İnsan konusunda en çok merak edilenler

1 Erkek ve kadınlarda kesilmesi, cımbızla alınması caiz olan ve olmayan kıllar ve tüyler nelerdir?

Erkekler İçin Vücuttaki Tüylerin Durumu:

Etek ve kasık arası tüylerinin temizliği, göbek altından başlayıp avret mahhalindeki kılların alınmasıyla gerçekleşir. Bu temizlikte dübürün, yani dışkı yerinin etrafındaki kılların da alınıp alınmayacağı konusu sık sık sorulmaktadır.

İslamî kaynaklarda, etek tıraşı için daha çok "'ânet" kelimesi kullanılmıştır. (Misal olarak bk. Gazalî, İhya, I/146, ) ki, bu tâbirde, "dübür" dâhil değildir.

Nitekim İmam Nevevî, bu konuda şu bilgiyi vermektedir:

"Tıraş edilmesi sünnet olan etek bölgesi:

Her iki cins için, bilinen avret yerlerinin çevresi ve üst kısmıdır. İbn Sureyc'e nispet edilen "Kitabu'l-Vedâi' adlı eserde -ki bu kitabın İbn Sureyc'e ait olduğunu zannetmiyorum- dübürün çevresindeki kılların tıraş edilmesinin de sünnet olduğuna dair bir bilgi gördüm. Bu doğru değildir. İtimada şayan hiçbir kaynakta böyle bir şeye rastlamadım. Şayet kirlenmeye sebep olduğu düşünülerek tıraş edilirse, bunda da bir sakınca yoktur." (Nevevî, el-Mecmu, I/289).

İslamî Kaynaklara göre, bu temizleme işi, kişilerin kolayına geldiği şekilde; kılları yolarak, "Kils taşı / kılları söken bir ilaç"la veya tıraş ederek yapılabilir.

Demek ki, "dübürü”ü tıraş etmemekten dolayı herhangi bir günah söz konusu değildir. Ancak dübürün etrafındaki kılları almanın da bir günahı yoktur.

Her hafta etek tıraşı olmak,  bıyıkları kısaltmak, koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek sünnettir.  Bunları kırk günden fazla yerine getirmemek -bütün mezheplere göre-mekruhtur. Hanefilere göre bu tahrimen mekruhtur. Şayet başındaki saçını da tıraş etmeyi adet edinmişse, onu da haftada bir tıraş etmesi sünnettir.(bk. Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-arbaa, 2/44-46; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/311).

Ayrıca normal saç tıraşının zamanı saçın dağınık, çirkin bir şekil almasına meydan vermeyecek şekilde ayarlanmalıdır. Çünkü Efendimiz (asm):

“Başında saçı olan ona ikramda bulunsun / düzgün tutsun, bakımını-temizliğini yapsın.” (Neylu’l-Evtar,1/123)

buyurmuştur. Saçın bir kısmını kökten tıraş etmek, bir kısmını bırakmak mekruhtur. Bu, Efendimizin (asm) uygulamasına aykırıdır.(bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/311).

Şafii mezhebine göre, burun kıllarını çekmek mekruhtur. Eğer fazla uzadıysa, -makasla- keserek kısaltmak sünnettir.(bk. Cezrî, a.g.e. II/44).

Hanefîlere göre; burundaki kılları çekmek doğru değildir. Çünkü bu hastalık yapar. (Fetevâyi Hindiye; Celal Yıldırım; İbn-i Âbidîn)

Malikîlere göre, -erkek olsun, kadın olsun- güzelliği bozan, insanı rahatsız eden bedendeki bütün kılların temizlenmesi caizdir. Kocanın hoşlanmadığı kılların temizlenmesi ise, kadına vaciptir.(Cezerî, el-Fıkhu ala’al-mezahibi’l-arbaa-,  II/45).

Hanefîlere göre, erkeklerin sırt ve göğsünü tıraş etmesi edebe aykırıdır.(Cezerî, a.g.e.) Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Hanefilere göre de sırt ve göğüs kıllarını aldırmak, haram veya tahrimen mekruh değildir. Olsa olsa, tenzihen mekruhtur, edebe aykırıdır.

Kasıklar, en geç kırk gün içerisinde mutlaka tıraş edilmesi gertekir... Koltuk altlarını yolmak sünnet olmakla beraber tıraş etmekte de bir sakınca yoktur. Tıraş edilen, yolunan ve kesilen kılları gömmek menduptur. Hela ve hamama atmak ise günah değilse de uygun görülmemiştir. (bk. Kurtubî, el-Camiu lî-Ahkâmi'l-Kuran, II/105; Alâuddîn Abidîn, el-Hediyyetu'l-Alâiyye, s. 335). Bir bez veya tuvalet kağıdı gibi bir şeye sarılarak gömülebilir veya çöpe atılabilir.

Bu temizlik, bütün peygamberlerin şeriatlarında var olagelen bir temizliktir. Bu temizliğin cünüp iken yapılması mekruhtur. Uygun olanı, kişiye gusül farz olmadan bu temizliklerin yapılmasıdır. Bedenden ayrılan her parça temizken ayrılmalıdır.

Beden temizliğinde kullanılan malzemenin ve âletlerin ayrı bir yerde, özel kaplar içerisinde, mikrop kapmıyacak şekilde muhafaza edilmesinde zaruret vardır. Çoğu zaman temizlik sırasında kesilmeler, kanamalar görülebilir. Temiz olmayan makine ve malzemedeki mikroplar da bu kanla bedene karışabilir, küçük bir ihmalden büyük bir rahatsızlık durumu ortaya çıkabilir.

Ayrıca bu kılları tüy giderici maddelerle gidermek de mümkündür.

Kadınlar İçin Vücuttaki Tüylerin Durumu:

Cenab-ı Hak her insanı ayrı bir güzellikte yaratmıştır. Birlik mührünün açıkça okunduğu insan simasındaki güzellik, fıtrî ve tabiî olanıdır. Bunu muhafaza etmek, sahip olduğu özellik ve güzelliklere şükredip, Allah'ın uygun görüp ihsan ettiği kadarına razı olmak kulluğun bir derecesi ve işaretidir.

Bunun için hayatî ve zarurî bir maslahat yoksa, vücutta bulunan mevcut durumu değiştirmeye gitmemek lâzımdır. Çünkü böyle rast gele yapılan bir tasarruf insanı ağır bir mesuliyet altına sokabilir.

Bir zaruret yokken insan bedeni üzerinde yapılan değişiklikleri şiddetle yasaklayan Peygamberimiz (asm), başına ilâve saç takana, cildine dövme yapana ve yaptırana, güzelleştirmek maksadıyla dişini inceltip seyrekleştirene, kaş ve kirpiklerini yolan kadınlara, Allah'ın yarattıklarını değiştirdikleri için, ilahi rahmetten uzak kalmış olacaklarını bildirmiş ve ikazda bulunmuştur.

Fıkıh âlimleri bu hadisten hareket ederek yüzünde sakal ve bıyık biten kadının onları gidermesinin caiz olacağını; ancak kaşları inceltmenin, tabi şeklinden çıkarmanın, kirpikleri düzeltmenin veya takma kirpik kullanmanın caiz olmadığını belirtirler. Çünkü diş, kaş ve kirpik birer aza mesabesindedir. Aslında olmayıp sonradan biten yüzdeki kıllar ise bu sınıfa girmediğinden, kadının bunları gidermesin de bir mahzur görülmemektedir. Aynı şekilde kadının bacağındaki kılları gidermesinde de bir mahzur yoktur. Çünkü bu kaş gibi bir uzuv mesabesin de değildir.

Fıkıh kitaplarına baktığımızda şu hükmü görmekteyiz:

Kadını çirkinleştiren yüzdeki tüyler alınır. Erkeklerde görülen sakal, bıyık gibi şeylerin kadınlarda görülmesi halinde; alınması câizdir.

“İbn-i Âbidin, sakal ve bıyığın kadında fıtrat olmadığını, bu sebeple (eğer çıkarsa) kesilmesinin (müstehab) olacağını beyan etmiştir!"

"Bu kılları gidermenin en uygun yolu tıraş olmak değil, ağda, pudra veya benzeri tıbbî şeylerle yolmaktır.” (Kadın İlmihali, Mürşide Uysal, s. 370)

Anlaşılan odur ki, dindar hanımın kendini beyine karşı cazip duruma getirmesi müstehabdır. Beyini yabancıların cazibesinden korumuş olma hikmeti de vardır bunda.

Kaşların arasında ya da kaşların kenarlarında biten kıllara gelince:

“Normal kadın kaşının bir şekli (normal sayılan şekilleri) vardır. Bunların dışına çıkan, göze sakil (çirkin) gelen, sahibini çirkin gösteren ve bu yüzden onu rahatsız eden fazla kıllar alınabilir. Normal kaşları, modaya uyarak inceltmek, yerlerini değiştirmek... caiz görülmemiştir.” (Prof. Dr. Hayreddin Karaman)

Kadınların yüzlerindeki kılları yolması, kaşlarını inceltmesi, kirpiklerini uzatması konusunun şer'i hükmü İslam alimlerini bir hayli meşgul etmiştir. Hz. Peygamber'in (asm) bu konu ile ilgili bir hadisinde;

"Allah yüz tüylerini yolan ve yolduran kadına lanet etsin." (Buhari, 'Libas', 84; Müslim, 'Libas', 120)

buyurmuş olması, bu ifadenin hangi fiilleri kapsadığı İslam hukukçuları arasında tartışma konusu olmuştur.

Alimlerin çoğuna göre; kadının kocasına güzel gözükmek için ve onun izni ile yüzünde, kadınlara mahsus olmayan tüylerin (sakal, bıyık tüyleri) bitmesi halinde bunları alması, güzelleşmek için makyaj yapması, kaşlarının etrafındaki dağınık tüyleri (iki kaş arası, etrafı) alması caiz olup, hadisteki yasak, kadının dışarı çıkmak için, yabancılar için yüz kıllarını yolması ve kaşlarını alması ile ilgilidir.

Sonuç olarak, hadiste yasaklanan kıl koparmayı, herhangi bir hastalık veya illet sebebiyle kadının yüzünde sonradan biten ve yüzünü çirkinleştiren yüz kıllarını (sakal, bıyık kılları) koparma değil de, başkalarına güzel görünmek maksadıyla kaşları inceltmek veya yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolmak, almak olarak anlamak daha doğrudur.

İnsan, Allah'a inandığı, inanması ölçüsünde Rabb'inin kendisine emanet ettiği vücudundan ötürü saygılı olması, nimetlerine şükürle karşılık vermesi gereğindendir. Bunun için Müslüman hanımın, Allah'ın (cc) yüzüne verdiği güzelliği bozmadan muhafaza etmesi, esere olan saygısının, ruh ve gönül huzurunun manevi ışıltısını yüzüne aksettirerek güzelliğine güzellik katabilmesi ise, eserin sahibi Yüce Allah'a olan sevgisinin ifadesidir. (Dr. Jale Şimşek)

2 İnsanlık tarihi ne zaman başladı?

Dünyanın şu andaki nüfusu, bu konuda bize bir fikir vermektedir. İlk insan on beş bin yıl önce yaratılmış olsa, tarih boyunca ortalama ömrün hep 70 yıl olduğu kabul edildiğinde, dünya nüfusunun şimdi 1 trilyon civarında olması gerekir. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin 15.000 yıldan daha kısa olması gerekiyor.

Bu da kâfi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1.000 yıl gibi uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumundayız. Geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa döneminde dünya nüfusunun 250 milyon kadar olduğu hesaplanıyor (bk. Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975). Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin, ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna karşılık geldiği kabul ediliyor. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün 10.000 yılı geçemeyeceğini gösteriyor.

Bugünkü tarih hesaplamalarında kullanılan metot, yetersiz bir metottur. En güvenilir ve doğru kaynak, Kur’an ve hadislerin haberleri olmalıdır. Zaten ilmin doğru sonuçları ile Kur’an’a ait gerçekler birbiriyle her zaman mutabık kalmış, birbirini çürütmemiştir... Çünkü kâinat ve Kur’an, Allah’ın iki ayrı kitabıdır. Yeter ki her iki kitabı da doğru anlayalım ve yorumlamayı bilelim. Bazen görülen yanlışlıklar, yorumlayanların yetersizliğinden ileri gelmektedir.

Peygamber Efendimiz (asm),

 “Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.”

buyuruyor. Diğer bir hadisinde ise

“Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.”

buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadarki vakti 1.500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 6.000-7.500 yıl arasında olduğu ortaya çıkar. Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise bu açıkça ortaya konmuştur:

“Âdem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.”

Görüldüğü gibi, bu iki hadis birbirini doğrulamakta ve tamamlamaktadır. [bk. Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Tezkiretu’l-Mevduat, I/223.; Sahavî, el-Makasıdu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243; Munavî Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278 (Deylemi’den naklen)]

Bununla beraber, bu açıklamalar sadece birer yorumdur. Çünkü insanlığın ömrünün 7.000 yıl olduğuyla ilgili rivayette geçen "yıl" ifadesinin ne anlama geldiği kesin değildir. Bu açıdan başka ve farklı yorumlar da yapılabilir. Başka derin manâlarının da olabileceği ve onların açıklamaya başka manâ boyutu getirebileceği de düşünülebilir.

Dünyanın kendi ekseni etrafındaki ve Güneş etrafındaki hareket hızlarının eski devirlerden şimdiye değişiklik gösterdiğinden şimdiye kadar hiç bahsedilmediği ve zamanın da hıza bağlı olarak değişebileceği gözönüne alınarak, sadece eski devirlerdeki büyük bitki ve hayvanların ömür müddetleri ile şimdikileri kıyaslayarak eski devirlerde zamanın daha hızlı aktığı söylenebilir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Âdemoğlunun (insanlığın) dünya üzerindeki ömrü kaç yıldır?

3 "Cennet annelerin ayakları altındadır." Bu hadis bütün anneler için geçerli midir?

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Anne cennet kapılarının ortasındadır." (İbn Hanbel, V, 198);

"Cennet annelerin ayakları altındadır." (Nesâî, Cihad, 6)

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” mealindeki hadisin ifadesi, bütün annelerin cennete gideceği anlamına gelmez. Burada annelerden çok, evlatların annelerine karşı göstermeleri gereken saygıya işaret edilmektedir. Bu anlamda, Allah’ın emirlerine aykırı olmadığı sürece, bütün annelere itaat etmek, saygı göstermek, cennetin önemli bir anahtarıdır ve bu anlamda cennet bütün annelerin ayakları altındadır.

Nitekim, Lokman suresinde Allah şöyle buyurmaktadır:

“Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi zayıflık üstüne zayıflık çekerek onu (karnında) taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (Onun için biz insana): 'Bana ve anne-babana şükret.' diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır."

"Eğer anne ve baban, bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itâat etme. Ancak onlarla dünyâda iyi geçin. Bana yönelenlerin yolunu tut. Sonunda dönüşünüz yalnız banadır. O zaman ben size, yaptıklarınızı haber vereceğim.”(Lokman, 31/14-15).

Görüldüğü gibi, Rahman ve Rahim olan Allah, çocuğunu Allah’a şirk koşmaya zorlayan anne ve babaya karşı bile, saygılı olmaya, dünyada kaldığı sürece onlarla iyi geçinmeye, onları incitmemeye davet etmektedir.

Bu açıdan diyebiliriz ki, İslam’a göre, bir kadının anne olarak yeri ayrıdır, bir insan olarak yeri ayrıdır. Bir insan olarak iyi olur, kötü olur, cennete gider, cehenneme gider, ahlaklı olur, ahlaksız olur, dinsiz olur, dindar olur. Bu konuda erkekle bir farkı yoktur.

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar da haksızlığa uğratılmazlar.”(Nisa, 4/124)

mealindeki ayette bu gerçeği, kul hakkı ve kulluk hukuku açısından eşit olduklarını görmekteyiz.

Ancak, kadın bir anne olarak, erkek bir baba olarak dinsiz olsun, dindar olsun fark etmez; her zaman evlatları tarafından saygı, sevgi ve yardım görmeye hakları vardır.

Lokman suresinde olduğu gibi, söz konusu hadiste de özellikle annelere -güncel bir ifadeyle- pozitif ayrımcılık yapılmıştır.

Özetlersek, çocukların anne-babaya karşı sorumluluğu dinler üstü bir ilişkiye dayanır. Anne-babanın Allah’a karşı sorumlulukları ise, din çerçevesinde, kulluk ilişkisine dayanır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Anne-baba fasık  ve günahkar ise, onlara itaat nasıl olmalı?..

4 Kız arkadaşı olsun, nişanlı olsun sevişmek ya da öpüşmek günah mı?

Nikah yapmadan kız arkadaşınızla, nişanlınızla sevişmeniz, öpüşmeniz günahtır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla konuşmanın bir sakıncası var mıdır?..

5 Alkol alışkanlığından kurtulmak için hangi duaları okumalı ve nasıl bırakmalıyız?

İçki müptelasından kurtulmak için kişi elini açıp içinden geldiği gibi dua edebilir. İçki bırakmak irade ve şuur işidir. Bir insan kul olma bilincini anlar ve Allah'ın emir ve yasaklarının önem ve mahiyetini bilirse, böyle büyük bir günaha girmesi mümkün olmaz. Bu bakımdan bu kişiye İslami bir şuur vermek gerekir.

İslâm alimleri dinin gayesini anlatırken, bizzat ayet ve hadislerden istifade ederek şu ana maddeleri tesbit etmişlerdir:

1. Dini muhafaza,
2. Aklı muhafaza,
3. Nefsi muhafaza,
4. Nesli muhafaza,
5. Malı muhafaza.

Hamrın (alkollü içkiler ve diğer sarhoşluk veren maddeler) Durumu:

Şimdi dinin gayeleri noktasından hamra bakacak olursak, üstte belirtilen beş temel gayeye ters düştüğü görülür. Meselâ alkollü içkiler ve uyuşturucu ve benzeri zararlı maddeleri kullananların önce aklı gider. Akılla beraber o sarhoşluk anında dini  de gider. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, “İnsanı insan yapan aklıdır, aklı olmayanın dini de yoktur.” buyurmuşlardır. (Beyhakî, Şuab-ı İman)

Zararlı maddeler kullanıldığında can (nefis) tehlikeye atılmakta, nesil de maalesef manen ve maddeten bozulmaktadır. Bu zararlı maddeler, bütün bunlara ilâveten şahsı maddî noktadan da zarara uğratmaktadırlar. Bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki, yüce dinimiz alkollü içkiler gibi, diğer zararlı maddelerin de, kullanılmasını, imalâtını ve satışını da yasaklamıştır. Zira kullanılması haram olan şeyin imal ve satışı da haramdır. (Kapaklıkaya İ: Uyuşturucu ve Gençlik. Yeni Asya Yay, İstanbul, 1986, s.68) (Şahin A: Sualli, Cevaplı Fetvalar. Cihan Yay, İstanbul, 1984, s.30)

Hamr Ne Demek?

Şu hadis-i şerifleri dikkatle okuyalım:

“Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Tirmizî, Eşribe 27/2, Hadis No.1864; Nesaî, Eşribe 23)

“Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa, onun azı da haramdır.” (Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.294; Tirmizî, Eşribe 3)

“Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve sarhoşluk veren her şey haramdır.” (Buhâri, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 73)

“Ben her sarhoşluk veren şeyi yasaklıyorum.” (Buharî, Megazî 60; Müslim, Eşribe 70; Ebû Davud, Eşribe 5)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yukarıdaki sözlerine dikkat edilirse, “hamr” kelimesi geniş mânada tutulmuş ve “Sarhoşluk veren her şey hamrdır.” denilmiştir.

Dolayısıyla sarhoşluk veren, aklı alan her madde, bu ister alkollü içki olsun, ister eroin, isterse kokain veya herhangi bir başka madde olsun, netice değişmeyecek, dinen haram olmuş olacaktır.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen hocanın “Büyük İslâm İlmihali” adlı kitabında, “Yenilmeleri ve İçilmeleri Helâl Olup Olmayan Şeyler” ana başlığı altında şöyle bir izah vardır:

“Nebatatlardan insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu zehirleyen veya herhangi bir suretle sıhhate muzır olan şeyleri yemek haramdır. Meselâ: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren, aklı bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar hakkında İslâm ahkâmına göre ta’zir cezası lâzım gelir. Ta’zir ise selahiyetli hâkim tarafından yapılacak hapis, darb, tekdir, tenbih gibi cezalardır.” (Bilmen, Ö.N.: Büyük İslâm İlmihali. Bilmen Yay., İstanbul, s. 446)

İçkiden Daha Beter

Dört mezheple alâkalı olan fıkıh kitabında (Kitâbu’l- Fıkh alâ Mezâhibu’l-Erba’a) kaydedildiği üzere, İslâm âlimleri, afyon, eroin gibi uyuşturucuların bedene, akla, dine, ahlâka ve mizaca verdiği zararları açısından, “içkiden çok daha beterdir” diye zararlarında ittifak etmişlerdir. Bazıları bu maddelerden hasıl olan zararların yüz yirmiyi bulduğunu göstermiştir. Mısır müftülüğü, bütün bunlara dayanarak yakın zamanda verdiği bir fetvada meseleyi açık şekilde ortaya koyarak, afyon ve benzeri alışkanlık yapan maddelerin aynen alkollü içki gibi olduğunu belirtmiştir. (Canan İ: Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercümesi. cilt: 8, s.162)

Asırlarca önce verilmiş olan yukarıdaki hükmün bugünkü tıbbî anlayışla tamamen mutabık olduğunu hatırlatarak mevzuu bitirelim.

Alkollü İçkiler ve İslâmiyet

Yasaklamada Tedriç Kanunu

Bilineceği gibi, insanlar önceden elde etmiş oldukları alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemezler. Sigara tiryakilerini düşünelim. Sigaradan vazgeçmek için ne kadar uğraşanlar olduğu halde, bıraksalar bile bir müddet sonra tekrar başlayan tiryakiler çoktur.

İşte İslâmiyetin hükümlerinin tedricen gelmesi ile birlikte, Arap yarımadasındaki kavimlerden uzun senelerden beri dem ve damarlarına bulaşmış olan alışkanlıklarını birden bire söküp almak elbette zor olacaktı. Hele alkollü içkiler gibi kullanıldıkça âdeta insanı kendisine esir eden, iptilâ yapan maddelerden vazgeçmek sigaradan vazgeçmekten çok daha zordur. Fakat İslamiyet’in getirdiği nur, bütün kötü âdetler gibi alkollü içkileri de o cemiyetten kaldırdı.

Yüce dinimiz, alkollü içki alışkanlığını o cemiyetten söküp atmak için, tedriç yani yavaş yavaş men etme cihetine gitmiştir. İçki birdenbire kesinlikle haram edilseydi, içkiye müptelâ olmuş o asrın insanları İslâmiyeti kabulde nazlanabilirlerdi. Alışkanlıklarını bırakmak istemeyebilirlerdi. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de içki ile alâkalı beş ayet-i kerime nazil olmuştur.

İçki ile Alâkalı Ayetler

Kur’an-ı Kerim’de içki ile alâkalı ayetler iniş sırasına göre şunlardır:

1. Nahl Sûresi, 67. âyet:

“Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden hem bir içki yapıyor hem de güzel rızık ediniyorsunuz. Bunda aklı eren kavim için elbet ibret vardır.”

Bu ayette içkinin güzel rızık olmadığı açıklanmıştır. Bu ayetin nüzulu ile, içkinin dinen tasvip edilmeyen bir madde olduğu anlaşılmasıyla birlikte çok sahabeler içkiyi terk etmişlerdi. Aslında bu ayetin inzali ile içkinin ileride haram olacağı da anlaşılmıştı.

2. Bakara Sûresi, 219. âyet:

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki: Onlarda hem günah hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.”

3. Nisâ Sûresi, 43. âyet:

“Ey iman edenler! Siz, sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.”

Bu âyet-i kerime sarhoşken namaz kılmayı men etmiştir. Bu durumda beş vaktini hiç geçirmeksizin kılan bir sahabenin, gündüz iki namaz arasında içki içmemesi gerekiyordu. Aksi takdirde, yani gündüz iki namaz arasında içki içecek olsa, alkollü içkinin sarhoşluk edici tesiri geçmeyeceği için namazı kılamayacaktı. Belki yatsı namazından sonra içki içebilecekti. İşte bu durumda, yine büyük bir sahabe kitlesi daha içkiden tamamen vazgeçmişlerdi. Çünkü alkole alışmış olan vücutlar artık yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu.

4. Mâide Sûresi, 90. âyeti:

“Ey iman edenler içki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki murada eresiniz.”

5. Mâide Sûresi, 91. âyeti:

“Şeytan içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?”

Bu son âyet ile alkollü içkiler kesin olarak haram edilmiştir. Sahabelerden Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

"Biz içki âlemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi 'İçki haram edildi.' dedi. Arkadaşlar derhal 'Şu içki kaplarını dök, temizle.' emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı." (S. Nesaî, Eşribe 51/2)

İçki Hakkında Bazı Hadis-i Şerifler:

1. “Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Buhari, Eşribe 4; Müslim, Eşribe 67,68)

2. “Her sarhoşluk veren şey hamrdır (içkidir) ve sarhoşluk veren her şey haramdır.” (Buhari, Eşribe 1; Müslim, Eşribe 73)

3. “Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa, onun azı da haramdır.” (Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.294)

4. “Her sarhoş edici haramdır. Bir farak (küp) içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da haramdır.” Tirmizi’de gelen rivayette “tek yudumu da haramdır” diye gelmiştir. (Ebû Dâvud, Eşribe 5; Tirmizi, Eşribe 2, 3)

5. “Şüphesiz buğdaydan da içki olur, arpadan da içki olur, kuru üzümden de içki olur, hurmadan da içki olur, baldan da içki olur. Ben her sarhoşluk verenden sizi men ediyorum.” (Buharî, Eşribe, 74/2; Ebû Dâvud, Eşribe 20/4, Hadis No: 3677)

6. “Ümmetimden bir taife olur ki alkollü içki içerler ve içkinin namını tebdil edip istedikleri bir ismi ona takarlar.” (Ebû Dâvud, Eşribe, 20/6, Hadis No: 3689)

7. “Şu muhakkak ki hamr (içki) deva değildir, bilakis marazdır (hastalık vericidir).” (Müslim, Eşribe 12)

8. “İçki kötülüklerin anasıdır.” Diğer bir rivayete göre de “İçkiden sakınınız. Çünkü içki her türlü kötülüklerin anasıdır.” [Hz. Osman (r.a.)’dan nakledilmiş.] (Dare Kutnî, Sünen, c.IV, s.247)

9. “İçkiden sakınınız. Allah’a yemin ederim ki, içki ile iman bir yerde birleşmez. Yani biri diğerini çıkarır.” [Hz. Osman (r.a.) dan nakledilmiş.] (Nesaî, Eşribe 51/44)

10. “Üç grup Cennete giremez: a. Minnet edici (başa kakıcı), b. Anne, babasına isyankâr olan, c. İçkiye müdavim olan (devam eden).” [Hz.Osman (r.a.) den nakledilmiş.] (Nesaî, Eşribe 51/46)

11. “Cenâb-ı Hak, şaraba, içene, dağıtana, satana, alana, saklamasını isteyene, yüklenip götürene, satıp parasını yiyene lânet ediyor.” [İbn-i Ömer (r.a.)'dan naklen] (S. Ebû Dâvud, Eşribe 20/2)

12. “Sarhoşluk veren şeylerin on zümreye zararı dokunur: Bizzat sarhoşluk veren şeye, ham maddesini ezen veya sıkana, ezip sıktırana, satıcısına, satın alana, nakliyesi ile uğraşana, kendisine götürülen kimseye, bütün bu işlerden elde edilen kazancı yiyene, içene, içilmek üzere ikram edene.” (Ahmed b. Hanbel, Eşribe 30/6, Hadis No: 3380)

13. "Alkollü içkiler yasaklandığına dair vahiy geldiğinde, Resûlüllah (s.a.v.) pazara çıktı ve bunun alışverişinin de yasaklandığını bildirdi." (İbn-i Mâce, Eşribe 30/7)

Zaman İhtiyarladıkça Kur’an Gençleşiyor

İslâmiyetin gelişi 1.400 seneyi geçmiştir. Geçen bu kadar zaman Kur’an’ın hükümlerini eskitememiş. Bilakis gelişen fenler ve ilimler Kur’an’ın emirlerinin ve nehiylerinin insanlık için en faydalı olan yolu gösterdiğini isbat etmiştir. İşte alkollü içkilerin dinen haram edilmesi bunlardan sadece birisidir. İşte dinen haram edilen alkollü içkileri modern tıp da insan vücudu için zehir gibi zararlı olduğunu göstermiştir.

Alkol deyince, midede gastrit ve ülser, bağırsaklarda iltihap, karaciğerde siroz, kalbte kalb kası bozukluğu, beyinde telâfi edilemeyen sinir dokusu tahribatı ve sinir bozuklukları hatıra gelebilen hastalıklardan sadece bir kısımdır. Bu ise “Şu muhakkak ki hamr (içki) deva değildir, bilakis hastalık vericidir.” (İbn Mâce, Tıp, 27) hadis-i şerifini açıkça te’yit etmekte yani doğrulamaktadır.

Dinde çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haram edilmiştir. İşte senelerce bu mevzuda çalışma yapan Amerikalı bir tıp profesörü beyin hücrelerindeki tahribatın daha ilk kadeh içkide başladığını isbat etmiştir. (Prof. Dr. Melvin Knisely: Brain Damage Starts With the Fırst Drink. Listen, 22:6, 1969)

Fazilet Odur ki, Onu Düşmanları Dahi Tasdik Etsin

Amerikalılar alkollü içkilerin zararlarından kendi cemiyetlerini korumak için ne yapmışlarsa, sonu hep hüsranla neticelenmiştir. İşte bu niyetlerinin neticesi olarak 1919 senesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde alkollü içkilerin yapılması ve kullanılması yasaklandı. Ama neticede yine de mağlup düşmüşlerdir ve 1933 yılında bu yasak kaldırılmıştır. İşte bu meselede aciz kaldıklarını Amerikalı bir Ordinaryüs Profesör şöyle açıklıyor:

“Hz. Muhammed (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla içkiyi men etmiş ve asırlarca büyük insan kütlelerini içkinin zararlarından korumuştur. Bu netice XX. asırda münevver Amerika’da her nevî propagandaya ve fenni terakkiye rağmen elde edilememiştir.” (Ord.Prof.Dr. Julius Hırsch: Hıfzıssıhha Ders Kitabı. İstanbul Ün Yay, No: 34, s.242)

6 Yüz üstü yatmak günah mıdır? Uyku adabı nasıldır?

Yüzüstü yatmak haram değildir. Ancak Peygamber Efendimiz (asm) bu yatış şeklini uygun görmemiştir. Peygamber Efendimiz, mescidde bu şekilde yatan birisini uyandırmış ve şöyle  buyurmuştur:

"Bu şekilde yatmak Allah'ın sevmediği bir yatış şeklidir."(Ebû Dâvud, Edeb, 95; Tirmizî, Edeb 21)

Görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (asm) yüzükoyun yatmayı uygun görmemiş ve "Allah'ın sevmediği bir yatış" şekli olduğunu bildirmiştir. (bk. İbrahim CANAN, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: XVI/168)

Bu nedenle -Müslüman olmayanlara benzeme niyeti olmaksızın- yüzüstü yatmak, haram veya günah değilse de, adaba aykırı olduğu gibi sünnet sevabından mahrum kalmaya neden olur.

İslâmiyet; hangi vakitlerde uyumanın doğru, hangi vakitlerde uyumanın yanlış oluşundan tutun; uyumadan önce ve uyandıktan sonra neler yapılması gerektiğine varıncaya kadar, uykuyla ilgili de bütün âdap esaslarını tespit etmiştir.

Evvelâ uykunun "çeşitlerine" bakalım. "Uyku üç nevidir" diyen Bediüzzaman, "Veya gündüz uykusunda iken..." mealindeki A'raf sûresinin 4. âyetinin tefsiri mahiyetinde şöyle demektedir.

"Uyku üç nevidir (çeşittir):

"BİRİNCİSİ: Gaylûledir ki, fecirden sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. (Yâni güneşin doğuşundan, yaklaşık 45 dakika geçinceye kadarki zamandır). Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilaf-ı sünnettir. [Sünnete aykırıdır.> Çünkü rızık için sa'y etmenin [çalışmanın> mukaddematını ihzar etmenin [başlangıcını, hazırlığını yapmanını en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet arız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur."

"İKİNCİSİ: Feylûledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe (akşama) kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevmâlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından, maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, manevî cihetiyle de, o gün hayatinin maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor."

"ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylüle, iki saat gece uykusuna muâdil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saat ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor." (Lem'alar, s.269)

Demek ki; güneşin doğuşundan, yaklaşık kırk beş dakika geçinceye kadar geçen zamanda uyumak iyi değildir. Aslolan erken yatıp erken kalkmaktır. Sabah namazını kıldıktan sonra uyumamak, Kur'ân, hadis tefsir, ilmihal okuduktan sonra işbaşı yapmak lazımdır.

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Sabahın erken saatlerinde bereket ve başarı vardır."(Levakıh-u'l-Envar, Şa'ranî, s. 295)

Son zamanlarda gittikçe artan bereketsizliğin ve başarısızlığın hikmeti bu hadis-i şerifin ışığında aranıp bulunmalıdır.

Maalesef televizyon, "erken uyumanın düşmanı" olarak insanın karşısına dikilmiştir. Bu şedit düşmanı alt edip, mümkün mertebe erken yatıp, teheccüd namazına kalkmak, daha sonra güneş doğmadan önce sabah namazına dinç olarak uyanmak ve ondan sonra yatmayıp çalışmaya başlamak lazımdır. Zinde, dinç, çalışkan oluşlarına hepimizin şahit olduğu dedelerimiz ve ninelerimiz böyle yaparlardı. Bu güzel âdet yok olunca, sağlık da bereket de huzur da yok oldu.

İkindi ile akşam arasında yatmamak lazımdır. Herkes bu vakitte yatmanın zararını bizzat tecrübe ederek görmüştür. O vakit yatıp da kalkan kimse sersem gibi olur, bir türlü kendisini toparlayamaz.

Öğle namazını kıldıktan sonra bir müddet yatmak ise çok faydalıdır.

Yatağa Yatarken

Şimdi akşamleyin uyumadan önce neler yapmak gerektiğine bakalım:

* Yatmadan önce ateşi söndürmek lazımdır. Günümüzde ise; ocağın, sobanın, şofbenin, kombinin, vs. nin açık olup olmadığına bakmak gerektir. Şayet kombi gibi cihazlar tam emniyetli değilse, en iyisi yatarken kapatılmalıdır.

Hz. Salim (r.a.) Peygamber Efendimizin (asm) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Evinizde uyuyacağınız zaman ateşi kapatın ve söndürün." (Ramûz, II/467-4)

Bilhassa kömür, odun sobaları yakanlar bu hususa dikkat etmelidirler.

* Yatmadan önce namaz abdesti gibi abdest almak lazımdır.

Berâ bin Azib'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

"Yatacağın zaman önce namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ tarafına uzanıp yat. Daha sonra da şöyle dua et:

'Allah'ım sana teslim oldum. İşimi de sana havale ettim. Seni sevdiğim ve senden korktuğum için sana dayandım. Ancak sana sığınırım. Kurtuluşum da sendendir. İndirdiğin Kitaba ve gönderdiğin Peygambere imân ettim.'

"Eğer bu şekilde hareket edip o gece ölürsen, Müslüman olarak ölmüş olursun. Öyle ise son sözlerin bunlar olsun." (Müslim, Zikir: 56)

* Yatmadan önce okunacak pek çok dua vardır. Bunlardan kolaya gelen okunmalıdır. Meselâ, Peygamber Efendimiz (asm); "Allah'ım! Kullarını dirilttiğin günde, beni azabından koru!" diye dua ederdi. (Günlük Hayat, II/158)

Yine Peygamber Efendimiz (asm) yatmadan önce; Fatiha ile birlikte bir sure okumayı (Ramûz, I/26-1), "La İlahe İllallah, Vahdehû La Şerike Leh, Lehü'l mülkü ve Lehü'l Hamdü ve hüve Âlâ Külli Şey'in Kadîr" ve "La havle velâ kuvvete illâ Billah" demeyi, 33 defa "Sübhanallah", 33 defa "Elhamdülillah" ve 34 defa "Allahu Ekber" demeyi (toplam 100 ediyor), Kâfirûn sûresini okumayı... tavsiye etmişlerdir.

Hz. Huzeyfe (r.a.) Peygamber Efendimizin (asm) yatmadan önce nasıl dua ettiğini, uyanınca da ne dediğini şöyle rivayet etmektedir:

"Peygamber Efendimiz uyumak için yataklarına girdiklerinde şu duayı okurlar idi:

'Allahümme bi'smike emûtü ve ahyâ' (Yâ Rabbi senin isminle uyur ve uyanırım), uyandıkları zaman da: 'Elhamdülillâhi'llezî ahyanâ ba'de emâtenâ ve ileyhi'n-nüşûr' (Bizi uyuduktan sonra uyandıran ve kendisine döneceğimiz Allah Teâlâ'yâ hamd olsun) diye dua ederdi." (Şemâl-i Şerif, s.281)

* Uyuduktan bir müddet sonra teheccüd namazına kalkmak sünnettir. Bu sâlih kişilerin âdetidir. Bu namaz kabirde nur olacaktır.

* Uykudan uyanınca eli üç kere yıkamadan, elleri bir kabın içerisine sokmamalıdır. (Ramûz, I/30-2)

* Yatarken yüzü koyun yatılmamalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) bu yatış şeklini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz, mescidde bu şekilde yatan birisini uyandırmış ve "Bu şekilde yatmak Allah'ın sevmediği bir yatış şeklidir." buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb: 95)

- Rüya görülünce ne yapmalı?

Rüya uykunun bir parçasıdır. Hemen her insan pek çok rüya görür. Peki rüya görülünce ne yapmak lazımdır?.. Bu hususta Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"İçinizden herhangi biriniz sevdiği bir rüya gördüğü zaman, sevdiğinden başkasına anlatmasın! Sevmediği bir rüya gördüğünde ise, sol tararına üç defa tükürsün; kovulmuş şeytandan ve onun şerrinden Allah'a sığınsın! O rüyayı kimseye açıklamasın. Çünkü o durumda, söz konusu rüya kendisine zarar veremez." (Günlük Hayat, II/245)

Uyku Âdabında Temel Kaideler

Cenâb-ı Hak uykuyu, vücudun dinlenmesi için ihsan etmiştir. Uyku büyük bir nimettir. Uykunun kıymetinin ne olduğunu uykusuzluk hastalığına yakalananlara sormak lazımdır.

• Uyumak için en uygun vakit olan geceyi iyi değerlendirmek lazımdır. Mümkün mertebe erken yatıp erken kalkmalıdır.

• Yatmadan önce abdest alıp dua etmeli, uyanınca da Allah'a hamd etmeli ve dua etmelidir.

• Yatarken sağ tarafa dönüp yatmalı, sağ eli sağ yanak üzerine koymalıdır. (Daha sonra dönülse de bu sünnet yerine gelmiş olur.)

• Yüzü koyun yatmamalıdır.

• Kötü rüya görüldüğünde sol tarafa üç defa tükürdükten sonra şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak ve bu rüyayı kimseye söylememelidir.

• Teheccüd namazına kalkmaya çalışmalı ve bunu alışkanlık haline getirmelidir. Sabah namazını kazaya bırakmamak için akşamleyin erken yatılmalıdır.

• Sabah namazından sonra mümkün mertebe bir daha yatmamalı, işe koyulmalıdır.

7 Hepimiz Hz. Adem ve Hz. Havva'dan geldiğimize göre, zenciler nasıl değişik yaratıldılar?

Genelde bütün insanlarda on iki çift, yani yirmi dört adet kaburga vardır. Ancak bazılarında on ikinci kaburgalar tam gelişme göstermeyebilir. O zaman kaburga sayısı tek tarafta on bir, toplamda ise yirmi iki olur. Buna anomali (ayrılık) adı verilir. Bu şekilde anomali, yani normalin dışındaki bir yapı, farklı ırkta değildir.

Mesela, bazılarında kalp vücudun sağ tarafında, diğer iç organlar sol tarafında yer almış olabilir. Bazılarında iki kalp ya da iki mesane bulunabilir. Yine benzer bir durum omurlarda da görülebilir. Normalde dört olan omur sayısı bazılarında beş olabilir.

Burada ırk söz konusu değildir. Yani, zencilerin kaburga sayısında bir farklılık söz konusu değildir. Bazı insanlarda görülen bir durumdur. Bunlarla Cenab-ı Hak istediğini istediği şekilde yaratabileceğini göstermektedir. Aslında biz bu anomalilere değil, herkeste bütün aza ve organların nizam ve intizam içinde olmasına hayret etmemiz gerekir.

Bu anomali durumlarıyla Cenab-ı Hak bize, "Allah yaratmanın her çeşidini çok iyi bilendir.”(Yasin, 36/79) ayetinin sırrınca istediğini arzu ettiği tarzda yaratabileceğini göstermektedir.

"Ey insanlar!.. Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız..." (Hucurat, 49/13).

Bu soruya, bir başka soru ile cevap verilebilir: Tek atadan farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkar. Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alakası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü, bir biyolog bilir ki, her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenab-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; mesela bir fert boy bakımından yüzde elli ihtimalle annesine, yüzde elli ihtimalle babasına benzeyecektir.

Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Lakin, bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mani olur. Bazı çekinik (resessif) karakterler de baskın (dominant) karakterlerin etkisi altındadır. Çekinik karakterler bu tesirlerden kurtulduğu zaman etkisini gösterecektir. Bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.

Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Söz gelimi, beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hasıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir.

Bazıları, zenci ırkın tropiklerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların, niçin siyahlaşmadıkları meselesini izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsi olduğunu ortaya koymuştur.

Dolayısı ile ırkların teşekkülünde ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.

Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiç bir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsi karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzunda, çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak, yeni ve değişik karakterler hasıl eder.

Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. Kuvvetle muhtemeldir ki, ilk insan Hz. Adem (as)'in genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardı. Tıpkı bir gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılımlar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede günümüzdeki farklı fertler hasıl oldu.

“Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.”(İnfitar, 82/6-8)

mealindeki ayetlerde, Allah’ın iradesine ve meşietine bağlı olarak, insanların farklı şekillerde yaratıldığına, tasvir edilip şekillendirildiğine işaret edilmektedir.

“O'nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.”(Rum, 30/22)

mealindeki ayette ise, insanların farklı simalara sahip olduklarına işaret edilmiştir.

- Ebu Musa el-Eşarî’nin bildirdiğine göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Allah (İlk insan) Âdem’i, yeryüzünün bütününden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bu sebepledir ki, Adem’in çocukları / insanlar, bu toprak çeşitleri kadar farklılık gösterdiler. Kimi beyaz, kimi kırmızı-sarışın, kimi zenci, kimi bu renklerin arasındaki tonlarda vücut buldu.”(İbn Kesir, Rum, 30/22. ayetin tefsiri).

8 Mezi normal abdesti bozar mı?

Mezi gelirse namaz abdesti bozulur, ancak gusül abdesti bozulmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Mezi, meni ve vedi necis midir? ...

9 Hz. Yuşa'nın minare boyunda olduğu söylenmektedir; eski insanların boyları çok uzun muydu?

Kur'an-’ı Kerim'de Hz. Musa aleyhisselamın Hz. Hızır aleyhisselam ile olan macerası anlatılırken, Hz. Musa’nın bir yol arkadaşından bahsedilir. Ancak bunun ismi verilmez. Hadis ve tefsir kitaplarında bu zatın isminin Yuşa b. Nun aleyhisselam olduğu ve Hz. Musa’dan sonra peygamber olarak gönderildiği belirtilir.

Yine kaynaklarımızda Yuşa bin Nun aleyhisselamın peygamber olduğu açıkça belirtilir.

Boyunun uzunluğuna gelince, bu konuda net bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Adem aleyhisselamın boyu ile ilgili bir hadis-i şerif vardır.

En güvenilir kaynaklardan Buhari'deki "Allah (cc) Adem peygamberi (as) yarattı. Boyunun uzunluğu altmış zira'ydı." hadisinde, Hz. Adem'in (as) boyunun 60 zira (40 m civarı) olduğu belirtilmektedir. İbn Haldun (1332-1406) gibi bazı düşünürler ise, bunun, onun Cennet'teki boyu olduğunu, Hz. Havva ile yere indirilince yer şartlarına uygun boyuna iade edildiğini kabul etmişlerdir.

1) Yer tarihinde ağaçlardan başka bu yükseklikte canlı bilinmeyişi,

2) İnsan fosilleri içinde buna işaret edecek en küçük belirti olmayışı,

3) Efendimiz'in (sav) benzer tasvirlerinin ahiretle ilgili beyanlarında bulunuşu, dikkate alınırsa İbn Haldun'un yaklaşımının makul olduğu söylenebilir.

Buna göre Yuşa aleyhisselamın boyunun da çok uzun olmadığı söylenebilir.

10 Ellerde bulunan çizgilerin anlamları nasıl yorumlanır? Her insanın sağ elinde Arapça olarak 18, sol elinde de 81 sayısı vardır. Bu sayılar Müslüman olmayanlarda var mıdır?

Bu çizgiler Müslüman olsun kafir olsun her insanın elinde bulunmaktadır. Ayrıca bu çizgilerin Allah'ın doksan dokuz ismini belirtmesi hususu bir tevafuktur.

Şifreli Yazılar: El Ayak Çizgilerimiz

Vücudumuzun hangi noktasını ele alsak mükemmellik, nizam, plân, sistem ve bir harikalık hemen gözümüze çarpıyor. Bu harika yapılardan biri de parmak izleridir. Parmak izleri ve diğer deri kabartılarına dermatoglifikler adı verilir. Bundan elli yıl önce bilim adamları genetik bir hastalık olan Down Sendromu (mongolizm) ile avuç içindeki dört parmak çizgisi denilen bir çizgi arasında münasebet keşfettiler. Avuç içinde her zamanki enine iki çizgi yerine Down Sendromlu çocuklarda avuç içini enine kesen sadece bir tane çizgi bulunuyordu. Bunu takip eden yıllarda tıp uzmanları el ve ayaklardaki daha çok kavis, çizgi ve yaylar ile Down Sendromu ve diğer bazı hastalıklar arasında bağlantı kurmayı başardılar.

Dermatoglifik Nedir?

Derma (deri) ve glyphe (oyuk) kelimelerinden oluşan bu tabirden kastedilen, parmak uçları, avuç içi ve ayak tabanlarındaki deri çizgilerinin kıvrımlar yaparak oluşturdukları özel şekillerdir. Bu şekillerle yapılan işe dermatoglifik çalışması, bu işi yapan uzmana dermalog denir. (Deri bilimi denen dermatoloji ile uğraşanlara ise dermatolog denir.)

İlk defa eski Çin belgelerinde rastlanan parmak izlerine ait çalışmalar, günümüzde özellikle adlî tıp vakaları başta olmak üzere tıbbî araştırmalardan falcılığa kadar pek çok alanda kullanılmaktadır.

Bunlardan ayrı olarak dermatoglifikler kromozomal ve bazı irsî hastalıkların teşhisi için genetikte yaygın olarak kullanılan bir metot durumundadır.

Deri Çizgileri Ne Zaman Oluşur?

Dermatoglifikler anne karnındaki hayatımızın yaklaşık 10-18. haftaları arasında belirmeye başlarlar. Ayaklardaki desenler ellere göre birkaç hafta daha geç oluşur. 19. haftada ise Yaratıcımız'ın mührü olan, derimizin deseni hemen hemen tamamlanır. Hamileliğin yaklaşık 5. ayında bizi diğer insanlardan ayıran özel deri çizgilerimiz çizilmiş olur.

Genlerimizle kodlanmış programa göre yazılan deri kabartılarının, genetik olarak kusurlu olan durumlarda normalden farklı oluştuğu bilinmektedir.

Deri çizgilerimiz; doğumdan ölüme kadar yaşla ve çevre tesirleriyle değişmediği gibi, çok özenle yaratılmış ince yapıları ile kişiden kişiye oldukça farklılık gösterir. Hiçbir kimsenin dermal çıkıntıları diğer bir insana benzememektedir. Parmak izimizi düşünecek olursak, acaba 1 cm2'lik bir alanda yapılan tasarrufla milyarlarca insan nasıl tek tek birbirine benzemeden kodlanmıştır?

Deri Çizgilerinin Adlandırılması

Parmak ucu, avuç içi ve ayak tabanındaki dermal çıkıntılar sayı, yapı ve şekil bakımından değişik özel örnekler oluştururlar.

1) Avuç içi: Avuç içi hipotenar ve tenar bölgelerine ayrılır. Her parmağın dibinde triradivs denilen bir delta (üçgen) şekli vardır. Parmak diplerinden gelen çizgilerin bilek çizgisine yakın oluşturdukları açıya da atd açısı denir. Atd açısı yaşa bağlı olarak uzun veya dar olabilir.

2) Parmaklar: Parmak uçlarında kemer, ilmek ve düğüm yapılan vardır.

Kemer: Deri çizgilerinin kemer biçimi alacak şekilde üst üste dizilmesinden oluşur. Değişik türleri vardır.

İlmek: Bir üçgenin bulunduğu yapı.

Düğüm: İki ya da daha fazla üçgen bulunduran ve iç içe geçmiş halkalardan oluşan desenin simetrik, spiral ve çift ilmekli düğüm gibi türleri vardır. Doğu toplumlarındaki düğüm tipi desenler Avrupalılardakinden daha fazladır.

3) Bükülüm çizgileri: Derinin daha altta bulunan dokulara tutunma yerlerini gösteren bu çizgiler cenin hayatının 6-10. haftalarında oluşur. Falcılar tarafından da kullanılan bükülüm çizgileri baş, kalp ve ömür çizgisi diye adlandırılan üç enine çizgiden oluşur.

4) Ter bezi delikleri: Parmak ucu ve avuç içinde bükülüm çizgileri üzerinde bulunan ter bezi delikleri röntgen filmi tekniği ile incelenerek değerlendirilir. Kulak zarı, dudak kenarı gibi derinin bir çok yerinde bulunan ter bezi delikleri vücuttaki dağılımları bakımından farklılık gösterir ve embriyonik hayatın 20. haftasında oluşmaya başlarlar. Bu deliklerin sayısı kişiden kişiye değişebildiği gibi, değişik hastalıklarla da bir münasebet göstermektedir.

5) Ayak tabanı: Ayak tabanında baş parmağın arkasındaki bölgede bulunan (hallukal bölge) deri desenleri incelenir.

Desen Çıkarma Teknikleri

Deri çizgileri incelenecek şahsın sahip olduğu deri desenini çıkarmak için değişik teknikler kullanılabilir, bunlann başlıcaları:

a) Röntgen filmi tekniği,

b) Kâğıt-mürekkep tekniği,

c) Walker-favrot tekniği,

d) Selobant tekniğidir,

Bütün metotlar genel olarak çizgilerinin kalıbı alınmak istenen yerin boyanarak veya bir kimyevî madde ile ıslatılarak, izinin, röntgen filmine veya kâğıda çıkarılması esasına dayanır.

Deri Çizgilerinin Kullanıldığı Yerler

En küçük noktamızın bile bir ilim, hikmet ve kudrete tercüman olduğunu başta söylemiştik. Bu durumda sahip olduğumuz deri çizgilerinin de abes olarak veya boşuna yaratıldığını kimse iddia edemez. Hiç bir atomun başıboş dolaşmadığı kâinatta, elimize ve yüzümüze çizilmiş bu çizgilerin muhakkak bir peşin ve görünen faydası olduğu gibi, bir de görünmeyen ve herkesin okuyamayacağı gizli mânâlarının olması gerekir.

Tıpta bilindiği ve uygulandığı kadarıyla;

a) İkizlerde benzerlik teşhisinde.

b) AnomaliIerin embriyonik hayat döneminde olup olmadığının belirlenmesinde,

c) Hastahk sebebinin ve ortaya çıkışının embriyonik hayatın hangi döneminde olduğunun belirlenmesinde,

d) Genetik hastalıkların teşhisinde, yardımcı metot olarak kullanılırlar.

Kimlik Kartlarımız: DNA ve Parmak İzi

Parmak uçlarımızdaki dermal çıkıntıların meydana getirdiği deseni çok eski yıllardan beri kişileri ayırmada kullandığımız gibi, son yıllardaki teknik gelişmelerle parmak izi deseni gibi, DNA desenini de suçluların tespitinde kullanmaktayız. Ayrıca ilâve olarak DNA deseni; babalık testi, doğum öncesi teşhis, gen haritalanması gibi sahalarda kullanılmaktadır.

Okuma-yazma bilmeyenlerin imza yerine parmak izlerini basmalarının sebebi de herkesin şahsına ait hususî parmak izlerine sahip olduğunun keşfedilmesidir. Bu hususa Yüce Kitâbımız'da şu şekilde dikkat çekilmiştir. Kıyâmet sûresinin 3. âyetinde

"İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?"

denildikten sonra, hemen arkasından 4. âyette cevabı veriliyor:

"Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter."

Burada hem parmakların, en ince sanatlardan en ağır işlere kadar her türlü faaliyetteki hassasiyeti ile birlikte yapılışlarındaki mükemmeliyete dikkat çekilmiş, hem de yeniden yaratılışta insanın parmak ucundaki çizgilere varıncaya kadar herkesin hususî vasıflarıyla tekrar diriltileceği anlatılmıştır. Diğer bir anlatımla; Allah (c.c)'ın ilim ve kudretinin sonsuzluğunu nazara vermek için. "Sizin parmak uçlarınızdaki en ince detayı bile onları yaratan bilir! Çünkü herkesin bu hususî çizgileri tesadüfen değil, O'nun ilim ve kudretiyle çizilmiştir!" denilerek, dikkatimiz çekilmiştir.

Henüz DNA şifresinin bilinmediği dönemlerde el ayası, parmak ucu ve alın çizgileri insanoğlunun dikkatini çekmiş ve bunları mânâlandırmaya çalışmıştır. Her insan özel olarak yaratıldığına ve üzerinde binlerce harika sanatlar bulundurduğuna göre, bu antika sanat eserinin üzerindeki çizgilerin tesadüfi ve boşuna olduğunu söylemek, meseleyi çok basitleştirmek olur. Ama bunu mânâlandırırken de işi bir oyun hâlinde falcılığa dökmek, gaipten haberler vermek, aksine, suistimal etmek olur. Zira bu çizgilerden tıbbî olarak istifade etmek, maddî bir ilim olsa bile, bu çizgilerin -perde arkasında gizli- mânevî yönünü okuyabilmek, falcılıkla alâkası olmayan, özel ihtisas gerektiren bir alana ait olduğundan, bugünkü tıp ilminin sahasına girmemektedir.

11 Yeni doğan bebeğe okunan dua ve kamet hakkında bilgi verir misiniz?

Çocuk dünyaya geldikten sonra, ilk fırsatta dinî bilgisi olan kimse çağrılır, çocuk kucağına verilir. Sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunur. Sonra da şöyle dua etmesi sağlanır:

  "Allah’ım, bu yavruyu İslâm fidanlığında biten güzel bir fidan olarak büyüt, islâmî hayatta ebedî ve sabit kıl."

Bu sıralarda çocuğuna bakan ana-baba, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğulları İsmail ve İshak’a bakarken okuduğu şu duayı okurlar:

"Elhamdülillahillezî vehebe lî ale’l-kiberi İsmâile ve ishak. İnne Rabbî lesemîu’d-duâ."
“Bana bu evladı ihsan eden Allah’a hamd eder, minnet ve şükranlarımı takdim ederim...”

12 Allah'ın bizden razı olduğunu nasıl anlarız?

Vefalı olmak, Allah'ın razı olduğu şekilde yaşamaktır. Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan "Ben Allah’ı seviyorum." diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.

Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.

İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerime de Allah’ımız bildiriyor.

“Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah ta sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 3/31)

Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimiz (asm)'e uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimiz (asm)'e uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır. Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum dese kime inandırabilirsiniz.

Demek ki Allah Peygamberimiz (asm)'i bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, eğer beni seviyorsanız, size peygamber gönderdiğim Hz. Muhammed (asm)’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum.

Sözün özü: Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed (asm)’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.

Size, bize ve tüm insanlara yol haritası Kur’an ve sünnettir; bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani Kur’an'ı ve sünneti Rasulullah (asm)'i kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve Kur’an'ın anlattığı ve bahsettiği Kur'anî ve imani kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz, sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır.

Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca sizi tekamül ettirecektir.

13 Dinimizde evli bir erkekle beraber olmak, bekar olan biriyle olmaktan, çok daha günah olur mu? Bu daha büyük bir zinadır diye bir ayet var mı? Ayrıca o erkeğin karısının kul hakkı yenmiş mi olunuyor?

Suçun küçüklüğü ve büyüklüğü, onun yaptığı maddî-manevî tahribatın durumuyla doğru orantılıdır. Bütün semavî dinlerde korunması gereken evrensel değerlerden biri de nesildir. Bir çocuğun gerçek kimliğini, aidiyetini tahrip eden zina, bu açıdan büyük günahlar arasında yerini almıştır.

Ayrıca, suça tahrik edici sebeplerin varlığı, o suçun hafifletilmesine bir sebeptir. Bu açıdan bakıldığında, bekâr olan bir kimsenin zina suçu işlemesi, evli olan kimsenin bu işi yapmasından saha hafif sayılmıştır. İslam dini de bu hafifletici sebebi göz önünde bulundurarak evli olanın cezası ile bekâr olanın cezasını farklı mütalaa etmiştir. Zina yapan evli kimsenin cezası ölüm iken, bekâr olanın cezası, yüz değnektir.

Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, evli biriyle beraber olmak, bekâr biriyle beraber olmaktan çok daha çirkin, daha veballi ve daha büyük bir suçtur. Çünkü burada evli olanın ailesinin huzurunun bozulması, belki de dağılması söz konusudur. Eşinin hakkı açısından da ayrı bir vebaldir.

Sorumluluk ise, birlikte olan erkekle kadın arasında paylaşılacaktır. Bu işi ilk başlatmak isteyenin suçu bu açıdan daha fazla olabilir, fakat sonuçta her iki tarafın isteğiyle bu suç işlendiğine göre, ikisi de ortaktır. İslam'da, -evli veya bekâr olarak statüleri aynı olduğu takdirde- erkekle kadın için, zina suçundan dolayı tatbik edilen cezanın aynı olması, her iki tarafın da suçta eşit derecede ortak olduğunu göstermektedir. Şu var ki, bu ortamı ilk hazırlayanın ayrıca vebali vardır.

Kur'an-ı Kerim, böyle bir ortamın yanından geçmenin bile büyük bir tehlike arz edeceğini ifade buyurmuştur:

"Sakın zinaya yaklaşmayın, çünkü o çirkin bir hayasızlık, bir fahişeliktir ve çok onursuz bir yoldur." (İsra, 17/32)

14 Akıl hastaları, mecnunlar cennete gidecekler mi?

Arasât, mahşer gününde toplanılan yer; yani kıyâmet gününde dirilişten hemen sonra toplanılan haşir ve neşir meydânıdır. Tüm insanlar ve tüm cinler Arasât meydanında Allah’ın emriyle ve izniyle toplanacaklar. Akıllısıyla, delisiyle, kâfiriyle, Müslümanıyla, zâlimiyle, mazlûmuyla. Büyük muhâsebenin yapılacağı, Mahkeme-i Kübrâ’nın kurulacağı, haşir ve neşir için hazırlanan büyük meydan. Dünyâdan, zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalarak göçüp gidiyor çoğu zaman. Zâlimin zillet içinde, mazlûmun da izzet içinde haşredilip neşredileceği, muhâkeme göreceği, hesap sorulacağı ve adâlet-i mutlakanın tahakkuk edeceği bir gün gelecek, bir meydan Allah’ın emriyle ve irâdesiyle açılacak.(Bediüzzaman, Sözler, 54)

A’râf ise, lûgatte yüksekliklerin zirvesi, tepelerin, burçların ve sûrların yüksek kısımları demektir. Konumuzla ilgili olarak A’râf, cennet ile cehennem arasında bulunan yüksek kısımların, burçların, tepelerin ve sûrların yüksek yerleridir. Bu mânâ ile “A’râf”, Kur’ân’da A’râf sûresinde geçen bir tâbirdir. Bu sûrede “a’râf” hakkında bilgi verildiğinden sûreye de ad olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İki taraf (cennet ile cehennem) arasında bir perde vardır; (burada) A’râf üzerinde her iki tarafı da sîmâlarından tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere: 'Size selâm olsun!' derler." 

"Bunlar henüz cennete girmeyen ve fakat orayı uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler üzerine çevrilince de: 'Rabbimiz! Bizi zâlimlerle berâber bulundurma!' derler."

"A’râf ehli, sîmâlarından tanıdıkları (cehennemdeki) bir takım adamlara derler ki: 'Ne çokluğunuz ve ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir fayda sağlamadı. Allah’ın kendilerine hiçbir fayda erdirmeyeceğine dâir yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?' (Sonra cennet ehline dönerek): 'Girin cennete! Artık size ne korku, ne de hüzün yoktur!'  (derler.)”(A’râf Sûresi, 7/46-49) 

A’râf ehli kimlerdir? A’râf’ta hangi vasıftaki insanlar bulunacaklardır? Ve A’râf’ta ne kadar kalınacaktır?

İyi ameli olanlar cennete, kötü ameli olanlar da cehenneme girmiş olduklarına göre, A’râf ehlinin kimler olduklarını tahmin etmek sanırım daha kolaydır; A’râf ehli, ortada olanlardır.

- Amel bakımından ortada nasıl olunur?

Hiçbir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölenler bu gruba girebileceği gibi; küçük iken ölen müşrik ve kâfir çocuklarının da bu grupta oldukları söylenmiştir. İyi ve kötü amelleri eşit olan mü’minler de a’râf ehlindendir. Dünyada hiç teklifle muhatap olmamış sırf mecnun ve delilerin de A’râf ehlinden olduğu görüşleri mevcuttur. Yani kalbinde Allah’a îman ve mârifet bulunmayan, ama inkâr da etmemiş olanlar; ibâdeti olmadığı gibi, isyanı da bulunmayanlar; sevapları da, günahları da olmayan veya eşit olanların A’râf ehlinden oldukları tahmin edilmektedir.

Yine de “A’râf” tâbirini müteşâbih kabul etmek ve doğrusunu ve hakîkatını Allah’ın ilmine ve takdirine bırakmak daha doğru olacaktır. Çünkü A’râf ehlinin kimler olacağı hususunda net bir nass bulunmamaktadır. Yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde de A’râf ehlinin kimler olacağı açıklanmamıştır. Sâdece A’râf’ın mevcûdiyeti kesindir ve cennetle cehennem arasında bir mevki olduğu da şüphe götürmez.

Ancak A’râf ehlinin, böyle amel bakımından ortada bulunanlardan müteşekkil olduğunu kabul eden âlimler de, burada Arâf ehlinin fazla kalmayacağını söylerler. İmam-ı Gazâlî’ye göre A’râf ehli, ehl-i necâttır; cehennem azabından kurtulmuşlardır; bu kimseler bir müddet burada tutulacaklar, nihâyet Cenâb-ı Hak inşaallah onları da cennetine alacaktır. Çünkü kıyâmet gününde cennet ile cehennemden başka bir makam yoktur.(İhyâ, IV/57)

Âyet ve hadislerde, ehl-i cehennemin bir kısmının da günahları kadar yandıktan sonra cehennemden çıkarılacağı ve cennete girecekleri müjdelenmiştir. Meselâ Buhârî ve Müslim’in zikrettiği bir İbn-i Mes’ud (ra) hadîsinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) cehennemden çıkıp da cennete gireceklerin en sonuncusunun ahvâlini beyan eder.

Bu adam emekleyerek cehennemden çıkar. Azîz ve Celîl olan Allah, bu kimseye:

“Git cennete gir!” buyurur. Adam cennete varır, ama cenneti dolu olarak görür. Bunun üzerine:

“Yâ Rabbi! Cenneti dolu olarak gördüm!” der. Cenâb-ı Hak:

“Cennete gir! Sana dünyanın on mislisi kadar cennet vardır!” der. O kul şaşırır, hayretinden:

“Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Melik’i olduğun halde bana gülüyor musun? Benimle alay mı ediyorsun?” der.”

İbn-i Mes’ud der ki: “And olsun ki ben Allah Resûlünün (asm) bunu anlattıktan sonra azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördüm. Şöyle diyordu:

‘İşte bu, cennet ehlinin makamca en düşük olanıdır!’(Müslim, İman 310)

Cehennemden en son çıkan birisine, dünyanın on katı büyüklüğünde bir cennet verileceği müjdelendiğine göre; hiç cehenneme girmemiş ve Allah’ın gazabına uğramamış A’râf ehli daha evlâ olarak, inşaallah ehl-i cennettirler.

Dolayısıyla akıl hastaları / deliler de nihâyet, Allah’ın lütfuyla ve izniyle cennete girerler.

15 Dünya dilleri nasıl ortaya çıkmıştır?

Yüce Allah, peygamber olarak gönderdiği kullarına kudsî dâvâlarına delil olması için mucizeler ihsan etmiştir. Meselâ, Hz. İsâ (as)’ın ölüleri diriltmesi, anadan doğma körlerin gözlerini açması; Hz. Davud (as)’ın demiri hamur gibi yoğurup her türlü şekli vermesi, Hz. Süleyman (as)’ın rüzgâra binip iki aylık mesafeyi bir günde alması, Hz. İbrahim(as) ’i ateşin yakmaması gibi...

Hz. Âdem (as)’in en büyük mucizesi de Cenab-ı Hakk'ın ona bütün lügat ve dilleri öğretip, bütün eşyanın ismini bildirmesidir. Peygamberlerin hepsine verilen mucizelerde olduğu gibi, Hz. Âdem (as)’in bu mucizesi de Kur’ân-ı Kerim'de anlatılmaktadır. Buna her şeyin ismini, mahiyetini, dillerin ve lügatlerin öğretilmesi mânâsında “taallüm-ü esma, tâlim-i esmâ” denmektedir.

Bakara Sûresinin “ve alleme Âdeme’l-esmâe” ile başlayan 31-33. âyet-i kerimelerinde bu husus genişçe anlatılır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem (as)’e bütün varlıkların isimlerini öğretince, daha sonra meleklere hitaben: “Haydi dâvânızda doğru iseniz bana şunları isimleriyle haber verin.” buyurdu. Melekler âcizlik ve bilgisizliklerini arz edince, Hz. Âdem (as)’e, “Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.” emri üzerine, Hz. Âdem (as) Allah’ın kendisine öğrettiği bütün isimleri meleklere teker teker saydı.

Tefsirlerimizde Hz. Âdem (as)’e öğretilen bu isimlerden maksadın hem diller, hem de varlıkların mahiyet ve sıfatları olduğu bildirilmektedir. Meselâ zamanımız müfessirlerinden Elmalılı M. Hamdi, bütün ilimler gibi dillerin farklı oluşunun da Hz. Âdem (as)’in bu mucizesine dayandığına dikkat çekmekte ve şöyle demektedir:

“Lisan hususunda bütün benîâdem’in (insanoğlunun) zamanımıza kadar tenevvü (farklı, çeşitli olmasının) ve terekkiyatının cümlesi, esas itibariyle Hz. Âdem’in fıtraten mazhar buyurulduğu bu talim-i esmâ hâdisesine medyundur (borçludur).” (Hak Dini Kur'ân Dili, I/310)

Fahri Râzi ise et-Tefsîrü’l-Kebîr isimli tefsirinde bu hususa bir açıklık getiriyor ve özetle şöyle diyor:

"Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’e, yaratmış olduğu bütün varlıkların isimlerini, âdemoğlunun konuştuğu çeşitli dillere göre öğretti. Âdem (a.s.) de  bunları evlatlarına öğretti. O vefat ettikten sonra çocukları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıldılar. Her biri belli bir dille konuşmaya başladı. Ve artık onda ve orada o dil hâkim oldu. O bölgede diğer diller unutuldu. İşte Hz. Âdem’in çeşitli dillerle konuşmasının sebebi budur." (et-Tefsîrül-Kebir, 2:176)

İşte bütün ilimlerin kaynağı, Hz. Âdem (as)’in bu taallüm-ü esmâ mucizesine dayanmaktadır. Bu mucizeyi Bediüzzüman Hazretleri şöyle ifade eder:

“Sâir enbiyânın (peygamberlerin) mucizeleri, birer hususi harika-i beşeriye remzettiği gibi, bütün enbiyânın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hz. Âdem’in (a.s.) mucizesi, umum kemâlat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihâyetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor.” (Sözler, s. 244)

İşârâtü’l-Îcaz isimli tefsirinde ise âyet-i kerimede geçen “el-esmâe” kelimesini tefsir ederken bu kelimenin isim, sıfat ve haysiyet gibi eşyayı, varlıkları birbirinden ayıran ve tayin eden alâmet ve nişanlara işaret ettiği gibi, aynı zamanda insanların konuşmuş olduğu çeşitli dil ve lügatlere de işaret ettiğini izah etmektedir. (İşârâtül-İcâz, s. 218)

Evet, aynı anne-babadan çoğalan âdemoğullarının zamanla farklı dil konuşmalarının izahı güvenilir kaynaklarda bu şekilde yapılmaktadır.

Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem (as)’in çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur. Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları farklı bir dil haline gelmiştir. Meselâ bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler aslında bir olan Türkçenin Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi telâffuzu, konuşulması gibi bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil haline bürünmesine sebep olmuştur. Asılları Lâtince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için aynı şeyi söylemek mümkündür. Sonradan gelişen ve konuşulan diller farklı da olsa, aslı birdir ve öyle kabul edilir.
Tarihî seyri böyle olmakla beraber, dillerin farklılığında asıl düşünülmesi gereken cihet, altındaki İlâhî hikmet ve kudrettir. Dillerin farklı oluşu da Allah’ın varlık ve birliğini gösteren delillerdir. Bir âyet-i kerimede meâlen bu husus şöyle ifade buyurulur:

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirinden farklı olması da Onun kudretinin delillerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda bilenler için ibretler vardır.” (Rûm, 30/22)

Dillerin ayrı ayrı olması insanların birbirlerini tanıması ve münasebet kurması için bir vesile ve imkândır. Nasıl ki, millet millet, kabile kabile yaratılmamızda insanlar olarak birbirimizle tanışmamız, kaynaşıp münasebet kurmamız hikmeti gözetilmişse, dillerin farklı olması da bu hikmete yöneliktir.

16 Gece mezarlık / kabir ziyareti yapılır mı?

Kabir ziyareti konusunda belli bir zaman sınırlaması yoktur. Gece kabir ziyareti yapmak da caizdir.

Süleyman b. Büreyde'nin babasından rivayet ettiği bir haberde Rasulullah (asm)'in, ashabına, kabristana vardıklarında şöyle demelerini öğrettiği bildirilmektedir:

"Selâm size ey gerçek dünyanın mümin ve Müslüman sakinleri. İnşaallah biz de yakında size katılacağız. Allah'dan size ve bize afiyetler vermesini dilerim." (Müslim, Cenâiz, 35; İbn Mâce, Cenâiz, 36)

Nesâî de aynı raviden bu hadis-i şerifi: "Siz önümüzden gidenler, biz de arkanızdan gelecek olanlarız." lafzıyla birlikte nakletmektedir, (Nesâî, Cenâiz, c. IV, s. 94.) Rasulullah (asm)'in, bu hadisinde ölülere afiyet dileyişi de onların hayat ve idrakleri olduğunu gösterir. Çünkü afiyet, "tam sıhhat" anlamında olup, burada onların azaptan kurtulup nimet ve rahatlık içinde olmaları demektir ki, nimet ve rahat ancak idrak sahibi olanlar için söz konusudur. (el-Mucemu'l-Vasît, 2/618.)

Hz. Aişe validemizden gelen bir haberde, bu şekilde selâm verip dua etmenin Cenab-ı Hak tarafından emredildiği açıkça ifade edilmektedir.

Hz. Aişe (r. anha):

"Rasulullah (asm)' ın, kendisiyle kaldığı bir gece, kalkıp sessizce Baki' Mezarlığı'na doğru gittiğini, kendisinin de onu takip ettiğini söylüyor. Geriye dönünce nereye gittiğini soruyor ve Hz. Peygamber (asm), Cebrail'in gelip: 'Rabbin Baki' Mezarlığı'na gitmeni ve oradakiler için istiğfar etmeni sana emrediyor.' dediğini; kendisinin: 'Nasıl diyeyim?' sorusuna karşılık da yukarıdaki duayı öğrettiğini söylediğini" haber veriyor. (Müslim, Cenâiz, 35; Nesâî, Cenâiz, 103; bk. Müsned, 4/76, 111; İbn Mâce, Cenâiz, 36)

Hz. Aişe, daha sonraki gecelerde de Rasulullah'ın kendi yanında kaldığı zaman, gecenin sonunda Medine-i Münevvere'deki Baki' Mezarlığı'na çıkıp şöyle dediğini haber veriyor:

"Selâm size ey mü'min kavimler yurdunun sakinleri! Yarın vaki olacak diye vaadoluna geldiğiniz şey sizlere gelmiştir. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasındaki müddette bekliyorsunuz. Biz de inşaallah size kavuşacağız. Ey Allah'ım! Baki'ul-Garkad ahalisine mağfiret eyle." (Müslim, Cenâiz, 35; Nesâî, Cenâiz, 103)

(bk. Prof. Dr. Süleyman Toprak, Kabir Hayatı, s. 441-442)

17 İnsan niçin yaratılmıştır; gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyat'ından bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s.264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken, alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık hâline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)'dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.”

***

Nur Küllîyat'ında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her türlü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu hâlde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte âdeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

18 Kız arkadaş edinmek ve onlarla beraber dolaşmak dinimize göre yasak mıdır?

Müslüman bir kimsenin dokunması helal olan kadınlar vardır, dokunması, haram yerlerine bakması ve yalnız kalması yasak olan kadınlar vardır. Bu nedenle evlenmesi helal olan bir kadına, nikahsız olarak dokunmak, onunla yalnız kalmak ve haram yerlerine bakmak dinimize göre yasaktır.

Mahrem olmayan kadına dokunmak veya tokalaşmak mutlaka haramdır. Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki:

"Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız." Peygamber (sav) "Kadınların elini tutup tokalaşmam." buyurdu (1).

Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor:

"Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı." (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce).

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:

"Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır."

İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor.

(Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II/170)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla konuşmanın bir sakıncası var mıdır?..

19 İnsan vücuduna zarar veren her şey haramdır, sözü, bir hadis mi, yoksa ayet midir?

- Alimler genellikle, “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara, 2/195) ve "Kendi kendinizi öldürmeyin." (Nisâ, 4/29 ) mealindeki ayetlerden “İnsanın kendi vucuduna zarar vermesinin haram olduğu” hükmünü çıkarırlar.

- İbn Hazm’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Allah her şeyde / her konuda ihsanı / iyi davranmayı emretmiştir. Kim kendine veya başkasına zarar verirse, iyi davranmamış ve Allah’ın ihsanla ilgili emrine aykırı hareket etmiş olur.” (Müntedeyatu mevkii’l-Ezher)

- Diğer bir hadiste “Kişi ne kendi nefsine ne de başkasına zarar veremez.” (İbn Mace, Ahkam, 17) denilmektedir. Buna göre "zarar ve zarara mukabil zarar yoktur." (Mecelle md. l9)

Kişinin kendine ve başkasına zarar vermesi caiz olmadığı gibi, kendisine zarar verene zararla mukabelede bulunması da caiz değildir. Hâkime başvurulup zarar tazmin ettirilir.

20 Basiret bağlanması nedir; hangi sebeplerden dolayı basiret bağlanır?

Basiret: İdrak, zeka, ilim, tecrübe, kalp ile görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kavrayış, feraset. Başımızdaki göze basar, kalp gözüne de basîret denir. (Rağıb el-ısfahânî, el-Müfredat, 49).

Buna göre basîret; kalp gözüyle görüş, işin içyüzüne nüfuz etmek, bir şeyin içini dışını, önünü sonunu, aslını ve hakikatini bilmektir. Bu nedenle basîret-i kalp, kalp uyanıklığı; basîretsiz,gafil, basîreti bağlanmak gaflette bulunmak anlamına gelir.

Basîret, ilâhî bir nur ve hakkın batıldan ayırt edilmesine yarayan bir bilgidir. Kalplerinde bu özellik bulunmayan kimseler hakkında Allah Teâlâ,

"Onların kalpleri vardır, ama onunla gerçekleri anlayamazlar." (A'raf, 7/179)

buyurmuştur. Basîret Kur'an-ı Kerîm'de tekil şekliyle iki yerde geçer:

"Ey Muhammed! De ki, benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah'a çağırırız." (Yusuf, 12/108).

Burada basiret açık delil, kesin bilgi manasında kullanılmıştır.

"Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu kendi kendine şahiddir." (Kıyamet, 75/14)

ayetinde şahit manasına kullanılmıştır.

Görme, yani basar hem insanlarda hem hayvanlarda olduğu halde basiret duygusu sadece insana verilmiştir. Etraftaki eşyayı, uzaktaki bir cismi iyi ve mükemmel bir şekilde rahatça gören gözler olduğu gibi, bunu çok az görenler de vardır. Aynı şekilde eşyanın hakikatini tam anlamıyla idrak eden fevkalâde basiret olduğu gibi, bu eşyanın gerçeklerini göremeyen kalp gözleri de vardır.

İnsanın kötülük ve ahlâksızlıklara dalması onun basîretini bağlar. Fakat Allah'a itaat, salih bir amel, mükemmel ve gerçek bir tevhidi akide, mümine üstün bir basiret verir. Hz. Peygamber (asm)'in,

"Mümin'in ferasetinden korun, zira o Allah'ın nuru ile bakar." (Tirmizî, Tefsir Suretu'l-Hicr, 6)

buyurması, mümindeki basiret ve kavrama kabiliyetinin üstünlüğünü gösterir.

Basiret sahibi bir mümin başkalarından önce kendi kusur ve eksikliklerini görür. Resulullah (asm) şöyle buyurur:

"Allah bir kulu hakkında iyilik murad ederse, ona, kendi kusurlarını görme kabiliyetini verir. " (Müslim, Kader, 4,5).

"Ey basiret sahipleri, ibret alınız. " (Haşr, 59/2)

ayeti, insanın ilerisi için daha tedbirli davranıp, Allah'ın emirlerine ters düşmekten sakınmasını sağlamak maksadıyla yapılan bir hatırlatmadır. Bu da müminin basiretini gösterir.

İman bir basirettir. Basireti açık olanlar Allah'ın dinine ve hükümlerine talip olurlar. Basireti kapalı olanlar da Allah'ın nizam ve hükümlerine sırt çevirirler.

21 Hünsa, çift cinsiyetlilerin durumu ve İslâmiyet'in bu kişilerle ilgili hükümleri nelerdir?

İnsanlar, ya erkek veya dişi olmak üzere iki sınıftır. Kur'an-ı Kerim'de bu gerçek şöyle ifade buyrulur:

"Âdem ve Havva'dan bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (Nisa, 4/'1).

"Ey insanlar! Şüphesiz ki sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız ondan en çok korkanınızdır." (Hucurât, 49/13).

Cenab-ı Hak, hayvanlar ve bitkiler alemini de çift çift yarattığını haber verir:

"Düşünüp ibret alasınız diye, biz her şeyi çift çift yarattık." (Zâriât, 51/49).

"Yerin bitirdiklerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin, 36/36).

"Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O, sizin için kendi cinsinizden, hayvanlar için de kendi cinslerinden eşler yarattı. Allah sizi bu şekilde çoğalttı." (Şûrâ, 42/11).

İşte bu ilahi prensibin bir istisnası olarak insanlar arasında nadir olsa, cinsiyet karışıklığı olan kimseler bulunur. Bunlardan bazılarında hem erkek, hem de kadın özellikleri bir arada olur.

Günümüzde böyle olana «eşelcins» de denilmektedir. Bu daha çok hormon bozukluğundan meydana gelen anormal bir hastalıktır. İslâm dini, bununla ilgili bir takım hükümler koymuş, böylece toplum içinde nasıl davranmaları gerektiğini açıklamıştır.

Fukahanın çoğuna göre, h ü n s â: Erkeklik ve dişilik âleti birlikte bulunan kimsedir. Hangi aletinden idrar yapıyorsa, daha çok ona yakın bir hüküm taşır. Yani erkeklik aletinden idrar yapıyorsa, erkek; dişilik aletinden idrar yapıyorsa, dişi sayılır. (El-Hidâye - Merğinânî)

Her iki aletinden eşit biçimde idrar geliyorsa, o takdirde hem erkek, hem dişidir, yani ona hünsâ denilir. Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göredir. (El-Kâfî - El-Mervezî)

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, taşıdığı her iki aletten de idrar gelirse, o, «hünsâ-i müşkil» kabul edilir. Bir aletten az, birinden çok gelmesi buna tesir etmez.

Fukahanın çoğuna göre, bu durum, onun ergen olmasına kadar geçerlidir. Ergen olunca, erkeklik aleti harekete geçip evlenecek güçte bulunuyorsa, o takdirde erkek kabul edilir. Sakal ve bıyıklarının da çıkması böyledir. Bunun gibi ergenlik çağına girince göğüsleri büyür, ayhali olursa o takdirde dişi kabul edilir.

Ergenlik çağına girdiği halde ne erkek olduğuna, ne de dişi olduğuna dair belirtilen alâmetler ortaya çıkmazsa, o takdirde «Hünsâ Müşkil = Eşelcins» sayılır.

Sadece meni, belsuyunun çıkması yeterli değildir. Çünkü bu her iki cinsten de çıkabilir. (El-Hidâye - Merğinânî - Fetâvâryi Hindiyye)

Hünsâ Hakkındaki Hükümler:

Hünsâ müşkil (= eşcinsel durumunda olan) hakkında genel hüküm, dini hususlarda ihtiyatla âmel etmektir. Sübutunda şüphe sabit olan hususlarda ise hükmün sübutuyla hükmetmemektir.

Bu genel kaideyi açıklayalım:

Hünsâ müşkil, imamın arkasında durduğu zaman, erkeklerle kadınların safları arasında durur, yani ne erkeklerin saffında, ne de kadınların saffında yer alır, bu iki ayrı saffın arasında durur.

Erkeklerin saffına katılacak olursa, kadın olma ihtimâli dikkate alınarak onların namazını bozmuş olur. Kadınların saffında duracak olursa, erkek olma ihtimali mevcut olduğundan, kadınların namazını bozmuş olur.

Hünsâ müşkil, kadınların saffında durup namaz kılacak olursa ihtiyaten namazını iade eder. Çünkü erkek olma ihtimali vardır. Erkeklerin saffında dahil olup namaz kılarsa, namazı tamam sayılır. Ancak o safta onun sağında ve solunda bulunan ve tam arkasında bulunan kimseler namazı iade ederler. Bunda ihtiyat vardır.

Hünsâ müşkil, namazda kadınlar gibi oturur. (El-Kâfî - El-Mervezî)

İmam Muhammed'e göre, hünsâ müşkil, henüz ergen olmadan namaz kılarken başörtüsü örtmesi uygun olur. Ergen olduktan sonra kendisinde ne erkeklik, ne de kadınlık alâmeti açık biçimde ortaya çıkmazsa, o takdirde başörtüsüz namaz kılması, caiz olmaz.

Hünsâ ergen olduktan sonra mücevherat takınmaz. Bu onun için mekruhtur. Bunun gibi ipek elbise de giyinmesi mekruh kabul edilmiştir. (Tatarhaniyye - Fetâvâ-yi Hindiye)

Hünsâ müşkilin hem erkeklerin yanında, hem kadınların yanında soyunup açılması mekruhtur. Yanında mahremi bulunmadığı halde bir kadının ya da erkeğin yanında tenha kalması da mekruhtur.

Hünsâ müşkil, hacca gidecek olursa, yanında erkeklerden bir mahremi bulunursa -Hanefî mezhebine göre- üç günlük ve daha fazla uzak mesafelere seyahat edebilir. Safî ve Mâliki mezheplerine göre, yanında güvenilir erkek ve kadın bulunursa gidebilir.

Hünsâ müşkilin ihramı nasıl olmalıdır?

İmam Ebû Yusuf, «bu mesele hakkında bir bilgim yok» demiştir. İmam Muhammed'e göre, kadınlar gibi giyinip hac farizasını yerine getirir. (El-Kâfî - Mervezî)

Hünsâ müşkili sünnet etmek gerektiğinde onu erkek sünnetçi mi, yoksa kadın sünnetçi mi sünnet eder? Bu mesele hakkında iki görüş vardır: Ergen olmamışsa, erkek veya kadın sünnetçiden biri onu sünnet edebilir, bunda bir sakınca yoktur. İştiha çağına gelmiş fakat ergen olmamışsa, utanç yerine bakmadan, herhangi biri sünnet edebilir. Ergen olmuşsa, ne erkek ne de kadın sünnetçi onu sünnet eder.

Çünkü kadın sünnetçi onu sünnet edecek olursa, erkek olma ihtimali mevcut olduğundan kadının bir erkeğin utanç yerine bakması haramdır. Erkek sünnetçi onu sünnet edecek olursa, kadın olma ihtimali bulunduğundan erkeğin bir kadının utanç yerine bakması haramdır.

Hünsâ müşkil öldüğünde onu kim yıkayabilir?

Bu da üzerinde önemle durulan meselelerden biridir. Fukahanın çoğuna göre, ne kadın, ne de erkek onu yıkayabilir. Sadece birisi eline bir bez parçası sarıp ona teyemmüm verir ve böylece yıkanmış kabul edilir. Eğer yıkayan onun çok yakını ise, eline bez parçası sarmasına gerek yoktur, o vaziyette teyemmüm verir. Hünsâ müşkil, henüz ergen olmadan ölürse, onu kadın da, erkek de yıkayabilir, bunda bir sakınca görülmemiştir. (El-Cevheretü'n-Neyyire)

Hünsâ Müşkil Hakkında Nikâh Meselesi:

Hünsâ müşkilin babası, o henüz ergen olmadan birine nikâh ettirirse, bu nikâh askıda bekler, ergen oluncaya kadar bu askı devam eder. Nikâhlı çiftlerden biri ölürse, diğeri ona vâris olamaz. Ergenlik çağına girince, kadın veya erkek olduğu açık şekilde belirirse, ona göre nikâh geçerlik kazanır.

Şöyle ki: Hünsâ müşkil kız kabul edilip bir erkeğe nikâhlanmışsa, ergen olunca kız olduğu açıkça ortaya çıkarsa, yapılan nikâh sahih kabul edilir ve geçerlik kazanır. Erkek diye kendisine bir kız nikahlanmış ve ergen olunca erkek değil kız olduğu belirgin hale gelmişse, o takdirde yapılan nikâh hükümsüz kalır.

Hünsâ Müşkil Hakkında Hadler ve Kısas:

Bir kimse ergen olmuş hünsâ müşkile zina isnâd ederse, bundan dolayı hadd-i kazıf (seksen değnek vurulma cezası) gerekmez. Çünkü hünsâ müşkil tenasül aleti kesik erkek ve tenasül cihazı bitişik kapalı cinsel temasa elverişli olmayan kadın hükmündedir. Bu durumda olan kadın veya erkeğe zina isnâd edene nasıl ceza gerekmiyorsa, hünsâ müşkile de zina isnâd edene öylece ceza gerekmiyor.

Ama ergenlik çağına girmiş bir hünsâ müşkil başka birine zina iftirasında bulunursa, o takdirde kendisine şer'î ceza (seksen değnek vurulması) gerekir.

Hünsâ müşkil hırsızlık ettiğinde ceza uygulanır mı?

Hırsızlık konusunda, hünsâ müşkil, hünsâ olmayan kişiler gibidir. Ergenlik çağına girmişse, çaldığı mal hakkında şer'in belirttiği şartlar gerçekleşmişse, o takdirde eli kesilir. (El-Muhit - Radiyüddin Serahsî)

Kısas konusunda da bir ayrım yapılmaz. Yani Hünsâ müşkil ergen olduğu halde kasden vurup bir adamı öldürürse kısas gerekir. Hatâen öldürürse diyet gerekir.

Hünsâ müşkil dinden dönerse, hakkında mürted hükmü uygulanmaz. Yani tövbe etmediği takdirde öldürülmez.

Hünsâ müşkilin şahitliği de önemli meselelerden biridir; fukahanın çoğuna göre, onun şahitliği muteber değildir.

Hünsâ müşkil hakkında daha bir çok hükümler var. Ancak günümüzde uygulama alanı olmadığı için buraya nakletmeye lüzum görmedik. Sadece bazı önemli meselelerde sırf meraklılara bilgi olsun diye kısa bilgiler vermeye çalıştık.

(bk. Celâl YILDIRIM, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, 2. Baskı, Uysal Kitabevi, IV/407-410)

22 Fıtrat hakkında bilgi verir misiniz?

Fıtrat: Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç anlamlarına gelmektedir.

Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hâl, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır." [İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (t.y.), V, 55].

Bütün varlıklar fıtratları istikametinde yürürler. İnsanlar da insan olmak açısından Allah'ın fatr ile kendilerine verdiği fıtrat üzerindedirler. Söz gelimi iki göz, iki kulak, bir baş, saç, burun sahibi olmak fıtrattandır. Bunun gibi, insan bedenindeki her organa verilen ve gördürülen fıtri bir fonksiyon vardır; göz görecek, kulak işitecek, ayak yürüyecek, el tutacaktır.

Her insan İslam'ı kabul edebilecek ve dıştan bir tesire maruz kalmadığı takdirde, âdeta kendiliğinden İslam'ı bulacak bir fıtrata sahiptir. Bu husus bir hadisi şerifte zikredilmiştir:

"Her doğan İslam fıtratı üzere doğar; ama anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar." (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)

Rum Sûresi'nde şöyle buyrulur:

“O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et...” (Rum, 30/30)

Şems Suresi'nde de bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren Peygamberimizin (asm) kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde, şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacak.

İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlâhîdir.

Buna göre, sözlük anlamından hareketle, güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz konusudur.

İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.

Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratılışının gıybeti reddetmesi demektir.

Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.

Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.

Borç para istediğimiz bir dostumuzun, alacağını fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.

Misâller çoğaltılabilir.

Demek ki, insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî kitaplarda konulmuş ve peygamberlerce (as.) insanlık âlemine tebliğ edilmiştir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381) hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerek.

Fıtrata Uymak : Yaratılışa Uyum Göstermek

“Fıtrat, fıtrî ve layık olmayan şeyi reddeder, atar.” (bk. Sözler, s. 358)

Ruh, beden ve kâinat… Üçünde de hükmeden fıtrî kanunlar var. Ve insan, ancak bunlara uymakla hayatını sürdürebiliyor, kendi varlığından ve onu kuşatan âlemlerden faydalanabiliyor.

Gören ruhtur, ama gözümüzü açmadıkça göremiyoruz. Göz açmamız da yetmiyor, ışık olmadıkça yine göremiyoruz. Demek ki ruhumuz, görme faaliyetini beden ve kâinatla işbirliği yaparak gerçekleştiriyor. Öyleyse, bu üçlü ittifakın sürekli olarak korunması gerekiyor.

Maddî ve manevî bütün başarıların ve saadetlerin temelinde “fıtrat (yaratılış) kanunlarına uygunluk” yatar.

Ruh, beden ve kâinat…

Üçünün de yaratılışlarına konulan kanunlar saymakla bitmez.  Her birinden bir nebze olsun söz etmekle yetineceğiz.

Ruhumuzdan başlayalım:

Ruh, mahiyetini ancak Allah’ın bildiği ve bize bu konuda çok az bilgi verilen İlâhî bir kanun; bedeni yönetmekle kalmayıp onu kuşatan, kâinatı da tefekkür ve hayal edebilen, bu yönüyle madde âlemini gerilerde bırakan bir hikmet mucizesi…

Ruhun yaratılışında düşünmek vardır, iman etmek vardır; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz.” gerçeğini kavrama yeteneği vardır.

Beden yüz trilyon kadar hücreden müteşekkil büyük bir ülke. Onun sultanı olan ruh, öncelikle kendini bilecektir.

Eller, ayaklar birer manga asker gibi. Bütün neferler hareketsiz duruyorlar. Sultandan emir gelmeden hiçbiri yerinden kımıldayamıyor. Ruhtan yürüme iradesi geldiğinde ayaklar hemen harekete geçiyor, yazma iradesi geldiğinde parmaklar işe koyuluyorlar.

İşte bu hakikat bize bildiriyor ki, “beden ruhun hizmetindedir.” ve fıtrata uygunluk,  “bedenin ruha hizmet etmesidir.”

Ruhunu bedenine hizmet ettiren, yani kalbini, aklını ve bütün his dünyasını sadece bedenin beslenmesine odaklayan kişi,  fıtrata zıt bir yola girmiştir; bu çıkmaz sokaktan ise saadete varılmaz.

“Bilin ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (huzur bulur).” (Ra’d, 13/28)

Zikir; “hatırlama, anma” demektir. Aldığımız gıda ile bedenimiz tatmin olur. Ama ruhumuz, ancak bu gıdanın, Allah’ın bir ihsanı, bir ikramı olduğunu hatırlamakla tatmin olabilir. Onun zevki, vitamin ve kaloride değil, ilim ve marifettedir.

O halde, fıtrata uygun hareket eden kimse, sadece bedenini beslemekle yetinmeyecek, ruhunun tatminine öncelik verecektir. Zira, ruh-beden ikilisinde öncelik daima ruhundur.

Ruh dünyamızın bir başka yönüne, bir hadis-i şerifle nazar edelim:

“İnsan ihsanın kuludur.” (Beyhakî, Şuabü’l-îman: 1/381)

sırrıyla güneşiyle gözümüze, havasıyla ciğerlerimize, sesler âlemiyle kulağımıza, hikmetleriyle aklımıza ve ruhumuza ihsanlarını yağdıran Allah’a kul olmak fıtratın gereğidir.

Allah’ın kendilerine yaptığı ihsanlardan bizlere de tattıran varlıklı kişilere minnet ve şükran duygusu beslemek de ruhun fıtratında vardır.

Bu fıtrat, kalp kazanmanın en önemli bir şifresi, en tesirli bir reçetesidir.

İnsanların bizi sevmesini mi istiyoruz? Öncelikle onlara, bir güler yüzle olsun,  ihsanlarda bulunalım.

“Zorbalık, sertlik, kabalık ve tahakküm”, fıtratın reddettiği, nefsin ise en çok hoşlandığı zararlı hallerdir. Bunlarla birisini korkutabilir ve emrimizde çalıştırabilir; ama kalbini asla kazanamaz, muhabbet ve hürmetini asla celp edemeyiz.

Zorbalık ve tahakküm üzerinde kısaca durmak istiyorum:

Bakara Sûresi'nde “Dinde zorlama yoktur...” (Bakara, 2/256) buyruluyor. Zorlama, beden için geçerli olsa bile kalp için kesinlikle geçerli değildir. Bir kişinin sırtına zorla bir yükü koyabiliriz, ama aklına bir fikri, hele kalbine bir inancı zorla yerleştiremeyiz. Halk arasında ibretli bir söz vardır: “Atı suya zorla sokabilirsiniz, ama ona zorla su içiremezsiniz.”

“Dinde zorlama yoktur.” ayetindeki temel mesaj, vicdanlara baskı yapılmamasıdır. Bununla birlikte, bu ayet sadece dinî konulara mahsus olmayıp, her hususta geçerli olan temel bir kanundur.

Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, bu ayeti tefsir ederken “Cins-i ikrah dinde yoktur.” der. Yani ikrah (zorlama) denen şey, bütün çeşitleriyle, dinin reddettiği bir yanlış uygulamadır. Buna göre, bu ayet-i kerime, “Zorlama, dinde yoktur.” manasını da ifade etmekte, inanç dahil, bütün sosyal meseleler için zorlamanın reddi manasını taşımaktadır.  

Özellikle, babaların çocuklara zor kullanmalarının ve onları her vesileyle azarlayıp dövmelerinin çok tehlikeli sonuçlar doğuracağını bir yetkiliden bizzat dinlemiştim.

Şöyle demişti: Çocuk, böyle bir uygulama neticesinde zamanla babasına düşman kesilir. Çocukluğunda ona karşı koyacak gücü yoktur; ama belli bir yaşa geldi mi, artık babasından öç almaya başlar. Babası neden hoşlanmıyorsa onu yapmaya başlar. İçinden gelmese de sırf babasını üzmek için sigara içer, içki içer. Daha sonra, zamanla bu kötülüklere alışır, müptela olur, terk edemez hale gelir.

Terbiye konusunda baskının yersiz ve geçersiz olduğu şu ayet-i kerimelerle en güzel şekilde ortaya konulmuştur:

“... Resulün vazifesi ancak apaçık tebliğdir...” (Nur, 24/54)

“… Biz seni onların üzerine muhafız yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de değilsin.” (En’âm, 6/107)

Bu ayetlerin muhatapları hep Allah’ın kulları... Onların bedenlerini bütün bir kâinattan süzen o...  Ruhlarını yaratıp bedenlerine sultan yapan da yine o... Ve konuşan, Allah Resulü (asm)…

Buna rağmen, Allah, dünya imtihanının bir gereği olarak, kullarını “inanıp inanmamakta” ve “kendisine itaat veya isyan etmekte” serbest bırakmış. Bir kul, dilerse hayır işleyebiliyor, dilerse şer.

Bizim, terbiye etmeye çalıştığımız kişiler üzerindeki hakkımız ve hâkimiyetimiz, İlâhî hukuk ve hâkimiyet yanında sözü edilmeyecek kadar basit, sathî ve zayıf kalıyor. Buna rağmen, tahakküm ve zorlama yoluna gidiyorsak, “fıtrata zıt hareket ediyoruz” demektir.

İnsanları yaratan ve fıtratlarını öylece tanzim eden Allah, bütün peygamberlerine, sadece tebliğde bulunmalarını, zor kullanma yoluna gitmemelerini tavsiye ederken, bizim haddimizi bu derece aşmamız fıtrata zıt düşüyor. Bunun içindir ki,  müessir olamıyoruz, kendimizi sevdiremiyoruz ve fikrimizi kabul ettiremiyoruz.

İnsan fıtratının bir başka cephesi:  

Nefsin en sevdiği, kalbin ise en çok nefret ettiği bir kötü huy var: Kibir.

İnsan fıtratı, kibirli olanlardan hoşlanmaz, mütevazi olanlara ise hürmet ve muhabbet besler.

İnsanın yaratılışında böyle nice hidayet örnekleri bulunduğunu, Şems sûresindeki bir ayet-i kerime harika bir şekilde ders verir:

Bu surede Allah Şemse (güneşe) yemin eder, kamere yemin eder ve sonunda nefse, insan fıtratına yemin eder. Bu yeminde şu gerçeğe özelikle dikkat çekilir:

“Sonra da ona hem kötülüğü hem (ondan) sakınmayı ilham etti."(8)

Yani, hayrı ve şerri, itaat ve masiyeti, her ikisinin hallerini öğretti.

Bütün bu kasemlerin cevabında, “Onu (nefsi) tertemiz yapan kişi muhakkak felah bulmuş, onu günahlarla örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır."(9,10) buyrulur.

Bir anket düzenleyelim ve binlerce soru soralım. Cevapları sadece “Evet” veya “Hayır” şeklinde olsun. Meselâ, “Yalan iyi midir. Doğruluk iyi midir? Gıybet iyi midir? İftira iyi midir? Kibir iyi midir? Tevazu iyi midir? Hırsızlık iyi midir?” gibi.

Salim düşünme yeteneğini, sefahatle, içkiyle, uyuşturucuyla kaybetmeyen, yahut menfî bir ideoloji namına beyinleri yıkanmayan bütün insanların, bu sorulara vereceği cevaplar, İslam’ın emir ve yasaklarıyla yüzde yüz uygunluk gösterir. Demek ki, İslâm dini insan fıtratına uygundur.  Zira, bu din bizi yaratanın bizim için seçtiği dindir.

“İşte bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladır. Ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.” (Mâide, 5/3)

Ruhun fıtratı hakkında daha çok şey söylenebilir. Bu kadarla yetinip biraz da organlardan söz edelim:

Organlar bazında fıtrata uymak, onları aşırılıklardan koruyup hizmetlerini rahat bir ortamda yapmalarına imkân hazırlamakla olur.

Aşırı ses kulağa, aşırı ışık göze zarar verdiği gibi, aşırı yemek de mideye büyük bir yük oluyor. Hazmından aciz kaldığında, onları ya dışarı atıyor, yahut aşırı kiloya dönüştürerek bedene yük yapıyor.

Dinlenmeden sürekli yorulmak bedeni yıprattığı gibi, yorulmadan sürekli dinlenmek de onu tembelleştiriyor, kasların gelişmesine engel oluyor.  Bunların ikisi de fıtrata zıt, ikisi de bedene zarar.

Fıtrî olmayan gıdaların bedene zarar verdiği, artık tartışmasız kabul edilen bir gerçek. Herkes hormonsuz gıdalara koşuşuyor. Herkes, tabiî dedikleri, fıtrî yağların peşine düşmüş.

Fıtrî olmayan helal gıdalardan bile sakınan insanoğlunun, haram yiyecek ve içeceklerden de şiddetle ve daha büyük bir hassasiyetle  sakınması gerekiyor. Bunların zararları konusunda kimsenin şüphesi yok. Ama gel gör ki, nefsin arzuları, desinler veya demesinler tutkusu bazen akla galip geliyor ve insan bilerek zarara girebiliyor.

Fıtrata uymak, beden ve ruh sağlığımız için çok önemli olduğu gibi toplumda yapmak istediğimiz icraatlar ve ıslahatlar için de yine son derece önemlidir. Nur Külliyatında bu noktada şu önemli ikaza yer verilir:

“Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.” (bk. Lem’alar, Yirmi İkinci Lem’a)

Kanun-u fıtrat, çok geniş ve şümullüdür; sayılamayacak kadar şubeleri vardır.

Birkaçını hatırlayalım:

Kâinatta iktisat hakimdir. Bir çekirdeğe, bir ağaç kadar yük yüklendiği gibi, bir ele binlerce görev verilmiştir.

İsraf, fıtrata zıttır ve israf ekonomileri toplumu mahvederler.

Kâinatta görev taksimi esastır. Her varlığın kendi görevini yapmasıyla kâinattaki umumî nizam ortaya çıkar.

İnsanlar da ihtisaslaşmaya önem verdikleri ve görev taksimini gerçekleştirdikleri ölçüde, toplum hayatında nizam ve düzeni sağlarlar ve bundan verimlilik ve refah ortaya çıkar.

Kâinatta yardımlaşma esastır. Bu esas, görev taksimiyle  de yakından ilgilidir. Elementler arası yardımlaşmadan, küreler ve sistemler arasındaki büyük yardımlaşmalara kadar uzanan, insanın organları arasındaki yardımlaşma ile kendini açıkça gösteren  ve  insan ruhundaki “akıl, kalp, hafıza ve hisler arası işbirliği”  ile en son noktasına varan bir yardımlaşma, bütün varlık âlemini kuşatmış gibidir.

İnsanlar bu çok önemli esası toplum hayatına mal ettikleri ölçüde huzurlu olur, madden ve manen terakki ederler.

Kâinatta nizam hakimdir. Dünyanın süratinden, kanın deveranına; ırmakların akışından, mevsimlerin gelip göçmesine;  atmosferin kalınlığından, güneş ışığının hızına; organlarımızın şekillerinden büyüklüklerine, sayılarına ve yerlerine kadar her şey kader ile planlanmıştır. Kudret, bu kader planı üzere eşyayı yaratır ve idare eder.

Toplum hayatında da “planlama” son derece önemlidir. Gelişigüzel, plansız, zuhurata tabi olarak yapılan işlerden bir verim alınması düşünülemez. Zira bu hal, fıtrata zıttır.

Kâinatta “tedric kanunu” hâkimdir; yani her şey birden bire değil kademeli olarak, safhalar halinde yaratılır. Kudreti sonsuz olan Allah, bu âlemi bir anda yaratmak yerine, altı devrede yaratmıştır. Ne ağaçlar bir anda büyürler, ne meyveler bir anda çıkarlar. Ne yumurtalar hemen kuş olur, ne de nutfeler bir anda insan haline gelirler.

O halde, acele etmemek, sebeplere tam riayet ettikten sonra neticeyi sabırla beklemek de fıtrata uymak demektir. Acelecilik fıtrata zıttır ve sonu hüsrandır.

Kâinatta “tekâmül kanunu” hakimdir. Kâinatın yaratıldığı altı devreden her biri, bir öncekine göre bir tekâmül sergilediği gibi, insanın da ana rahminde geçirdiği devrelerden her biri, bir öncekinden daha mükemmeldir.

Beden için geçerli olan bu kanun, ruh için de geçerlidir. İnsan daima öğrenir, öğrendikçe terakki eder. “İki günü müsavi olan zarardadır.” hadis-i şerifi bizleri sürekli olarak terakki etmeye ve kâinattaki bu tekâmül yürüyüşüne adım uydurmaya davet eder. Çekirdekler açılıp büyürken, fidanlar ağaç olmaya doğru yürürken, yumurtalar kuş olup uçmaya çabalarken, insanın yerinde sayması fıtrata zıttır.

Örnekler artırılabilir.

İnsan bu kâinatın meyvesi olduğuna göre, bu meyvenin kendi ağacına ters düşmesi, ondan ayrı bir yol takip etmesi fıtrata zıttır ve onu hüsrana götürür.

23 Çift cinsiyetli insanlara İslamın bakışı nasıldır; yaratılış hikmeti nedir bu insanların?

Günümüzde böyle olana «eşelcins» de denilmektedir. Bu daha çok hormon bozukluğundan meydana gelen anormal bir hastalıktır. İslâm dini, bununla ilgili bir takım hükümler koymuş, böylece toplum içinde nasıl davranmaları gerektiğini açıklamıştır.

Fukahanın çoğuna göre, h ü n s â: Erkeklik ve dişilik âleti birlikte bulunan kimsedir. Hangi aletinden idrar yapıyorsa, daha çok ona yakın bir hüküm taşır. Yani erkeklik aletinden idrar yapıyorsa, erkek; dişilik aletinden idrar yapıyorsa, dişi sayılır. (El-Hidâye - Merğinânî)

Her iki aletinden eşit biçimde idrar geliyorsa, o takdirde hem erkek, hem dişidir, yani ona hünsâ denilir. Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göredir. (El-Kâfî - El-Mervezî)

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, taşıdığı her iki aletten de idrar gelirse, o, «hünsâ-i müşkil» kabul edilir. Bir aletten az, birinden çok gelmesi buna tesir etmez.

Fukahanın çoğuna göre, bu durum, onun ergen olmasına kadar geçerlidir. Ergen olunca, erkeklik aleti harekete geçip evlenecek güçte bulunuyorsa, o takdirde erkek kabul edilir. Sakal ve bıyıklarının da çıkması böyledir. Bunun gibi ergenlik çağına girince göğüsleri büyür, ayhali olursa o takdirde dişi kabul edilir.

Ergenlik çağına girdiği halde ne erkek olduğuna, ne de dişi olduğuna dair belirtilen alâmetler ortaya çıkmazsa, o takdirde «Hünsâ Müşkil = Eşelcins» sayılır.

Sadece meni, belsuyunun çıkması yeterli değildir. Çünkü bu her iki cinsten de çıkabilir. (El-Hidâye - Merğinânî - Fetâvâryi Hindiyye)

Hünsâ Hakkındaki Hükümler:

Hünsâ müşkil (= eşcinsel durumunda olan) hakkında genel hüküm, dini hususlarda ihtiyatla âmel etmektir. Sübutunda şüphe sabit olan hususlarda ise hükmün sübutuyla hükmetmemektir.

Bu genel kaideyi açıklayalım:

Hünsâ müşkil, imamın arkasında durduğu zaman, erkeklerle kadınların safları arasında durur, yani ne erkeklerin saffında, ne de kadınların saffında yer alır, bu iki ayrı saffın arasında durur.

Erkeklerin saffına katılacak olursa, kadın olma ihtimâli dikkate alınarak onların namazını bozmuş olur. Kadınların saffında duracak olursa, erkek olma ihtimali mevcut olduğundan, kadınların namazını bozmuş olur.

Hünsâ müşkil, kadınların saffında durup namaz kılacak olursa ihtiyaten namazını iade eder. Çünkü erkek olma ihtimali vardır. Erkeklerin saffında dahil olup namaz kılarsa, namazı tamam sayılır. Ancak o safta onun sağında ve solunda bulunan ve tam arkasında bulunan kimseler namazı iade ederler. Bunda ihtiyat vardır.

Hünsâ müşkil, namazda kadınlar gibi oturur. (El-Kâfî - El-Mervezî)

İmam Muhammed'e göre, hünsâ müşkil, henüz ergen olmadan namaz kılarken başörtüsü örtmesi uygun olur. Ergen olduktan sonra kendisinde ne erkeklik, ne de kadınlık alâmeti açık biçimde ortaya çıkmazsa, o takdirde başörtüsüz namaz kılması, caiz olmaz.

Hünsâ ergen olduktan sonra mücevherat takınmaz. Bu onun için mekruhtur. Bunun gibi ipek elbise de giyinmesi mekruh kabul edilmiştir. (Tatarhaniyye - Fetâvâ-yi Hindiye)

Hünsâ müşkilin hem erkeklerin yanında, hem kadınların yanında soyunup açılması mekruhtur. Yanında mahremi bulunmadığı halde bir kadının ya da erkeğin yanında tenha kalması da mekruhtur.

Hünsâ müşkil, hacca gidecek olursa, yanında erkeklerden bir mahremi bulunursa -Hanefî mezhebine göre- üç günlük ve daha fazla uzak mesafelere seyahat edebilir. Safî ve Mâliki mezheplerine göre, yanında güvenilir erkek ve kadın bulunursa gidebilir.

Hünsâ müşkilin ihramı nasıl olmalıdır?

İmam Ebû Yusuf, «bu mesele hakkında bir bilgim yok» demiştir. İmam Muhammed'e göre, kadınlar gibi giyinip hac farizasını yerine getirir. (El-Kâfî - Mervezî)

Hünsâ müşkili sünnet etmek gerektiğinde onu erkek sünnetçi mi, yoksa kadın sünnetçi mi sünnet eder? Bu mesele hakkında iki görüş vardır: Ergen olmamışsa, erkek veya kadın sünnetçiden biri onu sünnet edebilir, bunda bir sakınca yoktur. İştiha çağına gelmiş fakat ergen olmamışsa, utanç yerine bakmadan, herhangi biri sünnet edebilir. Ergen olmuşsa, ne erkek ne de kadın sünnetçi onu sünnet eder.

Çünkü kadın sünnetçi onu sünnet edecek olursa, erkek olma ihtimali mevcut olduğundan kadının bir erkeğin utanç yerine bakması haramdır. Erkek sünnetçi onu sünnet edecek olursa, kadın olma ihtimali bulunduğundan erkeğin bir kadının utanç yerine bakması haramdır.

Hünsâ müşkil öldüğünde onu kim yıkayabilir?

Bu da üzerinde önemle durulan meselelerden biridir. Fukahanın çoğuna göre, ne kadın, ne de erkek onu yıkayabilir. Sadece birisi eline bir bez parçası sarıp ona teyemmüm verir ve böylece yıkanmış kabul edilir. Eğer yıkayan onun çok yakını ise, eline bez parçası sarmasına gerek yoktur, o vaziyette teyemmüm verir. Hünsâ müşkil, henüz ergen olmadan ölürse, onu kadın da, erkek de yıkayabilir, bunda bir sakınca görülmemiştir. (El-Cevheretü'n-Neyyire)

Hünsâ Müşkil Hakkında Nikâh Meselesi:

Hünsâ müşkilin babası, o henüz ergen olmadan birine nikâh ettirirse, bu nikâh askıda bekler, ergen oluncaya kadar bu askı devam eder. Nikâhlı çiftlerden biri ölürse, diğeri ona vâris olamaz. Ergenlik çağına girince, kadın veya erkek olduğu açık şekilde belirirse, ona göre nikâh geçerlik kazanır.

Şöyle ki: Hünsâ müşkil kız kabul edilip bir erkeğe nikâhlanmışsa, ergen olunca kız olduğu açıkça ortaya çıkarsa, yapılan nikâh sahih kabul edilir ve geçerlik kazanır. Erkek diye kendisine bir kız nikahlanmış ve ergen olunca erkek değil kız olduğu belirgin hale gelmişse, o takdirde yapılan nikâh hükümsüz kalır.

Hünsâ Müşkil Hakkında Hadler ve Kısas:

Bir kimse ergen olmuş hünsâ müşkile zina isnâd ederse, bundan dolayı hadd-i kazıf (seksen değnek vurulma cezası) gerekmez. Çünkü hünsâ müşkil tenasül aleti kesik erkek ve tenasül cihazı bitişik kapalı cinsel temasa elverişli olmayan kadın hükmündedir. Bu durumda olan kadın veya erkeğe zina isnâd edene nasıl ceza gerekmiyorsa, hünsâ müşkile de zina isnâd edene öylece ceza gerekmiyor.

Ama ergenlik çağına girmiş bir hünsâ müşkil başka birine zina iftirasında bulunursa, o takdirde kendisine şer'î ceza (seksen değnek vurulması) gerekir.

Hünsâ müşkil hırsızlık ettiğinde ceza uygulanır mı?

Hırsızlık konusunda, hünsâ müşkil, hünsâ olmayan kişiler gibidir. Ergenlik çağına girmişse, çaldığı mal hakkında şer'in belirttiği şartlar gerçekleşmişse, o takdirde eli kesilir. (El-Muhit - Radiyüddin Serahsî)

Kısas konusunda da bir ayrım yapılmaz. Yani Hünsâ müşkil ergen olduğu halde kasden vurup bir adamı öldürürse kısas gerekir. Hatâen öldürürse diyet gerekir.

Hünsâ müşkil dinden dönerse, hakkında mürted hükmü uygulanmaz. Yani tövbe etmediği takdirde öldürülmez.

Hünsâ müşkilin şahitliği de önemli meselelerden biridir; fukahanın çoğuna göre, onun şahitliği muteber değildir.

Hünsâ müşkil hakkında daha bir çok hükümler var. Ancak günümüzde uygulama alanı olmadığı için buraya nakletmeye lüzum görmedik. Sadece bazı önemli meselelerde sırf meraklılara bilgi olsun diye kısa bilgiler vermeye çalıştık. 

(bk. Celâl YILDIRIM, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, 2. Baskı, Uysal Kitabevi, IV/407-410)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Delilerin ahiretteki / kıyamet günü durumları ne olacak? 

24 Huy değiştirmek mümkün müdür?

İnsana verilen her bir his ve duygu insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değildir; aksine insanı Allah’a yaklaştırmak ve terakki etmek içindir. Bu sırrı bilmeyenler insanın kendinde bulunan bazı his ve duygulardan kesinlikle arındırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Halbuki böyle bir şey bazı insanlar için mümkün olmayan bir durumdur.

Fakat alimlerimizin çoğunluğu, bu his ve duyguların bizi terakki ettirmek için verildiği kanaatindedir. Bu his ve duyguların yüzünü fani ve ehemmiyetsiz şeylerden çevirip baki şeylere yönlendirmek gerekmektedir. Yani o duyguyu yok etmek değil, hayırlı şeylere yönlendirmek gerekir.

Mesela geleceği düşünmek hissi herkeste var. Bir insan bununla isterse sadece dünya hayatını düşünebilir ve sadece ona çalışabilir. Fakat bu his ve duygu sadece bunun için verilmemiştir. Öyleyse bu hissi başka değerli bir şeye yönlendirmesi gerekir. Bu da sonsuz geleceğimiz olan ahireti düşünmek tarzında olmalıdır. Böylece Cenab-ı Hakkın sevgili bir kulu olmaya yönelir.

Mesela insanda inat duygusu da var. Bu hissi dünya işlerine sarf ettiği zaman ehemmiyetsiz şeylere de inat eder. Ve günah da kazanır. Fakat insan bu hissini, Allah’ın istediği şekilde kullansa, o zaman ibadete inkılap etmiş olur. Şöyle ki, bu his ile bir Müslüman diyecek:

“Ben inat ettim sabah namazını kaçırmayacağım, inat ettim hiçbir mü’mine kızmayacağım, inat ettim her gün şu kadar namaz v.s ibadet edeceğim..."

Böylece kendisine verilen inat duygusunu hayırlı işlere çevirip ibadet haline getirebilir.

Ayrıca hırsın da böyle iki mertebesi var. Biri insanı günaha sevk eder, diğeri ubudiyete. Günah olan tarafı Allah hoş görmediği gibi, iyiye kullanılsa hoş karşılanır. Mesela bir insan hırs edip devamlı mal, mülk kazanmaya çalışsa ve neticede zekat vermez ise, bu his insanı helakete götürür. Veya insan kendine hedef tayin ettiği herhangi bir makamı elde etmek için, her türlü kılığa girmekten sıkılmıyor ve mukaddesatını feda edecek şekilde hırs gösteriyorsa, taşıdığı bu hırs duygusunu yanlış yerde kullanmış olur. Allah da bu hissi taşıyanı lanetler. Fakat insan bu hırs damarını “insanların imanlarını nasıl kurtarırım, insanlara nasıl faydalı olabilirim, ahiretteki makamımı nasıl artırırım ve Allah’ın rızasını nasıl kazanırım” diye kullansa, herhalde hırs damarı tüm hissiyatlar içerisinde sultan olur.

İşte insan kendinde bulunan bütün his ve duyguları hayırlı şeylere yönlendirebilir.

Bunun gibi sinirlenme duygusu, Allah’ın düşmanlarına ve zalimlere sinirlenmek için verilmiştir. Bu noktadan Müslümanlara sinirlenmek ve onlara kin beslemek caiz değildir. Sinir duygumuzu yerinde kullanmaya çalışacağız.

Sinirlendiğimiz zaman ne yapmalıyız?

1. Bildiğiniz gibi önce hastalığın önüne geçmek daha önemlidir. Yani koruyucu hekimlik gibi, manevi hastalıklarımıza karşı da önceden tedbir almak gerekiyor.

2. Böyle bir durumda hemen abdest almak ve mümükünse iki rekat namaz kılmak. En azından bulunduğumuz konumu değiştirmek. Ayakta isek oturmak, oturuyorsak uzanmak gibi.

3. Eğer namaz kılma imkanı yoksa Kur'an-ı Kerim okumak. Yüzünden okuma fırsatınız yoksa bildiğiniz sureleri ezberden okumak. Örneğin, Nas, Felak, İhlas, Fatiha, Ayet el-Kürsi gibi.

4. Ölümü düşünmek. Çünkü ölüm bize dünyaya gelişimizi ve en önemli vazifemizin Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu hatırlatır.

5. Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle nazarımıza sunulmuş:

“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (bk. Bediüzzaman, Sünuhat)

“Ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi manasına geliyor. Gözün vazediliş, yani yaratılış gayesi görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.

Her duygusunu ve hissini rıza dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.

Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.

Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin nazarları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fani dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.

Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.

Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.

“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur...” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal)

Her hayır gibi, kalp huzuru da O’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.

Ve bir reçete:

“Hem (Kur’an) mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (Sözler , Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?

Asrımızda, küfür ve inkârın cemiyetin manevî bünyesini tahrip etmesi, bir çok soru, hurafe ve safsataların insan zihninde yer etmesi, bu hidayet güneşi olan Peygamberin (asm) feyzinden yeterli ölçüde istifade edilememesindendir. Hatta bu günkü ileri seviyesine rağmen, fen ve teknolojinin fert ve cemiyet hayatında huzuru temin edememesi, sosyal hayattan şefkat, merhamet, muhabbet ve adalet gibi önemli esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebep olması, peygamberlik okulunun kapısını çalamamaktan kaynaklanmaktadır.

Evet, ulvî bir hayata aday, sonsuz bir mutluluğa âşık olan insan için, bu eksik ve sınırlı olan akıl, yeterli ve yetkin bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Gerçeği bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere bağlı olması ile mümkündür.

Her şeyi kuşatan ve sınırsız olan ilâhî hakikatlerin insanlara öğretilebilmesi için peygamber gönderilmesi zorunludur. Bu gerçeğe bağlı olarak Allah, insanlara, peygamber göndermiştir. Tâ ki hak ile batılı, doğru ile yanlışı, gerçek ile hurafeyi ayırtabilsinler.

Evet peygamberler, insanlara Allah’ın birliğini bildirmişler, kendilerine tabi olanları Allah’ı tanıma yolunda ilerletmişler ve onları Allah’a ortak koşmaktan yanlış inanışlardan kurtarmışlardır.

O nuranî zatlar, Allah’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olmuşlardır. Allah’ı hakkıyla sevip ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kâinatın ifade ettiği gizli anlamları sezinleyerek ümmetlerine bildirmişlerdir. Bütün insanlığın yaratıldığı günden itibaren en büyük problemi olan "Necisin, nereden geliyor ve nereye gidiyorsun?" sorularına akla yakın, ikna edici cevaplar vermişlerdir.

Evet Allah, peygamberleri en ulvi bir özelliğe sahip olarak yaratmış, onların duygu ve kabiliyetlerini en güzel şekilde kendisi terbiye etmiş, onları tüm insanlığa yol gösterici ve öğretici olarak göndermiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fıtrat hakkında bilgi verir misiniz? "Fıtrata uygun hareket etmek” (Rum, 30/30) ne demektir?

25 Erkeklerin saç ve sakal tıraşı şekilleri hakkında bilgi verir misiniz?

Saç tıraşının örfe zıt olmamak şartı ile her türlü şekli caizdir. Ama sünnet olup olmaması başka bir meseledir. Çünkü bir işin caiz olması ile sünnet olması ayrı şeylerdir. Bir şey sünnet olursa kesinlikle caizdir. Fakat "her caiz olan sünnettir" demek değildir.

Top sakal bırakmak caizdir, fakat sünnet değildir;  yani Peygamberimiz (asm)'in uygulaması değildir.

Efendimiz (asm)'in hayatına baktığımızda, çok küçük denebilecek hâl ve hareketlerde bile başkalarına benzemekten Müslümanları yasakladığını biliyoruz. (Ebu Davud, Libas 4; Müsned, II/50; Tirmizi, İsti'zan 7)

Belki de bu hadislerin ruhundan hareketle söylenen "Kalıbı ile başkalarına benzeyenin zamanla kalbi ile de benzeyeceği" hakikatini, bugün psikoloji ilmi de kabul etmektedir. Bu sebeple bu tür bir sakal tarzını hoş karşılamak doğru değildir. Ancak bir maslahata binaen böyle bir sakal bırakılıyorsa, buna bir şey denemez. Ancak bu maslahatı da kişinin kendisi değil fıkıh alanında uzman olan kişiler belirleyebilir.

26 Münafıklık nedir? Amelî münafık ne anlama geliyor; kendi şahsî ibadetine dikkat edip başkalarının günahlarına üzülmeyen münafık mıdır?

Münafıklık iki anlamda kullanılmaktadır.

Birincisi; inançla alakalıdır. Küfrünü gizleyip, inandığını söyleyen veya inanmış gibi davranış sergileyen kimse bu anlamdaki münafıktır. Münafık dendiğinde ilk akla gelen de budur.

İkincisi; amelî münafıklıktır. Bu çeşit münafıklık daha çok iki yüzlülük yapmak, farklı yerlerde farklı davranış sergilemekle kendini gösterir.

Hadiste "Sözünü yiyen, yalan söyleyen ve emanette hıyanet edenlerin münafıklıklarını" bu amelî anlamda değerlendirmek icap eder.

Bir Müslüman kendinin maddi ve manevi kurtuluşunu düşündüğü kadar diğer Müslümanların hatta bütün insanların da kurtuluşlarını düşünmelidir. Bu, Peygamber Efendimizin (asm), sahabe efendilerimizin ve diğer büyük zatların özelliklerindendir.

İhlas ve isar hasletleri, sadece kendini değil, diğerlerini de düşünmeyi gerektirir. İsar, Kur'an'ın sahabenin şahsiyetinde övdüğü bir haslettir:

"Kendileri ihtiyaç içinde bile olsalar, kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler."(Haşr, 59/9)

Bu açıdan sözünü ettiğiniz cümleler, sırf şahsını düşünüp, ümmetin perişan halini düşünmeyen kimsenin gereken samimiyeti göstermediği anlamında kullanılmış olabilir. Yoksa itikadi anlamda münafık olduğu anlamına gelmez.

İlave bilgi için tıklayınız:

MÜNAFI, MÜNAFIKLIK...

27 Televizyon seyretmenin hükmü nedir?

Televizyon seyretmenin günah olup olmaması, tamamen programa bağlı bir durumdur. Toplumumuzun ahlak, ilim, iman, irfan ve edep değerlerine riayet eden programları izlemekte bir sakınca yoktur.

Bununla berâber, programlar ahlakî de olsa bunları izlemenin, kitap okumayı ve dostlukları öldürdüğü bir vâkıadır. Netice olarak, iyi programlar için mubah olduğu söylenebilir. Kötü programları izlemek ise câiz değildir.

Gazete ve dergilerdeki müstehcen resimler ile televizyondaki açık görüntüler gerçek değil resim ve hayal olduğu için, onlara bakmak hakiki kadının vücuduna bakmak gibi haram sayılmaz. Ancak şehvet ile bakan bir kimse için haram olur. İbn Hacer Heytemî ile Şirvanî şöyle diyorlar: Aynada veya suda görünen kadın görüntüsüne bakmak haram değildir. Ancak fitneye vesile olduğu takdirde haram olur. (Tuhfetü'l-Muhtâç ve Şirvâni, c. 7, s. 192; Halil Gönenç, günümüz meselelerine fetvalar – 2, s: 167)

Özetle, gazete ve dergilerdeki müstehcen resimler ile televizyondaki açık görüntüler gerçek değil resim ve hayal olduğu için, onlara bakmak hakiki kadının vücuduna bakmak gibi haram sayılmaz. Ancak şehvet ile bakan bir kimse için haram olur.

Televizyonun Düğmesini Kapat, Hayatın Düğmesini Aç

Yan yana, iç içe, yüzyüze bulunduğumuz bir canavar.

Bu canavarı hepimiz tanıyoruz. Biliyoruz.

Ama…

Evimizin baş köşesine koyuyoruz.

Bu canavar bizi aynı çatı altında, hatta aynı odada bulunduğunuz anne-babamızdan, çoluk-çocuğumuzdan koparıyor. En yakınlarımıza karşı ilgi ve alâka fakiri iken, onun için en değerli sermayemizi, zamanımızı sınırsız bir cömertlikle ona feda ediyoruz. Önüne hayatımızı seriyoruz.

Bu canavar bizi, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan koparıyor. Dostlukların, komşulukların, arkadaşlıkların tesisi için biraraya gelsek de, farkına varmadan o canavara bütün bu güzellikleri hibe ediyoruz.

Bu canavar bizi, birer robota dönüştürüyor. Hayatımızı o şekillendiriyor. Yememizi, içmemizi, evimizi eşyalarımızı, alışverişimizi, gezilerimizi, dilimizi, beynimizi, kalbimizi daha pek çok yönümüzü o belirliyor.

Kısaca, onsuz yapamıyoruz. Onsuz yaşayamaz hale geldik. Onsuz bir hayatı hayal bile edemiyoruz.

Tek kelimeyle televizyon “HER ŞEYİMİZ!”

Fazla mı Abarttık?

Kesinlikle hayır.

RTÜK tarafından yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, ülkemizde günlük ortalama TV izleme süremiz DÖRT saat. Bu ortalamayı esas alırsak, bir yılda tam 1.460 (BİN DÖRT YÜZ ALTMIŞ) saatimizi, toplam olarak ALTMIŞ günümüzü televizyona ayırıyoruz.

Bugün ülkemizde televizyon olmayan ev neredeyse yok gibi. Sanki televizyonla bütünleşmiş bir yapımız var. Bu durumdaki bir insandan veya aileden televizyonunu kapatmasını istemek, bebekten sütü esirgemek gibi algılanıyor. Çünkü artık televizyonsuz eğlenemez, televizyonsuz gülemez, televizyonsuz yemeğini dahi yiyemez, kısacası televizyonsuz yaşayamaz hale geldik.

Televizyona bu derece bağımlılığın altında yatan sebeplerin başında tembellik var. Aslında tembellik televizyon seyretmenin hem sebebi, hem sonucu. Bir kere televizyonun başına geçince gerisi geliyor. Gönüllü olarak karşısına geçiyor, gözümüzü ona dikip, adetâ hipnotize oluyoruz.

Televizyonun boy hedeflerinden birisi kitap okumak. Televizyon seyretmekle kitap okumak arasında ters orantı bulunuyor. İbre televizyona kaydıkça, kitap hayatımızdan çıkıyor. Televizyon seyretmedikçe kitap okuma oranı hızla artıyor.

Televizyona karşı belki en savunmasız durumda olanlar, çocuklar. Hele bir de televizyonu bebeklik çağından itibaren bir tür çocuk bakıcısı olarak kullanan anne-babalar, en değerli varlıklarını kendi elleriyle canavara teslim ediyorlar. Çocukların hemen her türlü programı kontrolsüzce seyretmeleri, ruh dünyalarında tamir edilmez yaralar açıyor.

Televizyon seyretmeyen çocuklar, hayal güçlerini daha rahat geliştirebiliyorlar... Çünkü televizyon bağımlısı çocuklar izledikleri filmlerden, çizgi filmlerden her şeyi hazır olarak alıyorlar ve zihinleri gün geçtikçe tembelleşiyor.

Diğer yandan haberlerden filmlere, dizilerden çizgi filmlere kadar neredeyse bütün programlarda şiddet unsuru gözlemlenebiliyor. Uzmanlara göre bu kadar sıklıkla şiddet sahnesini takip eden çocuklar için, şiddet âdetâ sıradanlaşıyor. Böyle çocuklar hem yetişme dönemlerinde, hem de ileriki yaşlarda büyük çaplı psikolojik bunalımlar yaşıyorlar. Diğer insanlarla uyum sağlamada zorlanıyorlar. Daha da kötüsü, toplum için sürekli bir tehdit unsuru haline gelebiliyorlar.

Televizyondan kurtulan insan, tüketim hastalığından kurtulma yolunda da önemli bir adım atmış oluyor. Çünkü televizyon, kendisine bağımlı olan insanları birer tüketim canavarı haline getiriyor. Reklamlarla estirilen tüketim fırtınası, çeşitli filmler, diziler, eğlence ve magazin programlarıyla devam ediyor. Neticede ortaya televizyonda seyrettiklerini uygulamak için birbirleriyle yarışan insan tipleri çıkıyor.

Televizyon dilimizi de olumsuz yönde etkiliyor. Gerek yabancı ve gerekse yerli programlarda Türkçenin sıkça yanlış, kötü ve yabancı özentili kullanılması, argoya her fırsatta yer verilmesi, çocukları ileriki yaşlara kadar etkileyecek seviyede olumsuz yönde etkiliyor.

AMERİKAYI TEKRAR KEŞFETMEK

Televizyonun hayatımızda yaptığı tahripleri ortadan kaldırmak ve açtığı derin yaraları tedavi edebilmek için önümüzde iki yol var: Ya Amerikayı yeniden keşfedeceğiz ya da dünyanın en fazla televizyon bağımlısının bulunduğu Amerikadaki, ardından Avrupa ülkelerindeki uygulanan bazı yöntemleri, bazı çözümleri dikkate alacağız.

Amerika’da ON yıldır kutlanan “TV Turnoff Week,” yani “TV Kapatma Haftası,” televizyon bağımlılığına emin adımlarla ilerleyen bizlere çok önemli mesajlar barındırıyor. Özet olarak aktaralım:

Bu haftanın düzenlenmesindeki temel amaç, insanların yılda bir hafta için de olsa televizyon karşısında harcadıkları zamanı azaltabilmek ve insanların zihnine daha faydalı şeyler yapabilecekleri anlayışını yerleştirebilmek. Bu haftayı düzenleyenler ve destek verenler, insanlara şu mesajı aktarıyorlar:

“Sadece bir haftalığına televizyonunu kapat; sonra gör bak neler olacak!”

TV Kapatma Haftası ilk olarak 1995 yılında kutlanmaya başlandı. Daha ilk yılında bu faaliyete 45.000 okul ve 8.000.000'dan fazla insan katıldı. Bu uygulamayı organizeli olarak ilk başlatan ise, sonradan TV-Turnoff Network (TV Kapatma Ağı) ismini alan TV-Free America (TV’den Bağımsız Amerika) isimli özel bir kuruluş oldu.

TV-Turnoff Network’ün çok çarpıcı bir sloganı var: “Turn off TV – Turn on Life!” Yani, “Televizyonun düğmesini kapat, hayatın düğmesini aç!”

TV Kapatma Haftası Amerika’da doğduktan sonra diğer ülkelere de yayılmaya başladı. Her yıl Nisan ayının son haftası, çok sayıda ülkede, televizyonun zararları ve bundan korunma çarelerine dair önemli mesajların aktarıldığı bazı programlarla gündeme getiriliyor. Bu yılın TV Kapatma Haftası ise 25 Nisan – 1 Mayıs 2005 tarihleri arasında kutlanacak.

Televizyona Niçin Bağlanıyoruz?

Hayatta kalma savaşındaki dikkate değer çelişkilerden biri, organizmaların, kendi arzuladıkları şeyler tarafından kolayca zarar görebilmeleri. Tıpkı balıkların oltanın ucundaki yemle, farelerinse peynirle avlanmaları gibi. Ancak bu yaratıkların, aldanışları için en azından uygun bir mazeretleri var: Yem ve peynir, hayatta kalmalarını sağlayan besin maddeleri. İnsanlarınsa, çoğu bağımlılıkları için bu türden tesellileri yok denecek kadar az.

İnsanların hayatı düşkünlüklerine bağlı olarak altüst olabiliyor. Yaşamını sürdürmek için kimse alkol içmek, kumar oynamak zorunda değil. Bu yüzden, eğlence ya da oyalanma amaçlı yapılan bir şeyin ne zaman kontrolden çıktığını anlamak, yaşamın önemli dönüm noktalarından olsa gerek. Düşkünlüklerin ille de fiziksel maddelerle ilgili olması gerekmiyor. Televizyon, ünü ve her yerde bulunabilirliğiyle, dünyanın en popüler boşa zaman geçirme makinesi olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu insan, televizyonla arasında sevmekle nefret etmek arası bir bağ olduğunu itiraf ediyor. Ondan şikayet edenler, şikayetleri bittikten belki de hemen sonra koltuklarına kurulup, uzaktan kumandalarına sarılıveriyorlar.

Anne babalar, çocuklarının televizyon seyretmeleri konusunda endişelerini dile getiriyorlar. Ama aslında bu endişe, kendilerinin çok fazla televizyon seyretmesinden kaynaklanmıyor mu? Dost sohbetlerinde, aile toplantılarında, söyleyeceğimiz şeyler tükendiğinde...

Çoğumuz, onunla olabilmek için bir kitap okumadan, ailemizle, arkadaşlarımızla konuşmadan, bir yakınımızın sesini duymadan, çocuğumuzla bir oyun oynamadan, gönlümüzce bir gezintiye çıkmadan, çocuklarımız için kurabiye pişirmeden geçiriyoruz günlerimizi.

Endüstriyel dünyada bireyler günde ortalama üç saatlerini plansız olarak televizyon seyretmeye ayırıyorlar. Bu saatler, bir gün içinde çalışma ve uyuma dışında tek bir faaliyet için ayrılan en büyük zaman dilimini oluşturuyor. Düşünün, yetmiş beş yaşına geldiğinizde, her gün yalnızca üç saat televizyon seyrettiyseniz, yaklaşık dokuz yılınızı televizyon karşısında geçirmiş oluyorsunuz. Rakam gerçekten çok çarpıcı.

Bazı yorumculara göre bu bağlılık basitçe şu anlama geliyor: İnsanlar televizyon seyretmekten hoşlanıyor ve onu seyretmek için bilinçli bir karar alıyorlar. Eğer her şey bundan ibaretse, o halde neden bu kadar çok insan, fazla televizyon seyrettiği endişesine kapılıyor? Neden beş yetişkinden ikisi, on gençten yedisi televizyon karşısında çok fazla zaman geçirdiğini düşünüyor? Neden yetişkinlerin yaklaşık % 10'u kendini TV bağımlısı olarak tanımlıyor?.

Televizyon seyreden insanların davranışlarını ve duygularını günlük yaşam sırasında takip etmek için yapılan bir çalışmada, katılımcılara üzerlerinde taşımaları için birer cihaz verilmiş. Katılımcılara, günde altı-sekiz kez gelişigüzel olarak bu cihaz aracılığıyla sinyal gönderilmiş. Sinyali aldıkları anda katılımcılar ne yaptıklarını ve ne hissettiklerini not etmişler. O anda televizyon seyreden kişilerin kendilerini rahatlamış ve pasif hissettikleri belirlenmiş.

Benzer şekilde, EEG çalışmaları da televizyon seyrederken kitap okumaya oranla daha az zihinsel uyarılma olduğunu göstermiş. İlginç olan, televizyon kapatıldığında rahatlama duygusunun sona ermesi, ancak pasiflik ve düşük uyarılma durumunun devam etmesi. Araştırmaya katılanlar, televizyonun bir şekilde enerjilerini çekip aldığını ve kendilerini tükenmiş, bitkin hissettirdiğini yansıtmışlar.

Bu kişiler, televizyon seyrettikten sonra, öncesine oranla herhangi bir şeye daha zor yoğunlaştıklarını da söylemişler. Ancak bu durumun aksine, kitap okuduktan sonra, çok nadir olarak bu tür problemlerle karşılamışlar. Spor yaptıktan ya da hobilerle uğraştıktan sonra da ruh hallerinde düzelmeler, iyileşmeler kaydetmişler.

Ancak bu çalışmada ortaya çıkan bir başka sonuç, çok fazla televizyon seyredenlerin (günde dört saatten fazla) az televizyon seyredenlerden (günde iki saatten az) çok daha az zevk aldıkları. Bazıları fazla zevk almamanın yanı sıra, daha üretken, daha yararlı bir iş yapmadıkları için suçluluk ve rahatsızlık da duyuyorlar. Japonya, İngiltere ve ABD'de yapılan araştırmalar, bu suçluluk duygusunun, gelir düzeyi düşük gruplarda daha fazla oluştuğunu göstermiş.

Televizyon karşısında rahatlama duygusu çok çabuk geliştiğinden, insanlar televizyon izlemeyi rahatlamakla, dinlenmekle bir tutmaya şartlanmış durumdalar. Bu ilişki, izleme süresi boyunca kendini gösterdiğinden, zamanla kuvvetleniyor. Televizyon bozulduğunda ya da elektrik kesildiğinde oluşan stres de, bu ilişkiyi destekleyen başka bir etken.

Bağımlılık yapan ilaçlar da aynı şekilde çalışıyor. Vücudu hızla terkeden bir uyuşturucunun bağımlılık yaratma olasılığı, vücudu daha yavaş terkedenlere oranla daha az. Çünkü kullanıcı, ilacın etkilerinin yavaş yavaş azaldığının farkına varıyor ve bütünüyle geçmeden yeniden alma çabasına giriyor. Benzer şekilde, bireylerin, televizyon izlemeyi bırakırlarsa kendilerini daha az rahatlamış hissedeceklerini bilmeleri, televizyonu kapatmamalarında önemli bir etken olabiliyor. Böylece izleme, sürekli daha fazla izlemeye neden oluyor.

TV Onların Bir Parçası

Acaba çok fazla televizyon seyrederek vakit geçirenler, diğer insanlara göre hayatı daha farklı mı yaşıyorlar? İnsanlarla beraber olmaktan hoşlanmıyorlar mı? Bu tür sorulara cevap aramak için yapılan araştırmaların verdiği sonuç şu:

Aşırı derecede televizyon seyredenler, az televizyon seyredenlere göre kendilerini belirgin bir şekilde daha huzursuz, sinirli, sabırsız ve daha az hoşgörülü, yaratıcı, mutlu hissediyorlar. Özellikle de, hiçbir şey yapmadan durduklarında. İzleyici tek başına olduğunda fark daha da büyüyor. Kendilerini televizyon bağımlısı olarak tanımlayan kişilerle yapılan çalışmada, bu kişilerin çok daha kolay sıkıldıkları, kendilerini kontrol etme yeteneklerinin az olduğu ve dikkatlerinin çok kolay dağıldığı da gözlenmiş.

Yıllardır yapılan çalışmaların gösterdiği diğer sonuçlarsa, televizyonla çok fazla zaman geçirenlerin, hiç seyretmeyen ya da az seyredenlere oranla toplum içine daha az karıştıkları, sosyal etkinliklerinin daha az olduğu, fazla ya da hiç spor yapmadıkları, aşırı şişmanlığa daha yatkın oldukları.

Doğal olarak ortaya çıkan soru şu: Karşılıklı ilişki hangi yönde ilerliyor? İnsanlar sıkıntı ve yalnızlıktan mı TV'ye yöneliyor, yoksa TV seyretmek mi insanları sıkıntı ve yalnızlığa itiyor? Genelde ilk görüş benimsense de, ikincisini destekleyen araştırmacılar da var. Ya da her ikisinin de bir kısır döngü şeklinde birbirini tetiklediğini...

Evlerde yalnızca bir televizyonun olduğu yıllarda yapılan bir araştırmada TV'nin bozulduğu zamanlar için aile bireyleri "Korkunçtu. Hiçbir şey yapmadık. Kocam ve ben konuşarak vakit geçirmeye çalıştık", "Çocuklarımı değişik oyunlarla oyalamaya çalıştım ama imkansızdı. TV onların da bir parçası olmuştu." gibi çarpıcı açıklamalar yapmışlar. Eğer bir aile boş zamanının aslan payını televizyon seyretmeye ayırıyorsa, bu ailenin boş zamanlarını yeni bir etkinliğe bağlı olacak şekilde yeniden düzenlemesi gerçekten kolay değil. Bu yüzden de araştırmalar için bir hafta ya da bir aylığına televizyon seyretmeyi bırakmaya gönüllü olmuş ailelerin pek çoğu, bu yokluk dönemini tamamlamayı başaramamış. Çoğu kişi için ilk üç, dört gün en kötüsüymüş. Hatta çok az televizyon izlenen, başka etkinliklerin de sıklıkla yaşandığı evlerde bile. Bu ilk birkaç gün boyunca tüm ev işlerinin yarısından çoğunun düzeni bozulmuş, aksamış. Aile bireyleri televizyon izlemekten boşalan bu yeni zaman diliminde ne yapacaklarını şaşırmışlar ve ancak ikinci haftada bu duruma alışmaya başlamışlar.

Aslında araştırmacıların söylediği, televizyon seyretmeyi tümüyle bırakmak gerektiği değil. Asıl sorunlar, çok fazla ve uzun süreli seyirle birlikte geliyor. Ancak, bir kişinin medya alışkanlıkları üzerinde kontrol sağlayabilmek bugün, daha önce olmadığı kadar cesaret gerektiriyor. TV setleri her yere yayılmış durumda ve bu küçük ekranlar -ki aslında artık dev boyutluları tercih ediliyor- kişilerin hayatının geri kalanının kalitesiyle, niteliğiyle pek ilgilenmiyorlar. Televizyon, kolay yoldan rahatlama ve kaçış için sınırlı dozlarda yararlı olabilir belki; ama bu alışkanlık yeni şeyler öğrenme, aktif yaşam sürme gibi isteklere karışmaya başladığında, bir çeşit bağımlılık oluşturmaya başlıyor ve ciddi bir şekilde ele alınması gerekiyor.

Madde Bağımlılığı ve Televizyon

Bilimadamları yıllardır televizyonun insanlar üzerindeki etkisi üzerinde çalışıyorlar. Özellikle odaklandıkları noktaysa TV’de seyredilen ya da tanık olunan şiddetin, gerçek yaşamda da şiddet yanlısı olmayla ilişkili olup olmadığı. Ancak bu küçük ekrana olan bağlılığa, hatta kimilerine göre bağımlılığa çok fazla ilgi gösterilmemiş. Televizyonun, bağımlılığa yol açanlar listesinde yer alması için gerekli kriterlere uyması, tüm araştırmacıların bu olguyu kabullenmesi anlamına gelmiyor. Psikologlar ve psikiyatristlerse, madde bağımlılığının aşağıdaki ölçütlere uyması gerektiğini söylüyorlar:

- Bir maddeyi kullanarak çok fazla zaman geçirmek,

- Niyet ettiğinden çok daha fazla ve sık kullanmak,

- Sürekli kullanımı azaltması gerektiğini düşünmek,

- Bırakma ya da azaltma konusunda sürekli tekrarlanan başarısız deneyimler,

- Madde kullanımının asıl yapılacak işlerin önüne geçmesi,

- Kullanmak için önemli sosyal, ailesel ve mesleki faaliyetlerden vazgeçmek ya da bunları bırakmak,

- Neden olduğu ciddi sorunlara karşın kullanmaya devam etmek,

- Kullanılmadığı zamanlarda huzursuz ve sinirli olmak,

- İstenen etkiye ulaşmak için maddenin miktar ve sıklığını artırmaya gerek duymak,

- Bu maddenin kullanımı bırakıldığında, uyuşturucudan kesilince oluşan belirtilerle aynı belirtilerin oluşması.

Tüm bu ölçütler çok fazla televizyon seyreden insanlara da uyuyor. Bu tabii ki televizyon seyretmenin ille de problem doğuracağı anlamına gelmiyor. Televizyon eğlendirici olduğu gibi öğretici de olabilir ve oyalanma, kaçış, dikkat dağıtma gibi gereksinimlerimizi karşılayabilir. Sorun, insanların bu kadar fazla TV seyretmemeleri gerektiğini düşünmeye başladıklarında ve ne yazık ki kendilerini bu durumu azaltmak için bir şeyler yapamadıklarını farkettiklerinde kendini gösteriyor.

Bazı araştırmacılara göreyse televizyon ve uyuşturucu arasındaki en inandırıcı paralellik, televizyon bağımlısı denilen insanların, televizyon seyretmeyi azalttıklarında ya da bıraktıklarında, uyuşturucudan kesilince oluşan belirtileri yaşamaları

Niçin Bağlanıyoruz?

Televizyonun cazibesi, kısmen bizim kendi biyolojik tepki mekanizmamızdan kaynaklanıyor. Ani ya da yeni uyarıcılara karşı içgüdüsel olarak verdiğimiz tepkiler olan yönelme tepkisi ya da refleksi, bu noktada özellikle etkili.

Aynı sahne içinde kamera açısının değişimi, bir sahneden diğerine geçiş, uzaktan çekim ya da yakına odaklanma, ani ses artışı gibi, televizyonda kullanılan basit biçimsel özelliklerin, bu tepkiyi harekete geçirip geçirmediği üzerinde çalışmalar yapılmış. Beyin dalgalarının bu biçimsel özelliklerden nasıl etkilendiğini izleyen araştırmacılar, televizyonun aslında bu hileler sayesinde cazip hale geldiği, içeriğinin çok önemli olmadığı sonucuna varmışlar. Bu durumda, yönelme refleksi, "Eğer televizyon açıksa, gözlerimi ondan ayıramıyorum.", "Daha az televizyon seyretmek istiyorum, ama başaramıyorum.", "Televizyon seyrederken kendimi hipnotize olmuş gibi hissediyorum." türünden açıklamaları kısmen cevaplayabiliyor.

Özellikle reklamlarda ve müzik kliplerinde bu biçimsel özellikler dakikada bir gibi bir sıklıkla verilerek, yönelme refleksi sürekli olarak aktif tutuluyor. Birbiriyle bağlantısı olmayan sahnelerin hızla değiştirilmesiyle, bir bilgi taşıyıp iletmekten çok, dikkat çekmek amaçlanıyor. Reklamın ayrıntıları hafızada uçucu oluyor, ama insanlar ürünün ya da albümün ismini hatırlayabiliyor. Yönelme tepkisinin çok fazla çalıştığı bu gibi durumlarda izleyici ekrana bakmaya devam etse de, kendisini bitkin ve yorgun hissediyor. Özellikle hareketin çok fazla olduğu bilgisayar oyunlarında bu şikayetler artıyor ve baş dönmesi, mide bulantısı gibi ilaveler de oluyor.

Buna güzel bir örnek, 1997 yılında Japon televizyonunda yayınlanan bir Pokemon video oyunundaki parlak ışıkları seyretmekten kaynaklanan, ışığa duyarlı epilepsi şikayetiyle, 700 kadar çocuğun hastanelere kaldırılması.

Araştırmacılar, biçimsel özelliklerin insanların gördüklerine ilişkin belleklerini etkileyip etkilemediğini de araştırmışlar. Çalışmalardan birinde katılımcılara bir program seyrettirilmiş. Aynı sahnede, bir kamera açısından diğerine geçiş sıklığının artırılması, tanıma oranını artırmış. Çünkü bu geçişler, ilginin ekran üzerinde yoğunlaşmasını sağlamış. Yeni bir sahneye geçiş sıklığını artırmak da belli bir düzeye kadar benzer bir etki yaratmış. Ancak bu geçişlerin sıklığı iki dakika içinde 10'u geçerse tanıma oranı ani bir düşüş göstermiş.

Televizyon Bağımlılığından Kurtulmak

Eve gelir gelmez yaptığınız ilk iş televizyonu açmaksa, yemeklerinizi sürekli televizyon karşısında yiyorsanız, bir televizyon programını kaçırmamak için arkadaşlarınızla ya da ailenizle buluşmayı reddediyorsanız, TV rehberlerine bakmadan pek çok dizi ya da programın kanalını ve başlama saatini söyleyebiliyorsanız, televizyon seyrederken yüksek sesle konuşan ya da size bir şeyler anlatmaya çalışan insanlara sinir oluyorsanız, ya da bir yıl boyunca televizyonsuz kalmanız için birilerinin size milyarlar vermesi gerektiğini düşünüyorsanız, adına ister bağlılık deyin ister bağımlılık, bu parlayan kutucuk sizi ağına düşürmüş demektir. Uzmanların bu durumda olanları kurtarmak için bir dizi önerileri var elbette:

- Diğer alışkanlıklarda olduğu gibi, bu işle ne kadar zaman tükettiğinizi, size getirdiklerini ve götürdüklerini yazacağınız bir günlük tutmaya başlayın. Aynı zamanda seyrettiğiniz bütün programları da yazacağınız bir günlük olmalı bu.

- Ailece yapabileceğiniz alternatif etkinlikler listesi oluşturun ve bunu buzdolabı gibi herkesin görebileceği bir yere yapıştırın. Aile bireyleri o liste içerisinde kendine uygun bir şeyler bulacaktır mutlaka.

- Seyirciler genellikle bir programın, bir filmin iyi olup olmadığını bir iki dakikada anlar. Fakat televizyonu kapatmak yerine televizyonun karşısında otururlar. Elbette daha sonra neler olacağını merak ettiğiniz için seyretmeye devam etmeniz normaldir. Ama televizyon kapatıldığında ve bireyler dikkatlerini başka şeylere yönelttiklerinde artık programı umursamayabilirler. Bu yüzden beğenmediğiniz bir şeyi seyretmemek için iradenizi kullanmayı öğrenin.

- Haftada bir günü televizyonsuz gün ilan edin. Gün sayısını artırdıkça tüm ailenizin TV'ye ne kadar endekslenmiş bir yaşamı olduğunu anlayacaksınız.

- TV gürültüsünü arka planda çalan fon sesi olmaktan çıkarın. Eğer birtakım işler yaparken bir şeyler dinlemekten hoşlanıyorsanız radyo ya da kaset çalar daha uygun olacaktır.

Ve Çocuklarınız İçin:

- Ne kadar meşgul olursanız olun, televizyonu asla bebeğinizi oyalama amaçlı kullanmayın.

- Beyinleri gelişme devresinde olan çocuklarınızın saatlerce televizyon karşısına oturmalarını engelleyin.

- Çocuğunuzun ne seyredeceğine siz karar verin. Seçtiğiniz program biter bitmez çocuğunuzun ekran karşısına yapışıp kalmaması için televizyonu kapatın.

Çocukların beyinleri, beynin yaptığı alıştırmanın tipine göre, bölgelerin içinde ve arasında bağlar geliştirir. Beynin gelişimi üzerine araştırmalar yapan bilim adamlarına göre aşırı televizyon izlemek bu bağların gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Analitik düşünme, okuma ve dil gelişimi için önemli olan sol yarımküre sistemlerinin uyarılmasını azaltabiliyor. Aşırı derecede TV izlemenin, yüksek düzeyde kavrama becerisi için gerekli olan okuma becerisi üzerine, son derece kuvvetli olumsuz etkileri olduğu da kabul ediliyor. Çalışmalar, televizyon izleme zamanıyla dil gelişimi testlerindeki performans arasında doğrudan bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ve ne yazık ki gelişmeden ya da az gelişmiş bir şekilde bırakılan dil becerisi, kişinin öğrenme yeteneğini tümüyle etkiliyor.

Amerikan Çocuk Sağlığı Uzmanları Derneği tüm bu nedenlerden ötürü, televizyon ve bilgisayarların, çocukların odasından alınmasını ve çocuklara iki yaşına kadar televizyon seyrettirilmemesini öneriyor.

28 Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan insanlık nasıl çoğalmıştır?

İnsanlar Hz. Âdem’le Hz. Havva’dan doğarak çoğalmışlardır. Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı...

İlave bilgi için tıklayınız:

Bütün insanlar Hz. Âdem’den geldiğine göre, çocukları (kardeşler) birbirleriyle nasıl evlendi?

29 İnsanlardan bazılarının maymunlara dönüştürüldükleri belirtilen olay ve kavmi anlatabilir misiniz?

Bakara Sûresinin 65. ve 66. âyetlerinde beyan edilen "maymunlaşma" hâdisesi hakkında âyetlerin mealleri şöyledir:

"And olsun ki, içinizden cumartesi yasağına uymayanları bilirsiniz. Biz onlara, 'Aşağılık maymunlar olun!..' dedik. Bunu o zamankilere ve daha sonra geleceklere ibret alınacak bir ceza ve takva sahipleri için bir öğüt olsun diye yaptık."

İbn-i Kesir'in, Fahri Râzi ve Ebussuud'un izahlarına göre bu hâdise İsrailoğullarının Allah'a isyanlarından dolayı maruz kaldıkları azabın bir çeşididir. Cenab-ı Hak, Yahudilere cumartesi gününü mukaddes kılmıştı. O gün dünyevî işlerini bırakıp, ibadet ve tâatle meşgul olmalarını emretmişti. Dolayısıyla ticaret, alışveriş ve avlanmak gibi meşguliyetlerden yasaklamıştı. Fakat Davud Aleyhisselâm zamanında yaşayan, Medyen'de bir rivayette Eyle'de ikamet eden İsrailoğullarından bir kabile bu yasağa uymadılar. Bir sahil kasabası olan burası senenin yalnız bir ayında her taraftan gelen balıklarla dolardı. Hattâ balıklar o kadar çok olurdu ki, suyun yüzü görünmez hale gelirdi. Diğer aylarda böyle bir durum görülmezdi. Bu durum haftanın cumartesi gününde olurdu. Diğer günlerde gittiklerinde en küçük bir balık dahi bulamazlardı. Bununla Cenab-ı Hak onları imtihan ediyordu.

Cumartesi günü biriken bu balıklardan istifade etmek için Yahudiler hileye başvurdular. Denize yakın yerlere göletler yaptılar, denizden de oraya kanal açarak balıkların cumartesiden göletlere girmelerini sağladılar. Göletlere biriken balıkları pazar günü avlamaya başladılar. Bunu önceleri gizli yapıyorlardı, sonradan gün geçtikçe bu işi açıktan da yapmaya koyuldular. Hatta çarşı, pazara getirip satmaya bile başladılar. İçlerinden Bakiyye kabilesi bu işi yapanları ikaz edip, Allah'ın yasakladığı bu işi yapanların bir felâketle karşılaşacaklarını, hırsla yaptıkları hilekârlığın kötü akıbetini göreceklerini söyledi.

Bu ikazlara karşı "Biz bu işi uzun zamandan beri yapıyoruz. Allah işimizi rast getiriyor. Bu zamana kadar bir felâketle karşılaşmadık." diyorlardı. Fakat yine de kendilerine gelebilecek bir âfetten endişe ediyorlardı. Kötü bir âdet haline gelen bu işi çocukları devam ettirdiler. Derken, Bakiyye kabilesi halkı bir sabah kalktıklarında onlardan kimseyi göremediler. Başlarına bir felâketin geldiğini sezdiler. Evlerine bakmaya gittiklerinde kapılarını kilitli buldular. İçeri girdiklerinde hepsini maymun şekline girmiş olarak gördüler. Hepsi de maymun olmuştu. Kadın ve çocuklar bile aynı şekle girmişlerdi. Bunlar hiçbir şey yiyip içmeden üç gün yaşadılar, bu arada hiç de çocukları olmadı. Üç günden sonra hepsi de öldüler. Onlardan kimse yaşamadı.1

Bu insanların maymun suretine dönmelerinin yalnız manen olduğunu söyleyen müfessirler de vardır. İnsanlık faziletinden mahrum kalmış bir insan şeklen insan da olsa, manen ameline göre bir hayvanın suretine girmiştir.

Elmalılı'nın izahına göre, insan ile maymun arasındaki fark, bir kıl ve kuyruktan ibaret olmayıp, akıl, mantık ve ahlâk farkı vardır. Maymunun bütün hüneri taklitçiliğidir. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakılsa, karşısında ısınması öğretilse, sonra da bir kıra götürülüp önüne odun ve kibrit konsa, odunları kendi başına yakıp ısınması mümkün değildir. İşte maneviyatı silinmiş insanlar da böyledir. Onlar kör bir taklitten başka bir şey düşünemezler. İlk bakışta insan gibi görünseler de, hakikatte maymundan başka bir şey değillerdir. Fındığı kırar, yer de, bir fındık ağacını dikmeyi idrak edemezler.2

İnsanların bu hâdiseden alacakları ibret dersi de şudur: Allah'a isyan eden kimseler insanlıktan çıkmış sayılırlar. Görünüşte insan suretinde yaşasalar bile, amellerine göre manen bir hayvan sıfatını almışlardır.

Medeniyet maskesi altında insanlıklarını kaybedenleri kastederek,

"Bu medenilerin çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir."3

diyen Bediüzzaman, herhalde bu âyetlerden ilham almıştır.

Dipnotlar:

1. Tefsir-i Kebir, III/109-110; Tefsir-i İbni Kesir, I/106.
2. Hak Dini Kur'ân Dili, I/379.
3. Tarihçe-i Hayat, s. 116.

30 Hz. Adem ve Hz. Havva'ya neden bu isimler verilmiştir?

Havvâ ismi, bütün ya­şayanların annesi olduğu için "canlı, ya­şayan" anlamında Hz. Âdem tarafından verilmiştir.

Bu konuda İbn-i Kesîr'in tefsirine aldığı rivayet aşağı yukarı şu mealdedir:

İblis (malum suçundan dolayı) cennetten çıkarıldıktan sonra, Âdem (a.s) Cennete yerleştirilir. Kendisiyle teselli olacağı bir eşi olmaksızın, yalnız başına bir müddet orada dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, Allah'ın, kaburga kemiğinden yarattığı bir kadın görür. "Sen nesin?" diye sorar. Kadın: "bir kadın" diye cevap verir. Daha sonra kadına niçin yaratıldığını sorar. Kadın, "benimle teselli olman için" diye cevap verir. Bu arada melekler onları görür ve Âdem'in bilgisini ölçmek için kadının kim olduğunu sorarlar. Âdem (a.s), onun Havva olduğunu söyler. Neden O'na bu ismi verdiğini sorduklarında; "çünkü o, canlı bir şeyden yaratıldı" diye cevap verir (İbn-u Kesîr, "Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm", I, 112).

ÂDEM Kelimesinin Anlamı:

Adem aleyhisselama bu isim, Allah tarafından verilmiştir. (bk. Bakara, 2/31-37)

Bu kelimenin birkaç anlamı vardır:

1. İbn Abbas'ın belirttiğine göre, Âdem kelimesi “Edimü’l-Ard/yeryüzünden süzülmüş toprak ürünü” anlamındadır. (bk. Taberî, I/214; İbn Arabî, a.g.e,1/279; Rağıb el-İsfahanî, MüfredatuElfâzi'l-Kur'an, 70.)

Kurtubî, Said b. Cübeyr’in de desteklediği bu görüşün en doğru olduğunu söylemiştir. (bk. Kurtubî, a.g.y.)

2. Bazı âlimlere göre, değişik unsurların karışımından meydana geldiği için ilk insana Âdem ismi verilmiştir. Ancak bu âlimlere göre de bu kelimenin asıl anlamı, yeryüzünün/toprağın değişik yerlerinden alınan unsurlar demektir. (bk Taberî, I/214) Hz. Ali’ye göre de, Âdem’in anlamı, toprağın değişik elementlerinden yaratılan varlık demektir. Bu farklı unsurlar, farklı tip insanların oluşmasına da vesile kılmıştır. (bk. Taberî, a.g.y)

Al-i İmran Suresinin 59. ayetinde: “Allah katında İsa’nın misali Adem’in misali gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol!’ dedi, o da olu verdi” buyurulmuştur. Burada Kur’an-ı Hakim, babasız olarak dünyaya gelen Hz. İsa’nın bu sıra dışı durumunu akıllarına sığıştıramayanlara, hem anasız hem de babasız olan Hz. Âdem’i misal olarak göstermiştir. Ayrıca ayette Âdem kelimesinden hemen sonra, mealen: “Onu topraktan yarattı” ifadesiyle bu kelimenin anlamına da bir imada bulunulmuştur. Çünkü, bu ismi bizzat Allah vermiştir. Bütün işlerini hikmetle yapan mutlak hikmet sahibi olan yüce yaratıcının verdiği bir isimde hikmetsizlik anlamına gelen gelişi güzel bir tesadüf olamaz.

Şüphesiz bu ismin veriliş nedenini muhatapları için açıklamak, hikmet dolu Kur’an-ı Hakîm’in hikmetli üslubunun bir gereğidir. Nitekim Ebu Musa'l-Eşarî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm.) şöyle buyurmuştur:

“Allah yeryüzünde bulunan unsurların hepsinin içinde bulunduğu bir avuç topraktan Âdem’i yarattı. İnsanlar bu farklı unsurlara göre kırmızı, beyaz, siyah ve bunlar arası renklerde gelmiştir. Bazıları antipatik, sert mizaçlı, bazıları sempatik, yumuşak huyludur." (bk. Taberî, a.g.y; Kurtubî, I/281)

Diğer bir hadis-i şerifte Efendimiz (asm), ırkçılığın çirkinliğini, soy-sopla övünmenin yersizliğini dile getirirken şöyle buyurmuştur:

“Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Allah, Âdem'i ise topraktan yaratmıştır. Ve Allah şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sonra sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız; Allah katında en değerli olanınız, şüphesiz en takvalı olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah Alim’dir, Habir'dir / Her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır." (Tirmizî, Tefsir-Sureti 49, menakıb, 73; Ahmed b. Hanbel, III/261, 524; Ebu Davud, Edeb,111)

Birkaç özet nokta:

1. Allah, topraktan yarattığı ilk insana yaratılışının menşeini hatırlatan Antropolojik bir isim olarak Âdem adını vermiştir. Bu kelimenin Arapça veya İbranîce olduğu söylenmiştir. Müfessirlerin çoğuna göre, bu kelime her iki şekilde de yeryüzü elementlerinin bir terkibi, bir süspansiyonu, bir birleşimi anlamındadır. (bk. İbn Manzûr, Lisanu'l-Arap, "Âdem" maddesi; Beydavî,I/101; Hazin,I/101-102; Nesefî, I/101-102; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I/315-316)

2. Kur’an-ı Kerim, Âdem’in topraktan yaratıldığını (bk. Al-i İmran, 3/59) ifade etmekle, dolaylı olarak onun ismi ile müsemması/şahsiyeti/yaratılış kaynağı arasındaki uygunluğa da dikkat çekmiştir.

3. Âdem kelimesinin ebced değeri 46’dır. İnsanoğlunun vücudunda yer olan ve temel yapı taşı olarak kabul edilen kromozomların sayısı da 46’dır. Demek ki, Yüce yaratıcı bu ilk insana verdiği isim ile hem onun yaratılış menşeini, hem de temel yapı taşlarını şuurlu varlıkların dikkatine sunmuştur.

Kur’an-ı Hakimde defalarca tekrarlanan: “Ey Âdem oğulları” ifadesiyle, adeta şu genetik şifreye, şu ismin matematik kodlamasına dikkat çekilmiş, bu doğru bilginin penceresinden Kur’an’ın semavî kimliğiyle ilgili bir belge daha aklın gözüne sokulmuştur.

31 Allah kullarına rızık kapısı açarsa, neden bazı insanlar aç yatıp aç kalkıyor?

Allah, yarattığı canlıların muhtaç oldukları rızıkları da yaratmıştır. Bu rızık hayatın idamesi için gereken boyuttadır. Eceli gelinceye kadar kendisine takdir edilen bu rızık söz konusudur. Bu sebeple hiç kimse kendisine takdir edilen rızkını yemeden ölmez.

Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır:

"Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir." (Ankebut, 29/60),

"Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat, 51/58)

mealindeki âyetlerinin sırrınca, rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâlin elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Her bir zîhayatın (canlının) rızkı, taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek -diye bir şey- olmamak lâzım gelir. Halbuki, zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor?"

"Bu meselenin gerçeği nedir?" şeklinde bir soruya Bediüzzaman’ın verdiği cevap şeyledir:

“Şu hakikatin ve şu sırrın halli (çözümlemesi) şudur ki: Taahhüd-ü Rabbânî hakikattir; rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar (depo) eder. Hattâ bedenin her hücresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hücrenin bir köşesinde iddihar eder; istikbalde, hariçten rızık gelmediği zaman sarf edilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur. İşte, bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan tevellüt eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş'et eden bir marazla ölüyorlar.” (bk. Lem'alar, On İkinci Lem'a).

Allah rızkı verir, fakat lüks yaşayacak şekilde yaşamaya dair rızık Allah’ın taahhüdü altında değildir. Fakat hayatta asgarî ihtiyaçlarını giderecek şekilde bir rızk -yukarıda da ifade edildiği üzere- Allah’ın taahhüt ettiği bir rızktır.

"Rûhu'l-Kudüs kalbime şu sözü fısıldadı: Hiçbir nefis rızkını tastamam almadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının da rızkınızı güzel ve meşru yollardan arayın." (Suyutî, İtkan, I/59;  Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I/231)

mealindeki hadis-i şerif de bu gerçeğe işaret etmektedir.

“İnsanlar için ancak emeğinin karşılığı vardır.” (Necm, 53/39)

mealindeki ayette işaret edildiği gibi, rızkın düzgün gelmemesinin altında yatan sebeplerden biri de insanların kendi tembellikleri veya yanlış yöntem kullanmalarıdır. Ayrıca başka insanların olumsuz tutumları sebebiyle de bu rızık yollarının bazen kapanması söz konusu olabilir. Bu dünya bir imtihan yeri olduğu için Allah, insanların yapacakları işlerinden sorumlu olmaları için onlara özgür irade vermiş ve yaptıklarına müdahale etmez. Nitekim, nice hayatlara son veren katiller var ve Allah onlara da karışmıyor..

Bu sebeple, zorunlu rızkın dışında kalan geniş rızkın gerçekleşmemesine yönelik bir çok sebepler vardır. Bütün bunların faturasını Allah’a çıkarmak imandan kaynaklanan tevekkül ve teslimiyete aykırıdır. Yukarıdaki hadiste yer alan “Allah'tan sakının da rızkınızı güzel ve meşru yollardan arayın” emrine uyalım ki, hem dünyada hem ahirette huzur bulalım.

Yine,

“Ey iman edenler! Siz Allah’ı sayar haramlardan sakınırsanız, Allah size hakkı batıldan ayırdedecek bir anlayış kuvveti verir, sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal, 8/29),

“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Allah’a dayanıp güvenene Allah kâfidir. Allah buyruğunu elbette yerine getirir. Gerçekten Allah her şey için bir ölçü, her iş için bir vâde belirlemiştir.” (Talak, 65/3)

mealindeki ayetlerin ders verdiği terbiye dairesinde hareket etmek bizim için hayatî önem arz etmektedir.

Ayrıca, açlıkla, yoksullukla imtihan da olabilir. Nice peygamberler ve evliyalar bu imtihana tabi tutulmuşlar. İslamın ilk yıllarında sahabeler sırf Müslüman oldukları için aç, açık bırakılmış işkenceye uğramışlardır. Bizler, kulluğa uygun olarak helal yollardan rızkımızı ararız, sonuca da razı olup, yeni bir heyecan ve azimle rızkımızı tekrar helal yollardan armaya deva ederiz. Kul olmanın gereği budur.

Şunu unutmayalım ki, hiç kimse Allah’a meydan okuyamaz. Hiç kimse Allah’a hitaben “Madem sen bana güzel bir iş bulmuyorsun, ben de senin yasaklarını dinlemem.” deme lüksüne sahip değildir. Allah’a karşı inat etmek, kırık el ile dövüşmek, başını örse vurmak gibidir.

İşte, Allah'ın taahhüd altına aldığı rızık ölmeyecek kadar olan rızıktır. Bundan fazlası insanın çalışma ve gayretine bağlıdır. Kanaatkar bir insan her yerde çalışabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Rızık konusunda Allah'ın adaleti nasıldır? 

Açlıktan ölüm yok deniliyor. Ancak dünyanın birçok yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?

32 Sema yapmak ve ney çalmak caiz midir; bilgi verir misiniz?

Semâ, kelime olarak “işitmek ve dinlemek” mânâlarına gelmektedir. Güzel sesle ve musikî refakatinde coşmak mânâsında da kullanılır. Tasavvufta semâ bir vasıtadır. Semâdan gaye ise, ondan meşru olarak faydalanmak ve bu vesile ile insanlara Hakk'ın kelâmını dinletmektir. (1)

İslâm mutasavvıfları ve İmam Gazalî gibi büyük zatlar, semâı, Peygamberimizin (asm) mübarek sözlerinden şevke gelip dönen sahabîlere kadar dayandırmaktadırlar. Şöyle ki:

Hz. Hamza (ra) şehit olunca küçük kızı yetim olarak kalmıştı. Sahabîlerden Hz. Ali, Hz. Cafer ve Zeyd bin Sâbit’ten her üçü de, bu yetimi himayeleri altına alıp bakmayı arzu ediyorlardı. Hepsini de dinleyen Peygamberimiz (asm),

Hz. Ali’ye, “Yâ Ali, sen bendensin, ben de sendenim.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ali sevincinden dönmeye başladı.

Hz. Cafer'e de “Senin sûretin ve sîretin (ahlâkın) bana benziyor.” buyurdu. Bu güzel sözü duyan Hz. Cafer şevkinden dönmeye başladı.

Hz. Zeyd için de “Sen bizim kardeşimiz ve âzad edilmiş kölemizsin.” buyurunca, Hz. Zeyd de heyecanından dönmeye başladı.

Daha sonra Peygamberimiz (asm) “Teyze anne mesabesindedir.” buyurarak, kızı Hz. Cafer’e verdi. Hz. Cafer’in hanımı yetim kızın teyzesi idi.(2)

Diğer mutasavvıflar gibi, İmam Gazalî de hadisin metninde geçen “hacel” kelimesini “semâ ve raks” mânâsına alarak bu hususta şöyle demektedir:

“Raks bir sevinme ve sevinçten doğar. Raksın hükmü ise onu tahrik eden sebebe göre hüküm alır. Eğer rakseden adamı şevke getiren meşru ve ulvî bir duygu ise, onun raksı o sevgiyi arttırdığı için güzeldir. Şayet mubah ise raksı da mubahtır. Eğer meşru olmayan, harama vasıta olan bir şeye sevinmişse raksı meşru değildir.”(3)

Burada “raks”tan murad “semâ”dır.

Başta Zunnûn el-Mısrî, Cüneyd-i Bağdadî ve Şiblî olmak üzere, meşhur evliya ve İslâm mutasavvıfları Allah’ı ve âhireti hatırlatan bir söz duydukları zaman vecde gelip raksetmişlerdir. Semâ yapmışlar ve semâı öven sözler söylemişlerdir.

“Semâ zamana, mekâna ve ihvana göre değişir.” diyen Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, semâ edenleri üç gruba ayırır: avam, zahid ve ârifler.  Semâı ârif ve zahidler için iyi görürken, avam için hoş görmez.

Zunnûn el-Mısrî ise, semâın ilâhî neşveden nasibi olmayan avam için caiz olmadığını söylemekte, riyazet ve mücahedenin meydana gelmesi için, zahidlerin yaptıkları semâı mubah görmektedir. Her iki mutasavvıfın da avam için semâı iyi görmemelerinin sebebi, onların semâı gerçek maksadı olan ilâhî vecd ve şevk karşısında yapmamış olmalarıdır.

İmam Şâfiî ise, semâın sadece avam için mekruh olduğunu beyan eder.

Ayrıca İmam Gazalî Kutu’l-Kulûb isimli eserinde Ashab-ı Kiramdan bazılarının semâ yaptıklarını söyler, bunlar arasında Abdullah bin Zübeyr’i, Mugîre bin Şûbe’yi ve Hz. Muaviye’yi zikreder.

Mevlâna Celâleddin Rumî ise semâın hak âşıklarının gıdası olduğunu, onda canan ile (hakikî dost ile) buluşup kavuşmanın lâtif bir hayali bulunduğunu söyler. Ve semâın manevî hal sahibi olanların gönülleri için bir döşek olduğunu belirtir.(4)

Semâın fıkhî cevazı üzerinde âlimler arasında değişik görüşler varsa da, ilâhî aşk, vecd ve cezbeden dolayı semâ yapmanın mubah olduğu hususunda yaygın bir kanaat mevcuttur.

Mevlânâ’nın semâ yapıp yapmadığına gelince:

Mevlânâ’nın zamanına yakın asırlarda yazılan bazı kaynaklar semâ yapmadığını zikrederse de, kaynakların ekserîsi Mevlânâ’nın Şems-i Tebrizî ile buluşmasından sonra onun teşvikiyle semâa başladığını naklederler.

Bir gün Şems ona, “Semâ buyurunuz. Taleb ve arzu ettiğiniz şeyi semâda bulursunuz. Semâın halka haram olması, hevâ-i nefsi ile meşgul olmasından dolayıdır.” der. Mevlânâ bu konuşmadan sonra semâa başlamış ve hayatının sonuna kadar da semâ yapmıştır. Hattâ öyle ki, hoşuna giden mânâlı bir söz duyduğunda, Meram Mescidinde, Ilıca’da, Konya meydanında semâ yapmıştır. O, semâ esnasında Mevlâ’nın azamet ve kudretini İlâhî sanatlar üzerindeki tecellîleri gördüğünü söyler. Bu semâ esnasında sorulan suallere manzum olarak cevap verdiği söylenmektedir.

Eflâkî’nin "Menâkıbü’l-Ârifin" isimli eserinde ise, ayrıca Mevlânâ semâ yaparken defçilerin def çaldıkları, neyzenlerin ney üfledikleri de belirtilir. Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sine; “Dinle neyden çün hikâyet etmede, ayrılıklardan şikâyet etmede.” diyerek başlamış ve neyin çevreye aşk ateşleri saçtığını ifade etmiştir.

Mesnevî şârihleri neyden maksadın “insan-ı kâmil” olduğunu söylerlerse de, bazı şârihler de ney’i hakikî mânâda kullanmışlardır. Mevlâna bir şiirinde “Âteşes în bânk-ı nây ve nîst bâd. Her ki în âteş nedâret nîst bâd” yani,”Ney’in çıkardığı sesler aşkın ateşleridir. İçine üfürülen maddî bir soluk değildir. Bir kimsede bu (ilâhî aşk ve muhabbet) ateşi olmazsa, o yok olsun daha iyi” demektedir.

Mevlevîlikte Hazret-i Şârih diye meşhur olan İsmail Ankaravî(5), Pes Sühreverdî, Necmüddin Dâye, İbn Fârız, Ebu Talib Mekkî, Kâşânî, Gazalî ve Mevlâna gibi kâmil muhakkiklerin raks ve semâ'ı caiz görüp ibadet ve fazilet olarak değerlendirdiklerini ifade etmiştir.(6)

Buna göre, Mevlâna semâ yapmış, ney dinlemiş, fakat ney çalmamıştır.

Bugün her sene Aralık ayında Konya’da tekrarlanan Mevlâna ihtifalleri ise, Mevlâna’nın fikir ve görüşlerini etrafa yaymak, onun adına kurulan tarikatı dünyaya ilân etmek üzere yapılmaktadır. Bilindiği gibi, Mevlevî tarikatını oğlu Sultan Veled kurmuştur. Sultan Veled de babasının arzu ettiği şekilde yaşamış bir evlattır.

Arzumuz, Mevlevîliğin sadece isim ve resimden ibaret kalmaması, asırlar önce kurulan bir tarikatın aslına ve ruhuna uygun bir şekilde devam ettirilmesidir.

Dipnotlar:

1. Tasavvuf ve Tarikatler, s. 64.
2. Müsned, I/108.
3. İhyâ, II/300.
4. Mesnevî-i Şerif, Manzum Nahîfî Tercümesi, I/2.
5. Ankaravi, Minhacu"l-Fukara, Bulak, 1256, s. 60-76.
6. Ankaravi, Hüccetü"s-semâ (Minhâcu"l-fukarâ ile birlikte), Bulak 1256, s. 4.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müzik ve çalgı aletleri (bağlama çalmak) hakkında dinimizin hükümleri nelerdir?..

33 Abdestsiz kabir ziyareti yapmak günah mıdır?

Abdestsiz kabir ziyaretinde bulunmak günah değildir.

34 İslamiyet'e göre insan nedir?

İnsan, ucu bucağı bilinmeyen varlık âlemi içinde, eşsiz bir konuma sahiptir. Ruhuyla, cesediyle Allah’ın en antika bir san’at eseridir. Kur’ân-ı Kerim, insanın bu özellikteki yaratılışını “Ahsen-i takvim” (1) ile ifade eder.

En güzel konumda yaratılan insan, arzın halifesidir.(2) Yani, içinde yaşadığımız şu dünya sarayının halifesi, sultanı insandır. Bir devlet başkanı nereye gitse, basın mensupları onun peşindedirler. Ağzından çıkan her şeyi kaydederler. Onun gibi, yeryüzünde halife olarak gönderilen her insan, bu yüce rütbesinden dolayı “Kirâmen kâtibin”(3) denilen meleklerce yakın takip altındadır. Bu melekler, o insanın her sözünü ve amelini kaydederler.(4)

İnsan, emanet-i kübranın hâmilidir.(5) Gökler, yer ve dağlar, o büyüklükleriyle beraber, Allah’ın emanetini taşıyabilecek kabiliyetten uzaktırlar. Onlar, ancak insan için birer tefekkür sayfası olabilirler. Şu hadis-i kudsi’de de, bu mânâyı te’yid eder:

“Ne gökler ne de yer beni içine alamadı. Fakat mü’min kulumun kalbine yerleştim.”(6)

Ne dağlar, ne sahralar güneşi kemaliyle gösterir. Fakat küçük bir ayna, net bir şekilde güneşi yansıtır. Mekândan münezzeh olan Allah’ın mü’min kulunun kalbine yerleşmesini bu misalle daha iyi anlayabiliriz. Demek ki, mü’minin kalbi Allah’ı bilebilecek hassas ve şeffaf bir aynadır. Kalb için “Nazargâh-ı İlahi”(7) denilmesi de bu noktadandır.

Cismen küçük olan insan, mânen bir âlemdir. Bu hakikat şöyle ifade edilir:

“İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.”(8)

Âlemde ne varsa nümuneleri insanda vardır. Ruhu ruhlar âleminden, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Elementleri kâinattaki elementlerdendir. Vücudundaki tüyler yeryüzündeki ağaçlardan; kemikler yeryüzündeki taş ve kayalardan; bedeninde cereyan eden kan; ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı sular yeryüzündeki nehirlerden ve çeşmelerden, madeni sulardan izler taşır.(9)

İnsan, mahlukatın en şereflisidir.

“Biz Âdemoğullarını mükerrem kıldık”(10)

âyeti bunu ilân eder. Âyetin devamında, bu mükerremiyete nümune olmak üzere, insana verilen nimetlerden ikisine dikkat çekilir:

1. İnsanın karada ve denizde taşınması,
2. En güzel (tayyib) rızıklarla rızıklandırılması.

Evet, at ve deve gibi hayvanlar, insandan daha büyük olduğu halde, insana itaat etmektedirler. O büyük deve, küçük bir çocuğun bile önünde diz büküp, onu sırtına almaktadır. Ayrıca, insanlığa bir nimet olarak sunulan otomobil, tren gibi vasıtalar; kayık, gemi gibi deniz araçları âyetin işaret ettiği nimetlerdendir.

İnsanın “tayyib” yiyeceklerle rızıklandırılması hususu da, gerçekten çok düşündürücü bir olaydır. Yeşil ot veya sarı samanla gıdalanıp süt veren hayvanlar, insana süt gibi latif bir gıdayı takdim ediyorlar. Hattâ, canlarını sunmaktan kaçınmıyorlar. Gagasıyla yerden her türlü tanecikleri kursağına indiren tavuk, yumurta gibi lezzetli bir hediyeyi insana getiriyor. Balarısı, çiçekten çiçeğe dolaşıp, şifalı bir balı insana yediriyor...

İşte, bütün bu gibi durumlar, insanın ne kadar nazik ve nazenin bir varlık olduğunu gösterir. İnsanların Rabbi olan Allah, onlara çok iyi bakıyor, ikram ediyor. Halbuki insan, kendi zatında çok fakir bir varlık.

“Ey insanlar! Siz Allah’a karşı fakir kimselersiniz.”(11)

âyeti insanın bu yönüne dikkat çeker. Evet, isterse dünyanın en zengin kişisi olsun, herkes Allah’a muhtaçtır. Onun yaratmasına, Onun rızıklandırmasına, Onun ebediyet yurduna muhtaçtır.

Böyle fakir bir varlığın muhatab-ı İlahi olması ne büyük bir lütuftur. Bazı büyük makam sahipleri, alt derecedeki insanları muhatap almaktan kaçınırken, bütün âlemlerin Rabbi, insanı kendine “özel muhatap” seçmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de, “Ey insan! Ey Âdemoğulları! Ey iman edenler!” şeklindeki seslenişler insana yapılmıştır.

İşte Kur’ân’ın âyetleri ışığında bakıldığında insanın mahiyeti bu tarzda iken, Kur’ân’ın nuruyla insana bakmayanlar, bu mahiyeti görememişlerdir. Kimi onu bir madde yığını sanmış, kimi maymunun bir üstünde yer alan bir hayvan kabul etmiş, kimi onu “ekonomik bir canlı” şeklinde değerlendirmiş...

Dipnotlar:

1. Tin, 95/4.
2. Bakara, 2/30.
3. İnfitar, 82/11.
4. Kaf, 50/18.
5. Ahzab, 33/72.
6. Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/195.
7. “Allah, cesedlerinize, suretlerinize bakmaz. Lakin kalblerinize nazar eder.” hadisinden çıkarılan bir ifadedir. Müslim, Birr, 32. İbn-i Mace, Zühd, 9.
8. Said Nursî, Lem’alar, s. 79.
9. a.g.e., s.337.
10. İsra, 17/70.
11. Fatır, 35/15.

35 Allah, neden bazı insanları çirkin yaratmıştır?

İçinde yaşadığımız şu kâinatın en açık gerçeklerinden biri, gerçeklerin nisbî ya da göreceli niteliğidir. Bu kâinat, ya siyah ya beyaz, ya güzel ya çirkin, ya iyi ya kötü, ya aydınlık ya karanlık gibi mutlak, kesin ve keskin ayrımların diyarı değildir. Bilakis, siyahın ve beyazın, güzelliğin ve çirkinliğin, iyinin ve kötünün, aydınlığın ve karanlığın dereceleri vardır.

Kâinatın neden bu durumda yaratılmış olduğu sorusuna, selim kalblerin ve müstakim akılların asırlar boyu veregeldiği ortak bir cevap vardır: Çünkü, kâinatın yaratılış amacı böyle bir derecelilik içinde gerçekleşir. Bu kâinat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek isteyen bir Zât-ı Zülcelâl tarafından yaratılmıştır; ve onun bu sırrı gerçekleştirmek üzere yarattığı insan, bunu ancak bir ‘nisbîlikler,’ ‘derecelilikler’ dünyasında gerçekleştirebilir. Zira insanın, bir yaratılmış olarak, yaratılmışlığının zorunlu sonucu olan sınırları vardır; bilgisi, algısı, bakışı, iradesi, gücü,.. sınırlıdır. Dolayısıyla, kendisini ve kâinatı yaratan Zât’ı mutlak ilmi, iradesi ve kudreti ile kuşatıp kavrayamaz. Hakikatı, mutlak ve sınırsız bir biçimde karşısına çıktığında, tanıyıp tanımlayamaz. Bu durumda, hakikatı mutlak sûrette görmek yerine, göz kamaşmasıyla gelen bir körleşmeye maruz kalır; tıpkı güneş ışığına baktığımızda, görme kapasitemizin artmayıp, gözümüzün körleşmesi gibi...

Bu sırdandır ki, kâinatı ve insanı yaratan Zât-ı Zülcelâl, âlemi ‘şiddet-i zuhurundan gizlenip azamet-i kibriyasından ihtifa ederek’ yaratmış; yani, mutlak isim ve sıfatlarını ‘göreceli,’ ‘dereceli’ bir sûrette tecelli ettirmiştir.

Kâinatta zıtların varlığı, işte bundandır. Bu kâinatı yaratan, güzel-çirkin, iyi-kötü, fayda-zarar, mükemmel-noksan, aydınlık-karanlık,.. gibi zıtları birbirine karıştırarak müthiş bir çeşitlilik içinde kâinatı yaratmış; bize, bu nisbîlik üzerinden O’nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıma imkânı sağlamıştır.

İnsanın kâinatın içindeki mevcudları, meselâ güzellik açısından çok güzel-güzel-fena sayılmaz-çirkin-çok çirkin gibi bir sınıflamaya tâbi tutabilmesi, bundan dolayıdır. Elbette, bir adım ileri gittiğinde ‘güzel’ görmediği şeylerde dahi, bir kıyas unsuru olarak güzel şeylerdeki güzelliğin farkedilmesini sağlama gibi güzel bir özellik görür insan.

İnsanlık âlemine baktığımızda da, kâinatı kuşatan bu dereceliliğin insanlar arasında da değişik yansımalarını görürüz. İnsanlar, ne güç bakımından birbirine eşittir, ne akıl bakımından, ne duygu bakımından, ne ahlâk ve ne de güzellik bakımından. Güçlü-zayıf, akıllı-akılsız, iyi-kötü, duygulu-duygusuz, güzel-çirkin zıtları arasında değişik salınımlar sergiler insanoğlu. Bütün dünyaya iyi ahlâk örneği sunan insanlar kadar, ahlâkının kötülüğünden bütün dünyanın sakındığı insanlar da vardır. Gücüyle efsanelere kadar uzanmış insanlar çıktığı gibi, parmağını kıpırdatmaktan aciz insanlar da yaşamıştır. Güzelliğiyle dillere destan olanlar olduğu gibi, çirkinliğiyle şöhret bulmuş insanlar da vardır.

İnsanın bu ‘dereceli tecelliler’ tablosunun göze ve gönüle hoş gelen tarafına fazla bir itirazı yoktur. Buna karşılık, aklı bu ‘nisbîlik’ sırrını kabullense bile, her insanın vicdanı bu tablonun ‘olumsuz’ gözüken tarafına dair sorular sormaktadır. Bilge bir insan olmak, iyi bir insan olmak, hatta güçlü bir insan olmak bir derece insanın iradesine, eldeki kabiliyetleri iyi kullanmasına bağlı olduğu için, vicdanın bu noktadaki sorularına cevap vermek nisbeten kolaydır. Ama özellikle güzellik, sonradan edinilen bir şey olmadığı için, “İyi ama, çirkinlerin günahı ne?” sorusu öylece ortada kalmaktadır.

Üstelik, insan çalışıp gayret göstererek zekasını ve bilgisini, görgüsünü ve ahlâkını güzelleştirebildiği halde, güzellik çalışarak edinilen veya geliştirilen bir şey değildir. Dahası, ‘estetik amaçlarla’ vücuduna cerrahi müdahalede bulunmak, hatta kaşını-gözünü aldırmak, Allah ve Peygamberi (asm) tarafından kesinlikle hoş görülmemiştir.

İnsanlık tarihine, hatta yalnızca kendi yaşadığı döneme ve kendi çevresine bakan her insan, vicdanını meşgul eden bu sorunun en azından şiddetinin hafiflemesini mümkün kılacak bir dizi gerçeği rahatlıkla kavrayabilir.

Meselâ, her insan, güzelliği kendisi için felâkete, pek güzel olmaması ise kendisi için bir saadete dönüşmüş pek çok insan görebilir. Çok güzel ama mutsuz insanların sayısı, pek güzel olmadığı halde mutlu insanların sayısından daha az değildir. Benzer şekilde, nice güzel insan, çevresinin ve kendisinin güzelliğine yönelik aşırı vurgusuyla, başkaca insanî kabiliyetlerini yeterince geliştirememiş durumdadır. Güzel ama huysuz, güzel ama şımarık, güzel ama kaprisli, güzel ama geçimsiz diye tanımlanan insanlara her insan çevresinde rastlayabildiği gibi; güzelliğe yönelik bir vurgudan veya güzelliğin verdiği bir güvenden dolayı aklî yeteneklerini geliştirmeye fazla özen göstermeyen insanların çokluğundan dolayıdır ki, mesela ‘aptal sarışın’ diye bir deyim dillere yer etmiş durumdadır. Gerçekte ‘güzel’ insanlar, özellikle ‘sarışın güzel’ler akıl ve zeka itibarıyla ‘daha geri durumda’ yaratılmadıkları halde, bu deyimin dillere bu kadar yerleşmiş olması, elbette anlamlıdır.

Tablonun pek güzel olmayanlar, hatta ‘çirkin’ denilecek durumda olanlar tarafında ise, bunun tam zıddı görüntülere rastlamak her zaman için olasıdır. Güzelliğiyle kaybedenler kadar tanıdık bir olgu, ‘pek güzel olmayışı’nı kazanca dönüştürenlerin varlığıdır. ‘Vasat’ bir güzelliği olan, hatta kimilerinin ‘çirkin’ gördüğü nice insan, kimi ahlâk, kimi akıl, kimi görgü itibarıyla nice güzele göre daha tercihe şayan durumdadır. Pek güzel olmayan güzel ahlâklı bir insanın dostlarının sayısı, güzel ama huysuz insanlardan kesinlikle daha fazladır. Güvenip dayanacağı düzeyde aşikâr bir güzelliği olmayışının sevkiyle bilimde, sanatta, maneviyatta daha ileri noktalara çıkabilmiş insanlar azımsanmayacak sayıdadır. Nitekim, Allah’ın onu yarattığı halden hoşnut olup, ‘dünyalar güzeli’ olmayışına şükreden pek çok insan olsa gerektir.

Kısacası, ne güzellik tek başına insana yetmektedir; ne de yeterince güzel olmamak. Bilakis, insanın hayat yolculuğunun iyiye veya kötüye doğru seyri, Allah’ın onu yarattığı hali nasıl değerlendirdiğine göre şekillenmektedir.

Ancak, bu vâkıa, insanın vicdanından kopup gelen o soruyu, şiddetinden epeyce şey kaybettirse de büsbütün izale etmemektedir. En başta, hem güzel, hem akıllı, hem iyi ahlaklı insanların varlığı, insanın içinde ‘yeterince güzel’ görünmeyen, dahası ‘çirkin’ denilebilir durumdaki insanlar açısından, bu soruyu kalıcı kılmaktadır.

Bu dünyada hem güzellik, hem akıl, hem ahlâk bakımından insanlığa en güzel örnek olmuş olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın ahiret hayatına dair, nedense nazarlardan gizlenmiş, fazla şöhret bulmamış bir hadisi, bu soruya kalıcı bir cevap sunmaktadır. Bu hadisten öğrendiğimize göre, bu dünyada Allah onları hangi sûrette yaratmışsa o sûrete razı olan; güzelliğine güvenip yahut çirkinliğine kızıp isyana kalkışmayan; Allah’ın bu dünyada onu yarattığı hâl üzere kendi insanî kemalini bulup onun kendisini yaratış amacını gerçekleştirmeye çalışan her insanın buyur edileceği cennette, bir çarşı vardır. Ama bu çarşıda ne alış, ne de satış vardır. Bu çarşıda, erkek ve kadın sûretleri bulunur. Cennet ehli, oraya gider, beğendiği sûreti alır ve o sûreti giyinmiş olarak cennetteki evine döner.

Bu hadis, bu dünyanın yaratılışındaki ‘derecelilik’ hikmetine binaen farklı sûretlerde yaratılan, bu derecelilikteki hikmeti kavramakla birlikte için için kendinden daha güzelleri görüp onların haline imrenen, yahut kendini güzel bulsa da yeterince güzel olmayanlar adına üzülen insanlara, müthiş bir duygusal açılım, ferahlık ve derinlik sunmaktadır.

‘Sûret çarşısı’ hadisinin de düşündürdüğü üzere, bu fani dünyada aslolan, ne güzelliğine, ne de yeterince güzel olmayışına kilitlenip kalmaktır. Bu imtihan dünyasında aslolan, özünü güzelleştirip, bizi ve kâinatı yaratan Rabbin hoşnutluğunu kazanmamızı sağlayacak ‘güzel eylem’lerde bulunmaktır.

Bu dünyada biz ondan razı olup onu bizden razı kılabildiğimizde, o bizi içinde ‘sûret çarşısı’nın da bulunduğu ebedî cennetlerde ağırlayacak; razı olduğu kuluna, çok hikmetlere binaen bu dünyada vermediği sûret güzelliğini orada sunacaktır.

Ne mutlu, güzelliğini nisyana yahut çirkinliğini isyana gerekçe kılmayıp, bu dünyada sîretini güzel kılıp yaşayışını güzel eyleyerek, öte dünyada sûret çarşısının müşterisi olmaya hak kazananlara...

36 Dinimizde fedakârlığın önemi nedir? Bir başkası için kendinden fedakârlık yapmanın yeri nedir?

Fedakârlık; insanın sahip olduğu, değer verdiği şeyleri seve seve feda etmesi, her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat etmesidir. Allah rızası için inandığı değerler uğruna, insanlık adına kendi menfaatlerinden vazgeçmesidir.

İnsan nefsi bencildir. Kendi isteklerini ve çıkarlarını ön planda tutar. Nefsin bu egosunu kırarak, Allah rızası için fedakârlık göstermek insanlık değerleri içerisinde en yüksek hasletlerden birisidir.

İslam tarihinde Mekkeli Müslümanların Mekke'de karşılaştıkları dayanılmaz işkence, tazyik ve sonrasında da mal ve mülklerini bırakıp inançları uğruna hicret etmesi, diğer yandan Medineli Ensarın Muhacirlere kucak açması fedakârlığın güzel bir örneğidir.  

Muhâcirler, yanlarına taşıyabilecekleri çok az menkul eşyayı alabiliyor, evlerini, hayvan sürülerini ve eşyalarının çoğunu terk etmek durumunda kalıyorlardı. Oraya ne zaman dönüleceği de meçhuldü, dönülse bile ev ve eşyalarının akıbetinin ne olacağı da bilinemezdi. Dolayısıyla bu seyahatte Muhâcirlerin malî kayıpları çok fazla idi. Bunlar arasında Suheyb b. Sinan gibi alacaklarını tahsil edemeyenler ve bütün malına el konularak sadece bir canıyla hicret etmek durumunda kalanlar da vardı. Diğer yandan Medineli Müslümanların Mekkeden gelen kardeşlerine mallarını, kazançlarını bölüşmesi de fedakârlığın ayrı bir yönüdür.

Fedakârlık edenler hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever." (Âl-i İmran, 3/134).

"Mallarını Allah yolunda sarfedip sonra sarfettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 2/262)

Fedakârlık bir fazilettir. İnsan ise; yaratılanların en mükemmeli olduğundan, fedakârlık en evvel insana yakışır ve onda bulunması icab eder.

Bu asırda, küfür ve sefahate karşı mücadele etmek fedakârlık adına en büyük esas ve fazilettir.

Ancak fedakârlığın boyutu ve koordinatları çok geniştir. Zira her şeyden fedakârlık yapılabilir. Fedakâr insanların hâline bakıp da yapamayanların yeise düşmesine mahal yoktur. Çünkü fedakârlık noktasında herkes her fedakârlığı yapamaz, ancak herkes bir çeşit fedakârlık yapabilir.

Mesala; kimileri hayatından, kimileri imkânlarından, kimileri ilminden, kimileri makam ve rütbesinden, kimileri zamanından, kimileri muhabbet ve şefkatinden, kimileri ibadet, evrad ve ezkarından fedakârlık yapabilirler.

Bir üniversite talebesi ise; bulunduğu şartlarda gerek arkadaşlarına, gerek küçüklerine ve gerekse de hocalarına davasını ulaştırma noktasında; yukarıda sayıldığı şekilde bir çeşit fedakârlıkta bulunabilir.

Hiçbir şey yapamaz ise; başarılı, çalışkan ve örnek bir öğrenci olmak dahi, önemli bir fedakârlıktır.

İkramda bulunmak, sevgi ve muhabbetle davranmak, iltifat etmek, uzlaşmacı ve uyumlu olmak, ahlaklı ve faziletli yaşamak, gurur ve enaniyetli olmamak, hürmetli ve saygılı olmak, hemen hemen çoğumuzun yapabileceği fedakârlıklardır.

Bununla beraber, tebligata taalluk eden ve ihtisas gerektiren çalışma ve fedakârlıklar ise; zamanla, eğitim ve tecrübe ile kazanılan özelliklerdir.

37 İlk defa yaşadığım bir olayı sanki daha öncede yaşamış gibiyim. Bunun sebebi nedir? Uyanık iken hayalimizden geçen olayların aynısı ile hayatta karşılaşıyorum; bu önsezi mi?...

İnsan bazan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazan bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir. Daha çok uyku halinde iken insanın hisleri alem-i şehadete kapanır, mana alemlerine açılır. Bu zamanlarda hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) olarak bazı olayları hissedebilir. İnsan uyandığı zaman bunları hatırlayamayabilir. Gece uyku halinde hissedip unuttuğu manaları, daha sonra normal hayatta karşılaştığı olaylarla hatırlar ve "sanki ben bunu daha önce yaşamış gibiyim" der.

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar... Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma (ra) anamız, Efendimizin (sav) vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:

"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var, müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.

Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek Cenab-ı Hakk, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.

"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25-26)

denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hakk bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

Peygamberimizin Gaybı Bilmesi

Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.

1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Senin Baban Hüzafe'dir

Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi...

Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile: "Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız." (1) dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.

Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.

b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor: "Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk." (2)

Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.

c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. (3)

2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi

Yine birgün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma (ra)'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi: "Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim" (4) demiştir.

Evet, Hz. Fatıma (ra) anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

b) Hz. Hasan'ın Feragatı

Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:

"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)

Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı.

Hz. Ali (ra)'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...

Kaynaklar:

1. Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138
2. Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117
3. Müsned, 4/359,363
4. Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43
5. Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25.

38 Allah'ın sevdiği kulları (Allah dostları) kalp gözü ile insanın manevi hâllerini görebilir mi?

Kalp gözü açık olan Allah'ın veli kulları vardır. Bu zatlar kabirdeki insanların hallerini görüp onlarla konuşabildikleri gibi, hayattaki insanların manevi hallerini de görebilirler.

Kalp gözü, maneviyat gözü anlamında kullanılmaktadır. Yani insanın maddi alemden başka, manevi alemlere nüfuz edebilmesidir. Bu, hem bir ihsan-ı ilahi hem de insanın gayret ve çalışmasına bağlı olan bir mertebedir. Dolayısıyla kalp gözü açık olan insanlar, normal insanların görmediği birçok şeyi görürler ve işitirler. Mesela "ehl-i keşfe'l-kubur" dediğimiz mübarek zatlar, ölen şahısların imanlı veya imansız gittiklerini -Allah'ın izni ile- görebilirler. Günümüzde ve her zaman bu gibi kutlu insanların bulunduğuna kanaatimiz vardır. Fakat bunları herkes bilmeyebilir.

Hayız ve nifas hâlinde olan bir kadına Kur'an okumak haramdır. Peygamber Efendimiz (asm) hayızlı, loğusa ve cünübün Kur’an okuması ile ilgili şöyle buyurmuştur;

“Hayızlı kadın ve cünüp olan kimse Kur’an’dan bir şey okuyamaz.”(Tirmizi, Taharet, 98; İbni Mace, Taharet, ,105; Darakutni, Sünen, 1/117)

Ayrıca Hz. Ali (r.a.) de şöyle demiştir:

“Allah Resülünü cünüplüğün dışında Kur’an okumadan bir şey alıkoymazdı.” (Ebu Davud, Taharet, 90; Neseî, Taharet, 170; İbn Mace, Taharet, 105)

Dolayısıyla bu hadisler cünüp ile hayızlı Kur’an okuyamadığı hususunda önemli bir delildir.(Aynî, el-Binaye, 1/644)

Bu hadislerden hareketle İslam alimlerinin çoğunluğu hayızlı kadının Kur’an’dan, Kur’an okuma maksadıyla bir ayet bile okuyamacağını söylemişlerdir. Aynı zamanda bunlar bu halde iken Kur’an ayetlerini de yazamazlar. Bu konuda Tevrat, İncil ve Zebur da Kur’an gibidir.(İbn-i Abidin, Haşiyetu Reddi’l-Muhtar, 1/293)

Fatiha dua niyetiyle okunabilir. Ayrıca Kur’an'daki duaya benzeyen ayetler de Kur’an okuma niyetiyle değil de dua maksadıyla okunabilir. Mesela; "Rabbena atina fiddünya haseneten ve filahireti haseneten ve gına azabennar." gibi.

Aynı şekilde sevinçli bir haber duyan bir kimse “Elhamdülillah” diyebilir. Üzücü bir haber duyan da “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyebilir. (İbrahim Halebi, Halebi, Sağir, s.37-39; İbn-i Abidin, Haşiyetu Reddi’l-Muhtar, 1/293)

İmam Malik’e göre hayızlı kadın mazeretli olduğundan ve Kur’an okumaya da muhtac olmasından dolayı cevaz vermiştir. Ancak hayız kanı kesildikten sonra gusl etmeden önce okuyamaz. (Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/471)

Diğer yandan zikir çekebilir, dua edebilir. Bunlara bir mani yoktur. Hatta özel günlerindeki bir bayanın kıbleye doğru oturarak zaman zaman tesbih çekmesi, dua etmesi isabetli bir davranış olur; böylelikle adet gördüğü günlerinde bu şekilde manen beslenmiş olur.

Hayızlı ve nifaslı kadınların veya cünüplerin Kunut vesaire gibi çeşitli duaları okumalarında, tesbih ve tehlil kelimelerini söylemelerinde ve Hazret-i Peygambere salât ve selâm getirmelerinde hiçbir mahzur yoktur.

Hayız ve nifaslı halde olanlar, Kur'an-ı Kerîm'i okuyamamakla beraber, onu dinleyebilirler.

Kur'an Kursu öğretmenliği yapan bir kadın, hayız hâlinde öğretim işini yardımcısına yaptıracaktır. Yardımcısı yoksa Hanefî ulemasından Kerhî ve Tahavî'ye göre öğretimini devam ettirecektir. Kerhî: Öğretmen hanım hayız hâlinde kelime kelime, Tahavî ise, yarımşar âyet söylemekle öğretim yapılmasında 'beis yoktur' demişlerdir.

Netice itibariyle İslam alimlerinin çoğunluğu Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre hayızlı ve cünüp olan Kur’an ayetlerinden okuyamaz. (Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/471)

39 Hz. Adem'den önce insanlık var mıdır? Ayette geçen, meleklerin Hz. Adem'e secde etme hadisesindeki "Sen azgın bir kavim mi yaratacaksın?" ifadeleri, önceden de insanlığın var olduğuna delil sayıyorlar...

Hz. Adem (as)'den önce dünya da yaşayan bir insan topluluğu yoktur. Bahsi geçen topluluk cin türündendir. Cinler de insanlar gibi iyiliğe ve kötülük ve azgınlık yapabilir ve fesat çıkarabilir bir nefse sahiptir.

İnsanlığın babası Adem aleyhisselamdır. Bu nedenle ondan önce başka insanların olduğunu kabul etmek, bu konudaki ayetlere aykırı hüküm vermek anlamıan gelir.

İnsanlardan önce bu dünyada cinlerin yaşadığına dair rivayetler vardır. Nitekim şu ayette geçen "Halife" tabiri Adem aleyhisselamdan önce şuurlu varlığın olduğunu gösterir:

"Düşün o zamanı ki, Rabb'in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melaike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb'in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevap verdi." (Bakara, 2/30; İşaratü'l-İ’caz, s.201)

“Halifetun - Halife”: Bu tabir, yer kürenin insanların hayatına elverişli şartları taşımazdan evvel, burada şuurlu bir varlığın mahlukun bulunmuş olduğuna ve o varlığın hayatına o zamandaki yer kürenin vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. O şuurlu varlıklar ise cinlerdir. Ayrıca,

"Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

ayetinde cinler önce geçmektedir. Bu da cinlerin insanlardan önce yaratılıdğına bir işarettir.

Cenab-ı Hak, sual sormaları için izin verdiği zaman melekler istişare esnasında, “Orada kan dökecek ve fitne çıkaracak birini mi yaratacaksın?” diye sormuşlardır. Meleklerin bu suallerini itiraz mânâsında, -hâşâ- Allah’ı tenkit şeklinde düşünmemelidir. Çünkü meleklerin Cenab-ı Hakk'ın fiillerine itiraz etme kabiliyetleri yoktur. Onlar masum varlıklardır. Günah işlemezler ve işleyemezler de. Dolayısıyla, böyle bir itirazda bulunmaya masumiyetleri mânidir. Öyleyse, sual sormalarının hikmeti nedir?

Meleklerin daha önce şahid oldukları bir malumatları vardı. Nitekim daha önce yeryüzünde yaşayan cinler, dünyayı fesada vermişler, orada kan dökmüşler, zulüm yapmışlardı. Melekler bunları biliyorlardı. İnsanların da Allah’a isyan edeceklerinden, yeryüzünde tekrar fesat çıkaracaklarından korktular ve böyle bir sual sordular. Melekler bu bilgiye, ya Allah’ın bildirmesiyle vâkıf olmuşlar veya Levh-i Mahfuz’a bakıp oradan öğrenmişler yahut da insana gadabî ve şehevî kuvvetlerin verileceğinden anlamışlardır.

40 Kur'an-ı Kerim'e göre insanın yaratılışı nasıldır?

Kur`an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Âdem (as)`ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazen ayrı ayrı ayetlerde, bazen de aynı ayette dikkat çekilir. Nitekim Mü`minun suresinde şöyle buyurulur:

"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) hâline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..." (Mü`minun, 23/12-14).

Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.

Yukarıdaki Ayet-i Kerimede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:

"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) hâlinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler..."(Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII, 114).

Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tespiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde "alaka"(*) (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.

Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) hâlindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kÂdeme kÂdeme bir insan şeklini almaya başlar.

Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Mesela; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (sav) ise, 120 gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.

Zigot teşekkülünden itibaren 120 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tabidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 120 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma ayette; "... sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü`minun, 23/14) beyanı ile dikkat çekilir.

Hz. Âdem (as)`in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok ayet vardır.

"Allah sizi (Hz. Âdem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Âdem'in neslini) yarattı." (Fatır, 35/11).

Şu ayet-i kerimelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: Âli- İmran, 3/59; Kehf, 18/37; Hac, 22/5; Fatır, 35/11; Mü'min, 40/67; Rum, 30/20.

İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır:

"Odur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 32/7).

Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir:

"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..."(Hicr, 15/26).

Bu Ayet-i Kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur.

"Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık."(Mü`minun, 23/12).

Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir.

"İblis: `Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem.` dedi."(Hicr, 15/33).

Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Âdem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V/3058).

Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (120 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu halde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hale (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz.

"... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: 'Âdem`e secde edin.' dedik..." (Â'raf, 7/11).

Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir:

"Halbuki o, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı." (Nuh, 71/14).

İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır..

"..sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..."(Mü`minun, 23/14).

"Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın."(Sa`d, 38/72).

Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi (aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz."(Hac, 22/5).

Bu ayet-i kerimenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tabi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, ayetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenab-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.

İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C—4) ve (N—3) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir?

Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.

Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek hâline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de, Hz. Âdem (as)`den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor.

Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mucize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.

Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kâinattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabii ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk`ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.

İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O hâlde, "Yapan bilir, bilen konuşur." kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor.

"Muhakkak sizi topraktan yarattık..." (Hac, 22/5).

Hem de en güzel şekilde.

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4).

On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan`ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?

(*) "Alaka" kelimesinin manalarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.

41 Acelecilik ve sinirlilik hastalığından kurtulmak için ne yapmam gerekir?

Bir hastalığın doğru  teşhis edilmesi, tedavinin yarısıdır. Bir hastanın kendi hastalığının ne olduğunu bilmesi de tedavinin ikinci yarısı gibidir. Buna göre, sizin bu acelecilik hastalığından ve de sinirlilik hastalığından kurtulmanızın çok kolay olduğunu düşünüyoruz.

- Öncelikle, kâinat çapında aceleci olmayan, teennî ile hareketi esas alan bir nizam vardır. Bir insan olarak Allah’ın kainattaki cari olan bu prensibine uymak hem başarının bir sırrı, hem de sevabın bir kaynağıdır.

- İmam Şafii Hazretlerine bir soru sorulduğunda, biraz durup düşünüp sonra cevap veriyordu. Bunun sebebini de “Acaba cevap vermek mi, vermemek mi daha hayırlı olduğunu düşündüğünü, acele karar vermemek için tefekkür ettiğini...” söyleyerek açıklamıştır. Buna göre, siz de her konuda biraz düşündükten sonra harekete geçmeyi bir âdet haline getirmeye gayret edin.

- İnsandaki irade, arabadaki fren gibidir. Görevi de herhangi ictimaî, insanî, dinî , ruhanî ve cismanî bir kazaya meydan vermemek için, yerli yerince nefsin arzularını frenlemektir. Bu konuda namazdan ve sabır olgusundan yardım alın. Yani her şeyden önce namazlarınızı yavaş kılmaya çalışın ve ona ayırdığınız vakit için sabırlı olun.

- Hayat bir merdivenin basamakları gibidir. Acele eden kimse, ya bazı basamakları atladığı için düşer, ya da yorulur da yolun yarısında kalır. Her iki durumda da maksadının damına çıkamaz.

- Allah sabırlı olanları sever” mealindeki ayetin bu müjdesi çok mu ucuz geliyor? Hele bir dakika sonra yaptığımıza da yapacağımıza da bin kere pişman olacağımız bir konuda, sözgelimi, bir insanın kalbini kırmamak için irademizi kullanmazsak, insanlık kimliğimize yazık olmaz mı?

- Kanaatimizce, siz bu işin üstesinden gelebileceksiniz. Zaten Allah bu hususta bizlere gereken sabır potansiyelini lütfetmiş bulunuyor. Allah’ın hukukunu, insanların hukukunu, kendi nefsinizin hukukunu muhafaza etmek üzere, iradenizi güçlendirmek için, kısaca ipuçlarını arz ettiğimiz hususlar doğrultusunda bir oto-kontrol sistemini kurunuz. “Hiddetle kalkan zararla oturur.”, “Acele eden ecele gider.”, “Acele işe şeytan karışır.” gibi tecrübeleri bir daha denemeye kalkmayınız.

- İsterseniz, Cevşen’deki “Sekine” duasını da bir süre okuyun, sizi sakinleştirebilir. Mevla, yâr ve yardımcınız olsun.

42 İnsan dünya üzerindeki varlığını ne kadar zamandır sürdürmektedir?

- İlk insan Hz. Âdem (as)'den bu yana ne kadar zaman geçmiştir?

- Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur?

Bugünkü kabule göre, dünya beiş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.

Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiği anlaşıldı. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre aynı hızlarda seyretmemesine benziyordu.

Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip edebiliyor. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere oranla on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık (1/10) onda bir ölçüsünde küçültmek mantıklı olur. Buna göre Güneş Sisteminin dört milyar değil 400.000.000, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil 100.000.000 yıl önce ortaya çıktığı ve 100.000 yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin 10.000 yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.

Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz. Mesela ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg'dan 210 kg'a yükselen o kişinin elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kainatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi? Aynı şekilde yerdeki biri de, enerji dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlara ulaşamayız. Aynı hesaplamayı, enerji dünyasında yaşayan enerji-varlık cinlerden biri yapmaya kalkışsa, enerjinin ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.

Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela 1 kg. Uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre "Uranyumun yarı ömrü"dür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir. Radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının %99 küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atomaltı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kainatın yaşının 16-20 milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine 300.000.000 yıl bulunur. 100.000 yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden 7.000 yıla iniverir.

Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin 15.000 yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep 70 yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi bir trilyon civarında olmalıydı. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin 15.000 yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kafi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumundayız. Yüz sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun 250.000.000 kadar olduğu hesaplanıyor (Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975). Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ettiği kabul ediliyor. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün 10.000 yılı geçemeyeceğini gösteriyor.

Bugünkü tarih hesaplamalarında kullanılan metot, termodinamik soğuma gibi kaba bir metottur. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Bu durumda en güvenilir ve doğru kaynak, Kur'an ve hadislerin haberleri olmalıdır. Zaten ilmin doğru sonuçları ile Kur'an'a ait gerçekler birbiriyle her zaman mutabık kalmış, birbirini çürütmemiştir... Çünkü kainat ve Kur'an, Allah'ın iki ayrı kitabıdır. Yeter ki her iki kitabı da doğru anlayalım ve yorumlamayı bilelim. Bazen görülen yanlışlıklar, yorumlayanların yetersizliğinden ileri gelmektedir.

Peygamberimiz (asm)“Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.” (İbn-i Kesir tefsiri, 12/6549) buyuruyor.

Diğer bir hadisinde ise, “Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.” [bk. el-Havi li'l-Fetavi, Suyuti, 2/248; Ruhul Beyan, Bursevi, (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, İlel, s, 89] buyurmuş.

Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadarki vakti 1.500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 6.000 - 7.500 yıl arasında olduğu ortaya çıkar. Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise bu açıkça ortaya konmuştur:

“Âdem'den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” (Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Munavî, Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278)

Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır. Muhbir-i Sadık olan Peygamberimizin (asm) ahir zamanla ilgili verdiği haberler bir bir çıkmaktadır.

43 Tebliğ ve Peygamberimiz (asm)'in tebliğ metodu hakkında bilgi verir misiniz?

"Habîbim! İnsanları Rabb-i Teâlâ'nın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin)." (Nahl, 16/125)

Peygamberimiz (asm) bu ve benzeri âyetleri örnek alarak, müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.

İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi.

Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı.

Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekke'nin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.

İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.

Tebliğ mesleğinin yolu, “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.

Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek, acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.

Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.

Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.

Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkif,

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı.
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatı'nda kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.

Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.

Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.

Her Müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler; her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi; kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra, eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allah'a bırakmalıdır.

Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.

Aynen bunun gibi, "doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak" gerekir. İslam'a uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslam'a, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.

İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.

Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.

Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra, o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? İslamî değerleri küçümseyen insanlara nasıl tebliğde bulunmalıyım; sert bir usluplamı yoksa yumuşak bir lisanla mı?..

44 Her insanın "İslâm fıtratı üzerine yaratılması" ne demektir?

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğulu; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara geliyor. İnsanın fıtratıyla, yaratılışıyla yakın alâkası var.

Rum Sûresinde şöyle buyrulur:

“O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum, 30/30)

Şems Suresinde de bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren Peygamberimiz (asm)'in kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacak.

İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlâhîdir.

Buna göre, sözlük anlamından hareketle, güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz konusudur.

İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.

Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratılışının gıybeti reddetmesi demektir.

Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.

Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.

Borç para istediğimiz bir dostumuzun, alacağını fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.

Misâller çoğaltılabilir.

Demek ki, insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî kitaplarda konulmuş ve Peygamberlerce (as.) insanlık âlemine tebliğ edilmiştir.

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”  (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, II/381) 

hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerek.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fıtrat hakkında bilgi verir misiniz? "Fıtrata uygun hareket etmek” (Rum, 30/30) ne demektir?

45 "Eğer siz günah işlemez olsaydınız, Allah başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, kendisi de onları bağışlardı." hadisini nasıl anlamalıyız?

Cevap 1:

Konuyla ilgili iki hadis şöyledir:

“Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11)

Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere, insan, günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılmış bir varlıktır. Günah işlemek, insanı meleklerden ayıran bir özelliktir. Bilindiği gibi melekler nurdan yaratılmış olup, asla Allah’a karşı gelmeyen, günah işlemeyen varlıklardır.

İslâm fıtrat dinidir. İslâm’da insanın günah işleyebileceği kabul edilmiş ve bundan korunma ve kurtulma yolları insana öğretilmiştir. İşte yapılan kötülükten, işlenen günah ve kabahatten kurtulup manevi kirlerden temizlenme yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulup o günah ve hataları hiç yapmamış gibi tertemiz olur. Nitekim bu hususta Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur:

“Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mace, Zühd 30)

Yüce Allah kullarını tövbeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur, 24/31)

Başka bir ayette ise Yüce Allah, Peygamberine şöyle buyurur:

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü o, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 39/53)

Bu ayette Yüce Allah, Peygamberine, günahkâr kullara, Allah’ın rahmetinden umut kesmemelerini söylemesini emrediyor. Çünkü çok bağışlayan, çok acıyan Allah, dilerse bütün günahları bağışlar. Bundan dolayı kullar, Allah’ın azabı gelmezden önce Allah’a yönelmeli, O’na teslim olmalı, şirki ve bütün günahları bırakmalıdırlar.

Demek ki soruda geçen hadis günah işlemeye teşvik ettiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine insan günah işlemeye fıtraten meyillidir. Öyle ise gaflete düşüp günah işlerlerse tövbe kapısının da açık olduğunu ifade etmektedir.

"Günah işlemeseydiniz günah işleyen bir topluluk yaratılırdı." sözünden kasıt ise; eğer insanların günah işleme özelliği olmasa idi veya yitirse idi, Allah onlardan başka günah işleme özeliği olan bir varlık daha yaratır ve bu varlıklar bu özelliğine rağmen günahı terk edip Allah’a itaat ederlerdi. Eğer gafletle, hata ile nefsine ve şeytana uyarak günah işlemiş olurlarsa tövbe edenlerin günahlarını da bağışlardı.

Bu hadisler tövbenin önemini anlatmakta ve kim olursa olsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden Ona yönelmelerini istemektedir.

Cevap 2:

Allah’ın cemal sıfatlarının tecelli yeri olan cennet sadece insanlarla ilgili olmadığı gibi, celali sıfatların mekânı olan cehennem de yalnız insanlara yönelik bir tecelligâh değildir.

Yani, Allah’ın sıfatları ezelî ve ebedî olduğundan, ebede kadar tecelli etmeleri gerekir. Bu tecellilerin diyarı ise, cennet ve cehennem yurtlarının bulunduğu ahiret diyarıdır.

Yani, ne cemalli sıfatların tecellisi sadece insanlara verilen nimetlerle ilgilidir, ne de celal sıfatlarının tecellisi yalnız insanlara verilen ceza ile alakalıdır.

Yani, faraza ahirete göçen insanlar olmasaydı, yine de bu sıfatların ebede kadar tecelli etmeleri için ebedî bir diyar olan ahirette ebedî birer tecelligâh olan cennet ve cehennem olacaktı.

Yani; inanan insanların cennet nimetleriyle mükâfatlandırılmaları, inkârcıların da cehennem azabıyla cezalandırılmaları, cemal ve celal sıfatlarının sadece bir kısım tecellileridir.

Yani, cennet bütün güzellikleriyle, bütün letafetiyle, huri ve ğılmanıyla, oradaki melekleriyle, nurlu manzaralarıyla cemal sıfatlarının gösterdiği gibi, cehennem de zebanileriyle, alev alev yanan korkunç ateş lavlarıyla, zemheririyle, karanlıklarıyla celal sıfatlarının dehşetli bir tecelligâhıdır.

Cennetin, evrende -tecelli eden cemal sıfatlarının bir yansıması olan- mevcut güneşlerin ve yıldızların ihtiva ettiği nuru yansıtan bir ışık, santral merkezi olması mümkün olabildiği gibi, cehennemin de, evrende -tecelli eden celal sıfatlarının bir yansıması olan- mevcut, gök cisimlerin, güneşlerin ve yıldızların barındırdığı ateş, hararet gibi unsurların bir kaynağı olması mümkündür. Bediüzzaman Hazretlerinin -özet halde verdiğimiz- şu ifadeleri bu konuda çok mânidardır.

"Bir donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine nuranî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, cehennemi elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'âl etsin / tutuşturup yaksın, onlara hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan cennetten yıldızlara nur verip, cehennemden de nar / ateş ve hararet / ısı göndersin; aynı halde, o cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahpes/hapis yapsın." (Mektubat, Birinci Mektub, Üçüncü Sual).

Konunun daha iyi anlaşılması için bir misal vermekte fayda görüyoruz:

Şu anda dünyanın her ülkesinde prensip olarak hapishaneler vardır. Bu hapishanelerin varlığı, insanları suç işlemeye iten unsurlar olmadığı açıktır. Bilakis, her zaman suçluların olacağı kesin olarak bilindiği için, bir tedbir olarak hapishaneler inşa edilmiştir.

Cehennemin varlığı da bunun gibidir. Yani, cehennem var olduğu için kimse suç işlemiyor, aksine Allah her şeyi kuşatan ezelî ilmiyle kendi özgür iradelerini kullanarak suç işleyenlerin  var olacağını bildiği için cehennemi var etmiştir.

Şunu unutmayalım ki; Rububiyetin en açık iki özelliği vardır. Bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek; diğeri, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek.. Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet tarafını itaat edenlere mükâfatla, haysiyet ve izzet tarafını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir. Allah’ın kendisine iman edip itaat edenlere her türlü tarifin üstünde bir güzelliğe sahip cennet gibi bir mükâfatı olduğu gibi, kendisini, peygamberlerini, kitaplarını inkâr edenler için de her türlü tarifin üstünde bir işkence özelliğine sahip olan cehennem gibi bir zindanı da olacaktır. En büyük olan Allah’ın mükafat ve cezasının da büyüklüğüne yakışır bir tarzda olmasından daha makul ne olabilir ki!..

Aslında, Allah’ın vereceği cezadan kurtulmak için elinden gelen gayreti göstermeyenler, bu cezanın kapıda olduğunu düşünerek sinir krizlerini geçirmekte ve bunun faturasını da bu cezanın varlığından söz eden Kur’an’a kesmek istemektedir.

Halbuki, Allah’a karşı gelmek, kırık elle dövüşmek gibidir ki, acıdan başka bir şey kazandırmaz.

Bir polis memuru veya bir jandarma karşısında eli ayağı birbirine dolanan korkakların, bütün varlıkların yaratıcısına karşı meydan okumaları ibret vericidir.

Beş liralık bir  menfaat uğruna şeytanın elini ayağını öpmekten çekinmeyen bir kısım onursuz insanların, cennet gibi bir mükâfatı vâd eden Allah’a itaat etmeyi gururlarına yedirmemeleri neyle izah edilebilir?

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanlar günah işleme özelliğinde yaratıldığı halde, neden cehenneme atılıyor?

46 İkindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak, sağlık açısından ve dinen sakıncalı mıdır? İkindiden sonra, yorgunluktan bir saat yatmak mecburiyetinde kalıyorum elimde değil, işten gelen yorgunluktan dolayı olsa gerek...

İkindiden sonra uyumak günah değildir; fakat bu saatlerde uyumak hoş karşılanmamıştır.

İkindi namazından sonra güneş tamamen batıncaya kadar geçen zaman dilimi, keza birçok iş kolu için en verimli zaman dilimidir. Bu saatte uyumak rızkı da, ömrü de noksanlaştırır.

Çünkü insanın günün verimini muhasebe edeceği, ölçüp tartacağı, yarınki gün için yeni plânlar yapacağı, hayat için yeni moral ve motivasyon bulacağı bu zaman diliminde uyumak insanı bütün bu neticelerden genellikle mahrum bırakır.

Buradaki uyku sakındırmasının da kerahet vaktine denk gelmesi ile ilgisi yoktur. Zaman dilimi bakımından sakıncalı görülmüştür. Fakat şüphesiz bunun da istisnası vardır:

Meselâ, gündüz boyu aralıksız yoğun bir çalışma gösterip akşamdan sonra gecenin bir vaktine kadar yeniden yoğun bir çalışmaya girecek birisi için, eğer bu vakitte biraz boşluk söz konusu olursa, bu kişinin bu vakitte bir miktar kestirmesinde dinen bir sakınca olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sabah namazından sonra ve ikindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak, sağlık açısından ve dinen sakıncalı mıdır?..

47 İnsan etinin haram olmasına delil olarak ayet veya hadis var mıdır?

Bu konu çok açık olduğu için Kur’an veya hadislerde açıkça zikredilmemiş olabilir. Bununla beraber, Kur’an’ın işaretlerinden bunun haram olduğunu bulmak mümkündür:

a.  “Kendilerine nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: “Bütün temiz ve iyi rızıklar size helâl kılınmıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğrenip eğittiğiniz avcı hayvanların sizin için tutup getirdiklerini yiyiniz ve üzerlerine Allah’ın adını anınız. Allah’a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah hesabı çabuk görür.” (Maide, 5/4) mealindeki ayette helal olan yiyecekler Tayyıbat / temiz, iyi, sağlıklı olarak vasıflandırılmıştır. İnsanın etinin hoş, çekici değil, yenmesi söz konusu olduğunda bile insanı tiksindiren bir unsur olması, onun helal olmadığının delili olabilir.

b.  “O Peygamber kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.” (Araf, 7/157) mealindeki ayette de İslam dininde hoş güzel şeylerin helal, hoş olmayan, murdar gibi tiksindirici şeylerin haram kılındığını göstermektedir. Bu insan etinin harama dahil olduğuna bir işaret sayılabilir.

c. “Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun.” (Hucurat, 49/12) mealindeki ayette insanı gıybet etmenin çok çirkin bir şey olduğu ifade edilmiş ve bu çirkinlik “ölmüş insanın cesedini dişlemek” olarak tasvir edilmiştir. Bu da insan etinin haram olduğuna “bi tariki’l-evla / öncelikle” delalet etmektedir.

d. İnsanı mükerrem kabul eden, yeryüzü halifesi olarak tanıtan, adeta her şeyi ona hizmetkâr ettiğini ilan eden, onu çekiştirmeyi bile haram kılan bir din, onun etinin yenmesine izin verir mi?  İnsanın ırzına, şerefine, malına, canına kast etmeyi haram sayan bir çok hadis vardır. İnsanın etinin yenmesinin haram kılınması çok daha önem arzetmektedir.

48 Büyük konuşma, diye bir şey var mıdır?

"Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz." (Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk: Keşfu'l-Hafa, 2/265)

Bu hadiste de ifade edildiği gibi, insanların kibirlenmesi, başkasına karşı kendini üstün görmesi ve başkasını kınaması gibi büyük sözler konuşması doğru değildir ve bir gün kendi başına gelmesi de muhtemeldir.

İnsan hem aciz hem de fakir bir varlıktır. Fakirlik denilince sadece mali yönden zayıf olmayı anlamak eksik olur. Her türlü mali imkanı yerinde olan insanlar da sonsuz bir fakr içindedirler. Allah’ın sonsuz ihsanlarına daima muhtaçtırlar.

Sonsuz aciz ve yine sonsuz fakir olma insanın iki temel özelliğidir.

İnsan saç yapmaktan âcizdir, ama ona ihtiyacı da var; saçın fakiridir. Göz, kulak, burun, dudak da yapamaz.; ama bunların da fakiridir. Ne kalp yapmak elinden gelir, ne ciğer ve ne böbrek; hepsinin de fakiridir.

Atlıyoruz diğer organları ve dış dünyaya geçiyoruz: Dudağının önünde nöbet bekleyen havadan, toprağa, suya, güneşe, aya kadar nice mahlûkatı yapmaktan âcizdir ve bunların her birinin de fakiridir.

İnsanın sonsuz fakrını (fakirliğini) bir misalle açıklamaya çalışalım:

Bir adam düşününüz. Ayağına bol gelen eski ayakkabılarını sürterek yürüyor. Elbisesi yetmiş yamalı, kumaşın aslını ayırt etmek güç. Üzerinde bir gömlek; düğmeleri dökülmüş, rengi ağarmış. Onu görseniz “Ne fakir adam!..” der ve acırsınız. Hükmünüz doğrudur, acımakta da haklısınız. “Acaba bu adamdan daha fakir birisi olabilir mi?” diye düşünürken, birden hayâlinizde “giydiklerinin hiçbiri kendi malı olmayan” bir diğer fakir canlansın. Bu adamın fakirliği öncekinden çok daha ileridir. İşte o ikinci fakir biziz, hepimiz, bütün bir insanlık âlemi.

- Başımız mı bizim, gövdemiz mi, kollarımız mı? Hepsi Hakk’ın mahluku.
- Bacaklarımız mı bizim, ayaklarımız mı, parmaklarımız mı? Hepsi Rabbimizin ikramı…
- Aklımız mı bizim, kalbimiz mi, hâfızamız mı? Tamamı Allah’ın ihsanı…
- Biz kendimize mâlik olmadığımıza göre, bizden daha fakir kim olabilir?

Madem insan fakirdir. Elinde olan hiçbir şey onun değildir. Kendi malı olmayan bir şeyden dolayı övünmemelidir.

Acz ve fakrını unutup başkasını küçük görme hastalığına kapılan insan, tövbe istiğfar etmeli ve bu hastalıktan kurtulmak için nefsini ibadetlerle terbiye etmelidir.

49 Hz. Ali'nin: "Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama en büyük âlem sende gizlidir." sözünü detaylı bir şekilde açıklar mısınız?

Allah, kâinatı yaratmış, kâinata isimleriyle tecelli etmiş, bin bir isminin nakışlarıyla kâinat sarayını işlemiş ve bu sarayın bütün nakışlarını, bu sarayın merkezinde olan, sarayın ve sakinlerinin kendisine hizmetkâr olduğu insana da nakşetmiştir.

Kâinatı binbir ismiyle dokuyan, aynı nakışla, insanı kâinatın küçük bir nümunesi gibi dokumuştur.

İnsan küçük bir âlemdir. Âlemin küçültülmüş bir misalidir. Kâinatta ne varsa, Allah insanın hakikatine onu öz olarak yerleştirmiştir. Âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır. Kâinat küçültülse insan, insan büyültülse bir kâinat olur...

Şu kâinattaki muazzam faaliyetin bir misali de insanda cereyan eder. Bizim de bedenimizde de sürekli bir faaliyet vardır. Durmadan nefes alırız, dimağımız fasılasız çalışır, saçlarımız uzamaya devam eder, hücrelerimiz durmadan değişir. (Kâinat da sakinlerini durmaksızın değiştirmiyor mu?)

Bir bebeğin büyüyen parmaklarıyla birlikte, ağacın dalları da beraber büyürler. Dökülen saçlarımızla, sonbahar birlikte kendini hissettirirler. Sonbaharda pek çok mahlûkat veda ederken kâinata, sonbaharda vefat olayları sıklıkla yaşanır.

(Görüntümüzden misalle): İnsanın saçları, ormanlara işarettir... Tüylerimiz nebâtata,bitkilere işarettir. Damarlarımızda kanın deverânı, akan nehirlere işaret; ağzımızda ve kulaklarımızda ki sıvılar, tatlı acı sulara işaret.. Vücudumuzdaki eğri büğrü yerler dağlara düz yerler ovalara işaret eder ve hâkezâ...

Evet...

İnsan yaratıldığı gibi, kâinatta yaratılmıştır.

İnsanın bir gençliği, ihtiyarlığı olduğu gibi, kâinatın da vardır. İnsan vefat edeceği gibi, kâinatta bir gün vefat edecektir.

İnsan küçük bir âlemdir yani...

Kâinat insana hizmetkâr: İnsan, kâinatın merkezinde yaratılmış ve kâinat, insana hizmetkâr edilmiş...

Kur’ân’ın tarifinde: Yeryüzü insana bir döşek gibi serilmiş, bir beşik gibi insanın içinde huzur duyacağı bir hâlde yaratılmış... Güneşe insanın bir lambası, bir sobası olma vazifesi verilmiş, yıldızlar kandiller hükmünde, gecenin karanlığında, insana ikram edilmiş...

Havasıyla, güneşiyle, toprağıyla, her an ahengi muhafazada, dengede tutulan bu kâinat, insan için bir hizmetkâr, bir binek, bir döşek, bir sofra, bir çarşı-yı âlem.... İnsan için saray gibi döşenmiş, süslendirilmiş, onun hizmetine verilmiş... Kâinat sarayının sofralarında, insan iştahsız da bırakılmamış, tüm sofralardan istifade edebileceği, sınırsız bir ihtiyaç verilmiş.

İşte, Cenâb-ı Mevlâ, kâinatta ne varsa, tüm nimetlerin uçlarını insanla bağlamıştır. Yani, insan kâinatın her tarafıyla alâkadar bir vaziyette yaratılmıştır. Yanıbaşımızdaki bir olayı merak ettiğimiz gibi, Mars araştırmalarını da merak etmez miyiz?..

Evet... Biz, bu kâinatın bütünüyle alâkadarız.... Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, yıldızıyla, çiçeğiyle, mercanlarıyla,.. her şeyiyle, kâinat bizim için yaratılmıştır... Kalbimiz, âlemin tamamına muhabbet edebilecek bir kabiliyette halk olunmuş...

Kâinatı bir bütün olarak algılar ve öyle severiz... Ne bu boncuk mavisi gökyüzü olmaksızın, ne de yeryüzünün ziynetleri olan çiçekleri görmeksizin bir dünya hayal edebilir misiniz?

50 Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?

Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mânâ arasındaki ilgiye benzer. Ses mânânın bedeni, mânâ sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır ne solunda, ne içindedir ne dışında... Mânâ, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese görev düşer. Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mânâ ise ondan sonra da varlığını sürdürür. Mânâ sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede. 

Ruh Allah'ın kanunu, beden Onun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor.Allahın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbanî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; lâkin, kâtibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak mânâsızlıktır. Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:

Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
Ruh, bedenin hiçbir cüzüne, hiçbir organına benzemez.
Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez.
Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin özellikleridir.

Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zâtı hakkında ne düşünülse, ona şirk koşulmuş olur.
Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
Ruhun bedendeki icraatı, Güneşin gezegenlerini döndürmesi gibi, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...

Bir başka açıdan:

Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var. Bunlardan birkaçı:

Beden ruh içindir, ruh beden için değil.
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir.

“Göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder.” (Sözler)

Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?

Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.

Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere.

51 Nasreddin Hoca hakkında bilgi verir misiniz?

Fıkralarıyla meşhur Türk nüktedanı. 1208 yılında Sivrihisar’a bağlı Hortu köyünde doğdu. Bu köyün adı şimdi Nasreddin Hoca olarak değiştirilmiştir.

Babası Hortu’da imamlık yapan Abdullah Efendi, annesi Sıdıka Hanım’dı. İlk öğrenimini babasından gördü. Arapça ve din bilgileri öğrendi ve Kur’ân’ı ezberledi. Sivrihisar ve Konya medreselerinde okudu. Babasının ölümünden sonra köyünde onun yerinde imamlık yaptı.

Konya’dan hocası olan mutasavvıf Seyyid Mahmud Hayrânî’nin Akşehir’e geçmesi üzerine 1237’de o da Akşehir’e yerleşti. Ölünceye kadar Akşehir’de kaldı. Müderrislik ve kadılık yaptı. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.

Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır.

Kendisine nispet edilen güldürücü hikayelerin büyük bölümü uydurmadır. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, Nasreddin Hoca, “Bu hikayelerin zekâtı olan kırkta biri bile kendisine verilse...” onu da kabul edecektir.

İstanbul’da Nasreddin Hoca soyundan kimselere ait 18. ve 19. Yüzyıllardan kalma mezar taşları vardır.

Hoca, 1284 yılında Akşehir’de vefat etti. Akşehir kalesinin güneydoğu yönünde bulunan mezarlığa gömüldü.

52 Derler ki insanlar çift yaratılmıştır, yani her insanın eşi var mıdır? Dünyada o kadar insan var ki, bu insanlardan bizim aynımız var mıdır?

Hiç bir insan diğerinin aynı değildir. Benzerlikler olsa da insanların birbirinin aynı değildir. Karşılaşılan benzerliklerden dolayı halk arasında böyle bir söz yayılmış olabilir. Ancak insanların çift yaratılmış olmasının ne ilmi ne de dini bir dayanağı yoktur.

"Her şeyi çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp ders alasınız." (Zâriyât, 51/49)

ayetinin maksatlarından biri, her nevin bir erkek bir dişi olarak çift yaratıldığı anlamındadır. Yoksa bir insanın aynısından bir tane daha olduğu anlamında değildir.

Bilgi için tıklayınız:

Bütün canlıların çift yaratıldığı belirtilmişken tek hücreli hermafrodit canlıların varlığını nasıl düşünmeliyiz?

53 Havas hakkında bilgi verir misiniz?

Havas, sözlükte "bir nesneyi diğerlerinden farklı ve üstün kılan nitelik" anlamına ge­len hassa kelimesinin çoğulu olup, genel­likle avam karşıtı olarak "seçkin kişiler" mânasında kullanılır.

Tasavvufta, herkes­te bulunmayan birtakım bilgilere ve hal­lere, yetenek ve ruh temizliğine sahip ve­lîlere havas veya ehl-i husus, bunların en üstün olanlarına hâssü'l-havâs veya hâssatü'l-hâssa adı verilir; böylece tasavvufi anlayışta Müslümanlar avam ve havas şeklinde iki kategoriye ayrılır. Havas ve hâssü'l-havâs, şer'î yükümlülükler konu­sunda avamla aynı hükümlere tâbi olup avama uygulanan hükümler onlara da uy­gulanır. Ancak havas nafile ibadetlere bü­yük önem vermesi, haram ve mekruh olan şeylerden titizlikle kaçınması, dinî hayatı en mükemmel şekliyle yaşamaya çalış­ması sonucunda birtakım özel bilgilere ve hallere sahip olarak avamdan ayrılır.

Mutasavvıflara göre Hz. Peygamber (asm)'in vahiy alma, mi'raca çıkma ve mucize gös­terme gibi sadece kendine has bazı hal­leri (hasâisü'n-nebî) vardır. Aynı şekilde Resûl-i Ekrem (asm) sırdaşı olan Huzeyfe b. Yemân'a başkalarının bilmediği bazı şeyleri haber verdiği gibi Ali'ye de başkalarının bilmediği yetmiş kadar ilim dalını öğret­miş, ancak Hz. Ali (ra), avamın kendisini ya­lancılıkla suçlamasından çekindiği için bunları açıklamamıştı. Hz. Ebû Bekir (ra) fırâsete ve ilhama mazhar olmuş, Hz. Ömer (ra) hak ile bâtılı birbirinden ayırma ye­teneğine sahip olduğu için kendisine "Fârûk" denilmiştir. (Serrâc, el-Luma', Kahire, 1960, s. 38, 168-182)

Hadis âlimleri hadis alanında, fıkıh âlimleri hukuk alanında uzman oldukları gibi, sûfiler de ruh ve gönül halleri husu­sunda uzmandır. Bu konudaki bilgilerin ve hallerin bir bölümü Hz. Peygamber (asm) ve sahabeden kendilerine intikal etmiş, bir kısmına ise ibadet, ahlâk, edep konularında hassasiyet göstermek, ruh ve kalp hallerini kontrol altında tutmak, nefsi günah kirinden arındırmak, İlâhî hakika­ti ve sırrı kavramaya çalışmak suretiyle kendileri ulaşmıştır. Büyük bir ruhî çaba ve manevî tecrübe ile kazanılan bu bilgi­lere "İlm-i husus" adı verilir. "Ledün ilmi" veya "bâtın ilmi" de denilir. Havas ve hâssatü'l-havâs, bu ilim sayesinde Kur'an ve hadisten herkesin farkına varama­dığı mânaları bulur ve ortaya çıkarır. Me­selâ Hz. İbrahim (as)'in gördüğü yıldız his, ay akıl, güneş Hak nuru şeklinde yorumlan­mış; bundan da avamın his, havassın akıl, hâssatü'l-havâssın Hak nuru ile irşad edildiği sonucuna varılmıştır. (Hay­dar el-Âmülî, Camiu'l-esrar, Tahran, 1378, s. 359).

Havastan olan bir kişinin kalbi uyanık, ahlâkı güzeldir. Hayır yapar, başkalarını buna davet eder. İyiliği emredip kötülük­ten menetme sorumluluğu çerçevesin­de hükümdarlarla barış içinde bulunur. (Sülemî, s. 226) Mutasavvıflar edep, ah­lâk, hal, ilim ve marifet gibi meziyetler bakımından halktan ileride olan havassın aynı zamanda mütevazi, sabırlı ve hayır sever olmaları gerektiğini söylerler.

Tasavvufta genellikle ibadet, hal, ahlâk, edep, ilim ve irfan üçlü bir sınıflandırma­ya tâbi tutulur. Buna göre meselâ bir ah­lâk kuralı alelade, iyi veya en iyi şekilde uygulanabilir. Avam bu kuralları alelade, havas iyi, hâssü'l-havâs ise en iyi şekilde yerine getirir. Kur'an'da, "Allah'a koşunuz"  (Zâriyât, 51/50) buyurulmuştur. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Havas Md.)

54 İbrahim Hakkı Hazretleri, "Anne ve baba eğer pazartesi akşamı birlikte olurlarsa, doğan çocuk Hafız-ı Kur'an olur." ifadesi nasıl anlaşılmalı?

Ana rahmindeki yavrunun da durumunu Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini açıklayan âyet-i kerime, çocuğun bilhassa manevî cephesine temas edilmektedir. İleride iyi veya kötü bir insan olmasını Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini açıklamaktadır. Kur'ân-ı Kerim çocuğun hususî kabiliyetlerine ve istikbalinin ne olacağına dikkati çeker. Meselâ ana rahmindeki çocuk on sene sonra ne olacak, zekâsı, kabiliyetleri, huyu ve davranışları nasıl olacak? İşte çocuğun gaybî olan tarafları bunlardır. Bunları Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez.

"Yüz bin röntgen misal fikr-i beşeri (İnsan fikri) birleşse, yine o çocuğun umum efradı beşeriye ye karşı (bütün insanlara karşı) birer alâmet-i farika (onu diğer insanlardan ayırıcı özellikleri) bulunan yalnız hakikî sima-i vechiyesini keşfedemez."

diyen Bediüzzaman, çocuğun değil böyle gizli kabiliyetlerinin ve geleceğinin, yüz şeklinin dahi bütün ayrıntılarıyla bugünkü tıbbî imkânlarla tesbit edilemeyeceğini belirtmektedir.

İnsanın iki simasına dikkati çeken Bediüzzaman, birincisinin diğer insanlara benzer tarafı; yani iki göz, iki ayak, iki el gibi gözle görülebilen dış azaları olduğunu açıklar. Bunlar gaybî değildir. Ana rahminde iken dahi bilinebilir. Röntgen ışınıyla çocuğun o cihetini bilmek gaybî bilmek değildir. Çocuğun esas gaybî ve Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ciheti manevî simasıdır. Bu da insanın gizli kabiliyetleri ve özellikleridir. Cenab-ı Hakk'ın iradesini, ihtiyarını, meşietini ve hususî rahmetini gösteren bu ciheti Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Değil ana rahmindeki bir çocuğun manevî cihetini bilmek, normal bir insanın kabiliyet ve istidatlarını bilmek ve tesbit etmek için uzun uzun tecrübelere, psikolojik tahlillere ihtiyaç vardır.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin çocuğun karakteri hakkındaki sözü mutlak değildir. Yani bu günde anne rahmine düşen çocukta böyle bir kabiliyet olur. Ancak çocuğun bu kabiliyetini kullanıp kullanmaması veya çevresindeki ortamı bu yönünü etkilemektedir. Eğer bu söz mutlak olsaydı pazartesi günü anne rahmine düşen her çocuğun hafız olması gerekirdi ki bu mümkün değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fizyonomi - İnsan şeklinin karakterine yansıması hakkında bilgi verir misiniz?..

55 Kul hakkı varsa nasıl olacak?

"İki göz var ki ateş onlara dokunmaz: Geceleri Allah korkusundan ağlayan göz ve geceleri Allah yolunda nöbet tutan göz.” (bk. Mecmau’z-zevaid, 5/288).

Diğer bir rivayette bu iki göze “Allah’ın yasakladığı haramlardan sakınan göz” de ilave edilmiştir.(bk. a.g.y).

- Bu gibi hadis ifadelerini bir irşat üslubu olarak değerlendirmek gerekir. Yani, Hz. Peygamber (a.s.m), bu gibi sözleri -kuvvetli bir ihtimalle- yanındaki muhataplarının konuyla ilgili durumlarını ortaya koymuş, onların dikkat etmeleri gereken hususlara dikkatlerini çekmek istemiştir. İrşat üslubunda, müjde veya uyarı hâkim olur. Bu hadiste müjde hâkimdir.

- Verilen müjdeler, zahiren kayıtsız şartsız gibi görünse de gerçekte İslam’ın temel prensiplerinin olmazsa olmazları olan şartlarla kayıtlıdır. Buna göre, bir gözün ateşe girmemesi için, öncelikle imanla kabre girmesi, hayatının son demlerine kadar Allah korkusunun sürekli olması gibi şartlar gerekir. Aksi takdirde, bir gece Allah korkusundan ağladıktan sonra, artık istediğini yapsa da ateşe girmez hükmünü çıkarmak gerekir ki, bu İslam’ın temel yargılarına terstir.

- Muhatabı belli bir yöne kanalize ederken, ön görülen müjde veya uyarıların yerli yerince oturtulması gerekir. Hadislerde, -haşa- abartı gibi görülen bazı ifadeler, bu yönlendirmeyi güçlü bir şekilde yapmaya yöneliktir.

Örneğin, hayatında Allah korkusundan ağlayan veya Allah yolunda nöbet tutan bazı kimselerin cennete gireceği muhakkaktır. Bu hüküm, herkes için olmasa da bazı kimseler için gerçektir. Bir tek fert için bile gerçek olsa, bu hüküm doğrudur, demektir. İrşat üslubunda, böyle ifadelerin kullanılması, herkesin aynı kapıya koşmasını sağlamaya yöneliktir.

Mesela şu ayeti de böyle değerlendirmek gerekir:

“İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda onlalar da onlardır.” (Enam, 6/82).

Bu ayet indiği zaman, sahabeler Resulüllah (asv)’ın yanına koşmuşlar ve “hangimiz var ki imanına zulüm bulaştırmamış, günah işlememiş olsun” diyerek sıkıntılarını dile getirmişler. Peygamberimiz(a.s.m) onlara:

 “Mesele zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulümden maksat, şirktir.” buyurmuş, delil olarak da “Muhakkak ki, şirk büyük bir zulümdür.” (Lukman, 31/13) mealindeki ayeti okumuş ve böylece onları teselli etmiştir.(bk. Taberî,  İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

İşte bu ayette, küfür ve şirk kavramı günah anlamına da gelen “zulüm” sözcüğüyle ifade edilmiş, bununla muhatabın her türlü günah ve zulümlerden kaçınmasını sağlamaya çalışılmıştır.

Kul hakkına gelince;

Bu dünyada işlenen kul haklarından dolayı, bu dünyada helallik alınmadığı takdirde ahirette kişi hesaba çekilecek ve mazlum kişi ondan hakkını alacaktır.

Bununla beraber hak yiyen kişi daha sonra pişman olmuş, samimi olarak tövbe etmiş, Allah'ın razı olduğu bir kul olarak yaşamışsa ve hakkını yediği kişiyi aradığı halde bulamamışsa inşallah ahirette Allah Teala hak sahibine kendi rahmetinden ve hazinesinden ikramlarda bulunarak, o kuluna olan hakkını affetmesini dileyecektir. Bu ikramları gören kişi de hakkını helal edecektir. Yeter ki kul hakkını yiyen kişi tövbesinde samimi olsun.

İlave bilgi için tıklayınız:

Okunan dualara, yapılan ibadetlere verilen sevaplar...

Helalleşme imkanı olmayan kul hakkı konusunda bilgi veriri misiniz?

56 Kendini kısırlaştırmak, hadım etmek günah mıdır?

İslam hukukuna göre bunların cezası hadımlık değildir. İslam’ın ön görmediği ve yasakladığı bir yolu takip etmek ise, yanlıştır, haramdır. Suç işlenmemesi için maddi ve manevi tedbirlerin alınması gerekir. Buna rağmen yine de suç işleyenler olursa, onların cezasını devletin yetkilileri vermelidir, şahıslar ceza veremezler.

Yeni Müslüman olmuş bedevî bir genç, Hz. Peygamber (a.s.m)’e : Müslümanlığın diğer emirlerini yerine getireceğini, yalnız zina konusunda kendisine tolerans tanınmasını ister. Sahabeler, bu küstahlık karşısında adamı linç etmek isterler, fakat Efendimiz (asm), "Onu bana bırakın." buyurur ve adamı yanına alır. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Peygamberimiz: “Annen var mı?”
- Adam: “Evet.” 
- Peygamberimiz: “Böyle bir şeyin annene yapılmasına razı olur musun?”
-
Adam: “Hayır!”
- Peygamberimiz: “Dediğin kadın da birisinin annesidir.” 

Sonra Efendimiz (asm), adamdan kız kardeşi, halası, teyzesinin olup olmadığını sorar; “evet” cevabını alınca da "Onlara böyle bir kötülüğün yapılmasını ister misin?" diye sorar. Ondan “hayır” cevabını alınca da kadınların birilerinin kız kardeşi, halası, teyzesi olduğunu, onların yakınlarına böyle bir şey istemediklerini hatırlatır. Bir duayı da ekleyince, o eski utanmaz adam gider, yerine hayâ dolu bambaşka bir adam gelir.

Ne olur, bu ilmî, fikrî, iknaî sünneti uygulayalım. (Hadis için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256, 257)

Bilindiği gibi, hadımlık veya bir diğer ifadeyle tavaşilik, doğuştan veya sonradan yapılmış bir ameliye yüzünden, erkeklik özelliğinin kaybedilmesi manasını ifade etmektedir.

Bir insanı, cinsî hayatından mahrum etmek demek olan hadımlık, İslâm hukukunda caiz görülmemiştir. Hadımlığa hisâ veya ihtisâ denilmektedir. İslâm Hukukunda erkeğin cinsel organının kesilerek hadım edilmesi tamamen yasaklandığı gibi, hayaları kesilerek veya tesirsiz hâle getirilerek hadım edilme de yasaklanmıştır. Bu ikinciye ihtisâ denmektedir. Konuyla ilgili bir hadis-i şerif şöyledir:

Ebû Hüreyre (ra), Hz. Peygamber (asm)’e gelerek,

"Yâ Resûlellah! Yaşım çok genç, zinaya düşmekten korkuyorum. Evlenmek için gerekli maddi imkâna da sahip değilim. Müsaade ederseniz, husye bezlerimi aldırayım."

Dört defa sorması karşısında sükûtla cevap veren Allah’ın Peygamberi (asm), sonuncuda biraz da kızgınlıkla;

"Ey Ebu Hüreyre! Senin kavuşacağın mukadderatı yazan kalemin mürekkebi kurumuştur. Durum böyle olunca ister hadımlaş ve ister hadımlaşma, müsavidir." (Buharî, Nikah 8; Nesâî, Nikah 4)

Burada Ebu Hüreyre sadece muhayyer bırakılmamaktadır; hatta azarlanmakta ve Allah’ın kaderini değiştirmeye yeltenmekle suçlanmaktadır.

İnsanları hadım etmenin İslâmiyet'te caiz olmamasının asıl delili ise, Kur’ân’daki şu âyettir:

"(Şeytan devamla şöyle der): Onlara emirler vereceğim, ta ki, Allah’ın yarattığını değiştirmeye kalkışacaklar. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, açık ve büyük bir hüsrana maruz kalır." (Nisa, 4/119)

Bu âyet-i kerîmeyi değerlendiren İslâm hukukçuları, hadımlık konusunda şu görüşü açıklamışlardır: İnsanın hadım edilmesi, haramdır; ancak bir menfaat ve maslahat için olursa insanlar dışındaki canlıların mesela atın ve öküzün hadım edilmeleri caiz olur.

Hatta İslâm Hukukçuları ve Osmanlı Şeyhülislâmları, hadım fiilini teşvik edeceğinden dolayı, başkaları tarafından hadım edilmiş insanların istihdamının dahi mekruh olduğunu ifade etmişlerdir.

Kaynaklar:

bk. Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı; Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-ü Sitte I-XVIII, İstanbul 1995, c. II, sh. 210-211; Haskefî, Dürr’ül-Müntekâ Şerh’ül-Mültekâ, c. II, sh. 553 (Damad Şerhi kenarında); Damad, Mecma’ül-Enhür, c. II, sh. 553; Dürrî-zâde Es-Seyyid Mehmed Arif Efendi, Netîcet’ül-Fetâvâ, Dersa’âdet 1226, sh. 580-581.

İlave bilgi için tıklayınız:

Zina cezası ve bu cezanın uygulanması için şartlar nelerdir?

57 Kendine saygı duymak ne demektir?

Kişinin kendisine saygı duyması, kendisinin kendisi üzerindeki hakkı gözetmesidir. Şahsına ait vazifelerini yerine getirmesidir.

Bu vücudun ve ruhun bizim üzerimizde bir hakkı vardır; vunun gereklerini yapmaktır.

Vermiş olduğu sözü tutmasıdır. Hak ile yapmış olduğu sözleşmeyi hatırlaması ve gereğini yapmasıdır.

Yaratılıştan getirdiği kişiliğini ve şahsiyetini korumasıdır. Saygı, kişilik oluşumudur. Özünü kaybetmeyerek, kendisi olmaya çalışmasıdır.

Bu, aynı zamanda hadiste buyurulan; “Nefsini bilen Rabbini de bilir.” (bk. Aclunî, 2/262) hakikatidir. Kişinin kendisini bilmesi, değerini anlaması ve kendisine, kendisini yaratan Yaratıcı'nın ne kadar ehemmiyet verdiğinin bilincinde olmasıdır. Zira insan saygı duyan ve saygı duyulan bir varlıktır.

İnsan, kâinatta ve tüm varlıklar içerisindeki farklılığını ve değerini bilirse, kendine olan saygısı da artacaktır. Saygısı artanın güven duygusu da paralel olarak gelişecektir.

İnsanın değişiminde her ne kadar çevrenin büyük bir etkisi söz konusu olsa da, ancak yaratılıştan getirdiği İslam fıtratı ve modeli üzerine yaratılmış ve bir çok donanımlarla donatılmış olarak gönderildiği için, en azından onların korunmasına sahip olmasıdır.

Örneğin, içki içerek sefalet içerisinde yaşayan, çamura bulanan bir insan; kendisine olan saygısını yitirdiği gibi, başkasının da kendisine bir saygı göstermesini bekleyemez.

Saygı duymak ve saygı duyulmak, seviye kazanmaktır. Saygının kendisi bir seviyedir.

Saygı istenilmez, verilir. Saygı saygıyı çeker.

Esasen kişinin kendine saygısının bir başka boyutu daha vardır; o da Allah’ın sanatına ve emanetine yapılan saygıdır. Soruda geçen sözden asıl maksat da bu olmalıdır.

Hiçbir şey bizim malımız değildir. Her şey emanettir. Çünkü mülkün sahibi Allah’tır. Bu nedenle, kendimize saygı duymanın anlamı, Allah’ın bize verdiği antika sanat eseri olan emanete saygı duymaktır. Emaneti, hakiki sahibinin rızası yolunda, izin verdiği yerde kullanmaktır.

İnsanın kendine saygısı derken, kendisi denilen şeyi belirlemek gerekiyor. “Şüphesiz, Allah müminlerden nefis ve mallarını cennet karşılığı olarak satın aldı...” (Tevbe, 9/111) mealindeki ayette geçen nefis, dahildeki bütün nimetleri, mal da harici nimetleri ifade ediyor. Yani, nefis “zat” manasına geliyor ve nefis denilince göz ve kulaktan, akıl ve kalbe kadar her türlü maddî ve manevi cihazlar anlaşılıyor. Bütün bunları Allah’ın rıza çizgisinde kullananlar ebedî bir saadete kavuşuyorlar.

İnanan bir insanın ruhuna neşe veren, onu yükselten, terakki ettiren sebepler sayısız denecek kadar çoktur:

• Allah’ın en mükemmel eseri olmanın zevki.
• Dünyada diğer canlıların kendi hizmetine verilmiş olmasının zevki.
• Hastalıkların günahlara kefaret olup insanı manen terakki ettirdiğini bilmenin zevki.
• Ölümün hiçlik olmayıp bu dünyadan daha güzel bir aleme göçme olduğunu bilmenin zevki.
• Ruhun baki olup, hayatını kabirde de, mahşerde de, ahirette de devam ettireceğini düşünmenin zevki.

Bütün bu manevî hazlar ve lezzetler hiçbir dünya nimetiyle kıyaslanmayacak kadar değerlidir, büyüktür.

Bütün bunlar kalbin, ruhun, vicdanın zevkleridir ve bunlar bedenle alınan lezzetlerden çok ileridir.

İşte insanın kendine saygısı ve bundan aldığı zevk…

Diğer taraftan, kedine saygısı olmayan, yani emaneti sahibinin iznine göre kullanmayan kimse, kendine zulmetmiş olur. Nitekim bir ayette: “Kim bir günah kazanırsa onu sırf kendi aleyhine kazanmış olur.” (Nisa, 4/111) buyrulmaktadır. Bu açıdan baktığımızda örneğin şirk, inkar, ayetleri yalanlama, ahiret gününe inanmama gibi tutumlar da itikadi açıdan nefse karşı işlenen bir zulüm olarak değerlendirilirler.

“Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Hatta onların ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.” (Hud, 11/101)

Konuya ameli açıdan yaklaştığımızda da görüyoruz ki Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayet-i kerime büyük ve küçük günahlar manasında birçok davranışı “nefse zulüm” içerisinde mütalaa etmiştir. Adam öldürmek, Allah’ın çizdiği sınırları aşmak, kadınları boşadıktan sonra yanlarında tutarak onların evlenmelerine mani olmak vs. bunlar hep kişinin nefsine/kendine karşı işlemiş olduğu zulümlerdir.

Demek ki, insan ister Allah’a, ister diğer insanlara, isterse kendi nefsine zulmetmiş olsun, sonuç itibarıyla aslında o kendi nefsine zulmetmiştir ve kendine saygısızlık etmiştir. Çünkü insanın işlediği bütün günahlar ancak kendi aleyhinedir.

Allah bu kimseler için çok bağışlayıcı ve esirgeyici olduğunu bildiriyor:

“Kim bir kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı gafûr ve rahîm bulur.” (Nisa, 4/110)

58 Yeryüzünde insanlardan önce kimler vardı?

Kur’an-ı Kerim’de geçen bazı ifadelerden, yeryüzünde insanlardan evvel insanlar gibi mükellef bir kısım varlıkların da yaşadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunların nasıl varlıklar olduğu hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bu hususta Bediüzzaman şunları söylemektedir:

“Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım.”(Bakara, 2/30) ayetindeki “Halife” tabiri, dünyanın, insanların hayatına elverişli şartlara sahip olmazdan evvel yeryüzünde idrakli (düşünen) bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki yerin evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. “Halife” tabirinin bu manaya delaleti, hikmet gereğidir. Amma meşhur olan manaya göre, o idrak sahibi mahluk, cinlerin bir nevi (çeşidi) imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlar ile değiştirilmişlerdir."(1)

Hadisçilerin ve tefsircilerin görüşlerini toplayan Abdullah Aydemir, “Tefsirde İsrailiyat” isimli eserinde, bu konuda ortaya atılmış görüşlere delil teşkil eden ,

“Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de: ‘Biz seni hamdinle tesbih ve tenzih edip dururken –orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek- kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim’ demişti.”

ayetinin tefsiri münasebetiyle, tefsircilerin pek çok şeye temas ettiklerini, bunlardan birinin de arzın (yeryüzü) Âdem’den önceki sakinlerine ait bilgiler olduğunu söyler.

Abdullah İbn Ömer (r.a.):

“Cân oğulları diye anılan cinler, Âdem (a.s)’in yaratılmasından iki bin yıl evvel yeryüzünde idiler. Yeryüzünü fitne ve fesada vermek suretiyle bozdukları ve kanlar döküp cinayetler işledikleri için, Allah onlara karşı meleklerden müteşekkil bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan bu fesatçılar, denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” dedi.

İbn-i Abbas şöyle diyor:

"İnsan çamurdan yaratıldı. Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar arzda kanlar akıttılar, birbirlerini öldürdüler. Allah onlara İblisin komutasında meleklerden askerler gönderdi. İblis ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak, onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi kazandıktan sonra İblisin kalbinde gurur doğdu ve: “Ben, kimsenin yapmadığı bir iş yaptım” diye övündü. Allah onun kalbinde doğan bu gururu bildi. İblisin yanındaki melekler bunu bilmiyorlardı. Cenab-ı Hak, İblisin yanında bulunanlara: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi. Buna karşılık olarak melekler: “Sen, bizim kendilerini tenkile memur edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek biri mi yaratacaksın?” dediler.(2)

Dipnotlar:

(1) İşaratü’l-İ'caz, s. 201.
(2) Taberi, Tefsir, I/195-214;Tarih, I/1,107-112.

59 Dökülen veya kesilen saçları tuvalete atmanın günah olduğu söyleniyor bu doğru mu?

İnsan hürmete layık bir varlık olduğu için ondan ayrılan parçalarında hürmeten gömülmesi veya yakılması uygundur. Tuvalet gibi kirli yerlere atılması adaba uygun değildir. Ancak dökülen veya kesilen saçlar tuvalete atılırsa da günah değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kesilen tırnaklar ve tüyler ne yapılmalıdır?

60 Kur'an'da insana yüklendiği ifade edilen emanet, ne demektir?

Emanetle ilgili ayet-i kerimenin meali:

“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” (Ahzab, 33/72)

Emanetin lügat manası: eminlik, birisine koruması için bırakılan şey. Eminliğin zıddı, hıyanet. Yani, emaneti korumamak, onu emanet edenin değil de kendi nefsinin arzu ettiği gibi harcamak...

Istılahta, emanet için birçok manalar verilmiş. Bunlar içerisinde en meşhur olanları şunlar:

“Dini tekliflerin tamamı”,
“Farzlar”,
 “İslam’ın emirleri”,
“İnsana ihsan edilen her nimet”,
“Akıl”,
“Yer yüzüne halife olma kabiliyeti.”

Kur’an güneşinden bir nur:

“Allah hiçbir nefse vüs’atini aşan (güç yetiremeyeceği) bir vazifeyi teklif etmez.” (Bakara, 2/286)

Bu nefislerden birisi göz; ona işitme vazifesi yüklenmemiş. Bir başkası kulak; ona da anlama teklif edilmemiş. Koyun ruhu tefekkür etmekle, dağlar ve taşlar da ışık vermekle vazifeli değiller...

Her varlık kendisine verilen kabiliyete göre bir vazifeye koşulmuş. İnsan ruhunun diğer varlıklardan önemli farklılığı var. Ona cüz’i irade takılmış. Kendisine verilen vazifeyi yapıp yapmamada serbest bırakılmış. Zalim ve cahil oluşunun kaynağı da bu cüz’i iradeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...

Emanet, irade sahibine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, “Paramı kasaya emanet ettim.” demezsiniz. Demek ki, cansız eşya emanete muhatap olamıyor... Melekler de onlardan pek farklı değil... Onların vazifelendirilmeleri teklif ile değil, emir iledir.

Emanetle ilgili ayet-i kerimede emanetin göklere, yere ve dağlara “teklif” değil, “arz” edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülemezdi. Arz etmekte bir başka mana vardır. Hani, bir padişah, huzuruna çağırdığı bir askerine bir vazife arz eder. Mesela, ona “Sen katiplik yapabilir misin?” diyebilir. O nefer, padişahından özür dileyerek, “Maalesef, benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi yerine getirirdim.” der. Bu teklif , “Bana bir su getir.” demeye benzemez. Suyu her nefer getirir, ama katipliği herkes yapamaz.

Emanetle ilgili ayette de Cenab-ı Hak, göklerden, yerden ve dağlardan bir vazife istemiştir. Onlara bir emanet arz etmiştir. Bu arz edişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu vazifeden içtinap etmelerini de bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara teklif edilen vazife, onların kabiliyetleriyle, sermayeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın yaratılış keyfiyeti, ona takılan cihazlar, verilen kabiliyetler, bu vazifeyi yapmasına müsaittir. Nitekim, göklerin çekindiği bu emaneti o yüklenmiştir.

Nedir bu vazife? Bediüzzaman Hazretleri Haşir Risalesinin On Birinci Hakikat'inde bu emanetin “insanın istidadı” olduğuna işaret eder ve bu istidada yüklenen görevi,

“Küçücük cüz’i ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Halikını, muhit sıfatlarını, külli şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilmek.”

olarak açıklar.

Kendi misaliyle açıklayalım:

“Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun malikiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hakeza...”

İşte bu ve benzeri nice mukayeseleri yaparak Allah’ın sonsuz sıfatlarını, şuunatını bilme vazifesini gökler, yer ve dağlar yüklenememişlerdir; kendilerinde bunu yapabilecek istidat bulunmadığı için...

Bu âyet-i kerime ile insanın semalardan yüksek olan ehemmiyeti ve kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî vazifesi beyan edilerek, insanoğluna küçük şeylerin peşinde koşmaması tavsiye edilmekte. Aksi hâlde, kendisine verilen kabiliyetleri yerinde kullanmayarak onlara mânen zulmedeceği ve cenneti bırakıp cehennemi satın alacağı için de câhil olacağı ders verilmekte, ihtar edilmektedir.

61 İnsanın yaradılıştan gelen özellikleri nelerdir ve bu özellikleri asıl kullanması gerekir? Mesela Kur'an'da, insan çok cahil ve zalim deniyor ve unutkan olduğundan bahsediyor...

İnsanda binlerce hissiyat var. Bu özellikleri açıklayan geniş eserlere bakmanızı rica ederiz. Her hissin hem iyiye hem de kötüye kullanılması mümkündür.

1. İnsana verilen her bir his ve duygu, insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değildir. Aksine insanı Allah’a yaklaştırmak ve terakki etmek içindir. Bu sırrı bilmeyenler insanın kendinde bulunan bazı his ve duygulardan kesinlikle arındırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Halbuki böyle bir şey bazı insanlar için mümkün olmayan bir durumdur.

Fakat alimlerimizin çoğunluğuna göre bu his ve duyguların bizi terakki ettirmek için verildiği kanaatindedir. Bu his ve duyguların yüzünü fani ve ehemmiyetsiz şeylerden çevirip baki şeylere yönlendirmek gerekmektedir.

Mesela istikbali düşünmek hissi herkeste var. Bir insan bununla isterse sadece taahhüt altına alınmamış dünya hayatını düşünebilir. Ve ona çalışabilir. Fakat bu his ve duygu bunun için verilmemiştir. Öyleyse bu hissi başka değerli bir şeye yönlendirmesi gerekir. Bu da ahireti düşünmek tarzında olmalıdır. Önceki durumda kendini mesul edecek durumdan Cenab-ı Hakk'ın sevgili bir kulu olmaya yönelir.

Mesela insanda inat duygusu da var. Bu hissi dünya işlerine sarf ettiği zaman ehemmiyetsiz şeylere de inat eder. Ve günah da kazanır. Fakat insan bu hissini, Allah’ın istediği şekilde kullansa, o zaman ibadete inkılap etmiş olur. Şöyle ki, bu his ile bir Müslüman diyecek ki “Ben inat ettim, sabah namazını kaçırmayacağım, inat ettim hiçbir mü’mine kızmayacağım, inat ettim her gün şu kadar namaz v.s ibadet edeceğim..."

İşte değerli kardeşim! Hırsın da böyle iki mertebesi var. Biri insanı günaha sevk eder, diğeri ubudiyete. Günah olan tarafı Allah hoş görmediği gibi, iyiye kullanılsa hoş karşılanır. Mesela bir insan hırs edip devamlı mal, mülk kazanmaya çalışsa ve neticede zekat vermez ise, bu his insanı helakete götürü. Veya insan kendine hedef tayin ettiği herhangi bir makamı elde etmek için, her türlü kılığa girmekten sıkılmıyor ve mukaddesatını feda edecek şekilde hırs gösteriyorsa taşıdığı bu hırs duygusu iyi değildir. Ve Allah bu hissi taşıyanı lanetler. Fakat insan bu hırs damarını “İnsanların imanlarını nasıl kurtarırım, insanlara nasıl faydalı olabilirim, ahiretteki makamımı nasıl artırırım ve Allah’ın rızasını nasıl kazanırım?” diye kullansa, herhalde hırs damarı tüm hissiyatlar içerisinde sultan olur.

Bu açıdan insana verilen her duygunun ve özelliğin iyi ve güzel olduğunu söyleyebiliriz.

2. Sahih bir hadiste, “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17) (günümüzde de falan ...izm'den yapar) buyurulmaktadır.

a. Her insan yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslam'a en müsait bir hüviyettedir.
Fıtrat, yani yaratılıştaki mahiyeti itibariyle her insan lekesiz, tertemiz ve iman ve İslam'a en müsait bir hüviyettedir; lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya, üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, şekil verilmeye müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir fidan gibi...

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı bir hal almaya müsaittir. Ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabilir. Aynı şekilde yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve kainat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalaleti ise reddetmeye muvafık ve müsait bir haldedir. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına iman ve İslam adına yerleştirirler. Söz gelimi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kainat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah'tır (c.c.)” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle simalar görürüz ki, aşinası bulunduğumuz mana ve ölçülere binaen “temiz fıtratlı, iyi ahlaklı, çok müsait ve müspet bir insan” deriz.

b. Temiz ve selim fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir.

İnsan, küfür ve inkarla, kainat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını köreltmiş; kendini bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakıp, karanlıklar içine gömmüş ve haddizatında baştan temiz olan fıtratının üzerine Allah'ın (c.c.) sevmediği kara lekeler sürmüş olur. Buna karşılık, insan iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve saffetini korur. O halde; İman asli, küfür ise arızi bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilir. Fıtratın ilk baştaki hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hristiyan, ya Yahudi, ya da Mecusi olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

c. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bir fıtrat kazanmış demektir.

Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine “kuştur”. O, yaratılıştan uçmaya müheyya ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, “bu kuş, uçacak” deriz. Ancak harici bir sebep devreye girer de, kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde bu kabiliyetlerini öldürme, önceki ilk fıtratı köreltip, ikinci bir fıtrat ile uçamayacak hale getirmedir. İradenin suistimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk haline bakıp da, kuştur bu, uçar diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da “Müslüman bu” veya “Müslüman olur bu” deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da iradesini suistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalıp, çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz duruma düşer. O artık karanlıklar içinde, kara bir yeni fıtrat kazanmıştır.

d. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzuuyla alakalı iki husus her zaman karşımıza çıkacaktır: Dış sebepler ve irade.

Evet, her doğan İslam fıtratı üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış tesirlerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müspet veya menfi yönde müdahalede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, bu insan, ya fıtratını temiz tutup said olacak ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şaki olacak diye yazılır.

3. İnsan ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

62 Allah, Peygamberi veya melekleri tarafından lanetlenme halleri hangileridir?

Kişinin açıkça lanetlendiği ifade edilen hâlleri şöyle sırlamak mümkündür:

Ayetlere Göre Lanetlenmiş Olanlar:

- Küfür/inkar hali (Bakara, 2/88-89, 161; Nisa, 4/46; Ahzab, 33/64),

- Mürted olmak/dinden dönmek (Âl-i İMran, 3/86-87),

- Ehl-i kitap da olsa İslam’ı inkâr etmek (Nisa, 4/47),

- Taammüden/kasden imanlı bir kimseyi öldürmek (Nisa, 4/93),

- Her türlü putçuluğa, tâğutlara taraftar olmak, kâfirleri müminlere tercih etmek (Nisa, 4/51-52),

- Allah ve Resulünü -çirkin iddia ve davranışlarla- incitmek (Ahzab, 33/57),

- Münafık olmak, müşrik olmak, fitne fesat çıkarmak (Muhammed, 47/22-23; Fetih, 48/6),

- Kur’an’daki gerçekleri gizleyenler (Bakara, 2/159),

- Azgınlık ve isyan hâli (Maide, 5/78),

- Zâlim olmak (A'raf, 7/44; Hud, 11/18; Mümin, 40/ 52),

- Fitne fesat  çıkarmak, olması gereken ilişki bağlarını koparmak (Rad, 13/25),

- Yalancılık etmek (Âl-i İmran, 3/61; Nur, 24/7),

- İffetli kadınlara iftira atmak (Nur, 24/23).

Hadislere Göre Lanetlenmiş Olanlar:

- (Mümin) Kardeşine (korkutmak için) demir doğrultmak (Tirmizî, Fiten, 4),

- İçkiden ötürü lanetlenenler: İçkiyi imal eden, orada işçi olarak çalışan, içki satan, satın alan, taşıyan, kendisine taşınan, içki parasını yiyen, içki içen, içki servis edenler (İbn Mace, Eşribe, 6),

- Faizden ötürü lanetlenmiş olanlar; faizi alan-veren, faiz işlemine vekil olan, faiz işlemine şahitlik görevini üstlenen, faiz işlemini yazan (Tirmizî, Buyu’, 2),

- Rüşvet veren, rüşvet alan (Tirmizî),

- Kendini erkeğe benzeten kadın, kadına benzeten erkek (Buharî, Libas, 61),

- Hırsızlık yapan kimse (Buharî, Hudud, 7, 13; Müslim; Hudud, 7),

- Altın ve gümüşe (paraya) tapan kimse (Tirmizî, Zühd, 42).

Bu konuda lanetlenmiş başka birçok kötü vasıf daha vardır, biz şimdilik bununla iktifa ediyoruz.

Lanetlenmek, Allah’ın rahmetinden uzak kalmak anlamına gelir. Lanetlenmek, dünyada rahmetin yolunu şaşırmak, hak yoldan sapmak demektir. Gözlerin manen kör olup hakkı görmemesi, kulakların sağır olup gerçekleri işitmemesi, dillerin lal olup gerçeği seslendirmemesi lanetlenmişliğin bir yansımasıdır.

Sayılan özelliklerden birine veya birkaçına sahip olanlar, özgür iradeleriyle Allah’a karşı öyle bir isyan ederler ki, kendilerini Allah’ın rahmet kapısından uzaklaştırırlar. Bu yaptıklarının cezası olarak da rahmet kapıları kendilerine kapatılır. Artık akılları, kalpleri, zihinleri, gözleri, kulakları, dilleri hak ve hakikatin semtine uğrayamazlar, kendilerine ilgili manevî trafik yolu tamamen kapatılır.

Denilebilir ki, her küfür, şirk ve isyan yolu bir nevi lanet yoldur, yani rahmetten uzaklaşmaktır. Ancak Kur’an’da bazı isyanlara vurgu yapmak için lanetlenme kavramı açıkça ifade edilmiştir. Diğer isyanlar ise, zımnen lanetlenmişlerdir. 

İslam’da tövbe kapısı her zaman açıktır. Küfrün, günahın, isyanın her çeşidinden dönenler için açıktır. Her küfür, isyan ve günah Allah’ın rahmetinden uzaklaşmak, lanete uğramak demektir. Her küfür gibi, Kur’an’da açıkça lanetlenmiş denilen insanlar için de tövbe kapısı açıktır.

Tövbe ettikten sonra affolunmayacak günah yoktur. Ancak günahın affedilip affedilmeyeceğini bilemeyiz. Tövbe ettikten sonra Allah dilerse affeder, dilerse affetmez. Bunun için tövbemizin kabul şartlarına uygun olması gerekir.

Şartlarına uygun olarak yapılan tövbeyi Allah affedeceğini bildiriyor:

"Ey günâhta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphe yok ki O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53)

63 Küçük çocukların -kız erkek fark etmez- dudaklarını öpmek uygun mu, değil mi? Ama şehvani duygular beslemeden, kesinlikle cinsel duygularla öpmeden...

İslam kaynaklarının verdiği bilgilere göre, genel olarak insanların (erkeğin erkekle, kadının kadınla) dudak dudağa öpüşmek mekruhtur. İslam'da böyle bir adet yoktur.

Ancak küçük çocukların, sevgi ve şefkatten kaynaklanan bir ilgiyle, ağzını öpmekte bir sakınca görülmemiştir. Yeter ki, öpen kimsede zarar verecek bir hastalık bulunmasın. (bk. Celal Yıldırım, İslam Fıkhı, IV/233).

Bununla beraber, kişinin kendi çocuğunu veya mahremi olan bir çocuğu öpmesi ile yabancı bir çocuğu öpmesi arasında bir fark gözetmekte fayda vardır. Özellikle yabancı kız çocuklarının ağzını öpmek konusunda ihtiyatlı davranmak, nefsin hilelerini düşünmekte pek çok yarar vardır.

Şu da bir gerçektir ki, çocuktan çocuğa, kızdan kıza, fark vardır. Yabancı ile mahrem arasında, oğlan ile kız arasında bu fark çok daha açıktır.

"Şüpheli şeylerden kaçının." (Buharî, İman 39, Müslim, Müsakat 107)

mealindeki hadis-i şerife kulak vermek gerekir.

64 Şemseddin Yeşil Efendi kimdir?

Tam ismi Şemseddin Yeşil’dir. Babasının adı Hüseyin Efendi, Annesinin adı ise Hanife’dir. Hicrî 10 Muharrem 1322’de doğdu. Şeceresi Abdulkâdir-i Geylânî Hazretlerine dayanır. 8 Temmuz 1968 günü vefat etti. Kabri Silivrikapı Kabristanlığında bulunmaktadır.

Şemseddin Yeşil’in babası Hüseyin Efendi Samatya yakınındaki Ağahamam mevkiinde Hâtuniye Camii imamı idi. Şemseddin Yeşil henüz on iki yaşındayken babası vefat etti.

Çocukluğundan itibaren edindiği dinî eğitimin yanı sıra İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu. İbrahim Paşa Camiinde hatiplik, Etyemez Camiinde imamlık, hatiplik ve vaizlik yaptı. Ayrıca uzun seneler Sultan Ahmet, Teşvikiye ve Dizdariye Camilerinde vaaz etti. Yüze yakın kitap telif etti.

Füyuzât (yedi ciltlik Kur’ân tefsiri), Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam (iki cilt), Zirve-i Tevhid, İslâm’da Esas, Meş’al-i Felâh eserlerinden bazılarıdır. 20 Şubat 1947’de Hakikat Yolu isimli bir dergi, 22 Mart 1948’de İslâmiyet isimli bir gazete yayınlamaya başladı.

Etyemez Camiinde imamlık yaptığı sıralarda Sultan Ahmet’te bir şekerci dükkânı olduğu için “Tatlıcı” namıyla da tanınıyordu. Diğer yandan Sahaflar Çarşısında da bir kitap dükkânı vardı.

Şemseddin Yeşil'in hayatı, fikirleri ve Fuyuzat isimli tefsiri hakkında detaylı bilgi almak için bk. Bekir Fındık, Şemseddın Yeşil'in Hayatı ve Tefsiri 'Fuyuzat', Ankara Üniversitesi Soyal Bilmler Ensitüsü Temel İslâm Bilimleri (Tefrsir) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, ANKARA-2002.

65 Bu zamanda da evliya olmak mümkün müdür? Evliyalık / velilik doğuştan mıdır; çok büyük günahlar işlemiş kişiler de evliya olabilir mi?

Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için, anlamak zordur. Bir insan "Ben Allah’ı seviyorum." diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.

Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.

İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerime de Allah’ımız bildiriyor.

“Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah ta sizi sevsin.”(Âl-i İmran, 3/31)

Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimiz (asv)'e uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize uyarak hayatımızı yaşarsak, neticede Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır?.. Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa "Dediklerinin hiçbirini yapmam ama, sen kalbime bak, ben onları çok seviyorum." dese kime inandırabilirsiniz.

Demek ki Allah, Peygamberimiz (asv)'i bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, "Eğer beni seviyorsanız, size peygamber gönderdiğim Hz. Muhammed’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum." Sözün özü: Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.

Kur’an'ı ve sünnet-i Rasulullahı (asv) kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahisleri ve kitapları tefekkür ile okumak, insanı evliya derecesine çıkarabilir.

Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca bizleri tekamül ettirecektir.

Velilik veya evliyalık doğuştan değildir.

Bir kimsenin veli veya evliya olması için hiç günah işlememiş veya çok az hata işlemiş kimseler olması gerekmez. Çok büyük günahlar işlemiş insanlar hatta kâfir olarak hayatını bir süre geçirip, sonradan evliya olan insanlar çoktur.

Bunun en belirgin örneklerini sahabelerde görmekteyiz. Müşrik iken kızlarını diri diri toprağa gömen, zina, fuhuş, kumar, puta tapıcılık gibi çok büyük günahları işlemiş olan cahiliye insanlarının, sonradan İslamiyetin nuruyla kıyamete kadar gelecek olan insanlara örnek teşkil edecek, evliyaların dahi makamlarına yetişemediği güzide insanlar hâline gelmişlerdir.

Sahabeler dışında da yine büyük günahlar işlediği hâlde nasuh tövbesi yaparak Allah'ın sevgili kulları hâline gelen insanlar olmuştur. Eski hayatında içki müptelası olan Bişr-i Hafi Hazretleri de bunlardan birisidir.

66 Çocuklara isim verirken nelere dikkat etmek gerekir?

TALHA : (Ar.) Erkek. 1. Zamk ağacı. 2. Talha b. Ubeydullah. İslam dinini kabul eden ilk on kişiden biri, cennetle müjdelenmiştir.

EYMEN : (Ar.) Erkek. 1. Daha uğurlu, çok talihli, hayırlı, kutlu. 2. Sağ taraftaki. 3. Eymen b. Hureym: Sahabedendir. Mekke'nin fethi sırasında Müslüman oldu. Babası ve amcası Bedir şehitlerindendir. Hadis rivayetiyle ün kazandı.

Bu isimlerin çocuklara verilmesi uygundur.

İlave bilgi almak için tıklayınız:

Çocuklara isim verirken dikkat edilmesi gerekenler?..

67 Haris ve Hemmam isimlerinin özelliği nedir ki, hadiste en sadık isimler olarak bildirilmiştir?

İlgili hadisin aslı ve meali şöyledir:

تَسَمَّوْا بِأَسْمَاءِ الْأَنْبِيَاءِ، وَأَحَبُّ الْأَسْمَاءِ إِلَى اللَّهِ عَبْدُ اللَّهِ، وَعَبْدُ الرَّحْمَنِ، وَأَصْدَقُهَا حَارِثٌ، وَهَمَّامٌ، وَأَقْبَحُهَا حَرْبٌ وَمُرَّةُ

(Çocuklarınızı) Peygamberlerin isimleriyle isimlendiriniz. Allah’ın en sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır. -İnsanlar açısından anlamı- en sadık/en doğru olan isimler, Haris ve Hemmam’dır. En Kötü isimler ise, Harb ve Mürre’dir. (bk. Ebu Davud, Edeb, 69)

Bunun sebebi şudur:

İlk iki isim Allah’a ve Rahman’a kulluğu ifade etmektedir. Bu ise, insanların yaratılış gayesidir.

Diğer iki isimden; Haris kelimesi, eken, çalışan, kazanç elde eden anlamındadır. Bu ise, insan için en doğru bir anlam ifade etmektedir. Çünkü insan her an dünya veya ahiretle ilgili bir şeyler kazanmaya çalışmakla, onları dünya veya ahiret tarlasında ekmekle meşguldür ve olmalıdır.

“Kim âhiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.” (Şura, 42/20)

mealindeki ayette de insanın dünya veya ahiretle ilgili kazanımlar elde etmeye yönelik çabasına vurgu yapılmaktadır.(Ebu Davud, Edeb, 69)

Hemmam kelimesi ise, sorumluluğunu idrak eden, fazla himmetli, gayretli anlamına gelir. İnsanoğlunun -genellikle- sürekli bir meşguliyet içerisinde olması, bir şeyden sonra başka bir şeye gayret etmesi, onun bu ismin anlamıyla olan uygunluğunu göstermektedir.

Son iki ismin çirkinliği ise, yine onların anlamlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Harb savaş demektir. Savaş insanların tabii hallerini değil, olağanüstü bir durumu ve birçok üzüntü ve sıkıntıları barındırmaktadır.

Mürre kelimesi ise, acı manasına gelir. Acılar, kederler, üzüntüler elbette insan için arzulanmayan hususlardır. (İbn Hacer, 10/578; bk. Niyazi Beki, Kur’an’daki İsimlerin Esrarı,Zafer yayınları, İst. 2008)

Özetle; sorudaki iki isim, insana -dünya ve ahiret işlerinde- çalışmayı, kazanmayı, tembellikten uzak durmayı hatırlattığı için, -manaları itibariyle- doğru birer rehber, sadık birer uyarıcı hükmündedir.

68 Engelli insanlarımızı hakir görmek, onlarla dalga geçmek ve bazen "imalat hatası" gibi ifadelerle onları rencide etmek isteyenleri nasıl uyarabiliriz?

SIRTI KAMBUR, ayağı topal, sağır, dilsiz, âmâ, zihinsel engelli ve benzeri kişileri “imalat hatası” olarak görmek ve nitelemek çok ciddi bir iman eksikliğini öne çıkarıyor.

İnsanı yaratan, bedenini birbirinden mükemmel organlarla donatan, onu akıl, kalp, ruh ve binlerce duygularla süsleyen Yüce Allah’a hata isnadında bulunmak, “hatalı iş yaptığını” söyleyip durmak, bir mü’minin ağzından çıkmaması gereken bir sözdür.

Her şeyden önce hiçbir varlık, hiçbir insan “imalat hatası” değildir ve olamaz. Çünkü mülkün sahibi O’dur. O istediğini, istediği biçimde yaratır. Takdir O’na aittir, hüküm O’nundur. Dilerse yaratır, dilerse yaratmaz. Dilerse verir, dilerse alır, dilerse hiç vermez. Allah’a kim söz geçirebilir?

Peygamberler bile bir şey yapamaz. Onlar da kendilerine verilene razı olur. Yakub Aleyhisselam uzun bir süre âmâ kalmıştı, Musa Aleyhisselamın dili hafif peltekti, Eyyub Aleyhisselam yıllarca çok ağır hastalık içinde yaşamıştı. Peygamberlerin hemen hepsi değişik eziyet ve meşakkate maruz bırakılmış, yüzlercesi katledilmişti.

Kur’an’ın ifadesiyle,

“Rabbin dilediği gibi yaratır ve tercihte bulunur. Yoksa tercih hakkı onların değildir.” (Kasas, 28/68)

“Rahimlerde size dilediği gibi bir şekil veren O’dur.” (Âl-i İmran, 3/6)

Meselenin önemli bir yönü de; Allah hiçbir kuluna haksızlık etmez, hiçbir kuluna zulmetmez. Kur’an diyor ki:

“Allah hiç kimseye zerre kadar olsun haksızlık etmez. İyiliği ise kat kat arttırır, kendi katından da büyük bir ödül verir.” (Nisa, 4/40)

Bedensel engeli olan insanların bir organları engelliyken, çoğu kere diğer organlarının daha da gelişmiş bir özelliğinin olduğunu görürüz.

Mesela, görme engelli bir insanın hafıza gücünün daha gelişmiş olduğunu, yürüme engelli olan kişilerde el becerileri başta olmak üzere zihinsel yönlerinin daha da gelişmiş olduğunu müşahede ederiz.

Zihinsel engelli insanlara gelince; bu insanlar her ne kadar dünyada mağdur ve eksik gibi görünseler de meseleye iman boyutuyla bakınca farklı bakış açıları ortaya çıkıyor.

Bir kere bu durumdaki insanlar Allah katında mükellef değiller, dinî açıdan bir sorumlulukları yoktur, Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap değillerdir. Bunun için dünyaları kararmış görünse de ebedi hayatları, âhiretleri aydınlıktır, parlaktır.

Her şeyden önce Allah katında suçlu olmadıkları ve günahları bulunmadığı için cehennemden korunmuşlar, cehennem azabına uğramayacaklardır. Yüce Allah onları bir şekilde memnun edecektir. Âyette de bildirildiği üzere, “kendi katından büyük bir ödül”leri vardır.

Zaten bu dünya hayatı nimetlerle zahmetlerle, saadetlerle çilelerle bir şekilde geçiyor. Herkes çok ciddi imtihanlarla yüz yüze kalıyor. Birçok insan imtihanı kaybediyor; hem dünyasını karartıyor, hem de âhiretini kaybediyor.

“Musibetzede mükâfat ister” kuralına göre, gerek doğumla birlikte, gerekse doğum sonrası engelli olan kişi, zihinsel engeliyse zaten sorumlu değil, İlahî mükâfatı peşinen hak etmiştir; fakat bedensel engeli varsa, sabretmesi, şükretmesi, isyana varmaması, şikâyet etmemesi kaydıyla imanına ve ameline göre bir mükâfat alacaktır.

Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Biz sizi biraz korku ve açlıkla, biraz mal ve can ve ürün eksikliğiyle sınayacağız. Müjdele o sabredenleri!” (Bakara, 2/155)

Diğer yandan asıl engelli olanlar, imandan mahrum olan insanlardır. Asıl âmâlık ve sakatlık dünyada iken hakkı ve hakikati görmeyen, Kur’an nimetinden, peygamber tebliğinden mahrum kalan kişilerdir.

İman körlüğünü Kur’an anlatırken şu ifadelere dikkatimizi çeker:

“Kim bu dünyada kör ise, işte o âhirette de kördür ve daha da şaşkın bir yoldadır.” (İsrâ, 17/72)

Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun geçiminde darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz. O ‘Rabbim’ der, ‘Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.’ ‘Öyleydin,’ buyurur Allah. ‘Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.’ (Tâhâ, 20/125-126)

Diğer yandan bedeni sağlıklı, azaları yerli yerinde, aklı başında, boyu posu düzgün kişiler “imalat hatası” olmamak için neler yapmışlar, nasıl bir emek harcamışlar, hangi çabayı sarf etmişler de öyle sağlam bir bedene ve bir ruh yapısına kavuşmuşlar?

Hatta insan olarak dünyaya gelebilmek için bir tercihleri mi olmuş? Çünkü insan varlık âlemine gelmeden önce bir toprak, bir taş, bir ağaç ve bir böcek bile olabilirdi. Ama bütün bu alternatiflere rağmen Allah’ın lütfu ve bereketiyle insan olmuşuz.

Aza ve organlarımızın sağlıklı ve mükemmel oluşunda, gözümüzün görmesinde, kulağımızın işitmesinde, kafamızın çalışmasında, bütün hayatî fonksiyonlarımızın yerli yerinde oluşunda bizim en küçük bir katkımız ve etkimiz söz konusu değildir.

Bunun için insan her zaman, her seferinde ve her fırsatta şükür içinde bulunmalı, bin bir tür nimetlerle hayatını sürdürdüğünü fark etmeli, kulluğun şuuruna varmalı, Allah’a olan yakınlığını arttırmalıdır.

Yoksa –hâşâ– Allah’ı sorgular bir şekilde, Allah’a hesap sorar bir tarzda, haddini, hududunu aşar bir biçimde, kendi dışındaki olayları değerlendirirken isyana girmeye kalkışmamalı, böyle bir yanlışa düşmemelidir.

Allah’tan bir alacağımız, bir hak edişimiz söz konusu değildir. Elimizden bir şey alınmamış. Her şey bir lütuf, her şey bir ikram, her şey karşılıksız verilmiş. Kur’an,

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz.” diyor. (İbrahim, 14/34)

İlk bakışta göze, kulağa, ayağa, hatta beyne göre basit gibi görünen sağ elimizin başparmağı olmasa, “Bir parmak değil mi ki?” diyenimiz çıkar mı?

Zaten hiç kimse Allah’ın vermediği bir şey için “Hakkım yendi!..” de diyemez. Çünkü Allah insana ne vermişse bir lütuftur, bir ikramdır. Bir kere insanın yokluktan varlığa çıkması bile başlı başına bir nimettir.

Bu açıdan iki gözü olan bir kimse nimet içinde de bir gözü olan bir nimet içinde değil midir?

İki ayağı olan büyük bir nimet içinde olurken, tek bacağı olan bir nimete sahip değil midir?

Allah kuluna ne vermişse bir fazl u keremidir, bir ihsanı ve hediyesidir. Kulun itirazının ve karşı gelmesinin, isyan etmesinin ve asi olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü insanın elinden bir şeyi alınmamıştır. Her şeyin Allah’ın mülküdür, istemiş vermiştir, istememiş vermemiştir.

Bütün bu açıklamalar ışığında, bir kimse bilerek ve sözün gittiği yerin de farkına vararak, engelli insanlarımıza “imalat hatası” derse, Allah’ın takdirine itiraz etmiş, yaratılış hikmetine karşı gelmiş, dolayısıyla büyük bir vebal altına girmiş olur.

Ama düşünmeden söylemiş, sonra da uyarılmışsa, tövbe istiğfar ederek hatasını telafi yoluna gitmelidir.

69 Meleklerin Hz. Âdeme (a.s.) secde etmesi nasıl gerçekleşmiştir? Bu secde, "Allah'tan başkasına secde edilmez." anlayışına zıt değil midir? Bu durum bir saygısızlık olarak nitelendirilebilir mi?

Öncelikle bunun Allah'a bir saygısızlık olmadığını ifade edelim. Çünkü meleklere, Hz. Âdeme secde etmelerini emreden bizzat Allah'tır. Bu emri yerine getirmeyen şeytanın, rahmetinden kovulduğunu haber veren de yine bizzat yüce Allah'tır. Dolayısıyla bu secdenin Allah'a bir saygısızlık olduğunu söylemek doğru olmaz. Bilakis bunu böyle kabul etmemek saygısızlıktır.

Bununla beraber, sadece Allah'a secde yapıldığı hâlde, meleklerin Hz. Âdem'e secde etmelerinin hikmeti araştırılabilir. Bunu ise şöyle izah edebiliriz:

Bütün Müslümanlar bu secdenin Hz. Âdem'e ibadet kastıyla yapılmadığına ittifak hâlindedir. Çünkü başkasına ibadet kastıyla secde etmek küfürdür ve yüce Allah küfrü emretmez. Hz. Âdem'e secde edilmesinin hikmetleri üzerinde genel olarak üç görüş vardır. Bunlar:

1. Bu secde Allah için olmuştur. Hz. Âdem ise sanki bir kıble vazifesi görmüştür.

2. Bu secde selam mahiyetinde olabilir. Bazı alimlere göre melekler, Hz. Âdem'e onu yüceltme ve onu selamlamak için secde etmişlerdir. Müslümanların birbirlerine selam vermeleri gibi, geçmiş ümmetler de birbirlerini secde ile selamlıyorlardı. Katade,

“Anne, babası ve kardeşleri Yusuf için secdeye kapandılar.” (Yusuf, 12/100) 

ayeti hakkında, “O zaman insanların birbirlerine selamı, secde etmek şeklindeydi.” der.

3. Üçüncü görüşte ise, secdenin Arapça'da boyun eğme ve üstünlüğünü kabul etme manasına geldiği söylenir ve

“Ot ve ağaçlar Ona secde ederler.” (Rahman, 55/6)

ayeti de bu anlamdadır.

Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir'inde secdenin, şeriat örfünde alnı yere koymaktan ibaret olduğunu söyler. Bu mana melekler için düşünülemeyeceğine göre, meleklerin bu secdesini bu şekilde anlamanın doğru olmayacağına böylece dikkat çekmiş olur.

Bu konu hakkında Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşü de özetle şöyledir:

"Meleklerin secde etmesi, Hz. Âdem'e bir hürmet ifadesi olmakla beraber, bizzat Allah'a bir ibadettir. Bu secde ile melekler, Allah'ın hükümlerinin icrası noktasından Hz. Âdem'e, onun yeryüzüne halife olması mertebesiyle uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur kılınmış ve bir ahde bağlanmıştır. O hâlde melekler Âdem'e bizzat hizmetkâr değil, fakat onun halifelik yönü için hizmetkâr olacaklardır. Gerçek mabut yüce Allah'tır. Sonuç olarak bu secde Hz. Âdeme bir ibadet değildir."(Hak Dini Kur'an Dili, l/319)

Netice olarak: Melekler Hz. Âdeme ibadet olsun diye değil, onun üstünlüğünü ve hilafetini kabul ettiklerini açıklamak üzere secde etmişlerdir. Meleklere secde etmelerini emreden bizzat Allah'tır. Dolayısıyla bu secdenin İslamiyet'e ters bir yönü yoktur.

70 Çocuklara Arapça olmayan, farklı dillerde isim koymak caiz midir? Ceylin ismi gibi...

Farsça veya diğer dillerde manaları güzel olan isimleri koymak caizdir. İslam'a uygun olmayan isimleri Allah Resulü (asm) değiştirmiştir. Bu, sünnettir.

Ancak, Peygamber Efendimiz (asm) yeni Müslüman olanların eski adlarını değiştirmelerini, Müslüman olan Arap olmayan insanların da Arapça adlar almalarını emretmemiş, ancak verilecek adların manalarının güzel olmasını emir buyurmuşlardır.

Bazı adları, manaları kötü olduğu için, bazı çok güzel manaları olan adları da kullanırken olumsuz kullanıldığında kötü manaya geleceği veya sahibi üzerinde kötü tesir bırakacağı için değiştirmişlerdir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Aleyna ve Keziban isimleri ne manaya geliyor?..

71 İnsanlar erkek ve dişi olarak yaratıldığı halde eşcinsellerin yaratılmasının hikmeti nedir?

Kur’an’da çeşitli vesilerle insanlar ve diğer canlılardaki cinsiyet farklılıklarına vurguda bulunulmakta ve bütün canlıların çift yaratıldığı haber verilmektedir. Konu ile ilgili ayetlerden bazılarının mealleri şöyledir:

“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun...” (Nisâ, 4/1) 

“Allah önce sizi topraktan, sonra nutfe(sperm)den yarattı, sonra sizi çift çift yaptı.” (Fâtır, 35/11)

“Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyât, 51/49) 

“Ne yücedir O ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.” (Yâsîn, 36/36) 

“Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor.” (Şûra, 42/11)

Kur’an ayetlerinde farklı cinste yaratılışa ve bunun hikmetlerine vurgu yapılarken, sorumluluk, ceza ehliyeti ve irade hürriyeti konusunda bütün insanlar eşit kabul edilerek, cinsler arası bir ayırım yapılmamıştır.

“Rableri onlara karşılık verdi: Ben, sizden kadın erkek, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz...” (Âl-i imrân, 3/195)

şeklindeki ayet meali bu gerçeği dile getirmektedir.

İslâm’da kadın veya erkek olarak yaratılan her cinsin, kendilerine has özelliklerini korumaları önemle istenmiş, ayrıca her cinsin kendi fıtrî yapısını sürdürmesi, kadının erkekleşmemesi veya erkeğin kadınlaşmaması şeklinde doğuştan getirdiği fıtrî özelliğini devam ettirmesi için gerekli ahlakî ve hukukî düzenlemeler yapılmıştır. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (asm), kadına benzemeye çalışan erkekleri ve erkeğe benzemeye çalışan kadınları lânetle anmış (Buhari, Libas 61-62), bir defasında huzuruna getirilen ve kendini kadınlara benzeten (muhannes) bir şahsı Nâkinâm mevkine sürgüne göndermiştir. (Ebu Davud , Edeb 61).

Yine livata olarak tabir edilen homoseksüellik (eşcinsellik) hem Kur’an-ı Kerim’de hem de hadislerde çirkin bir fiil olarak nitelendirilerek şiddetle yasaklanmıştır. Ayrıca Lût kavminin akibeti, ibret alınması için örnek gösterilmiştir.

“Alemlerin içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz? Siz sınırı aşan kavimsiniz.” (Şuâra, 26/165, 166)

ayetinde bu husus anlatılmaktadır. Livata konusunda Hz. Peygamber (asm) de

“Her kimi Lut kavminin amelini işler bulursanız, hem faili, hem mefûlü öldürün.” (Tirmizi, Hudûd 24; Ebu Davud, Hudud 28)

buyurarak, bu fiilin ne denli çirkin bir suç olduğunu ifade etmiştir.

Yukarıdaki ayet ve hadislerde de görüldüğü üzere gerek livata suçunu işleyen, gerekse kendisini karşı cinse benzetmeye çalışan kimselerde fizyolojik ve biyolojik bir kusur bulunmamaktadır. Bu itibarla bu kimselerin kendi cinsleri için tertip edilen hükümlerden başka hükümlere tabi olmaları düşünülemez. Şu kadar var ki, bu kimseler bir takım nedenlerle ahlakî ve psikolojik sapkınlık içerisine bilinçli olarak girmişler, dolayısıyla kendi fıtrî ve aslî hüviyetlerini inkar anlamı taşıyan fiiller sergilemişlerdir. Hal böyle olunca bu kişiler için bazı caydırıcı önlemler alınması doğal ve kaçınılmazdır.

Fıtrat kanunlarına uygun olarak her cinste olduğu gibi, insan cinsinin de erkekli ve dişili olmak üzere farklı cinsiyet kimliğine haiz bir şekilde dünyaya gelmesi esastır. Ancak insanların kadın ve erkek olarak çiftler halinde yaratılmasının istisnaları da vardır. Her türlü yaratmayı bilen Allah Teala, insanların bir kısmının cinsiyetlerini, anlayabileceğimiz veya anlayamayacağımız hikmetler sebebiyle müşkil olarak yaratmıştır. Bu tür yapısal bozukluklar İslâm geleneğinde tabii karşılanmış ve durumlarına göre bir takım dini ve hukuki hükümler düzenlenmiştir.

Cinsel gelişme düzensizlikleri tıbbın sadece bir alanıyla ilgili olmayıp birçok branşını (biyokimya, patoloji, genetik, endokrin, üroloji, kadın doğum, pediatri, çocuk cerrahisi, psikiyatri, plastik cerrahi) ilgilendiren bir konudur. Bu açıdan bütün bunlar göz önünde bulundurulma, ancak kişi açısından bir imtihan olduğu asla unutulmamalıdır.

Diğer taraftan, hünsâ (hem erkek hem dişi) olarak yaratılmanın, normalde insanların iki el, iki ayak, on parmak, iki kulak, bir burun, bir ağız ile yaratılırken çeşitli sebeplerden dolayı bu yaratmanın istisnası olarak bu organlardan birisinin eksik veya fazla veya sakat olarak yaratıldığı gibi, bir yaratılma olduğunun kabullenilmesi gerekir. Daha sonra, mümkünse bu konuyu ilgilendiren çeşitli branşlardaki doktorlara gidip durumunu tespit ettirmeleridir.

Allah Teala’nın bu gibi kullarına muamelesi, şüphesiz adalet, rahmet ve muhabbet çerçevesinde olacaktır; yeter ki, onlar da diğer kullar gibi iradeleri dahilinde bulunan alanda Allah’a itaat ve kulluktan ayrılmasınlar. Ayrılmaları halinde ise yine muamele, normal olup da günah işleyen kullarınkine eşit olacaktır.

Buna göre:

- Biyolojik ve fizyolojik özellikleri itibariyle kadın olan bir kimse ameliyatla erkek, erkek olan bir kimse de ameliyatla kadın olamıyor; yani bazı organların kestirip aldırsa ve bazı organlarında değişiklik yaptırsa da bütün fonksiyonlar ve özellikleri ile cinsiyet değiştiremiyor ve hele hele erkek iken kadına dönüştürülüp de çocuk sahibi asla olamıyor, keza kadın iken erkeğe dönüştürülüp de bir kadını hamile bırakamıyor.

- Erkek ve kadın cinsiyetini belirleyici organ ve işaretlerini birlikte taşıyanlar (hünsa), ikisine birden sahip olanlar, bir manada fıtrata aykırı, fazlalıklı veya eksiklikli doğanlar gibidir. İnsanın iki kulağı, bir burnu, iki ayağı, on parmağı… vardır; bir çocuk bu organlarında bir fazlalık veya eksiklik ile doğarsa, sebeplerini keşfederek -veya keşfetmeyi bekleyerek- anormal kabul etmek gerekecektir.

- Yaratılış itibariyle kadın olan kendini kadın gibi, erkek olan da erkek gibi hisseder. Eğer bu hissediş ve karşı cinse yönelik alakada bir değişiklik, bir terslik varsa yine bunu yaratılışa değil, hastalığa, sakatlığa, irsiyet veya eğitimden gelen bir bozukluğa bağlamak ve tedavisi için çareler aramak gerekir. Çünkü normale uymayan anormaldir, düzeltilmesi gereken bir durumdur.

- İslam, canlı varlıkların yaratılıştan var ve normal olan özelliklerinin, organlarının, şekillerinin değiştirilmesine izin vermemekte, bunu “Allah’ın yaratışını değiştirmeye kalkışma” olarak değerlendirmekte ve lanetlemektedir. Şayet normal dışı bir eksiklik, fazlalık, çirkinlik, arıza var ise bunun düzeltilmesi (bu manada estetik ameliyat) caizdir, tedavi olarak kabul edilmektedir. Bu genel hükme ve kurala göre biyolojik ve fizyolojik olarak erkek veya kadın olan bir insanın, sırf kendisini karşı cinsten gördüğü, böyle hissettiği, bu yüzden bunalıma girdiği için ameliyat edilerek karşı cinsin bazı özelliklerine ve organlarına kavuşturulması asla caiz değildir; bu tedavi değil, bozma ve dejenere etmedir.

- Doğuştan iki cinsin de bazı organlarını taşıyan kimselere bakılır; bunlardan hangisi fonksiyonlar itibariyle güçlü ve etkili ise kişi o cinsiyette ve o sıfatta kabul edilir. Bu durumda diğer fazlalıklar anormal sayılarak ameliyat yoluyla giderilir ve bu, altıncı parmak, üçüncü ayak gibi anormal bir fazlalık olduğundan giderilmesinde dini bir sakınca bulunmaz.

- Gerçekte var olup olmadığını bilmemekle beraber her iki organ ve özelliği eşit olarak taşıyan (hunsây-i müşkil) bir insan bulunursa onun psikolojisi, kendini hangi cinsten gördüğü, saydığı, hissettiği esas alınır ve buna göre işlem yapılır; yani dini bakımdan kendisine böyle davranıldığı gibi tedavi ve ameliyat bakımından da buna göre hareket edilir.

- Günlük hayat, kılık kıyafet, tesettür, haklar ve borçlar… bakımından da hunsâlara yapılacak muamele, yukarıdaki maddelerde açıklanan sonuçlara, işlemlere ve kabullenişlere göre olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hunsa, çift cinsiyetlerin durumu nedir. İslamiyetin bu kişilerle ilgili hükümleri nelerdir?..

72 Az yemek, az konuşmak ve az uyumak hakkında bilgi verir misiniz? Çok konuşmak neden hoş karşılanmıyor?..

Az yemek, az uyumak ve az konuşmak salihlerin âdetidir. Çok yemek, çok uyumak ve gereksiz yere çok konuşmak gaflete sebeptir. Gaflete düşmek ise büyük ziyandır.

- Çok yemek, kalbe kasvet verir.
- Zihnî faaliyetleri zaafa uğratır.
- Bedeni hantallaştırır.
- Çok uyumaya sebep olur.
- Şehevâni arzuları artırır.
- Tok iken yemek ise, hastalık üzerine hastalıktır.

Müslüman, her konuda olduğu gibi yemek, içmek hususunda da itidali muhafaza etmeli, aşırı derecede, oburca yemekten, içmekten sakınmalıdır. Allah dostları, sülaha-yı salihin, ülema-yı amilin günde bir defa, iki defa yerlerdi.

Sabah ve ikindi sonrası olmak üzere günde iki kere yemek yemek güzel bir âdettir.

Mideyi haram ve şüpheli yiyecek ve içeceklerden korumak lazımdır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri "Marifetname"sinde şöyle der:

“Ehlullah demişlerdir ki: ‘Seni taşıyacak miktarda ye, sakın sen onu taşıyacak miktarda yeme. Yemeği o derecede ye ki, sen onu yemiş olasın. Sakın onun seni yiyeceği şekilde çok yeme. Eğer sen onu yersen hepsi nur ve can olur. Eğer o seni yerse hepsi dert ve duman olur.”

Nefsimizin azgınlıklarına set çekip, gönül alemimizin çiçek çiçek muhabbet açması, aşk terennümleri fısıldaması, seherlerde açılan sır perdelerinin ötesini temaşa etmesi için az yemeyi şiar edinelim. Az yemekle elde ettiğimiz tasarruflarımızı muhtaçlara, hayır kurumlarına aktaralım.

Az yemek ayrı, Allah Teâlâ’nın insanlar için yaratmış olduğu nimetlerden faydalanmak ayrıdır. Yani Müslümanlar olarak Allah celle celaluhunun vermiş olduğu, lutfettiği yiyecek ve içeceklerden elbette faydalanacak, Rabbımıza kulluk, Allah yolunda hizmet etmek için vücudumuzu diri, sıhhatli, güçlü tutacak şekilde yiyecek ve içeceğiz. Ancak bunu yaparken, israf etmeyecek, tıka basa, beden ve ruhumuza zarar verecek şekilde yiyip içmeyeceğiz. Midemize haram ve şüpheli lokma sokmayacağız.

Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet ediyor:

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin karnı hiç doymamıştır. Bu durumunu da hiç kimseye şikayet etmedi. Fakirliği zenginlikten daha fazla severdi. Sabaha kadar açlıktan karnı bükülse bile, bu durum onun ertesi gün oruç tutmasını engellemezdi.

Halbuki O, Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini isteyebilirdi.

Nitekim Mekke vadisi altın yapılıp kendisine arzolundu da O:

“Hayır Ya Rabbi! Bir gün tok olayım bir gün aç kalayım. Aç kaldığım gün sana yalvarayım. Tok olduğum gün sana hamd edeyim. Seni senâ edeyim.” demişti. (Tirmizi, Kitabu'z-Zühd, IV/575)

Az uyumanın ölçüsü de ihtiyaç kadar uyumaktır. Bu da dört beş saat kadardır.

Çok konuşmakta zararlıdır. Çok konuşanın insanlar arasında itibarı kalmaz ve çok söz konuşan kendisini yalandan sakındıramaz. Söz sırası geldiğinde ve soru sorulduğu zaman konuşmayı âdet edinmek gerekir. Konuştuğumuz zaman ya hakkı konuşmalı veya susmalıyız.

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve onun kutlu izini takip edenler, asla dünyaya rağbet etmemişler, kendilerini;

- İbadetlerini huzurla yapmaktan,
- Allah Teâlâ’yı zikretmekten,
- Seherlerde uyanık olmaktan,
- Kalp safâsından alıkoyan,
- Gaflete daldıran,
- Çok yemek, çok uyumak ve çok konuşmaktan uzak durmuşlar, bunlara asla rağbet etmemişlerdir.

73 İlk insanlar konuşabiliyor muydu; konuşuyorlarsa ne gibi bir dil kullanıyorlardı?

Gerek İslâm, gerekse Batı kaynaklarındaki bilgiler, Hz. Âdem'in konuştuğu dilin kıyamete kadar konuşulacak bütün dillere kaynaklık ettiği yönündedir. Allah (cc) Kur'an'da:

"Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: 'Haydi, davanızda sadıksanız, bana şunları isimleriyle haber verin.' dedi." (Bakara 2/31)

buyurmaktadır.

Elmalılı M. Hamdi YAZIR, bu âyetin tefsirini yaparken,

"Lisan hususunda bütün âdemoğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğretme özelliğine borçludur... Kelâmla ilgili kuvvet, insana has ruhun mahiyetinde bir kısım teşkil etmiştir."1

demek suretiyle, kıyamete kadar konuşulacak dillerin temelinde Hz. Âdem'e öğretilen isimler olduğuna işaret etmektedir. Ebu Katade'den nakledilen bir hadiste:

"Allah, Âdem'e her şeyin ismini öğretmiştir ve Âdem her şeyi ismi ile adlandırıyordu. Her şey Âdem (as)'e toptan sunulmuştur."2

buyrulmaktadır. Bediüzzaman da buradaki "toptan" kelimesini şerhedebilecek bir açıklamayı Yirminci Söz'de şöyle yapar:

"Hz. Âdem'e icmalen talim olunan esmânın bütün meratibiyle tafsilen 'mazharı' Peygamberimiz Aleyhissalâtüvesselam'dır."

İnsanlar Hz. Âdem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmıştır. Gerek coğrafî özellikler, gerek sosyal şartlar, gerekse insanların mizaçlarındaki farklılıklar, her sahada olduğu gibi dil sahasında da farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Şu an yeryüzünde konuşulan dillerin Hz. Âdem'e öğretilen isimlerden hareketle ortaya çıktığı söylenebilir.

Farklı dillerin ortaya çıkış sebebiyle ilgili olarak Tevrat'taki bir âyet Doğulu ve Batılı birçok dil bilimcisinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. 

Bu konuda U. Eco'nun "Avrupa Kültürü'nde Kusursuz Dil Arayışları" isimli kitabında geniş bilgiler vardır.

Çok dilliliğin sebebi ne olursa olsun, gerçek olan, tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de aynı dili konuşanlar arasında bile kelimelerin; duygu, düşünce ve kavram bakımından farklı çağrışımlar yapmasıdır. Konuşmaların anlamı çok defa söz konusu kelimenin anlamca çok çok uzağına düşer. Dilin tanımında da belirttiğimiz gibi söz sadece bir vasıtadır.

Onun anlatmaya çalıştığı, asıl kaynaktır. "Yani dilin göstergesi sözcükler değil varlıkların kendileridir."3 Dolayısıyla kelimelerin bizdeki anlamı; tecrübelerimizde ve bizde yaptığı çağrışımlardadır. İstiklâl Marşı'nın anlamı kelimelerde değil kelimelerin karşılığı olan dünyadadır. Mehmet KAPLAN bu konuya şöyle yaklaşır:

"Kelimeler hakikatin ta kendisi değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır."4

Dipnotlar:

1. M. H. YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili, I/267
2. İbn-i Kesir, Hadislerle Kur'an Tefsiri, II/279
3. Umberto Eco, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı, s.28
4. Mehmet KAPLAN, Kültür ve Dil, s. 16

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hz.Âdem ile Hz. Havva annemiz hangi dili konuşmuşlardır? Cennette hangi dil konuşulacaktır?

74 Facir kime derler?

Hadisin kaynağı için bk. Kenzu’l-ummal, h. no: 8069. Ayrıca başka bir hadiste şöyle buyurulur;

“Fasık olan kimsenin gıybeti yoktur.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/149).

Facir / fasık, doğru yoldan sapmış kimse demektir. Bu iki hadisi birlikte mütalaa ettiğimizde, buradaki facirden maksat, açıkça günah işlemekten haya etmeyen kimse olduğu anlaşılır. Hadisler birbirini açıklamaktadır. Allah’tan utanmadığı gibi, kullardan utanmayan, açıktan günah işlemekten çekinmeyenlere “fasık-ı mütecahir” denir.

Âlimler, genel olarak birkaç grup kimsenin gıybetinin caiz olduğunu söylemişlerdir. İşte bunlardan biri de fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, yüzünden haya örtüsünü atmış, işlediği kötülüklerle iftihar ediyor, zulüm yapmaktan lezzet alıyor, sıkılmayarak âşikâre / açıktan bir surette günah işliyorsa, bunun da gıybeti caizdir. Çünkü fısk-u fücûrunu alenen yapıyor, yaptıklarından dolayı gurur duyuyor, yaptıklarının söylenmesinden dolayı da üzülmüyor. Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.(bk. B. Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Hatime. Ayrıca bk. İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 10/472-73).

İster facir olsun isterse başka birisi olsun, gıybet edilmesi haram olmasa bile, bu gıybeti yapanın iyi niyetli, samimi ve insanlara faydalı olmayı düşünmesi gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

FÂCİR.

Gıybet nedir, hangi konularda gıybet haram olmaz?

75 İnsanın yaradılış gayesi ve hedefleri nelerdir? Müslümanlar olarak hedeflerimiz neler olmalıdır?

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatı'nda ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatı'ndan bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s.264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün âlemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha sûresini okurken âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatı'nda, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” âyetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)'dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” Nur Küllîyatı'nda insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.