitaplar yeniden okunmalı, toplantılar düzenleyip mi’raciyeler okutulmalıdır. Gönüller ilâhilerle coşmalı, ilmî–manevî sohbetlerle kendinden geçmelidir. Kur'ân’dan özellikle [İsra, 17/1, 22–39. âyetleri, Necm 53/1–18; Bakara, 2/285–286] âyetleri ve tefsirleri okunabilir. Eğer kişi, Kur’ân’ın dilinden kalp kulağıyla iman derslerini dinleyip başını kaldırıp vahdete tam yönelse, “kulluğun mi’racı”yla kemalat arşına çıkabilir.38 Mi’rac'ta iman hakikatleri gözle görüldüğü için, bu kandil gecesi imanî konuları ve o konular içinde Mi’rac'a ait meseleleri derinlemesine okuyup mütalâa etmek lâzımdır.39 “Mi’rac–ı imânî”40 ile âdeta İlâhî mükâlemeye nail olmalıdır.

Camilerde cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazları ve okunan Kur'ân’larla kıvamını bulan ruhlar, daha sonra evlerine çekilmeli, evlerindeki mescid–i haram mesabesindeki odalarından seccade burak’ına binerek ilham cebrail’i eşliğinde ihlas mescid–i aksa’sına varmalı; orada gözyaşıyla karışık bir kâse mânâ sütü içtikten sonra secdelerin mi’racıyla yükselip âyetlerin kanatlarında ruhunun mülk ve melekût semalarına yelken açmalı, her rek’atta âdeta bir kat yukarılarına doğru yücelmeli, bir noktadan sonra binit değiştirip ihsan41 refref’ine binerek kendi kemal sidre–i müntehalarında pervaz etmeli, nihayet insanda arş–ı azam mesabesindeki kalbin derece–i ufkuna urûç ile tâ kâbı kavseyne ulaşıp “et–tahiyyâtü”nün sırrıyla huzur–u kibriya’da sünûhât ve ilhâmât ötesi bir nevi mükâleme–i İlâhiye ve müşahede–i Rabbâniyeye mazhar olmalıdırlar.

BERÂAT KANDİLİ

Üç ayların ikincisi olan Şaban ayının on beşinci gecesidir. Berâat gecesinde, beşerin kader programı nev’inden bir İlâhî icraat yapıldığı için, bu gece Kadir gecesi kudsiyetindedir; ve bütün senenin bir çekirdeği hükmündedir.42 Bu gece mahlukatın bir sene içindeki rızıklarına, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacaklarına, ihya veya imate edileceklerine, ecellerine ve hacıların adetlerine dair Allah tarafından meleklere malumat verileceği beyan olunmaktadır.43

Beraat, “iki şey arasında ilişki olmaması; kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması” anlamına gelir. Sahih hadîslerin beyanına göre: Şaban ayının on beşinci gecesi tövbe eden mü’minler, Allah’ın afv ü mağfireti ile günahlarından ve dolayısıyla Cehennem’den berâat edecekler, kurtulacaklardır. Şaban’ın ortasındaki geceye Berâat isminin dışında; mâ'nen verimli, feyizli, bereketli ve kutsi bir gece olduğu için Mübarek Gece; iyi değerlendirildiği takdirde günahlardan arınma ve suçlardan temize çıkma imkânı taraf–ı İlâhî’den verildiği için Sâk (Berâat, Ferman, Kurtuluş Belgesi) Gecesi; Lutf u ihsanı aşkın, afv ü merhameti engin olan Allah’ın ikram ve iltifatlarına erişildiği için de Rahmet Gecesi de denilmiştir.44

Berâat gecesinin mübarekiyet ve hususiyeti hakkında sahih hadîs–i şerîflerden bir–ikisi şöyledir:

“Allah Tealâ, Şaban ayının onbeşinci (Berâat) gecesinde –rahmetiyle– dünya semasına iner, orada tecelli eder ve Kelb Kabîlesi'nin koyunlarının tüyleri sayısından daha çok sayıda günahkârı affeder.”45

Başka bir rivayete göre de Hz. Peygamber:

“Şaban’ın ortasındaki (Berâat kandili) geceyi ibadetle ihya ediniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Allah Tealâ o akşam güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen, onu affedeyim. Yok mu benden rızık isteyen, ona rızık vereyim. Yok mu bir musibete uğrayan, ona afiyet vereyim. Yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der.” buyurmuştur.46

Bir diğer hadîste ise, Berâat kandilinde yapılacak duaların geri çevrilmeyeceği müjdesi verilmiştir.47

Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid–i Aksa’dan Mekke’deki Kabe–i Muazzama istikametine çevrilmesinin Hicret'in ikinci yılında Berâat gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Bazı müfessirler,

“Biz Onu (Kur'ân’ı) kutlu bir gecede indirdik. Çünkü biz haktan yüz çevirenleri uyarırız. O öyle bir gecedir ki, her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile o zaman yazılıp belirlenir.”48

âyetinde belirtilen gecenin Berâat gecesi olduğunu söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre ise bu gece Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetlerde Kur'ân’ın Ramazan ayında49 ve Kadir gecesinde50 indiği açıkça bildirilmektedir. Bu takdirde Kur'ân’ın tamamının Berâat gecesi Levh–i Mahfuz’dan dünya semasına indiği, Kadir gecesinde de görevli kâtipler tarafından istinsah edilip, âyetlerin Cebrail tarafından Efendimiz (sas)’e peyderpey indirilmeye başlandığı şeklinde bir yorum ortaya çıkmaktadır ki bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir.51

Bazı âlimlere göre: Berâat gecesi, emirlerin Levh–i Mahfuz’dan istinsahına başlanır, kâtip melekler bu geceden, gelecek seneye müsaadif ayın geceye kadar olacak olan vak’aları yazar ve bu işler, Kadir gecesi bitirilir. Rızıklarla alâkalı defter Mikail (as)’e; harpler, zelzeleler, saikalar, çöküntülerle ilgili defter Cebrail (as)’e; amellerle alakalı defter, dünya göğünün sahibi ve büyük melek olan İsrafil (as)’e; musibetlere ait nüsha da Azrail (as)’e teslim olunur.52 Rasûlulllah (sas): “Allah Tealâ tüm şeyleri Berâat gecesinde takdir eder. Kadir gecesi gelince de bu şeyleri sahiplerine teslim eder.” buyurmuştur. Berâat gecesinde eceller ve rızıklar; Kadir gecesinde ise hayır, bereket ve selametle alâkalı işler takdir edilir. Kadir gecesinde sayesinde dinin güç–kuvvet bulduğu şeylerin takdir edildiği; Berâat gecesinde ise, o yıl ölecek olanların isimlerinin kaydedilip ölüm meleğinin teslim edildiği de söylenmiştir.53

İslâm kaynaklarında Berâat gecesinde beş hasletin varlığından bahsedilmektedir:

1. Her önemli işin bu gecede hikmetli bir şekilde ayrımı ve seçimi yapılır.
2. Bu gece yapılan ibadetin (kılınan namazların, okunan Kur'ân'ların, yapılan dua ve zikirlerin, tövbe ve istiğfarların), gündüzünde tutulan oruçların fazileti çok büyüktür.
3. İlâhî ihsan, feyiz ve bereketle dopdolu bir gecedir.
4. Mağfiret (bağışlanma) gecesidir.
5. Rasul–i Ekrem’e şefaat hakkının tamamı (şefaat–ı tamme) bu gece verilmiştir.54

Bu gece her tarafı kaplayan rahmet, merhamet ve lütuftan tövbe etmedikleri takdirde şu kimseler istifade edemezler:

1. Allah’a ortak koşanlar.
2. Kalpleri düşmanlık hisleriyle dolu olup, insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler.
3. Müslümanların arasına fitne sokanlar.
4. Akraba bağını koparanlar.
5. Gurur ve kibir sebebiyle elbiselerini yerde sürüyenler.
6. Anne ve babalarına isyanda devam edenler.
7. Devamlı içki içenler.55

Hz. Peygamber’in Şaban ayına ve özellikle bu ayın içindeki Berâat gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan çoğu âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur'ân okuyarak ve dua ederek geçirmenin çok büyük sevaba vesile olacağını söylemişlerdir. Berâat gecesi kılınacak namaza Salâtü’l–Hayr/Hayır Namazı denilmiştir. Bu namaz bir çok rivayete göre yüz rek’attir. Her rek’atinde Fatiha suresinden sonra on (veya on bir) kere İhlas suresi okunur.56 Bir rivayet göre ise on rek’attir; ve her rek’atinde Fatiha’dan sonra yüz İhlas suresi okunur.57

Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir Berâat Kandili tebriğinde bu gecenin değeri ve değerlendirilmesi ile alâkalı şöyle demektedir:

“Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl–i imânâ kazandıran Leyle–i Berâatınızı ruh u canımızla tebrik ederiz.”58

“Bu gelen gece olan Leyle–i Berâat [Berâat Gecesi], bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat–ı beşeriyenin [insanlığın kaderinin] programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle–i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin [salih amelin] Leyle–i Kadir’de otuz bin olduğu gibi; bu Leyle–i Berâat’ta herbir amel–i sâlihin ve her bir harf–i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, Şuhur–u Selâsede [Üç aylar] yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâlî–i meşhûrede [meşhur geceler], on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'ân’la ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır."59

KADİR GECESİ

Kur'ân–ı Kerim’in Levh–i Mahfuz’dan dünya semasına toptan indirilmiş olduğu gecedir. Cebrail, Peygamberimiz (sas)’e ilk vahyi bu gece getirmiştir. Alak suresinin “İkra! Oku!” emriyle başlayan ilk beş âyetini. Bu gecede kaderin bir çeşit istinsahı da yapılmaktadır.60 Kadir Gecesi Ramazan’ın 27. gecesi olarak kutlanılmaktadır. Kandillerin en üstünüdür ve “Gecelerin Sultanı” olarak isimlendirilmiştir. Kıyamete kadar yüz milyarlarca insana dünya ve ahirette rehberlik edecek olan bir Kitab’ın yeryüzüne iniş günü ve bunun yıldönümleri elbette ki müstesna bir gündür; ve bayramlar, ihtifaller ve merasimlerle kutlanması gayet isabetlidir. Kur'ân’daki “Kadr suresi” vahyin başlangıcından ve bu gecenin büyük kudsiyet, fazilet ve bereketinden, bu gece kâinatı kaplayan ilâhî esenlikten bahsetmektedir:

“Biz Kur'ân’ı Kadir gecesi indirdik. Bilir misin nedir Kadir gecesi? Bin aydan daha hayırlıdır Kadir gecesi. O gece Rablerinin izniyle Ruh ve melekler, her türlü iş için iner de iner... Artık o gece bir esenlik gider.. tâ tan yeri ağarıncaya kadar.”61

Duhân suresinde ise bu gecenin kudsiyetine yemin edilmektedir:

”Açık olan ve gerçeği açıklayan bu Kitâb’a yemin olsun ki; biz onu kutlu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz haktan yüz çevirenleri uyarıcılarız. O öyle bir gecedir ki, her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile, o zaman yazılıp belirlenir...”62

Kadir Gecesi, İslâm âlimleri tarafından üç şekilde yorumlanmıştır:

1. Hüküm Gecesi demektir. Takdîr–i İlâhîde hükmolunmuş işlerin, yahut birçok işlere hükmeden muhkem emirlerin ayırt edildiği gece anlamına gelir. Takdîrden maksad, ezelî hükmün açığa çıkmasıdır. Hikmetli işler karara bağlanır.63

2. Mevki, Şeref, Değer ve Azamet Gecesi demektir. Bin aydan daha hayırlı oluşunu ifade eder.64

3. Tazyik (Sıkıştırma, Zorlama) Gecesi demektir. Bu gece inen meleklere yeryüzü dar gelir. Hem Cebrail ilk vahyi getirdiğinde Efendimiz’i üç defa kolları arasına alıp sıkmış, sonra âyetleri bildirmiştir.65 Kadir gecesi, Efendimiz’in ümmetine olan aşkın sevgisi sebebiyle yaptığı bir duanın kabul edilmiş hâlidir, şöyle ki: Fahr–i Kâinat Efendimiz’e kendisinden önceki insanların ömürlerinin müddeti veya bu ömürlerden Allah’ın dilediği kadarı gösterildi. Bunun üzerine ‘Başka ümmetlerin uzun ömürleri içinde yapamayacakları amelleri ümmetim kısa ömrü içinde yapmış olsun.’ diye dua etti. Allah da O'na (içinde bu gece bulunmayan) bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesini ihsan etti.”66 [Bin ay, 83 yıl, 4 aya denk gelmektedir.67]

Kadîr–i Mutlak Hazretleri, ümmete rahmet için Kadir gecesinin Ramazan’ın hangi gecesi olduğu açıkça bildirmemiştir. Malumdur ki Cenab–ı Hak şu imtihan dünyasında çok mühim şeyleri gizlemiştir. İnsanın ecelini ömrü içinde, makbul veli kullarını insanlar içerisinde ve ism–i azamı esma–i hüsna içinde gizlemiştir. Aynı şekilde Cuma günü içinde icabet saati, beş vakit namaz içinde salât–ı vustâ, bütün ibadetler içinde rızayı ilahî, zaman içinde kıyamet, hayat içinde ölüm ve Ramazan günleri içinde kadir gecesi gizlenmiştir.68 Bunlar gizli kaldıkça sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.69 Üstad Bediüzzaman, bazı şeylerin bazı şeyler içinde gizlenmesinin hikmetinin, o şeyin diğer fertlerini de kıymetlendirmek olduğunu ve eğer bu gibi özel şeyler açıklanırsa, diğer şeylerin değerden düşeceğini belirtir.70 Bilindiği üzere: Peygamberimiz (sas), bu gecenin Ramazan’ın son on veya yedi günündeki (21, 23, 25, 27) tek gecelerden birisi olduğunu söylemiştir.71 Ancak 27. gecesi olduğunu belirten hadîs–i şerifler,72 ekserî âlimler tarafından büyük kabul görmüş ve bütün İslâm âlemi de bunu benimsemiştir. Bu benimseme ile alâkalı, Bediüzzaman Hazretleri’nin yorumu şöyledir: “Yarın (27.) gece leyle–i Kadr olma ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım müçtehidler, o geceye leyle–i Kadri tahsis etmişler. Hakiki olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor. İnşallah hakiki hükmünde kabule mazhar olur.”73 demiştir.

Peygamberimiz:

“Allah, Kadir gecesini ümmetime hediye etmiş, ondan önce hiçbir ümmete vermemiştir.”74

buyurmuştur. Bir başka hadîslerinde ise

“Her kim Kadir gecesini, sevabını Allah’tan umarak ihlaslı bir biçimde ibadetle ihya ederse, geçmiş günahları affolunur.”75

demiştir. Meleklerin yeryüzüne indiği ve bir nevi ruhaniyetin yoğunlaştığı bu Kadir gecesi,76 kaçırılmaması gereken manevî bir fırsattır. Bu gecenin büyük bir nimet olması, onu hakkıyla değerlendirmeye bağlıdır. Efendimiz (sas) onu önce biliyordu, sonra unutturuldu.77 

“Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb–i şerifte yüzden geçer, Şaban–ı muazzamada üçyüzden ziyade ve Ramazan–ı mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle–i Kadirde (Kadir gecesi) otuz bine çıkar.”79

Kadir Gecesi tam olarak bilinemediğinden, Allah’ın sevgili kulları Ramazan’ın her gününü Kadir gecesi olabilir düşüncesiyle geçirmeye çalışmışlardır. Aynı senede Hilal’in farklı günlerde görünmesine göre başlangıç günü değişkenlik arzeden Ramazan’da Kadir gecesi de değişmektedir. Bu bağlamda pek çok ehlullah gibi Bediüzzaman da Kadir gecesini bir gün öncesi ve bir gün sonrası ile (daha bir itina göstererek) ihya etmiştir.80 Bir mektubunda “Gizli olan her gecede muhtemel bulunan Leyle–i Kadirlerinizi tebrik ederim.” şeklinde geçmektedir.81

Peygamberimiz (sas):

“Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Kadir gecesinde namaz kılarsa, geçmiş günahları affolunur.”82

buyurmuştur. Bir başka hadîste:

“Kadir gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, o geceden nasibini almıştır.”83

buyrulmuştur. Bir diğer hadîste ise:

“Her kim Ramazan ayı çıkıncaya kadar akşam ve sabah namazlarını cemaat ile kılarsa, Kadir gecesinden fazla bir hisse alır.”84

Ayrıca Kadir Gecesi namazı kılınmalıdır: Kadir namazının en azı iki rek’at, ortası 100 rek’at, en çoğu da 1000 rek’attir. Bu namaz iki rek’at kılındığı takdirde her rek’atinde 200 âyet okumalıdır. 100 rek’ate kadar kılındığı takdirde her rek’atinde Fatiha’dan sonra Kadr suresiyle üç kere de İhlas suresi okunup her iki rek’atte bir selâm verilmelidir.85 Bu gece kendine ve bütün Mü’minlere dualar edilmelidir; zira müstecab vakitlerden olması sebebiyle bu gece dua etmek sünnettir.86 Kadir gecesinde bir an vardır ki, o ana rastlayan bir dua her hal ü karda kabul olunur.87

Hz. Aişe demiştir ki:

“Ey Allah’ın Resulü dedim, şâyet Kadir gecesine tevâfuk edersem nasıl dua edeyim?”

Şu duayı okumamı emrettiler:

“Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu’l–afve, fa’fu annî. / Allah'ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.”88

Kadir gecesinin hakkımızda seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini, hakikat–ı Leyle–i Kadri şefaatçi ederek rahmet–i İlâhiyye’den niyaz etmeliyiz.89 Ayrıca bu gece derin tefekkürde bulunulmalıdır. Kur'ân tefsirleri okunmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri der ki:

“Leyle–i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşallah Kur'ân’a ait mesâille iştigal, bir nevi manevî mütefekkirâne Kur'ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat–ı Kur'ân mânâları Risale–i Nur Tefsirlerinin istinsah ve mütalaalarında vardır itikadındayız.”90

MEVLİD KANDİLİ

Sevgili Peygamberimiz (sas) ’in dünyaya teşrif ettikleri [20 Nisan 571, Pazartesi] Rabiülevvel ayının 12. gecesidir ki buna Mevlid–i Nebi [Kutlu Doğum] denir. Kâinat ve beşeriyetin yüzyıllardır yolunu gözlediği o Peygamberler Peygamberi’nin doğum günüdür bugün. Hz. İbrahim’in duası91, Hz. İsâ’nın müjdesi ve dedesi Abdülmuttalip92 ve annesi Âmine’nin rüyasıdır.93 Fil vak’ası onu haber verdi. Doğduğu gece irhasât denilen bir takım olağanüstü hâdiseler cereyan etti. Dünyanın doğusunu ve batısını aydınlatan bir nur görüldü. Sâve Gölünün suları bir anda çekiliverdi. Ateşe tapanların bin yıldır aralıksız yanmakta olan ateşleri hiç sebepsiz sönüverdi. Asırlardır kupkuru olan Semâve Vadisi, seller altında kaldı. Gökyüzünden onlarca yıldız kaydı. Kisrâ’nın saraylarından ondört burc kendiliğinden yıkıldı. Kâbe’deki putların pek çoğu baş aşağı devrildi. Şeytân, ölesiye çığlık kopardı.94 Daha ne gizemli olaylar iç içe ve peş peşe yaşandı.95 Nasıl yaşanmasındı ki Kâinatın Efendisi, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Ahmed–i Mahmud–u Muhammed Mustafa (sas) dünyaya teşrif ediyorlardı. Bütün varlık O’nu ayakta karşılamıştı.

Doğum ânı öncesi hane–i saadetleri nurla doldu, yıldızlar evin üzerine salkım salkım dökülecekmiş gibi aktı.96 Seher vaktiydi. Bir ara Âmine validemizin kulağına müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldu. Bir de ne görsün? Bembeyaz bir kuş peydahlandı ve yanına geldi; sonra da kanatlarıyla Âmine’nin sırtını sıvazladı. Ne korku kaldı, ne kaygı. Yine doğum öncesi başka bir nur gözüktü. Âmine’ye bu nur ile Şam’ın saray ve köşkleri gösterildi. Kendisine ak bir kâse içinde şerbet sunuldu. İçer içmez de muhteşem bir nur bulutu kendisini sardı. Tam o esnada mukaddes doğum gerçekleşti.97 O sıra ebesi Şifa Hatun gizemli bir ses duydu: “Allah’ın rahmeti, Onun üzerine olsun!” diye. Hattâ Rum diyarının bazı sarayları bile görünmüştü kendisine. Maşrık ile mağrib arası nurlara boğulmuştu.98 Annesinin anlattığına göre:

“Doğuda, batıda ve Kâbe’nin üzerinde bir bayrak gördüm. Doğum tamamlanmıştı. Yavruma baktım, secdedeydi. Parmağını da göğe kaldırmıştı. Hemen bir ak bulut inip onu kapladı. Şöyle bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin. Tâ ki mahlukât Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar!’ Biraz sonra da bulut gözden kaybolup gitti.”

Hz. Âdem’den başlayarak devirlerden devirlere, aileden aileye intikal ede ede gelen o Biricik Nur,99 artık vücud sahnesinde varlık bulmuştu. Efendimiz’in

“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur.”100

dediği kendi Nur’u, beden giymiş, görünür hâle gelmişti. Her çocuk doğunca yere düşerken, o ise ellerini yere dayamış, önce secde edip sonra da başını ve parmağını semaya kaldırmıştı.101 Doğduğunda sünnetli ve göbek bağı kesilmiş vaziyetteydi.102 Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında peygamberlik mührü “Hâtem–i Nübüvvet” vardı.103 Dedesi Abdülmuttalip adını Muhammed104 koymuştu. Övülen demekti. Zira onu Allah övmüştü; melekler, insanlar ve cinler de övecekti. Sonra o Nur topunu alarak Kâbe’ye götürdü ve Allah’a duada bulundu: “Bana bu temiz çocuğu ihsan eden Allah’a hamdolsun!” dedi.105 Nasıl ki insanlara ve cinlere sonsuz mutluluğun yollarını gösterecek Nebi dünyaya teşrif edince bütün varlık ayağa kalkmıştı. Teşrifinden asırlar sonra da

“Doğdu ol saatte ol Sultân–ı Dîl / Nûra gark oldu semâvât ü zemîn” –S.Çelebi–

deyince mevlidhânlar, benzeri bir heyecanla Mü’minler “Hoş geldin ey Kutlu Nebi!” mânâsına ayağa kalkmaya devam ediyorlar. Bir edep anlayış ve göstergesi olan bu hürmet ve tazimlerini, O’na arz etmeye çalışıyorlar.106

Efendimiz’in terakki çizgisinin müntehası Mi’râc, başlangıcı da Mevliddir.107 Bu kutlu gecede S. Çelebi’nin Mevlid–i Nebi’si gibi, Peygamber aşkını körükleyen na’t–ı şerifler, mevlidler okunmalı.108 Hafızlar, Kur'ân’dan Peygamberimiz’in adının geçtiği aşirleri seslendirmeliler. Hem yetim, hem öksüz yetişen o Nebi’nin doğum günü vesilesiyle öncelikle yetimler ve öksüzler sevindirilmeli, yoksullara ziyafetler verilmeli. Kutlu doğum hakkında yazılmış kitaplar ve makaleler bir kere daha topluca okunmalı. O’nu anlatan sohbetler dinlenmeli. Bol bol salât ü selâmlar getirilmeli. Gözümüzün Nuru, Gönlümüzün Sürûru Efendimiz Hazretleri’nin doğum günü münasebetiyle bizlere düşen vazifelerin ön önemlisi ise, herhalde O’nu her yönüyle daha iyi anlamaya ve O’nun, insanlığa tebliğ ettiği esasları kavramaya çalışmak olmalıdır.109

Fakat kutlu doğumu, aynı zamanda kendi doğumu olan İslâm dünyası, o Nevrûz–u Sultânî’yi lâyık–ı vechiyle tes’îd edememektedir. Hz. İsa’nın doğumun bütün dünyada noel, paskalya ve daha başka yortu ve karnavallarla kutlanılması ölçüsünde, bu Kutlu Doğum'un en azından ümmet içinde olsun O’na ve O’nun mesajına yaraşır biçimde tes’îd edilmesi, bir vefa borcu olmanın ötesinde İslâm’ın ruhundaki Hz. Muhammed’e muhabbet ve hürmet emrinin bir gereği olsa gerektir...110

KANDİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur'ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (sas)’e salât ü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar,111 onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir?” gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi kendine ve diğer mü’min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

Dipnotlar

1) Risale–i Nur Tefsirinin pek çok yerinde, ister müellif Bediüzzaman, isterse talebelerinin hayatlarındaki bir takım olaylar ile mübarek gün ve geceler arasındaki manevî irtibatı ifade eder mahiyette pek çok beyanatları vardır. Bunlardan birkaç tanesi için bkz. Sikke–i Tasdik–i Gaybi, s. 205–208, 240; Emirdağ Lahikası, 1/37, 40, 46, 166.
2) Nursi, Bediüzzaman Said, Sikke–i Tasdik–i Gayb–i, s.208, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998).
4) “Mübarek gecelerin hepsinin vakti mevzuunda şüphe var. [Pratikte yüzde yüz tespit etmek mümkün değildir. Y.G.> Sadece Regaib Gecesi bundan müstesnadır. Zira Regaib, Receb Ayı’nın ilk perşembesidir. Ama o perşembe ayın birine rastlarsa, o da şüphelidir.” 
5) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, s.187, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1990.
6) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.207.
7) Bilmen, a.g.e, s.187.
8) Suyûtî, Celâlüddin, Câmiu’s–Sagîr, (Feyzü’l–Kadir’le birlikte), 3/454, Beyrut, 1972.
10) Merkepten büyük, attan küçük bu göksel binit beyaz renklidir ve Cennet’ten getirilmiştir. (Nursi, Mektubat, s.303, Envar Neşriyat, İstanbul, 1992).
11) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598.
12) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.207.
13) Necm, 53/1–18.
14) Buhari, Bed’ü’l–Halk, 6; Enbiya, 22, 43; Müslim, İman, 263, 264; Tirmizi, Tefsîr'u–İnşirâh, 33–34; Ahmed b. Hanbel, 1/309; Musannef, 14/306; İbn Hişâm, Sîretü’n–Nebî, 2/44, İhyâü’t–Türâsi’l–Arabî, Beyrut, Beyrut.
15) Nursi, Sözler, s.525.
16) Nursi, Sözler, s.560.
17) Necm, 53/9.
18) Necm, 53/1314.
19) Nursi, Sözler, s. 136, 562. Mi’rac olayının “bast–ı zaman gibi” çok kısa bir sürede olduğuna dair bkz. Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.197; Nursi, Lem’alar, s.17.
20) Buhari, Salât, 1; Hacc, 76, Enbiya, 5, Tevhid, 37, Menâkıb, 24; Müslim, İman, 259; Ahmed b. Hanbel, 3/148, 149, 5/143. Mi’rac: Semavî asansördür ki, ölülerin ruhları gökyüzüne onunla yükseltilir. Bu yüzdendir ki ölülerin gözleri yukarılara gökyüzüne doğru bakar.
21) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ana–babanıza da iyi davranın. Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını verin. Gereksiz yere de saçıp savurarak israfçı ve cimri olmayın. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Zinaya yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Ahdinizi yerine getirerek verdiğiniz sözü tutun. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.” (İsra, 17/22–39).
22) Müslim, İman, 264.
23) Nursi, Şualar, s.77–79.
24) Nursi, Sözler, s.561, 563.
25) Nursi, Sözler, s. 580; Nursi, Mektubat, s.306.
26) Kaynaklarda bu mânâyı gösterir şekilde bazı hadîsler bulunmaktadır: “Sizden biriniz namaza durduğunda Rabbiyle münacat edip konuşur.” “Cenab–ı Hakk’ın namaz kılan kula teveccühü ve ikbali devam eder, tâ ki kul namazdan çıkıncaya kadar (ya da kul sağına–soluna dönünceye kadar).” Buhari, Salât, 39; Müslim, Mesâcid, 54; Salât, 108, 121; Müsned–i Ahmed, 2/26, 34, 36, 129.
27) Nursi, Şualar, s. 92, 643.
28) Nursi, Şualar, s.645.
29) Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.63; Nursi, Sözler, s.47.
30) Nursi, Sözler, s.572. Ümmet de insilâh–ı küllî denilen bir haletle bir nevi mi’rac yapmaktadır. İnsilâh–ı küllî: Kulun (mutasavvıfın) unsurlardan mürekkep olan kesif madde bedeninden çıkarak, bütün unsurları bırakıp âlem–i gaybdan olan latif cesediyle semalara urûc etmesi olayına denir. Bkz. Yazır, Muhammed Hamdi, 5/315152, Eser Neş.İstanbul.
31) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
32) Bediüzzaman Hazretleri bazen kandil gecelerini iki gece olarak değerlendirirdi. Örneğin bir defasında Mi’rac gecesini iki gece olarak kutladığını kendisi belirtmektedir. [Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/65].
36) Bilmen, a.g.e., s.188.
37) Nursi, Mektubat, s.307.
38) Nursi, Sözler, s.364.
39) Bu meyanda Risale–i Nur Tefsirlerinden uygun bahisler okunabilir. Zira “Risalei–Nur, hakikat–ı Kur’ân ve mi’rac–ı îmandır.” [Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.266].
40) Mi’rac–ı İmânî için bkz: Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.373; Asa–yı Musa, s.138).
41) İhsan: Allah’ı görüyor gibi veya O’nun gördüğü şuuruyla ibadet ve kulluk yapmaktır.
42) Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.601, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
43) Bilmen, a.g.e., s.188.
44) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/288.
45) Tirmizi, Savm, 39; İbn Mace, İkame, 191.
46) İbn Mace, İkame, 191.
47) Suyûtî, Celalüddin, Câmiu’s–Sagîr, 3/454, Beyrut, 1972.
48) Duhân, 44/3–6.
49) Bakara, 2/185.
50) Kadr, 97/1.
51) Yazır, a.g.e., 5/4293–4295.
52) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/287.
53) Razi, a.g.e., 23/293.
54) Şöyle ki: Rasulullah (sas) Şaban’ın 13. Gecesi Allah’tan ümmetine şefaat etme hakkı istemiş, üçte biri verilmiş; 14. Gecesi yine istemiş, üçte biri daha verilmiş; 15. Gecesi (Berâat gecesi) tekrar istemiş ve bu gece şefaatin tamamı kendisine verilmiştir.
55) İbn Mace, İkame, 191.
56) Bilmen, a.g.e., s.188.
57) Berâat gecesi namazını İmam Gazali İhya–u Ulumi’d–Din’inde (1/203) zikretmektedir. Ali el–Kari de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berâat gecesi namazının h. 400 (m.1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir. (el–Kari, el–Esrarü’l–Merfua, s.462). Ancak Fakihi’nin (ö.272/885’ten sonra) Mekkelilerin bu geceyi Mescid–i Haram’da ihya ettiklerine ve bazılarının yüz rek’atlı bir namaz kıldığına dair rivayeti (bk. Fakihi, Ahbaru Mekke, 3/84, Mekke, 1407/1986) dikkate alınırsa bu namazın h.400’den daha önceden de kılındığını söylemek mümkündür. [D.İ.A, 5/475, Bk. Berat].
58) Nursi, Şualar, s.426.
59) Nursi, Şualar, s. 426; Tarihçe–i Hayat, s.601.
60) “Yani İmam–ı Mübin’den, Kitâb–ı Mübîn’e istinsahı. Nazarı oraya ulaşanlar, kaderin bu kısmına da muttali olabilirler. Efendimiz (sas)’in mi’racta seslerini duyduğu kalemler de bunlar olsa gerek...” 
61) Kadir, 97/1–5.
62) Duhân, 44/1–5.
63) Dihlevî, a.g.e., 2/156.
64) Kadir, 97/3.
65) Yazır, a.g.e, 9/59–69.
66) Muvatta, Îtikaf, 6.
67) Canan, Kütüb–ü Sitte, III/285.
68) Nursi, Sözler, s. 309; Algül, Hüseyin, Mübarek Gün ve Geceler, s. 21.
69) Nursi, Mektubat, s.476; Hutbe–i Şamiye, s.124; Sünûât–Tulûâtİşârât, s.13.
70) Nursi, Sünûhât, s.29.
71) Müslim, Sıyâm, 212, 215, 208; İbn Mace, Sıyâm, 56.
72) Müslim, Müsâfirîn, 179, Sıyâm, 220, 221; Ahmed b. Hanbel. [İmam Azam da bu hadîsi benimsemiştir.>
73) Nursi, Şualar, s. 510.
74) Suyûtî, Câmiu’s–Sagîr, II/269.
75) Buhari, Kadr, 1; Müslim, Müsâfirîn, 175.
76) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/286.
77) Buhari, Fadlu Leyleti’l–Kadr, 2; Müslim, Sıyâm, 213.
79) Nursi, Şualar, s.416.     80) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.136, 169.
81) Nursi, Emirdağ Lahikası, 1/62.         82) Buhari, Sıyam, 71.
83) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289.            84) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289.
85) Bilmen, a.g.e., s.188.                         86) Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/287; Nursi, Mektubat, 279.
87) Bilmen, a.g.e., s.188.                         88) Tirmizi, Deavât, 89; İbn Mâce, Duâ, 5.
89) Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.516.          90) Nursi, Barla Lahikası, s.176.
91) Bakara, 2/129.                                     92) Halebî, Ali b. Burhaneddin, İnsânu’l–Uyûn, 1/130131, Beyrut, 1980.
93) Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuracaklardı: “Ben babam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyasıyım.” Tecrid–i Sarih, 6/18; Ahmed b. Hanbel, 5/262.
94) İbn Kesir, el–Bidâye ve’n–Nihâye, 2/266, Beyrut, 1978..
95) Suruç, Salih, Peygamberimiz’in Hayatı, 1/47–52, Feza Gazetecilik, İstanbul, 1998; Halebî, İnsânu’l–Uyûn, 1/86–88; İbn Sa’d, Tabakâtü’l–Kübrâ, 1/102, Beyrut, 1978.) 96) Bu olayı, İki ebeden birisi olan, Osman b. Ebi’l–Âs’ın annesi Fatma Hatun görmüş ve haber vermiştir: İbnü’l–Esîr, el–Kâmil, 1/459, Beyrut, 1385/1965.
97) Bu olayı, Hz. Âmine bizzat kendisi anlatmıştır. Bkz: (Suruç, Salih, a.g.e., 1/44).
98) Bu olayı da ikinci ebesi, Abdurrrahman b. Avf’ın annesi Şifâ Hatın görmüş ve nakletmiştir. (Suruç, a.g.e., 1/45; astalani, Mevâhibü’l–Ledünniye Tercümesi, 1/21–22, Mtc: Abdülbâki).
99) Tecrid–i Sarih, 9/272.                         100) Aclûnî,Keşfu’l–Hafâ, 1/265.
101) Halebî, a.g.e., 1/109110.                 102) Suruç, a.g.e., 1/45.
103) Hatem–i Nübüvvet: üzeri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerden oluşmaktaydı ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Rasul–i Ekrem’in son peygamber olduğunun alâmetlerinden birisiydi. (Suruç, a.g.e., 1/45).
104) Halebî, Ali b. Burhaneddin, İnsânu’l–Uyûn, 1/130–131, Beyrut, 1980.
105) İbn Hişâm, es–Sîre, 1/168; İbn Kesîr, 1/208209. 106) 
107) “İşte böyle bir Zât’ın Mevlid ve Mi’râcını dinlemek,yani terakkiyatı mebde’ ve müntehâsını işitmek, yani tarihçe–i hayat–ı maneviyyesini bilmek, o Zât’ı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî’ telakki eden mü’minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neş’eli, hayırlı bir müsamere–i ulviyye–i dîniyye olduğunu anla...”(Nursi, Mektubat, s.308). Bediüzzaman Sikke–i Tasdik–i Gaybi s.207’de Efendimiz’in terakki hayatının başlangıcını Regaip Gecesi –ki O’nun ana rahmine düştüğü veya rahimde olduğu annesi tarafından fark edildiği an) olarak belirtirken; burada ise ise başlangıcı Mevlid gecesi ile –doğumuyla– başlatmaktadır. Lafızlar farklı, ama mânâ yaklaşık olarak bir sayılır. Birisi, terakki çizgisini ana rahminden başlatırken; diğeri ise doğumundan başlatmaktadır. [Y. G.]
108) Nursi, Mektubat, s. 307.              109) Algül, Hüseyin, Mübarek Gün ve Geceler, s.52.
111) “Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili hususi bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur'ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir... Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289). Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta ise bir beis yoktur; sevaptan hâli değildir. [Y.G.]

(Yunus Gülendam)

39 İslam dogmatik bir din mi?

“Dogma” mahiyeti itibarıyla “kesin bilgi ve tartışılmaz doğruyu vazeden bildirim”dir; bunu beşer zihni vazeder ve tartışılmasını yasaklar. Bir bilgi veya hüküm açık müzakere, tartışma, tefsir ve tevile açık değilse dogmadır. Sonuçta denen şudur: “Bu böyledir, böyle düşünmek ve inanmak zorundasınız. Aksi yönde görüş beyan edecek olan cezalandırılır.”

İslam düşünce geleneğinin parametresi “dogma” değil, “nass”tır. Nas, tefsire, tevile, müzakere ve ictihada açıktır. Düşünme ve ifade özgürlüğü, nassın hikmetini ve maksadını anlamak bakımından kısıtlanması mümkün olmayan bir hakkın kullanımıdır. Ve genellikle bir nassın birden fazla ve üstelik birbirine aykırı yorumları olduğundan, bu sayede birden fazla mezhep, fırka ve ekol teşekkül etmiştir.

Dinin esası vahiydir. Vahiy olmadan insanlar akıl ile dinin hakikatlarına ulaşamaz. Akıl ise bu vahiy mahsulu olan dini anlamada kullanılır. İşte din vahyin ve aklın birleşmesiyle anlaşılır ve yaşanır. İşte hadisi şeriflerde meselenin bu iki yönüne vurgu yapılmıştır.

Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek Onun yaratıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir. İnsan hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt eder. Aklın tanımlarından biri: “İyiyi kötüden ayırt eden bir meleke”; diğeri: “İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri edinmeye elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.” şeklindedir. Aklı: “Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler.” şeklinde tanımlayanlar da vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I, 90)

Burada şu soruyu sormak öteden beri âdet olmuştur:

- Madem ki Ulu Allah insana hayrı, faydalıyı ve hakkı şerden, zararlıdan ve batıldan ayırt etmeye yarayan bir akıl vermiştir, peygamber göndermeye ve kitap indirmeye ne lüzum vardır?
- İnsanlar akıllarıyla dünyada hayatlarını düzenleyip mutlu bir şekilde ve huzurlu olarak yaşayamazlar mı?

Ateistler, deistler ve vahye dayalı olmayan Brahmanizm ve Hinduizm gibi beşeri dinler, dünyada mutlu bir hayat yaşamak için insana aklın yeterli olduğunu savuna gelmişlerdir. İslam alimleri ise çok önemli bir bilgi edinme aracı olmakla beraber aklın yeterli olmadığını, vahiy ile desteklenmesi ve tamamlanması gerektiğini ispat etmeye çalışmışlar, bu maksatla bu konuda çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir:

Vahiy gelmemiş olsaydı bile dinde emredilen şeylerin güzel, yasaklanan şeylerin çirkin ve kötü olduğunu akıl bilebilirdi, ama bunların tümünü bilemezdi. Mesela Allah Teala’yı bilirdi, fakat Onun sıfat, fiil ve isimlerini tam olarak bilemez, bu konuda herkes aklına göre farklı bir şey söyler, doğru ve gerçek olan bilinmezdi. İnsan Allah Teala’nın varlığını akılla bulur; ama Ona ibadet edip etmeyeceğini, ibadet edecekse hangi şekilde ibadet edeceğini kestiremez, herkes kendi aklına göre değişik bir ibadet şekli ortaya koyar, bu da çekişmelere ve karışıklıklara yol açardı. (bk. F. Razi, el Muhassal, Kahire, 1323. s. 156.) Razi, peygamber göndermenin vahiy ile bildirilmemiş olsaydı, insanlar ölümden sonra yeni bir hayatın bulunduğunu tam ve kesin bir şekilde akılla bilemezlerdi. Nelerin ahirette ecir ve sevap almaya, nelerin ceza görmeye ve azab çekmeye vesile olduğunu akıl ve fikirle kavrayamazlardı. Özellikle Allah ve ahiret konularında akıl yetersizdir. Vahiyle aklın aydınlanması şarttır.

Gazali’nin de dediği gibi akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibidir. Akıl göz, vahiy ışıktır. Ya da akıl lamba, vahiy onun yağıdır. Hak Teala “Nur üstüne nur” (Nur, 24/35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın içindeki şeriat, şeriat ise insanın dışındaki akıldır. Kur’an’da (bk. Rum, 30/30) akla din ismi verilmiştir. Fıtrat sağlam bir dindir. (bk. Gazali, Mearicu’l-Kuds, Kahire, 46)

Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, kudurur, sefahet ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır, tanrılık iddia eder. Şu halde akli ve fikri hayatın vahiyle desteklenmesi bir zorunluluktur. Her toplum için dinin zorunlu olmasının sebebi budur. Cehenneme atılacak olanlar diyecekler ki:

“Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, cehennemlik olmayacaktık.” (Mülk, 67/10)

Vahiy de akıl da rehberdir. Kısacası akıl-vahiy ilişkisi şöyle ifade edilir:

a) Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu gösterir.

b) Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset, hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar.

c) Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını önler.

Bu üç alan nübüvvet bakımından önemlidir. Birinci alanda akıl vahye tabidir. İkinci alanda geniş ölçüde akıl hür ve serbest, üçüncü alanda ise tamamıyla hür ve serbesttir. Bu hiyerarşinin korunması halinde ne kadar hür ve serbest olursa olsun, akıldan ve onun ürünü olan ilimlerden fertlere ve topluma zarar gelmez.

İlave bilgi için tıklayınız:

1400 sene önce gelmiş olan İslam çağımızın sorularına cevap verebilir mi ve ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?..

40 Hz. Hasan'ın çocuklarının isimleri nelerdir?

Hz. Hasan (ra)’ın muhtelif annelerden Hasan, Zeyd, Ömer, Ebu Bekir, Abdurrahman, Talha, Kasım ve Ubeydullah adında sekiz erkek çocuğu olduğuna dair rivayetler vardır.

Ayrıca Hz. Hasan (ra)’ın muhtelif annelerden dünyaya gelmiş ve bize isimleri ulaşmamış bir veya yedi tane de kız çocuğu olduğu da söylenir. (bk. Zirikli, II. 215; İslam mezhepleri ve şiilik, tercüme, Abdülbaki Gülpınarlı, s, 367 E.Y. Şamil İslam Ansiklopedisi, mad. Hasan b. Ali b. Ebü Talib Ş.Y. İslam Ansiklopedisi, Leyden tabı mad. Hasan, M.E.B.Y.)

41 "Kahrolsun Şeriat!" ifadesini kullanmanın hükmü nedir?

BİR İNSAN böyle bir sözü neden söyler, niçin söyler, hangi niyetle söyler?

Bu sözü söyleyenlerin bir kısmı var ki, ne dine inanır, ne Allah’a; ne Kur’an’a inanır, ne de Peygambere… İslam’a ve dine karşıdır, düşmandır. Böyle bir insan bu sözü inançsızlığından dolayı söyler. Zaten böyle birisinin yolu da, izi de bellidir. Hiçbir kutsalı yoktur, hiçbir manevî değer tanımaz. Onun gözünde, dini çağrıştıran her şey zararlıdır ve yanlıştır. Böyle düşünenleri kendi ideolojik yapısıyla baş başa bırakalım.

“Kahrolsun şeriat!” diye bağırıp çağıran başka birisi daha vardır ki, o da neyin ne olduğunu bilmeden konuşuyor. Allah’a, dine, Kur’an’a ve Peygambere inanıyor, inancı var, belki namaz da kılıyordur, oruç da tutuyordur, ama “şeriat”ın siyasî ve ideolojik bir düşünce olduğunu sanıyor, farkına varmadan bu saçma sözleri kullanıyor, bir yerde “uydum kalabalığa” diyerek hareket ediyor.

Oysa şeriatla din aynı anlama gelir, ikisi bir arada kullanılır. Din şeriattır, şeriat da dindir.

“Şeriat” kavramının içinde, imanla ilgili hükümler olduğu gibi, ahlakla, ibadetle ve günlük hayattaki işlerle alakalı hükümler de vardır.

Her şeyden önce şeriatı koyan Allah’tır. Bir diğer ifadeyle, dini gönderen ve dinin sahibi Allah’tır. Onun için Allah’a “Şârii Hakiki/gerçek şeriat koyucu” denir.

Zaten Allah’ın, şeriatı koymasının asıl amacı, kullarının sonsuz hayata ve gerçek saadete ulaşmalarıdır. Şeriatın tanımına baktığımızda da aynı gerçekleri görürüz.

Sözlük anlamıyla şeriat "yol, mezhep, metot, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" demektir.

Dinî bir terim olarak da, "Allah’ın emir ve yasaklarının toplamı"dır.

Başka bir deyimle, "Kur’an âyetlerine, Allah Resulü’nün (a.s.m.) sünnetine ve İslam âlimlerinin görüş birliği içinde oldukları meselelere dayanan İlahî kanun"lar bütünüdür.

“Şeriat”, İlahî kanunlar bütünü olduğuna göre, tek şâri / şeriat koyucu Allah’tır. Bunun yanında peygamberler de, şeriatı insanlara haber verdikleri için ayrıca onlar da Şâri olarak anılırlar.

“Şeriat” kelimesi bir terim olarak diğer kanunlar ve dinler için de kullanılabilir. Mesela, “Musa Aleyhisselamın şeriatı” gibi.

Şeriat kelimesinin terim anlamı şu âyete dayanır:

"Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma!" (Câsiye, 45/18)

Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (a.s.m.) önce de çok sayıda peygamber gelmiştir. Bu peygamberlerin çoğunu Cenabı Hak, bir şeriatla/kanunla göndermiştir. Peygamberimizin getirdiği İslam şeriatı, daha önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu mesele Kur’an’da şöyle dile getirilir:

"Allah, dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şeriat olarak koydu." (Şûrâ, 42/13)

İslam hukuku kaynakları, şeriatı üç ana bölümde inceler: İbadetler, muameleler, ceza hukuku.

İbadetler: Allah’ın razı olduğu her çeşit ibadeti içine alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban İslam’da var olan ve bilinen ibadetlerdir.

Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır.

İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velayet, vekâlet, vesayet, miras, alışveriş gibi toplum hayatının ihtiyacı olan tüm medeni muamelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.

Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan, toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedenî, malî veya caydırıcı bazı cezaî hükümleri kapsar.

İslam şeriatı, esas olarak temelde dört delile dayanır. Bunlar şer’î deliller olarak da anılan “Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas”tır.

Kitap: Kur’an’ın içerdiği hükümlerdir.
Sünnet: Son Peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.m.) söz ve fiilleridir.
İcmâ: İslam âlimlerinin görüş birliği içinde bulundukları konulardır.
Kıyas: Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak nitelik dolayısıyla, hükmü açıkça belirtilen diğer meseleye göre açıklamaktır.

İslam şeriatına karşı çıkanları Prof. Dr. Hayrettin Karaman bir sıralamaya tabi tutuyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor:

"Biz Müslümanız, İslam’a varız, ama şeriata yokuz, şeriatı kabul etmiyoruz; şeriat Orta Çağ’ın karanlığına dönmektir." diyenler, "Kur’an, sünnet, icma ve kıyas kaynaklarına dayanan İslam’ın bir kısmını kabul ediyoruz, ama bir kısmını kabul etmiyoruz." demiş oluyorlar.

İslam’ın bütününe inanan ve tamamını yaşamaya çalışan mü’minler “salih ve kâmil” Müslümanlardır.

Yine tamamına inanıp bağlayıcı olduğu halde bir kısmını yaşayamayan (ameli, uygulaması eksik, kusurlu olan) mü’minler ise “fâsık, günahkâr” Müslümanlardır; Allah Teala onları dilerse affeder, dilerse cezalandırır.

“İslam’ın bir kısmını (şeriatı) kabul etmem.” diyenler, “Onun da dinden olduğunu kabul ediyor, böyle olduğuna inanıyorum, ancak onunla amel etmek istemiyorum.” demek istiyorlarsa, günahkâr oluyorlar, “Bu kısmına inanmıyorum, şeriatı dinden saymıyorum.” demek istiyorlarsa, İslam’la bağlılık ve aidiyet ilişkilerini kesmiş oluyorlar.

Şeriata karşı çıkanlar, “Şeriat istemiyoruz, kahrolsun şeriat!” diyenler, İslam’ın bir kısmını reddediyor, onunla inanç ve yaşama bakımından ilişkilerini kesiyorlar, hatta ona karşı düşmanca cephe alıyorlar. Bu durumda olanların aynı zamanda Müslüman olmaları mümkün ve sahih değildir.

Şeriat sadece Kur’an hükümleri ve İslamî esaslar değildir. Az önce anlattığımız ve herkesin “şeriat” olarak bildiği bu şeriat, Cenab-ı Hakk'ın kelam sıfatına dayanır ve asıl itibariyle oradan gelir.

Bir diğer şeriat daha vardır ki, o da Allah’ın İrade sıfatından gelir ve bu sıfatın tecellisidir. Buna “sünnetullah / tabiat / doğa” tabiri kullanılır. Mesela, yerin çekim gücü, ateşin yakması, soğuğun üşütmesi, zehirin insanı öldürmesi gibi tabiatta var olan fıtrî kanunlar, kevnî kanunlardır. Bunların yaratıcısı ve işleteni Yüce Allah’tır.

Nasıl ki, kelam sıfatından gelen kanunlara karşı gelenler belli cezalara uğrayacağı gibi, irade sıfatından gelen bu kanunlara karşı duranlar da cezasını hemen görürler.

Mesela, bir kimse yüksek bir yerden atlarsa, bacağını ve kafasını kırar. Elini ateşe uzatırsa eli yanar, soğukta durursa üşür, yüzme bilmeden denize girerse boğulur, zehir içerse hayatını kaybeder.

Her iki şeriat için de şöyle müşterek misaller verilebilir. Zehir içerek intihara teşebbüs eden hayatını kaybettiği gibi, intihar etmekle haram işlediği için ayrıca günaha girmiş olur.

İkinci bir misal: Silahını suçsuz bir insana kasten çeken kimse onun ölümüne sebep olduğu gibi, ayrıca büyük bir günah işlediği için, İslam şeriatı ona kısas cezasını öngörür, onun da aynı şekilde cezalanması hükmünü verir.

 

 

42 Coca Cola'nın tersten okunuşu !...
43 Riya nedir; riyadan nasıl kurtuluruz?

Teveccüh-ü nas, insanların medih ve senaları, yönelmeleri,

“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.” (Bediüzzaman, Lem'alar)

Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığı...
Teveccüh-ü nâs, kendi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafleti...
Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun en büyük engeli.

Riya, rüyetten geliyor. Yaptığı iyilikleri olabildiğince çok insanın görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensinler diye bir takım yapmacık hareketlerde bulunmak.

Bir asır sonra gelecek insanları düşünelim. Henüz yokluk karanlıklarında bulunan, kim olduklarını bilmediğimiz bu dünya misafirleri, kader ile tayin edilen vakitleri geldiğinde bir İlâhî lütuf olarak hayat nimetine kavuşacaklar ve yer küresine ayak basacaklar. Yolculuklarının ilk durağı olan ana rahminde dokuz ay terbiye görecek ve bu kâinattaki sonsuz nimet ve ihsanlardan en güzel şekilde istifade etmeleri için nelere muhtaçlarsa onlarla donatılacaklar. Derken yeryüzüne annelerinin kucağında ayak basacak, o şefkâtli sineden akıtılan lâtif sütü, kana kana içecekler.

Derken, büyüyecek, genç olacaklar. Bir iş tutacak, toplum hayatına karışacaklar.

Ve bunlardan büyük bir kısmı, kalabalıklara kapılıp kendilerini unutacaklar; kul olduklarını, misafir olduklarını, yolcu olduklarını hatırlamayacaklar bile. Ve başka rahimlerde beslenmiş ve kendileri gibi âciz, kendileri kadar fâni olan diğer insanların sevgisini kazanmaya can atacaklar.

Toplumun esiri olacak, onların ayıplamasını günahtan önde tutacak, onların beğenmesini rızaya tercih edecekler.

Yolculuğun kabirden sonraki safhalarını düşünmeyecekler. Herkesin kendi derdini tek olarak çektiği kabir âlemini, kimsenin kimseye dönüp bakamayacağı mahşer meydanını ve Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği hesap gününü hatırlamayacaklar bile. Bütün bu safhalarda “desinler”in yahut “demesinler”in beş para etmediğini akıllarına getirmeyecek, his dünyalarından uzak tutacaklar.

İşte kendini unutan ve ebediyet yurdunun azap diyarına doğru, âdeta koşar adımlarla giden bu kalabalıkların karşısına peygamberler çıkıyorlar, âlimler, arifler çıkıyorlar ve onlara yanlış yolda olduklarını, bütün gayret ve himmetleriyle anlatıyor ve onları hidayete doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.

Kur'an-ı Kerim’de, kavimlerine tebliğ görevi yapan peygamberlerin dilinden dökülen şu hikmetli cümleye birkaç kez yer verilir: “Benim ecrim sadece Allah’a aittir.” Yani, ben sizleri hidayete davet ederken Allah’ın rızasını gözetiyorum ve ücretimi ancak ondan bekliyorum. Ben Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Kul olduğum için O’na kullukta azamî hassasiyet gösteririm, resûl olduğum için de Hakk’ın kullarına hakikati tebliğ ederim. Onlar beni dinlemeseler “resûller üzerine, tebliğden başkası yoktur” fermanına yönelir, hidayetin ancak Allah’tan olduğunun idraki içinde gönlümü hoş tutarım. Kulların benden yüz çevirmelerine aldırmam; zira ben kalbimi ancak Allah’a çevirmişimdir. Ben, O’nun rahmetini temsil ederim; benden yüz çevirenler azaba yönelmiş olurlar.

“Allah, mü’minlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

âyet-i kerimesi insanlık âleminin nazarını cennete çevirmiş ve o lütûf beldesinin ancak mü’minler için hazırlandığını haber vermiştir. Mü’min olan insan, cennet mukabili satın alınmıştır. O halde, geliniz başkalarının teveccühüne can atan nefsimizin kulağına bir fısıltı halinde şunu soralım:

- İnsanların kendi yaptıkları bir başka cennetleri mi var?
- O cennet daha mı güzel, daha mı muhteşem?
- Mahlûka satılmak en azından ayıp değil mi?

Doğum kanunu kimin elinde ise, bizi bu dünyaya O getirdi ve ölüm kanunuyla da bizi ukbâya o göçürecek. Bu kısa dünya yolculuğunda yolcularla oyalanmak, onların takdirlerini kazanmak bize ne fayda verebilir!?..

Sırayla ayrılacağız bu dünyadan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar. Tarihe bu gözle bakabilsek ne kadar ibret sahneleri görürüz! Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar? Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?

Bir asır sonra da biz mâzi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün O’nun dergâhına sığınmak gerek.

Şu var ki, “Allah için sevmek” gibi, “Allah için sevilmek” de meşru ve güzel. İsteriz ki, Allah’ın mü’min kulları bizi sevsinler, O’nun has bendeleri bize yâr olsunlar. O’nun katında şefaati makbûl olanlar bize teveccüh etsinler. Bu arzu nefsanî değil rahmanîdir.

Toplum hayatı sürecek bir istidat üzere yaratılan insanların, imanlı ve temiz bir toplum meydana getirmeleri ve bu temiz toplumun temiz insanlarının birbirini sevmeleri ne kadar güzeldir!

İlave bilgi için tıklayınız:

Gizli şirk ve riya hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

44 İslam aleminin bugünkü cehaletini ve geri kalmışlığını bahane ederek, İslam'a karşı çıkanlara nasıl cevap verebiliriz?

Terakkinin kaynağı ilimdir. İnsanlar için kaçınılması gereken en büyük düşman cehalettir. Çünkü bütün terakki ve tekamüllerin engeli, bütün tedennilerin kaynağı cehalettir. Kur’an, yüzlerce ayet-i kerimesinde insanları dinî ve dünyevî ilimleri öğrenmeye teşvik eder. Bunlardan ikisini takdim edelim:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

“Eğer bilmîyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.” (Nahl, 16/43)

Peygamberimizin ilme teşvik eden pek çok hadis-i şerifleri vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.” 

“Her şeyin bir yolu var. Cennetin yolu ilimdir.” 

“İlim Çin’de bile olsa, gidiniz, alınız, tahsil ediniz.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, Beyrut, II. 254)

“Hikmet müminin yitik malıdır; nerede bulsa alır.” (Tirmizi, İlim 19)

“Kadın ve erkek her Müslüman’a ilim öğrenmek farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17)

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz, Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde ilk iş olarak mescit ile birlikte medresesini tesis etti. O medresede okuyan o günün talebelerine “ehl-i suffa” deniliyordu. Bunlar bütün hayatlarını ilim ve irfana vakfetmişlerdi. Günümüze kadar gelen bütün İslâm mektep ve medreselerinin temeli bu Suffa Medresesidir.

Eğer din gelişmeye engel olsaydı, Asr-ı saadetteki gözler kamaştıran o terakki, Avrupa’nın üstadı olan Endülüs’teki o tekamül, dünyayı hayrette bırakan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri vücuda gelebilir miydi?!. İslâm aleminde İmam Gazali, İbn-i Sina, Farabî, İmam Rabbani, Mevlâna Celaleddin Rumî gibi binlerce ulema ve hükema yetişebilir miydi?!.

İslâm’ın ilme karşı olmasının düşünülemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getiriyor:

“Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” (Muhakemat, s. 10)

Günümüz Müslümanlarının, bilim ve teknoloji sahasında istenilen seviyeye gelmedikleri bir gerçektir. Fakat bu geri kalmışlığın sebeplerini, İslâmiyet’e mâl etmek ve onda aramak gerçeği kesinlikle aksettirmez.

Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilan ediyorlar. Bu, fenni inkâr eden bir batıl din için doğru olabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri, “Allah’ın kudret kitabı olan şu kâinattan bir sırrın daha çözülmesi” şeklinde değerlendirir. Yeni keşifleri duydukça, Allah’ın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.

Konunun çok önemli bir yanı da şudur: Hakk kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur’an-ı Kerim’de insanları fen bilimlerinden yasaklayan bir tek hüküm mevcut değildir. O hâlde bazı kimselerin İslâm’ın bilim ve tekniğe karşı olduğunu iddia etmeleri tamamen dayanaksız ve kasıtlıdır.

Müslümanların İslâm ruhundan uzaklaştıkları, daha doğrusu, planlı bir şekilde uzaklaştırdıkları son bir asırlık dönemi esas alıp, on dört asrın bütün terakki ve tekamüllerini görmezlikten gelmek insaf ölçülerine sığmaz.

45 Türkiye İslam devleti mi? Neden İslam ülkesi olduğumuzu söylüyoruz?

Ülkemizde İslami hükümlerin uygulanmaması ayrıdır, İslam ülkesi olması ayrıdır. Mesela, bir Müslüman İslam'ın bütün hükümlerini yerine getirmekle mükelleftir. Buna rağmen bir kısmını yerine getirmediğinden dolayı bu Müslümana kâfir denilmez.

İşte bunun gibi, devletimizin her yönüyle İslami hükümleri uygulamaması onu İslam ülkesi olmaktan çıkarmaz.

Bir ülkenin dârülharp olması için şartlar vardır ve bunların hiçbirisi ülkemizde bulunmamaktadır. Öyle ise bazı olumsuzluklar var diye bu ülkeyi darülharp ilan etmek yanlıştır.

Her Müslüman, üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle (düzeltiniz), ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)

 Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğzetmek ise diğerlerinindir.

Buna göre, bir İslam devletinin içinde bulunduğu duruma savaşla yardım etmek devletin görevidir. Buna karar verecek olan devlettir. Ancak, devlet karar verir ve bize savaşa katılmamız konusunda emir verirse, o zaman buna uymak bizim de görevimiz olur. Eğer bu konuda İslam devletlerinin bir sorumluluğu varsa, bundan idareciler sorumludur.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Dârulharp olmanın şartları nelerdir? Türkiye dârulharptir, diyenlere nasıl cevap verilmeli?

46 Neden İslamiyeti Seçmeliyiz?

Bütün dinler hep aynı temel esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her nebi, temel disiplinler açısından -o günün şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk çerçevesinde- bir öncekinin devamı, mükemmili, mütemmimi gibi davranmış, selefinin/seleflerinin mesajını tekrar etmiş, ahvâl ve şerâite göre ikmalde bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış, yenilenmesi gereken mesâilde tecdidde bulunmuş ve hep aynı konular etrafında yoğunlaşmıştır: Tevhid, nübüvvet, haşr ve ibadet her peygamberin en birinci meselesi olmuştur. Evet, üslûp, ifade tarzı, beyan ve eda farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar hemen bütün enbiya ve mürselînin mesajının özünü teşkil etmiştir/etmektedir.

Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)’den itibaren başlayan vahyin bir devamıdır. Zira Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da İSLÂM’dır:

“Allah katında din, İslâm’dır.…” (Âl-i İmran, 3/19)

Değişik dönem ve yerlerde gelen peygamberler, birbirlerini reddetmedikleri gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) de bunlardan hiçbirini reddetmemektedir:

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. 'O’nun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.' dediler ve eklediler: 'İşittik ve itaat ettik ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır...' (Bakara, 2/285)

“De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur'ân)e, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.” (Âl-i İmran, 3/84)

Hz. Muhammed (s.a.s.), bilakis bütün önceki peygamberlerin bir devamı, risaletlerinin tamamlayıcısı gibidir. Ancak şu farkla ki, kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi mümkün olmayıp, o, peygamberlerin sonuncusu ve dolayısıyla İlâhî Mesaj’ı evrensel boyutlara taşıyandır.

İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar bilen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz. Muhammed (s.a.s.) ile koymuştur. Demek ki bundan sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını sürdüreceklerdir:

“..Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim...” (Mâide, 5/3)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/85)

“Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allâh'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab, 33/40)

İslâm dini, insanlığı maddî ve manevî kemalâta kavuşturan ve beşerin saadet ve selametini temin eden bütün esasları ihtiva eder. Ona intisap eden fert ve cemiyetleri feyizden saadete, saadetten tekamüle sevk eder. Hayatın korunmasına büyük önem verir. Fert ve toplumun huzurunu bozmaya çalışanları en şiddetli cezalara çarptırır. Birlik ve beraberliği, ihsanı ve yardımlaşmayı emreder. Toplum hayatını anarşi ve terörden vikaye eder.

İslam güzel ahlâkı, bütün şubeleriyle, beşerin istifadesine sunar. Hiçbir meselesi yoktur ki, binlerce faydası bulunmasın, maddî ve manevî hastalıklara birer deva, birer şifa olmasın. İslâm dini ilim ve hikmete istinat eder; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayır ve saadete sevk eder. Cehaleti en büyük düşman kabul eder; insanları daima tefekküre teşvik eder. İslâm dininin bütün insanlığa ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dünyanın Asr-ı saadetten önceki ve ondan sonraki halini nazara almak lazımdır.

İslâmiyet’ten önce, bütün dünya cehalet ve dalaletin, terör ve anarşinin insafsız pençeleri altında kıvranıyordu. Dünyayı kavuran bu vahşet ve dehşetten Arap yarımadası da hissesini almıştı. İnsanlar kız evlatlarını diri diri toprağa gömmekle iftihar ederlerdi. Hurafelere inanırlar ve kendi elleri ile yaptıkları putlara tapar, onlardan yardım dilerlerdi.

O karanlık dönemde, Kur’an'ın nuru Arap Yarımadasının bir köşesinden güneş gibi tulu etti. Küfür ve zulmün en kesif tabakalarını parçaladı. Ulvî tecellisiyle gözleri kamaştırdı, feyiz ve hidayetiyle ruhları temizledi, akılları parlattı, vicdanları ziyalandırdı. Şirki kaldırıp kalplere tevhidi yerleştirdi. Zulmü kaldırıp yerine adaleti tesis etti. Sinelerden kini ve düşmanlığı çıkardı, yerlerine muhabbet, şefkat ve merhameti yerleştirdi.

Kur’an’ın bu tesiri yalnız Asr-ı saadete münhasır kalmamıştır. Ondan sonra da hangi millet İslâmiyet’i kabul etmiş ve hayatına tatbik etmişse hem ilim ve irfanda, hem de sanayi ve ticarette ilerlemiş ve diğer milletlere örnek olmuştur. Bunun en parlak misalleri, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleridir.

47 Günümüzde cariyelik sistemi tatbik edilebilir mi; bu zamanımız şartlarına göre caiz mi?

İslam'ın amacı hazır bulduğu köleliği devam ettirmek değil, önce durumlarını düzeltmek, sonra ortadan kaldırmaktır. Bugün köleliği devam ettirenler, İslam'ın maksadına aykırı davranmış ve İslam imajına zarar vermiş olurlar.

Tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir.

İslâm gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça keffaret olarak azâd edilmelerini öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır. Câriyelik ve kölelik, İslâm adına Müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup, günümüzde ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Cariye, ıstılah manası olarak Müslümanların giriştikleri cihat sırasında esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlar. Başkasının mülkü olan köle kadın. "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir. Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, III/344).

Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır. Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar. Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki Müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih yapılır.

Câriyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirlerinden aşağı değildir. Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan Müslüman askerler arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir.

Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir. Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir. Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur. Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir.

Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına satardı. Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı satılırlardı.

Köleler gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi. Esir azat etmek, İslâm nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, Müslümanlar köle ve câriyelerini azat ederlerdi. Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi tarafından ıtıknâme, yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi. İçlerinden bu ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı.

Câriyeler iyi muamele görürlerdi. Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini sattırırdı. Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu. Ayrıca câriyelere "halâyık" da denirdi.

İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler. Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler. Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir:

"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlar (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." (Nisa, 4/36).

Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler. Azat edilmeleri söz konusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler. Ancak azat edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Osmanlı padişahlarının çok cariyelerle beraber olduklarını söylüyorlar. Osmanlı padişahları ve cariyelik sistemi hakkında bilgi verir misiniz?

48 Dinimiz siyasete ne oranda yer vermiştir; dindar bir insan siyasette yer alablir mi?

Bu zamanda siyasetle dine ve millete hizmet edilebileceği bilinse ve böyle bir itikat içerisinde olabilsek, siyasete girmek elbette iyidir. Bir işin kendisinin haram olması ayrıdır, onu haram da kullanmak ayrıdır. Bilgisayar, televizyon gibi aletlerin kendisi birer alettir ve bunların haram olması söz konusu olamaz. Ancak siz insanlara İslamı anlatan bir kurumda çalışabilirsiniz ve bu aletleri de hayırda kullanırsınız. Ancak aynı aletleri insanları yoldan çıkaran bir kurumda kullanmak ise haramdır.

Bunun gibi siyaset bir alettir. Bu aletin kendisi değil nerede ve nasıl kullanıldığı önemlidir.

Siyasete girmenin bazı fayda ve mahsurları ile beraber bir kısım şartları vardır. Bunları sıralamaya çalışalım:

1. Dine ve millete hizmet gayesi, ön planda olmalıdır,

2. Her ne pahasına olursa olsun, yalana tenezzül edilmemelidir.

3. Bir cemaat namına çıkıp daha sonra kendi cemaati ile kötü olmamaya gayret etmek. Yani cemaat namına değil kendi namına bir fert olarak girilmelidir. Onu sevenler de ona taraftar olmalıdır. Yoksa “Madem bu cemaate veya tarikata mensubum, öyleyse herkes bana oy vermek zorundadır.” dese, o zaman tatsızlığa meydan verilecektir. Bu gibi şeylere tenezzül edilmemelidir.

4. Daima haklının yanında bulunulmalıdır.

5. Başka partiye mensup olan insanları, gıybet ve tenkit veya iftira etmemektir.

Bu ve İslam’ın emrettiği veya yasakladığı diğer hükümleri uygulayabileceğiniz bir ortam sağlandığı kanaatini taşıyorsanız siyasete girilmeli, millete ve vatana faydalı olunmalıdır. Bu dahi bir ibadettir. Fakat ubudiyetinizin ciddi aksamasına vesile olacak ve günahlara rahatlıkla girilebilecek bir ortamda hizmet edilmeye çalışılacaksa, bunun ciddi bir şekilde düşünülmeye ihtiyacı vardır.

Oy vermeye gelince;

Beş yıl boyunca idarecileri tenkit etme ihtiyacı duyan millete, idarecileri seçme ehliyeti verilmiştir. Halk bunları seçmek için sandık başına gider. Bunları seçerken en iyi olanları seçmeye çalışırız. Bizim niyetimiz, onların devletimize daha faydalı olduğudur. Yoksa “Bunlar, zararlı insanlardır.” diye seçsek mesul oluruz. Bundan sonraki iş, idarecilerin mesuliyetine kalmıştır.

49 İslam kardeşliğinin ölçüsü nedir? İslam kardeşliği nasıl olmalı?

İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akide temeline dayanmaktadır. Allah (c.c), Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz." (Hucurat, 49/10).

Âyet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla biraraya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar, bütün müminler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler, yani birbirlerinin sadik dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akidelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- asla sevgi beslemezler; bu anlamda sadece akide kardeşliğini esas tutarlar; Rabblerinin şu mealdeki uyarılarını asla unutmazlar:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir lopluluk bulamazsın ki onlar Allah'a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücadele, 58/22);

"Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınıza ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır." (Tevbe, 9/23)

Kuşkusuz mümin gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takva esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenab-ı Allah'ın müminlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar." (Âl-i İmrân, 3/103).

Yüce Rabbimiz bizlere, cahiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazreç kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, insanlığa kumanda edecek insanların mutlaka akide bağını esas alan, yani hep birlikte Allah'ın ipine içtenlikle sarıları insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi, insanlığa kumanda edecek müminlerin başarısını, Allah'ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır.

İslam'da kardeşlik akide temeline oturtulduğu içindir ki, müminlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden cahilî değerler yerine takva kriteri getirilmek suretiyle toplumsal kardeşliğin ve ahengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyet-i kerime her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir:

"... Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır..." (Hucurat, 49/13).

Mümin erkekler ile mümin kadınların, akide ve takva temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takva ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla biraraya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir:

"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır..." (Tevbe, 9/71).

Kardeş olmak, arkadaş ve sadık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak demektir; bunu fiili olarak göstermek demektir, sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz. Kur'ân'ın öngördüğü kardeşlik, bütün bunları içeren bir muhtevaya sahiptir. Bir hayat biçimidir İslâm'daki kardeşlik.

Dinde kardeşliğin en güzel numunesini Peygamber çağında Peygamberle birlikte yaşayan seçkin sahabeler ortaya koymuşlardır. Muhacir-Ensar ilişkisi, kardeşliğin ne anlama geldiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir örnekliktir. Medineli Ensar, Mekkeli Muhacir kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerinden daha aziz tutmuşlar, onları hiçbir konuda yalnız ve yardımsız bırakmamışlardır. Bu davranışlarıyla Ensar, imanlarında ne denli ihlaslı olduklarını göstermişlerdir elbette. Âyette şöyle buyurulmaktadır:

"Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felah bulanlardır."(Haşr, 59/9).

Peygamberimiz (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için etmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhârî, imân, 7).

Hz. Ali (r.a) şöyle demektedir:

"Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan sana menfaat versin diye, kendi nefsine zarar vermeye razı olan, zamanın felaketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için O, derli toplu öz durumunu dağıtır."

Müminler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücud aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek müminin -dünyanın ta öbür ucunda ile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mümin kardeşleri derinden hisseder. Müminlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s) şöyle ifade etmektedir:

"Müminin mümine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir."

Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir. (Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, birr, 65; Tirmizî, birr, 18; Nesâî, zekat, 67).

"Müminleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücud gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır."

Bir müminin, diğer bir mümin kardeşine her halükarda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "Zalim de olsa, mazlum da olsa mümin kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir:

"Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur." (Buhârî, Mezalim, 4; Müslim, birr, 62).

Kardeşliğin bir gereği de, zulme meyleden diğer kardeşlerini uyarmak ve onları hizaya getirmek için çalışıp durmaktır. Bu tür bir yardımlaşma fertlerin ve toplumların selameti için oldukça önem arzetmektedir.

Allah Rasûlü Mescid-i Nebevî'nin inşasından sonra Muhâcirler ile Ensâr'dan doksan sahabe arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Kendisi de Hz. Ali'yi kardeş edindi. Bütün müminler birbirinin din kardeşi olmakla birlikte, bu özel kardeşleştirme, yardım, ziyaret, ihsan, nasihat ve rehberliği, hatta zevi'l-erhamdan önce mirasçı olmayı kapsamına alıyordu.

İbn Abbas anlatıyor:

"Muhacirler Medine'ye geldikleri zaman aralarında akrabalık bağı olmaksızın, Rasûlüllah'ın ihdas ettiği kardeşlik dolayısıyla Ensara varis oluyorlardı."

Âyette şöyle buyruluyor:

"O kimseler ki iman edip hicret ettiler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda mücadele ettiler. O Ensar ki Muhacirleri barındırdılar ve onlara yardım ettiler. Onlar birbirinin velileridirler." (Enfâl, 8/72).

Burada velayet; yardım, yardımlaşma, öğüt ve verâsetle tefsir edilmiştir. Bedir savaşından sonra Muhacirlerin maddi durumlarının düzelmeye başlaması üzerine Muhacirlerin Ensara mirasçı olma hükmü şu âyetle neshedilmiştir:

"Hısımlar Allah'ın kitabında birbirine daha yakındırlar." (Enfâl, 8/75).

Ensâr bazı mallarını Muhacir kardeşleriyle bölüşmüş, hurmalıklar üzerinde onlarla ziraat ortakçılığı yapmışlardır (İbn Sa'd, Tabakat, III/396; Buhârî, II/71, 111, 164).

Bir mümin kendi için arzu ettiğini mümin kardeşi için de arzu etmedikçe olgun mümin olamaz.

Kardeşliği Bozan Hususlar

Kardeşliği bozan pek çok husus vardır. Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bütün bu hususlar açık bir biçimde belirtilmektedir. Bir âyet-i kerimede, kardeşliği bozan ve dolayısıyla bireysel ve toplumsal ahengin zedelenmesine yol açan kötü hususlardan bazılarına şöyle deyinilmektedir.

"Ey iman edenler! Zandan çok kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin. Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinizin etini yemeyi sever mi?" (Hucurat, 49/12).

Bu âyet-i celilede Yüce Rabbimiz, müminleri açık bir biçimde suizandan, kardeşlerinin gizli yönlerini araştırmaktan, gıybet, dedikodu ve kulis yapmaktan sakındırmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s) ise bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"(Sebepsiz) zandan sakınınız. Zira zan sözlerin, yalanı çok olanıdır. Birbirinizin ayıbını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Birbirinizin mahrem hayatını da araştırmayınız." (el-Lü'lü Ve'l Mercân, Kitabu'l Birr Ves-Sıla Ve'l-Adab).

Bir başka âyet-i kerimede şu hususların altı çizilmektedir:

"Ey iman edenler, bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi en olmadık kötü lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir."(Hucurat, 49/11).

Bu âyet-i kerimede de alay, kötü lakab takma ve benzeri gibi fısk kabul edilen davranışlar konusunda müminlerin duyarlı olmaları gerektiği vurgulanmaktadır.

Kin, haset ve hakaret de kardeşliği bozan hususlar arasındadır. Kitab-ı Kerim'de kendilerinden övgüyle bahsedilen müminlerin her türlü kinden ve hasetten tümden arındırıldıkları belirtilmektedir:

"Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar." (Hicr, 15/47).

Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği sahih bir hadiste ise Peygamberimiz (s.a.s) şu nasihatlerde bulunmaktadır.

"Birbirinizle kinleşmeyiniz hasetleşmeyiniz birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz..." (Buhârî, Edeb, 57; feraiz 2; Müslim, birr, 23; Tirmizi, birr, 24),

"Bir kişiye, Müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter." (Müslim, I, 32).

Mümin kardeşinin ufak-tefek kusurlarına ve eksikliklerine bakarak ona kin ve adavet besleyen kişi, gerçekte insafsızca ve zalimce davranan kimsedir.

Grupçuluk, inhisar-ı zihniyet, benmerkezcilik vb. gibi kötü hasletler de kardeşliği bozan ve müminleri birbirine düşüren hususlar cümlesindendir. Çünkü bu türden iddialar kaçınılmaz olarak beraberinde tefrikayı, çekişmeyi ve çatışmayı getirmektedir. Müminlerin birbirine düşmesi veya düşürülmesi ancak bu yollarla mümkün olabilmektedir. Nitekim bir hadisi şerifte, şeytanın bu yönde daima bir umut beslediğine işaretle şöyle buyurulmaktadır:

"Şeytan, kıbleye dönen müminlerin artık kendisine ibadet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)."(Tirmizi, Birr, 25; Müslim, Münafıkun, 65).

Bütün bu hususlar veya hasletler, tıpkı birer mikrop gibi, sirayet ettiği vücudları hasta düşürmekte ve tahrip etmektedir. Dinde kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmak ve müminlere kaybettikleri kuvveti yeniden kazandırmak, ancak bu tür hasletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Kitab-ı Kerim'in öngördüğü kardeşliğin tesis edilmesi demek, İslam ümmetinin yeniden dirim kazanması demektir.

"Tarihi kinleri, kabilevî ihtirasları, şahsî tamahları, taassub ile kaldırdıkları bayrakları bir kenara itip yok eden, Allah yolunda kardeşlik prensibinden başka hiçbir prensip kalpleri birleştiremez. Ancak bu kardeşlik prensibiyle saflar yüce ve büyük Allah'ın sancağı altında birleşebilir."

Kardeşlik Hukuku

Sıhrî kardeşlik İslâm'ın kıymet verdiği önemli akrabalık münasebetlerindendir. Kardeşlerin birbirleri üzerinde hakları ve vazifeleri vardır. Kardeşler, aralarında adalet ve iyilik ve dostlukla muamele etmelidirler.

Kur'an-ı Kerim de, Hz. Âdem'in iki oğlu Habil ve Kabil'den şöyle bahsedilir:

"Ey Rasûlüm, Ehl-i Kitab'a, Âdem'in iki oğlunun haberini hakkıyle oku. Onlar Allah rızasını kazanmak için kurban kesmişlerdi de birisininki kabul edilmiş, diğerinki kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) diğerine; 'Seni muhakkak öldüreceğim.' demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: 'Allah, ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder. Yemin ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin; böylece cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur.' Nihayet Kâbil hevesine uyarak kardeşi (Habil)'i öldürmeğe kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu." (Mâide, 5/27-30).

Yûsuf sûresinde de, Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin yaptıkları kötülükler uzun uzun anlatılır. Sonunda her şey ortaya çıkınca kardeşlerinin ona:

"Allah'a yemin ederiz, Allah seni bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu (sana yaptıklarımızda) suçlu idik." dedikleri; Hz. Yusuf'un da;

"Size, bu gün hiç bir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah yarlıgasın. O merhametlilerin en merhametlisi." (Yûsuf, 12/91-92)

diyerek, onları afv ve müsamaha ile karşıladığı haber verilmektedir.

Hz. Musa (a.s) kardeşinin de kendisiyle beraber hayır ve iyilikte ortak olmasını Allah Teâlâ'dan şöyle istemiştir:

"Mûsa dedi ki: Ey Rabbim; benim göğsüme genişlik ver; işimi kolaylaştır; dilimden de şu düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Harun'u... Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Tâ ki seni çok zikredelim, çok analım." (Tâhâ, 20/25-34).

Peygamberler (a.s)'ın kardeşlerine olan iyiliklerinin Kur'an'da anlatılması Müslümanlara öğüt ve örnek olması içindir.

Kardeşler aralarında şu esaslara göre hareket etmelidir:

1. Kardeşler karşılıklı sevgi ve saygı beslemeli, küçükler büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babalan gibi görmeli ve kendilerine itaat etmeli, büyük kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır.

2. Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat yaşatarak davranışlarla birlik ve beraberlik içinde yaşamalı; para, servet miras gibi maddi çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu bozulmamalıdır.

3. Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet ve makam itibariyle yükselirse bu durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve manevî bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım elini uzatmalıdır.

4. Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora baş vurmadan, birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla halletmenin yollarını aramalıdırlar.

(bk. Mehmet METİNER, Ş.İ.Ank. Md. Kardeşlik)

50 Camilerimizde minare ve kubbe neyi ifade ediyor?

- Cami kubbelerinin her bölgede aynı olmaması ve birçok caminin kubbesiz olması gösteriyor ki, kubbeler belli bir dini simgeyi taşımamaktadır. Daha önce görülen mimariler taklit edilerek yapılmış olabilirler.

Ancak, minareler -İslam camilerine mahsus olarak- yerden göklere uzanan birer şahadet parmakları olarak tevhit inancını ilan etmektedir.

- Kur'an'da camilerin imarı ve onarımı üzerine olan Tevbe suresinin 18. ayeti ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)'in cemaatle namazı ve hayratı öven hadislerini temel alan İslam dini mimarisi, ilk mabet Kâbe ile ve ilk mescit olan Kuba Mescidi ile başlamış, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa ile devam ederek bütün üç kıtaya yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir.

51 Müslümanların çoğunluğunun fakir ve muhtaç olmasına ne mana vereceğiz?

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de saadet ve refah çoğu zaman karıştırılıyor. Bu yanlış değerlendirme, istikbale de intikal edeceğe benzer.

Bazıları, servet ve makamı, şan ve şöhreti, lüks ve debdebeyi saadetle aynı zannederler. Halbuki çevrelerinde nice insanlar görürler ki, dünyanın her türlü imkânına kavuşmuş ve diledikleri her zevki tatma gücüne sahiptirler, ama mesut değildirler. Kimi hanımıyla geçimsizdir, kimi oğlunun haylazlığından dertlidir. Kimi, annesinin amansız derdine şifa aramaktadır. Kiminin piyasada bir hayli alacağı vardır, ödenmemektedir. Kimi ortağıyla problemlidir.

Böyle binlerce, on binlerce sebep, insanoğluna dünyanın rahat yeri olmadığını aralıksız ders verir.

İlâhi Ferman haber veriyor:

“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

Buna göre dünya bir imtihan meydanıdır.

Bir hadis-i şerifte de, dünya “ahiretin tarlası” olarak takdim edilir.

Bu dünya, rahat yeri değil, imtihan meydanı ve ahiretin tarlası olarak yaratılmış. Bu imtihan salonunda, insanlar sürekli çaba gösterir, ter dökerler. Ve bu tarlada, ahiretleri namına her gün bir bağ derleyip günlerini yorgun argın bitirirler.

Allah Resulü (asm.) haber veriyor: “Dünyada rahat yoktur.”

Gece ve gündüzün birbirini kovaladığı, hastalıklarla sıhhatin nöbetleşe insanı yokladığı, zorluklarla kolaylıkların yine ard arda insanı sardığı, fırtınayla sükânetin insan ruhunda nöbetleşe hükmettiği bu garip dünyada, rahat ve huzur bulmak ne mümkün!

Dünyada rahat yoktur, ama mümin için saadet vardır. İnsan bu dünyada imanı tatmış ve salih amelin yolunu tutmuşsa, acı-tatlı her hâdiseden ahireti namına bir takım faydalar edinir. Ve en önemlisi, bu dünyanın rahat yeri olmadığını bilmenin verdiği rahatı tadar ve huzursuzluktan kurtulur.

Allah Resulünden (asm.) bir saadet formülü:

“Dünyada ya garip bir insan ya da yolcu gibi ol!..” (bk. Tirmizi, Zühd, 25)

Bu hadis-i şerifte saadetin iki önemli kaynağına dikkat çekilmiş ve iki ayrı saadet reçetesi birlikte sunulmuştur:

Birinci reçete: Bu dünyada garip olduğunu, bu gurbet ilinde, asıl yurdu olan cennet için bir şeyler kazanmağa geldiğini bilmek. Kendini böyle bilen ve dünyaya böyle bakan bir insan, bu fâni hayata gönül bağlamaz. Onun geçici problemlerine gereğinden fazla önem vermez. Bu gurbet diyarından bir gün göçeceğini bilir. Gözü hep o saadet yurdundadır.

“Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe)

İkinci reçete: “Yolcu olduğunu bilmek ve öylece yaşamak.” Böyle bir insanın bütün meselesi idealindeki şehre varmaktır; otobüste ön yahut arka koltuklarda oturması fazla önem taşımaz. Gazetelerde okuruz: "Falan katil, filan ülkede yakalanmış ve uçakla Türkiye’ye getirilmiştir." Bu adamın uçakla gelmesi kendisini ne derece mesut edebilir ve ne ölçüde rahatlatır! Ama İstanbul’a ticaret için giden bir Anadolu esnafı, otobüsün en arkasında da otursa keyfine diyecek yoktur. Çünkü bu yolculuğun sonu, mal almak ve bu sıkıntıların neticesi zengin olmaktır.

Diğer taraftan, insan otobüs yolculuğunda evindeki imkânları aramazsa o dar mekândan sıkılmaz ve rahatsız olmaz. Aksi hâlde, kendi huzursuzluğunu kendi eliyle hazırlamış olur. Nur Külliyatı'nda birbirinden önemli ve değerli nice saadet reçeteleri mevcut. Bunlardan üç tanesini takdim edelim:

“Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür’atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur.” (Sözler, Otuz İkinci Söz)

İnsan, iman ile Rabbine intisap eder. Böylece, sahipsiz ve hamisiz olmamanın zevkini tadar. “Beni yapan, yaratan, her organımı yerli yerine koyan ve ruh dünyamı en güzel şekilde tanzim eden, hissiyatımın her birini ayrı bir vazifede çalıştıran bir Hâlıkım var. Kan deveranım Onun rahmetiyle olduğu gibi, dünyamın dönmesi de Onun kudretiyle. Öyleyse, ben başıboş değilim, kimsesiz değilim, sahipsiz değilim.” der.

Allah’ın kulu ve eseri olmanın, ruha verdiği sürur, kalbe verdiği zevk ve safa hiçbir dünyevî nimetle kıyasa girmez.

İmandan başlayarak, iki dünya saadetine uzanan bir saadet zinciri:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İki dünya saadeti tevekkül ile mümkün. “Her hayır Allah’ın elindedir.” diyen bir mümin, bu dünya ve öte dünya için ne hayır talep ediyorsa, onun şartlarını yerine getirir ve Allah’a tevekkül etmekle huzur bulur.

Tevekkül, Allah’ı vekil bilmek demektir. Bu, imandan gelen bir şuurdur ve teslimin neticesidir. Allah’a teslim olanlar Ona tevekkül ederler. Teslim de tevhitten kaynaklanır. Allah’tan başka gerçek fail olmadığını, her şeyin Onun mülkü olduğunu ve Onun tasarrufunda bulunduğunu bilen bir insan, elbette Ona teslim olacaktır.

İki dünya saadetinin bir başka reçetesi:

“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.” (Sözler, Yirmi Beşinci Söz)

Bu cümlede, iki dünyanın saadeti, iki şarta bağlanmış oluyor. Birincisi, nefse hâkim olup onu dizginlemek, diğeri ise ruhu terakki ettirmek.

52 Asrımızda şeriat geçerli mi?

Bazı insanlar, bu asırda İslami hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslam hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır diğeri, tefritte. Yani ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış...

Önce birinci yanılmadan söz etmek isterim. Meşhur bir kaide vardır. " Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur." El, dendi mi parmaklar onun lazımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, göz ondan ayrılamaz. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akı karasından ayrılamaz. Parmak elin, göz yüzün, göz bebeği de gözün lazımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz.

İslami hükümler de böyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

İslam'ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdi ve ailevi hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelat ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslam düşmanı olarak yaşar.

Bu durumda, İslami hükümlerin insanları ıslah edemediği iddia edilemez. Noksanlık hükümde değil bünyededir; toplumun yapısındadır.

Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslam'ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen "kâfir" damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslam'a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslam'ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi hâlde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, "İslam'ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum." derse küfre girer, böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen cehlinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa, bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden "Hariciler" yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan "Mutezile" iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalalet olduklarında bütün Ehl-i sünnet alimleri müttefik...

Çok dikkatli olmak gerek, İslamı savunuyorum derken, bilmeden dalalet ehli olma tehlikesi de mevcut...

53 İslam'da akıl ve kalp ne demektir?

Duyular, akıl ve sezgi (vahiy ve ilham) başlıca bilgi kaynaklarımızdır. İnsan, bunlarla gerçeğe ulaşmaya çalışır. Duyular bizi dış aleme muhatap eder. Meselâ, gözümüzle renkler alemine, kulağımızla sesler alemine açılırız. Aklımız, duyularla bize gelen intibaları değerlendirir, bunlardan hareketle bazı sonuçlara ulaşmaya çalışır. Söz gelimi, gözümüz su içindeki kaşığı kırık olarak algılar. Akıl ise, bunun bir algı yanılması olduğunu söyler. Duyuları sınırlı olan insanın aklı da sınırlıdır. Gerçeğe ulaşmada akıl çok şeydir, ama her şey değildir. Aklın uzanamadığı alanda sezgi devreye girer. Bu sezgi, bilim adamlarında kevnî sırları bulmak, Allah'ın veli kullarında ilham, peygamberlerde ise vahye mazhariyet şeklinde kendini gösterir. Şimdi, bu bilgi kaynaklarımızı daha yakından görmeye çalışalım.

Akıl

Nuranî bir cevher olan akıl,1 insanın en kıymettar cihazıdır.2 Bu akıl, İlahî, kudsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.3 Yani, insan bu akılla Allah'a muhatap olur, O'nun isim ve sıfatlarını tanır. Keza, yine bu akılla insan kâinatın sırlarını keşfeder, ondaki kanunların farkına varır, istifadeye çalışır. Ayrıca akıl, insanı ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşittir.4

Yeri geldiğinde akıl, dinin nasslarında bir hakem olur. Şöyle ki: Ayet veya hadisle bildirilen bir şey, zahirde aklın ulaştığı gerçekle çatışabilir. Böyle bir durumda nakille bize bildirilen şeyi nasıl anladığımızı yeniden gözden geçirmek gerekir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,

"Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te'vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir."5

"Dünya öküz ve balık üzerindedir." rivayeti buna bir misal olabilir. Bazıları, bu rivayetin zahirinden hareketle, dünyanın altında cismani bir öküz ve balık var zannetmişlerdir. Halbuki, bu ifadenin bir mecaz olduğunu nazara almakla mesele halledilmektedir. Yani, dünyada başlıca iki kısım vardır: Karalar ve denizler. İnsan hayatı, tarımın esası olan öküzle ve denizden çıkan balıkla devam etmektedir.6

Sezgi (vahiy ve ilham)

Vahiy ve ilham, insan kalbinin iki mazhariyetidir. Allah'a muhatap olarak yaratılan insanın kalbi, O'ndan gelen mesajlara hassas bir alıcıdır. Bu kalb, eğer bir peygamber kalbiyse gelen mesajın adı vahiy, eğer bir veli kalbiyse ilhamdır. Bu iki kavramı daha iyi anlayabilmek için insan kalbinin mahiyetine biraz daha yakından bakmakta yarar olacaktır.

Kalb

Mânevî alemimizin merkezi kalbtir. Kalb, Rabbanî bir latifedir. Hissiyatının görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer dimağdır.7 Kalb, kâinatın hadsiz hakikatlarının mazharı, medarı, çekirdeğidir.8 Meselâ, bazan gündüz gibi aydınlık, bazan gece gibi karanlıktır. Bazan yaz gibi semeredar, bazan kış gibi kuraktır. Onda, denizin dalgalanması ve sükuneti gibi inişler, çıkışlar vardır. Keza o kalbde hem fırtınalar eser, hem de ilham meltemleri... Bu gibi noktalardan bakıldığında kalb, "binler alemin mânevî bir haritasıdır".9

Kalb, Allah'a en nurlu bir ayna,10 insanın mânevî hayatının menbaı ve makinesidir.11 İnsan bu kalbiyle Allah'a muhatap olur. Bu yönüyle kalb, mahall-i imandır.12 İnsan kalb telefonuyla doğrudan doğruya Allah'a halini arzedebilir.13 Kalb penceresiyle gayp alemlerine bakabilir.14

Vahyin Lüzumu

Bediüzzaman, vahyin gerekliliğiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:

"Şu kâinatın sahibi ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak, elbette zişuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nevi ile konuşacaktır. Madem insan nevi ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak..."15

Vahiy-İlham Farkı

Allah'tan gelen vahiy ve ilham, mazharların kabiliyetlerine göre farklılık arzeder. Meselâ, bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren meseleleri konuşurken, raiyyetinden birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi telefonla görüşmesi yeterlidir. Onun gibi, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlerle konuşması bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde hususiyet arzeder.

"İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: 'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor'. Demiyor, 'Rabbülaleminden haber veriyor'. Hem der: 'Kalbim Rabbimin ayinesidir, arşıdır'. Demiyor 'Rabbülaleminin arşıdır'."16

Bediüzzaman, vahiyle ilham arasındaki farklara şu şekilde işaret eder:

1. İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasızdır.

2. Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir; melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşittir.17

İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir. İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise kendisine gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kaşifse, insanlığa yeni bir eser takdim eder. Eğer bir alim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar.

Kendisine ilham gelen kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa, daha sonra uğraşsa bile aynı hali yakalayamaz. Bediüzzaman, Kastamonu'da sürgünde iken yaşadığı bu tarz bir tecrübesini şöyle anlatır:

"Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler."18

İlhamda Vartalar

İlham yoluyla elde edilen bilgi bazan insanı yanıltabilir. Bediüzzaman, ehl-i keşif bazı zatların, keşfiyatlarında şu alemin ölçülerine uygun düşmeyen tasvirlere girişmelerini şöyle değerlendirir:

"Alem-i maddi ile alem-i ruhaniyi birbirinden fark etmek lazım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kaplayacak dört büyük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen 'odamı geniş bir meydan kadar geniş görüyorum', doğru dersin. Eğer 'odam bir meydan kadar geniştir' diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü, alem-i misali alem-i hakikiye karıştırırsın."19

Benzeri bir durum, ilhamın bir türü olan sadık rüyalar için geçerlidir. Bazı rüyalar, Rahmanî menşeli olmakla beraber zahirine göre amel etmek doğru olmayabilir. Bediüzzaman'ın dediği gibi,

"Keşfiyat te'vile, rüyalar tabire muhtaçtır."20

Bediüzzaman'a göre, bu gibi meselelerde ölçü şudur:

"Bütün ahval ve keşfiyatın, ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri Kitap ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-ı muhakkikinin kavanin-i kudsiyeleridir."21

Yani, böyle hallerde Allah'ın kitabı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (asm)'in sünnetine ve bir de muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları mukaddes kanunlara müracaat edilmelidir.

İlhama mazhar kişilerin karşılaşabilecekleri en tehlikeli bir hal, "kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'i mânâları 'kelamullah' tahayyül edip 'ayet' tabir etmeleridir... Vahiy ve kelamullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur'ân'ın necimlerine ism-i has olan 'ayet' namı öyle ilhamata verilmesi hatay-ı mahzdır... Elimizdeki boyalı ayinede görünen küçücük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa, öyle de, o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelam-ı İlahî olan Kur'ân güneşinin ayetlerine nisbeti o derecededir."22

Akıl-Kalb İlişkisi

Kalb bir genel merkez, akıl ona bağlı bir anlama merkezi durumundadır.

"Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı? Ta ki, bu kalplerle akıl etsinler."23

ayetinde akıl-kalp ilişkisinin esasını görmek mümkündür. Kur'ân-ı Kerim'de güneş için 'ziya', ay için 'nur' denilmesinden24 mülhem olarak, kalbi güneşe, aklı aya benzetebiliriz. Ay nurunu güneşten aldığı gibi, akıl dahi nurunu kalpten alır. Bediüzzaman, "nur-u akıl kalpten gelir" serlevhalı ifadesinde buna şöyle dikkat çeker:

"Zulmetli münevverler, bu sözü bilmeliler:
Ziyay-ı kalbsiz olmaz, nur-u fikir münevver."25

Yani, karanlık aydınlar şunu iyi bilmeliler ki, kalbin ziyası olmadan fikrin aydınlanması mümkün değildir.

Şu ifadeler de aynı gerçeği dile getirir:

"Nur-u fikir ziyay-ı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa basiretsizdir."26

Yani, görme olayı asıl itibariyle gözün siyah noktasıyla olduğu gibi, anlama olayı da esas olarak kalble ilgilidir.

Bir şeyi sadece aklen bilmek yeterli değildir. Zira, "İlimde iz'an-ı kalb olmazsa cehildir."27 Yani, aklın vardığı neticeleri kalb tasdik etmelidir. Yoksa gerçek mânâda bir ilimden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Meselâ, akıl "alem yaratılmıştır" derken kalb bunu kesin olarak onaylamıyor, meseleye tereddütle bakıyorsa, henüz iz'an mertebesine ulaşamamış demektir. Bu durumda kalb onu kabul etse bile, ancak takliden kabul edebilir.

Bediüzzaman'ın şu ifadesi, akıl-kalb ilişkisinin bir başka boyutunu gösterir:

"Hissiyat güzel olursa, efkar müstakim olur."28

Kalb hissiyat merkezidir. Akıl ise fikirlerin menbaıdır. Kalb güzel hislerle coşarsa, bu hal aklı da etkileyecek, istikametli fikirlere vesile olacaktır.

Akıl-Vahiy İlişkisi

Nice gerçeklere akılla ulaşılmakla beraber, gerçeğin tek ve değişmez ölçüsü akıl değildir. Bazan akıl, insana köstek olan bir bağ olur. kâmil mânâda insanın gerçeğe ulaşması ise, ancak nakille, yani İlahî vahiy sayesindedir.29 Bazıları, "İslâmiyet akıl dinidir." şeklinde hatalı bir cümle kullanırlar. İslâmiyet akıl dini değil, vahiy dinidir. Fakat, vahiyle gelen bu dinin bütün meseleleri makuldür. Akıl tek başına o yüksek hakikatlere yetişemese de, inkâr dâhi edemez.30 İlmin hiçbir katî hakikatı, İslâm'ın getirdiği esaslara aykırı olamaz.

Bütün felsefî ekollerin temelinde akıl vardır. İlahî dinlerin menşei ise, vahiydir. Orta Çağ'da kilisenin hür düşünceye uyguladığı baskı sonucu nice ilim adamı kiliseye cephe almış ve Hristiyan dünyasında 'din-ilim çatışması' meydana gelmiştir. Tahrif edilmiş bir dinin "dogma"larıyla bilimin ulaştığı gerçeklerin çatışması son derece tabii olmakla beraber, maalesef yanlış bir kıyasla, bu çatışma İslâm alemine de sıçratılmıştır.

Halbuki İslâmiyet, fenlerin seyyidi ve mürşidi; gerçek ilimlerin reis ve pederidir. "Köle efendisine, hizmetkar reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?"31

Nasıl ki, görme olayının olması için sağlam bir göze, görülecek eşyaya ve bir de ışığa ihtiyaç vardır. Onun gibi, bir takım meselelerde anlama olayının olması için, selim bir akla, anlaşılacak gerçeklere ve bir de vahiy güneşine ihtiyaç vardır. Meselâ, akıl tek başına ilk yaratılışı anlayamaz. Tekrar dirilişi idrak edemez. Keza, Allah'ı bilse bile O'nu isim ve sıfatlarıyla tanıyamaz. Allah'a karşı görevlerinin ne olduğunu bilemez. Eşyanın nereden gelip nereye gittiğini, ne gibi vazifeler gördüğünü ihata edemez. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

"Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lazım ki ihata etsin."32

Yani, mutlak hakikat sınırlı nazarlarla kuşatılamaz. Kur'ân gibi küllî bir nazar lazım ki, kuşatsın. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle bir temsille anlatır (sadeleştirilmiş olarak):

"Bir denizde hesapsız cevherlerin kısımlarıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmasdan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevherleri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, füsus ve nakışlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer. Başkası dört köşeli bir kehribar bulur ve hakeza... herbiri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyük parçası itikat edip işittiklerini o hazinenin fazlalığı ve teferruatı zanneder. O vakit hakikatların muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakiki rengini görmek için te'villere ve tekelllüflere muztar kalır. Hatta bazan inkar ve ta'tile kadar giderler. İşrak felsefecilerinin kitaplarına ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimat eden tasavvufçuların kitaplarını dikkatle okuyan, bu hükmümüzü şüphesiz tasdik eder. Demek Kur'ânî hakikatlar cinsinden oldukları ve Kur'ândan ders aldıkları halde, böyle nakıs geliyor."

"Hakikatlar denizi olan Kur'ân'ın ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin, onların gözleri açık olduğundan, defineyi kuşatır, definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüp, intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakiki hüsün ve cemali gösterir."33

Vahyin nuruyla aydınlanmış bir akıl, tek başına işin içinden çıkamadığı nice meseleleri kolaylıkla halledecektir. Bediüzzaman bunu şöyle belirtir:

"Fikrin sönük ise Kur'ân'ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir ayet-i Kur'ân birer yıldız misüllü sana ışık verir."34

Şu ifadeler de aynı mânâyı kuvvetlendirir:

"Nasıl ki, yıldız böceği kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder."35

Bu ifadelerde yer alan yıldız böceği, sadece aklına itimad eden kimseleri, bal arısı ise vahyin ışığında yol alanları sembolize etmektedir.

Vahyin Rehberliği

Gerçeğe ulaşmada rehberin seçkin bir yeri ve önemi vardır. Rehber, 'yol gösteren' anlamındadır. Uzun bir sefere çıkan göçmen kuşların bir rehber önderliğinde yol almaları gibi, gerçeğe ulaşmak isteyenler de rehberlerle yol katedebilirler.

Gerçek mânâda rehber, Cenab-ı Hakk'tır. Cenab-ı Hakk'ın 'Hadî' ismi yol göstermekle alakalıdır. Ancak Cenab-ı Hakk'ın yol göstermesi bir takım sebeblerle olmaktadır. Meselâ, Kur'ân, Peygamberimiz (asm), alimler, mürşitler... hepsi İlahî hidayete birer vesiledirler.

"Kur'ân, ehl-i şuura imam, cin ve inse mürşit, ehl-i kemale rehber, ehl-i hakikata muallimdir."36

"Keza o, en âlâ mürşit, en mukaddes üstad ve mürşid-i hakikidir."37

"O, kalblere kut ve gıda, akıllara kuvvet ve ğına, ruha mâ ve ziya, nefislere deva ve şifadır."38

Bediüzzaman, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat isimli eseriyle tefe'ül eder. Bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı vardır. Birden o iki mektup Bediüzzaman'a açılır. Mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılıdır. İmam-ı Rabbanî bu iki mektubunda şunu demektedir:

"Tevhid-i kıble et! Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma!"

Babasının ismi Mirza olan Bediüzzaman, bu tevafuklu mesaj karşısındaki tavrını şöyle anlatır:

"Bunun arkasından mı, yoksa ötekisinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim, tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyyürde iken Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, 'Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakim'dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur.' ."39

Kur'ân'ın rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman, şu ince noktaya da dikkat çeker:

"Müctehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli, yoksa gölge, vekil olmamalı...Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."40

Hz. Peygamber

Peygamberimiz (asm), kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanıdır.41 Keza, en mükemmel bir insan-ı kâmil, bir mürşid-i ekmeldir.42 Keza, rehber-i ekber, muallim-i ekmel, dellal-ı a'zamdır.43 Keza, bütün resullerin seyyidi, bütün mukarrebinin akrebi, bütün mahlukatın ekmeli, bütün mürşitlerin sultanıdır.44 Keza, bütün ehl-i imânâ imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzakiridir.45 Keza, en mükemmel üstad, şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehberdir.46

Hz. Peygamber (asm)'in irşadı genelde sohbet şeklinde olmuştur. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,

"Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr u süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. ve inikas vardır."47

Yani sohbet edenin boyası, manevî rengi, sohbette bulunanlara bulaşır ve akseder.

Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinin, yani gittiği yolun rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman şöyle der:

"Bu fakir Said, eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet mühiş ve mânevî bir fırtına içinde, aklım ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkalanıyorlardı."

"İşte o zaman müşahede ettim ki, sünnet-i seniyyyenin meseleleri, hatta küçük adapları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum."

"Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bu teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem bakıyordum tazyikat çok. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum."48

Dipnotlar:

1. Muhakemat, s. 15.
2. Şuâlar, s. 16.
3. Şuâlar, s. 16.
4. Sözler, s. 25.
5. Muhakemat, s. 10.
6. bk. Lem'alar, s. 86-89.
7. İşaratu'l- İ'caz, s. 78.
8. Mektubat, s. 443.
9. Mektubat, s. 443.
10. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 98.
11. İşaratu'l-İ'caz, s.90.
12. age. s. 78 ve Lem'alar, s. 9.
13. Sözler, s. 121.
14. Muhakemat, s. 103.
15. Mektubat, s. 89.
16. Sözler, s. 121.
17. Şuâlar, s. 124-125.
18. Kastamonu Lâhikası, s. 9.
19. Mektubat, s. 82.
20. Kastamonu Lahikası, s. 249.
21. Mektubat, s. 83.
22. age. s. 448.
23. Hacc, 46.
24. Yunus, 5.
25. Sözler, s. 658.
26. Mektubat, s. 471.
27. Mektubat, s. 471.
28. Asar-ı Bediiyye, s. 388.
29. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 137.
30. bk. Sözler, s. 358.
31. Muhakemat, s. 8.
32. age. s. 409.
33. age. s. 409-410.
34. Sözler, s. 594.
35. age. s. 196-197.
36. Mektubat, s. 311.
37. age. s. 356.
38. Sözler, s. 351.
39. Mektubat, s. 356.
40. Sünühat, s. 22-23.
41. Sözler, s. 221.
42. Lem'alar, s. 57.
43. age. s. 30.
44. Sözler, s. 57.
45. age. s. 219.
46. Şuâlar, s. 220.
47. Sözler, s. 458.
48. Lem'alar, s. 48.

Sorunuzun ikinci kısmı için tıklayınız: 

Kur'an mahluk mudur? İmam Ahmet bin Hanbel'in "Kur'an mahluktur." demediği için zindana atıldığı ve orada öldüğü söyleniyor?..

54 Taharet (istinca), su yerine ıslak mendille yapılabilir mi?

Su şart değildir. Bahsettiğiniz şekilde tuvalet kağıdıyla da temizlenebilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Taharet (istinca) su yerine ıslak mendille yapılabilir mi?

55 İslamiyetin neden beş şartı vardır? Bütün farzlar İslamın şartlarından sayılamaz mı? Zina etmemek, yalan söylememek neden İslamın esaslarından sayılmamaktadır?..

Bu beş şart Peygamberimiz (asv)'in hadisinde zikredilmiştir. Resulullah (asv) şöyle buyurur:

"İslâm, beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek; namaz kılmak; zekât vermek, Kâ'be'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak." (Buhârî, İmân, 1, 2; Müslîm, İmân, 19, 22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân, 13).

Hadiste zikredilen bu beş esas İslamın rükünlerindendir; bunlar çadırın direkleri hükmündedir. Diğer hükümler bunlar üzerine bina edilmişlerdir. İslamiyetin bir çok farzı vardır. Ancak hadiste bildirilenler İslamiyetin temel şartlarından sayılmıştır.

56 İslam dininin mantık ve bilime bakışı nasıldır?

Dini hükümlerin bir kısmı taabbudi dediğimiz akla tabi olmayan ve aklın değil teslimiyetin hakim olduğu kurallar manzumesidir. Mesela sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Tamamıyla Allah’ın istediği bir şeydir.

Bir kısmı ise, makulu'l-mana dediğimiz tamamıyla mantık ve ilim ile hikmetin bulunduğu kısımdır. Bu kısımda bir Müslüman alim veya bilim adamı, kendi ihtisas alanı içerisindeki bir İslami meseleyi tartışabilir, fikir beyan edebilir veya mantık yürütebilir. Mesela domuz eti neden haram kılınmıştır, içki neden haram kılınmıştır v.s. gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir.

Terakkinin kaynağı ilimdir. İnsanlar için kaçınılması gereken en büyük düşman cehalettir. Çünkü bütün terakki ve tekamüllerin engeli, bütün tedennilerin kaynağı cehalettir.

Kur’an, yüzlerce âyet-i kerimesinde insanları dinî ve dünyevî ilimleri öğrenmeye teşvik eder. Bunlardan bir kaçını takdim edelim:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

“Eğer bilmîyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.” (Nahl, 16/43)

Peygamberimiz (asm)'in ilme teşvik eden pek çok hadis-i şerifleri vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”
“Her şeyin bir yolu var. Cennetin yolu ilimdir.”
“İlim Çin’de bile olsa, gidiniz, alınız, tahsil ediniz.”
(Beyhaki, Şuabu’l-İman, Beyrut, II/254)

“Hikmet müminin yitik malıdır. Nerede bulsa alır.” (Tirmizi, İlim, 19)

“Kadın ve erkek her Müslüman’a ilim öğrenmek farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17)

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde ilk iş olarak mescit ile birlikte medresesini tesis etti. O medresede okuyan o günün talebelerine “Ehl-i suffa” deniliyordu. Bunlar bütün hayatlarını ilim ve irfana vakfetmişlerdi. Günümüze kadar gelen bütün İslâm mektep ve medreselerinin temeli bu Suffa Medresesidir.

Eğer din gelişmeye engel olsaydı, Asr-ı saadet'teki gözler kamaştıran o terakki, Avrupa’nın üstadı olan Endülüs’teki o tekamül, dünyayı hayrette bırakan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri vücuda gelebilir miydi?!. İslâm âleminde İmam Gazali, İbn-i Sina, Farabî, İmam Rabbani, Mevlâna Celaleddin Rumî gibi binlerce ulema ve hükema yetişebilir miydi?!.

İslâm’ın ilme karşı olmasının düşünülemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getiriyor:

“Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” (Muhakemat, s. 10)

Günümüz Müslümanlarının, bilim ve teknoloji sahasında istenilen seviyeye gelmedikleri bir gerçektir. Fakat bu geri kalmışlığın sebeplerini, İslâmiyet’e mal etmek ve onda aramak gerçeği kesinlikle aksettirmez.

Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilan ediyorlar. Bu, fenni inkâr eden bir batıl din için doğru olabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri, “Allah’ın kudret kitabı olan şu kâinattan bir sırrın daha çözülmesi” şeklinde değerlendirir. Yeni keşifleri duydukça, Allah’ın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.

Konunun çok önemli bir yanı da şudur: Hak kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur’an-ı Kerim’de insanları fen bilimlerinden yasaklayan bir tek hüküm mevcut değildir. O halde bazı kimselerin İslâm’ın bilim ve tekniğe karşı olduğunu iddia etmeleri tamamen dayanaksız ve kasıtlıdır.

Müslümanların İslâm ruhundan uzaklaştıkları, daha doğrusu, planlı bir şekilde uzaklaştırdıkları son bir asırlık dönemi esas alıp, on dört asrın bütün terakki ve tekamüllerini görmezlikten gelmek insaf ölçülerine sığmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İslam dini mantık dini midir?

57 Faiz parası fakirlere verilebilir mi?

- Haram yoldan kazanılan paraların nerelere verileceği hususunda İslâm âlimleri iki görüşe sahipler. Bir kısmı, haram mal alınmaz, alınsa bile yenmez, diyorlar...

- Ancak başta İmam-ı Gazalî olmak üzere bazı âlimler de bu gibi paraları bir fakire vermeyi daha uygun bulmuşlardır...

İlave bilgi için tıklayınız:

Bankadaki faiz parası ne yapılmalıdır; hayır işlerinde kullanılabilir mi?

58 "Allah, saptırdığı kimseyi doğru yola iletmez." (Nahl, 16/37) ayetine göre, Allah bir kulunu niçin saptırır?

Soruda geçen ayetin mealini, bir önceki ayetle beraber okumak daha uygun olacaktır:

“Andolsun ki biz her ümmete, 'Allah'a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun.' diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. Yer yüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların akıbetinin ne olduğunu görünüz. Sen onları doğru yola yönelmelerini tutku derecesinde istesen de Allah, yoldan çıkardığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların asla yardımcıları da olmaz.” (Nahl, 16/37-38)

Genel anlamıyla "ümmet", çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan özelliklerin yahut ortak menfaat ve ideallerin veya din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir araya getirdiği geniş insan topluluğunu ifade eder. Çoğulu ise “ümem”dir.

Dinî anlamda, bir peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup kavimler topluluğuna ümmet denir. Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, Hristiyan ümmeti gibi.

Konumuz olan âyette ilk anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Allah her millete, geniş insan topluluğuna bir elçi göndermiştir; bunun da gayesi sadece âyetteki öz ifadesiyle “Allah'a kulluk edip sahte tanrılardan uzak durmak”tır. (bk. Mâide, 5/60) Çünkü dinîn özü ve peygamberler gönderilmesinin ana gayesi tevhiddir; Allah'ın birliği ilkesini zedeleyecek her türlü inanç, düşünce ve davranıştan titizlikle kaçınmaktır.

Allah'ın peygamberler gönderdiği milletlerden kimi, peygamberlerinin kendilerine duyurduğu ilâhî hakikatler karşısında iyi niyetli ve ön yargısız tutumları sayesinde Allah'ın hidayetine mazhar olmuş; kimi de -bir kısım Mekke putperestlerinin yaptıkları gibi- daha baştan peygamber ve vahiy karşısında sergiledikleri inkarcı, inatçı ve uzlaşmaz tutumları yüzünden yanlış yolda kalmışlardır.

Hz. Peygamber (asm), Allah'ın kendisine yüklediği tebliğ ve irşad görevini eksiksiz yerine getirme sorumluluğunun bir gereği olduğu kadar yüce ahlâkının, derin insanlık sevgisinin de bir tezahürü olarak, kendisine son derece haksız ve insafsız muameleleri reva görenler de dahil olmak üzere, bütün insanların dünya ve âhiret esenliğine kavuşmaları için büyük bir istek taşıyor, elinden geleni yapıyor, Kur'an'ın anlatımıyla, "bu uğurda âdeta kendini tüketiyor"du. Nitekim bu durum,

“Ey Muhammed! Mü'min olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!..” (Şuarâ, 26/3)

mealindeki ayette açıkça bildirilmektedir.

Konumuz olan âyette de Hz, Peygamber (asm)'in, putperestlerin hidayete ermelerini ne kadar çok istediğine işaret edilmektedir. Fakat burada şu husus özellikle hatırlatılmaktadır:

İnsanların kurtuluşu için Peygamber (asm)'in böyle bir istek ve gayret içinde olması yetmez. İnsanlar bu dünyada bir imtihan hayatı yaşamakta olup kurtuluşu hak etmeleri, Allah'a karşı sorumlu oldukları bu imtihanı başarmaları ve iradelerini o yönde kullanmaları sonucunda, O'nun kendilerine hidayeti nasip etmesine bağlıdır; bu hususta insanların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Şu hâlde kurtuluşu hak etmeyene Peygamber (asm)'in bile yardımı dokunamaz.

İmanın bir gereği olan bu durum,

“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas, 28/56)

mealindeki ayette ifade edilmiştir. Demek ki hidayet, kulun kendi iradesini kullanmasından sonra, Allah’ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.

Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak Allah’tır. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez.

Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir:

Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiyeye iltica etmesi ve Ona yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir?
- "Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. ... (Bakara, 2/7), ayetine göre, kişileri kâfir yapan ...
Kur'an-ı Kerim'de; “Allah kime hidâyet verirse, doğru yolda olan odur; kimi de ...Burada Allah' ın insanı zorlaması söz konusu mu?

59 Bazı çevreler her vesileyle İslam aleminin bugünkü perişan hâline İslam'ın sebep olduğunu iddia ediyor ve bu vesileyle din aleyhinde bulunuyorlar. Bunlara nasıl cevap vermeliyiz?

Bir zamanlar sıkça gündeme taşınan şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var: Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslâm dininde aramak.

Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isterim. Bunlar arasından geçireceğimiz seyahat bizi sorunun ilk cevabına ulaştıracaktır.

Birinci Nokta:

İslâm dini ilk zuhur ettiği dönemde Müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet hâline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlak, fazilet,adalet ve huzur asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa’ya ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten değildir.

Burada İslâm ve Müslüman kavramlarını birbirinden ayırma gereği ortaya çıkıyor. İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de İslâm ne ise odur.

“Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemale erdirdim). Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. (İslâm’a razı oldum.)” (Mâide, 5/3)

O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:

- İmparatorluklar kurduğumuz dönemlerde mi İslama daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?

İkinci Nokta:

Geri kalışımızın sebebi olarak İslâm’ı gösterenlerin, Müslümanları bir tarafa bırakıp İslâm üzerinde konuşmaları ve “Kur’anın şu hükümleri, Resulullahın şu hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları lazım gelir.

Meselâ, yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri gerekir.

Üçüncü Nokta:

Hristiyanların bizden ileri olmalarını İslâm’a hamledenlere bir vazife daha düşüyor. O da, bu günkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncil’de arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık.” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadi hayata ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.

Son bir noktaya da işaret edip cevabına geçelim:

Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insanı hâline getiren eğitim düzeninin İslâm'dan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.

Şimdi, söz konusu sorunun cevabını Nur Müellifinin tespitlerini esas alarak ortaya koymaya çalışalım:

Nur Külliyatı'ndan Lemeat adlı eserde şöyle bir soruya yer verilir:

"Bir zaman bir sâil dedi: 'Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?'” Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?” 

Bu sorunun cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok doyurucu olarak verilir.

Önce vesileler ezerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine vesilelerine tam riayet ederse başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.

Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir:

“Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.”

Başarılı olmak, düşmanınıza, yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli olmaya çalışmanız gerekir. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız, tahtanın mağlup düşeceği bellidir.

İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar alemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (a.s.m.) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum yapısının ve daha nice faktörün tesiriyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayri müslimde, gördüğü eğitimin ve toplum yapısının bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir. Bunlar ondaki Müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.

Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayri müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir Müslüman bu sıfatlardan mahrumsa, o gayri müslimin Müslümandan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada kâfir Müslümana değil, Müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve sonuç, sıfatlar aleminde, yine hakkın olmuştur. Bu konu işlenirken fikrimize ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:

“Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”

Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızk da verilir. Rızk; imanın ve ibadetin değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedi saadettir.

Bu ufukta düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:

Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi, bunun için gerekli şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şafi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen birisi, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü kişi bu ismin tecellisini istemeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.

Buna göre bir Müslüman dünya hayatında İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, o tecellilere layık bir ayna olma yolunu tutmalıdır. Bunu yapmazsa sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara talip olmuş olur.

Bu şartları yerine getirmeyen bir insan da dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, cennetten nasip alamaz.

Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:

Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvini deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.

Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükafat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvini şeriata uyanların yahut uymayanların ise büyük çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvini şeriata uymayan bir mümin cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayri müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükafatını bu dünyada görür.

Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın temel sebepleridir. Ve olayların çok büyük çoğunluğu bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz hâlde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir rahmet hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir.

Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.

Bu maddenin şu noktadan önemi büyüktür:

Bir hadisi-i şerifte “Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah’ın diğer sevgili kullarına gelir.” buyurulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden, hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî bir sır İlahî bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle birer menfi ibadettir. Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan ama katlanılması oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevgili kulları hem manen terakki ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap çekerlerken, onların ümmetleri yer yüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.

Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi, insan ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin, tesirleri öyledir.

Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir ilgilisi yoktur.

60 İslâm'da teokrasi var mıdır?

Cenab-ı Hak, Hz. İsa (as)'ı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple Hristiyanlıkta devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.

Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa (as)'ın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.

Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.

Görüldüğü gibi teokrasi, Orta Çağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir.

İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “dindar cumhuriyetti”.

Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa (as) gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.

İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din alimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.

Ayrıca İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek de yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.

Bütün bu hususlar teokrasinin İslâmiyet'le yakından uzaktan bir alakasının olmadığını göstermektedir.

61 İslam dininin korumayı emrettiği temel değerleri açıklar mısınız?

İslamiyyetin insanlara verdiği haklar çoktur. Bunlardan temel haklar olarak görülecek değerleri şöyle sıralayabiliriz: Hayat, din, akıl, mal ve nesil.

1. Hayat Hakkı:

İslam dini, yaratılanlar içerisinde insanı en üstün görmüş ve insanın hayatını korumayı da temek ilkeler arasına koymuştur. Kur'an-ı Kerim'de haksız yere bir cana kıymanın bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir suç olduğu ve bir insanın hayatını kurtarmanın da bütün insanları kurtarma gibi yüce ve değerli bir davranış olduğu ifade edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v) Vedâ haccında bütün Müslümanlara hitaben,

"Bugün, bu ay ve bu belde nasıl kutsal ve masûn ise, canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da öylesine masûndur." (Buhârî, İlim, 37, Hac, 132; Müslim, Hac, 147)

buyurarak, insanın yaşama hakkının dokunulmazlığını belirtmiştir. Başka hadiste de şöyle buyurmuştur:

"Yedi helâk edici şeyden sakınınız. Bunlardan biri de haklı durumlar müstesna, Allah'ın haram kıldığı bir cana kıymaktır." (Buhârî, Vesâyâ, 23; Tıb, 48; Hudûd, 44; Müslim, Îmân, 144; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 10)

Savaş hâlinde bile savaşa katılmayan kadın, çocuk, yaşlı, din adamı gibi kişilerin öldürülmesi yasaklanmıştır. Ayrıca bir insanın başkasını öldürmesi yasaklandığı gibi kişinin intihar yokuyla kendisini öldürmesi de yasaklanmış ve en büyük günahlar içerisinde sayılmıştır.

2. Din Hakkı:

Her insan bir dini tercih etme özgürlüğüne sahiptir.

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256),

“Sizin dinizin size benim dinim bana...” (Kafirun, 109/6)

mealindeki ayetlerde bu hususa vurgu yapılmıştır. İslam devletinin hakimiyetinde yaşayan gayri müslimlere, dinlerini yaşama hakkı verilmiştir.

3. Akıl:

Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah'ın rızasını elde edebilir. İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır.

Kur’an-ı Kerim’de akıl ve düşünmeye sevkeden “Düşününüz!”, “Hala düşünmez misiniz?”, “Onlar hiç düşünmezler mi?”, “Bakınız!”, “Bakmazlar mı?”, “Ey akıl sahipleri ibret alınız!” gibi ikazlar, akla verilen önemi göstermektedir.

Bediüzzaman aklı; şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir özeti, insanın en kıymetli cihazı, nurânî bir cevher, kâinatın sırlarını açan bir anahtar, âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlet, tabiattaki sırları çözen bir keşşaf, insanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid ve yol gösterici, delil üzere giden, insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye, zâtıyla maddeden mücerret (soyut), fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, şeklinde tanımlar.

Böyle önemli bir cevherin korunması için İslam dini sarhoşluk veren alkollü içkileri haram kılmış ve bu harama riayet etmeyenler için cezalar koymuştur. İslâm hukukunda alkollü içkiler yanında insanları uyuşturup akıl ve muhakeme kabiliyetlerini yok eden diğer bütün maddelerin kullanımı da haram kabul edilmiş ve şiddetle yasaklanmıştır.

4. Mal:

İslam dini mülk edinme hakkını teminat altına almıştır. İslam, yeryüzünün halifesi olan insanın, insanlık onuruna yakışır bir hayat sürmesi istemektedir. İslam zenginliğe karşı değildir. Zenginliğin belli bir kesim arasında dolaşan bir güç olmamasını, fertler arasında yaygınlaşmasını öngörmektedir.

Dinimiz, insanların canlarına kastetmeyi büyük günahlardan saydığı gibi, mallarını gasbedip çalmayı da büyük bir günah saymış, hatta hırsızlık suçuna karşılık el kesme gibi ağır bir müeyyide getirilmiştir.

5. Nesil: 

Neslin devamı ve gelişebilmesi için, evlilik müessesesine ihtiyaç vardır. İnsan neslinin devamı, nesebin muhafazası, toplumu meydana getiren ve toplumun temel taşı olan aile müessesesinin kurulması evlilikle mümkün olur. Nikâh akdine dayanan evlilik müessesesi, İslam toplumunun esasını oluşturmakadır.

İslâm toplumunun güçlü olmasına önem veren dinimiz, çocuk ve neslin çoğalmasını benimsemiş ve bunu teşvik etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.):

"Çok doğuran sevimli kadınla evlenin, zira ben (kıyamet gününde) sayınızın çokluğuyla (diğer) ümmetlere iftihar ederim." (Ahmed b. Hanbel, I/412). buyurmuştur.

Hz. Zekeriyya (a.s.), neslinin devamı için Allah (c.c.)`a şu duada bulunmuştur:

"Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olanlardan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver ki, bana varis olsun. Rabbim, onu rızana lâyık kıl!" (Meryem, 19/5-6)

Islâm'da çocuk sahibi olma ve neslin devamını sağlama, ibadet kabul edilmiştir. Bu, önemine binâen ona herhangi bir sebeple zarar verme, rahme düşmüş çocuğu düşürme, zâyi etme; doğan bir çocuğu öldürme gibi kabul edilmiştir. Özellikle anne karnında şekillenmiş, uzuvları belirmiş çocuğun düşürülmesi haramdır: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) kadınlardan biat alırken, onlara: "Çocuklarını herhangi bir şekilde öldürmemeleri" şartını koşmuştur. Bu şart çok önemlidir. Çocuk, doğmadan evvel ananın tasarrufu altındadır. Ama doğduktan sonra artık ana değil baba çocuğundan sorumludur. Öyle ise "çocuklarını herhangi bir sebeple öldürmeme" şartı, rahimlerde bulunan ve henüz cenin olan çocukları öldürmeme şartıdır.

"Ey Peygamber, inanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup gelmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse, onlardan biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile..." (Mümtehine, 60/12).

İlave bilgi için tıklayınız:

İslam'ın insana verdiği haklar nelerdir?

62 Hayvanlara insan ismi koymanın dinimizdeki yeri nedir, sakıncaları nelerdir?

İnsan mükerrem bir varlıktır. Bu bakımdan dinimiz insana verilen isimlerin güzel anlam taşımasına önem vermiştir. Nitekim Peygamberimiz (asm) de anlamı uygun olmayan isimleri değiştirmiştir.

Bundan hareketle denilebilir ki insanlara konan ve dini anlamda da mukaddes sayılan isimlerin hayvanlara takılması doğru değildir.

63 İslam, soykırımlarını ve kan davalarını nasıl engellemiştir?

“Hiçbir kimse, kimsenin yükünü taşıyacak değildir.”

Bu temel ahlaki prensip Kur'an'da beş kez geçmektedir (En’am Sûresi,164; İsra Sûresi, 15; Fâtır Sûresi,18; Zümer Sûresi, 7 ve Necm sûresi, 38). Bütün insanlık dünyası Kur’an’ın beyan ettiği bu prensibe hava ve su gibi şiddetle muhtaçtır. Beşer tarihinde icra edilen bütün zulüm ve haksızlıkların altında bu prensibin çiğnenmesi yatmaktadır. Bu ayetten çıkan birinci mana,

“Hiçbir günahkâr başkasının vebalini yüklenmez. Herkesin vebali kendisine aittir.”

Bir doktor bir hata etse, bütün doktorların mesleği ellerinden alınmaz, bir otomobil kaza yapsa, diğer araçlar trafikten men edilmez, bir Müslüman veya Hristiyan bir suç işlese, onun suçu bütün Müslüman ve Hristiyanlara mal edilemez. Bir insanın suçundan dolayı onun yakınları, akrabaları ve köy ve kasabasındaki sakinleri mesul tutulamaz. Bir kişinin suçundan bütün aşireti, akraba ve taallukatına yaptırım uygulanmaz; onlar, töhmet ve tahakküm altına alınamaz.

Bir cani yüzünden bir gemi batırılamaz; bir müfsit yüzünden bir köy imha edilemez. İmha edilse, böyle bir icraat daha dehşetli bir zulüm olur; bir müfside bedel binlerce masum insan telef edilmiş olur. Savunmadan aciz kimsesizler, çocuklar, yaşlılar, kadınlar, hayvanlar, kuşlar, böcekler topyekûn imha edilmiş olur. İşin sonunda, hem himayeden mahrum masum insanlar hem mabet ve tarihi eserler hem de ekolojik denge tarumar edilmiş olur ki, böyle bir uygulama ne insaniyete ne de hiçbir ahlaki değere sığmaz.

Bu nedenle İslamiyet, kin ve intikamı gelecek kuşaklara miras olarak bırakmaz, suçluyu cezalandırır, suçu doğuracak ortamı ıslah etmeye çalışır, beşerin ruhuna sevgi ve muhabbeti, dostluk ve kardeşliği telkin eder. Kin ve vahşetten, terör ve fitneden şiddet ve dehşetle sakındırır.

Ayetin ikinci manası, doğan çocuk suçsuz ve masum olarak doğar, hiçbir hesaba, hiçbir cezaya maruz bırakılamaz. Yükümlülük çağına gelinceye kadar bu masumiyetini korur. Bu kural, “insanoğlunun günahkâr olarak doğar” şeklindeki anlayış ile “peygamber veya azizlerin kendilerini feda ederek insanları günahlardan kurtaracağı” -Hıristiyan dininde mevcut olan yanlış inanç- şeklindeki anlayışı da kabul etmez.

64 Kur'an'da "Ehl-i kitap" ifadesi sadece Yahudi ve Hristiyanlar için mi kullanılmıştır?

EHL-İ KİTAP: Kur'ân-ı Kerîm'de genellikle Yahudiler ve Hristiyanlar için kullanılan tabir.

Ehl-i kitap (Ehlü'l-kitâb) tamlaması "ilâhî bir kitaba inananlar" anlamına gelir. Buna göre Müslümanlara da Ehl-i kitap denilebilir. Ancak Kur'an dışında­ki ilâhî kitaplarda yer almayan bu ter­kip, terim olarak Müslümanlar dışında­ki kutsal kitap sahibi din mensupları için kullanılır.

Ehl-i kitap tabiri Kur'ân-ı Kerîm'de, hepsi de Mekke döneminin sonları ile Medine döneminde inen âyetlerde ol­mak üzere, otuz bir defa geçmektedir. Daha önce nazil olan iki âyette ise (en-Nahl 16/43; el-Enbiyâ 21/7) aynı anlam­da "ehlü'z-zikr" tabiri kullanılmış ve bu­nunla, Tevrat ile İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan Ehl-i kitap âlimle­ri kastedilmiştir.

Ayrıca Kur'an'da Yahudiler için "yehûd", Hristiyanlar için "nasârâ" kelimeleri çokça kullanılmak­ta, sadece Hristiyanları ifade eden "ehlü'l-İncîl terkibi de yer almaktadır. (el-Mâide 5/47) Di­ğer taraftan Kur'an'da Ehl-i kitap "kendilerine kitap verilenler", (el-Bakara 2/ 101, 144, 145; Âl-i îmrân 3/19, 20, 100, 186) "kendilerine kitap verdiklerimiz" (el-Bakara 2/121, 146) ve "kendilerine kitaptan bir pay verilenler" (Âl-i İmrân 3/23; en-Nisâ 4/44) şeklinde de ifade edilmektedir. "Kendilerine ilim verilen­ler" (el-İsrâ 17/107; el-Hac 22/54; Sebe 34/6) ifadesiyle de Ehl-i kitabın kastedildiği rivayet edilmiştir. (Taberî, Câ-mi'ul-beyân, XV, 120; XXII, 44) İslâm li­teratüründe ayrıca Ehl-i kitap yerine "kitabî" kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.

Ehl-i kitap tabirinin kapsamını belir­leyebilmek için, ilâhî kitapların kimlere verildiğini tesbit etmek gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de bazı peygamberlere kitap, ba­zılarına da zebur ve suhuf verildiği bildirilmektedir. Bu arada Nuh ve İbrahim soyuna peygamberlik ve kitap, Musa'ya ve İsâ'ya kitap, Davud'a Zebur, İbrahim ve Mûsâ'ya suhuf indirildiği, ayrıca hadislerde Âdem'e, Şît'e ve İdrîs'e sayfalar verildiği belirti­lir.

Kur'an'da "önceki sayfalar" (el-A'lâ 87/18), "öncekilerin kitapları" (eş-Şuarâ 26/196) ifadeleri de yer almakta, bu ikincisiyle Hint kutsal kitaplarının kastedil­miş olabileceği, zira bu kitaplardan Puranalar'ın kelime anlamının "öncekilerin kitapları" olduğu belirtilmektedir. (Ha­mîdullah, Le Saint Coran, s. 375) Öte yan­dan,

"Deyiniz ki: Biz Allah'a, bize indiri­lene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kûb ve Ya'kûb oğullarına indirilenlere, Mûsâ ve İsâ'ya verilenlere, rableri tarafından (di­ğer) peygamberlere verilenlere iman et­tik." (el-Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84)

mealindeki âyetler de birçok peygam­bere vahiy gönderildiğini göstermekte­dir. Kur'ân-ı Kerîm'de bunların yalnız bir kısmı hakkında bilgi mevcuttur. 

Tevrat, gerek Hz. Musa'nın gerekse ondan son­ra gelen peygamberlerin Yahudilere teb­liğ edip onunla hüküm verdikleri ilâhî kitaptır. (el-Mâide 5/44) Hz. Davud'a ve­rilen Zebur münâcâtlardan ibaret olup dinî hükümler ihtiva etmemektedir. Hz. îsâ'ya, "içinde hidayet ve nur bulunan" (el-Mâide 5/46) ve bağlılarının kendisiy­le hükmetmeleri istenen (el-Mâide 5/47, 68) İncil verilmiştir. Böylece Kur'an'a göre, Allah katından indirilmiş, hüküm­leriyle amel edilmesi gereken Kur'ân'ın dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) vardır. 

Kur'an'daki Ehl-i kitap tabiriyle de bu kitapların muhatabı olan Yahudilerle Hristiyanlar kastedilmektedir. Ehl-i kitap terkibinin geçtiği âyetleri,

"Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi." (el-En'âm 6/156)

mealindeki âyeti göz önü­ne alarak tefsir eden ilk müfessirler de bununla Yahudi ve Hristiyanlann kas­tedildiğini ifade etmişlerdir. (Mücâhid, I, 186; Taberî, Câmi'u'l-beyân, VIII, 69; İbn Kesîr, Tefstrü'l-Kur'ân, II, 44)

Bu âyet­ten hareketle Hanbelî ve Şafiî mezhep­leri sadece Yahudi ve Hristiyanlan Ehl-i kitap saymışlar, Hanefîler ise semavî bir dine inanan ve Tevrat, Zebur, İncil, suhuf gibi vahyedilmiş bir kitabı bulu­nan her ümmetin Ehl-i kitap olduğunu söylemişlerdir. (Abdülkerîm Zeydân, s. 11-12)

İslâm'ın yayılmasına paralel olarak Ehl-i kitabın sadece Yahudi ve Hristiyanları ifade eden bir tabir olduğu kanaati de değişmiştir. Bunun temel sebeplerinden biri, Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudilik ve Hı­ristiyanlığın dışında Sâbiîlik, Mecusîlik gibi ilâhî olmayan başka dinlerden de söz edilmesi ve bu dinlerin kendilerince bir kitaba sahip bulunması, diğeri de İslâm açısından siyasî, iktisadî ve sosyal şartların bunu gerekli kılmasıdır.

Kur'an'da son hak din olan İslâm'ın dışında Hanîflik, Yahudilik, Hristiyanlık, Sâbiîlik ve Mecûsflik'ten bahsedilmek­tedir. Hanîf kelimesi İslâm'ın eş anlam­lısı şeklinde ve Hz. İbrahim'le ilgili ola­rak zikredilmektedir. Sâbiîlik ve Mecu­sîlik ise sadece ismen geçmekte, inanç esaslarından ve peygamberlerinden söz edilmemekte, kutsal bir kitaba sahip olup olmadıkları açıklanmamaktadır.

Öte yandan İslâmiyet'in ortaya çıktığı dönem­de dünya üzerinde birçok din bulunma­sına rağmen, Kur'ân-ı Kerîm bunların çoğundan bahsetmemiştir. Zira ilâhî vah­yin ilk muhatabı olan Araplar arasında bu dinlerin mensupları mevcut değildi ve onların söz konusu dinler hakkında bil­gileri yoktu. Ayrıca bu dinler İslâm'a ra­kip olacak seviyede bulunmayıp, Kur'an'­da yer alan inanç gruplarından bazıları­na dahil edilebilecek bir nitelik de taşı­yordu.

Kur'ân-ı Kerîm'de ismen zikredilen dinlerden Sâbiîlik hakkında âyet ve ha­dislerde bilgi yoktur. Gerçek Sâbiîlik, ilk dönem İslâm kaynaklarında Yahudiliğin veya Hristiyanlığın bir mezhebi olarak görülüp Ehl-i kitap kapsamında mütalaa edilmiştir. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Ayrıca Harranlı putperestler Halife Me'mûn kendileriyle görüştükten sonra Sâbiî adını almışlar ve Ehl-i kitap kabul edilmişlerdir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed gibi ba­zı fakihlerin Ehl-i kitap saymadıkları Sâbiîler ise Sâbiî adını taşıyan, ancak yıl­dızlara tapan putperestlerdir.

Mecûsîler'den Kur'an'da sadece bir yerde bahsedilmekte, fa­kat bunlar hakkında da bilgi verilme­mektedir. Eski Müslüman araştırmacı­ların çoğunluğuna göre Mecûsiler Ehl-i kitap değildir. Hz. Peygamberin,

"Mecûsîler'e Ehl-i kitap muamelesi yapınız." dediği rivayet edilir (el-Muvatta, I, 278);

ancak Resul-i Ekrem Mecûsîler'in kes­tiklerinin yenilmesini ve kadınlarıyla ev­lenmeyi yasaklamıştır (Hamîdullah, el-Veşâ'iku's-siyâsiyye, s. 150). Mecüsîler'in Ehl-i kitap'tan olduğunu söyleyen Hz. Ali de şirkleri sebebiyle kestiklerinin yenilmesinin ve kadınlarıyla evlenilmesinin Müslümanlara yasaklandığını belir­tir (Ebu Yûsuf, s. 140-141).

İmam Sâfiî Hz. Ali'nin sözüne dayanarak onları Ehl-İ kitap saymıştır. Şehristânî'ye göre Mecûsîler'in kitabî olmala­rı şüphelidir. Hz. İbrahim'e verilen say­falar Mecûsîler'in davranışları yüzün­den tekrar semaya kaldırılmıştır. Buna göre onlar kendilerine suhuf verilmesi sebebiyle Ehl-i kitap statüsündedirler; fakat çıkardıkları olaylar yüzünden su­huf tekrar semaya kaldırıldığı için, kes­tikleri yenilmez ve kadınlarıyla evlenil­mez. (el-Milel,11, 13)

Kur'ân-ı Kerîm ateizme ve politeizme şiddetle karşı çıktığı halde nüzulü sıra­sında mevcut olan diğer dinlere temas etmemiştir. Ancak bazı ifadelerin Bu­dizm'e ve Hinduizm'e imalarda bulun­duğu şeklinde yorumlar vardır. Buna gö­re Kur'an'da adı geçen Zülkifl'in Kapilavastulu yani Buda'ya, Tîn süresindeki "tin'in (incir) Buda'nın altında vahye mazhar olduğu incir ağacına, "zübürü'l-ev-velîn" terkibinin de Hint kutsal kitapla­rından Puranalar'a bir telmih olduğu ifa­de edilmektedir (Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 329, 375, 597). Öte yandan İslâ­miyet'in yayılması ve Ehl-i kitap kavramının genişlemesi üzerine Hint dinleri de bu kapsama alınmıştır. İslâm'ın o ül­kelere ulaşmasıyla Müslümanların Hint kadınlarıyla evlenmeleri (İnan, s. 189; Ebulfazl İzzetî, s. 282) onları Ehl-i kitap statüsünde tuttuklarını gösterir.

Kur'an'da Ehl-i kitap olarak sadece Yahudi ve Hristiyanların muhatap alın­ması, bu iki din mensubunun birtakım eksiklik ve yanlışlıklarının yanında Al­lah, peygamber, âhiret ve kitap inançla­rının bulunması, yani ilâhî kaynağa da­yanmaları ve Kur'ân'ın o dönemde mu­hatabı olan insanlarca söz konusu din­lerin bilinmesi sebebiyledir. Nitekim bu din mensupları Hicaz bölgesinde önemli bir etkinliğe sahip olarak Müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm muh­telif âyetlerinde İslâm dışı din mensup­ları arasında Ehl-i kitaba önemli bir yer vermekte, onların farklılık ve üstünlük­lerini belirtmekte, özellikle Hristiyanlarla diyalog kurulmasını önermekte, an­cak temel iman esasları, ayrıca Müslümanlarla olan ilişkilerindeki eksiklik ve yanlışlıkları da vurgulamaktadır (M. Fâris Berekât, s. 450-468). Ehl-i kitap ter­kibinin geçtiği âyetlerde, onların arasında övgüye lâyık kişiler bulunduğu gibi (Âl-i Imrân 3/75, 113-115. 119) kâfirlerin de bulunduğu (el-Bakara 2/105; el-Beyyine 98/1), bu sonuncuların Allah'ın âyet­lerini inkâr ettikleri (Âl-i İmrân 3/70, 98, 112; en-Nisâ 4/155; el-Haşr 59/2), Hakk'ı bâtıla karıştırdıkları (Âl-i İmrân 3/71), emanete riayet etmedikleri (Âl-i İmrân 3/75), kendilerine verilen kutsal kitabı tahrif ettikleri (Âl-i imrân 3/78), peygam­berlerini öldürdükleri (Âl-i İmrân 3/112; en-Nisâ 4/155), Müslümanları küfre dön­dürmek istedikleri (el-Bakara 2/109; Âl-i İmrân 3/69, 72, 99, 100), Tevrat ve İncil'­deki hükümleri hakkıyla uygulamadıkları (el-Mâide 5/68) belirtilmektedir. Kur'an Ehl-i kitabı Allah'a kulluğa, O'na ortak koşmamaya çağırmakta (Âl-i İmrân 3/ 64), Müslümanlara da onlarla mücadelelerinde itidali tavsiye etmektedir. (el-Ankebût 29/46)

(bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, EHL-İ KİTAP mad., İstanbul 1994, X/516-517)

65 Müslüman olmadan önce yapılan amellere sevap var mı?

Hakim İbn Hızam Rasulullah'a (asm.):

- Ya Rasulallah! Benim cahiliye devrinde sadaka vermek, köle azat etmek yahut akrabaya yardım etmek suretiyle ibadet görevimi yerine getirdiğim bazı işlerim var. Bunlarda bana ecir var mı, diye sordu.

Rasulullah (sav.) cevap verdi:

- Sen eskiden yaptığın hayırlarla Müslüman oldun. (Müslim, İman, 195)

Bu hadisten de açıkça anlaşılacağı üzere, Rahîm olan Allah, hiçbir iyiliği zayi etmiyor. Hangi durumda olursa olsun, kişi yaptığı iyiliklerin karşılığını ya dünyada ya da ahirette mutlaka görecektir.

66 Ölen kişinin fotoğrafını asmak günah mı?

Ölü olsun hayatta olsun, canlıların boydan çekilmiş fotoğraflarının asılması uygun değildir. Ancak boydan olmayan fotoğrafların asılması caizdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Resim ve fotoğraf konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

67 Bir takım çevreler, din ile fenni iki zıt kutup gibi gösterme gayretindeler. Gerçekten din fenne karşı mıdır?

Bu mesele çok yönlüdür. Sadece birkaçına temas edelim.

Hak Din Fenne Karşı Olamaz

Din denilince iki ayrı mefhum hatıra gelir. Biri “hak din”, diğeri “bâtıl dinler”. Bâtıl dinler, ya insanların kendi hayallerinden doğan, yahut bir hak dinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkan bir takım saçma inançlardır. Hak din ise, bu kâinatı kudretiyle yaratıp, hikmetiyle ve ilmiyle tanzim eden, yeryüzünü insanlara beşik, güneşi lâmba yapan, zemini çiçeklerle, semayı yıldızlarla donatan Cenâb-ı Hakk ın bir emir ve yasaklar manzumesidir.

Hak kitap, Allah'ın fermanı ve bu kâinat Onun mülkü ve mahlûkudur. Nitekim bu âlem için, “kâinat kitabı” denilmiştir. Her bir fen bu kitaptan bir sahifenin, bir cümlenin, yahut bir noktanın tefsiri, açıklanmasıdır. İnsan bedeni bu kitaptan sadece bir kelime. Ondaki her organ için nice eserler yazılmış. Diş, bir tek harf gibi, ondaki ince esrar üzerinde nice tezler yapılmış. Bir hücre, bir atom, bu kâinat kitabının birer noktası hükmündeler. Onların tefsirleri ayrı birer ilim kolu olarak gelişmiş. O hâlde, âlemdeki hikmetleri tefsir eden ve gizli güzellikleri ortaya çıkaran fenlerin ilâhî fermana aykırı olması düşünülemez.

Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilân ediyorlar. Bu, fenni inkâr eden bir bâtıl din için doğru olabilir. Yahut Avrupayı asırlarca fenden uzak tutan ve “dünya dönüyor” dediği için Galileyi engizisyon önüne çıkartan kiliseye karşı aklın zaferi sayılabilir. Ama, bir Müslüman bu tür gelişmeleri: “Allah'ın kudret kitabı olan şu kâinattan bir sırrın daha çözülmesi” şeklinde değerlendirir. Ve yine bir Müslüman, bütün medeniyet harikalarını insan aklının birer meyvesi olarak görür ve bunları, insana bağışlanan istidadın ve ona tanınan fırsatın birer neticesi olarak bilir.

“Arıya bal yapmayı ilham eden, koyunu süt fabrikası yapan Cenâb-ı hak, insan aklına da böyle harika meyveler verdiriyor.”

diye düşünür. Yeni keşifleri duydukça, Allahın ilmine ve hikmetine karşı hayranlığı ve hayreti daha da artar.

Din ile Fennin Sahaları

Fen ilimleri, ilâhî kudretle yaratılmış bulunan şu kâinattan bahsederler. Din ise, onun yaratıcısını tanıttırır. Fen, âlemde hiçbir varlığın vazifesiz olmadığını ispat ederken, din insanın da başıboş olmayacağını bildirir ve vazifesini de “ibadet” olarak tespit eder. Fen, bedeni bütün incelikleriyle ele alırken, din o hanede misafir olan ruha hitap eder. Meselâ, fen gözü incelerken, din nelere bakılıp nelere bakılmayacağını talim eder.

Kur'an-ı Kerîm bir fen kitabı değil, insanları hidayete irşat ve kulluğa davet eden bir ilâhî fermandır. Bundandır ki, âyet-i kerimelerde fennî meselelere sadece işaretler edilmiştir. O ilâhî fermanda bugünkü medeniyet fenleri açıkça haber verilseydi, insanlık âlemi asılarca bu hakikatleri akla sığıştıramayacak, belki de inkâra sapacaktı. Bu ise, ilâhî irşat ve ikaza, emir ve davete perde olurdu.

Kaldı ki, hak kitaplarının en sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur'an-ı Kerîm'de, ne Aya gidilemeyeceğine, ne uçak yapılamayacağına, ne de elektriğin keşfedilmeyeceğine dair bir tek âyet bulmak mümkün değil. İnsanları fenden men eden bir yasak da mevcut değil. O hâlde, kıyamete kadar daha ne tür keşifler yapılsa, hangi gezegenlere gidilse, bütün bunların din ile doğrudan ilgisi yok demektir.

Meselenin Psikolojik Yönü

Gördüğümüz kadarıyla, “Din ile ilim çatışır mı, çatışmaz mı?” münakaşalarını sürdürenlerin çoğu ölümü unutmak, ibadetten kaçmak, âhireti düşünmek istemeyen kimseler... Onlardan birisine soruyorsunuz:

– Her nimet bir teşekkür ister, değil mi?
– Evet, 

diye cevap veriyor. Devam ediyorsunuz:

– Bu şükrü yapmamak nankörlüktür, değil mi?

Cevap yine aynı yolda:

– Elbette!..

– Pekalâ, diye sürdürüyorsunuz konuşmanızı, “Saatteki hızı yüz bin kilometreyi aşan bu arz küresi üzerinde seni yıllardır gezdiren, her nefeste kanını temizlettiren, ruhunu akıl, hâfıza ve hissiyatla..., bedenini de el, ayak, mide, ciğer... gibi maddî organlarla donatan Allah'a şükür ve ibadet etmen gerekmiyor mu?”

Bu sorunuz karşısında ne diyeceğini şaşırıyor ve

– Söyle bakayım, dinimize göre tüp bebek yapılabilir mi, gibi konuyla hiç alâkası olmayan bir soru atıyor ortaya. Böylece meseleyi saptırmak ve sahadan uzaklaşmak istiyor. Sanki, siz o soruya cevap veremeyince onun Allaha karşı teşekkür borcu ve ibadet mükellefiyeti kalkacakmış gibi...

“Din ilme ters düşer mi, düşmez mi?” tartışmalarının altında genellikle bu psikoloji yatar. Genellikle diyorum, çünkü sayıları az da olsa, bu gibi meseleleri öğrenmek için soranlar da yok değil...

68 İslam dininin bütün insanlığa rahmet olduğu söylenmektedir. Bu hükmü izah eder misiniz?

İslâm dini, insanlığı maddî ve manevî kemalâta kavuşturan ve beşerin saadet ve selametini temin eden bütün esasları ihtiva eder. Ona intisap eden fert ve cemiyetleri feyizden saadete, saadetten tekamüle sevk eder. Hayatın korunmasına büyük önem verir. Fert ve toplumun huzurunu bozmaya çalışanları en şiddetli cezalara çarptırır. Birlik ve beraberliği, ihsanı ve yardımlaşmayı emreder. Toplum hayatını anarşi ve terörden vikaye eder.

İslâm güzel ahlâkı, bütün şubeleriyle, beşerin istifadesine sunar. Hiçbir meselesi yoktur ki, binlerce faydası bulunmasın, maddî ve manevî hastalıklara birer deva, birer şifa olmasın.

İslâm dini ilim ve hikmete istinat eder; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayır ve saadete sevk eder. Cehaleti en büyük düşman kabul eder; insanları daima tefekküre teşvik eder. İslâm dininin bütün insanlığa ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dünyanın Asr-ı saadetten önceki ve ondan sonraki hâlini nazara almak lazımdır.

İslâmiyet’ten önce, bütün dünya cehalet ve dalaletin, terör ve anarşinin insafsız pençeleri altında kıvranıyordu. Dünyayı kavuran bu vahşet ve dehşetten Arap yarımadası da hissesini almıştı. İnsanlar kız evlatlarını diri diri toprağa gömmekle iftihar ederlerdi. Hurafelere inanırlar ve kendi elleri ile yaptıkları putlara tapar, onlardan yardım dilerlerdi.

O karanlık dönemde, Kur’an'ın nuru Arap Yarımadasının bir köşesinden güneş gibi tulu etti. Küfür ve zulmün en kesif tabakalarını parçaladı. Ulvî tecellisiyle gözleri kamaştırdı, feyiz ve hidayetiyle ruhları temizledi, akılları parlattı, vicdanları ziyalandırdı. Şirki kaldırıp kalplere tevhidi yerleştirdi. Zulmü kaldırıp yerine adaleti tesis etti. Sinelerden kini ve düşmanlığı çıkardı, yerlerine muhabbet, şefkat ve merhameti yerleştirdi.

Kur’an’ın bu tesiri yalnız Asr-ı saadete münhasır kalmamıştır. Ondan sonra da hangi millet İslâmiyet’i kabul etmiş ve hayatına tatbik etmişse hem ilim ve irfanda hem de sanayi ve ticarette ilerlemiş ve diğer milletlere örnek olmuştur. Bunun en parlak misalleri, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleridir.

69 İslâm'ı doğru anlamanın yolu nedir?

İnsanlık alemi, doğru inancı ve güzel ahlakı semavi dinlerden öğrenmiştir. Semavî dinler, “Cenab-ı Allah’ın, peygamberleri vasıtasıyla insanlara tebliğ eylediği bir umumi kanun, bir rehber, bir mürşid,” diye tarif edilmîştir. Böyle bir din, insanlara itikad, amel ve ahlakı öğretip onları hayır ve fazilete sevk eder.

Semavî dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslâm dinidir. Onun ihtiva ettiği hükümler kıyamete kadar bakidir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir;

“Allah indinde din ancak İslâm’dır...” (Âl-i İmran, 3/19)

“Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâmiyet’i beğendim.” (Maide, 5/3)

İslâmiyet’i hakikatiyle anlayabilmek için ona her türlü peşin hükümden, garazdan uzak kalarak, Kur’an-ı Kerim canibinden bakmak gerekir. Çünkü Kur’an-ı Kerim 1.400 senedir hiçbir değişikliğe uğramaksızın, ilk nazil olduğu şekliyle, herkesin elinde mevcuttur. İfadeleri gayet açık ve berrak; hükümleri akıl ve hikmete uygundur. Birçok dile tercüme edilmiştir.

Kur’an-ı Kerimi daha iyi anlayabilmek için de hadis-i şeriflere müracaat etmek, yani Kur’an-ı Kerime Peygamberimizin nazarı ile bakmak gerekir. Bundan sonra müracaat edilmesi gereken kaynak, Kur’anı ve hadisi anlamada ehl-i ihtisas olan İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii gibi müçtehitlerin içtihatlarıdır.

İslâm’ın ulviyeti Kur'an hakikatlerini en derin ve en ince noktalarına kadar tetkik ve tahkik sonunda, ona intisap etmekle yükselmiş olan fert ve cemiyetleri nazara almakla bir derece anlaşılabilir.

Yoksa, bazı Müslümanların hatalarını nazara alarak ve onları örnek göstererek İslâm dini hakkında hüküm vermek, akla ve mantığa uygun değildir. Özellikle, hayatını sefahatte geçiren, mevki ve makamını muhafaza için her türlü entrikayı çeviren, gerek kendi raiyetine gerekse başkalarına karşı her türlü haksızlığı rahatlıkla işleyebilen devlet adamlarını ölçü alarak, İslâmiyet hakkında hüküm vermek doğru değildir.

Öte yandan, İslâmiyet’in hakikatine eremeyen, ruhuna nüfuz edemeyen ve yanlış fikirleriyle kendine tâbî insanları da yanlış yola sevk eden kimseler de İslâmiyet’i değerlendirmede ölçü olamazlar. Onların hatalarına bakılarak İslâmiyet mahkum edilemez.

70 İnsanlığın aradığı barışın İslam`da olduğunu nasıl izah edersiniz?

"Postmodern Düşünceler" kitabında Prof. Dr. İbrahim Özdemir, "Müslümanın İnsanlarla Kardeşliği" başlığı altında İslam'ın geçmişindeki uygulamalarından örnekler özetlemiştir. Bu çok önemli tespitlerle sizi baş başa bırakıyorum. İnsanlığın aradığı barış İslam'da mı? Birlikte düşünelim.

Kur'an'a göre insan varlıkların en şereflisidir. Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insana çok önem verilmiş ve yüceltilmiştir. Bir insanı suçsuz yere öldürmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur.

Hz. Peygamber, gayri müslim bile olsa cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının, filan dine mensup olma sıfatından önce geldiğini göstermiştir. Müslümanların, diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve diyaloga dayalı bir gelenek oluşturmalarında bu anlayışın büyük payı bulunmaktadır.

Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere bakışları Kur'an'daki ilkelere dayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Bu, Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur." ilkesinin doğal bir sonucu olarak görülmelidir.

Böylece fethedilen bölgelerdeki insanlar hiçbir zorlamaya maruz kalmamış, aksine cizye vergisi ödemek şartıyla din ve inançlarında serbest bırakılmışlardır.

Hz. Peygamber'in şu beyanları, Müslüman idarecilere daima ışık tutmuştur:

"İnsanlara azab edene Allah da azab eder. Kim bir zimmiye (gayri müslime) zulmeder ve ona gücünün dışında iş yüklerse, kıyamet günü beni karşısında bulacaktır."

İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha İslam'ın ilk gününden itibaren böyle bir zorlamaya yer verilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber'e (sav), "asıl görevinin tebliğ olduğu, insanları hidayete erdirme olmadığı" bir ayette açıkça belirtilmiştir.

Bu konuda Hz. Peygamber'in uygulamaları da tabii ki Kur'an'daki ilkeler çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicretle beraber, Yahudi toplumuyla bir arada yaşamaya başlamıştır. Hz. Peygamber Yahudi toplumuyla olan ilişkilerini yazılı bir metin şekilde ortaya koymuştur. Hz. Peygamber'in Medine ileri gelenlerini toplayıp vücuda getirdiği bu şehir-devleti nizamnamesi, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilmektedir.

Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikada: "Müslümanların dinleri kendilerine, Yahudilerin dinleri de kendilerinedir." denilerek Yahudilere vebunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmıştır.

Mekke'nin güneyinde kalan Necran bölgesi, Hicaz'ın Hristiyanlık merkezi durumunda idi. Hz. Peygamber Necran'lılarla yaptığı meşhur anlaşmada, onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabedlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır.

Kur'an ve sünnetle belirlenen bu temel çizgi daha sonra gelen Müslüman idareciler tarafından aynen devam ettirilmiştir. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir'in savaşa giden komutanlarına verdiği talimatname ve Hz. Ömer'in Kudüs'ün fethinde yaptığı anlaşma aynı ruhu yansıtmaktadır. Hatta Ebu Bekir'in talimatnamesinde

"Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin."

denilerek, doğal çevre savaş durumunda bile tahrip edilmemiştir.

71 Seyyidler günahsız mıdır?

Üstünlüğün ölçüsü takvadır. Kim Allah'a kullukta ne kadar ileri giderse, üstünlük derecesi de o kadar artar. Bu bakımdan kişi Peygamber Efendimiz (asm)'in soyundan da gelse, takvasına göre değer kazanır.

Peygamberler dışında tüm insanlar günah işler ve cehenneme gitme ihtimali olabilir. Bu bakımdan seyyidleri günahsız görmek veya tamamen cennetelik nazarı ile bakmak hatadır. Allah yolunda gitmeyen kişi seyyid de olsa cehennemliktir.

Ancak, tarih boyunca seyyidlerin ekserisi İslam dininde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu da onların, hem Allah katında hem de insanlar katında sevilmelerine vesile olmuştur.

İlave bilgi için tıklayınız:

SEYYİD.

72 İslam düşüncesindeki yorum ve içtihad farklılıklarını nasıl değerlendirmemiz gerekir?

Hattabi “ihtilâf”ı şöyle anlatır:

“İhtilâf üç çeşittir. Birincisi ve ikincisi Allah’ın zat ve sıfatındaki ihtilâftır ki, birisi küfür, diğeri bid’attir. Bir de vecihleri bulunan fıkha ait fer’i meselelerdeki ihtilâftır. İşte buradaki ihtilâf ümmet için rahmettir.”Ömer bin Abdülaziz ise şöyle der:

“Ashab-ı Kiram ihtilâf etmemiştir’ sözü hiç hoşuma gitmiyor. Şayet onlar ihtilâf etmeseydi hiçbir meselede ruhsat çıkmazdı.”

İmam Nevevî ise Sahih-i Müslim şerhinde bu hususa şu izahı getirir:

“Bir şeyin rahmet olması, onun zıddının azap olmasını gerektirmez. Bu hadiste de böyle bir şey yersizdir. Bunu ancak cahiller veya bilmez görünenler söyler. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: ‘Rahat edesiniz diye geceyi sizin için yaratması Onun rahmetindedir.’ Geceye ‘rahmet’ denmiştir, bundan gündüzün azap olması manası çıkmaz.”

Yine bazı âlimler, “Ümmetim dalâlet üzerinde toplanmaz.” hadisini zikrederek, “Bundan ümmetin ihtilâfının rahmet olmadığı manası anlaşılmamalı.” derler.

Hadisteki ihtilaftan hangi mânânın kasdedildiği hususunda da âlimler şöyle derler:

“Buradaki ihtilâftan murat, dinin asıl meselelerindeki ihtilâf olmayıp, fer’î meselelerdeki ihtilâftır. Çünkü dinin asıllarındaki ihtilâf dalâlettir (Kadı İyaz, Sübki). Bu meseledeki ihtilâftan maksat, ümmetin sanat, makam, mevki ve mertebelerindeki ihtilâftır. Bu da ümmet için rahmettir. Çünkü farklı sanatların bulunması herkese faydalıdır. (İmam Harameyn).

Hadis âlimlerinin bu husustaki birleştikleri nokta fer’î meselelerdeki ihtilâftır. Bunun da adı içtihaddır. Müctehidlerin ise dinin asıllarında değil de fer’î meselelerdeki ihtilâflarından, yani farklı ictihadda bulunmalarından mezhepler meydana gelmiştir. Mezheplerin farklı farklı olması da Müslümanlar için bir rahmet olmuştur. Çünkü her Müslüman, kendi şartlarına göre bir mezhebi taklit ederek amel ve ibadetini yapmıştır.

Müctehidler bir meselede ihtilâfa düşseler, isâbet edenler iki sevap alırken, yanılmış olanlar bir sevap alırlar. Dinî meseledeki doğruyu ararken yanılmaları dahi onlara bir günah kazandırmamakta, sevap kazandırmaktadır.Bu meseledeki daha geniş izahı Feyzü’l-Kadir’in birinci cildinin 210-212 sayfalarına bakılabilir. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” meâlindeki hadis-i şerif, “hakka hizmetteki ihtilâf, farklı görüş beyanı, değişik yorumlarda bulunma” tarzında anlaşıldığında mevzu biraz daha umumileşmektedir. Çünkü Müslümanlar aynı esas ve gerçeklere inanmakla beraber her fert müstakil bir şahsiyet ve düşünce yapısına sahiptir. Bunun için de hâdiseleri değerlendirirken farklı açılardan yaklaşılabilir, yorumlanabilir.

Müslümanlar meselelerini istişare yoluyla halledeceklerine göre, herkes samimi bir şekilde fikirlerini açıklar, bilgisi ve ihtisası dahilinde görüşlerini beyan eder. İşte bu yönüyle ihtilaf maddi ve manevi inkişafın kaynağı olur. Bediüzzaman bu hadis-i şerifi Mektubat isimli eserinde izah ederken, meseleyi üç suâl, üç cevap çerçevesinde ele almakta ve misallerle anlatmaktadır. Bu izahı özetleyerek verelim:

Suâl ve cevap şöyle:

Hadiste, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” denilmiş. İhtilâf ise tarafgirlik gerektirir. Bu nasıl rahmet olur?

Hadiste ifade edilen “ihtilâf” müsbet olanıdır. Hakka hizmette bulunan, İslâmî hakikatleri muhtaç olanlara ulaştırmaya çalışan kimseler belli ölçülerde fikir alışverişinde bulunacaklardır. Fakat bu arada herkes mesleğinin ve hizmet tarzının tamir ve revacına çalışmalıdır. Başkasının fikir ve hizmetini tahrip ve iptal etmeye değil, tamamlanmasına ve ıslâhına gayret etmelidir. Bu müsbet tarafı. Menfî ihtilâf ise, kin, haset ve düşmanca hisler besleyerek birbirlerinin tahribine çalışırlar. Hadis, bunu reddetmektedir. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

İkinci suâl: Tarafgirlik hastalığı mazlum halkı zâlim kimselerin şerrinden kurtarır. Çünkü bir kasabanın ileri gelenleri birleşseler mazlum halkı ezerler. Şayet taraftarlık olsa mazlumlar bir tarafa iltica ederek kendilerini kurtarırlar.

Bu mesele de şöyle izah ediliyor:

Şayet tarafgirlik hak nâmına olsa, bu durum haklı ve mazlumlara bir melce, sığınak olabilir. Halbuki şimdiki garaz dolu ve nefis hesabına yapılan taraftarlık haklılara değil, haksızlara sığınak olmuştur. Onların dayanacakları nokta şekline girmiştir. Çünkü bu çeşit insanların yanına şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftar olsa, ona rahmet okur. Eğer karşı tarafa melek gibi bir adam gelse, ona lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir. Dolayısıyla bu çeşit ihtilafta rahmet olmadığı gibi, müsbet mânâda bir neticeye varılmaz.

Üçüncü mesele de şöyle:

Hakikat hesabına yapılan fikrî tartışmalarda maksat ve esasta birleşilmekle beraber, vesilelerde ihtilaf edilir, farklı düşünülür. Bu tartışma, gerçeklerin her köşesini açığa çıkardığı gibi, hakka ve hakikate de hizmet eder. Fakat tarafgir bir şekilde ve garaz dolu firavunlaşmış nefis hesabına ve kendini beğenerek yapılan fikrî bir tartışmadan hakikat parıltıları değil, belki fitne ateşleri çıkar. Çünkü bu tarz fikrî bir tartışmaya giren kimselerin fikirlerinin aynı noktada birleşmesi mümkün değildir. Çünkü hak namına yapılmadığı için tartışmalar aşırı bir hal alır, sonsuza kadar devam edip gider. Tedavisi mümkün olmayan çatlaklara, yaralara sebep olur. Çünkü maksatta ittifak edilmemiştir.

Özetleyerek verdiğimiz bu izahlardan sonra Bediüzzaman bu hususta bütün mü’minlere şu ikazı yapar:

“Ey ehl-i îman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı, [Mü’minler ancak kardeştir.] meâlindeki âyet-i kerimenin kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassün ediniz (sığınınız). Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malumdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken iki çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda (terazide) iki dağ biribirine karşı müvazenede bulunsa (tartılsa) bir küçük taş müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir, birini yukarı, birini aşağı indirir."

“İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne (düşmanca) tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alakanız varsa, (Mü’minin mü’mine münasebeti, taşları birbirine destek olan sarsılmaz bir bina gibidir.) mealindeki hadiste belirtilen düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız. Şefâlet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden (dünyada sefaletten ve âhirette azaptan) kurtulunuz.” (Bediüzzaman, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, s. 247)

Bu kadar izahtan ve açıklamalardan sonra artık bu hadise “mevzudur, uydurmadır” deyip geçmek bilgisizlikten başka bir şey olmasa gerekir. Zaten hiçbir hadis âlimi de bu hadise “mevzu” dememiştir. Hakkında şüphe edilen hadislere nasıl bakmamız gerektiği hususunda Bediüzzaman’ın Sözler isimli eserinin “Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal"ında işlenen “On İki Aslı” gözden geçirmekte büyük fayda vardır.

İlave bilgi almak için tıklayınız:

İhtilaf ve tefrika çıkarmamaya dair geniş bilgi verir misiniz?

73 Karısını zina ederken yakalayan kişinin, karısını ve onunla zina edeni öldürmesi caiz midir?

Zinayı ispatta dört şahit şartı aranır... Bununla birlikte burada pek önemli bir nokta vardır. Bir kişi bir zinayı görecek olursa, o bir yabancının zinası olduğu takdirde kendisine bir ar gerektirmeyeceğinden, gizlemesi daha uygun olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde ar gelir, nesebi bozulur, sabredemez, o halde başka şahit bulmak da mümkün değil gibidir. Bundan dolayı burada şöyle bir soru vardır: ...

İlave bilgi için tıklayınız:

Karısını zina ederken yakalayan kişinin, karısını ve onunla zina edeni öldürmesi caiz midir?

74 Müslümanlara karşı hazırlanan tezgâh ve tuzakların boşa çıkacağına işaret eden ayetler var mıdır?

Konu ile ilgili bazı ayetler şöyledir:

"Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe, 9/32; Saf, 61/8).

"Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır." (Enfâl, 8/30)

"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi. Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar. Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi." (Fil, 105/1-5)

"Onlar hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır." (Al-i İmran, 3/54)

“Onlar tuzaklar kurdular, ama Allah nezdinde de onlara tuzak var; isterse onların tuzakları dağları yerinden oynatacak olsun.” (İbrahim, 14/46)

"Onlar, tuzaklar kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Ey Muhammed! Sen o kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı." (Tarık, 86/15-17).

"Onlar böyle bir tuzak kurdular, biz de kendileri farkında olmadan onların planlarını altüst ettik." (Neml, 27/50)

Bu ayetleri ve Celcelutiyye'de geçen şu beyitleri dua olarak okuyabilirsiniz:

"Ya İlâhî, umudum sensin, efendim sensin; eğer bana (bize) tam isabet edecek bir ok atmak istemişlerse, sen onların okunu yamult! (onlara dönsün!)"

"Ya Rabbi, kesin olan iraden ile bütün zarar verenlerin tuzaklarını ve içlerinde sakladıkları kinlerini benden (bizden) çevir."

75 İslâmiyet hak ve hakikat dini olduğu hâlde, İbn-i Sebe'nin İslâm dışı fikirleri Müslümanlar arasında nasıl yayıldı?

İslâmîyet çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm'ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm'ın ulaştığı her yerde, İslâm'a kitleler halinde katılımlar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat, mânevi hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bütünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran'da açık bir şekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisinde kalarak ruhları, akılları, kalpleri boyanmış bu insanlara İslâm'ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmîyet’ bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an'anelerini de İslâmîyet’le birlikte devam ettirsinler.

Diğer taraftan, hilâfet makamı da, bu ülkede ikaz ve irşat hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm'ı bütün müesseseleriyle yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmîyet’ gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur'an'a ve imana ait hakikatleri tamamıyla ihata edememişlerdi. Bu sebeble henüz hak ve bâtılı, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.

İşte, Yahudi gibi dessas bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayı başardı.

İbn-i Sebe'nin, İran'da olumsuz fikirlerini yerleştirmesinde önemli bir faktör de halkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmîyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.

İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara şöyle dedi:

"Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyâmete kadar devam edecek bir savaştır. Şimdi, biz Ali'yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. O'na, yerine göre 'ulûhiyet' yakıştıracağız, yerine göre 'peygamberdir' diyeceğiz, yerine göre de 'hilâfetin, Ali'nin hakkı olduğunu, fakat Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın O'nun bu hakkını gasbettiklerini' anlatacağız."

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etrafındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirildiler. Bunlar, "Hilâfet Ali'nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah'ın iradesine karşı geldiler... Allah'ın iradesine itaat için Ali'den yana çıkmak lâzımdır..." diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnat eden "Hulûl Akidesini" İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını asıl çizgisinden saptırarak, tevhit akidesine taban tabana zıt bir inanışı yaymaya başladılar. "Hulûl Akidesi" İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bâtıl itikat onlarda kolaylıkla taraftar buldu.

76 İmtihan sırrı ne demektir; insan imtihanın sırrını bozabilir mi?

Kur'an mucizelerini gören kimse imtihan sırrını çiğnemiş olmaz. Çünkü daha öncede Peygamberimiz (asm)'in gösterdiği mucizelere sahabeler inanırken, müşrikler buna "kahanet, sihir gibi şeylerdir" diyebilmişlerdir. Sizin "mucizelerini buldum" dediğiniz âyetleri, inançsız bir insan mucize olarak görmeyebilmekte ve farklı açıklayabilmektedir. Demek mucizeler de bir derece perdeli geliyor. Akla kapı açılıp seçim elden alınmamaktadır. Cennet ve cehennem mücessem bir şekilde gösterilse "Böyle yaparsan buraya, şöyle yaparsan buraya gireceksin." dense, o zaman imtihan sırrı kalkar. Cehennem ateşini gören insanlar toptan iman ederler.

Peygamberimiz (asm)'in "beni görmeden iman edenlere" diye müjde vermesi, ölümünden sonra kendisinin sohbetine katılmadan İslamı Kur'an ve sünnetten öğrenerek iman eden ümmetini teşvik etmek ve onları desdeklemek içindir. Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğunun delilelrini bulup iman etmek, gayba iman etmeye engel değildir. Zaten Kur'an başlı başına Allah'ın kelamı olduğunun delilidir.

Dünya hayatı bir imtihan ve denenmedir. İmtihan ise akla kapı açmak, fakat iradeyi elden almamak mantığı ile işler. Yani dinde inanılacak inanç esasları, insanın iradesini elinden alacak şekilde insanlara sunulmamıştır. Mesela; gökyüzüne yıldızlarla "La ilahe illallah" yazılmış olsaydı herkes ister istemez inanmak zorunda kalacak ve imtihan anlamsız olacaktı. Bu yüzden akla kapı açılmış fakat iradeyi elden alacak kadar duyu organları ile bizzat hissedilecek tarzda gösterilmemiştir.

Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

"(İnanmak için) illa meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin (azab) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: 'Bekleyin; biz de beklemekteyiz.' "(Enam, 6/158)

Yaşadığımız hadiseler de bir derece perdeli cereyan etmektedir. Bu yüzden dinin esasları bizzat duyu organları ile algılanamamaktadır. Mesela, melekler mevcuttur, aklî ve naklî deliller bunu açık olarak (aklı çalışana) göstermektedir. Fakat onları bizzat gözle ya da başka bir maddi duyu organı ile gözlemlemek ya da laboratuvarda deneysel olarak ortaya koymak mümkün değildir. Bu yapılsa imtihan sırrı bozulur ve herkes ister istemez inanmak zorunda kalır, inancın bir anlamı kalmaz. Ebu Cehiller ile Ebu Bekirler bir seviyeye gelirdi. Bu durum ölüm gelip imtihan sırrı çözülene kadar böyle devam edecektir.

Ölüm sekeratı yaşayan ve ifadeye gücü yeten insanların bir çoğunda ölümüne az kala imtihan perdesinin aralandığı yanıbaşındaki insanların göremediği bazı durumlar gördüğü ve haller yaşadığı görülmüştür. Bu durumda "görmediğime ya da duyularımla algılayamadığıma inanmam" diyenlerin, bu dar açı ile din imtihanını kaybedecekleri ortadadır. Çünkü gördüğüne inanmanın bir kıymeti yoktur. Gördüğüne herkes inanır. Bu şuna benzer; öğretmen imtihan yapıyor fakat doğru şıkkı bizzat gösteriyor. Bu şekildeki bir imtihan hiçbir amaca hizmet etmez. Buna imtihan da denmez.

Bütün bu sayılan sebepler içindir ki dünya imtihanında doğru şık, yanlış şıkkın içerisine gizlenmiş, akla kapı açılıp irade elden alınmamıştır. İşte buna imtihan sırrı denmektedir.

77 İslamı yaşamak için bir tarikata veya cemaate bağlanmak şart mı?

Sorunuzun cevabı için tıklayınız: 

İsalamı yaşamak için bir tarikata girmek şart mı?..