1
Aşık olmak günah mıdır?
Aşık olmak günah değildir. Bir hadiste, bir kadına aşık olup onu gizleyen ve kimseye söylemeden ölen birinin şehit olacağı ifade edilir. [(bk. Kenzu’lummal, h. No: 7000; hadis hakkında geniş bilgi almak için bk. Aclunî, 2/263). Sahavî, hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir(bk. el-Makasıdu’l-hasene, 1(220)].
Bildiğiniz gibi, aşk, nefsanî olan duygusallıktan ziyade, kalbî olan aşırı sevginin adıdır. Bu nedenle aşık olmak insanın elinde olan bir şey değildir.
Sizin de onu düşünmeniz elinizde olmadan aklınıza gelmesi caizdir. Ancak mukaddes şeyleri feda edecek kadar tapar gibi sevmek doğru değildir.
Eğer evlenme imkânınız ve onu dini ölçüler dairesinde istetip almanız mümkünse, hemen istetmenizi öneririz. Eğer bu mümkün değilse, demekki hakkınızda hayırlı değilmiş deyip, Allah’tan helal süt emmiş iyi bir eşi nasip etmesini isteyip aramak gerekir.
Hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Belki de mutlaka olmasını istediğimiz bir şeyin sonradan "keşke olmasydı" deme ihtimali vardı. Bu nedenle isterken hayırlısını istemek, olmazsa sabır ile beklemek en güzelidir.
Hz. Meryem'in annesi bir erkek evlat istemişti. Allah ona bir kız verdi. O çok üzülmüştü. Şimdi o annemize sorsak “Sen erkeklerden onlarca ama kızlardan bir tane Meryem hangini istersin?” elbette tek Meryem’i isteyecektir. Çünkü kızı peygamber annesi oldu.
İşte biz de buna göre hareket etmeliyiz.
Biz Allah’ın kullarıyız. O nasıl isterse öyle hareket etmek durumundayız. Nişanlı bile olsa nikâhları yoksa kadın ve erkeğin beraber yalnız kalması haramdır. Çünkü nişan nikâh değildir. Şahitler yanında nikâhlanmalı ki oturup kalkmak helal olsun.
Örneğin, senin bir bahçendeki meyveyi birisi senden izin alsa yese ne güzeldir. Senden izin almadan yerse ve ne farkı var derse ne yaparsın?
Allah bize izinsiz dolaşmayı yasaklamıştır. İzin almak da nikâh kıymakla olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? ...
2
Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir?
Sizin bu durumunuz fıtri ve yaratılış olarak her insanda ve erkekte olabilir. Bu da insan için imtihan vesilesidir. Yani bir insan için karşı cinsten birisiyle nikâhsız ilişki yasaklandığı gibi, aynı cinsten olanlar içinde beraberlik yasaklanmıştır. Şeriat, bunların tadil edilmesi yolunda bazı tavsiyelerde bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıalayabiliriz:
1. Oruç tutmak,
2. Bol bol Kur’an okumak veya zikir çekmek,
3. Kur’an tefsiri veya İslami kitap okumak,
4. Allah’ı bol bol hatırlamak,
5. Ölümü hatırdan çıkarmamak.
Bu noktada dikkat çekici olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı bile ayıp saydığı bu konuda Kuran’da o derece çok ve açık ifadelerin bulunmasıdır. Kur’ân, Lût kavmi örneğinde kendisine temas ettiğine göre, demek ki, bu problem "Lût kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, zinadan bile çirkin, ama herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilir" imiş.
- Peki, neden böyle bir şey oluyor?
- Böylesi bir cinsel sapma neden ve nasıl yaşanıyor?
Önce biyolojik-genetik faktörlerle başlayalım:
Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonları da az miktarda bulunur. Zaten, öyle olmasa, bütün erkekler aşırı sert ve maço, bütün kadınlar ise aşırı kırılgan olurlardı ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmesi pek de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minimal yönelimler, genetik ve hormonal bozulmalar sonucu, bazı kişilerde ileri düzeylere varabiliyor. Ve ortaya doğuştan eşcinselliğe yatkın bireyler çıkabiliyor.
"E, sonra?" diyorsanız, şu sohbeti dinleyin:
Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım beni telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra, "Baksana!" dedi, "Biliyorsun; son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutu da olduğu tesbit edildi; sen de okumuşsundur. Yani, bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan meyil dolayısıyla o yöne gidiyorlarmış; bu açık artık. Oysa biz İslâmî yönden bunun kabul edilemez bir yönelim olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz. Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?"
Ona, "Belki garip bir örnek olacak ama" dedim, "Biliyorsun, mesela çok eşlilik de erkekler için neredeyse genetik ve tabiî bir meyildir." "Evet?" dedi. "Peki sen çok eşli misin?" diye sordum. "Tabiî ki hayır." dedi. "Neden?" diye üsteledim. "İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen." "Var aslında." dedi, "Ama hem eşim buna izin vermez, hem toplumsal kurallar, kanunlar vs. bir yığın engel var; biliyorsun. Üstelik günaha girmiş olurum. O yüzden düşünmem bile."
"Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun işte." dedim. "Eşcinsel meyiller de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir; ama o kişilerin de bu anormal yönelimlerini kontrol etmeleri beklenir, bunu becerebilirler de aslında."
"Bu yönden düşünmemiştim." dedi arkadaşım.
Ardından, kısa bir düşünme sonrası, "Ama" dedi, "meselâ, bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolü güç saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın da etkisiyle, diyelim ki bilincinde olmadan birini öldüren bir şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tesbit edilirse Türk Ceza Kanununun 46. veya 47. maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?"
"Peki," dedim, "O hasta, cezası affedildikten sonra, bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır? Yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp, sonra da uzun süre izlenip kontrol mü edilir?"
Arkadaşım, "Yine haklısın." dedi.
Ergenliğe geçiş döneminde sırf meraktan bu tür bir ilişkiyi (kısmen) denemiş gençler de olabilir. Nerdeyse ne yaptığını bilmeden, "doktorculuk" oynarcasına.
"Çocukça bir hata" bile denebilir belki. Ancak, esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından, bazen yıllar sonra, "Eyvah, ben ne yapmışım?" muhasebesi yaşanır genellikle. Bu dönemde bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek; kendini aşırı suçlayıp "Yoksa ben ‘gay’dım mı?" sorgulamasına dalmak, bazen genci tam zıt bir sonuca götürebilir. "Battı balık yan gider." durumu gerçekleşir. Gerçekte öyle olmayan genç, gerçekte öyle olmadığı halde kendisini öyle zannettiği için, gerçekten öyle olur!
Traji-komik bir örnek anlatayım:
Bir eşcinsel hastam vardı. İlkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi varmış. Bilen bilir; bu parazit anüs kaşıntısı yapar. Belki inanmazsınız ama, bu kaşıntı gitgide delikanlıyı "Yoksa ben?.." kuşkusuna götürmüş. Sonuç maalesef kötü! Üstelik, anlattığım tek değil. Literatürde, sadece ve sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihi bozulan birçok vak’a var. Yani? Utanıp konuşmamak, gurur yüzünden anlatmamak, yardım istemeyip kendi kendini yemek yok mu? İşte bu şey o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki! Sırf bu yüzden ne hayatlar kayıyor, bilemezsiniz.
Şimdi, gelelim konunun bizi esas ilgilendiren kısmına:
1. Bu tür hassas konuları ne yok farz etmeli, ne de kaşınmayan yeri kaşımalı. Uyanık bir sessizlik ve dengeli bir müdahale gerek.
2. Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsiyeti vurgulayacak ve cinsel kimlik oluşmasına yardım edecek yönlendirmeler yapılmalı. Meselâ, cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi.
3. Çocuk, normal gelişimi içinde, özellikle belli dönemlerde, cinselliği çok merak eder; onu doğru bilgilendirmek gerekir. Eşcinselliği anlatın demiyorum. Normal, doğal, insanî merakların doyurulması, ilerisi için sağlam bir temel olacaktır diyorum. Bu konularda çekinip utanmayın lütfen: Siz doğrudan utanıyorsunuz ama, birileri yanlıştan bile utanmıyor. Ve hiç unutmayın: "Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar." Çocuk birşeyi soruyorsa mutlaka cevap vermeniz gerekir—elbette, usulünce!
4. Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinslerinden ebeveynlerle, yani babayla daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olması şarttır. Bunu vurguluyorum; tâ ki, "İşten eve, evden işe", "pijama-terlik-televizyon", "Hanım, sen ilgileniver, ben çok yorgunum" hastalıklarına yakalanmış babaların kulakları çınlasın!
5. Aile içinde erkeğin hafif başat ve saygın konumunun korunması lazım. Yoksa, meselâ evde kadın bariz biçimde baskın, erkekse pasif ise -ki, neredeyse ahir zaman alameti olarak çoğu evde mevcut durum maalesef budur- erkek çocuk için kadın konumu imrenilecek bir durum kazanabilir.
6. Bu tür bir problemle karşılaşıldığında, aşırı tepki ve açıklamasız yasaklar merakı artırır sadece. Konuş(tur)masanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder.
7. Darda kalırsanız bir psikiyatristten yardım isteyin.
Not: Eşcinsellik aslında sadece erkeklere has bir durum değil. Kadınlar arasında da bu problem hatırı sayılır biçimde yaşanıyor. Yalnız, bayanlardaki şekli daha belirsiz seyrediyor ve pek de dirençli, devamlı olmuyor. Normal bir cinsel hayat ve mutlu bir evlilik, problemi çözmeye yetiyor genellikle. Yine de özellikle bayanların toplu kaldığı yerlerde dikkatli olmak gerekiyor.
Maalesef biz toplum olarak kadın-erkek mahremiyetine "çok" dikkat ederken, mahremiyetin erkek-erkek ve kadın-kadın arasındaki biçimlerini bazı zamanlar sanırım ihmal ediyoruz. Her iki cins açısından, problemin bir sebebi de bu. Bu noktada, biraz kitap karıştırıp erkeğin erkeğe, kadının kadına karşı mahremiyet ve tesettür ölçüsünü öğrenmeye ne dersiniz?
3
Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? Aşkını gizlemek şehit sevabı verir mi?
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir." (bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 6999-7000; Hakim, Hatib)
"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allahü teâlâ affedip Cennetine koyar." (İbni Asakir)
Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir." (Deylemi)
"Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek ölen şehittir" mealindeki hadis, Hz. Aişe (ra) ve İbn Abbas’tan gelen rivayetlere dayanmaktadır. Bu konudaki rivayetleri zayıf gören alimlerin yanında sahih kabul eden alimler de vardır(bk. El-Makasıdu’l-hasene, 1/658).
Bilindiği üzere, aşk denilen aşırı sevgi duygusu, duygusal şehevî arzulardan çok farklı bir gerçektir. Genellikle aşk, kişinin iradesi dışında, insanın kalbine-davetsiz misafir olarak- gelip yerleşen bir olgudur. Bu işte, muhatabın gerçek güzelliğinden ziyade, gönlün kabulüne göre izafî bir güzellik söz konusudur. Gözü kör olan aşkın cazibesine kapılan kişinin gözünde, sırf sevgilisinin güzelliği vardır. Bazen cinnete varan bir durum söz konusu olabilir ve akıl tamamen bloke edilebilir.
İnsanın iradesi dışında gelip kalbini kemiren aşk olgusu aynı zamanda –imtihanın bir versiyonu olarak- bir nevi kalbî/ruhî bir hastalık olarak da kabul edilebilir.
Bir hadis-i şerifte
“İç hastalıklarından ötürü ölen kimse şehittir.”(Kenzu’l-Ummal, h.no: 11191)
buyurulmuştur. Deyim yerinde ise, bu hadisteki iç hastalıklar organiktir. Aşktan dolayı oluşan iç hastalık ise ruhî/kalbîdır. Aşka, kalbî/manevî olmakla beraber bazen insanın kemiklerini eritecek kadar organik hastalıklara da sebep olabilir.
Bazı rivayetlerde “gizleme” kaydı yoktur. Fakat bütün rivayetlerde “iffeti koruma” kaydı vardır. Bu da gösteriyor ki, aşkın en belirgin özelliği, nefsânî değil, kalbî olmasıdır.
Maddî ve manevî “iç hastalıklar” ortak paydasında birleşen bu iki hastalığın da aynı sonuç doğurması en makul olanıdır. Aşkın bu meziyetinin önemli bir sebebi de, iffetle devam ettiği takdirde, zamanla sahibini gerçek vuslata kavuşturan bir araç olmasıdır.
Pek çok âşık, maşukunun üzerindeki fanilik damgasını gördükten sonra, Hz. İbrahim (as) gibi “Ben biraz görünüp, arkasından kaybolan fani maşukları sevmem.” demiş, mecazî sevgililer yerine hakîkî sevgili olan Allah’a yönelmiştir. İnsanın gönlünü fanî sevdalardan alıp, bakî bir yâre sevdalı yapan aşk gibi nuranî bir iksir, içinde şahadet şerbetini barındırmaya sezadır.
Ayrıca aşk, genellikle, muhatabın güzelliğine bakmaksızın ve insanın iradesi dışında gönülde meydana gelen coşkun bir sevgi potansiyelidir ki, bir açıdan –imtihan için verilen- bir musibettir. Böyle bir sevgi potansiyelini hazmederek, onu nefsin kötü emellerine alet etmeden sabreden bir kimsenin bu tavrı Allah’a olan saygısının bir yansımasıdır.
Allah’ın rızasını kazanma adına, belki de en zor bir musibete katlanmış, en zor bir imtihana tabi tutulmuş, en meşakkatli bir hayata talim etmiş bir kimsenin bu fedakârlığına karşı, Rahman ve Rahim olan Allah’ın kendisini bir nevi şahadet rütbesiyle taltif etmesinde garipsenecek bir şeyin olmadığını düşünüyoruz.
Suda boğulan, yıkım altında ölen, iç organların hastalığından ölen kimseler de birer şehit kabul edilmiştir. Şüphesiz, bu gibi kimselerin şehitlik mertebesi, Allah yolunda cihat ederken öldürülen kimsenin kazandığı şehitlik mertebesiyle aynı değildir. Velayetler arasında mertebeler olduğu gibi, şehitlikler arasında da dereceler vardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Aşık olmak günah mıdır? Sadece o duyguyu içinde yaşamak günah mıdır?
- Allah'dan başkasını sevmek caiz midir? Leyla ile Mecnun'un yaşadıkları aşkı gören Allah, buna karşı nasıl bir tutum içinde olur?.. İnsanların kalbine bu derin aşkları koyan Allah değil mi?
4
Burçların insan karakteri üzerinde tesiri var mıdır?
Meşhur bir Nasreddin Hoca hikayesi vardır:
Hoca ve arkadaşları aşırı soğukların hüküm sürdüğü günlerde bir iddiaya tutuşmuşlar. Arkadaşları o soğuklarda kimsenin tüm bir geceyi dışarıda hiçbir ateş veya ısı kaynağı olmadan geçiremeyeceğini söylerken, Hoca kendisinin bunu yapabileceğini söylemektedir.
Olur, olmaz derken Hoca bir geceyi dışarıda geçireceğini ve bunun karşılığında ise arkadaşlarından bir ziyafet istediğini, yapamadığı takdirde kendisinin ziyafet vereceğini söyler. Bir zaman sonra Hoca hakikaten soğuk bir geceyi dağ başında yalnız geçirir.
Hocanın sağ salim bu işi bitirdiğini gören arkadaşları, gerçekten hiç ateş yakmadan bunu nasıl yaptığını sorarlar. Hoca da karşı dağda bir kulübede yanan bir mum gördüğünü, onu düşünüp içinin ısındığını söyler. Bunun üzerine arkadaşları itiraz eder ve Hocanın karşı dağdaki bir mumla ısındığını ve iddiayı kaybettiğini söyleyerek ziyafet isterler. Hoca baskı karşısında mecburen kabul eder.
Ziyafet günü geldiğinde Hocanın evinde toplanan arkadaşları yemeği beklemeye başlarlar, fakat Hoca sürekli yemeğin pişmekte olduğunu söylediği halde yemek bir türlü gelmez. Sonunda “Şu yemeği bir görelim” deyip kalkıp mutfağa giderler ki, Hoca yemeğin bahçede piştiğini söyleyerek onları ağaca astığı koca bir kazanın yanına götürür. Kazanın metrelerce aşağısında bir mum yanmaktadır. Bunu gören arkadaşları. "Yahu Hoca koca kazan bu soğukta mumla kaynar mı?" deyince. Hoca "İnsan aynı soğukta karşı dağdaki mumla ısınabiliyorsa, kazan da elbet kaynar." diyerek, onlara derslerini verir.
Yazımın başında bunu anlatmamın sebebi, son zamanlarda popülarite kazanan astroloji konusuna girecek olmam. Aslında güzel düşünülüp güzel sebeplere bağlandığında hiç de kötü bir şey değil astroloji. Ama son zamanlarda bu konunun materyalist felsefeye malzeme yapılıyor olması oldukça üzücüdür. Rabbimizin elbette her şeyi bir sebebe bağlaması gibi, yıldız ve gezegen hareketleri de bir şeyler anlatıyor mutlaka bizlere. Ancak ilk anlattığı gerçek, kainattaki bu muhteşem nizamın bir yaratıcısının mevcudiyeti olmalı. Yani Allah’ın var ve bir olduğunun. Fakat her şey bunu gösterirken, insanlar yıldız ve gezegenlere tapar konuma sürüklenebilmekte, halis niyetlerle işe başlansa bile bir zaman sonra bu şuursuz varlıklara uluhiyet yüklenebilmektedir farkında olmadan.
İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.
Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız (Proxima Centauri ) Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır. Örneğin yukarıda değindiğimiz en yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica (alpha virginis) 281 ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz... Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius (Sadalmelik ve Sadalsuud) sırasıyla 1359 ve 2174 ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor.
Şimdi yazıya niçin Nasreddin Hoca'nın mum hikayesi ile başladığımı anlatabildim mi? Kaldı ki bu hikayedeki kazan-mum ilişkisi, yıldız uzaklıkları ele alındığında çok insaflı kalıyor. Uzaklıklar konusunda bu bilgilerden sonra, şimdi bu konudaki başka yanlışlıklara dikkat çekmek istiyorum.
İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.
Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul'dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.
Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.
Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak 1.300.000 kat daha büyükken, Jüpiter, sadece 1.300 (bin üç yüz) kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu 1000 (bin) katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor.
Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı 25.000 (yirmi beş bin) kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında.
Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez.
Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz'den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır.
Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- BURÇ, BURÇLAR, BURÇ FALI
- Bazı alimlerin, on iki melek on iki burca hükmeder, sözü ne demektir? Astrolojiye dayanarak verilen bilgiler doğru mudur?
5
Takıntı / saplantı (tabela, mezar taşı okuma, aynı hareketleri tekrar tekrar yapma, düz çizgi üzerinde yürüme vb) hastalığından kurtulmam için ne tavsiye edersiniz?
Yaptığınız duaya devam ediniz. Ayrıca Cevşen duasını da tavsiye ederiz. Ancak dil ile yapılan duaların yanında uzman bir doktorun tavsiyelerini almanız gerekebilir.
Takıntı / Saplantı
Kimi sürekli elini yıkıyor, kimi apartman katlarını saymadan kendini alamıyor. Kimi de abdestinin bozulduğu endişesiyle tekrar tekrar abdest alıyor. Anlayacağınız, ekonomik ve sosyal sorunlara kafayı takmanın yanında ‘takıntı’ hastalığımız da var.
Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Orhan Öztürk, kişilerin tekrar tekrar aynı şeyleri yapmasına sebep olan bu hastalığın tıbben obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) şeklinde adlandırıldığını söylüyor. Hastalığın “saplantı (takıntı) ve zorlantı” olmak üzere iki ana belirtisi olduğunu anlatan Öztürk, takıntıyı, “irade dışı olan, bireyi tedirgin eden, bilinçli çaba ile kovulamayan düşünceler” olarak tanımlıyor.
Zorlantıyı ise şöyle tarif ediyor: “Kişinin aklına gelen bu düşüncelerinden kurtulmak için yaptığı ve sık sık yinelediği davranışlardır. Örneğin temiz olduğunu bildiği halde kişinin, bir şeye dokunduğunda elinin kirlendiğini düşünmesi takıntı. Böyle düşünerek elini tutkulu bir şekilde tekrar tekrar yıkaması ise zorlantıdır.”
Öztürk, bazı hastaların günde bir iki kalıp sabunu bile bitirebildiğine, hatta çok yıkamaktan ellerinin yara olduğuna dikkat çekiyor. İnsanda, sadece temizliğe yönelik takıntılar bulunmuyor. Başkalarına, özellikle de yakınlarına zarar verebileceği düşüncesi, kendisinin ya da yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceği endişesi, bir şeyi yanlış ya da eksik yapmaktan şüphe etme, rahatsız edici dinî düşünceler gibi birçok takıntı şekli sıralanıyor. Takıntılar (obsesyonlar), kişide bunaltı meydana getirirken, zorlantılar (kompulsif) bunaltıyı kısa bir süre de olsa geçiriyor. Bazen de bu tür davranışlar, günün büyük bir bölümünü olumsuz etkiliyor; iş-okul başarısını düşürebiliyor, sosyal ilişkileri bozabiliyor.
Diğer yandan, kişilerin yaşadıkları durumu bir hastalık olarak görmemeleri ya da yoğun sıkıntı ve bunaltı uyandıran obsesif düşünceleri saçma, anlamsız, bazen de utanç verici bulmaları ve doktora açılmaktan çekinmeleri, vakaların görülme sıklığının daha fazla olabileceği tahminlerini beraberinde getiriyor.
Özel Fatih Üniversitesi Hastanesi Psikayatri Uzmanı Dr. Gökçe Silsüpür, toplumda bu hastalığın hayli yaygın olduğunu ifade ederken, bu sıklığın kendilerine gelen hasta sayısından daha fazla olduğu gerçeğini yineliyor:
“Çünkü, bu hastaların çoğu doktora gitmeyi pek tercih etmiyor, uzunca bir süre bu düşünce ve davranışlarının saçma olduğuna inanıyor. Rahatsızlıktır ve tedavi edilebilir düşüncesini taşımıyorlar. Tuhaf buldukları hareketlerinin, yalnızca kendilerinin başına gelmiş bir durum olduğunu zannediyor ve bunu biriyle paylaşmak onlara pek kolay gelmiyor.”
Psikiyatrik bir rahatsızlığa sahip olmayı kabullenmeme düşüncesinin de bunda etkili olduğunu belirten Silsüpür, kişilerin ‘düşündüğü veya aklından geçirdiği şeyleri yapmış gibi hissediyor olmasını’ da buna ekliyor. “Bu tip hastalar, düşüncelerinden dolayı yadırganıp yargılanacağını, suçlanacağını ve ayıplanacağını düşündükleri için doktora gelmiyor.” diyen Silsüpür, hastalara “Düşünmekten korkmayın. Düşünmek yapmak anlamına gelmez.” çağrısında bulunuyor.
Psikoterapi Önemli
Psikiyatrik hastalıklar arasında yer alan ve bazı uzmanlara göre, "en acı veren psikiyatrik rahatsızlık" olarak ifade edilen "takıntı" hastalığı, yaşamın her döneminde kişilerin karşısına çıkabiliyor. Kişi tarafından tanımlanmadıkça hastalığın, muayenelerde tanınması hemen hemen imkansız görülüyor. İşte bu noktada, hastalarla yaşayan kişilere çok iş düşüyor. Uzmanlar, hasta yakınlarını, ‘belirtilerin saçma-anlamsız olduğunu ifade ederek ikna yoluna gitmenin’ sakıncaları konusunda uyarıyor.
Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Dr. Kemal Şahin,
“Hastalar, zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunu biliyor. Davranış tedavisinde amaç, takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil, hastanın bu düşüncelerine barışık yaşamasını sağlamak.”
diyor. Şahin, bir de örnek veriyor:
“Çöp bidonunun yanından geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya ‘hayır kir bulaşmadı’ demek yerine ‘eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba harcamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin’ düşüncesinin aşılanması gerekir.”
Prof. Dr. M. Orhan Öztürk ise, bu hastalığın kişiye acı veren inatçı, zor bir rahatsızlık olduğunu belirtiyor. Tedavisi için uzun ve sürekli bir mücadele gerektiğinin altını çizerken de ekliyor:
“Yalnızca ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılırsa çok da olumlu sonuç vermeyebilir. İlaçlarla birlikte hastanın psikoterapi görmesi gerekiyor. İlacı bıraktıktan sonra hastalık yineleyebilir; o yüzden psikoterapi bu hastalık için oldukça önem taşıyor.”
Yine, Öztürk’e göre, tedavide iyi gelen şeylerden biri de “meşgul olmak” çünkü bu tür takıntılar boş zamanlarında daha çok geliyor. Kişi, meşgul olduğunda bu takıntılar daha da azalıyor.
BAZI TAKINTILAR
Takıntı, sorumluluk duygusu yüksek olan, çabuk endişeye kapılan, gergin, içe dönük, karamsar, aşırı titiz, mükemmeliyetçi, kontrollü, kuralcı, ayrıntıcı ve kusursuzluk arayan kişilik yapısındakilerde daha fazla görülebiliyor. Prof. Dr. M.Orhan Öztürk, hastaları en iyi ‘ince eleyip sık dokumak’, ‘kılı kırk yarmak’, ‘dipsiz kiler, boş ambar’ deyimlerinin anlattığını aktarıyor.
Temizlik: Saatlerce el yıkamak, banyo yapmak veya tekrar tekrar ev temizlemek.
Tekrarlama: Takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta bulunmak veya akıldan başka düşünceler geçirmek. Yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir.
Kontrol etme: Evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını tekrar tekrar kontrol etmek.
Biriktirme: İşe yaramayan birçok eşyayı biriktirmek. Örneğin bazı kişilerde yeterli yeri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Hatta son birkaç yıl içerisinde gazetelere yansıyan çöplük evler buna en güzel örnek olarak değerlendiriliyor.
Sayma: Yolda yürürken kaldırım taşlarını saymak ve araba plakalarını okumak, günlük işleri yaparken belli sayılarda tekrar etmek. Kazağını üç kere giyip çıkarmak veya aynı yere beş kere gitmemek.
Tamamlama: Bu hastalar ise davranışı mükemmel olana kadar tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar önce musluğu, lavaboyu ve sabunu yıkar (genelde belli sayıda), daha sonra elini belli sayıda yıkar ve sonra aynı işlemi tekrarlar.
Aşırı tertipli ve düzenli olma: Örneğin çalışma odasında her şeyin simetrik durması veya masanın üstündeki her şeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi.
(Nursel Dilek, Taktı mı Takanların Hastalığı: Takıntı)
6
Unutkanlığın nedeni nedir?
Hâfıza; ezberleme, öğrenme ve hatırda tutma melekesidir; idrak edilen, algılanan, öğrenilen şeyleri zihinde koruma ve gerektiğinde hatırlama kabiliyetidir. Tıbbî araştırmalara göre, insan beynine milyonlarca nöron (sinir hücresi) yerleştirilmiştir. Cenâb-ı Allah, birer vasıta olarak yarattığı bu nöronlar sayesinde insana kütüphaneler dolusu malumâtı öğrenme ve zihinde depolama istidadı lutfetmiştir. İşte, hâfıza, bilgilerin nöronlarda depolanması diyebileceğimiz öğrenmeyi ve gerektiğinde depolanan o bilgileri yerinden çıkarıp kullanma olarak tarif edebileceğimiz hatırlamayı ihtiva etmektedir.
Hafıza Dâhîleri ve Unutkanlar
Kudreti Sonsuz, beyne öğrenme ve hatırlama faaliyetlerini yaptırırken icraât-ı sübhaniyesine bazı maddî sebepleri perde yapmış; beynin mükemmel donanımını, sinir liflerini ve şuursuz hücre atomlarını dünyalar kadar malumâtı alıp depolamaya vesile kılmıştır. Hâfızasını iyi kullananlara ve ondan azamî istifade etmesini bilenlere hemen her gördüklerini ve okuduklarını çok kısa bir sürede öğrenme ve aradan uzun vakit de geçse öğrendiklerini unutmama kabiliyeti vermiştir.
Nitekim, insanların zihin selametini görüp gözettikleri ve fıtrata uygun yaşadıkları dönemlerde pek çok hâfıza dâhîsi yetişmiştir. Duyduğu bir şeyi ikinci defa tekrar etmeye lüzum hissetmeden ezberleyen Hazreti Ebû Hüreyre; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in emri üzerine on beş-yirmi gün içinde mektup yazabilecek ve gelenleri de tercüme edecek kadar İbranice'yi öğrenen Zeyd İbn Sâbit gibi yüzlerce sahabi duyduklarını bir defada öğrenen ve bir daha da unutmayan insanlardı. Özellikle Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn dönemleri hâfızasının hakkını veren insanlarla doluydu. Mesela; Ahmed İbn Hanbel, muhteva aynı olsa bile, farklı sened ve metinlerle nakledilen sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadisi ezberlemiş; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned'ini üç yüz bin hadisten seçerek meydana getirmişti.
Heyhat ki, zamanımıza doğru gelindikçe adeta hâfızalar da dumura uğradı. İnsanlar yirmi kere okudukları çok kısa metinleri bile hıfzedemez ve en basit mevzuları dahi anlayıp öğrenemez hale geldiler. Bulanık zihinler, dağınık fikirler ve kirli kalbler sebebiyle hem öğrenme süresi alabildiğine uzadı hem de çabucak unutma hastalığı ortaya çıktı. Bugün öğrenilenlerden yarın hiçbir eser kalmamaya başladı. Öyle ki, günümüzde hâfızasından şikayet etmeyen ve nisyandan dert yanmayan insan bulmak adeta imkansızlaştı. Belki her dönemde pek çok insan aynı derdi dile getirmişlerdi; fakat, mesela Tabiîn'den birinin şikayeti bir sayfayı artık bir kere okumayla ezberleyememektendi, günümüz insanının şekvası ise, bir metni otuz kere de okusa hâfızasına kaydedememek ya da çok kısa bir süre sonra hiçbir şey hatırlayamamak şekline büründü.
Zihin Kirliliği
Hâfızayı zayıf düşüren ve unutmaya sebebiyet veren pek çok illet sıralanabilir. Beyin ve hâfıza üzerinde çalışan uzmanlar, genellikle beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanamamasını, stres ve gerginlik gibi sebeplerle beynin enerjisinin hemen tükenmesinden dolayı çalışma akışının düzensizleşmesini, sadece bazı meseleler üzerine yoğunlaşmadan ötürü beynin bir bölümünün âtıl bırakılmasını ve sistemsiz düşünme alışkanlığını hemen akla gelebilecek sebepler olarak saymaktadırlar. Bazen de insanın fizyolojik yapısının ve fizikî durumunun hâfıza zayıflığına yol açabileceğini ve ileri yaşlarda vücut mekanizmasının bazı şubeleri yorgun düştüğü gibi beynin de onlara bağlı olarak bir kısım fonksiyonlarını eda edemez hale gelebileceğini belirtmektedirler.
Bununla beraber, dünden bugüne bazı İslam alimleri, haddinden fazla uykunun beyni hantallaştırdığını, sürekli dolu olan midenin zihne menfi tesir ettiğini, sabah kerahatinde uyumanın ve harama bakmanın da unutkanlığa sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Hatta, sistemsiz düşünme alışkanlığına yol açabileceği ve zihni işe yaramayan bilgilerle dolduracağı endişesiyle mezar taşlarını okumayı bile mahzurlu görmüşlerdir; mezar taşlarını okumayı adet edinmenin bugünkü reklam panolarının, araba plakalarının, televizyon ekranlarının ve gazete sayfalarının yaptığı tahribat çeşidinden zararlar verebileceğini düşünmüşlerdir. Gerçi, zihinleri kirleten, kalbleri bulandıran ve hafızayı zayıflatan onlarca unsurla her zaman iç içe yaşadığımız günümüzde, unutkanlığa sebep olmaması için mezar taşlarındaki yazılara bile mesafeli durulmasını anlamamız oldukça zordur; fakat, unutulmamalıdır ki, selef-i salihîn meseleyi kendi nezih atmosferleri zaviyesinden değerlendirmişlerdir.
Zannediyorum, hâfızayı zayıflatan sebeplerin en tehlikelisi şehevî hisleri galeyana getiren ve behimî duyguları tehyiç eden faktörlerdir. Bugün, aile ve içtimaî çevre özellikle gençlerin güzel yetişmeleri hususunda yetersiz kaldığı gibi, bir de etraftan akıp akıp gelen ve ruhu örseleyen telkinler zihinleri adeta felç etmektedir. Televizyon programları, İnternet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hadiseymiş gibi nakledilen hal ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonlar... zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal etmektedir. Ve hele kafalara pompalanan onca kir, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tahrik edip yüce duygular üzerine bir balyoz gibi inince, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmamakta ve adeta hâfızaları bütün bütün kurutmaktadır. Evet, maalesef, günümüzün insanı haram dinleme, haram konuşma ve harama bakma... gibi günahların öldürücü dalgaları arasında çırpınıp durmaktadır.
Haram ve Nisyan
Ehlullah, harama nazarın nisyan sebebi olduğu hususunda ısrarla durmuşlardır. Gözlerine hâkim olamayan ve daimî surette şehevî duyguları kamçılayan manzaralara bakan bir insanın hâfızasının yavaş yavaş köreleceğini belirtmişlerdir. Nitekim, İmam Şafii Hazretleri, hocası Vekî' bin Cerrâh'a hâfızasının zaafından şikayette bulununca, o büyük zat, İmam Şafii'yi en küçük günahlardan bile uzak durmaya çağırmış ve ona şöyle demiştir: "İlim, ilâhî bir nurdur; Cenâb-ı Allah, devamlı günahlara dalan kimseye nurunu lutfetmez." Kaldı ki, İmam Şafii muhtemelen bir metni ilk defada değil de ikinci veya üçüncü kerede ezberleme durumuna düşünce hâfızasından şikayet etmiştir. Ayrıca, İmam Şafii gibi bir ruh insanının bilerek günaha girmesi de zaten hiç düşünülemez.
Üstad Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da azgınlaştırdığını dile getirmiştir. Harama nazardan sakınmayan insanların Kur'an'dan öğrendiklerini de unutacaklarını ve "Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'edilecek." mealindeki hadis-i şerifin te'vilinin bu hastalığın dehşetli neticelerinde aranması gerektiğini belirtmiştir.
Ümmetinin harama nazar etmemesi mevzuunda ikazlarda bulunan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat'tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas'ın oğlu) Fazl'ın başını sağa-sola çevirmiş ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı olmuştur. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl'dır. Fakat, öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda bile, nazarına başka hayaller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl'ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Peygamber Efendimiz (asm)'in bu konudaki hassasiyetini göstermesi açısından çok ibretâmizdir.
Zehirli Oklar
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur..." (Hakim, Müstedrek, 4/314; Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb, III, 63) diyerek, o ağulu oktan korunmanın lüzumunu belirtmiştir. Evvelen ve bizzat Hazreti Ali (ra)'ye, saniyen ve bilvasıta bütün ümmetine hitaben, "Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir..." (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44) buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar." iltifatkâr beyanını naklederek Müslümanları gözlerini harama kapatmaya teşvik etmiştir.
Bu itibarla, harama nazardan ötürü zihin dağınıklığına ve hâfıza zaafına düşmemek için herhangi bir iş ya da iman hizmetine müteallik bir vazife söz konusu olmadığı sürece günahların seylap halinde aktığı çarşı-pazarlardan uzak kalmak lazımdır. Mutlaka dışarı çıkmak gerekiyorsa, o zaman da mayınlı tarlada yürüyor gibi dikkatli yol almak ve şeytanî hücumlara karşı teyakkuzda bulunmak icap eder. Bunu başarabilmenin iki şartı vardır; birincisi, çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreği hoplatacak, gözleri yaşartacak ve manevî hisleri harekete geçirecek bazı şeyler okumak ya da dinlemek; ikincisi de bir yere giderken elden geldiğince yalnız olmamaya çalışmak ve gönlü hüşyar bir-iki arkadaşla beraber bulunmaktır. Onca gayrete rağmen yine de irâde haricinde sağdan soldan gelip bulaşan lekeler, kalb ve ruhu kirleten çamurlar olabilir. Bu türlü durumlarda ise, ilk fırsatta seccadeye koşup Cenâb-ı Hakk'a yönelmek gerekir. Namaz, sadaka, oruç ve dua gibi ibadetler -inşaallah- gayr-i iradî gelip çarpan günahlara keffâret olacaktır.
Aslında, harama nazar önü alınabilecek ve iradeyle kaçınılabilecek bir tehlikedir. İnsan, biraz gayret etse, günaha sürükleyen manzaralara bakmamaya sabredebilir. Göze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; bir nazar oku gelip çarpacağı ilk anda gözü kapamaya irade gücü yeter. Hele insan harama her göz kapamanın kendisine bir vacip işlemiş gibi sevap kazandıracağını düşünürse, o ilk anda günahtan sıyrılabilir. Fakat, nazarını hemen haramdan çevirmez, kendisini o işe salar ve bir daha, bir daha bakacak olursa, artık geriye dönme ihtimali azalır. Bir de gözünden zihnine akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürse sahilden tamamen ayrılmış sayılır. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister. Şair bir arkadaşımın,
"İsyan deryasına yelken açmışım,
Kenara çıkmaya koymuyor beni!"
sözüyle ifade ettiği gibi, -Allah korusun- o günah deryası, sahilden o kadar uzaklaşan kimseyi dalgaları arasında evirir çevirir ve bir daha kıyıya çıkmasına izin vermez.
Hafızayı Takviye Eden Âmiller
Hâfızayı zayıf düşüren illetlere mukabil, onu kuvvetlendirecek âmiller de mevcuttur. Bunların başında düzenli bir hayat, prensipli bir çalışma, sistemli bir düşünce ve zihni daimî çalıştırma gibi hususlar gelir. Uzmanlara göre, "Beyin çok çalışırsa yorulur." kanaati yanlıştır. Beynin yorulmasının sebebi onu çok çalıştırmak değil, yanlış kullanmak ya da onu âtıl bırakmaktan kaynaklanan hantallaşmadır. Evet, beyin çok çalışmaktan dolayı yorulmaz; aksine çalıştıkça gelişir, daha verimli hale gelir. Beyni yoran ve körelten çalışmak değil, boş durmak, düşünmemek, tefekkür etmemek ve iş yapmamaktır. Kullanılmayan organların köreldiği gibi hâfıza da doğru bir şekilde sürekli işletilmezse dumura uğrar.
Maalesef, hergün daha bir ilerleyen teknik ve teknoloji insan dimağını belli ölçüde etkisiz ve hareketsiz kılmaktadır. Bugünün talebeleri hesap makinelerine ve bilgisayarlarına güvenerek çarpım tablosunu bile ezberleme ihtiyacı duymamaktadırlar. Bu hazırcılıktan kaynaklanan atalet de beyin fakültelerinin aktif hale gelmesini engellemektedir. Evet insan, mutlaka teknik ve teknolojik imkanlardan istifade etmelidir, ama dengeyi bozmamaya da özen göstermelidir; mesela, basit işlerde kat'i surette bilgisayar kullanmamalıdır ki hâfızasını ihmal etmiş olmasın. Ayrıca, bilgisayar bir yandan hâfızanın işini kolaylaştırırken diğer yandan da mutlaka zihne jimnastik yaptırtacak şekilde hazırlanmalı ve ona göre programlanmalıdır. İnsan, ezberlemekten ziyade öğrenmeye önem vermeli ve ona yoğunlaşmalıdır; fakat, bazı sahalarda ehemmiyetli bir kısım metinleri ezberlemenin de zihne talim yaptırma açısından çok faydalı olduğu gözardı edilmemelidir.
Diğer taraftan, uzmanlar, bazı besinlerin beynin çalışmasını doğrudan etkilediği üzerinde de dururlar. Sabah kahvaltısının beynin performansını artırdığını ve kahvaltı alışkanlığı olmayan kimselerde konsantrasyon kaybı olduğunu belirtirler. Unutkanlığı yenmek ve hâfızayı güçlendirmek için kuru üzüm gibi içinde beynin ana yakıt maddesi olan glikoz barındıran gıdaları tavsiye ederler.
Hıfz Namazı
Selef-i salihînden bazıları da hâfızayı güçlendirip unutkanlığı azaltma adına, hem bir kısım dualar okumuşlar hem de her sabah 21 tane çekirdekli kuru üzüm yemeyi itiyad edinmişlerdir. Ayrıca, ehlullah hâfıza geriliğinden ve ezberleyememekten şikayette bulunan insanları şu hadis-i şerifte tarif edilen dört rekatlık namaza ve arkasından yapılan duaya yönlendirmişlerdir:
Bir gün Hazreti Ali (ra), Allah Rasûlü'ne gelip Kur'an'ı hâfızasında tutamamaktan yakınır; "Bu Kur'an göğsümden uçup gidiyor. Onu ezberimde tutamıyorum." der. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) ona, "Cuma gecesinin son üçte birinde kalk; o, meleklerin şahit olduğu zamandır, onda yapılan dualar kabul edilir. Şayet o saatte kalkamazsan, gecenin evvelinde veya ortasında kalk ve dört rekat namaz kıl. Birinci rekâtında Fatiha ile Yasin'i, ikinci rekâtında Fatiha ile Duhan'ı, üçüncü rekâtında Fatiha ile Secde suresini, dördüncü rekâtında ise Fatiha ile Mülk suresini oku. Tahiyyâtı bitirdiğin zaman Cenâb-ı Hakk'a güzelce hamd ü senâda bulun. Bana ve diğer peygamberlere de salavât getir. Erkek-kadın bütün müminler için Allah'tan mağfiret dile. Bu okuduklarının akabinde de şu duayı söyle!" buyurur ve kitaplarda "Hıfz duası" adıyla yer alan duayı tekrar etmesini ister.
Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) tarif edildiği üzere bunu beş veya yedi gece yapar ve Allah Rasûlü'ne gelip şöyle der:
"Ya Rasûlallah! Ben daha önceleri dört-beş ayeti bile ezberleyemiyordum. Fakat şimdi kırk ayet kadar ezberleyebiliyorum. Onu okuduğumda da sanki Allah'ın kitabı gözümün önündeymiş gibi oluyor. Yine önceleri bir hadisi duyup tekrar ettiğimde tam ezberleyemezdim. Fakat, şimdi hadisleri işitip onları rivayet ettiğimde bir harf bile kaçırmıyorum." (Tirmizî, Daavât, 114)
Sözün özü; öğrenilen malumâtı depolama ve gerektiğinde hatırlama istidadı olan hâfıza Cenâb-ı Allah'ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu harika kabiliyet, doğru dürüst kullanıldığı sürece dünyalar dolusu bilgiyi ihtiva edecek kadar büyük bir kapasitede halkedilmiştir.
Hafıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için,
- Öncelikle zihinlerin silkelenmesine,
- Gözlerin harama kapanmasına,
- Mâlâyâniyâtın terk edilmesine,
- Sistemli düşünceye,
- İhtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye,
- Sadece yetecek kadar uyumaya,
- Tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye,
- Dağarcıktaki tıkanıklıkları istiğfar ve zikir sayesinde açmaya,
- Hâfızayı istidadını aşkın hale getirmesi için Hafîz-i Zülcelâl'e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimleri olan seher vakitlerini kollayarak fiilî dua adına intizamlı çalışmaya ihtiyaç vardır.
7
Tefekkür ne demektir?
Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın en anlayışlı muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan dahi kâinat kitabının sayfalarında seyahat ederek, tefekkür balı yapar.
Tefekkür, varlıklara Allah namına bakmaktır. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur.
Bayrak, bir bez olmanın ötesinde devleti sembolize eder; dalgalandığı yerlerin, o devlete ait olduğunu haykırır. Onun gibi, her bir varlık dahi, Allah’ın Rububiyet saltanatını ilan etmektedir.
Yeryüzü ve semavattaki varlıkları tefekkür nazarıyla temaşa edenler, İlâhi sanatın mükemmelliği karşısında hayret secdesine varırlar. Kalplerindeki iman coşar, yakînleri ziyadeleşir. İnce tefekkür duygularına, hislerini de katabilirlerse, İlâhî sanatı seyir ve temaşadan, tarifin fevkinde bir zevk alırlar. “Her şey bana Seni hatırlatıyor.” derler.
Şu ayetler, tefekkürle ilgili bir kısım esaslara işaret eder:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler (deliller, ibretler) vardır. Onlar, ayakta iken, otururken ve yanlarına uzandıklarında Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ya Rabbena, Sen bunları boşuna yaratmadın, Seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru’ (derler)." (Âl-i İmran, 3/190-191)
1. İnsan, tefekkür ederken Allah’ın zâtını değil, yarattıklarını düşünmelidir. Resulullah, bir topluluğa vardığında ne yaptıklarını sormuş, “Allah’ın azametini tefekkür ediyoruz.” cevabını alınca,
“Allah’ın mahlukatını tefekkür edin, kendisini değil. Çünkü buna güç yetiremezsiniz.” demiştir.(Aclûnî, I/311)
2. Hilkatte abes yoktur. Her şey yerli yerinde yaratılmıştır. Bütün ilimler, yaratılıştaki mükemmelliğin şahididirler.
"Çevir gözünü, bir çatlak (kusur) görebilir misin? Sonra, bir daha, bir daha çevir. Sonunda göz, yorgun argın sana geri dönecektir.”(Mülk, 67/3-4)
ayeti, bu mükemmelliğe dikkat çekmektedir.
3. Gâibane tefekkür, neticede insanı Allah’a seslenişe sevk edecektir. Nitekim, bu ayette anlatıldığı gibi, önce göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür etmişler, sonra birden hitap makamına yükselip, yalvarışa geçmişlerdir.
Gerek kâinat kitabının ayetlerinin tefekkürü, gerekse Kur’ân ayetlerinin tefekkürü, her müminin en belirgin vasıflarından olmalıdır.
8
Heyecanı yenmenin yöntemi nedir?
İlk defa yaptığımız her iş önce heyecan ve korku oluşturur. Korku anında dolaşım sistemi içerisine gerginlikle orantılı olarak aşırı kortizol salgılanır. Bu durum düşünce akışını engeller. Kişi bu anda olumlu duygularını kaybeder. Daha ileri düzeyde elleri ve hatta tüm vücudu titrer. Kalbin çarpması ve kan dolaşımı hızlanır. Davranışların kontrol edilmesi zorlaşır. Bu sorun ileri düzeyde olursa, insan başkalarıyla göz göze gelemez; başı titrer, âdeta beyni dış dünyadan kopmuş gibi olur.
Korku anında insan kalbinde bir iç endişe akıntısı hisseder. İnsan bir an önce bu durumdan kurtulmak için o ortamdan uzaklaşmak, yapmak istediğini yapmaktan vazgeçmek zorunda kalır.
Ayrıca endişe veya korku, konuşmacının inandırıcılığı kaybetmesine yol açar.
Bazı insanlarda korku duygusu çok gelişmiştir. Sık sık duyulan bu endişeler gittikçe birbirlerini beslerler ve endişe edebilme yeteneği gelişir: İnsan en küçük bir sorundan bile endişe duymaya başlar. İleri düzeyde korku ve endişe, sinir sistemi için son derece tahrip edicidir.
Tüm başarılı konuşmacılar toplum önüne çıktıklarında mutlaka heyecanlanmışlardır. İstisnasız her insan korku ve endişeyi yenebilir. Ancak bunun için tüm inançlarını yeniden gözden geçirmeli ve bir dizi egzersiz yapılmalıdır. Aşağıda korkunun nedenleri tek tek açıklanmıştır.
KORKUNUN NEDENLERİ
Temel korku nedenleri arasında baskı dolu çocukluğu, sürekli yaşanan stres ve hastalıkları, sosyal olmayan bir ortamda uzun süre kalmayı, başarısızlığa inanmayı, hafızanın zayıf kalmasını, söylenecek bir söz bulunamamasını sayabiliriz.
Baskı Dolu Çocukluk
Çocukluk ve gençlik döneminde aşırı aile otoritesi, baskı, şiddet, dayak gibi olaylar yaşanabilir. Normalin üzerine çıkarak belli bir süreklilikte devam ettiğinde, bu durum kişinin psikolojisinde çok köklü bir içe dönüklük ve cesaretsizlik üretir. Baskı ve şiddet ortamında çocuk kendine güvenini kaybeder. Kişiliği bir yandan tepkici, diğer yandan başkalarına bağımlı gelişir. Sürekli aşağılanan çocuğun alt şuurunda başarısızlık imajı yerleşir. Bu imajı normal şarlar altında özel bir gayret göstermeksizin yok etmek mümkün değildir. Eğer bir şekilde yerleşmiş olan aşırı heyecanlarınız varsa köklü değişikliklerle bunları yok etmelisiniz.
Sürekli Stres ve Hastalıklar
Ara sıra yaşanan, şiddetli de olsa, stres ve hastalıkların kalıcı bir olumsuz psikolojik etkisi yoktur. Hatta kısa süreli ve geçici olduklarında, bunlar insanın yaşama sevincini ve heyecanını artırabilirler.
Ancak stres (ve stres üreten hastalıklar) hafif de olsa uzun süreli yaşanırsa şöyle bir gelişme olur: Kan dolaşım sistemine devamlı kortizol hormonu salgılanır. Bu salgılama vücudu kısa sürede çöplüğe dönüştürür. Stres vücudu germekte ve saldırıya hazır tutmaktadır. Dolaysıyla bu kirlilik uygun yöntemlerle temizlenmediğinde aşırı baskı altında kalan sinir sistemi yorulur. Bu yorgunluğun aralıksız devam etmesi halinde insan ölüme kadar gidebilir. Vücut bu durum karşısında otomatik bir tedbir alır. Beyin ile vücut arasındaki emir-komuta zinciri zayıflatılır. Çünkü kişi öyle bir düşünce alışkanlığına sahiptir ki, bu düşünce gerginlik üretmekte ve vücudu tahrip etmektedir. Bu durumda vücudu ölüme gitmekten kurtarmak için beyin bir anlamda vücudu uyuşturur, vücut gevşer ve rahatlar. Ama bu rahatlama aynı zamanda düşünce akışını da iyice tahrip eder. Bu süreçte düşünce akışı bloke olur, hatırlama iyice zayıflar, unutkanlık kendini gösterir, kişi iç sorunlarıyla iyice bunalır.
Tüm bunlar yine kişinin kendine güvenini sarsar, kişiyi insanlardan uzaklaştırır. Böylece korkunun başarısızlık, kendini suçlama, aşağılama gibi bir boyutu ortaya çıkar.
Ancak hastalıkların stres üretmesi insanın düşünce biçiminden kaynaklanır. İnsan eğer hastalığı kendisini olgunlaştıran bir fırsat olarak görürse, vücudu acı çekebilir, ama psikolojisi sağlam olacağından tahrip edici stresi yaşamayabilir.
Antisosyal Bir İş Ortamı
Bazı işler veya iş ortamları vardır ki bunlar yapıları gereği insanları toplumdan uzak tutarlar. Örneğin bilgisayarın sürekli başında oturup iş yapmak durumunda olanlar dış dünyadan büyük ölçüde koparlar. Zihinleri bilgisayar dünyasının kendilerine sunduğu sanal ortama iyice kapılmıştır. Bazı fabrika işleri belli bir tezgahın önüne hapsedebilir. Bu arada geceleri çalışıp gündüzleri uyuyan bekçilerin genellikle konumları da toplumsal olmayan (asosyal) bir yapı taşır. Buna karşın yöneticilik, pazarlamacılık, öğretmenlik ve sunuculuk gibi meslekler kişileri sosyal olmaya zorlar.
İnsanlar kendilerini toplumdan uzaklaştıran işlere hapsettiklerinde beyinleri bu ortama alışır. Değişik insanlarla muhatap olabilme yetenekleri zayıflar. Kavramaları kendi iç referanslarıyla sınırlanır. Topluma açılıp insanlarla konuşmaktan sıkılırlar. Kişilikleri, içine kapanık ve bireysellik ekseninde gelişir. Dolaysıyla toplum önünde söz söylemeleri gerektiğinde büyük bir korku ve heyecan duyarlar. Ancak çeşitli hobiler geliştirerek ek sosyal faaliyetler içerisinde bulunanlar bu kötü gidişi engelleyebilirler.
Başarısızlık İnancı
Yukarıdaki şartların hiç birisi mevcut olmadığı halde insanlar yine de toplum önünde söz söylemekten korkabilirler. Bunun önemli bir nedeni başarısızlık imajının zihinlerine iyice yerleşmesidir. İnsanın her davranışa yüklediği anlam, alt bilincine bir emir olarak gönderilir. Bir işi başarmaya girişen insan her zaman istediği sonucu elde edemeyebilir. Bu herkes için tabiidir. Ama bazı insanlar sonucu elde edemediklerinde hemen başarısız olduklarını düşünürler ve kendilerini suçlarlar. Bu suçlamalar bir çok kez tekrarlanır. Sonuçta insan farkında olmadan kendi alt bilincine “ben başarısızım” hükmünü yerleştirmiş olur. Bu çok sınırlayıcı bir kalıptır. Çünkü insan bir kere bu inancı otomatikleştirdiğinde bu inanç onun hemen her işinde başarısız olmasına yol açar. Neye inanıyorsak beynimiz onu doğrulamak uğurunda amansız gayretler göstermeye devam edecektir.
“Ben başarısızım” inancı alt bilincinde yerleşmiş olan insan “belki bu defa başarabilirim” diyerek harekete geçse de sık sık “ya başaramazsam” endişesini yaşar. Bu endişe dikkatini zayıflatır, zihnini olumsuz sonuçlara yaklaştırır. Bu muhtemel olumsuz sonuçlar dayanma ve direnme azmini azaltır. Kişi kendisini güçsüz hisseder. Bu güçsüzlük ve onun getirdiği tedirginlik kişiyi “vazgeçme” noktasına götürür. Böylece kişi gerçekten de başarısız olur. Toplum karşısında konuşabilme ise cesaret gerektiren bir başarıdır. Başarısızlık inancı cesareti kıracağından kişi toplum karşısında konuşamaz. Başarısızlık ihtimali aklına geldiğinde bile derin bir korku veya endişe yaşar.
Söylenecek Bir Sözün Olmaması
Toplum karşısında söz söylemeyi engelleyen son faktör kişinin söyleyecek bir sözünün olmamasıdır. Pek tabii ki ne söyleyeceğimizi bilmiyorsak konuşmaya başlayınca takılırız. Bunu bir çok defa tecrübe etmişizdir. Dolaysıyla düşüncelerimizden emin olmadığımızda konuşmaya cesaret edemeyiz.
Bir insanın söyleyecek sözünün olmamasının çeşitli nedenleri olabilir ki bu, çok kapsamlı bir sorundur. En temelde bu durum kişinin iyi bir okuyucu olmamasından kaynaklanır. İnsanlar bilgilerinin % 80’ini okuma yoluyla elde ederler. Hiç okumayan insanların bilgileri çok sınırlıdır. Ayrıca bu kişiler bilgilerini birbirleriyle ilişkilendirerek yeni anlamlar ve bakış açıları da üretemezler. Ancak insanlar okuma dışında kişisel tecrübelere sahip olabilirler. Bu tecrübeler üzerinde düşünmüş olabilirler. Bu durumda bilgileri var demektir. Söyleyecek sözü olmayan insan çok az konuyla ilgilenen hatta kendisinin dışında hiç bir şeyle ilgilenmeyen insandır. Çünkü söylenen söz ancak başkalarını ilgilendirdiğinde başkalarına anlatılabilir. Başkalarıyla ilgilenmeyen ve genel sorunlar üzerinde düşünmeyen insanların beyin aktiviteleri zayıftır. Dolaysıyla böyle insanlardan söz söylemeleri istendiğinde ne söyleyecekleri konusunda endişeye kapılırlar. Bu endişe konuşma cesaretlerini kırar.
Hafızanın kontrol Edilememesi
Çok zayıf bir hafıza kişinin özgüvenini yitirmesinin ve konuşmaktan çekinmesinin en önemli nedenlerindendir. Çünkü konuşmacı huzura çıktığında hafızasının kendisine yardımcı olmayacağını ve ne söyleyeceğini unutabileceğini düşündüğünden konuşmaya cesaret edemez. Esasen hafızası çok zayıf olan insanlar belirgin bir hastalığın işaretini verirler. Çoğunlukla hafıza eksikliği bir hastalığın belirtisi değil zihinsel tembelliğin belirtisidir. Zihinsel tembellik konsantrasyon eksikliğinden kaynaklanır. Konsantrasyon eksikliği ise girginlikten veya stresten kaynaklanır. Dolaysıyla kişi gevşedikçe konsantrasyon yeteneği artar; bu artış hafızanın doğal çalışma ritminin sağlam işlemesine yol açar.
Konuşacağı konu üzerinde yeterince zihinsel ve duygusal olarak yoğunlaşmış bir kişi mutlaka o konu üzerinde söz söyleyebilir. Ancak biz yine de ayrıntılı olmamakla birlikte hafızamızın güçlenmesini ve bize yeterince yardım etmesini sağlayan bazı teknikler üzerinde duracağız. Mükemmel bir hafızaya sahip olmak isteyenler bilmelidirler ki ısrarlı bir çalışma ile kısa sürede arzuladıkları hafızayı geliştirebileceklerini görebilirler.
Korkunun Çözülmesi
Şurası gerçek: Yüzlerce defa binlerce insanın huzurunda konuşmamışsanız her defasında heyecan duyarsınız. Bazen heyecanınız o kadar büyük olur ki sizi zincirlerle kürsüye çıkaramazlar.
Kendinizden emin olun. Korkuyu ve heyecanı çok kolay yeneceksiniz. Eğer bunu gerçekten arzuluyorsanız şimdiden bilin: Toplum önüne çıktığınızda kalbiniz sakin, gözleriniz ışıl ışıl olacak.
Çalışmalarınızı üç ana bölümde oluşturacaksınız. Unutmuyorsunuz. Korkular zihninizde yerleşmiş otomatik programların sonucudur. Ortamı oluştuğunda bu programlar bir plak gibi devreye girmektedir. Plağı bozmaz ve yerine yenisini koymazsanız eskisi çalmaya devam eder. En kötüsü de devamlı çaldığınız plaklar her defasında daha güçlü ve köklü hale gelirler.
Korkularımızı üç temel alanda çalışarak yok edeceğiz. Birinci alan kelimelerle kurulu alandır. Düşüncelerin bir boyutunu kelimeler oluşturur. Korkularımız varsa bunlar kelimelerle örülmüştür. Bu bölümü “Cümle Telkin sistemi”yle çözeceğiz.
Düşüncelerimizin ikinci boyutunu imajlar oluşturur. Kendinizi nasıl canlandırıyorsunuz. Korkudan titreyen bir insan olarak mı? Başı dik, yüzünde tebessüm olan bir cesaret abidesi olarak mı? “İnsan ne düşünüyorsa odur.” sözü doğrudur. Bu ifadeyi değiştirelim. İnsan kendini hayalinde en çok nasıl görüyorsa odur. Kendimiz hakkındaki imaj filmlerini değiştirmemiz gerekiyor. Bu çalışma alanını “İmaj telkin Sistemi” olarak adlandıralım. Korkuyu yenmeye çalışırken üçüncü bir boyutu “davranışı” kullanacağız. Kelime veya imajlardan oluşan tüm düşünceler, tekrar edildiklerinde eyleme dönüşürler. Eylem davranıştır, tutumdur. Beynimizdeki kalıpları asıl pekiştiren sergilediğimiz tutumdur. Çünkü düşünce tutuma dönüştüğünde tüm algılarımız devreye girer. Davranırken yaptıklarınızı duyar, görür ve onlara dokunursunuz. Bu bölümde yapacağımız çalışmaları “Tutum Telkin Sistemi” kavramıyla ifade edelim. Şimdi gurur verici büyük kişiliğinizi inşa etmeye hazırsınız. bizimle gönü birliği içinde çalışmaya devam ettiğinizde heyecan verici bir hızda nasıl da değiştiğinizi göreceksiniz. Başlıyoruz:
Cümle Telkini
Toplum karşısında söz söylemekten korku ve endişe duymanın devamlılığını sağlayan en önemli faktör inanç sistemidir. Aldığımız her bilgi, yaşadığımız her tecrübe inanç sistemimizi etkiler ve yeniden şekillendirir. Bu bölümde bu inançların başlıcalarını aktarıyoruz.
- Ben yeterince yetenekli değilim.
- Bu işi başaran insanlar benden çok üstün.
- Şimdiye kadar hep başarısız oldum.
- Başkaları varken bu işi yapmak bana düşmez.
Bu temel inançlar sizde az veya çok bulunabilir. Herkes için bunlar kesinlikle asılsız inançlardır. Ancak ne yazık ki insanların çoğunluğu bu asılsız inançları edindiklerinden hayatları hep sönük geçmeye mahkum edilmiştir. Dikkat edelim: İnançlar her zaman kendilerini doğrularlar. Neye inanıyorsak, maddi manevi tüm güçler bizi doğrulamak için çalışırlar. Şimdi yukarıdaki inançların neden doğru olmadığını anlatacağız. Lütfen bu açıklamaları tekrar tekrar okuyunuz. Bu açıklamaları ezberleseniz bile fırsat buldukça okumaya devam ediniz. Burada amaçlanan sadece öğrenmeniz değildir. Temel amaç doğru inancın alt bilincinize kilitlenmesinin sağlanmasıdır. Zira inançlarınız kendinize defalarca söylediğiniz sözlerdir. Şimdi doğru sözleri kendinize söyleyerek doğru inançları yerleştirmeniz gerekmektedir. Bu açıklamaları yeterince okur ve anlatılanları fırsat buldukça düşünmeye devam ederseniz bir ay içinde yeni inançlarınız alt şuurunuza kaydolacaktır. Daha hızlı değişmek istiyorsanız, tele-terapi kasetlerinde anlatılan sistemi her gün kullanmalısınız.
Cümle telkin sistemine göre alt şuurumuzu hızla yapılandıracak yeni cümle emirleri vereceğiz. Alt şuurumuzdaki kalıplar zaten bu tür cümle emirlerinden oluşmuştu. Emirlerin güçlü bir şekilde yerleşmesi için belli özelikler taşıması gerekir. Bu özellikleri sıralayalım:
1. Derin Gevşeme: Tüm kas sistemlerinizi gevşetmelisiniz... Seminer ortamında sunucunuz derin gevşemeyi size gösterecektir. Ne kadar derin gevşeyebilirseniz emirleriniz o kadar derin ve kalıcı yerleşir.
2. Cümle Yapısı: Cümle yapısı yeterince basit olmalıdır. Kısa cümleler kurmalısınız. Cümle sadece şimdiki zaman kipinde olmalıdır. Alt şuur geçmiş veya gelecek zaman kipinde söylenen sözleri, geçmiş veya gelecek zaman için dikkate alır. Geçmiş hep geçmiştir ve gelecek de hep gelecektir. Alt şuur olumsuz emirleri anlamaz veya tersinden anlar Sadece olumlu emirleri anlar.
3. Gelişme Sürekliliği: Cümle yapısı gelişmenin sürekliliğini ve tekamülü içermelidir. Her hangi bir olayın tekrarına bağlı olarak daha iyi olma durumu ifade edilmelidir. Buna göre aşağıdaki telkin cümlelerini eleştirelim:
- Ben başarılı olmak isteyen bir insan olarak her gün gelişiyor, mükemmelleşmeye adım adım ve süratle ilerliyorum. (Cümle çok uzun, emir kayboluyor.)
- Sigara içmiyorum. (Zaman kipi doğru, ama cümle olumsuz.)
- Çok ders çalışacağım. (Gelişme bağı yok. Gelecek zaman hatası var. Asırlar geçse de alt şuur emri hep geleceğe atar.)
- Her gün ve her nefeste daha çok gülümsüyorum. (Uzunluk yeterli. Şimdiki zaman doğru kullanılmış. Gelişme her güne ve her nefese bağlanmış). İşte en iyi cümle telkin biçimi budur. “Her sabah daha dinç uyanıyorum.” deyin.
Telkin oluştururken yıkmak istediğiniz olumsuzluklar hakkında zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Eskilerini nasıl kaldıracaksınız?
Öfkeleniyorum------- Öfkelenmiyorum.
Sigara içiyorum------ Sigara içmiyorum.
Çözüm kelimelerin olumsuzlanarak kullanılması değildir. bunun yerine olumlu karşıt anlamlı kelimeleri seçmek zorundasınız.
Öfkelenmemek istiyorsunuz--------Daha sakin oluyorum.
Sigara içmemek istiyorsunuz-------Sigara içmeyi bırakıyorum.
Bu bölümde önce genel başarımızı engelleyen hatalı inançları yok etmemiz gerekir. Ardından doğru inançların fikir temellerini oluşturacağız. bu fikir temellerinin alt şuurumuza kodlanması için alıştırmalar yapacağız.
YIKICI İNANÇLAR
Ben Yeterince Yetenekli Değilim
Size de Edison veya Einstein gibi günü 24 saat olan bir ömür emanet edildi. Siz de kafatasınızın içinde bütün diğer insanlar gibi ölünceye kadar eşit sayıda milyarlarca sinir hücresinden oluşturulan harika bir beyin mekanizması taşıyorsunuz. Siz de herkes gibi sadece süt emme yeteneği gelişmiş olarak dünyaya gönderildiniz ve bunun dışındaki her şeyi dünyada öğrendiniz. Öyle büyük bir potansiyele sahipsiniz ki milyonlarca iş yapsanız bile beyin kapasitenizin hala yaklaşık binde bir-ikisini kullanıyorsunuz. Kimse sizden üstün yeteneklerle yaratılmadı. Siz de kimseden üstün yeteneklerle yaratılmadınız. Öyleyse neden bazı insanlar zirvelere tırmanıyorlar? Neden sempati, karizma, zenginlik, şöhret gibi değerler yalnızca bazı insanların elinde kalıyor? Fizikçi iseniz neden bir Einstein veya Abdüsselam değilsiniz? Edebiyatçı iseniz tarihin gerilerinde hala parlak kalan Shakeasper’in ötesine neden geçmiyorsunuz?
İnsanı potansiyel üstünlüğüne kavuşturan tek vasıta “bilgi” ve bilgiye dayalı “eğitim”dir. Kendinizi incelediğinizde bilgiye dayalı olmayan hiç bir becerinizi bulamayacaksınız. Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber’e (asm) Kur’an’da geçen ilk emrin “oku” yani “öğren” olması şaşırtıcı gelmiyor mu? Bugün biz bilgilerimizin % 80’ini okuma yoluyla elde ediyoruz.
Siz sel yığınlarında kendinizi sürükleyen bir sıradanlığa layık olamayacak kadar üstünsünüz. Hayallerinizde yaşayan “büyük size” ulaşmak sizin elinizdedir. Kimse günlük 24 saatine bir dakika ekleyemez. Ama siz bir gününüze 10 günlük işi sığdırabilirsiniz. Bu güne kadar kişisel yeteneklerinize ne kadar yatırım yaptınız?
Zihninizden yükselen çeşitli itiraz sesleri duyuluyor; iddialarımızı küçümsüyor musunuz? O zaman aşağıdaki açıklamalara ne diyeceksiniz?
- Bu İşi Başaran İnsanlar Benden Çok Üstün
Kendinizi yanıltıyorsunuz. Bir vakitler Anthony Robbins de böyle düşündüğünü söylüyor. 20 yaşlarında iken bir otelde hizmetli olarak çalışıyordu. Fakir ve eğitimsizdi. Çektiği ızdırap canına tak ettiğinde tüm hayatını kökten değiştirmeye karar verdi. Önce bir hızlı okuma kursuna gitti ve ardından birkaç yıl içinde 700 kitap okudu.
Bugün aynı adam Amerika Birleşik Devletlerinin her yıl milyonlarca dolar kazanan adamı ve neredeyse tüm dünyada tanınıyor. yıllarını eğitime harcayan profesörler bile önce hafife aldıkları bu yüksek eğitimi olmayan adamdan ders almaya ve kitaplarını tavsiye etmeye başladılar. Onun hayatını sadece on yıl içinde böylesine değiştiren neydi? O sadece başarmak için yola çıktı ve kader onu başarıya ulaştırdı. Onun kavradığı gerçeği biz de kavramalıyız.
Şunları bilmeliyiz. İnsanın sinir sisteminde milyarlarca nöron vardır. Nöronlardan oluşan beynimiz saniyede 30 milyar bitlik bilgi işleyebilmektedir. Herhangi bir normal beyinde oluşturulabilecek potansiyel örgü veya bağlantı sayısı 1 rakamını izleyen 10 milyon kilometre sıfırla ifade edilebiliyor. Kafamızdaki her bir nöronun bir milyon bitlik enformasyon depolama kapasitesi vardır. Bu korkunç potansiyel sağlıklı olan herkeste vardır ve biz insanlar potansiyelimizin ortalama olarak % 1’ini kullanıyoruz. Geri kalan büyük kapasite ise kullanmamız için bizi bekliyor.
200 civarındaki buluşun sahibi Edison başarının % 99’unu çalışmaya, %1’ini de zekaya bağlamaktadır. Bu zekanın önemsiz olduğu anlamına gelmez. bunun anlamı zekanın tek gelişme yolunun çalışma olduğunu gösterir.
Evet sonuçta bu işi başaranlar sizden üstündür. Ama bu üstünlükleri sizden üstün doğmalarından kaynaklanmaz. Sadece çalışarak üstün hale gelmişlerdir. Tarihe üstün olarak geçen herkes sadece ve yalnızca amansızca çalışarak üstünleşmişler; yani kullandıkları beyin kapasitelerini arttırmışlardır. Diğerlerinden hiç farkınız olmadığı halde kendinizi üstün olmamaya mahkum ederseniz oluşturduğunuz bu inanç kalıbı tüm hayatınız boyunca sizin üstün olmanızı engelleyecektir.
- Şimdiye Kadar Hep Başarısız Oldum
Edison da elektriği bulmak için yıllarca beklemek ve binlerce deney yapmak zorunda kalmıştı. Bir ABD başkanı sonunda başkan olabilmek için yıllarca bir çok seçime girmek ve kaybetmek zorunda kalmıştı. Hayat her zaman sabırla hedefleri üzerinde durmaya devam edenleri hedefe ulaştırmıştır.
Dağarcığınızdan “başarısızlık” kelimesini kaldırmak zorundasınız. Böyle bir olgu yoktur; teşebbüse devam eden insan için başarısızlık yoktur. Sadece her defasında başarıya bir adım daha yaklaşmak vardır. Başarısızlık denilen her şey sizi başarıya götürmeyen bir yolun keşfidir. Her başarısızlık zannedilen olay bizin için paha biçilmez derslerle doludur. Eğer yaptıklarınızın sonucunu kontrol etmemişseniz “başarısızlığınıza” hükmedecek ve çalışmaktan vazgeçeceksiniz. Elinizde bir pusula yoksa tek başarı yolunuz deneme-yanılmadır. Oysa şimdi elinizde başarıya ulaşanların oluşturduğu pusulalar vardır.
“Başarısızlık” kelimenizi kaldırmakla kalmamalı ve bu kelimeye yüklediğiniz tecrübelerinizin anlamlarını da “başarıya bir adım daya yaklaştım” şeklinde değiştirmelisiniz. Bu değişikliği yaptığınızda aslında gerçeğin ta kendisinin de bu olduğunu göreceksiniz.
Eğer bu kelimeyi unutamıyorsanız, mutlaka kullanacaksanız, başarısızlığı doğru tanımlayın. Gerçekte tek başarısızlık vardır: Çalışmaktan, denemekten, teşebbüsten vazgeçmek...
- Başkaları Varken Bu İşi Yapmak Bana Düşmez
Herkes böyle düşünseydi şimdi geceleri karanlıkta kalıyor olacaktık. Hepimizin hayatını değiştiren insanlar böyle düşünmüyorlardı. Bu iş öncelikle birinci derecede bana düşer diyen insanlar o işi yapan insanlardır. Farklılaşan insanlar derhal sorumluluk üstlenen insanlardır. Kullandığınız her şey başkalarının ürettiği şeyler midir? Neden siz de üretmeyesiniz? Bu işin sorumluluğu benim omuzlarımda dediğinizde birden o işin önderi konumuna getirildiğinizi göreceksiniz. Bu konulmuş bir kanundur. Sizin yaptığınız işi başkalarının da yapmasının size zararı yoktur. Siz de yaparsanız o iş daha mükemmele ulaşır. Kaldı ki eğer duygularınızı kuvvetli kullanıyor ve daha çok çalışıyorsanız, o işi yapan başkalarının da lideri konumuna yükselirsiniz.
Dünyada iki tip insan vardır: Yöneten ve yönetilenler; güdenler ve güdülenler; düşünce üretenler ve üretilen düşünceyi taklit edenler... Birinci sınıfta yer alanlar tüm insanlığın %10’undan azdır. siz sadece bir inanç ve bakış açısı değişikliği ile ilk guruba dahil olabilirsiniz.
Eğer hala “ben yapamam” diyorsanız, o zaman bilmelisiniz ki yapmak istemiyorsunuz. Yani “ben yapmak istemiyorum” demek istiyorsunuz. Yapabileceğini bildiği halde yapmak istemeyen insan için ise yapılabilecek hiç bir şey yoktur. Yaratıcımız ne yapabileceklerini bilen insanların tercihlerine müdahale etme hakkını ve gücünü kimseye vermemiştir.
ALIŞTIRMA: KORKU-CÜMLE TELKİN
1. Aşağıdaki telkin cümlelerini okuduktan sonra takip eden açıklamaları inceleyin. Önce telkin cümlelerinin inanç temellerini yerleştirmeliyiz.
a) Her Gün Büyük Yeteneklerim Sürekli Gelişiyor.
Bu sözü milyonlarca defa kendinize söyleyeceksiniz. Lütfen önce bir kaç saatinizi kendinize ayırın. Tüm geçmişinize bakın. Bu güne kadar başardığınız küçük büyük ne varsa, edindiğiniz küçücük bir tecrübe bile olsa not defterinize kaydediniz. Göreceksiniz ki küçümsediğiniz siz, çok büyük işleri zaten başardınız. Köyde hiç bir kültürel ve tecrübi birikimi olmayan bir çobana göre çok farklı birikimleriniz var. Bunları tekrar tekrar düşünerek ne kadar yetenek potansiyeliniz olduğunu kendinize söyleyeceksiniz.
b) Her Gün Daha Üstün Olmaya Devam ediyorum
Bu inancı da milyonlarca defa tekrar edeceksiniz. Unutmayın zaten her gün binlerce defa kendiniz hakkında kendinize bir şeyler söylüyorsunuz. Geçmişteki tecrübelerinizi hep yüklediğiniz anlamlarla sık sık kendinize söylediniz. Şimdi o tecrübelerin anlamını değiştiriyorsunuz ve yine kendinize söylüyorsunuz. Başaran insanların geçmişlerini düşünün. Bir Marslı gibi, başka bir yaratık gibi dünyaya gelmediler. Onlar da sizin gibi önce, okuma-yazma bilmiyorlardı. Onlar da annelerinin kucağında büyüdüler. Hatta biz bir anne kucağından yoksun idiyseniz daha üstün olma fırsatına sahip olduk demektir. Daha büyük asker daha zor şartlara rağmen zafere kavuşan askerdir. Başarılı olduklarını bildiğiniz insanlara göre daha çok fakirlik, hastalık veya acı çekmişseniz ruhunuz daha dolu ve heyecanlı demektir. Tüm bunlar diğerlerinden daha da üstün olabilmeniz konusunda sizi daha yukarılara itecektir. Bu yeni iç konuşmanın duygularınızda yol açtığı değişikliği hemen görmelisiniz.
c) Her Gün Daha Başarılı Olmaya Devam Ediyorum.
Lütfen geçmişinize bakınız. 10 yıl önceki siz ile 5 yıl önceki ve bugünkü sizi karşılaştırın. Bu karşılaştırma biçimi bir alışkanlık olarak yerleşmelidir. Her zaman dikkat etmeniz gereken, azıcık da olsa üstünleştiğiniz noktalar olmalıdır. Çoğu insanın düştüğü korkunç hataya düşmeyin. Kendinizi çok imkanı olan başkalarıyla değil; bugün düne göre daha çok imkanı olan kendinizle karşılaştıracaksınız. Siz size göre üstünleşiyorsunuz. Nerelerde ne kadar? Üstün noktalarınızı görmek için kendinizden aşağıda olanlara bakabilirsiniz ama asla kendinizden üstün olanlara bakarak kendinizde üstün noktalar aramayın. Aksi taktirde ilerleme sürecini gerileme sürecine dönüştürürsünüz. Kendinizden üstün olanlara sadece nerelere çıkmak istediğinizi düşündüğünüzde bakmalısınız. Bu bakış sizi yukarıya çekecektir. Bu ilerleyişinizi milyonlarca defa görmelisiniz. Unutmayın, beynimiz dışarıdaki gerçeğimizi hayalimizde kurguladığımız gerçeğimizden ayıramaz. Yani yetim bir bebeği görmek sizi üzdüğü kadar, yetim bir çocuğu hayal etmek de sizi üzer. Dışarıdaki gerçeği biz kontrol edemeyiz ama hayalimizdeki gerçekle istediğimiz gibi oynayabiliriz, onu hemen değiştirebiliriz. Hemen değişmek istediğimize göre ilk yapmamız gereken hayalimizi değiştirmektir.
d) Önüme Çıkan Her İşi Hemen Yapıyorum.
Karşınızda çözülmesi gereken bir problem mi var? Hemen harekete geçiyorsunuz. Problem yoksa aramalısınız. Çünkü özellikle bu çağda problemsiz hiçbir köşe bulamayız. Üstlenebileceğimiz bir çok görev vardır. Biz görevi arayarak üstlenmesek bile çoğu zaman görev bir fırsat olarak bize sunulur. Çoğu insan bu tür fırsatları angarya görerek reddeder. Bilmeliyiz ki yaptığımız her işin hemen parasal bir karşılığı olmak zorunda değildir. En önemli karşılık edineceğiniz paha biçilmez tecrübedir. Önce gereken mükemmellikte işi gerçekleştiremeseniz de bilmesiniz ki hiç kimse bir işi ilk yaptığında kusursuz olmamıştır.
Yolda yürüyen bir görme özürlüyü kolundan tutup yardım etmek mi gerekiyor? Bir milletvekilinin bir konuda uyarılması mı gerekiyor? Yetim bir çocuğun başının okşanması mı gerekiyor? Ailenizin geçiminin sağlanması mı gerekiyor? Daha neler bulacaksınız. Neden siz değil de bir başkası yapsın bunları? Başkası da yalnız başına eksik yapmaya mahkum üstelik... Sizi sadece bu tutumunuz ve bu tutuma bağlı olarak sürdürdüğünüz tekrarlarınız geliştirir. Hiç bir iş angarya değildir. Ücretsiz çıraklık yapsanız bile edindiğiniz tecrübe bir gün paha biçilmez olacak ve eğer ücret arıyorsanız yılların emek birikimini bir gecede alabilecek hale gelebildiğinizi göreceksiniz.
Burada tabii ki her işi hemen yapmaya kalkın demiyoruz. “Arzuladığınız size” destek olabilecek, o kişi olabilmek için gerekli yeteneklerinizin gelişmesine destek olacak her iş fırsatına sahip çıkın diyoruz.
2. Aşağıdaki telkinleri derin gevşemeyi takiben uyguluyorsunuz. Her bir telkini onarar defa zihninizden tekrar edin.
- Her gün dostlarımı daha çok seviyorum.
- Her gün kendime güvenim ve cesaretim artıyor.
- Her gün sahnede daha yüksek güvenle konuşuyorum.
3. Aşağıdaki telkin cümlelerini seminer ortamında (veya arkadaşlarınızla birlikte başka bir ortamda) yüksek sesle söyleyiniz. Önce hep birlikte, ardından tek tek.
- Kendime güvenim artıyor.
- Cesaretim artıyor.
- Yaratıcımın verdiği gücü hissediyorum.
- Tüm engelleri aşıyorum.
- Hızla güçleniyorum.
- Hepinizi çok seviyorum.
İmaj-Telkini
Telkinlerin çok büyük boyutunu zihnimizde yaşadığımız imajlar (visualization) oluşturur. İmajların etkisi kelimelerden bazan yüzlerce kat fazladır. Zihninizde kendinizi görüyorsunuz. Ulaşmak istediğiniz ideal “siz” i tanımlıyorsunuz. o kişiyi inşa edeceksiniz. Geleceğinizi kuracaksınız. hayalinizde hangi filmlerin kahramanısınız. kendinize ne tür roller biçiyorsunuz. İnsanlar yaşadıklarını önce zihinlerinde prova etmişlerdir. gelecekte yaşayacak olan nasıl bir “siz”in provasını yapıyorsunuz?
İmaj-Telkin sisteminde korkularını yenen bir “siz”in provasını yapacaksınız. Gelecekteki size hayalinizde dokunacaksınız. Sizi göreceksiniz. Sizin kokunuzu hissedeceksiniz. Sizi işiteceksiniz. Bu tekniği sadece korku ve heyecanı yenmekte kullanmak zorunda değilsiniz. Geliştirmek istediğiniz tüm yeteneklerinizde bu çalışma size yardımcı olacaktır.
ALIŞTIRMA: KORKU-İMAJ-TELKİN
1. Toplum Önündesiniz: Gözlerinizi kapatacaksınız. (Şu anda nasıl yapıldığını okumak için tabii ki gözleriniz açık) Kendinizi sahnede hayal ediyorsunuz. Karşınızda binlerce insan var. Sizi heyecanla alkışlıyorlar. Onları görün. Işıklar üzerinizde odaklı. Fotoğraf flaşları üzerinizde patlıyor. Size dönen kameraları, resminizi çeken kameraları görün. Tüm salonu, kocaman salonu görün. Kürsüde kendinizi görün.
Ortamınızdaki tüm sesleri duyun. Alkışları, ıslıkları, flaş patlamalarını, elinizdeki mikrofonu.... “Sağ olun. Sağ olun” diyorsunuz. Sesinizin yankısını duyun. “Huzurunuzda olmaktan mutluyum. Sizi seviyorum” deyin. Sesiniz dalgalanıyor, duyuyorsunuz. Ortam sıcak. Sıcaklığı hissedin. Kalbinize dikkat edin. Çok sakinsiniz. Elinizde mikrofon var. Onu ağzınıza yakın tutuyorsunuz ve hissediyorsunuz. Kalbiniz sakin. Mutlusunuz. Heyecanla konuşmaya başlıyorsunuz. sizi alkışlıyorlar. Onları görüyorsunuz.
Protokol sıralarına bakın. Orada devlet başkanları ve milletvekilleri oturmuş, sizi seyrediyorlar. Onlara hükmeder gibi konuşuyorsunuz. Başınız dim dik. mutlusunuz, cesursunuz, gülümsüyorsunuz.” (Bu bölümde size anlatılan görsel canlandırma müzik eşliğinde seminer sunucunuz tarafından uygulanacaktır.)
2. Kendinizi Bil Clinton ile tartışırken hayal edin.
3. Televizyonda bir açık oturumda konuştuğunuzu hayal edin, tüm ayrıntıları yaşayın.
4. Meclis kürsüsünde milletvekillerine konuşuyorsunuz.
Davranış-Telkini
Sergilediğimiz tüm davranışlarımız zamanla kişiliğimizin bir parçası olurlar. Otomatikleşirler. Eğer davranışlarımızı değiştirirsek onlara bağladığımız duygularımızı da değiştirmiş olacağız. Duygular ve davranışlar her zaman yan yana gelirler. Korkmuş gibi davranırsanız korkarsınız; korkarsanız, korkmuş gibi davranırsınız. Ya korkmamış gibi davranırsanız ne olur? Korkuyor olsanız da süratle korkunuzun yok olduğunu görürsünüz. Duygularınızı boş verin ve korktuğunuz her şeyin üzerine korkmuyor gibi davranarak gidin. Şimdi korku duygusunun yaptırmak istemediği bir kısım davranışları zayıftan şiddetliye doğru arttırarak yapacağız. Yıktığımız davranış kalıplarıyla aslında o kalıpları oluşturan korkularımızı yıkacağız. Ancak bu çalışmaları bilhassa topluluk ortamlarında yapmaya özen göstermeliyiz.
ALIŞTIRMA: KORKU-DAVRANIŞ-TELKİN
1. Önce ayağa kalkıp güzel konuşma seminerini tercih ettiğiniz için gurup olarak kendinizi alkışlayınız. Ayağa kalkarak isim, soyad ve görevinizi söyleyiniz. Her arkadaşınızı alkışlayınız.
2. Dörder kişilik guruplar oluşturarak ön sırada ayakta durunuz. (1 er dakika) Semineri hangi yolla öğrendiniz, katılma amacınız nedir? Herkes hocaya kısa bir soru sorar. (her konuşmada alkışlar-bağırmalar- yüksek sesle bravo bağırışları)
3. Tek tek yüksek bir zemin üzerine çıkınız. Aşağıdaki cümleleri bağırarak söyleyiniz ve oturunuz.(alkışlar)
“Ben cesaretliyim. Kendime güveniyorum. Herkes gibi yetenekliyim. Başaracağım. Bana inanın arkadaşlar.”
4. Gazete kağıdından sopa yapınız. Ayağa kalkınız, aşağıdaki cümleleri kuvvetle söyleyerek sopayı tekrar tekrar masaya vurunuz.
“İçimdeki engelleri yok ediyorum. Ben başarısızlık tanımıyorum. Çok güçlüyüm.”
5. İkişerli guruplar halinde aşağıdaki konuya sert dille (oturarak ve ayakta olarak) tartışırlar:
“Işık topraktan daha önemlidir.” “Toprak ışıktan daha önemlidir” “Bilgi sayesinde zeka artar.” “Zeka sayesinde bilgi artar.”
6. Önce herkes oturduğu yerde sesini yükselterek gülme ve bağırma çalışması yapar. Ardından dörderli guruplar halinde ve son olarak teker teker topluluk önüne çıkarak bu çalışmayı yapar.
Gülerken: Şuna bakın hahhahhaaa, hihhihhi, şuna bakın hohhohhoo, hehhehhee
Bağırırken: Defol yanımdan. Defol. Gözüm görmesin seni, defol...
7. Yürüyüş çalışmaları:
Omuzlar dik, ileriye bakarak sert ve düzgün adımla yürüyüş.
Önce bir, sonra iki el havada, ardından eller havada çırpılarak ve guruba bakarak yürüyüş.
Tüm vücudu hareket ettirerek, sağa sola sarkarak ve guruba bakarak yürüyüş
Eller arkada (dil çıkararak bunu yapmayı çok zor buluyorsanız oluşturabileceğiniz en gülünç yüz ifadesiyle) guruba bakarak yürüyüş
8. Şarkı Söyleme:
Gurup ortamında hem gurup halinde hem de bireysel olarak belli şarkılar, mırıldanarak, yüksek sesle, oturarak, gurup halinde ve tek tek ayağa kalkılarak söylenecek. (seminer sunucusu gerekli parçaları, söz çözümleriyle birlikte öğrencilere sunacaktır)
Hafıza Faktörü
Hafızamızı etkileyebilmek için üzerinde durabileceğimiz dört teme alan vardır. Bu alanlara hakimiyet derecemiz hafıza gücümüzü belirler. kitabımızın temel konusu “hafıza eğitimi” olmadığından burada konu hakkında detaylı bilgi verilmeyecektir. İşte önemli faktörler:
1. Biyolojik-Psikolojik Sağlamlık: Vücudumuzu genel yönetim biçimimizle ilgilidir. Vücudumuzun bio-kimyasal denge durumu hafızamızı ciddi şekilde etkiler. bu arada ruhumuzu yönetme biçimimiz de ciddi şekilde hafızamızı etkiler. Konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi için kitabınızın ikinci bölümünde yer alan “Mutluluk Geliştirme Yaklaşımı” altında yapılan açıklamaları okuyunuz.
2. Gevşeme Düzeyi: en büyük hafıza düşmanı gerginliktir. Gerginliğin ürettiği stres düşünce akışını engeller, yavaşlatır. Gerginlik arttıkça konsantrasyon azalır. Konsantrasyon azaldıkça da hafıza tahrip olur. Seminerimizde size öğretilen derin gevşeme egzersizlerini her gün bir defa (30 dakika) uyguladığınız taktirde 20 gün içersinde fark edilir bir değişim gözlemleyeceksiniz. (bk Ek: de yer alan açıklamalar) Hafızayı güçlendirmenin en kolay yolunun derin gevşeme olduğunu söyleyebiliriz.
3. İnanç Biçimi: Hafızanızın kötü olduğuna inanıyor musunuz? Cevabınız “evet”se, emin olun hafızanız kötüdür. Çünkü süper bir hafıza temeline sahip olsanız da, eğer olmadığına inanmışsanız sadık dostunuz olan alt şuur tüm çabasını sarf ederek hafızanızı tıpkı inandığınız hale getirir. Deli olmak istiyorsanız bunun çok kolay bir yolu vardır. Her gün kendinize deli olduğunuzu söyleyiniz.
Hafızamızın kötü olduğuna ilişkin inancı nasıl geliştiririz? Gergin ve sıkıntılı yaşadığımız günlerde beynimizin düşünce akışı yavaşlar. O zamanlarda kötü hafıza dikkatimizi çeker. Gizliden gizliye endişe etmeye ve hafızamızın kötü olduğunu kendimize söylemeye başlarız. Sonra sevdiğimiz zarar verici arkadaşlarımız bize bizi güçsüzleştiren telkinler iletirler: “Nasıl unutursun, yaşlanıyorsun galiba. Sen de mi unutkan oldun? Sakın bunu da unutma ha!” Bu sözleri duya duya büsbütün unutkanlığa şartlanırız. Bu tür sözler tekrar edildiklerinde önce şüphe oluştururlar. Sonra kanaata dönüşürler. ardından inanç olurlar. Sonunda iyice güçlenirler; iman derecesinde güçlü olurlar. Onları söküp atmak vücuttan damarları söküp atmak kadar zor oluverir.
Varsa -bilinçli veya bilinçsiz yerleşmiş olabilir- böyle bir inancı derhal yıkmalısınız. Hafıza zayıflamasının nedenlerini öğreniniz. Hafızanızın yerinde olduğunu ve gelişmeye devam ettiğini düşünürseniz, süreci tersine dönüştürürsünüz. Önce eski inancınızdan şüphelenirsiniz. Ardından bu şüphe kanaata dönüşür. güçlü bir hafızaya sahip olduğunuza inandınız mı emin olun beyniniz bu inancınızı doğrulamak için tüm gücüyle çalışacaktır.
4.Hafıza Teknikleri
Bu güne kadar hafıza üzerinde pek çok bilimsel araştırma yapılmış; özellikle Batı’lı araştırmacılar orijinal hafıza teknikleri geliştirmişlerdir. Esasen bu hafıza teknikleri insanlık tarihi kadar eskidir. zira tarihte süper hafızalı insanlar yaşamıştır. Ama herkesin kolaylıkla kullanabileceği sisteme yeni kavuştuğumuzu söyleyebiliriz. Bu teknikler üzerinde yeterince çalışarak sizler de birer hafıza ustası olursunuz.
Dünyaca tanınmış hafıza öğreticilerinden birinin Dominic O’brain, diğerinin Tony Buzan olduğunu biliyoruz. Türkiye’den kendisi de mükemmel bir hafızaya sahip olan Melik Safi Duyar bilinen hafıza tekniklerini Türkiye halkının hizmetine sunarak çok değerli bir hizmete imzasını atmıştır. Bu isimler dışında inanılmaz hafızalarıyla şaşırtıcı gösteriler yapan pek çok isim bulunmakla birlikte, bu üç ismin imzasıyla yayınlanan eserler hafıza teknikleri konusunda yeterince bilgilenmemizi sağlayacaktır.
Bir gerçeğin altı çizilmelidir. derin gevşemeyi bilmeyen kişi için diğer iki faktörün büyük etkinliği kalmaz. Derin gevşemeyi başardığınızda ise beyninizin doğal çalışma biçimi normal hayatta hafıza tekniklerine fazla bir ihtiyaç bırakmaz.
Bu kitapta hafıza üzerinde ayrıntılı bilgi vermiyoruz. Ancak konuya ilişkin kitapların bazılarını kitabınızın Ek ‘inde bulabilirsiniz. Konuşma sırasında karılaşacağınız hatırlama sorununu çözmek için konunuzu çalışın ve gerginliği yok edin. Hafızanızın sizi yalnız ve yardımsız bırakmayacağını göreceksiniz. Burada size sadece bir kaç alıştırma verilecektir.
ALIŞTIRMA: KORKU-HAFIZA
1. Derin Gevşeme ve Telkin
Kitabınızın Ek’ de anlatılan derin gevşemeyi yaptıktan sonra aşağıdaki telkinleri, telkin bölümünde tekrar ediniz.
- Her gün hafızam gelişiyor.
- Her gün daha iyi hatırlıyorum.
2. Duyusal Canlandırma Yapınız
Duyularınızı kullanarak zihninizde canlandırma yapınız. Duyusal canlandırma yeteneğinizi bol alıştırmalarla geliştirdikçe bilgilerin daha güçlü olarak hafızanızda yerleşmeye başladığını göreceksiniz. Aşağıda örnekleri verilen bu tür egzersizler iç görü yeteneğinizi artıracaktır. Söz söylemeye kalkmadan önce yapacağınız çalışmada ise böyle bir canlandırma ile hafızanızdaki bilgileri iyice pekiştirmiş olacaksınız.
Görsel Canlandırma
Kaybettiği yavrusunu arayan bir annenin görüntüsü, Güneş doğarken ve batarken oluşturduğu görüntünün renk özellikleri, akan suda yansıyan ışığın görüntüsü, bir fırtına görüntüsü, lisede iken sizin görüntünüz, çiçeklerin görüntüleri, böcekler, arabalar....
İşitsel Canlandırma
Gök gürültüsü, hayvanların sesleri, rüzgar, sinek vızıltısı, uçak sesi, öfkeyle bağırma, ağlama, gülme sesleri ...
Dokunsal Canlandırma
Tokat attığınızda eliniz ne duyar, ateşte yansa parmağınız ne hisseder, demiri sıksanız, elinizi kesseniz, yumuşak yatağa uzansanız, çocuğu öpseniz... ne duyarsınız.
3. Eski Bilgilerinizi Tarayınız
İlk okul, ortaokul, lise döneminde okulda öğretmenleriniz kimlerdi, hangi dersleri aldınız, okulunuzun nasıl bir çevresi vardı, hangi önemli hatıralarınız var? Oturun ve kendinize bunları hatırlama talimatı vererek bekleyin.(Hikmetullah YETKİN, Motive ve Diksiyon)
9
"Nefis" ile "nefs-i emmare" ne demektir, aynı şeyler mi, yoksa farkları var mı?
"Nefis" derken çoğu zaman "nefs-i emmare"yi kastederiz. Kötülüğü emreden bu nefis, zamanla terbiye göre göre, günahlardan uzaklaşa uzaklaşa safiyet kazanır. Sonunda Allah’ın razı olduğu bir nefis olma makamına kadar çıkar.
Nefsin bir manası da zat demektir. Yani ruhla bedenin her ikisini birden nefisle ifade ederiz. Bir ayet-i kerimede, “Allah’ın müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığı satın aldığı” haber verilir. Bu ayette geçen ve cennet karşılığı olarak Allah’a satılan nefis, Onun rızası yolunda kullanılan bütün organları, bütün duyguları, aklı, hafızayı ve bütün his dünyasını içine alır.
Nefis için değişik tarifler yapılmıştır. Bunlardan birkaçı:
“Bir şeyin zâtı, kendisi, hakikati.”
“Ruh, kalp, can.”
“Bedene müdebbir (bedeni idare eden) olan ruh.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
“Şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvve.”
“İnsandaki kötü vasıfları toplayan bir asıl.” (Gazalî)
“Şehvanî arzulara ve şeytanî yollara itirazsız, severek giren ve daima kötülüğü emreden düşman.”
Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır.
Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir.
Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı.
Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur:
“Ey mutmainne nefis (Güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
10
Aklıma beni rahatsız eden vesvese, düşünceler geliyor; ne yapmam gerekir?
Esasen sizin bu gibi konularda hiç bir şüpheniz yok. Ancak şeytan sizin içinize sürekli bu gibi şüpheleri telkin ederek vesveseler vermiş. Siz de bu şüpheleri kendinize mal etmişsiniz. Hâlbuki bu şüpheler şeytanın ürünüdür. Öncelikle durumunuzun vesvese olduğunu anlamalısınız. Aklınızdan geçen bu tür düşünceler size ait değil şeytana aittir.
Siz ise bu düşüncelerden ve şüphelerden müthiş derecede rahatsız olmaktasınız. Şeytanın istediği de zaten budur. Sizi bunaltıp dinden soğutmak.
İçerisinde bulunduğunuz sıkıntı, bu şüpheleri veren şeytana karşı bir tepkidir. Bu da sizin kamil iman sahibi olduğunuzun en açık göstergesidir.
Yapmanız gereken çok basit; yalnızca bu gelen vesveselerle meşgul olmayacaksınız. Umursamaz davranacaksınız. Çünkü vesvese ile mücadele etmeye çalıştıkça, vesvese artar ve sizi sıkıntıya sokar. Bu sebeple rahat olun. Telaş etmeyin. Göreceksiniz ki bir süre sonra bu vesveseler kaybolacaktır.
Vesvese arılar gibidir. Arı kovanını karıştırdıkça nasıl ki arıların size hücümu artar. Arılarla ilgilenmezseniz arılar sizi terkeder bulaşmaz. Yapmanız gereken vesvese kovanını karıştırmamak olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kalbe gelen evham, vesvese ve küfür sözler konusunda geniş bilgi verir misiniz, nasıl kurtulabilirim?..
11
Kabz denilen ruhi sıkıntıdan nasıl kurtulunur?
Kabz hali: Tasavvufî bir terim olarak kabz takallüs, sıkılma, sıkışma anlamlarında olup, yayılma, açılma, iç açılması demek olan "bast" ın zıddıdır. Kabz, korku (havf) durağına tekabül eden ruhî bir haldir. İnsanda bu sıkıntı hâlini meydana getirenin Allah olduğu kabul edilir.
Es-Sarrâc bu iki terimi şöyle tarif eder:
"Kabz ve bast yüce ve rûhî iki hal olup, ariflere mahsustur. Allah onları sıktığı zaman, yemek, içmek ve eğlenmek gibi caiz olan şeylerden ve gıdaların bir kısmından alıkoymada etkili olur. Ariflerin gönlünü açtığı zaman da, kendilerini korumayı üzerine almak sûretiyle, o câiz olan şeyleri yine kendilerine iâde eder. Kabz arifin öyle bir hâlidir ki, kendisine bu durumda marifetullahtan başkasına elverişli bir mekân bırakılmamıştır." (Kitâbü'l-Lüma', nşr. Nicholsun, s. 342).
Orta Çağ Hristiyan tasavvufunda kabzını karşılığı olan terim, Fransızca "desolation" dur. Bu kelime sözlükte; yıkıklık, haraplık, büyük keder, büyük iç sıkıntısı anlamlarına gelir (İ. Hami Danişmend, Cirand Dictionnaire Francais Terc., İstanbul tv. I, 361).
EL-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir. Bu isim ile dua etmek kabz halindeki insan için illaki faydası vardır.
Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır:
“... sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü’min kamçılanmakta, ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.
Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.
Bu haller Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakk'ın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.
Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşeni sık sık okumak gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- KABZ...
12
İradem çok zayıf; irademi güçlendirmek için ne yapmalıyım?
İrade; nefisten gelen behimi arzu ve iştahların, şuur ve hayata yön vermesini önleme; keza, kendine hakim olma gücü ve iktidarıdır. Terbiye edilmiş iradeler, sırasıyla; önce duygu ve temayülleri, sonra da düşünce ve davranışları kontrol altına alarak, yararlı ve ahlaki olanları tatbik ve icra ederler, uygun olmayanları da şuur altına iter ve hapsederler.
İnsan iradesine işlerlik kazandıran, ona başarı ve mutluluklara tırmanma iktidarı veren en meşru ve verimli kaynaklar ise, sırasıyla; doğru bilgi, sağlam inançlar, riyasız ibadetler ve içten kopup gelen ihlaslı dualardır. Çünkü insanlar bildiklerini yapar, inanç ve kanaatleri ile amel ederler.
Psikiyatri uzmanları asrımız insanında, ruhi buhran yapan, onu cinnet ve suça, hatta intiharlara iten, en önemli sebebin yalnızlık olduğunu söylüyorlar. Modern insanı yalnızlığa iten başlıca faktörün ise, onu maneviyattan; sevgi, iyilik, hoşgörü ve fedakârlık gibi nice fazîlet değerlerinden uzaklaştırıp, bencil ve aç gözlü bir mahlûk haline sokan maddeci felsefeler ve ona dayalı eğitim sistemleridir.
Son asırda gelişen teknik, toplumları büyütmüş olmasına rağmen, aile ve dostluk sınırlarını küçültmüş ve insanı her gün biraz daha yalnızlığa iterek, kendi dar benynine hapsetmiştir. Böylece aile, akraba dayanışması yok olmuş, dostluk ve samimiyetini yitirmiş, yürüyen menfaat ve rekabetler insanları zıt kardeşler haline getirmiştir. Sahte gülüşler, riyakârane sözler, derinlikten mahrum yakınlıklar, insanları ruhsuz ve özsüz yaratıklar derecesine düşürmüştür. Beraber eğlenip birlikte kafa çektiklerine aldanmamak gerekir. Bunlar dahi, sadece içlerindeki sıkıntıyı defetmek için birbirlerinden yararlanma; yani, yine şahsi çıkar maksadına matuf davranışlardır.
İbadetler, her zaman nefse karşı koyma hususunda insana kuvvet verip irademizi güçlendiren bir unsur olurken, nefsimizi zayıflatan bir güç durumundadır. İradesini güçlendirmeyi hedefleyen insan ibadetlerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmalı ve kendisine ve insanlığa faydalı işlerle meşgul olmalıdır.
13
Nefis terbiyesi ne demektir?
Bir tarladan iyi mahsul almanın yolu, tarlanın iyi işlenmesinden geçer. Eğer tarlaya iyi bir bakım yapılmazsa, yabani otlar ve dikenler her tarafı istila eder. İşte, insanın nefsi de tarla gibidir. Eğer terbiye edilmezse, kötü kabiliyetler boy gösterir. Eğer iyi bir terbiyeden geçse, ondan çok istifade edilir.
Ham petrolün arıtılması gibi, nefsin de tezkiyesi (kötü sıfatlardan arındırılması) söz konusudur. Bir kısım tasavvuf ehli, nefsin yedi mertebesinden bahsederler. Bunlar:
1. Nefs–i emmare
2. Nefs-i levvame
3. Nefs-i mutmainne
4. Nefs-i radiyye
5. Nefs-i mardıye
6. Nefs-i mülheme
7. Nefs-i zekiyyedir. (1)
Nefsin, terbiyeden geçmemiş hâli, nefs-i emmaredir.(2) Bu hâldeki nefis, şiddetle kötülüğü emreder. Günahlara dalmak ister.
Kendini kınayan nefse ise, nefs-i levvame denir.(3) Bu mertebedeki nefis, günahlardan dolayı kendini kınamaya başlar, pişmanlık duyar.
Terbiyenin ilerlemesiyle, nefis mutmainne mertebesine çıkar; Allah’dan gelen her şeyi rıza ile karşılar. Allah’ın razı olduğu bir vaziyet kazanır. İlahi ilhamlara mazhar olur. Arınmış bir nefis hâline gelir. İlk hâli, terbiye edilmemiş vahşi bir ata, son hâli ise terbiye edilmiş ve sahibine çok faydalı uysal bir ata benzetilebilir.
Bilindiği gibi, sirklerde gösteride kullanılan aslanlar daha küçükten terbiye edilirler. Gösteri sırasında, ara sıra ağızlarına yatıştırıcı hap verilir. Ta ki, ormandaki günlerini hatırlamasınlar, sahiplerini parçalamasınlar. Onun gibi, nefsin terbiyesine de küçük yaşlardan başlamak; ayrıca her gün, nefse hitap eden ve onu yatıştıran hakikatlerden okumak gerekir. Yoksa, yıllarca terbiyeden geçmiş bir nefis, fırsatını bulduğunda tekrar eski hâline dönmeye müsaittir. Nasıl ki, bir yaya bastığımızda, onu yere kadar eğeriz. Fakat, ayağımızı gevşettiğimiz ölçüde, o başını kaldıracaktır. Nefis de böyledir. İyi bir terbiyeyle sesini keser. Uygun bir ortam bulduğunda, tekrar hükmünü icra eder.
Bazı zatlar, “nefs-i öldürmek” tabirini kullanırlar. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, kabiliyetlerin hayra yönlendirilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Mesela, herkeste şiddetli bir hırs var. Hırsın sesini tamamen kesmek yerine, bu hırsın hayırlı işlere yönlendirilmesi daha faydalı olacaktır. O zaman, yaptığı ibadeti, hizmeti yeterli görmeyecek, daha ilerisini elde etmeye çalışacaktır.(4)
Nefis, terbiyeyi kabule müsaittir. Mesela, herkesin fıtratında cimrilik vardır. İslami bir terbiyeyle, cimri bir insanın çok cömert bir insan hâline gelmesi mümkündür.
Nefsin fıtri hâli, deli dolu akan bir nehre benzer. Terbiye edilmiş hâli ise, bu nehrin önüne bir baraj yapılıp, çevrenin hem aydınlatılması hem de sulanması gibidir.
Kaynaklar:
1. Yazır, VIII, 5817.
2. Yusuf, 53.
3. Kıyame, 2.
4. Bu konuda bk. Nursi, Mektubat, s. 33-34.
14
Hz. Osman'a ait olarak gösterilen, "Allah, nasip etmeyeceği bir şeyi hayal ettirmez." sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz; doğruluğu var mıdır?
Bu sözün Hz. Osman (r.a)'a ait olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bu sözü kim ne anlamda söylemiş bilemiyoruz.
Ancak insanın hayalinden her türlü düşünce geçtiği gerçeğinden hareketle, bu sözün doğruluğunun şüpheli olduğu açıktır. Hayalimizden geçen o kadar çok şey varki, bunların bir çoğuna ulaşmadığımız gibi, zaten buna ömür de yetmez...
15
Düşünce ve hayalimizden geçenlerden sorumlu muyuz?
Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Ancak isteyerek düşünülen bu düşünceler, hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza, hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı vardır.
Bunları isteyerek yapmak bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek kötü düşüncelerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına gelecektir.
Elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir.
Zira şeytan kalbin yanında bulunan ve “lümme-i şeytaniye” adı verilen bir yerden, insanın kalbine kötü şeyler söyleyebiliyor. Bu söylenen söz ve düşüncelerin kalbin malı olmadığına delil, kalbin ondan telaş göstermesidir. Mesela; bir insan kirli bir dürbünden gökyüzünün güzelliğini seyretse, bu dürbünün kiri ne seyredene nede seyredilene bulaşır. Öyleyse bu gibi söz ve düşünceler de şeytanın fiili olduğundan, bize hiçbir zarar vermez. Asıl zarar, onunla lüzumsuz uğraşıp def etmeye çalışmak veya zararlı olduğunu zannedip korkuya kapılmaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kalbin Sorumluluğu...
16
Bay bayan (kadın erkeke) aşklarında sevenleri ayırmak günah mıdır?
Bu konuda kesin bir cevap vermek doğru olmaz. "Sevenleri ayırmak" deyince bunun bir çok sebebi olabilir. Anne babanın evladına evleneceği kişi hakkında tavsiyede bulunması caizdir. Ancak ergen kişi Hanefi mezhebine göre anne babasının tavsiyesine uymak zorunda değildir.
Ayırma konusunda sebep önemlidir. Ayırma sebebine göre hüküm değişir. Aşkın gözü kördür. Aşık olan insan doğruyu yanlışı tam olarak ayırt edemeyebilir. Anne babası veya yakınları tarafların iyiliği için ayırmak istemiş olabilirler.
Fakat meşru / geçerli bir sebep olmaksızın, fitne için, sırf nefis hesabına, kötülük umarak yapılan ayırma elbetteki yanlıştır, mesuliyeti vardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Dinimiz flört tarzı ilişkiye nasıl bakmaktadır. Aşık olmak caiz mi?
- Allah'dan başkasını sevmek caiz midir? Leyla ile Mecnun'un yaşadıkları aşkı gören Allah, buna karşı nasıl bir tutum içinde olur?.. İnsanların kalbine bu derin aşkları koyan Allah değil mi?
17
Cinsellik, bir nimet midir?
Elbette, insana verilen her şey bir nimettir. Ancak her nimeti, helalde kullanmak bir şükür olduğu gibi, o nimeti şerde, günahta kullanmak da bir nankörlüktür, emanete bir hıyanettir.
Ateşin ne kadar büyük bir nimet olduğu malumdur. Ancak bazıları ateşten zarar görse, ateşin yaratılmasının rahmet olmadığını iddia edemez. İnsanlık güzel bir nimettir. Bazı insanlar hayvan gibi bir hayat yaşıyor diye, insanlığın yaratılmasını nasıl çirkin bulabiliriz?
Cinsellik de bir nimettir. Haramda kullananlar var diye bunun nimet olmadığını iddia edemeyiz.
Allah Hakîmdir, asla abes iş yapmaz. Erkek ve kadının karşılıklı her türlü istek ve arzularını helal yönden tatmin edecek bir eşe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlarını giderirken elbette bazı külfet ve sıkıntılar da olacaktır. İşte cinsel zevk, bu külfetlerin rahat karşılanması için verilmiş peşin bir ücrettir.
• İnsanların erkek ve kadın olarak iki cins halinde yaratılmasının en büyük hikmeti, şüphesiz insanlık neslinin üretimini gerçekleştirmektir.
• İkincisi, farklı yaratılan her varlık, farklı yönlerden Allah'ın ilim, irade, kudret ve hikmetini göstermektedir. İnsan nevinin de hiç olmazsa iki farklı sanat eseri olarak ortaya konması da bu amaca hizmet etmektedir.
• Allah her şeyi çift yaratmıştır. Bu kanun, Allah'ın -eşsiz, şeriksiz- yegâne bir tek, olduğuna delalet etmektedir. İnsan nevinin de bu çift yaratılma kanununa uyması, adı geçen ilahî hikmetin bir gereğidir.
• İnsan oğlu -ikili sisteme dayalı- yaratılışının gereği olarak, karşılıklı saygı ve sevgiyi paylaşacak bir hayat ortağına ihtiyacı vardır. Kur'an'da da “eşler arasında sevgi ve merhametin konduğuna” işaret edilmiştir. “Yalnızlık Allah'a mahsustur.” atasözü bu gerçeği güzel ifade etmektedir.
• Cennette Hz. Adem (as) ve Hz. Havva biribirine ihtiyaç duydukları gibi, yine cennete giden insanoğlunun orada da ebedî hayat arkadaşlığına ihtiyaçları vardır. Maddi lezzetler arasında cennetin en güzel manzaralarından biri de aile yuvası olsa gerektir. Kur'an'da buna işaret edilmiştir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Cinsellik İmtihanı Özel Dosyası
18
Kur'an'da; "İnsan zayıf yaratıldı" buyurulmaktadır. İnsanın belli başlı zayıflıkları nelerdir?
İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir:
“... İnsan zayıf yaratıldı.” (Nisa, 4/28)
Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.
Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.
Bir de ”beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:
1. Nisyan (Unutkanlık)
İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Âdem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır:
“Doğrusu daha önce Âdem’den ahid almıştık da unuttu...” (Taha, 20/115)
Hz. Âdem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara, 2/35-37)
Hz. Âdem’in tabiatı aynen Âdemoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hâli şöyle bildirir:
“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...” (Yunus, 10/12)
2. Harislik ve Cimrilik
Beşeri zaaflarımızdan biri de mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:
“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...” (Mearic, 70/19-21)
“Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117)
hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.
3. Acelecilik
İnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır.
“'Ya Rabbena! Bize dünyada ver.’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara, 2/200)
Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır.” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’an'ın bildirdiği gibi,
“İnsan çok acelecidir.” (İsra, 17/11)
4. Övülmek
Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.
Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:
“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!” (Âl-i İmran, 3/188)
Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.
5. Hizmette İhmal
İnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’an'da zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Peygamberimiz, 1.400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar; sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih, 48/11-15)
6. Bahanecilik
Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım:
“'Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile.’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih, 48/11)
“Suçun sahibi olmaz” derler. Hâlbuki,
“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.” (Nursi, Lem’alar, 84.)
Kusurunu gören, o kusurdan kurtulmaya çalışır.
İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.
İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler ondandır.” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.
Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira,
“Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara, 2/286)
19
Altıncı his hakkında bilgi verir misiniz? Böyle bir şey var mıdır?
Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.
Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı.
Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi,.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar,.. Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka, bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.
Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan "hiss-i kable'l-vukû" (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.
Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:
İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:
"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, VIII/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, II/42,43)
İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.
Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:
"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi:
'Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım.' dedi.
Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."
Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimiz'le (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.
Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.
Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:
Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.
Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.
İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek, "Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez." demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.
"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25-26)
denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.
Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.
Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.
Peygamberimizin Gaybı Bilmesi
Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.
Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.
1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler
a) Senin Baban Hüzafe'dir
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar:
"Bir gün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara
"Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes bir şeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı,
"Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi:
"Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi..."
Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese bir şeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile:
"Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız." (1)
dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.
Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.
b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu
Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor:
"Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor:"
"Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk." (2)
Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.
c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek
Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz:
"Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor:
"Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır."
"Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir." (3)
2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler
a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi
"Yine bir gün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi:"
"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." (4) demiştir.
Evet, Hz. Fatıma anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.
b) Hz. Hasan'ın Feragatı
Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:
"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)
Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmi beş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı
Hz. Ali'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...
Dipnotlar:
[1] Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138.
[2] Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117.
[3] Müsned, IV/359,363.
[4] Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43.
[5] Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25.
20
Önsezi, hiss-i kable'l-vuku, altıncı his hakkında bilgi verir misiniz?
İnsan bazan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazan bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir. Daha çok uyku halinde iken insanın hisleri alem-i şehadete kapanır, mana alemlerine açılır. Bu zamanlarda hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) olarak bazı olayları hissedebilir. İnsan uyandığı zaman bunları hatırlayamayabilir. Gece uyku halinde hissedip unuttuğu manaları, daha sonra normal hayatta karşılaştığı olaylarla hatırlar ve "sanki ben bunu daha önce yaşamış gibiyim" der.
Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.
Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar... Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.
Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.
Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:
İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma (ra) anamız, Efendimizin (sav) vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:
"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)
İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.
Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:
"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."
Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.
Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.
Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var, müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:
Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.
Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.
İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.
"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25-26)
denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.
Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.
Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.
Peygamberimizin Gaybı Bilmesi
Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.
Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.
1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler
a) Senin Baban Hüzafe'dir.
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi...
Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile:
"Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız."(1)
dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.
Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.
b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu
Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor:
"Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk."(2)
Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.
c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek
Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. (3)
2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler
a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi
Yine birgün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma (ra)'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi:
"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." (4)
Evet, Hz. Fatıma (ra) anamızın vefat-ı Nebi'den altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.
b) Hz. Hasan'ın Feragatı
Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:
"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)
Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı.
Hz. Ali (ra)'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...
Kaynaklar:
1. Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138
2. Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117
3. Müsned, 4/359,363
4. Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43
5. Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25.
21
Allah'ın bizi sevdiğini nasıl anlarız?
Allah'ın bizleri sevdiği ispatlanmış bir hadisedir. Asıl bizim bu dünyaya gönderilmemizin gayesi Allah'ı sevip sevmediğimizi ispat etmek içindir. Zira yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin en nurani tepelerine çıkarıp, bizi Müslüman yapıp ve yine kimseye açmadığı esmasının tecellilerini, yedi milyar insan içinde bize açarak, bizi sevdiğini ispatlamış olmuyor mu?
Bir düşünün, sevmediğimiz birisine neden özelliklerimizi, sevdiğimiz şeyleri, sevmediğimiz şeyleri anlatalım ki? Onunla muhatap bile olmayız değil mi?
Hem Allah bizi sevmese ve itimat etmese bir çok mahlukuna vermediği yüzlerce organı neden bize versin ki ve neden özellikle akıl, ruh, kalp, gibi kıymeti, kainat ağırlığında olan lüks mücevheratı boynumuza taksın ki? Birisinin bizi sevmesinin ölçüsü bize verdiği hediyenin kıymetiyle doğru orantılı değil mi?
Biz bu dünyada peşinen aldığımız bu nimetler karşısında Allahı sevme ve Ona itaat etme sınavına tabi tutulmuşuz. Allah'ın sevilmeye layık olduğuna zaten bizler iman edeceğiz. Bu bizi ilgilendiren bir durum.
Bazı şeylerin bize perdeli gelmesi sınavda olmamız nedeniyledir. Allah'ın elmayı bizzat elimize vermesi belki gönlümüze daha hoş gelebilirdi. Kendimizi, daha çok sevilen olarak hissettirebilirdi. Ama ağaçtan vermesi de bundan farksız değil mi? Zira ağacı, elmayı yapmada iktidarsız bırakması zaten buna delildir.
O halde, bir tür okuyamama problemiyle karşı karşıyayız. Sizi çok iyi anlıyorum. Gerçekten iyi okunmadığında, altından kalkılması zor bir durum. Ama herhalde zihnimizde bir tür toptancı bir anlayış var. İnsanların içinde kaynadığımızı zannediyoruz. Sanki bize özel bir şey yokmuş gibi... Yine birisinin bizi sevme derecesi "bize özel" ikramlarıyla doğru orantılı görüyoruz. Ama emin olun, etrafınız yalnızca size özel ikramlarla dolu...
Örneğin yaşamanız. Siz bunun fabrikasyon bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? Hemen bir biyologla konuşun. Ya da bir fizikçiyle veya bir doktorla veya kitaplarla… "Zira okuduğunuz fenlerden her fen lisan-ı mahsusu ile..." size bunu ispat edecektir.
Örneğin; sizin bu soruyu sormanız için gerekli olan hayatın hikayesinin on dört milyar ışık yılı önce başladığını biliyor musunuz?
Yani evren o müthiş patlama ile yaratılmaya başladığı anda 1045 (on üzeri kırk beş) santigrat derece sıcaklıktan yaklaşık beş milyar yıl öncesine kadar genişleyerek -233 derece sıcaklığa düşmesinin sizin hayatınızla münasebetini biliyor musunuz? Bütün uzayın o sıcaklıkta bırakılması dünya gibi bir gezegenin yaratılması için en önemli ve ilk şart olduğunu bugün bütün fizik dünyası açıklıyor. Yani sizin bu soruyu sormanız için evren bu sıcaklığa gelmek zorunda...
Dünyamızın yaratılması emin olun bize özel. Çünkü bizim bu dünyada insan olarak hayatımızı sürdürmemiz, biyologlara göre iki yüz elli milyonda bir ihtimaldir...
Hadi doğduk... Bize aklın verilmesi ve yine Müslüman olmamız, aklı çatlatacak ihtimal oranlarıyla önümüze gelmiş. Ve verilen bu hayatın devam etmesi bütün kainatın tıkır tıkır işlemesi gibi sayıların aciz kaldığı bir ihtimal oranı ile bize her an ikram ediliyor. Ve hayatımız devam ederken güneşin göz bebeğimize vuran ışık öpücüğü... Bunun bize özel olduğunu anlamak istiyorsanız körlere bakın, felçlilere bakın, geceden gündüze çıkamayan yani o gün güneşi görmeden ölenlere bakın. Emin olun bu size özel...
Eğer probleminiz "Bana verilen bir şeyi başkasında görmek istemiyorum." düşüncesi ise....
İnsaflı olun derim ben size... Ne suçu var mahlukatın... Ne olur ki canım onlarda bundan istifade etse...
Bütün bunların dışında yalnızca size özel iltifatlarda var. Parmak iziniz, kan grubunuz, ses tonunuz, göz bebeğiniz ve her şeyden öte kimseninkine benzemeyen kaderinizle...
22
Alışkanlık haline gelmiş bir günahtan nasıl kurtulunur?
Bırakılmayacak günah yoktur. İlim, zaman, mekan ve çevre ile her günah bırakılabilir.
Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan ben Allah’ı seviyorum diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.
Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.
İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerimede Allah’ımız bildiriyor.
“Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31)
Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize (asm) uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize (asm) uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır? Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum deseniz kime inandırabilirsiniz.
Demek ki Allah, Peygamberimizi (asm) bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, eğer beni seviyorsanız, size peygamber olarak gönderdiğim Hz. Muhammed’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum, diyor.
Sözün özü: Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.
Size, bize ve tüm insanlara yol haritası Kur’an ve sünnettir. Bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani Kur’an'ı ve sünneti, yani Rasulullahı (a.s.m) kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve Kur’an'ın anlattığı ve bahsettiği Kur'anî ve imani kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz, sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır.
Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca sizi tekamül ettirecektir.
Bu konuda size bazı tavsiyelerimiz olabilir:
1. Çevrenizde güven ve itimat duyduğunuz bazı kimselerle istişare ederek, İslamî çizgiyi koruyan ve sorularınıza cevap verebilecek cemaat mensuplarıyla görüşmenizi;
2. Zafer, Nesil, ve Cihan yayınları gibi yayınevlerinde çıkan kitaplardan bazılarını seçerek okumanızı;
3. Bizim tavsiye edeceğimiz şu kitapları okumanızı öneririz:
(Zafer Yayınları, Yerebatan cd. 45/2 Cağaloğlu, İst. Tlf. 212 5270207)
- Gerçeğe Doğru Serisi, 6 cilt.
- Nurdan Kelimeler / Cümleler, 2 cilt.
- Bir Kader Sohbeti
- Ölüm Son Değildir, 3 cilt.
- Risale Okumaları, 2 cilt.
(Nesil Yayınları, Sanayi Cd. Bilge Sk. No: 2 Yeni Bosna İst. Tlf. 212 5513225)
- Dört Halife,
- Sahabe Modeli,
- Peygamberimizin Hayatı,
- İslamı Nasıl Anlamalı,
- Gençliğe Sesleniş,
- Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları,
- Kendini Arayan Adam,
- Müslüman Nasıl Yaşamalı,
- Peygamberimizin Tebliğ Metodu, 2 cilt.
- Kur'an'da Cihad ve Savaş.
Ayette geçen Nefis ve Malın Allah’a satılması ne demektir?
Nur Külliyatı'nda, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almış bulunuyor.” mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken bir temsil getirilir ve temsilin bir yerine de şu mesaj yüklenir.
“Hem o fabrikadaki âletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek.” (bk. Sözler, Altıncı Söz)
Bir sohbette arkadaşlarıma, toprağın ve suyun fiyatlarını sormuş ve bir cevap alamamıştım. Muzun fiyatını sorduğumda ise yüksek bir rakamla karşıma çıkmışlardı. İşte toprak ve su Allah’ın bir fabrikası olan ağaca girdiklerinde, öteden muz olarak çıkıyor ve büyük bir kıymet kazanıyorlar. Aynı şekilde, otu inek denilen bir canlı fabrikaya veriyoruz, et ve süt elde ediyoruz. Şeker pancarı, fabrikadan şeker olarak çıkarken, çiçek tozları kovanda bal oluyorlar.
İnsan, etrafını saran böyle sonsuz ibret tablolarından ders alarak nefis ve malını, Rabbinin emir tezgâhına soksa, alâ-yı illiyyin denilen o üstün makama erecek ve cennet ehli olma şerefine kavuşacak.
Nefis denilince insanın zâtını anlıyoruz, mal denilince de zâtın tasarrufuna verilen emanetleri. Bir başka ifadeyle, “nefis” insana ihsan edilen dahilî nimetleri; “mal” ise haricî nimetleri temsil etmekte. Her ikisi de insanı ya alâ-ı İlliyyîne çıkaran yahut esfel-i safiline düşüren imtihan âletleri.
Âyet-i kerimede nefisten başlandığını dikkate alarak nefsimiz üzerinde biraz duralım.
İnsan aklı, fizik ve kimyadan, ticaret ve ziraattan, kumar ve soyguna kadar her şeyde istimal edilmeye müsait. Bunların bir kısmı insanı yükseltirken, diğerleri alçaltır.
İnsan kalbi bir umman. İman ve küfürden, adalet ve zulme, tevazu ve kibre, itaat ve isyana, muhabbet ve nefrete, af ve intikama ve daha nice müspet ve menfi mânâlara açık. İnsanın alâ-yı illiyyîne yükselmesinde yahut esfel-i safilîne yuvarlanmasında en büyük pay onun.
Kalbe bağlı lâtifeler, hisler bedenin organlarından çok. Bunlar da insanı ya yücelere çıkarır yahut çukurlara düşürür. Sevgiden başlayalım. İnsan bu his ile, ya Rabbini ve Mevlâsını sever, yahut nefsini ve menfaatini. İşte birinci hâl yükseliş, ikincisi çöküştür.
Bir diğeri, “endişe duygusu.” İnsan, ya maddî ve dünyevî problemleri kendisine dert edinir, bunların endişesiyle ruhunu perişan eder. Yahut, bu dünya yolculuğunun cehennemle son bulma endişesi onu durmadan çalışmaya, gayrete ve duaya sevk eder. Birincisi, aşağıların aşağısı, ikincisi yüceler yücesidir.
Beş duyumuz da bu ölçüye vurulmalı. İnsan bunlarla sâlih amel de işleyebilir, isyan ve günah da. Birinciler, insanı en ileri makamlara, ikinciler ise en derin azaplara hazırlar. Yine Nur Külliyatı'nda, “Küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de birbirine zıt meyveler çıkabiliyor: Mümin-kâfir, salih-fasık, âdil-zâlim, mütevazı-mağrur gibi.
Bu misâle göre:
•Ahsen-i takvim, “en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”
•Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”
•Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşü.”
Allah Resulü (a.s.m.),
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aliyyülkârî, el-Masnû', I/135; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I/1320)
buyurur. O halde insan bu dünyada, çekirdek kabilinden de olsa, “alâ-yı illiyyîn” şerefine erecektir ki, bu mazhariyet âhirette o yüce makam olarak kendini göstersin. Ve yine insan, işlediği isyanlarla, “esfele-i safilîne” lâyık olacaktır ki, bu liyakat o dehşetli azabı meyve versin.
Sözün özü: Yüksek insanlar da, alçak insanlar da bu dünyada yetişiyorlar. Ve âhirette her nefis kendi ameline uygun saadete eriyor yahut azaba düşüyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?
23
Gaflet nedir ve ondan nasıl kurtulabiliriz?
Gaflet, ahlâk ve tasavvuf terimi olarak, dünya veya âhiret hayatı için gerekli olan bir şeyin önemini kavrayamama halidir.
Sözlükte "terketmek, önemsememek" anlamında masdar ve "dalgınlık, dikkatsizlik, yanılma, ihmal" mânasında isim olan gaflet kelimesi, "bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilememesi", "nefsin kendi arzusuna uyması, zamanın boş geçirilmesi" "yeterince uyanık ve dikkatli davranılmadığı için insana arız olan yanılgı hali" gibi manalara gelmektedir. (bk. et-Ta'rîfât, el-Müfredât Ğ-F-L md)
Dini bir terim olarak gaflet; en mühim vazife olan Cenab-ı Hakk'a itaat ve ibadeti terk edip, önemsiz ve kıymetsiz şeylerle uğraşmak ve nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allah’ı ve ahireti unutmak anlamına geliyor.
Buna göre, gerçek görevlerini unutma haline gaflet denir. Gaflet uykusuna dalanlar, ömür sermayelerini iyi değerlendiremezler. Kâinata ve onda cereyan eden olaylara gaflet ile bakanlar, gerçekleri göremezler.
Suyun buhar, sıvı ve buz halleri olması gibi, gafletin de dereceleri vardır. İnsan dünyaya daldıkça gaflet kalınlaşır, âdeta bir buz dağına dönüşür.
Dünyanın fani işlerine dalmak, gafleti artırır ve kalınlaştırır. Fikri harekete geçiren, Allah’ı, ahireti, ibadeti hatırlatan sohbetlere katılmak veya bunlardan bahseden eserleri dikkatle okumak ise gafleti dağıtır.
Kur'ân-ı Kerîm'de maddî ve manevî menfaatlerini bilen insanlara "zâkir" ve "ehl-i zikir", bundan habersiz olanlara da "gafil" denilmiştir. Gaflet "unutma ve yanılma" manasını da taşımakla birlikte, aslında bu iki kavramdan farklıdır. Bir şeyi bile bile terketmek gaflet; bilmeden terketmek ise unutmaktır.
Kur'an, hayvanlardan daha aşağı seviyede bulunan ve kalpleri mühürlü olanları gafil diye niteler (A'râf, 7/179) ve müminlerden gafil olmamalarını isteyerek (A'râf, 7/205) Allah'ın âyetlerinden gafil olanların cehennemlik olduklarını bildirir. (A'râf, 7/146; Yûnus, 10/7-8) Gaflet içinde bulunanlar âhirette pişmanlık duyacaklardır. (Enbiyâ, 21/97)
Gaflet kelimesi Kur'an'da "habersiz olma" mânasında da kullanılmıştır (Yûsuf, 12/3; Kâf, 50/22) ve Allah'ın gafil (olup bitenlerden habersiz) olmadığı hususuna sık sık dikkat çekilmiştir. (Meselâ Bakara 2/74, 85, 140, 144, 149)
Hadislerde de insanların Allah'tan, onun zikrinden ve âyetlerinden gafil olmamaları istenmiş, gafil kalple yapılan duanın tam ve mükemmel bir dua olmadığı belirtilmiştir. (Müsned, 2/177; Tirmizî, Daavat, 65)
Zâhid ve sufîler gaflet konusu üzerinde önemle durmuşlardır.
İbn Ebü'l-Havârî gafleti "en büyük musibet ve kasvet" olarak tanımlar. Ona göre en derin uyku gaflet uykusudur. Gaflet olmasaydı insan nefsinin arzularına kul olmazdı.
Cüneyd-i Bağdadî, Allah'tan gafil olmanın ateşe girmekten daha zor olduğunu söyler.
Ebû Ca'fer Sinan'a göre bir insanın işlediği günahtan tövbe etmesi gerektiğinden gafil olması, o günahı işlemesinden daha kötüdür.
Kalbin gaflet içinde bulunmamasını isteyen Dârânî'ye göre gafleti kalpten kovmanın tek yolu Allah korkusudur.
İbn Mesrûk ise gafletle cehalet arasında bir ilgi kurarak cehaletin gaflete yol açtığını söyler.
Sûfîlerin tehlikeli buldukları gaflet, insana ibadeti ve kulluğu unutturan veya kalp huzuruyla dinî görevleri yerine getirmesine engel olan gaflettir.
Gafletin çok mertebe ve dereceleri vardır. Küfür bir gaflet-i mutlaka olduğu gibi ibadetlerdeki eksiklikler de bir gaflettir. Bu yüzden gaflet sadece küfür ve fısk ile sınırlı bir kavram değildir. Marifetin zirvesinde olan asfiyalar bile gafletten şikayet edip, o hallerine tövbe etmişler. İmanın yoğunluğunda bile gafletler bulunabilir. Hatta manevi terakki yolunda bir alt makam bir üst makama nispetle gaflet telakki edilmiştir.
Küfür, gafletin en koyu ve en kesif halidir. Bütün kainat Allah’a ve ahirete güneş gibi parlak birer delil de olsalar -nitekim öyledir- küfrün kesif ve koyu girdabında sönükleşip kaybolurlar. Küfür gafletinin bu koyu ve kesif halini ancak ve ancak hidayet ve iman ışığı yırtabilir ki, burada yine iş, insanın irade ve isteğine bakıyor. Yani insan, iradesini hidayet ve imandan yana sarf etmedikçe, gaflet sarmalından kendini kurtaramaz.
Gaflet öyle sinsi bir hastalıktır ki, hidayet ve iman sahasında da varlığını devam ettiriyor. İman etmiş birisi imanın yoğunluğunu ve aktifliğini her daim hissedip yaşayamıyor. İman etmiş ama imanın tadını, kokusunu alamıyor. Bunun yegane sebebi gaflettir.
Evet, gaflet imanın tesirini kırıp, imanı kalbin derinliğine hapseden zehirli ve fark edilmeyen sinsi bir düşmandır. Bu düşman uzun vadeli hesaplar yapar, hedefi, imanı kalpten atmaktır. Günahlar gafletin sivri başlarıdır. Nasıl ciğerdeki sinsi bir hastalık deride çıban şeklinde tezahür ediyor ise, gaflet de günah ve fısk şeklinde tezahür ediyor. Günahlar gafletin sinsi ve tehlikeli meyveleridir. Gaflet tövbe ve tefekkür ile imha edilmez ise, neticesi Allah korusun çok tehlikeli olabilir.
Gafleti besleyip büyüten; ülfet, ünsiyet, dünyevi meşgale, iman zayıflığı gibi şeylerdir. Bunlar kökten tedavi edilmedikçe, gaflet kanseri de tedavi edilemez.
Gafletin en büyük ilacı ve zıddı ise, huşu ve huzurdur. Huşu ve huzur Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip ona göre hareket etmek anlamındadır.
Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ve okuyabilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey bize onu hatırlatır ve onu gösterir.
İşte bu manaya huzuru İlahide meleke kesbetme deniyor. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmamız demektir. Işık nasıl karanlığın düşmanı ise, huşu ve huzur da gafletin düşmanıdır.
Böyle bir huzur ve meleke ancak sağlam ve tahkiki bir iman ile kazanılır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bizi gaflete iten nedenler nelerdir? Bunlardan nasıl kurtuluruz?
- İnsanın Gafleti
- Namazda Huşu' ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir?
24
"Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak" ne demektir?
Havf, “korku, korkutmak”, reca ise “emel, ümit, yalvarmak, dilek.” demektir.
Sakin su, dalgalı deniz kadar güzel olamıyor. Rüzgârın esmesiyle sağa sola salınan dallar, sakin ağaçlardan daha hoş bir manzara sergiliyorlar. Rüzgârı göremiyoruz, eğer görebilseydik, onu da dalgalı bir deniz gibi seyredebilecektik.
Dalların âhenkli salınışları, rüzgârın o dalga dalga esişinin neticesi. İşte insan ruhu o dalgalı deniz, o salınan ağaç gibi. Melekler ise, sakin su, hareketsiz bitkiler gibi. İnsan ruhu imtihan rüzgârına mâruz. Ve insan kalbinde kararsızlık, değişkenlik hâkim.
İşte insan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma çıkarır. O kalpte zıt renklerden tek bir kumaş dokunur. Celâl ve cemâl tecellileri o kalbi birlikte kemâle erdirirler. Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler.
İşte bu zıt tecelliler kalpte iki ayrı neticeyi birlikte doğurur: Havf ve reca.
Havf, tatlı bir korku: Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma... Reca ise zevkli bir ümit: Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma...
Dünya imtihanını kazanan insanlar, Allah’ın bütün sıfatlarına, fiillerine ve isimlerine birlikte inanırlar. Celâlî isimler, onların kalplerinde korku ve haşyet doğururken, cemâlî isimler gönüllerini ümitle, sürurla, sefayla doldurur...
Onlar, emir ve yasaklar denilen ikili bir imtihana tâbi tutulurlar. Karşılarına helâller ve haramlar çıkar, doğru ve yanlış arasında çoğu kez sıkışıp kalırlar. Hayırları işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet.
Mü’min, hem ümit ve hem de korku içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.
Bize havf ve reca dersi veren bir hilkat tablosu:
Arzın merkezinde, magma bir ocak gibi durmadan yanıyor. Üstte Güneş, alevlerini kilometrelerce öteye fırlatıyor. Ve nihayet, insanlar ve hayvanlar, denizler ve ormanlar varlıklarını bu iki ateş arasında devam ettiriyorlar.
İnsanın manevî terakkisi de iki ateş arasında sürüyor: Nefis ve Şeytan. Bu tablo karşısında insan şöyle düşünmeli: Madem ki bedenim, güneş ve magma arasında hayatını devam ettiriyor; ruhum, nefis ve şeytana rağmen hâlâ mü’min. O hâlde, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek için hiçbir sebep yok. Ve madem ki, bu iki ateşten de bir an olsun başım sakin olamıyor, öyleyse azaptan emin olmam da akıl kârı değil...
Havf da reca da mü’minin sıfatlarıdır. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recanın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yoldur.
Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recaya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar.
Fatiha Kur’an-ı Kerim’in fihristesi, hülâsasıdır. Onda da havf ve reca dersi birlikte veriliyor.
“Hamd”de medih ve sena hâkim.
“Mâliki yevmiddin”, havf dersi verir.
“İbadet” recaya, “istiane” havfa işaret ederler.
“Sırat-ı müstakime hidayet talebi” recadır.
“Mağdup ve dallinden olma korkusu” havftır.
Fatiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de havf ve reca dalgaları arasında seyran eder.
25
Zevk nedir; niçin verilmiştir?
Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. İman, ahiret, ibadet, helal, haram, ölüm gibi size sorumluluğunuzu hatırlatacak ve zevklerinizi kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız. "İç bade, güzel sev, var ise aklü şuurun / Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun."
Bu bir hayat felsefesidir ve adına hedonizm denir. Dilimizde "hazcılık" veya "zevkçilik" diye ifade edilebilir. Kökleri Eski Yunan'a kadar gider. İlk filozofu Epikür'dür. Felsefe tarihleri, her ne kadar Epikür'e "İlk" diyorlarsa da bu beni tatmin etmiyor. Kanaatime göre ilki şeytan, ikincisi nefistir; Epikür, ancak üçüncü olabilir! Daha sonra bu fikirlerin bir benzerini Ömer Hayyam'da görüyoruz.
Felsefe, Nedim'in, "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan." mısrasıyla sloganlaşır. Günümüzün maddeci toplumları; zevk kıskacının kurbanı oldular. Bu salgın hastalık, bazı şer odaklarının marifetiyle, vatanımızı hedef almış durumda. Gençlerimizin beyinleri, sözde sanatlarla yıkanıyor; şarkı sözlerine kulak verin, kafi.
Evvela, hedonizmin içyüzü üstünde durmak istiyorum. Bir sistemin kabul görmesi için, toplumun tamamına, yahut ekseriyetine hitap etmesi gerekir. Oysa hazcılık, kısmi bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Çünkü, cemiyetin ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin. Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara "ye, iç, eğlen, keyfine bak" demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, ahirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli olabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradan'ına dua etmekle huzura kavuşur.
Beli bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedi bir aleme gitmek için vasıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilir.
Şark tefekkürünün abidelerinden olan Sadi'nin de dediği gibi; "İnsanlar bir vücudun azalarıdırlar." Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle müspet manada ilgilenmesine bağlıdır.
Akıl, kalb ve vicdan sahibi her insan, sair hemcinslerine merhamet eder, etmelidir. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insani özelliklerini kaybedenlerdir.
Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece keyif için yaşayanlara insan mı denir?
Hazcılar, çalışmayı da sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakarlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nerden temin edecekler? Şüphesiz saf ve masum insanların sırtından. Bu sebeple, cemiyette zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalıyor. Bir yanda gayri meşru kazancı meslek hâline getirenler, diğer yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zalim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası.
Zevk, gaye olursa, aile müessesesi zayıflar. Çünkü, cemiyetin çekirdeği olan aile, ancak fedakarlıklarla ayakta durabilir. Kadını, "yasak zevklerin aracı" kabul eden zihniyet, "şefkat kahramanı anayı" tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır; doğmadan öldürülmelidir.
Aşiretleri devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir milletleri, efendi haline getirenler, ideal adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış cemiyetleri ayaklandıran, coşturan ve yüce hedeflere koşturanlar, alperenlerdir.
Şahsi arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahat döşeğine rahat için yatanlar, fedakarlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mana için yaşayıp, dava için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.
Hayatın gayesini zevk zannedenlerin beyinleri, midelerine inmiştir. Maddi zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayal etmekle geçer. Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tat vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esaret kapısı açılmaya başlar. Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, manen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için materyalist dış odaklar ve onların içerdeki kuklaları, zevki ve hazzı gaye olarak gösteriyorlar!
Zevk, vasıtadır; ferdi hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde zevk olmasaydı, yemek içmek bir azap olurdu. Yiyemez, içemez ve zaruri ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Keza, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilirdi. Halbuki biz, iman ve ibadet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz. Yanlış olan, vasıtayı gaye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler.
Zevk ve lezzetin yaratılmasındaki bir hikmet de şudur: Biz bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükafat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün maliki olan Allah'ın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşru dairede kalmamız isteniyor. Hür bir iradeyle yaratılmışız. Helal çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.
Aslına bakarsanız, Allah'ı tanımayan, ahireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fani olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inananlardır. Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedi saadet yeri olan ahirette verebilir. Şu halde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek manasızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır.
İnsanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa bela olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhul tehlikelerle doludur. Ölümü her şeyin sonu sanan için, mazi, bir yoklar ülkesidir. İstikbal ise, kendisini yutacak bir ejderha ağzıdır. Allah'a teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lakin iç dünyası, acılarla cehenneme dönmüştür.
Oysa inanan kişi için ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurani ahiret alemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimidir.
Eğer insan bu dünyada ebediyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümlü hayatın kavgasına şahit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenler içinde. Masmavi göklerde uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. Elif gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, dal gibi eğilmişler. Zevk cilasıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terk ediyorlar. Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu halde, hakimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir isteği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır. Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, Müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sair sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrail, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle, düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahim'e olunca, kabir gülistana döner.
Hayatın gayesi zevk değildir, diyoruz. Öyleyse niçin yaratıldık?
Şimdi de bu sorunun cevabını arayalım:
"Çoklukta birlik" diye tarif edilen ahengin en mükemmelini kâinatta görmekteyiz. Her yaratık, kendisine düşen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvisi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlar ise insanların emrinde. Her mahlukun bir gayesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu halde bu nasıl bir gaye olmalı? Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelamıdır.
Bütün ilahi kitaplar aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki: Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Allah'ı tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedi bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O'nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri, aldatıcı seraba benzer. Fani lezzetlerin cazibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. İsyan ve küfür nankörlüktür.
Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmelidir. Kendisini yediren, içiren, istirahatını temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah'ı bilmeyen kulun hâli bu misale benzer.
Yeri gelmişken bir konuya daha temas etmek istiyorum: Batılı psikologlar, daima nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabii, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik sistemleri bu yanlış kabule dayandırmak oluyor. İşte tavsiyeleri: "Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin." Bu fikirler, kabul de görüyor. Günahlar, ilmi kisvelere bürünerek meşrulaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan "bilimsel sapıklar" ve "aydın zalimler" çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.
Halbuki, ruh ayrı, nefis ayrı varlıklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lugatinde "doymak" kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankardır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir. Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana "Hayatın gayesi zevktir." hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlakı da sırf bunun için sevmez. Çünkü bunlar insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah'a isyanın nankörlük olduğunu söyler.
Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, ilimle olgunlaşır, ibadetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur. Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Sadece maddi zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevi cihazlarını midesine ve cinsi isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir? Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi?
Hazcılığın sonu pesimizm, yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, "Devam etmeyen şeyde lezzet yoktur." Dünya nimetlerinin ve kendisinin fani olduğunu bilen insanın mesut olması mümkün müdür? Aklı uyuşturan maddelerin sefahat toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddi hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olamadıklarının en açık delilidir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin!
Şuna hep inanmışımdır; eğer zevkine düşkün olanlar, cennetteki lezzetlere şüphesiz inansalar, herkesten ziyade ibadetle meşgul olurlardı. Çünkü her hazzın aslı oradadır. Dünya zevkleri ise, bir gölgeden ibarettir.
Hedonistlere şunu söylemek isterdim: Zevk ve safa içinde sonsuza kadar yaşamak mı istiyorsunuz, hiç durmayınız; iman ab-ı hayatından ve ibadet şerbetinden içiniz. Yarın çok geç olabilir. Öbür güne ise hiç güvenmeyiniz.
Sözün kısası,
"Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur."
Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur:
"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."
26
Şefkat ve hoşgörü ne demektir. Bu duyguları nasıl kullanmalıyız?
Şefkat: Büyük insanlarda bulunan yüksek bir vasıf. Merhamet, hamiyet, ihsan ve kerem gibi yüksek seciyelerin müjdecisi...
Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “acz, fakr, şefkat, tefekkür” yolu olarak tarif ettiği, iman ve Kur’an hizmetinin dört esasından birisi de şefkattir. Şefkat, insanı “Rahîm ismine “ ulaştıran en büyük bir vesiledir.
Rahîm ismine kâmil mânâda mazhariyet, insanlara iyiliklerin en büyüğü olan iman vadisinde yardımcı olmakla, onları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir saadete kavuşturmak için bütün himmet ve gayretiyle çalışmakla olur. Allah Resûlü (asm.) bu mânânın en ileri temsilcisidir. O, müşrikleri tevhide davet eder, onların cehennem azabından kurtulmaları için en ağır ve dayanılmaz şartlar altında gayret gösterirdi. Ama, şirkin de amansız düşmanıydı.
Malûmdur ki, kâfire düşmanlık küfrü içindir. Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,
“Bir insan zâtı için sevilmez, sıfatı için sevilir.” (Münazarat)
Bu kaideye göre, bir insana zatı için değil kötü sıfatları için düşmanlık edilir. O halde biz, kâfirin küfür sıfatına düşman olacak, o sıfatı taşıdığı için de onu sevmeyeceğiz. Ama onun, küfürden kurtulması için de şefkat ile gayret edeceğiz.
Biraz da şefkate yakın gibi görünen ve çoğu kez onunla karıştırılan “hoşgörü” üzerinde duralım. Hoşgörü çoğu zaman “sabır, afv, hilm ve şefkat” karışımı, değişik bir mânâda kullanılıyor.
Hoşgörü denilince, “mânen hasta insanların nazını çekme, onlara iyi davranıp kurtuluşları için sabırla çalışma” anlaşılmalıdır. Bu mânâsıyla hoşgörü, şefkatin bir şubesidir ve ulvî bir sıfattır.
Günümüzde hoşgörüyü bu yönüyle ele alanlar maalesef çok az. Hoşgörü denilince, kimsenin hatasına karışmamak, insanların günahlarına isyanlarına ilişmemek, onlarla uğraşıp da canımızı sıkmamak, huzurumuzu bozmamak gibi görünüşte insancıl, gerçekte ise tam bir egoizm ifade eden tuhaf bir mânâ anlaşılıyor. Tuhaf diyorum, çünkü bunun görünüşü nezaket, centilmenlik, hakikati ise muhatabının ebedî cehenneme gitmesini gülerek karşılamaktır.
Bir hususun da önemle belirtilmesi gerekiyor: Her şey gibi, hoşgörünün de hudutları vardır. Bunun ötesinde hoşgörülü olma hakkına sahip değiliz. Günlük hayatta karşılaştığımız hâdiseler ya “hukukullah” ile (namaz, oruç gibi) yahut “hukuk-u ibad” yâni “kul hakkı” ile ilgilidir. Allah’a karşı işlenen suçlarda, günahlarda, haramlarda insanoğlunun hoşgörü yetkisi olamaz. Bilâkis, bu gibi hallerde insanları ikaz etme görevi pek mukaddes addedilmiş ve Kur’an’da Ümmet-i Muhammed’in (asm.) diğer ümmetlerden daha hayırlı olmasının en büyük bir sebebi olarak haber verilmiştir:
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran, 3/110)
Buna göre, Allah’ın razı olmadığı, yasakladığı bir davranışı biz de hoş görmeyecek ve onun ortadan kaldırılmasına imkânımız ölçüsünde gayret göstereceğiz.
Kul hakkına gelince, bir başkasının hukukuna yapılan maddî veya mânevî bir tecavüz karşısında da hoşgörülü olamayız.
Geriye, insanın kendisine karşı işlenen suçlar kalıyor. İşte hoşgörünün sahası burasıdır. Malımıza zarar veren, yahut gıybetimizi yapan bir kimseyi affetme yetkisine sahibiz. Bu hakkımızı kullanmamız, intikam almamızdan daha iyidir.
Biz Allah’ın kullarına karşı şefkatli olalım ki, Rabbimizden de rahmet bekleyebilelim.
Biz, raiyetimizin hatalarına karşı affedici, hoşgörülü olalım ki, Cenâb-ı Hakk’ın af ve gufranını ummaya yüzümüz olsun.
27
Depresyon, davranış bozukluğu ve sosyal fobiler Allah’tan uzaklaşmaya, sorgulamaya ve ibadetleri terk etmeye bir mazeret olabilir mi?
- Psikolojik sorunlarda yaşamın gerekleri kadar, ibadetin düzenli takip edilmesi çok önemlidir. Mutlaka ibadetler sürdürülmelidir. Sürdürülemeyen veya terk edilen ibadet, bizi daha sorunlu yapar. En azından ibadeti hayata tutunduğumuz bir dal olarak kabul etmemiz önemlidir. Yaşamak Allah’ın bize emrettiği ve takdir buyurduğu bir süreçtir.
- Yaşanılan acılara gelince. Elbette zorlanmışsınız. Sizi anlıyorum ve inanıyorum da. Lakin size iki soru soracağım:
1. ''Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez'' veya ''Allah dağına göre kar yağdırır, duman verir.'' sözlerine inanır mısınız?
2. Cevabınız ''Hayır'' ise bu konuda güvendiğiniz kişilere sorunuz. Cevabınız ''Evet!'' ise, kendinize acımaktan hoşlandığınızın farkında mısınız? Acındığınızın ve çevrenizi de buna zorladığınızın farkında olunuz ve vazgeçiniz.
Elbette zordu, ama siz de bu güçlükleri yenecek kadar güçlüydünüz. Baksanıza hepsi geçmiş ve siz hala ayaktasınız. Belki alkışlanmak istiyordunuz, takdir edilmediniz, güvenilmediniz vs. vs.
Çevrenizin bütün cümlelerinden daha önemlisi ve büyüğü hâlâ ''Allah'' diyebilmeniz ve nefes alabiliyor olmanızdır. İnançlarınıza ve yaşama sıkı sıkıya sarılarak ''Evet, sıradaki dert gelsin.'' demeliydiniz. Unutmamalıyız ki sıkıntılarımız bizi olgunlaştırır ve güçlendirir.
Düşünsenize yaşadıklarınızdan dolayı edindiğiniz tecrübeleri bilmek için sabırsızlıkla bekleyen kaç insan var. Alkış bekleyen figüran oyuncu muyuz, yaşamanın gereklerini yapan kahraman mı? Tercih ve sorumluluk sizin.
Hangi denizleri, hangi fırtınaları aştığınızın ne önemi var, geminizi limana götürmeye bakın.
- Psikolojik rahatsızlıklar da bir hastalıktır ve bedensel hasta bireylerin şer'i ibadetlerindeki gibi istisnai haklara sahiptirler. Eli olmayan bireyin secdede elini, göz hizasına koymamasına tepki veremezseniz, psikolojik olarak kolunu bile oynatamayacak kişinin de elini nereye koyduğuna bakmamalısınız.
İlaçlarınızı düzenli alınız; ancak yaşamınızı düzenlemeye, hayatınıza önem vermeye, sosyal ilişkilerinizi geliştirmeye, yaşamsal ödevlere dikkat etmeye, sevmeye, güvenmeye, gülümsemeye de gayret gösteriniz.
Mutlaka tanımadığınız kişilere dahi selam veriniz ve iyi dileklerinizi söyleyiniz. Bazıları garipsese de alacağınız güzel yanıtlar sizin gününüzü renklendirecektir, bunu iyileşmek için ilaç gibi düşününüz.
Her fırsatta çevrenize “teşekkür” ediniz; bu teşekkürler Allah'ın kaderine razı olduğunuz anlamına da gelecektir ve hem değerinizi hem de ruh halinizi iyileştirmiş olursunuz.
- Size derdi verene mazeret sayamazsınız. Çok iyi olsanız da bu iyiliğin de anlamı yok. Allah içinizde olanı mutlaka ve elbette bilir.
Yapmamız gereken tek şey; her zaman Allah'ın huzurunda olduğumuzu bilerek, O'nun kuluna yaraşır biçimde, "edep"li, yani Kur'an ahlakı ile davranan kişi olmaktır, mazeret sayan değil.
Yapamadıklarımız için mazeret saymak yerine; bir özür, bir af dilemek, yine şans istemek, yapabilmek için O'nun desteğini dilemek, yani dua etmek ve bir damla samimi gözyaşı yeter de artar bile; çünkü O er-Rahim'dir, yani bağışlayandır.
28
Bütün varlık âlemi beş duyu ile algılanabilir mi? Duyularla algılayamadığımız varlıklar inkâr edilebilir mi?
Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan görme duyusu ile maddî varlıkları görür. Dili ile tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yerçekimi, mıknatısın itme ve çekme kuvveti gibi nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte gerçeklerin varlığı şüphe götürmez.
İşte bu prensibi göz ardı eden bir kısım insanlar, "görmediğime inanmam" diyerek, bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördüklerine özgüleyerek büyük bir hataya düşerler. Hâlbuki bir şeyin gözle görünmemesi olmamasına delil olmaz. Zira bu âlemde gördüklerimize oranla göremediklerimiz çok fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen varlıklar, görünenden kat kat fazladır.
"Görmediğim şeye inanmam" safsatasının altında, aklın görevini göze yükleme yanılgısı yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin görevi diğerinden beklenmez. Mesela, göz kulağın; burun, dilin görevini göremez. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına ne bülbülün sesine ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların işlevlerini yerine getirmezken, elbette aklın fonksiyonunu da icra edemez.
Malumdur ki; herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. "Görmediğime inanmam", diyen bir insan, bir eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer. Aynen bu örnekte olduğu gibi, sonsuz bir kuvvet, ilim ve sanat potansiyelinin ürünü olan bu muhteşem kainatı seyrettiği hâlde, onun ustasını, sanatkârını göremiyorum diyen insan son derece, ilim ve aklıdan uzaklaşmış olur.
Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah’ın varlığını güneş gibi gösteren, yaratma, rızkı verme, hayat verme gibi sınırsız olayları nasıl açıklayacaktır?
Evet, Allah’ın görme organımız olan göz ile görünmemesi, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır. Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini, cismi ile kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından zıddının yokluğundan dolayı, güneş görülmez ve bilinmez. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan, güneşin varlığını inkâr etmek de nihayetsiz cehalet olur.
Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesine bir derece bakılabilir.
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.”
29
"Benlik" duygusu insana niçin verilmiştir?
Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir.
Bilirsiniz, insan, güttüğü koyunlar için "benim koyunlarım" diyebildiği hâlde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’ diyemiyorlar.
Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.
- İnsana bu imtiyaz niye tanınmış? “Benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim bahçem, benim koyunlarım.” diyebilmesi için mi?
Bu sorunun cevabı şu olacaktır: Arzın halifesi olduğu için.
Halife, sultanın mülkünde, Onun namına tasarruf eder. "Benim malım, benim mülküm" derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin "Benim tüfeğim." yahut "Benim koğuşum." demesi gibidir.
Benlik, gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermaye. Ama onu yerinde kullanmak şartıyla. Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, Onun emanetlerini, yine Onun rızası yolunda kullanmak şartıyla. Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla. "Nefsini bilen Rabbini bilir." sırrına ermek, "ben" diyebilmeyi bir anahtar yapıp "O" diyebilmek şartıyla. Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla. Kendi varlığını düşünürken, "Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak Odur." diyebilmek ve mutlak varlığın ancak Ona mahsus olduğunu bilmek şartıyla. İlmini ve kuvvetini düşünürken de "Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdir'dir." diyebilmek şartıyla. Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla.
Kâinat, bir yönüyle, "benlikten" uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz... Niçin? Cevap tektir: Hiçbirinde benlik olmadığı için.
Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur. Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü... Bu ise onun için feci bir hâl olurdu... Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor görevini...
Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler. İnsanda da bu kabiliyet var, ama onu çoğu zaman yanlış kullanıyor. Kendisini, yahut babasını, dedesini kim daha çok methederse ona daha gönülden bağlanıyor. Halbuki, Rabbimizin hatırı, hiçbir hatırla kıyaslanamayacak kadar yüksek. O hâlde, ona bizden daha iyi kulluk eden, onun yoluna bizden daha çok koşanları niçin alkışlamıyoruz?
Bu sorunun cevabı da benliktir. Daha doğrusu, benliğin yanlış kullanılmasıdır.
30
Haset nedir, zararları nelerdir?
Fudayl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder.” buyurur. Bu söz bizim için hem güzel bir ölçü hem de büyük bir tehdit içerir. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.
Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.
Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği hâlde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün değildir. O hâlde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır.” şeklinde anlamamız gerekir.
Haset hastalığına tutularak, kendi kaybına değil de başkalarının kazancına üzülen bir insan, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergiler.
Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretleri’nin bir tavsiyesi var:
“Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.” (Mektûbat, s. 266)
Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.
Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine gerçek yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.
Hasedin bir de kadere itiraz yönü var.
“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)
Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir.” demişler.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyla verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
31
Suizan/kötü tahmin ve kanaatler, günah mıdır; dile getirilmeyip sadece kalpte kalırsa yine günah olur mu? Suizan gıybetten farklı mıdır? Suizandan korunmak için ne yapmalıyız?
Konuyla ilgili ayet meali şöyledir:
“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”(Hucurat, 49/12)
Bir Müslüman diğer Müslüman kardeşleri hakkında iyi niyet (hüsnüzan) beslemelidir. Zira bu dinimizin gereğidir. Ayrıca fitnenin def’i böyle bir tutumu gerekli kılmaktadır. Birbirimiz hakkında iyi düşünmeli ve birbirimize müminler olarak güvenmeliyiz.
Bir kişi hakkında iyi düşünmek ve ona güvenmek, onunla ilgili gerekli tedbirlerin alınmasına engel de teşkil etmemelidir. Bu, herkes için geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır. İman sahibi oluşundan dolayı Müslüman kardeşimize güvendiğimiz ve hakkında kötü düşünmediğimiz gibi, nefis sahibi olduğumuzdan dolayı da hiç birimizin kötü bir davranış sergilemeyeceğimiz ihtimal dışı değildir. Bir insan hakkında hüsnüzanda bulunmakla birlikte, ona karşı tedbirli olmak birbirine zıt hususlar gibi görülmemelidir. Çünkü evham ve asılsız şüphelere yol açmamak için gerekli tedbire başvurmak daha uygundur. Zira bu tedbir, hem insanı suizandan korur, hem de bu yolla günaha girmesini önlemiş olur.
Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. İmam Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir. (bk. Gazali, Kimyayı Saadet, Merve Yayınları, s.388)
Buna göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve
“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.” (Ebu Davud, Edeb 40)
hadisine göre, daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu açıdan hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına gelebilir.
Bu nedenle öncelikle kötü tahmin ve zandan sakınılmalı ki, bütün bu günahlara girmekten sakınmış olalım. Zehrin bedene girmesine izin vermemek nasıl önemli ise, kötü zannın ruhumuza girmesine izin vermemek da o kadar önemlidir. Çünkü zehrin bedenimize girdikten sonra yapacağı tahribat çok büyük olacaktır. Bunun gibi kötü zan ve tahminlerin ruhumuza girmesine izin vermek de son derece tehkile sonuçlara neden olabilecektir. Biri dünya hayatımızı tehdit ederken, diğeri ebedi hayatımızı tahdit etmektedir. Bu açıdan abedi hayatı tehdit edenlerden sakınma konusunda daha dikkatli olmak gerekir.
Diğer taraftan, haksız zan ve tahminden kul hakkı da doğar. Bu durum temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, kötü zan ve tahminde bulunulan insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz. Bu zan ve tahmini başkalarıyla paylaşmak, günahın büyüklüğünü artırdığı gibi sorumluluğun ağırlığını da o oranda artıracaktır.
Suizannın en önemli zararlarından birisi, kötü zan, kanaat ve tahminin içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. (bk. Muhammed Bozdağ, Ruhsal Zeka)
Esasen mealini verdiğimiz ayette, kardeşliği yaralayan üç düşük davranış yasaklanmıştır: Sûizan, tecessüs ve gıybet. Başkalarının özel durumlarını, izinleri olmaksızın öğrenmeye çalışmak, mahremiyetine girmek, genel bir yasaktır. Tecessüs yasağı, bir insan hakkı olan "özel hayatın gizliliği" kapsamında, özel hayatın gizliliğinin korunmasını sağlayan fiiller arasında yer alır.
Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnüzannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir:
“Ben Hz Peygamberin Kâbe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle söylediğini gördüm:
"(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, müminin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Müminin malı, kanı ve hakkında hüsnüzanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür).” (Buhari, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 28-34; Ebu Davud, Edeb, 40-56)
Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber (asm), bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunmanın önemini, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi, özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup, yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden, o derece zararlı olup dinen yasaklanmıştır.
Diğer taraftan, Müslümanlar arasında suizan, dedikodu ve gıybetin yaygınlaşması sonucunda fitne-fesadın yaygınlaşması, toplumsal bir felâket olarak kabul edilmelidir. Zira toplumu ayakta tutan en önemli dayanaklardan biri, birlik ve beraberliktir. Bunu sağlayan en güçlü bağ ise sevgi, hak ve hukuka saygıdır.
Ayrıca, bu ayetin uyarısı gösteriyor ki, insan hüsnüzan etmekle sorumludur. Yani gördüğü ve karşılaştığı olay ve durumları hayra yormalı, güzel düşünüp güzel görmeli ve bu düşünce ve niyetle herkesi kendisinden üstün bilmelidir.
Suizan insanı hep olumsuz düşünceye sevk ettiği için insandaki iyimserlik halini öldürür. Hüsnüzanla bir olaya ya da işe bakamaz. O olumsuz görünen ya da eksik iletişim ya da algılama sonucu meydana gelen yanlış anlaşılmaların neticesi hayra yorulmaz. Böylece suizan hastalığı artıkça sahibini tenkit hastalığına sevk edecektir. Her şeyi ve herkesi tenkite başlayacaktır. Onların bütün iş ve hareketlerini kötü zanla yorumlayıp onları tenkit edecektir. Hatta tenkitte ileri giderek onları eleştirme ve gıybete kadar götürecektir. Belki bir zaman sonra ise kalpte yapılan gıybetler dile çıkacak, iftirayla süslenecek sahibinin amelini yakacaktır.
Suizan hastalığından korunmanın en güzel yolu, güzel düşünmek güzel görmektir. Çirkinliklere ve suizanna sevk edecek şeylere gözünü kapamaktır. Böyle yapıldığı zaman güzel manzaralar ile göz, kalp ve akıl meşgul olacak; kendi ayıp ve kusurlarını görüp başkalarınınkini ise görmeyecek; kendi hatalarını ve kusurlarını bilecek başkalarının kusurları için suizan dürbünlerini kullanmayacaktır. Hüsnüzan dürbünleriyle güzel şeylere bakacak. Suizan ile kalbini ve aklını kirletip meşgul etmemiş olacaktır.
Birbirlerine suizan besleyen kardeşlerimiz varsa, acilen kardeşinden helallik almalı ve hem kendileri hem kendi günahlarına tövbe etmeli, hem de suizan ettikleri kişiler için duada bulunmalıdırlar.
Şunu da ifade etmeliyiz ki, elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden ve düşüncelerden sorumlu olmayız. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
SÛİZAN (SÛ-İZAN)
32
Dünya sevgisi hakkında farklı değerlendirmeler yapılıyor. Bazıları dünya zevkinden başka bir şey düşünmezlerken, bazıları da dünyanın her türlü zevkine karşı çıkıyor, sadece ahiret için çalışmak gerektiğini söylüyorlar.
Bazı kimseler, maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlık’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyelerini yanlış değerlendirir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girerler.
Nur Külliyatı'nda, dünyanın üç yüzü olduğu nazarımıza sunulur: “İlahî isimlere âyine olma”, “cennete tarla olma” ve “ehl-i hevesatın oyuncak yeri olma” yüzleri. Bir Müslüman dünyanın ilk iki yüzünü sever. İbadet ve tefekkür ile bu yüzleri değerlendirmeye çalışır. Öte yandan, bu dünya nimetlerinden meşru dairede faydalanır, zevk alır. Dünya sevgisinin tehlikeli olanı ilk iki yüzü unutarak dünyanın sadece üçüncü yüzüyle oyalanmaktır.
Resulullah Efendimiz (asm.),
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”
buyurmakla, dünyanın bu üçüncü yüzü ile oyalananların gafletini güzelce dile getirmiştir.
Rabbimiz, bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını bize haber veriyor (En’am, 6/32). Oyunla ancak çocuklar oyalanır, eğlence ise ancak sefihleri tatmin eder.
İnsan çocukluktan kurtuldu mu, defalarca söküp yaptığı oyuncak evleri bırakır, daimî bir yuva arayışına geçer. Ve yine insan büyüdü mü, onun dünyasında eğlencenin yerini çalışma ve ilim alır.
Bediüzzaman Hazretlerinin,
“Bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.”(Sözler)
duasıyla bu hâdis-i şerif birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mânâ kalbe gelir: Rüyadaki insan da yer, içer. O yemekler, onu rüyada tatmin eder. Burada bir gölgenin bir başka gölgeyi doyurması söz konusu. Ama bu adam uyandığında aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.
Dünya ile oyalanan ve hakikî saadeti unutan insanlar da gölgeyle tatmin olmaktalar. Bunlar, öldüklerinde uyanacaklar ve gerçek tatminin ancak cennette olacağını hakkıyla anlayacaklar. Ama çoğu insan için artık vakit bitmiş, fırsat kaçmış olacak.
Allah Resulü (asm.) kasemle ifade ediyor:
“Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?”(Hâkim, Müstedrek, 4/319)
Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su kadar bir şey. Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar.
33
Akıl nedir ve nasıl kullanılmalıdır?
Akıl için, “Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır.
Felsefeciler aklı değişik mânâlarda anlamış, farklı şekillerde tarif etmişler; ama üzerinde anlaştıkları tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoğlu henüz aklının mahiyetini anlamış değil.
Akıl hakkında yapılan güzel bir tarif:
“Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”
Hem maddeden mücerret hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olur? Şu misal konuya açıklık getirebilir.
Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmıyor. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akıl ile beyin arasında da aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardır.
Aklın vazifesi üzerinde çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu: “Akıl anlama âletidir.”
Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu da ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “Aklını kullan!..” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz.
İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili.
Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki hâlde de âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.
İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da.
Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, nedense, sıra akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanın bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini keşfetmeye çabalar. Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir.
Aklın, rehbersiz dolaşamayacağı nice sahalar var. Bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratılmıştır?
Akıl ancak “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar. İnsan, bu vadide, sadece aklı ve kâinatı yaratan Allah’ın kelâmını dinleyecektir.
İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama yaratıcısına, Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez.
Aklın tek başına yanaşamayacağı bir başka saha, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtıdır." İnsan bu konuda izinsiz konuşmaya nasıl cesaret edebilir ki, daha aklının ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmiş değildir.
Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır.
“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
Kur’an güneşinin altına girenler, aydınlığa kavuşur, yeni doğmuş gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genişlenir. Görmeyen gözleri açılır. Daha önce bir adım olsun atamadıkları sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya başlarlar. Ama elbette, belli bir sınıra kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar.
Gerçekte, akıl için yol birdir. O da ne şunun, ne bir başkasının sözüne değil, vahyin ta kendisine uymaktır.
“Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru tektir. Ama, cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülen eğri çizgiler sonsuzdur.” (Kınalızade)
Felsefe tarihi, akıl üzerinde yapılan münakaşalarla doludur. Bu tartışmalarda aklın ne olduğu üzerinde uzun uzun durulmuş, ama onun nasıl kullanılması gerektiği çoğu zaman dikkate alınmamıştır. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir.
Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayı bildiği takdirde, ondan rahatlıkla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çoğu zaman, gerekmiyor.
Şu âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalım:
“Bir de sana ruhtan soruyorlar: De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 17/85)
Bu İlâhî haber, akıl için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akıl” kelimeleri çoğu zaman aynı mânâda kullanılıyor. Bazı zâtlar, aklı ruhun bir sıfatı olarak kabul ederken, diğer bir kısmı da, akıl, kalp ve ruh kelimelerini, aynı mahiyetin değişik isimleri olarak değerlendiriyorlar.
Evet, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek hadis-i şeriflerde aklın mahiyetinden çok, nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durulur. Sema ve arzın yaratılışı, insanın yaratılış safhaları, dağların nehirlerin faydaları, arının ilhama mazhariyeti, baharın haşire benzerliği gibi nice ibretli tablolar insan aklına takdim edilir. Ve ondan düşünmesi, anlaması ve şükretmesi istenir.
34
Eşcinsellik konusunda dinimizin hükümleri nelerdir?
Eşcinsellik Lut kavminin helakine sebeb olan büyük günahlardandır. Bu gibi insanlar, yanlış fiilde bulunmadıkları müddetçe, bu hissi taşımaları kendilerine bir mesuliyet getirmez. İslam dini, imkanat değil, vukuat ile hüküm verir. Yani, bir insanın kendi içinde bir his taşıması onu mesul etmez; bu hissi fiil ortamına taşıdığı zaman mesul olur.
Hissi olarak bazı kadınları erkek ve bazı erkeklerin kadın hissine yakın his taşıdıkları bir vakıadır. İşte bu hislerini fiil ortamına taşımadıkça ve dine zıt hareketlerde bulunmadıkça, mesul olmayacaklardır.
Bu dünya imtihan meydanıdır. Herkesin bir imtihanı vardır. Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Kimi insanlar cinsellikle, kimileri kumar içki gibi hususlarda imtihanı şiddetli olabilir. Bu durumda hiç mücadele etmeden teslim olmak doğru değildir.
Zaaf sahibi olmak teslim olmayı gerektirmez. İnsan cinsellikle ilgili kapıldığı duygulardan dolayı mesul olmaz. Ancak bunları fiiliyata dönüştürürse mesul olur. Kısa dünya hayatında günaha karşı sabırla mükellef olan insan, zaaflarına sabretmeli ve sonsuz bir hayatta sıkıntısız bir hayatı kazanmak için çalışmalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler ...
35
"Kendi nefsinize zulmetmeyin, nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır." Bu sözü açıklar mısınız?
İnsanın Kendi Nefsine Zulmetmesi:
Nefse zulmetmek, Allah’ın yasak ettiği yolda yürümek demektir. Şöyle ki; bir insan ister Allah’a isyan etmiş olsun, ister diğer insanlara zulmetmiş, isterse kendine zulmetmiş olsun, aslında o her defasında kendine zulmetmiş demektir. Çünkü haksızlık yapan, er veya geç o haksızlığın karşılığını görür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Kim bir günah kazanırsa onu sırf kendi aleyhine kazanmış olur.” buyrulmaktadır. Bu açıdan baktığımızda örneğin şirk, inkâr, âyetleri yalanlama, ahiret gününe inanmama gibi tutumlar da itikadi açıdan nefse karşı işlenen bir zulüm olarak değerlendirilirler.
“Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Hatta onların ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.”(Hud, 11/101)
“Âyetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!”(A'raf, 7/177)
Konuya ameli açıdan yaklaştığımızda da görüyoruz ki Kur’an-ı Kerim’deki pek çok âyet-i kerime büyük ve küçük günahlar manasında birçok davranışı “nefse zulüm” içerisinde mütalaa etmiştir. Adam öldürmek, Allah’ın çizdiği sınırları aşmak, kadınları boşadıktan sonra yanlarında tutarak onların evlenmelerine mani olmak vs. bunlar hep kişinin nefsine karşı işlemiş olduğu zulümlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de “nefsine zulüm” tabiri, iki yerde ism-i fail olarak nefse muzâf halde (Nisa, 4/97; Nahl, 16/28) âyetlerinde geçmektedir. Diğerleri ise fiil-mef’ûl olarak geçmektedir.
Nefse zulüm konusunda Kur’an-ı Kerim’de dikkatimizi çeken bir husus da şudur: Kur’an-ı Kerim’de dört yerde, işlenen günah dolayısıyla nefse yapılan zulüm itiraf edilerek Cenab-ı Hakk’tan mağfiret dileniyor. Bu dualar Cenab-ı Hak tarafından icabet görüp kabule mahzar oluyor. Aşağıda meallerini vereceğimiz bu dualarda sanki müminlere örnek bir duanın nasıl yapılacağı öğretiliyor. Önce günahımızı, suçlu olduğumuzu kabul, itiraf ve ikrar edeceğiz, sonra Cenab-ı Hakk’tan mağfiret dileyeceğiz.
Adem (a.s.) ve Havva validemiz yasak meyveyi yedikten sonra pişman olup, Cenab-ı Hakk’tan telakki ettikleri kelimelerle şöyle istiğfar ettiler:
“Dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”(A'raf, 7/23)
Aynı şeyin Yunus (a.s.)’un duasında da geçtiğini görüyoruz:
“Zünnûn’u da hatırla. Hani öfkelenerek halkından ayrılıp gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.' diye dua etti.”(Enbiya, 21/87)
Zünnûn, balık sahibi demektir. Burada Hz. Yunus (as)’u ifade etmektedir. Hz. Yunus, peygamber olarak gönderildiği kavminin yola gelmemesi üzerine, Allah Teala’nın henüz bir izni olmadan kavmini bırakarak ayrılıp gitti ve bir gemiye bindi. Geminin yürümemesi veya batma tehlikesi geçirmesi gibi bir nedenle, yolculardan birinin denize atılması gerekti. Kura çektiler, Yunus (as)’a çıktı ve denize atıldı. Denizde kendisini bir balık yuttu. Bir süre balığın karnında Allah’a dua eden Yunus’u balık sahile attı.
Sebe melikesi Belkıs da Allah’tan mağfiret dileyip Müslüman olurken aynı ifadeleri kullanmıştı:
“... Belkıs, Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum, dedi.”(Neml, 27/44)
Konumuzun başında, "İnsan ister Allah’a, ister diğer insanlara, isterse kendi nefsine zulmetmiş olsun, sonuç itibarıyla aslında o kendi nefsine zulmetmiştir. Çünkü insanın işlediği bütün günahlar ancak kendi aleyhinedir.", demiş idik. Peki buna göre nefsine zulmeden kişinin durumu nedir?
İnsanın kendi nefsine zulmetmesi ile ilgili bütün bu yazdıklarımızdan sonra şu sonuca varabiliriz. İnsanın nefsine zulmü şâyet Allah’a şirk koşmasından kaynaklanıyor idiyse Allah Teala bunu bağışlamayacağını Nisa sûresi’nde bize bildiriyor. Şâyet kişinin nefsine zulmü başkalarının hukukuna tecavüzden kaynaklanıyorsa, bu kişinin hak sahiplerine haklarını verip onlardan helallik almaktan başka tövbesi bulunmadığı için hiçbir amel bu suçun ve bu günahın azabından kişiyi kurtaramaz. Çünkü hadis-i şeriflerde bize bildirilen, yapılan haksızlıkların kimsenin yanına kâr kalmayacağı, ahiretle Allah Teala’nın mazlumun hakkını zalimden alacağı şeklindedir.
Şâyet kişinin nefsine zulmü bu iki alanın dışında ise mağfiret talebinde bulunulduğunda Cenab-ı Hak bu kimseler için çok bağışlayıcı ve esirgeyici olduğunu bildiriyor:
“Kim bir kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı gafûr ve rahîm bulur.”(Nisa, 4/110)
36
"Övünmek, övülmek ve övmek" fiillerini hiç yapmamalı mıyız?
Medh övgü, medih ise yapılan güzel işlerden dolayı dil ile yapılan övgü. Medhin zıttı zemmdir. Zemm birinin aleyhinde kötü sözler söylemek ve onun çirkin, eksik hallerini ortaya dökmek demektir.
Medhe lâyık kimseleri medhetmek, toplum arasında faziletin ve kemalin artmasına neden olabileceği gerekçesiyle hoş görülmüş ve hatta teşvik edilmiştir. Ancak medhe lâyık olmayan kişileri medhetmek, oldukça çirkin bir davranıştır.
Bir kişiyi medhederken, medhedenin dikkat etmesi gereken bazı noktalar vardır. Bunlar; övgüde fazlaya kaçıp sözü yalanla bitirmemeli; söylenen sözün içine riyâ karışmamalı; zalim ve alçak kişileri övme yoluna gitmemelidir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'ın huzurunda bir zat, orada bulunan diğer kişiyi övmeye kalkışınca Resulullah (s.a.s): "Kardeşinin boynunu bıçaksız olarak kestin." buyurarak, yüz yüze övgünün yasak olduğunu belirtmek istemiştir.
Hz. Ebu Bekir (r.a) kendisi övüldüğü zaman, utancından ve Allah korkusundan dolayı el açıp şöyle dua ederdi:
"Ey Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey Âlemlerin Rabbı! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et ve bende olup halkın bilmedikleri günahlarımı af et! Söyledikleri güzel özellikler karşılığında beni, kendini beğenmişlik ve gurur gibi şeylerden koru!"
Medhetme konusuna dikkat etmeli ve olur olmaz, her zaman ve her durumda medhe kalkışmamalıdır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s),
"Onu bunu medhedip duranları görünce yüzlerine toprak saçınız."
buyurarak, bu tür bir medhe kalkışanın, aşağılayıcı bir sonuçla karşılaşacağını bildirmiştir.
Övgüde Ölçü
Sevgi, övgüyü celp eder. Yapılan bir medih, ölçülü olmazsa, övülen şahıs üzerinde menfi bir tesir icra eder. Aşırı övgü, muhatabının üzerinde bazan kibre, bazan da riya ve gösteriş hevesine sebep olur. Övülmeye alışmış olan kimseler, kendilerinin medh edilmelerini arzu ederler ve halkın arasında kendisini vicâhen medh edenleri mükafatlandırarak maksatlarını açığa koymuş olurlar. Bu işi sanat haline getiren "meddah", elde edeceği mükafatı artırmak için, muhatabının hoşlanacağı lafları söyleyerek gününü gün etme yolunu tutar.
Bir kimseyi kendisinde mevcut haslet ve üstünlükler ile öven kimsenin sözü doğru olsa bile yaptığı hareket doğru değildir. Zira muhatabında gizli bulunan "kendini beğenme" hastalığını açığa çıkarmış olur. Neticede, yıllar boyu yaptığı ibadetlerin ve hayırlı işlerin sevap harmanlarını "riya" ateşi ile yaktırmış olur.
Ashabtan biri, Allah Resûlünün (s.a.v.) huzurunda bulunan bir şahsi, yaptığı bir hayır sebebiyle övmüştü. Hak ve hakikat istikametine ışık tutan Peygamber (s.a.v.),
"Yazık sana! (Sanki) sen, arkadaşının boynunu kestin." (Müslim, 8/227) buyurdu.
İslâmî ölçülere riayetkâr olan bir mü'min, din kardeşlerinden bir şahsı muhakkak övmek isterse ve dile getireceği şeyler onda mevcut ise, sözlerini onun bulunmadığı bir mecliste ifade etmelidir. Huzurunda bulunan bir şahsi övmek isterse "Onun şöyle şöyle olduğunu zannediyorum. Hiçbir kimseyi Allaha karşı temize çıkarmaya çalışmıyorum." (İbn Mâce, 2/1232) demelidir.
Bir adamı medh eden ve övgüsünde aşırı laflar sarf eden kimsenin söylediklerini Resûl-i Ekrem (s.a.v.) işitmişti. Bunun üzerine,
"Andolsun ki siz onu (kibre sevk ederek) helâk ettiniz veya bu adamı sırtından bıçakladınız." (Müslim, VIII/228) buyurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir kimseyi kendisinde olmayan hasletlerle övmeyi şiddetle takbih etmiş ve bunu önlemek için,
"Meddahların suratına toprak serpiniz." (Feyzü'l-Kadir, 1/182)
emrini vermiş bulunmaktadır. Bu işi bir menfaat beklemeden ve karşılıklı nezaket tavrı olarak yapmak da yasaktır. Bu hükmü tesbit eden bir hadis-i şerifte,
"Karşılıklı övüşmelerden sakınınız. Zira bu, hiç şüphesiz, (birbirini) boğazlamaktır." (İbn Mace, Edeb, 36) buyrulmaktadır.
Halife Hz. Osman (r.a.)'in huzuruna bir adam gelerek onu yüzüne karşı övmeye başladı. Ashaptan olup Hz. Osman'ın huzurunda bulunan Mikdâd bin Esved (r.a.), bir avuç toprak alarak adamın yüzüne serpti. Hz. Osman neden böyle hareket ettiğini sorunca, Allah'ın Resulü: "Meddahlarla karşılaştığınız vakit yüzlerine toprak serpiniz." buyurdu, cevabını verdi.
İmam Ebû Yusuf, huzuruna şahitlik yapmak üzere gelmiş bulunan devrin veziri Cafer-i Bermekî'ye, "Sen, geçen gün, Halife Hârûn'un huzurunda 'köleniz' diye konuşuyordun. Bu sözün doğru ise kölenin şahitliği makbul değildir. Söylediğin doğru değilse, yalancının şahitlik yapması caiz değildir." diyerek, şahitliğini reddetmiştir.
Kendisini öven, başkasını kötüler.
İnsanın kendini övmesi ve başkaları tarafından övülmeyi sevmesi, kalb hastalıklarındandır. Övünmenin ve övülmeyi sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek ve iyi sanmasından kaynaklanmaktadır. Lokman suresinin 18. âyet-i kerimesinde ise, mealen; "Allah, kendini beğenip övüneni sevmez." buyurulmaktadır.
Kendisini öven bir kimse, farkına varsın veya varmasın, başkasını kötülemekte, onu kötü bilmektedir. Çünkü övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Halbuki Peygamber Efendimiz (sav), "Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter." buyurmaktadır. Övünmek zararlı olduğu gibi, övülmeyi sevmek de zararlıdır ve felakettir. Zira hadis-i şerifte;
"Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur." buyurulmuştur
Ağırbaşlı Olmak...
Şecâatten meydana gelen iyi huylardan birisi de, ağırbaşlı olmaktır. Ağırbaşlı olan bir kimse, övülmekten sevinmez, kötülenmekten de üzülmez. Böyle bir kimse, fakîrlere de, zenginlere de eşit davranır, tatlıyı, acıyı ayırt etmez, hâdiselerin değişmesi ile ve korkulu, sıkıntılı hâller karşısında, çalışması sarsılmaz.
Sefîh; malını dinin ve aklın uygun görmediği yere harcayan, aklı az olan kimse demektir. Böyle olan kimsenin, bu kötü hâlleri, bazı sebeplerle, zamân zamân artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına inandırıp onu kandırırlar ve böylece isrâfa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emrolunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti artıran sebeplerden birisi de, insanların çok hürmet, saygı göstermeleri, yüz vermeleri ve övmeleridir.
Dinimizde övünmek, haramdır. Bir kimse, kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allah Teâlâ'nın verdiğini düşünmezse, bu hal, övünmek olur. Ayrıca başkalarının sevgisine ve onların övmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmanın, riyâ olduğu ve iftihâr için yani gösteriş, övünmek için yapılan davetlere gitmenin de câiz olmadığı, kitaplarda yazılıdır. Ancak bir kimse, eline geçen bu nimetlerin Allah Teâlâ'dan geldiğini bilir, kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, o zaman bu hal, şükür olur. Hadis-i şerifte; "Allah Teâlâ'nın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur." (bk. İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferid, 1/277) buyurulmuştur.
Bazı kimseler, malı, mevkii, güzelliği ve nesebi, soyu ile övünür. Halbuki bunlar geçicidir, insanda kalmaz. Peygamber Efendimizin (sav) zamanında, iki kişi birbirine üstünlük taslayarak biri diğerine, “Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?” der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyururlar ki:
"Musa aleyhisselâmın yanında iki kişi birbirine karşı övünmeye başladı. Biri ecdadını dokuz göbek geriye doğru saydı. Allah Teâlâ, Musa aleyhisselâma, 'Ona söyle, iftihâr ettiği, övündüğü dokuz kişi Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur.' diye vahyetmiştir."
Şu hususu hiçbir zaman unutmamak lâzımdır ki; bir kimse, herhangi bir yerde veya zamânda, sıradan bir kimseye, onun yaptığı iyi bir şey için, ona teşekkür etse, onu övse, bu şükür ve övmelerin hepsi, Allah Teâlâ'ya yapılmış olur. Çünkü, her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran ve gönderen, hep Allah Teâlâ'dır.
Ayrıca önemli bir konu da şudur: Övünmeyeceğiz, tevazu göstereceğiz diye ALLAH'ın nimetlerini inkar etmeyeceğiz. Bazen tevazu küfran-ı nimettir. Bu açıdan bazen tevazu, nimetleri inkar etmek anlamına gelebilir. Bazen de tahdis-i nimet, yani nimetleri sayıp dökmek iftihar ve gurur vesilesi olur. Bu durumun tek bir çaresi vardır: nimetler konusunda ne nimetleri inkar edelim ne de iftihar ve gurur olsun. ALLAH’ın bize bahş ettiği nimetleri sayıp, fakat sahiplenmeyerek, ALLAH’tan geldiğini tekrar edip şükrümüzü artırmak gerekir.
"Mesela nasıl ki, mükemmel bir elbiseyi birisi sana giydirse, sen bu elbiseyi giydikten sonra güzelleşsen, birisi sana “ sen güzelleştin ” dese, sen eğer “ hayır ben güzelleşmedim, nerede güzellik var” desen elbiseyi sana giydiren kişiye karşı saygısızlık edersin. Veya “ evet ben güzelim, benim gibi güzel nerede var” deyip şükretmesen o zaman gurura gidersin. Bunun ortası şöyledir: “evet ben güzelleştim. Ama bu güzellik benim değil, elbisenindir dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir." (bk. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
İşte her nimet için, “Elhamdulillah, bu nimeti bana Allah verdi.” dersek, hem nimeti inkar etmemiş, hem gurura girmemiş hem de şükür vazifemizi yerine getirmiş oluruz.
37
Yeis ve ucb nedir? İnsanın geçmişte yaptığı hatalardan, işlediği günahlardan pişmanlık duyması güzel; fakat bu insanı ümitsizliğe sürükleyebiliyor. Bundan nasıl kurtulabiliriz?
İkisi de Ruha Zarar: YEİS VE UCUB...
Ruh dünyamızın iki büyük düşmanı. En kısa ifadesiyle, yeis "kişinin cehennemini garanti görmesi", ucub ise "cennetini kesin bilmesi"dir. Bir başka ifadeyle, yeis "Allah’ın rahmetinden ümit kesmek"; ucub ise "O’nun azabından kendini emin sanmaktır."
Halbuki hayrı da şerri de yaratan ancak Allah’tır. İnsan, hayrın ve şerrin sebeplerine müracaat etmekle, cenneti yahut cehennemi istemiş olur. İstemek kuldan, cevap vermek ise Allah’tandır. Şu var ki, istemek neticenin tahakkuku için kâfi değildir. Her şey, ancak Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla varlık sahasına çıkar.
Allah Kelâmı'nda "istikamet" olarak ifadesini bulan rıza çizgisinin iki düşmanı vardır: ifrat ve tefrit.
Bunlardan biri insanı yukarı doğru, diğeri ise aşağı doğru felâkete sürükler. Yeryüzünün "istikameti" temsil ettiği düşünüldüğünde, güneşe doğru yaklaşmak ifrat, mağma tabakasına doğru inmek ise tefrittir; ikisi de insanı yakar, mahveder.
İnsanı böylece yoldan çıkaran aşırılıkların bir halkası da "yeis ve ucub"dur. İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda "ümitsizlik" hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan "ucub" hastalığı tezahür eder. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de zarardır.
Ye’sin kaynağı Mesnevî-i Nuriye’de şöyle tespit edilir:
“Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65)
Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık yeistir. Bu hastalığa düşen insan, Cenab-ı Hakk’ın keremini, ihsanını, affını hatırlamalı ve O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünmeli. Böylece, kendisini "mutlaka cehenneme gidecek birisi" olarak görme hastalığından kurtulur ve yeis âfetinden uzak kalır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle ders verilir:
“De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer, 39/53)
Ucub hastalığında yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur.
Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi de yine Mesnevî-i Nuriye’de şöyle ifade edilmiştir:
“A’mâle güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65)
Bu noktada Kur’ân’daki şu ilâhî ikaza kulak vermek, kurtuluşun yolunu açacaktır:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ, 4/79)
İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’tır.
İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.
Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine, Allah’a şükretme ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler.
İlave bilgi için tıklayınız:
- HIRS
- Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?
38
Nefs (nefis) nedir, nerededir ve özellikleri nelerdir? Anlamadığım şey nefsimiz biz miyiz? Yani nefis= insan mı? Bu nefse karşı ne yapmalıyız?..
Nefis ruha ait bir özelliktir. Ruhda bulunan bu özellik insana devamlı olarak günah işlemeyi telkin eder. Nefsin isteklerini yerine getirdikçe güç kazanır; ameli salih ve takva ile yaşadıkça zayıflar.
Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Söz gelimi:
"Gelin... kendimizi (enfüsena) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım... (Âli İmran, 3/61)
ayetinde "kendimiz = lenfüsena" Hz. Peygamber (asm)'i, "kendiniz = lenfüseküm" ise Hz. İsa (as) hakkında tartışmaya kalkışan Hristiyanları dile getirilmektedir.
Kelime, "...sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem..." (Maide, 5/I 16) örneğinde olduğu gibi altı ayette Allah'ı, bir ayette (Furkan, 25/3) ilahları, bir ayette de (En'am, 6/130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır.
"Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın..." (En'am, 6/93)
ayetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı ayetlerde "kötülüğü emreden" (emmâre) (Yusuf, 12/53), "kınayan/levvame" (Kıyamet, 75/2) ve "huzura eren/mutmainne" (Fecr, 89/27) nitelikleriyle kullanılır.
" ... Yusuf bunu içinde (nefsihi) sakladı..." (Yusuf, 12/77) ve "...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir..." (Bakara, 2/235)
örneklerindeki gibi, kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır.
Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı.
39
İnsanın, kendi nefsine zulmetmesi ne demektir?
Zulüm, “haddi tecavüz” demektir; başkasının mülkünde onun rızası olmaksızın tasarruf etme mânâsına gelir.
Mâlik-i Hakiki ancak Allah'tır, mülk Onundur. Kimin tasarrufunda ne varsa ancak emanettir. O hâlde insan, diliyle her dilediğini söyleyemez. İlâhî rızaya muhalif söz sarf eden insan, diline zulmetmiş demektir. Göz, Allah'ın bir başka mûcizesidir. Cenâb-ı Hak, o yağ parçasında ziyayı göz nuruna çevirir. O nuru, haram sahalarda dolaştırmak göze zulmetmek demektir.
İnsanın ruh âleminde nice görünmez fabrikalar çalışır. Akıl, bilgiyi nasıl edinir, nasıl yoğurur ve nasıl karar verir? Hâfıza bu bilgileri nasıl depolar, lâzım olanları nasıl ânında takdim eder? Kalp nasıl inanır, nasıl sever, nasıl korkar? Hayal çok uzak mesafelere bir anda nasıl ulaşır? Ve daha nice akıl almaz icraatlar sergileyen bu fabrikalar ruhumuza ilâhî bir lütuf olarak nakşedilmiş. Bunları, Rabbimizin rıza dairesinde kullanmadığımız takdirde o kıymetli lâtifelere zulmetmiş oluruz.
İman ve salih amelden uzak kalarak, bütün o kıymetli cihazları, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “cehennem kapılarını açacak çirkin bir sûrete çevirmek” nefse en büyük bir zulümdür.
Bir rüya olan dünya hayatının her şeyi ebet yurduna nispetle gölge hükmünde. Bu gölgelerden birisi de malımız ve servetimiz. İşte, kalp, akıl, hâfıza, hayal, göz, kulak gibi nice kıymettar cihazatını, sadece bu gölgelere sarf etmekle gerçek saadeti ve hakikî serveti kaybeden insan, nefsine zulmetmiştir...
40
Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi nasıl olur?
Nefsin tezkiyesi iki ayrı mânâya geliyor: Birincisi nefsini temize çıkarmak, ona toz kondurmamak, kusurlarını örtmek, hatta elinden gelirse bunları faziletmiş gibi göstermektir. Yukarıdaki ifadelerde, tezkiye bu mânâda kullanılmıştır.
“Nefislerinizi temize çıkarmayın.” (Necm, 53/32)
âyet-i kerimesi bize bu mânâyı ders verir.
Nur Külliyatı'nda, tezkiye edilmemiş bir nefsin hâli şöyle tasvir edilir:
“Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevemez. Eğer zâhirî sevse de samimi sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeğe ve sevdirmeğe çalışır ve kusuru nefsine almaz. Mübalâğalar ile belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdetâ takdis eder.” (Lem’alar)
Bir de: “Muhakkak, nefsini temizleyen kurtuluşa erdi.” (Şems, 91/9) âyetinde teşvik edilen nefis tezkiyesi vardır. Âlimlerimiz bunu, nefsin kötülüklerden arıtılması, yâni iman etmekle şirkten, takva ile günahlardan temizlenmesi ve salih amellerle de bu temizliğinin artırılması şeklinde izah buyururlar.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Nefis, Allah’ın hangi isminin tecellisidir? Nefsinizi tezikiye etmeyiniz ayeti ile, nefisini tezkiye eden kurtulmuştur ayetini nasıl anlamalıyız?
41
Ben her zaman kötü hayaller kuruyorum ne yapmalıyım? Nefsimize nasıl mani olabiliriz?
Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Bir kimsenin karşı cinsi sadece hayal etmesi zina işlemek gibi değildir. Ancak bu düşüncler hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı vardır.
İsra suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak,
"Sakın zinaya yaklaşmayın!"
buyuruyor. Buradaki "yaklaşmayın" emrinden hareketle, İslam fıkıh alimleri insanı zinaya götürebilecek her türlü amelin yasak olduğunu ifade etmişlerdir. Müstehcen resim veya görüntelere bakmayı da bu kategori içinde mütalaa edebiliriz. Bu sebeple bu tür resimlere bakmak caiz değildir.
Çünkü bütün günahlar ve ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.
Elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Ancak bunları isteyerek yapmak bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek bu gibi fantazilerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına gelecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Nefse mani olma, nefisle cihad hakkında bilgi verir misiniz?..
42
Beddua eden kimseye beddua ile karşılık vermek hakkında bilgi verir misiniz?
Bu kişi size kötü sözlerde bulunuyorsa ve bundan rahatsız oluyorsanız, bir daha bu kişi ile internette görüşmeyin. Böylece ne rahatsız olursunuz ne de beddua eedersiniz.
Rasûlüllah Efendimiz:
"Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87)
buyurur. Bir mü'mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldığını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45)
Haklı bile olsanız beddua etmenizi tavsiye etmeyiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Günahkar müminlere beddua etmek, bela okumak günah mıdır?..
43
Karamsar olmanın insana verdiği zararlar nelerdir?
Bazı kasvetli, karamsar kişiler vardır. İnsanlarla, olaylarla, gelecekleri ile ilgili olabildiğince kötü beklentilere sahiptirler. “Ben çok şanssızım, hiçbir işim yolunda gitmez, çok mutlu zamanlarımda bile mutlaka hemen ardından bir üzüntü yaşarım, güvendiğim insanlardan hep darbe yedim, kimse beni anlamadı, herkes beni kullanmaya çalıştı, neye elimi atsam kuruyor.” gibi sözleri sıklıkla kullanırlar. Siz de tanımışsınızdır böyle birisini mutlaka.
Acaba nedir bu insanların problemi? Gerçekten bir felaket bulutu mu takip etmektedir onları gizli gizli? Niye hiçbir işleri yolunda gitmez? Neden hiç kimsede aradıklarını bulamazlar da devamlı şikayet ederler? Ve onlara nasıl yardım edebiliriz?
Bu tür yakınmalarla ve genellikle de depresyona girerek bana başvuran birçok hastam oldu. İlk başlarda üzülerek ve acıyarak yaklaştığım bu kişilerin yine de beni rahatsız eden bir yanları vardı. Sanki onların da bu tersliklerde bir payı vardı gibi, ama nasıl? Tarif edemiyordum. Birgün alkol bağımlılığı ile ilgili bir araştırma okuduğumda “jeton düştü”.
Bilirsiniz, alkol kullananların klasik sözüdür: “İçiyorsam sebebi var.”
İşte bu sözün doğruluğunu test etmek için bir araştırma yapılmış. Alkolü bıraktığı halde yaşadığı stresler yüzünden, yeniden içmeye başlayan kişilerin son altı ayda yaşadıkları üzücü olaylar sorgulanmış ve alkol problemi olmayan kontrol grubunun yaşadıkları benzer olaylarla kıyaslama yapılmış.
Sonuç çok ilginç: Hemen hemen hiçbir fark yok. Yani “dertler beni içiriyor” diyenlerin dertleri, normal insanların dertlerinden çok da fazla değil aslında. Peki ne anlama geliyor bu? Demek ki aslında problem bu kişilerin yaşadıkları olaylarda değil, olayları yorumlama biçimlerinde.
Ondan sonra hastalarımı bu mantıkla değerlendirmeye başladım. Gerçekten de öyleydi. Bu kişiler herkesin yaşayabileceği olayları, olabilecek en kötü şekilde değerlendiriyor ve kendi kendilerine azap çektiriyorlardı aslında.
Güzel, sevindirici bir olay yaşadıklarında dahi olabildiğince olumsuz yönlerini görüyor ya da “Bekleyelim bakalım, mutlaka altından bir terslik çıkar.” diye mutluluğu erteliyorlardı. Ve hep yakınıyorlardı: “Hiç gün görmedim, hep darbe yedim.”
O arada (astrolojiyle de ilgilendiğimden) yay burcu ile ilgili bir tarifi hatırladım: “Tipik yay insanı hem iyimser hem de şanslıdır.” Bir de oğlak burcu tarifi geldi aklıma: “Karamsar olurlar, pek de şanslı değillerdir. Başarıları hep uzun zahmetlerden, sıkıntılardan sonra gelir.” Astroloji bir yana, acaba iyimserlikle şanslı olmak, karamsarlıkla da şanssızlık arasında bir bağ olabilir miydi?
Hayalen bir deney yaptım. İki kişi seçtim. Bay iyimser ve bay kötümser. Bir firmada işe girmek için başvurmuşlardı. Bay iyimser çok keyifliydi. “Bu iş tam bana göre, kesin alırlar beni, beklediğim fırsat bu, kendimi hemen gösterir, kısa zamanda yükselirim.” Bay kötümser ise çok farklı bir havadaydı. “Yok canım, bu işe beni almazlar, niye beni seçsinler ki, zaten işe alsalar da mutlaka bir problem çıkar, beni beğenmez, huzurumu kaçırırlar.”
Sonuçta ne olacağı o kadar belliydi ki, hayalî deneyim çok kısa sürdü. Bay iyimser işe alınacak, kısa sürede yükselecek; aynı yeteneklere sahip olduğu halde bay kötümser ise, işe alınsa bile ilk terslikte “biliyordum zaten” diye pes edip istifa edecek, hayat boyu meslekî ve sosyal sıkıntılar çekecek ve “kötü kaderine” yanacaktı: “Benim işlerim hep ters gider.”
Evet, işin püf noktası buydu. Çoğu insanın depresyonunun sebebi de bu olmalıydı: Olayları çarpıtarak yorumlamak, herşeyi “kara bir gözlükten” görmek, olumsuz beklentiler içinde olmak ve moralini bozup kötü olayları da bir anlamda davet etmek. Ve o sıralarda öğrendim ki zaten bu bakış açısı “depresyonun kognitif teorisi” adıyla formüle edilmişti ve kullanılıyordu bile. En “moda” ve etkili psikoterapi yöntemi, kognitif terapiydi zaten.
Kişinin kendisi ile çevresi ile geleceği ile ilgili karamsar yorumları, mantıksız genellemeleri, kötü beklentileri, otomatikleşmiş olumsuz düşünceleri fark edilmeli ve iradî olarak değiştirilmeliydi.
Aslında bu formülasyonu Kur’an tefsirlerinde de pek üzerinde durmadan okuyorduk yıllardır. "Sekizinci Söz’de bir bahçeye giren iki kardeşin kıyaslamasında geçtiği gibi, 'Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır; fena düşünen fena hülyalar görür, hayatın lezzetini kaçırır.' " dı.
Sonuçta kulağımı tersten de olsa göstermiştim. Artık hastalarıma da göstermeliydim bu püf noktasını.
“Bakın Mahmut bey, yaşadığınız olaylar herhangi bir insanın yaşadıklarından çok farklı değil aslında. Ama siz sadece olumsuz yönlerini görüyor, güzel taraflarına hiç bakmıyorsunuz. Olumsuz ayrıntılardan genelleme yapıp “her şey kötü” diyorsunuz. Üstelik bu yüzden güzel şeyleri de atlıyor ve kaçırıyorsunuz."
"Mesela geçenlerde bir sohbette yaşadıklarınızı hatırlayın. Ne anlatmıştınız bana? Beş arkadaş tatlı tatlı sohbet ediyordunuz, bir ara arkadaşlarınızdan biri sizinle alay ediyormuş hissi uyandıran bir söz soylemişti ve siz üzerinize alınıp çok üzülmüştünüz, ardından da içinize kapanmış, “kimse beni sevmiyor” diye kendi kendinize yorumlar yapmış, iyice moralinizi bozmuştunuz. Oysa o sohbette o kadar kişi, o kadar zaman, size iyi davranmışlar, hatta iltifatlar etmişlerdi. Ama siz tek bir söz ile bütün iyi olayları unutup kendinize azap çektirmiştiniz. Hatırladınız değil mi?"
"Evet, bu dünya cennet değil, ama cehennem de değil. Evet, insanlar melek değiller, ama şeytan da değiller. Her şeyin ya beyaz ya siyah olması da gerekmiyor zaten. Gri tonları da var, unutmayın. Demiyorum her şey güzel."
"Burası cennet olmadığına göre çirkin, üzücü şeyler olacak muhakkak. Ama güzel şeyleri görüp moralimizi yüksek tutalım ki daha güzellerini de bulabilelim. Ve biz, insan olduğumuza, melek olmadığımıza göre mutlaka hatalarımız, eksiklerimiz olacak. Ama en günahkâr insanların bile birçok faziletleri, yetenekleri vardır mutlaka. Onları da görmeye çalışmalıyız (gerek kendimizde, gerek başkalarında)."
Az gayret edin; zihninizle, nefsinizle bir tür mücahede öneriyorum.
"Aklınıza geldiği gibi değil, olması gerektiği gibi düşünmelisiniz. Aklınıza otomatik olarak gelen karamsar yorumları denetlemelisiniz. Eldeki veriler bu kadar karamsar olmayı destekliyor mu, yoksa bütünün küçük bir parçasına takılıp, sonra onu genelleyip yanlış sonuçlara mı varıyorum diye kendi kendinizi sorgulamalısınız."
"İsterseniz, -dindar bir insan olduğunuza göre- şu şekilde de uygulayabilirsiniz bunu: Acaba Peygamberimiz (asm) olsaydı nasıl düşünürdü?"
"Böyle kara kara yorumlar yapıp moralini mi bozardı, yoksa olayların iyi yönlerini görüp şükür mü ederdi?
"Size bir ipucu olarak şu hadisi hatırlatmak isterim: Peygamberimiz (asm) bir gün Medine civarında ashabı ile gezerken, çöplükte kokmuş bir köpek leşine rastlarlar. Ashab, “Ne kötü çürümüş, fena kokuyor...” vs. derken, Peygamberimiz (asm) “Dişlerine bakın, ne güzeldir.” buyurmuş."
"Sonuç olarak derim: Yeise, depresyona düşmemek için sadece davranışlarımızı değil, düşüncelerimizi de sünnete uydurmamız lazım. İşte o zaman hayatın güzel yönlerini görüp lezzetli bir ömür geçirebiliriz."
"Yani, “Huz ma safa, da’ ma keder.” (Keyif vereni al, keder vereni bırak)"
(Yusuf Karaçay, Zafer Dergisi, Nisan-2002, Sayı: 283)
44
Ra`d Sûresi 28. ayatte, "Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur." buyrulmaktadır. Bu ayeti biraz açıklar mısınız?
Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...
Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.
Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.
Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allah'ın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.
Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o...
“Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”
Bu hakikati:
“... Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur.”(Ra'd, 13/28)
âyet-i kerimesi ders verir.
Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.
Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor?
İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.
Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.
Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.
Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.
- Nedir zikir?
Kelime mânâsıyla hatırlama. Allah'ı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.
Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allah'ın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allah'ındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir ne hava deprenebilir ne kan deveran edebilir ne güneş ışık saçabilir.
İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.
Yediğimiz bir meyvenin ne rengi ne güzelliği ne kokusu ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.
Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.
45
Nefs / nefis mertebelerine nasıl çıkılır?
- Nefsin içinde bulunduğu belli alışkanlıkları vardır.
Bu alışkanlıklarından vazgeçmesiyle bir yukarı mertebeye çıkması söz konusudur. Mesela: nefsin ilk mertebesi; Nefs-i emare (kötü emmarelik mertebesi) dir. Bu makamda bulunan bir nefis sürekli sahibini kötüye teşvik eder. Bütün telkinleri, dürtüleri bu yönde olur.
Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır.
Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir.
İkinci mertebesi nefs-i levvamedir. Bu mertebeye yükselen bir nefis, sahibini daha önce yaptığı yanlışlardan dolayı levmeder, ayıplar, böyle şeyleri bir daha yapmaması gerektiğini telkin eder... Daha sonra mutamainne, radiye, mardiye mertebeleri gelir. Her birinin kendine has özellikleri vardır.
Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı.
Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur:
“Ey mutmainne nefis (güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
- Kalb, ruh, hafi gibi ıstılahlar Kur’an’dan alınmıştır. Kalb, daha çok duygusallığın, hissiyatın yer aldığı yer olması hasebiyle, ehl-i tarik onun bu özelliğinden yaralanarak Allah sevgisini özümsemek için kalbi bir mekanizma olarak kullanmışlardır. Çünkü, sevginin gözü kördür. Allah’a aşk-ı hakikiyle bağlananlar, onun isim ve sıfatları hakkında olduğu gibi, yaptığı fiilleri hakkında da hiç bir dedikoduya kulak asmazlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız kalb ayağıyla yapılan seyru süluku şöyle eleştirmiştir:
“Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.” (bk. Sözler, s. 495)
- Ruh dairesi, kalb dairesinden daha geniş bir dairedir. İnsanın “Elestü bezmi”nde verilen söz doğrultusunda ilahî hakikatlerle hayat bulması ruh dairesinin bir tezahürü olur. Kalbin, aklın, fikrin dahi bazen haberdar olmadığı sahada seyr-u süluk eden ruhun dairesi oldukça geniştir. İman ve salih amelin ihlasla tahakkuku nisbetinde kişinin ruhanî seyru seyahati kuvvet bulur.
- Hafi kelimesi kalbdeki sırrın öte tarafı anlamına gelir. Kalb, sır, hafi, ahfa terimleri Kur’an’dan alınmıştır.
“İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O SIRRI da (gizliyi de), AHFAyı da (gizlinin gizlisini de) bilir.” (Tâhâ, 20/7)
mealindeki ayette, SIRR ve AHFA kelimeleri kullanılmıştır.
- Kalb: İmanın mahallidir. Hissiyatın mâkesi olduğu için, aşk dercesine varan ilahi aşkın da mahallidir. Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kalbine indirilmesi, kalbin önemini göstermeye yeterli bir vakadır. Kalb gizli bir duygu madeni olduğu için, hem ihlasın hem de nifakın yeri olabilir. Bu sebeple, kalbe ihlası kazandırmak kişiyi en yüksek bir kulluk kulesine çıkardığı gibi, kalbteki samimiyetsizlik, özellikle nifak duygusu kişiyi esefel-i safiline atar.
Sır ise, kalbten daha içeride olan bir gizlilik odasıdır. Oradaki samimiyet kişiyi daha da parlak bir makama ulaştırır. Hafi ve Ahfa ise, daha da kapalı kapılar ardında bulunan ihlasın odalarıdır. Bütün benliğini dinine veren ve bütün samimiyetiyle Allah’ın rızasını esas maksat yapan kimsenin bu makama gelmesinde, sır ve ahfasının rolü büyüktür.
- Şunu özellikle belirtelim ki, bizim bu isimleri bilmemiz bu odaları girdiğimizi göstermediği gibi, onların ne olduğunu bilmememiz de bizim oralardaki ihlas ve samimiyeti bulmadığımız anlamına gelmez.
Bize düşen, Kitap ve sünnet dairesindeki Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir. Bunlara riayet etmek ise, samimi bir imandan geçer. Samimi bir iman ise, imanın mertebelerini tahkiki bir şekilde öğrenmek ve onları hayatımıza aktarmaktan geçer.
- Bir akciğer taraması için, basitten derinliğe doğru, normal bir röntgen, tomoğrafi ve emar çekilir. Sır, hafi ve ahfa da bunun gibi, en ince iman ve ihlasın, tevekkül ve teslimiyetin derecelerini ortaya çıkaran mekanizmalardır.
Kimi, cennet kazanmak için, kimi cehennemden kurtulmak için amel eder.
Kimi Allah’ın azabından, kimi gazabından kurtulmak için amel eder.
Kimi sadece Allah’ın rızasını kazanmak için amel eder.
Kimi, bir batman sıkıntıya, kimi yüz batman, kimi de bin batman sıkıntıya tahammül eder. Kiminin ufak bir sıkıntıdan dolayı Allah’a olan muhabbeti kaybolur veya azalır.
Kimi de Hz. Eyyüb Peygamber gibi sonsuza dek bu muhabbeti kalbinden eksiltmez. İmanın kalbteki, sırdaki, hafi ve ahfadaki kuvvetinin dercesine göre kişilikler meydana gelir.
Dinini bir dinara satanlar yanında, bütün dünyayı dinin bir tek meselesine feda edenler de vardır.
Hülasa: Allah’a olan iman, teslimiyet, tevekkül ve muhabbetin kuvveti, bu olguların sır, hafi ve ahfaya yerleşmesi derecesine göredir. Onun içindir ki, evliyalar için “Allah sırlarını takdis etsin.” diye dua edilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- NEFS-İ MUTMAİNNE, NEFSİN MERTEBELERİ...
46
Küllî irade ve cüz'i irade ne demektir?
Küllî irade, sonsuz işleri birlikte dileyebilen ilâhî iradedir. Cüz’i irade ise, bir anda ancak bir şey dileyebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen insan iradesidir.
İnsan bedeninde yüz trilyon kadar hücre olduğu söyleniyor. Her hücrenin de nice fonksiyonları var. İnsan, bir anda iki şey irade edemezken, bedenindeki bu sayısız faaliyetleri nasıl izah edecektir? Demek ki, insan kendine malik değil. O bir kuldur. Bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare ediliyor.
Gafletten kurtulup gerçeği bulan bahtiyar kullar ise şöyle düşünürler:
“Madem ki, hiçbir organım, hiçbir hücrem başıboş değil, öyle ise ben de başıboş olamam! İç âlemimde cereyan eden bütün işler hikmetli ve faydalı. O halde ben, irademi doğru kullanarak ne dünyama ne de âhiretime fayda sağlamayan boş işlerin peşinde koşmamalıyım. Bedenimdeki her hücre, semadaki her yıldız ve kâinattaki her sistem küllî bir irade ile hareket ettiklerine göre, ben de cüz’i irademi o küllî iradeye uygun olarak kullanmalıyım. Kulluk görevimi aksatmamalı, ibadetimi eksiksiz yerine getirmeliyim.”
Sonra, düşüncesini genelleştirir:
"Ben kendi iç âlemime karışamadığım gibi, ağaç da kendi içinde işleyen fabrikanın gerçek sahibi değil. Ve o tezgahın muntazam çalışması onun kendi hüneri değil. Şu ağacı elma, bunu da armut verecek şekilde programlayan bir hikmet, bir kudret, bir ilim var."
"Ve yine, ben kan nehrimde akan alyuvarlardan ve akyuvarlardan habersiz olduğum gibi, deniz de içindeki balıklardan habersiz. Sema da yıldızlarını tanımıyor. Saçımı kendim yapmadığım gibi, ağaçlar da yapraklarını kendileri takmıyorlar. Ormanlar, dağın hüneri değil. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamaz."
İşte kâinatta meydana gelen bu sonsuz işler, birlikte nazara alındığında, küllî ve mutlak bir iradeyi açıkça gösterirler.
Şöyle bir düşünelim: Bu âlemde birbirinden farklı ne kadar çok fiil birlikte icra ediliyor! Her an, mikroplar âleminden, bakterilerden, al ve akyuvarlardan, böceklerden, kuşlara, insanlara varıncaya kadar, nice canlılar ölümü birlikte tadıyorlar. Onların yerleri ise, boş kalmıyor. Bir o kadar, hatta daha fazla varlık dünya ile tanışıyor.
Yine sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok canlı hastalanırken, aynı anda bir o kadarı da şifâ buluyor. Niceleri izzete doğru tırmanırken, niceleri de zillete düşüyolar.
Kimileri henüz yemeklerini yerken, başkaları açlığa yaklaşıyorlar. Her biri bir ilâhî ismin tecellisini gösteren böyle sonsuz ve birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine zıt fiilleri birlikte icra etmek, ancak küllî bir iradenin işidir.
İşte insan o cüz’i iradesini ölçü tutarak ve onun aczine, noksanlığına bakarak bu sonsuz icraatları hayret ve hayranlıkla düşünür; imanı kemâle erer.
47
Nefsi terbiye etmek mi, yoksa onu öldürmek mi tercih edilmelidir?..
Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hâle gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.
Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu hâller vardır, iyi olduğu hâller vardır.
Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla(1) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir.(2)
İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.
İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.(3) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.
Kaynaklar:
1. Acluni, I, 412.
2. Nursi, Sözler, s.,584.
3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34.
48
Çekingenlik sorunu yaşayan gençler ne yapmalı?
- İnsanların güveni veya güvensizliği yüzleşeceği konuyla yakından ilişkilidir. “İnsan bilmediğinin düşmanıdır.” diye hakikatli bir söz vardır. Bu sebeple, her şeyden önce karşısına çıkacağımız toplumun karşısında kullanabilecek bilgi donanımına sahip olmak gerekir.
- Bu çekingenlik, doğuştan var olabileceği gibi, kişinin yetiştiği çevrenin etkisiyle de oluşmaktadır. İlk önce senli benli olan küçük çaptaki çevrelerde deneyimlerini gerçekleştirmek uygun olur.
- Daha önce düzgün konuşamayan Çiçeron, iyi konuşma azmiyle yaptığı ısrarlı çalışmalar, hatta küçük çaptaki çakıl taşlarını ağzına alarak konuşmaya çalışması ve sonunda dünyanın en büyük hatipleri arasına girmesi, azmin elinden bir şeyin kurtulamayacağını göstermektedir.
- Bir düşünceyi başka düşünceyle değiştirmek, yeni fikrin eskisinden daha kuvvetli olması şartıyla mükemmel bir arzudur. Rutherfort diyor ki;
“Tembelliğin ilacı çalışmaktır, bencilliğin ilacı fedakârlıktır, imansızlığın ilacı Allah’ın emirlerine itaattir, çekingenliğin ilacı korkulan şeye cepheden bakmaktır.”
- İnsan her nerede olursa olsun Allah'ın huzurundadır. Eğer çekinme gerekli olan güzel bir davranışsa, buna en layık olan Allah'tır. İnsan davranışıyla, sözleriyle, her haliyle Ona layık olamamaktan korkmalı ve Ondan çekinerek yanlışlardan sakınmalıdır. Bu anlayışa sahip olan her insan diğer varlıkların yanındayken daha rahat hareket edebilecektir. Çünkü Yaratanın huzurunda olmadığı bir yer ve an yoktur. Onun huzurunda yapılması uygun olan bir davranışı ya da bir sözü, yine Onun iziniyle diğer varlıkların yanında yapmaktan neden çekinsin.
Bu konuda Hz. Musa (as)’ın okuduğu şu duayı okumak uygun olur:
“Rabbişrah li sadrî ve yessir li emri vahlul ukdeten min lisanî yefkahu kavlî.” /
"Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar." (Tâhâ, 20/25-28)
49
Hayattan zevk alamıyorum, beni yaşama bağlayan hiçbir şey yok. Çok mutsuzum ve huzursuzum, nedeni nedir? Bana ne tavsiye edersiniz?
Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle açıklanmış:
“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Bediüzzaman, Sünuhat)
“ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi mânâsına geliyor. Gözün vazediliş, yâni yaratılış gayesi: görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.
Her duygusunu ve hissini onu Yaratanın rızası dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.
Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.
Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin bakışları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de, azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız, ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.
Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.
Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.
“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.” (Bediüzzaman, Sözler)
Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.
Ve Üstad Bediüzzaman’dan bir Kur’anî bir reçete:
“... Hem (kur’an) mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (bk. age.)
50
Allah rızası için sevmenin ölçüsü nedir?
Muhabbet kâinatın hem nuru hem hayatıdır. İnsan kâinatın en kapsamlı bir meyvesi olduğu için, kâinatı kapsayacak bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. Böyle sonsuz bir muhabbete ancak nihayetsiz bir Kemâl Sahibi (cc) layık olabilir.
Sevgimizi kime yönlendirelim?
Korku ve muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun; muhabbetimiz de zilletsiz bir mutluluk olsun. Evet Celal sahibi Rabb’imizden korkmak O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku bir kamçıdır; bizi O’nun rahmetinin kucağına atar: Aynen bir annenin yavrusunu korkutup kendi kucağına yönlendirmesi gibi. Böyle bir korku o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki bütün annelerin şefkatleri rahmet-i İlahiye’nin bir yansıması, parıltısıdır. Demek Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Mâdem Allah’tan “korkmakta” dahi böyle bir lezzet varsa, Muhabbetullah da, yani Allah’ı sevmekte ne kadar sonsuz lezzet bulunduğu ortaya çıkar.
Hem sadece Allah’tan korkan başkalarından korkmaktan kurtulur. Aynı şekilde muhabbeti de Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi ayrılıklı elemli olmaz.
İnsan önce kendi nefsini sonra akrabalarını, milletini, canlıları ve en son olarak da kâinatı sever. Bu aşamaların her birisiyle ilgilidir. Sevilen şeyler de birer birer onu terk ediyor, birçoğu da üzüyor ve yaralıyor. İşte aklımız varsa bütün o muhabbetleri toplayıp hakikî sahibine verip bu belâlardan kurtulmalıyız. “Sonsuz muhabbet”e ancak “sonsuz ve ebedî olan Rabb’imiz” layıktır ve böyle bir sevgi ancak ona mahsustur. Her şeyiyle kâinatı kuşatabilen ve Rabb’ini sevmek için yaratılan kalbi, dünyevî fani şeylerin sevgisiyle doldurmak, Rabb’imize karşı haksızlıktır. Bu sevgiyi hakikî sahibine verirsek, işte o zaman bütün eşyâyı O’nun nâmıyla ve O’nun âyinesi olduğu için ızdırapsız sevebiliriz. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm nimetsizlik haline dönüşebilir.
Sevgimizi tamamen kendi benliğimize sarf edemeyiz. Kendi nefsimizi kendimize “mâbud” ve “mahbub” yapamayız. Her şeyi kendi nefsimize fedâ edemeyiz. Ona bir nevi rubûbiyet veremeyiz. Nefsimiz Rabb’imizin “ef’al-esma ve sıfatlarına” aynadır. Benliğimizdeki “ben-ene-ego”yu yırtıp, onun içindeki gizli “Hüve”yi (cc) görüp kâinata dağınık bütün sevgilerin O’nun isim ve sıfatlarına karşı verilmiş bir muhabbet olduğunu anlamalıyız. Eğer bu sevgiyi yanlış yerde kullanıp sûiistimal edersek sonunda cezasını biz çekeriz. Çünkü “Yerinde sarf olunmayan gayrimeşru bir muhabbet merhametsiz bir musibettir.” Rabb’imizin bize yönelik küçücük bir muhabbeti kâinata bedel olabilir. Onun küçücük bir muhabbet tecellisine hiçbir şey denk olamaz.
Ancak nefsimizi, dünyayı, peygamberleri, dostları, anne babayı, eş ve çocukları ve diğer güzel şeyleri severken bunları Allah için sevdiğimizin göstergeleri olmalıdır. Öyleyse bunları nasıl sevelim?
Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mana-yı harfiyle sevelim; mana-yı ismiyle sevmeyelim: Yani güzel bir şey gördüğümüzde, "Ne kadar güzel yaratılmış.” diyelim “Ne kadar güzel.” demeyelim. Ve kalbin derûnuna başka muhabbetlerin girmesine meydan vermeyelim.
Nefsine muhabbet, ona acımak, terbiye etmek, zararlı heveslerden alıkoymaktır. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, Hüdâ’ya sevk edersin.
Enbiya ve evliyaya sevgi bazen faydasız kalır, sen de öyle sevme. Sevgide aşırıya gidip fâni insanlara “uluhiyet” atfedenlerden olma. Böyle bir sevgi ahirette cezaya sebep olduğu gibi, bu çok sevdiklerini sandıkları zâtlar da ahirette onlardan davacı olacaktır!
Hayat arkadaşına duyulan sevgi, onun huy güzelliğine, şefkat kaynağı ve rahmet hediyesi oluşuna bina edilmelidir. O eşe samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve sevgide bulunur. İkiniz yaşlandıkça bu hâl fazlalaşır. Hayat mutluluk içinde geçer. Yoksa sadece yüz güzelliğine muhabbet olsa, o muhabbet çabuk bozulur, iyi geçimi de bozar.
Anne ve babaya karşı sevgin, Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için ibâdet niteliğindedir. Gayet samimi olarak onların hayırlı uzun ömürler sürmesini istersin. Onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım diye samimî hürmetle onların hizmetine koşmaya çalışırsın. Eğer bu sevginin özünü fani dünya zevkleri ve menfaat oluşturursa, onlar yaşlandıkları ve sana yük olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile onların “hâlâ yaşıyor olmalarından rahatsız” olursun. Daha hayatta iken “miras” kavgası verir, senin hayat sebebin olan o insanların ölümlerini arzu etmek gibi bir vahşete düşersin. Halbuki onları Allah için sevmenin ölçüsü: Onlara hiç ihtyacın kalmadığı bir zamanda, ihtiyar ve bakıma muhtaç olduklarında, onlara daha çok hürmet ve hizmet edip uzun ömürlü olmalarını istemektir.
Evlâdına yönelttiğin sevgi karşılıksız ve hasbidir. Cenâb-ı Hakk’ın senin terbiyene emanet ettiği sevimli, tatlı o canlılara muhabbet tarifsiz bir muhabbet, eşsiz bir ni’mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin ne de ölümleriyle me’yusâne feryad edersin. Çünkü sevgin Rahmanidir.
Dostlarına muhabbetin eğer “Allah” içinse, onlardan ayrılman, hatta onların ölümleri kardeşliğinize ve manevi bağlarınıza engel olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan her zaman istifade edersin. Bu sevgi Allah rızası için olmazsa bir günlük kavuşma lezzeti, yüz günlük ayrılık sıkıntısını netice verir.
Netice olarak, Allah için sevmeli, Rabbimiz’in hoşnut olduğu şey ve işlere gönül vermeliyiz.
* * *
Konuyla alakalı daha geniş bilgi için şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:
Dünyamızı Sevmeyelim mi?
Maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlik’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyeleri ibretle okuruz. Bu tavsiyeler, bazılarınca yanlış değerlendirilir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girilir.
Böyle bir hataya düşmeyelim diye, Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu dünyanın "üç yüzü" olduğunu ortaya koyar ve bunlardan "ikisinin" muhabbete lâyık olduğunu ifade buyurur. Sevilmeye lâyık olan bu yüzler: "ilâhî isimlere ayna olma" ve "ahirete tarla olma" yüzleri.
Şu sınırlı akıllar, varlığı mahlûkatına benzemekten münezzeh ve bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkiyle bilemezler. Ancak, o’nun bir kudret ve sanat mûcizesi olan şu kâinatı ve içindeki mahlûkatı tefekkür ile isimlerinin ve sıfatlarının kemâline hayran olurlar. O halde insan, Rabbini bilmede kendisine rehberlik eden bu dünyayı, bu yönüyle elbette sevecektir.
Ve yine insan, ebediyet yolcusu. O âlemdeki her nevi saadetin tohumları, bu dünya hayatında saklı. Ne kadar çok tohumu, ne ölçüde ekebilir ve bakımını ne nispette yapabilirse, âhirette o kadar kârlı çıkacak. Bu yönüyle de insan elbetteki cennet tarlası olan dünyasını sevecektir.
Dünyanın üçüncü yüzü, "nefsin heveslerini tatmin etme" yüzüdür. Dünyanın bir oyun ve eğlence olduğunu ders veren âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bu üçüncü yüze bakıyor.
Hikmetler deryası bir hadis-i şerif:
"Benimle dünyanın misâli, yaz gününde bir ağacın gölgesinde konaklayan yolcunun hâline benzer ki, bir süre kaldı ve kısa zaman sonra da gitti."
O hidayet rehberimiz, o uzun sayılmayacak ömründe, bu dünyada bir fâninin erişmesi mümkün olan ilâhî marifet ve muhabbeti kemâliyle zevk etti; ebedî hayatın bütün lâzımlarını yine kemâliyle tedarik etti. Ve her biri insanlık semasının ayrı bir yıldızı olan yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirerek, dar-ı bekaya teşrif buyurdu.
İşte, bizim benzemeye çalışacağımız rehberimiz! Ve işte bizim uğrunda her şeyimizi feda etmemiz gereken ulvî gayemiz! Bu gayeyi hakkıyla idrak edebilsek, bir insanın imanının kurtuluşuna vesile olmayı bu fâni dünyanın en büyük kazancı sayarız. O tek insan bizim için tükenmez bir servet ve manevî hayatımız için en hayırlı bir varis olur. Zira, onun yapacağı bütün ibadetlerin bir misli de bizim sevap hanemize girecektir. Ama malımızın varisleri öyle değil. Onların verecekleri zekât ve sadaka kendileri içindir. Bizim için hususî bir hayır yaparlarsa ne alâ. Onu da ancak evlâtlarımızdan bekleyebiliriz. Torunlarımızda hayır defterimiz kapanır. Ben bugüne kadar dedesinin hayrına bir fakiri doyuran, yahut bir hisse kurban kesene henüz rastlamadım.
Öyle ise geliniz, hayrımızı bu dünyada yapalım; kurbanlarımızı kendi elimizle keselim. Öteye lâzım olacak bütün ihtiyaçlarımızı buradan gönderelim ki, oraya vardığımızda gözümüz postada kalmasın.
O büyükler, dünyanın üstünde yürüdüler, içine ise asla girmediler. “dünyadan da nasiplerini unutmadılar.” Lâkin, sadece nasiplenmek için bu dünyaya gelmediklerini bilerek yaşadılar... Gelmişken ondan da birkaç lokma aldılar ve devam ettiler yollarına...
- Dünya nedir, bizde dünyayı sevme isteği var, öyleyse neden dünyayı sevmek yasaklanmıştır?
Dünya, lügat manasıyla, “en yakın”, “en aşağı.” İkisi de doğru. Biz bu yakın âlemde öteye hazırlanıyoruz. Bu yakın semayı ibretle seyredebilirsek, Cennette Arşı hayretle temaşa etmeye aday olacağız. Yakınımızdaki ağaçları, çiçekleri, ırmakları tefekkür edebilirsek, Cennet bahçelerine girmemiz mümkün olabilecek.
Istırap dolu, elem yüklü, yorgunlukla iç içe ve bir kısmı uykuyla geçen bu noksan âlemini kalben terk edebilirsek, o ulvî hayata, o eşsiz saadete, gerçek insaniyete ve hakikî lezzete kavuşabileceğiz.
Rabbimiz, bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını bize haber veriyor. (En’am , 32) Oyunla ancak çocuklar oyalanır, eğlence ise ancak sefihleri tatmin eder.
İnsan çocukluktan kurtuldu mu, defalarca söküp yaptığı oyuncak evleri bırakır, daimî bir yuva arayışına geçer. Ve yine insan büyüdü mü, onun dünyasında eğlencenin yerini çalışma ve ilim alır.
Nur Külliyatında, dünyanın üç yüzü olduğu nazarımıza sunulur: “İlahî isimlere âyine olma”, “Cennete tarla olma” ve “ehl-i hevesatın oyuncak yeri olma” yüzleri.
Dünyanın oyun ve eğlence olan yüzü bu üçüncü yüzdür. Resulullah Efendimiz (a.s.m.), “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurmakla, dünyanın bu üçüncü yüzü ile oyalananların gafletini güzelce dile getirmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, “... bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster...” duasıyle bu hâdis-i şerif birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mana kalbe gelir: Rüyadaki insan da yer, içer. O yemekler, onu rüyada tatmin eder. Burada bir gölgenin bir başka gölgeyi doyurması söz konusu. Ama bu adam uyandığında aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.
Dünya ile oyalanan ve hakikî saadeti unutan insanlar da gölgeyle tatmin olmaktalar. Bunlar, öldüklerinde uyanacaklar ve gerçek tatminin ancak Cennette olacağını hakkıyla anlayacaklar. Ama çoğu insan için artık vakit bitmiş, fırsat kaçmış olacak.
Önemli olan “ölmeden ölmek”, dünyanın âhirete nispeten bir gölge gibi kaldığını burada idrak etmek ve ömrümüzü bu şuurla tanzim etmek. İşte bu şuura erenlerdir ki, dünyanın üçüncü yüzüne aldanmaz, ilk iki yüzüne nazar eder, marifetlerini ziyadeleştirir, sevaplarını artırırlar.
Gündüzü gecenin kovaladığı, gençliği ihtiyarlığın çekip durduğu, sıhhati hastalıkların kuşattığı ve hedefin ölüm olduğu bir dünyanın saadet yeri olamayacağı açık... Allah Resulü (a.s.m.) kasemle ifade ediyor:
“Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?” (Müslim, Kıyame, 40, h.no: 2964; Hâkim, Müstedrek, 4/319)
Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su... Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar.
“Eğer şu fânî dünyada beka istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.” (Sözler)
Yolcu olduğunu bilenler, seyahat ettikleri vasıtaya ve oturdukları koltuğa değil, varacakları menzile nazar ederler. Kalpleri orası için çarpar, akılları orayı düşünür.
Onlar dünyayı âhiretin tarlası bilir ve ona bu yönüyle büyük değer verirler; ama tarlanın eğlence yeri olmadığını da unutmazlar. Çektikleri bütün sıkıntılar ve ıstıraplara karşı, gözlerini köye diker ve “akşam olunca her şey bitecek, oraya döndüğümde rahata kavuşacağım” diye teselli bulurlar.
İşte ancak, böyle yaşamanın bahtiyarlığına erenlerdir ki, ölümü gülerek karşılarlar. Onlar gönüllerini tarlaya kaptırmadıkları için, ondan rahatlıkla ayrılmayı başarırlar.
Birbirinden çok uzak gibi görünen dünya ve âhiret aslında bizim iç âlemimizde, his dünyamızda, akıl meydanımızda ve amel âlemimizde birlikte dolaşırlar.
Her işimiz, her duygumuz, her düşüncemiz ve her sevgimiz mutlaka ya dünyaya aittir, yahut âhirete. Her adımımızı ya cennete yahut cehenneme doğru atarız. Her sözümüz bizi ya saadete yahut felâkete götürür. Her dakikamız o menzillerden birine çekirdek olur.
Dünya ve âhiret birer menzil. İnsan, bunlardan birini ne ölçüde severse, diğerinin muhabbeti o nispette kalbinden siliniyor.
Bu dünyada nefis hesabına dolaşmayı terk edenler, orada menzilden menzile zamansız uçacaklar. Burada, yiyip içmelerini helâl ile sınırlayanlar, o âlemin nimetlerinden sonsuz istifade edecekler.
Burada, faydasız ilimden hassasiyetle kaçınanlar, orada hikmetler deryasında yüzecekler.
Bu dünyada yerine göre konuşmasını ve susmasını bilenler, o dünyada güzel sohbetler edecek, güzel kelâmlar işitecekler.
Bu kısa hayatta, insanların fâni iltifatlarına kapılmayanlar, orada İlâhî rahmet ve inayeti bulacaklar.
Bu dünyada terk edilen her nefsî arzu, orada ayrı bir saadet olarak insanın karşısına çıkacak.
Bir ömür boyu, bu dünyadan öteye bir şeyler gönderen insan, sonunda o âleme sefer yapacak. Meyvelerini görmek üzere...
51
Kalbin bast ve kabz hali hakkında bilgi verir misiniz? Bende kabz hali uzun sürüyor, hayattan zevk alamıyorum... Bu hali kaldıramıyorum, ne yapnam lazım?
Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır:
“Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mümin kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.
Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Yani, ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.
Bu haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasılki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.
Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşen'i sık sık okumak gerekir.
52
Kendini boşlukta hisseden bir kimse ne yapmalıdır?
Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle açıklanmış:
“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Bediüzzaman, Sünuhat)
“ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi manasına geliyor. Gözün vazediliş, yani yaratılış gayesi: görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız, o alete zarar verir ve rahatsız olursunuz.
Her duygusunu ve hissini onu Yaratanın rızası dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.
Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.
Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin bakışları ahiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız, ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.
Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.
Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.
“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur.” (Bediüzzaman, Sözler)
Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna layıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.
Nasıl ki bedenimizin su, hava ve gıda gibi şeylere ihtiyacı var. Onları almadığımız zaman bedensel özelliklerimiz zarar görür ve huzurumuz kaçar. Ayrıca bedenimizi zehir, ateş, hastalık gibi zararlı şeylderden de korumamız gerekir. Yoksa perişan oluruz.
Aynen bunun gibi ruhumuzun da havası, suyu ve gıdası gibi olan ibadetleri yapmadığımız zaman, ruhumuz havasız, susuz ve gıdasız kalmış gibi olur ve bütün sıkıntıların kaynağı haline gelir. Diğer taraftan her bir haram ruhumuza giren bir hastalık, bir ateş ya da zehir gibidir. Bedeni zehirlenen bir kimse rahat edemeyeceği gibi, işlediği günahlarla ruhu zehirlenen bir kimse de asla rahat edemez ve huzur bulamaz.
Öyleyse her ruh, gıdası olan ibadetleri almalı, zararlı olan günahlardan sakınmalı ki huzur ve mutlluğa erişsin, kendini boşluktan kurtarsın.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?
53
Ruhi sıkıntının sebebi nedir; bunu nasıl yenebilirim?
Es-Sarrâc bu iki terimi şöyle tarif eder:
"Kabz ve bast yüce ve rûhî iki hal olup, ariflere mahsustur. Allah onları sıktığı zaman, yemek, içmek ve eğlenmek gibi caiz olan şeylerden ve gıdaların bir kısmından alıkoymada etkili olur. Ariflerin gönlünü açtığı zaman da, kendilerini korumayı üzerine almak sûretiyle, o câiz olan şeyleri yine kendilerine iâde eder. Kabz arifin öyle bir hâlidir ki, kendisine bu durumda marifetullahtan başkasına elverişli bir mekân bırakılmamıştır." (Kitâbü'l-Lüma', nşr. Nicholsun, s. 342).
Orta Çağ Hristiyan tasavvufunda kabzını karşılığı olan terim, Fransızca "desolation" dur. Bu kelime sözlükte; yıkıklık, haraplık, büyük keder, büyük iç sıkıntısı anlamlarına gelir (İ. Hami Danişmend, Cirand Dictionnaire Francais Terc., İstanbul tv. I, 361).
EL-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir. Bu isim ile dua etmek kabz halindeki insan için illaki faydası vardır.
Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır:
"Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."
Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü'min kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.
Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen "emn ve ye'sin vartası" ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü'min ye'se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi "Ye'is mani-i her kêmaldir." Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.
Bu haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakk'ın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.
Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşen'i sık sık okumak gerekir.
54
Öfkeyi yenme ve İslam kardeşliği hakkında bilgi verir misiniz?
Peygamberimiz (asm), en büyük pehlivanın, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsenin olduğunu söyler. Bizim en büyük düşmanımız ise nefsimidir.
Öfkeyi yenmek için:
1. Nefsin ve şeytanın dediğini yapmamak,
2. Öfkelendiği zaman, susmak,
3. Öfkelendiği zaman, abdest almak,
4. Öfkelendiği zaman, yer değiştirmek,
5. Dini ve imani konuları okuyarak nefsini ikna etmek,
6. Dua, tesbih, ibadet, namaz, oruç gibi ibadetlere dikkat edip devam etmek,
7. Haksız yere zarar verince, zararı telafi edip özür dilemek,
8. Ölümü çok düşünmek,
9. Bize verilen güzelliklerin Allah’ın emaneti olduğunu bilerek ona göre hareket etmek,
10. …
Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur." denilmiştir.
Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak buyuruyor:
"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/134)
Peygamberimiz (asm)'a gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (asm); "Öfkelenme!..” demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır. (Riyazü's-Salihîn, I/80).
Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: 'Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm.', sözüdür." (Müslim, Birr ve Sıla, 109).
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir." (Müslim, Birr ve Sıla, 107).
Peygamber Efendimiz (asm) bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar." (Riyazü's-Salihîn, I/80).
Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.
Peygamber Efendimiz (asm), Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz (asm) öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür.
Öfke, nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Irk Gerçeği ve İslam Kardeşliği.
- Birlik ve Beraberlik Özel Dosyası.
55
Özgüven, nefsine güvenmek midir?
Özgüven, insanın iradesini güçlü tutarak hadiselere karşı sağlam ve kararlı durmak, yani ümitsizliğe düşmemektir. Başarılı olmanın neticesinde de bu başarıyı kendinden değil Allah'tan bilmelidir. Zaten hakiki özgüven de budur. Ancak başardığı işleri kendi nefsinden bilip gurura kapılırsa tehlikeli olur.
Manevi hastalıklar olan yeis, ucb, gurur ve suizandan uzak durmak gerekir.
Maddenin mânâyı boğmaya azmettiği bir zamanda, eğer “manevî zırhlar”dan mahrum olunursa, bedenlerin süsüne ve vücutların semizliğine zıt bir şekilde ruhların buhranlar ve hastalıklar içinde kıvranmakta olması kaçınılmazdır.
Yeryüzü şu gün bedenini doyurmak için çırpınan, lâkin rûhî açlık sebebiyle binbir türlü “istikamet buhranları” yaşayan yığınla insanı barındırmakta. Mü’minler de zamanın bulaşıcı ve salgın illetlerinin tesiriyle bazı manevî hastalıklarla boğuşmakta ve hastalığının teşhisinden ve tedâvî usûllerinden habersiz olduğu için çaresiz bir şekilde çırpınmaktadır. Oysa başta mu’cizeler menbaı Kur’ân ve Resûl-i Ekrem (asm)’ın sünnet-i seniyyesi olmak üzere, İslâm irfanının zengin kaynakları bu hastalıklara karşı kullanılacak ilaçları ihtivâ etmektedirler. Zâmanın sâkinlerinin en büyük hastalığı, esasında ilâcının câhili olmaktır.
Şimdi, bilhassa günümüzde yaygın olan dört mühim manevî hastalığı tahlil edelim:
1. Yeis (Ümitsizlik)
Sâlih amellerde ve ibâdetlerde bir türlü istediği gibi başarılı olamayan ve bu vazifelerini yerine getiremeyen insan, karşılaşacağı kabir ve cehennem azabından korkar. Ümitsizliğe düşer. Tembellik, çevrenin olumsuz tesirleri gibi pek çok sebepten dolayı nefsine mağlup olup kulluk vazifelerini yerine getiremeyen, sefahet bataklığı içinde çırpınan insanların çoğu ümitsizliğe kapılır. Bu hastalık neticede insanı küfre ve inkâra kadar götürebilir.
İçinde bulunduğu hâlden çıkmakta iyice ümitsizleşen bir insan şüphe ve vesveselere çabuk mağlup olur. Bu tür insanlar, dînî meselelerin zıddına veya imânî ve itikâdî meseleleri inkâr etmeye sevkeden en zayıf ve küçük iddialara çok büyük ve kuvvetli deliller imiş gibi yapışmak ister. Bu hâl ilerlerse “isyan bayrağını” çeker ve İslâmiyet’in dairesinden çıkar. Şeytanın ordusuna katılır. Meselâ; namaz kılmakta zorlanan bir insanın nefsi, namazın farz olmamasını arzu eder. Şeytan kılığındaki insan ona namazın farz olmadığı vesvesesini verirse, nefsi hemen bu çürük iddiaya yapışmak ister ve şayet bu tuzağa düşerse imanını kaybeder. İşte “ümitsizlik” hastalığının vahim neticesi.
Şu âyet ümitsizlik hastalığına kapılan ve amellerde muvaffak olamayanların ilacı ve nûru:
“De ki: ‘Ey nefisleri aleyhinde (günah işlemekle) ömürlerini israf eden kullarım! (Günahlara bulaştık diye) Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar.’ Doğrusu, Gafûr (çok bağışlayan), Rahîm (kullarına merhamet eden) ancak O’dur.” (Zümer, 39/53)
2. Ucb (Amellere güvenmek):
İbadetlerde muvaffak olamayıp da ümitsizliğe düşen adam, azaptan korktuğu için kendisini kurtaracak dayanak noktaları aramaya başlar. Bakar ki; bazı iyilikleri ve hayırlı amelleri var, hemen onlara yapışır. Bu amellerinin kurtulması için yeterli olacağını zanneder, rahatlar. Hâlbuki bu hâl “ucb”dur, yani amele güvenmektir, insanı küfre ve dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı hayırlarda, ibadetlerde ve kendisinden kaynaklanan iyiliklerde hiçbir hakkı yoktur. Kendisinin mülkü değildir ki onlara güvenebilsin. Hayırları, salih amelleri isteyen “Allah’ın rahmeti”, onları yaratan ve insana ihsan eden “Allah’ın kudreti”dir. İnsanın hayır ve hasenatta hissesi sadece kabul etmektir, dua etmektir, râzı olmaktır, talep etmektir. Hem insana hayır ve hasenat yapması için vücudu, sıhhati, kuvveti veren ve salih amellerde bulunması için hayatı veren Cenâb-ı Hakk’tır.
Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki;
‘(Ey mü’minler! Amel ve ibadetlerinizi) İtidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi (ateşten) ameli kurtaracak değildir.’ Sahabiler, ‘Seni de mi amelin kurtarmaz, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler. Aleyhissalatu vesselâm, ‘Beni de!..’ buyurdular. ‘Eğer Allah kendi katından bir rahmet ve fazl ile benim günahlarımı bağışlamazsa, beni de amelim kurtarmaz!’ buyurdular.” (bk. Kütüb-i Sitte, Zühd Bölümü, 17/415, h. no: 1299)
İnsan amellerine güvenmekten ve hayır hasenatına, ibadetlerine sahiplik davasından vazgeçmelidir. Bilmelidir ki, kendisinden kendisine kusurdan başka bir şey gelmez. Kendisine ne hayır isabet etmişse, o Allah’tandır. Ne şer isabet etmişse, o da kendisinden ve nefsindendir. Vücud ve hayat, insana verilen emanetlerdir. Her zaman insan “Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. Havl ve Kuvvet Allah’dan başkasında yoktur.” demeli ve “ucb” hastalığından kurtulmalıdır.
3. Gurur
Gurur, insanın kendini tanımamasından kaynaklanır. Aczinden, fakrinden, noksanlıklarından haberdar olmayan bir insanın en büyük hatasıdır gurur. Gurur ile insan maddî manevî bütün olgunluklardan mahrum kalır. Kendisini beğenen mağrurun uzak durduğu tek şey vardır: Seccade. Alnını secdeye koymayan mağrurun yüzü bile karanlıktır. Sîmasında secde izi olmayan gururlu insan her gün, her an nefsinin ayağını öpecek kadar zillet içerisindedir. Gururlu insanın başı secdeye gitse dahi rûhu dimdik ayaktadır. Mühim olan, rûha secde ettirmektir. Gururlu insanın tek dostu kendisidir. Talebesi kendisi, hocası kendisidir. Gururlu insan putperestlerin en sefilidir. Eğer gururun yönlendirmesiyle başkalarının olgunluğuna tenezzül etmeyip kendi kemâlatını, bilgilerini kendine kâfî görürse o insan noksandır. Böyle insanlar hep başka insanların güzelliklerinden ve fikirlerinden, hem de daha mühimi, geçmişte yaşamış mübarek zâtların yani “selef-i salihîn”in irşadlarından da mahrum kalırlar, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Gururun tek meyvesi vardır: Mahrumiyet!
4. Sûizan
İnsan “hüsnüzan” (iyi zan) ile memur ve vazifelidir. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Sûizan, insanın kendisinde bulunan kötü ahlâkı başkalarında da görmesine sebep olur. Sûizan, mü’minler arasında olması gereken emniyet bağlarını koparır, cemiyeti temelinden sarsar. Mü’min, başkalarının bilhassa Allah’ın sevgili kullarının bazı hareketlerinin hikmetlerini bilmiyorsa, sûizanla onları kabahatli görmemelidir.
Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki;
“Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir."
"Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır -eliyle göğsünü işaret etti-. Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Bir Müslümanın, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” (Buhari, Nikah 45)
Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve sünnet-i seniyyenin nûrânî dâiresine girmek, bizleri bütün manevî hastalıklardan uzak tutacaktır. Yukarıda dört çeşidini izah etmeye çalıştığımız manevî hastalıkların yegâne deva kaynakları olan Kur’ân ve sünnet-i seniyye düsturlarına canıgönülden bağlanmazsak ebedî hayatımızı kaybedebiliriz.
Cenâb-ı Hak bizleri her türlü manevî hastalıktan, iman zayıflığından muhafaza eylesin.
Bu hastalıklardan uzak olan bir özgüven insanı kemalata götürür. Aksi takdirde insan kendi nefsinin esiri olmaktan kurtulamaz.
56
Teveccüh-ü nâs (insanlardan tebrik, taktir ve alkış bekleme) hastalığından nasıl kurtulabiliriz?
Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığı, kendisi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafletidir. Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun en büyük engelidir.
Riya, rüyetten geliyor: Yaptığı iyilikleri insanların görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensinler diye bir takım yapmacık hareketlerde bulunmak.
Bir asır sonra gelecek insanları düşünelim. Henüz yokluk karanlıklarında bulunan, kim olduklarını bilmediğimiz bu dünya misafirleri, kader ile tayin edilen vakitleri geldiğinde bir İlâhî lütuf olarak hayat nimetine kavuşacaklar ve yer küresine ayak basacaklar. Yolculuklarının ilk durağı olan ana rahminde dokuz ay terbiye görecek ve bu kâinattaki sonsuz nimet ve ihsanlardan en güzel şekilde istifade etmeleri için nelere muhtaçlarsa onlarla donatılacaklar. Derken yeryüzüne annelerinin kucağında ayak basacak, o şefkatli sineden lâtif sütü, kana kana içecekler.
Derken, büyüyecek, genç olacaklar. Bir iş tutacak, toplum hayatına karışacaklar. Ve bunlardan büyük bir kısmı, kalabalıklara kapılıp kendilerini unutacaklar; kul olduklarını, misafir olduklarını, yolcu olduklarını hatırlamayacaklar bile. Ayrıca başka rahimlerde beslenmiş ve kendileri gibi âciz, kendileri kadar fâni olan diğer insanların sevgisini kazanmaya can atacaklar. Toplumun esiri olacak, onların ayıplamasını günahtan önde tutacak, onların beğenmesini rızaya tercih edecekler. Yolculuğun kabirden sonraki safhalarını düşünmeyecekler. Herkesin kendi derdini tek olarak çektiği kabir âlemini, kimsenin kimseye dönüp bakamayacağı mahşer meydanını ve Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği hesap gününü hatırlamayacaklar bile...
İşte kendini unutan ve ebediyet yurdunun azap diyarına doğru âdeta koşar adımlarla giden bu kalabalıkların karşısına peygamberler çıkıyorlar, âlimler, arifler çıkıyorlar ve onlara yanlış yolda olduklarını anlatıyor ve onları hidayete doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.
Doğum kanunu kimin elinde ise, bizi bu dünyaya O getirdi ve ölüm kanunuyla da bizi ahirete o göçürecek. Bu kısa dünya yolculuğunda yolcularla oyalanmak, onların takdirlerini kazanmak bize ne fayda verebilir!?..
Sırayla ayrılacağız bu dünyadan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar. Tarihe bu gözle bakabilsek ne kadar ibret sahneleri görürüz! Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar? Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?
Bir asır sonra da biz mâzi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün Onun dergâhına sığınmak, Onun rızasını kazanmaya çalışmak gerek.
Şu var ki, “Allah için sevmek” gibi, “Allah için sevilmek” de meşru ve güzeldir. İsteriz ki, Allah’ın mümin kulları bizi sevsinler, Onun has bendeleri bize yâr olsunlar. Bu isteğin riya ile teveccühü-ü nasla bir ilgisi yoktur.
57
Kalp kalbe karşıdır, derler, aslı var mıdır?
“Kalp kalbe karşıdır.” sözü, insanların tecrübelerinden kaynaklanan anonim bir muhtevaya sahiptir. Araplar da “Minel kalbi ilel kalbi sebîla = Kalpten kelbe yol vardır.” derler. Kanaatimizce, bu söz genel bir kural olarak doğrudur, fakat her zaman geçerli olmayabilir.
Örneğin, kalbimizi kendisine açtığımız, sevgi ve sempatiyle baktığımız kimseden de -genellikle- aynı karşılığı görürüz. Tersine, kalbimizi kendisine kapalı tuttuğumuz, hoş görmediğimiz kimseden de aynı karşılığı görürüz.
Fakat bazen çok şiddetli aşka tutulanlar, karşı taraftan aynı karşılığı görmeyebilirler. Bunun bir hikmeti de kalbin yaratılış sırrında saklıdır: Kalbin en derin köşesi (süveyda-i kalp) en şiddetli sevgi potansiyelini taşımaktadır. Bu sevginin karşılığı, ancak cemal ve kemali sonsuz olan yüce Allah’tır. Bunu yanlışlıkla bir yaratık için kullandığımızda, karşıdaki kalp bunun yanlışlığını hisseder ve ters tepki gösterir. Aşıkların genellikle karşılık görmemekten şikâyette bulundukları olumsuz tavrın bir hikmeti budur.
İslam’da hüsnüzannın esas alınmasının bir hikmeti de toplumda sevgi zemini oluşturmaktır. Hüsnüzanla bakan karşıdaki insana güzel gözle bakar, iyi insan olarak düşündüğü için onu sempatik bulur ve karşıdan da genellikle aynı karşılığı görür. Böylece cemiyette karşılıklı saygı ve sevgi hâkim olur, insanlar hayattan lezzet alır.
58
Haya imandandır, hadisi ne demektir? Hayasız olanlar neden cehennemdedir?
Haya, yapılması veya yapılmaması çirkin görünen ve ayıplanan şeylerden kişiyi uzak durduran bir duygudur. Bu da her hak sahibinin hakkını vermek anlamına gelir.
Buna göre, kişinin Allah’a karşı, insanlara karşı, kendi nefsine karşı, meleklere karşı, hatta diğer varlıklara karşı da hayanın kullanım alanı ve farklı dereceleri vardır.
O halde, haya Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeyi ön gören bir duygu olarak, gerçek anlamda kişide tahakkuk ederse, gideceği yer cennettir. Böyle bir duygu kalbi yumuşatan, incelten, yerine göre sızlatan bir özelliği vardır.
Haya konusunda kişinin kalbinin katı olması demek, Allah’tan da insanlardan da utanmayan ve dolayısıyla istediğini yapmaktan çekinmeyen anlamına gelir. Böyle bir kimsenin kalbi, bazı konularda çok yufka da olsa, örneğin çoluk-çocuğuna, arkadaşlarına çok düşkün de olsa, burnu sızlayıp ağlasa da Allah’ın ve kulların hakkını vermediği sürece, İslam terminolojisinde yine de katı demektir.
Her ahlakın çekirdeği itibariyle söz konusu olduğu gibi, hayanın da yaratılıştan var olan tarafı yanında, insanların sonradan kazandığı tarafı da vardır. Hadiste yer alan ve imandan olduğu bildirilen haya, insanların kendi iradeleriyle, gördükleri İslami eğitim ve terbiye ile kazandığı hayadır.
Kalbi katı olanın cehennemde olması; kişinin Allah’ın, insanların ve kendi nefsinin hakkını vermeyecek derecede hayadan uzak olması ve dolayısıyla katı bir kalbe sahip olması anlamına gelir.
Bizim gördüğümüz hadisin Türkçesi şöyle de olabilir:
“Haya imandandır, iman ise cennettedir. Beza (hayasızlık, küfürbazlık) ise cefadandır (kötü huydan, ahlaksızlıktandır). Cefa ise cehennemdedir.” (Zevaid, h. no: 12706)
Diğer taraftan Peygamberimiz (asm);
“Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır.” (İbn Mace, Zühd, 17),
“Hayâ imandandır.” (Buhari, İman, 16),
“Hayâ bütünüyle hayırdır.” (Müslim, İman, 61),
“Hayâ sadece hayır (iyilik) getirir.” (Buhari, Edep, 77) ve
“Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir. Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmektir.” (Tirmizi, Nikah, 1)
buyurmak suretiyle hayânın; müslümanların en belirleyici ahlaki nitelikleri ve değer ölçüleri arasında bulunması gerektiğini ifade etmiştir.
Peygamberimizin konuyla ilgili hadisleri; hayânın imanla ilişkisine dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna ve her türlü hayra vesile olduğuna vurgu yapmaktadır.
İslam alimlerinin; “Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak” tanımıyla daha geniş bir anlam kazanan hayâ duygusu, bu yönüyle sadece birey vicdanına bağlı ahlaki bir özellik olarak kalmayıp, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir ameldir.
59
İnsana irade sıfatı niçin verilmiştir ve bu sıfat nasıl kullanılmalıdır?
İrade, insan için büyük bir lütuf. Örümceğin bir ağı vardır, başka bir şey örmeyi dileyemez. İpek böceği de ağdan anlamaz. Atın işi koşmak, deveninki yük taşımak, bülbülünki ötmektir. Bunların dışına çıkmaya güç yetiremezler. Onlara bu irade verilmemiştir.
Ama, insan öyle mi? Elinden iğne de çıkıyor, füze de. Fikrinden, nice farklı, hatta birbirine zıt kitaplar fırlayabiliyor. Ve kalbi, fâniden bakiye nice sevgilere açık, dilediğini sevebiliyor. Bütün bunları irade denilen büyük bir nimet ile yahut azim bir imtihan suali ile yapıyor.
İnsan bu büyük sermayesini hakkıyla değerlendirmelidir. Söz tutmak, emir dinlemek de bir irade işidir. Karşı kutupta itaatsizlik vardır, isyan vardır. Bir öğrenci kendi iradesini hocasının emirlerini dinlemeye sarf ederse âlim olur, ârif olur. Söz dinlememeyi marifet sananlar ise, cehaletlerini artırmaktan öte bir şey yapmazlar.
Kul olduğunu bilen ve bunun şuuruna eren insan, kendi cüz’i iradesini Rabbinin küllî iradesine tâbi kılar. Yâni, O neden razı oluyorsa onu yapar; neye rızası yoksa ondan kaçar. Cenâb-ı Hak bu irade imtihanını başarabilen kullarını ebedî cennetle lütuflandıracaktır.
Göze görmeyi, kulağa işitmeyi ihsan eden Allah, iradenin hakkını da şöylece veriyor:
İnsan kendi cüz’i iradesiyle neyi diliyorsa, Allah onu yaratıyor. Bu da İlâhî iradenin bir başka tecellisidir. Şöyle ki:
Cenâb-ı Hak, irade sahibi bir mahlûk var etmeyi, o kendi iradesini hangi yönde kullanırsa, o sahada önünü açmayı, hayır olsun, şer olsun, o ne dilerse onu yaratmayı irade buyurmuştur. O hâlde, insan isyan etmekle Allah’ın iradesine rağmen bir iş yapmış olmuyor; ancak Onun rızasına zıt hareket etmiş oluyor.
Allah’ın iradesi sonsuzdur, mutlaktır. Onu sınırlayacak, kayıt altına alacak bir başka irade düşünülemez. Kulun kendisi gibi, irade sıfatı da yaratılmış. Yaratılanın ise yaratanı sınırlandırması mümkün değil..
Onun ihsan ettiği irade sıfatını Ona isyanda kullananlar için ezelî irade, bir ebedî cehennem takdir etmiştir. Geliniz o azap diyarına uğramamak için irademizi hayırda kullanalım... Böyle yaparsak cennetleri çok gerilerde bırakan rızaya kavuşuruz.
60
Kin ve nefret duygularından nasıl kurtulabiliriz?
Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.
Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır.
Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla(1) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir.(2) İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir; batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.
İnsanda bulunan kin ve nefret duygularının yok edilmesi mümkün değildir. Ancak bunları istikamette kullanmak insanın elindedir. İnsan günahlara, nefsine ve şeytana karşı kin ve nefret duymalı, bu duygularını onlar için kullanmalıdır. Ancak nefsine değil de mümin kardeşine karşı kullanırsa kendisinde bulunan bu duyguyu yanlış yerde kullanmış ve günah işlemiş olur. Halbuki nefsimize ve şeytanımıza karşı bu duyguları kullanabilsek sevap işlemiş olacaktık. Bu hasletler insan için sevap mahalli olması insanın elindedir.
İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.(3) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.
Kaynaklar:
1. Acluni, Keşfu'l-Hafa, I, 412
2. Nursi, Sözler, s.584
3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34.
61
Hayatımızda duygusallığa ne kadar yer vermeliyiz?
- Duygulu olmak, insanın yaratılışında var olan yapısının bir gereğidir. Ancak her şeyde olduğu gibi, duygusallıkta da aşırılık kötüdür.
“O vakit siz savaş meydanından hızla uzaklaşıyor, dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz. Peygamber ise peşinizden sizi çağırıp duruyordu. Bunun üzerine Allah, keder üzerine keder vererek sizi cezalandırdı. Allah’ın sizi affetmesi, ne elinizden gidene ne de başınıza gelen felâkete esef etmemeniz içindir. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Al-i İmran, 3/163)
“(Üzülmenize veya sevinmenize sebep olacak şekilde) gerek ülkenizde, gerek kendi nefislerinizde, size ulaşan hiçbir şey yoktur ki bizim onu yaratmamızdan önce bir kitapta yazılı olmasın. Bu, Allah’a göre elbette pek kolaydır. Bu da elinizden çıkan şeylerden dolayı gam yememeniz, Allah’ın size nasib ettiği nimetlerle de şımarmamanız içindir. Allah övünüp duran, kibirli, kendini beğenmiş kimseleri sevmez.” (Hadid, 57/22-23)
mealindeki ayetlerde, -sevinç olsun, üzüntü olsun- aşırı duygusallığın iyi olmadığına işaret edilmiştir.
Özellikle, her türlü üzüntü verici hadiseler karşısında, “Allah’ın rahmetinin izini, özünü görmek, onun adalet ve hikmetine itimat etmek” suretiyle kederin büyük bir kısmından kurtulmak mümkündür.
- Allah’ın takdiri dışında hiçbir şeyin olmadığına güçlü bir şekilde inanmak, bunu bir şuur halinde hazmetmek, dünyevî üzüntülerin hafiflemesine büyük katkı sağlar. Nitekim, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
“Kadere iman eden kederden kurtulur.” (Deylemî, el-Müsned 1:113; Kenzü’l-Ummâl 1:106)
Hz. Peygamber (a.s.m), herhangi bir konuda üzüldüğü zaman, “Biz bu gibi şeyleri düşünmek için yaratılmadık.” der ve hemen abdest alıp iki rekat namaz kılardı. Bu husus her mümin için denemeye değer.
Ayrıca, “Allah’ın gazabından fazla gazap göstermek yahut Allah’ın şefkatinden fazla şefkat göstermek” de asla doğru değildir. Her olayda, Allah’ın âdil gazabını veya lütufkâr şefkatini görüp ona teslim olmak, kalp ve ruhun selameti için vazgeçilmez bir yoldur.
62
Akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler birer "meleke" midir? Bunlar hangi alemlerden gelir? Ruhun emir aleminden olması ne demektir?
Cevap 1:
Meleke: Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve maharet; o şey üstünde elde edilen üstün kabiliyet ve uzmanlık demektir.
Kuvve: Eyleme ve amele müsait olduğu halde, yerinde duran kabiliyet ve yetenek demektir. Şimdiki tabirle tatbike dökülmemiş potansiyel kabiliyetler manasına geliyor.
Duygu: İnsanın manevi ve maddi duygularının genel adıdır. İnsanın mahiyetinde bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar manevi duyguları varsa, bunların ortak ve genel adıdır diyebiliriz. Kalp, ruh, vicdan, sırlar bunlara örnek olarak verilebilir.
Meleke, kabiliyetin kuvveden çıkıp keskinlik ve uzmanlık kazanmış şeklidir. Kuvve ise, kabiliyetin yatmış ve gelişmemiş ham şeklidir. Duygu ise, bu kabiliyet ve melekelerden başka insanın sahip olduğu hissiyatların genel bir ismidir.
"Meleke" tabiri, bazen gafleti hatırlatan bir şeye ülfet ve ünsiyet etme manasında değil, tam aksine gafletin zıddı olan huzuru İlahi’de sabitlenme ve sürekli Allah’ı düşünmek ve tefekkür etmekte bir alışkanlık kazanmak anlamındadır. Bu anlamde melek ve meleke kelimelerinde bir yakınlık olabilir.
Nasıl Allah’ı unutmak meleke haline geliyor ise, bunun aksi olarak Allah’ı sürekli hatırlamak ve düşünmek de meleke haline gelebilir. Peygamberlerin ve büyük zatların halleri buna güzel bir levhadır.
Allah’ı sürekli hatırlamak ancak ibadetler vasıtası ile oluyor. Kur’an’ın ısrarla ibadeti emretmesi bu sebepledir. İbadeti terk eden birisi, melekeyi menfi manada olan gaflete çevirmiş demektir. Yani gafleti kendine yol tutmuş ve sürekli isyan ve nisyan halinde demektir.
İbadet, imana hem sebep hem neticedir. Yani ibadeti yapmamızı sağlayan kuvvetli imandır; lakin imanı sağlam ve zinde tutan da ibadettir. Böyle olunca, iman ve ibadet biribirlerine hem sebep hem de netice olmuş oluyorlar. İkisi arasında kopmaz bir bağ vardır, biribirisiz olmaz.
Cevap 2:
İnsan, maddi ve manevi boyutuyla bir anahtar külçesi gibidir. Her bir aza ve duygusu, bir alemin kapısını açar ve anlaşılmasını sağlar.
Mesela; dil bir anahtardır; tatlar aleminin kapısını onunla açarız ve onunla anlarız. Diğer azalar buna kıyas edilebilir.
Aynen onun gibi, akıl ve kalbimiz de birer anahtar gibi, birer alemin kapısını açar ve mahiyetleri hakkında bize bilgi verirler. Akıl, kâinattaki ilim ve marifet kapısını bize açtığı gibi, kalbimiz de kâinattaki manevi tasarrufların mahiyetini bir şekilde görüp anlayabilecek bir potansiyele sahiptir.
Eğitim ve öğretim sayesinde akıl melekemizi geliştirip, başkasının göremediği şeyleri gördüğümüz gibi, tasavvuf tarikiyle kalbi hayatımızı canlandırıp, geliştirdikten sonra başkasının inkâr ettiği şeyleri o şahıs, kalbi inkişafı sayesinde idrak eder ve görebilir.
İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir.
Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza…
Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum.
Diğer taraftan insan, kainattaki bütün alemlerin bir mizanı, bu büyük alemin bir listesi; şu kâinatın bir haritası; şu büyük kitabın bir fezlekesidir. Kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur.
Demek ki, insan küçük alemdir. Kainat ise büyük alemdir. Büyük alem olan kainat küçültülse insan olur; insan kainat kadar büyütülse kainat olur. İnsandaki zerre ve hücreler kainattaki yıldız ve galaksiler gibidir. İnsan nasıl ceset ve ruhtan oluşuyor ise, kainat da aynı şekilde maddi ve manevi alemlerden oluşur. Kainatın maddi alemi, insandaki cesede mukabil geldiği gibi, kainatın arka cephesinde öz olarak duran gaybi ve manevi alemler de insandaki ruha benzer.
İnsanın nasıl ki, yalnızca maddi bedeninin göz, kulak, burun, dil gibi aza ve organları varsa; aynen onun gibi, ruhun da akıl, kalp, ruh, vicdan gibi hissiyat ve cihazları vardır. Bu ilişki aynı şekilde kainatta da caridir. Yani kainatın bedeni hükmünde olan maddi alemin de, semavat, dünya, gezegenler gibi kısımları ve alemleri vardır. Diğer taraftan, kainatın ruhu hükmünde olan manevi ve gaybi olarak misal, berzah, cennet ve cehennem, gibi alemleri de vardır. Bu manevi alemlerin kendine mahsus semaları da vardır. Alemler sadece bizim maddi olarak gördüklerimizle sınırlı değildir.
Hatta insanın her manevi duygusu bu alemler ile irtibat halindedir. Mesela bizdeki hayal kuvveti, misal alemine açılan bir penceredir. Hafıza, kader levhalarının bir nümunesidir. Ruhumuz ruhlar aleminin bir kapısıdır. Kalp, vacibat alemi olan Allah’ın Zatı ile tatmin olan bir ayne-i samettir.. Alemler sadece maddi alemler ile sınırlı değildir. Hatta maddi alem bu alemlerle kıyas edildiğinde, denizde, bir damla gibidir.
Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs.
Diğerlerini buna kıyas edebiliriz.
İnsan, kainata serpilen mükemmelliklerin toplandığı bir ahsen-i takvimdir. Kainatın umumunda dağınık ve belli zamanlara bölünen kemâlatın tek noktada ve tek vakitte toplanan tek merkez, insanın mahiyetidir.
Ruhun emir aleminden olması konusuna gelince:
Alemi emir, harici vücut ve kanun gibi meseleler iyi anlaşılırsa, ruh da, o derece iyi anlaşılır.
Alem-i Emir: Cenab-ı Hakk'ın irade sıfatının tecelli ettiği ve irade sıfatının hakim ve galip olduğu alemdir. Bir nevi irade sıfatının arşıdır. Bütün kainatta olacak, bitecek şeylerin emri ve komutu vardır. Yani, bir nevi şu görünen alemin arkasındaki komut alemidir, diyebiliriz.
Bunu bilgisayardaki yazılımla da örneklendirebiliriz. Mesela, programcı, yapacağı programın önce komutlar ve emirler bölümünü tamamlar, sonra işler. Ve görüntü, o komutlara göre hareket eder. Şekiller, orada belirtilen komutlar üzerine bina olur.
Aynen bunun gibi, Kainat da bir programın görünen yüzüdür. İradeden gelen alem-i emir de görünmeyen gerçek yüzüdür.
Harici vücut: Alem-i emirden gelen emir ve komutların, Allah’ın kudretiyle icra edilip, cismani ve harici bir vücudun giydirilmesidir. Burada, iradenin verdiği emir ve komutu, kudret uygulayıp icra ediyor. İşte, bu uygulama ve icra işine harici vücut denir. Daha çok, kudret sıfatına bakar ve bir nevi kudret sıfatının arşı hükmündedir.
Kanun: Alem-i emrin her bir tecelli ve cilvesinin tek tek adına kanun denir. Mesela, emir aleminde, yerin cisimleri çekme komutuna yer çekimi kanunu diyoruz.
Bunlar anlaşıldıktan sonra, "Ruh nedir?" sorusu da netlik kazanıyor.
Ruh: İrade sıfatının hakim olduğu emir aleminden gelen bir komut ve emirdir veya bir kanundur. Bu emir ve kanuna da kudret sıfatı, harici bir vücut ve ceset vererek, onu somut ve görünür hale getirmiştir. Aynı zamanda başına da şuur takarak, hem harici vücudu olan, hem de başında şuuru olan bir kanun olmuştur.
Faraza, emir aleminden olan yer çekimi kanununa Allah, kudreti ile bir ceset giydirse, inayeti ile de bir şuur verse idi, o da bir insan olurdu. Ya da insanın ceset ve şuurunu alsa, biz de bir soyut kanun oluverirdik..
İlave bilgi için tıklayınız:
Alem, Alem-i Emir, Alem-i Misal, Alem-i Gayb, Alem-i Berzah gibi alemler ne demektir?
63
Allah dostları ve evliyalar, insanlara nasıl görünür?
Veliler, Allah'ın sadık dostları, Allah'ın şerîatına bağlı olan kimselerdir. Hz. Peygamber (asm.) de evliyayı şöyle tarif etmiştir:
"Onlar görüldüğü zaman akla Allah Teâlâ gelir. Yüzleri nurludur. Onlarla beraber bulunanlar şaki olmaz."
Evliya kimseler bilinmez değillerdir; bizlerin içindedir. İlmiyle amel edip takva sahibi olan kimseler veli zatlardır.
64
İnsanda sebepsiz yere ortaya çıkan sıkıntı hâli hakkında bilgi verir misiniz?
Bunun çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan biriside kalbin tatmin edilememesi, ruh ve sair latifeler muhtaç olduğu manevi gıdaları vermemektir.
Kalbe “samed aynası” deniliyor. Samed, yâni her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan münezzeh Allah... Ve bu kalbin tatmini için yegâne reçete:
“... Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d, 13/28)
Mideye ve ona gönderilen gıdaya, görmeye ve onu temin eden ziyaya, akla ve onu tatmin eden manaya, kısacası maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan bu âciz ve fakir beşerin, o ummanlardan daha geniş kalbini, ancak bütün mahlûkatın hâlikı ve mâliki olan Allah’ı zikir, yâni o’nu yâd etme, o’nu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, o’ndan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, o’ndan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. Bunlar ise şeref ve kıymet itibarıyla kalpten çok aşağı olan şeyler. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.
Kâinatın meyvesi ve cennetin yolcusu olan insanı, bu fâni dünyanın basit işleri tatmin edemiyor.
Nur Külliyatı'ndan bir ulvî reçete:
“İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler)
Demek ki, iki dünya saadetinin birinci şartı ve her türlü manevî hastalıkların en büyük ilâcı: iman. ‘İman’ eden insan, sahipsiz, hâmisiz olmadığının şuuruna ermiştir. Bu ise başlı başına ve en büyük bir saadet. ‘tevhid’e eren insan herkesi, her şeyi ve her hâdiseyi Allah’a isnat etmenin rahatlığına kavuşmuştur.
Anne rahminde, Rabbinin rahmetine emanet olmasının ne kadar hayatî neticeler doğurduğunun şuuru içinde, bu dünya hayatında o’na ‘teslim’ olan insanın ruhunu, hiçbir hâdise yaralayamaz, hiçbir acı incitemez, hiçbir keder karartamaz.
Ve sonunda ‘tevekkül’ün ruhuna eren insan, kendisine Rabbinin bir ihsanı olan cüz-i iradesini, yine o’nun namına ve rızası dairesinde kullanarak o’na tevekkül eder ve her türlü takdirine razı olur. Saadet-i dareyn, yâni dünya ve âhiret saadeti de bu dört esasa bağlıdır.
İşte stres, huzur ve rahatı bu dairenin dışında arayanların acı âkıbetinin adıdır.
İki manzara:
Bir yanda, insanı perişan etmek için aralıksız çalışan inanç katilleri, iffet düşmanları, en kısa ifadesiyle şer odakları... Zehir pazarlayan meyhaneler, pis havalı kumarhaneler, haya düşmanı moda odakları, körpe dimağları rezalete özendiren romanlar, hikâyeler... Ve dünyanın her tarafından ekranlara hücum ederek ruhu kemiren müstehcen sahneler. Ümitsizlik aşılamakla kalbi perişan eden acı haberler. Bitmek bilmeyen boğuşmalar. Cinayetler, trafik kazaları... Siyaset sahnesinden hiç eksik olmayan iftira çamurları, karalamalar, yalanlar, gıybetler.
Beride, hürmet-muhabbet münasebetini yitirmiş virane aileler. Görenek belâsı, desinler tutkusu yahut demesinler korkusu yüzünden, israf ile kabaran masraf rakamları. Uyku kaçıran taksitler...
Dünyanın, çoğu zaman insanların eliyle icra edilen ve insanı insana âdetâ belâ eden bu kadar maddî ve manevî sıkıntısı karşısında âciz, fakir ve fâni insan...
Ve “Dünyada rahat yoktur.” hadîs-i şerifini sürekli tefsir eden hastalık, ihtiyarlık ve ölüm...
Bu tablo, kalbin dünya ile tatmin olamayacağının en berrak bir göstergesi ve insanın nazarını bir başka diyara çeviren bir hidayet öncüsü.
Gerçekten de dünyada rahat yoktur. Zira şu imtihan âleminin yapısı buna müsait değildir. İmtihanda rahat olmaz. İnsan bu kâinatın meyvesi olduğundan, elementlerin insan bedeninde, hâdiselerin de onun ruh âleminde misalleri, izleri, gölgeleri vardır.
Âlemde olduğu gibi insanın iç dünyasında da, sürekli bir bahar gözleyemezsiniz. Onun da kışı, yazı, sonbaharı vardır.
Havası daima sakin değildir. Şimşeği, fırtınası, kasırgası vardır. Onu da hep aydınlık göremezsiniz. Karanlığı, gölgesi, bulutu vardır. Onda da mahsuller bir cinsten değil. Çiçeği, meyvesi, dikeni vardır. Sahası da engebesiz değildir. Dağı, uçurumu, deresi vardır.
Bunun böyle olduğunu kalbimize iyice sindirdiğimiz takdirde, hâdiselere bakış açımız değişecek, yersiz kederlerden, heyecanlardan, karamsarlıklardan büyük ölçüde kurtulmuş olacağız.
Ve bütün bunlar dünyada rahat olmadığının birer şahidi. Şu var ki, rahatla saadeti karıştırmamak gerek. Dünyada rahat yoktur, ama huzur ve saadet vardır. Bu mefhumlar, bedene değil ruha bakarlar. Ruh ise iman, salih amel, takva ve güzel ahlâk ile huzur bulur ve mesut olur.
65
Bize karşı işlenen hataları affedici olmaya nefsimizi yanaştıramıyoruz. Bu konuda nefsimizi nasıl ikna edebiliriz?
İslâmiyet’in en güzel meziyetlerinden birisi de aftır. Allah, bu güzel vasfı birçok ayet-i kerimede methetmekte ve insanları affa özendirmektedir. Bunlardan ikisinin mealleri şöyledir:
“Sen bağışlama yolunu tut. İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf, 7/190)
“(Onlar)(Muttakiler, Allah’tan korkanlar)kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler.” (Âl-i İmran, 3/134)
Aftan alınan zevk ve neşe, intikamdan alınan lezzetten kat kat fazladır. Affetmek, affedene daima huzur ve rahatlık verir. Affın kemal derecesi Allah’a mahsustur. Cenab-ı Hak affı da affedeni de sever.
Affın en güzel misallerini Peygamber Efendimizin hayatında görüyoruz. Şöyle ki:
Kureyş kabilesinin reisleri Peygamberimize suikast hazırlamışlardı. Bunu gerçekleştiremeyince Peygamberimizi zorla Mekke’den çıkardılar. Daha sonra Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle Efendimiz Mekke’yi fethetti. Peygamber Efendimizi hicrete mecbur edenler, Kabe-i Şerifin etrafına toplanmış, nasıl öldürüleceklerini konuşurlarken, Efendimiz Kabe-i Şerifin kapısına gelerek, “kendisinden ne beklediklerini” sordu. Onlar Peygamberimiz'den af beklediklerini söyleyince de umumi af ilan etti.
Müslümanın alametlerinden birisi de yumuşak huylu olmaktır. Cenab-ı Hakk halim kullarını sever.
“Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et.”(Âl-i İmran, 3/159)
Affın en ileri derecesi, fenalığa karşı iyilikle mukabele etmektir.
“Sen, (kötülüğü) iyiliğin en güzeliyle önle, o zaman, aranızda düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”(Fussilet, 41/34)
66
Çevremizde, az da olsa, "görmediğime inanman" diyen kişilerle karşılaşıyoruz. Bunlara bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek için neler söylemeliyiz?
Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan, görme duyusu ile sadece madde alemini görür. Diliyle tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yerçekimi, ışınlar alemi, radyoaktif dalgalar ve nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte, bu gerçeklerin varlığı şüphe götürmez.
İşte bu prensibi göz ardı eden bir kısım insanlar, "görmediğime inanmam" diyerek bütün varlık âlemini, sadece gözleriyle gördükleri maddi eşyadan ibaret sanarak, büyük bir hataya düşerler. Hâlbuki bir şeyin gözle görünmemesi onun yokluğuna delil olamaz. Zira bu âlemde, gördüklerimize oranla göremediklerimiz çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen varlıklar, görünenden kat kat fazladır.
“Görmediğim şeye inanmam.” sözünün altında, aklın görevini göze yükleme yanılgısı yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin görevi diğerinden beklenmez. Mesela, göz, kulağın; burun, dilin görevini yapamaz. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına ne bülbülün sesine ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların görevlerini yerine getiremezken, elbette aklın fonksiyonunu da icra edemez.
Malumdur ki; herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. “Görmediğime inanmam.” diyen bir insan, bu eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer. Aynen bu örnekte olduğu gibi, sonsuz bir kuvvet, ilim ve sanat ürünü olan bu muhteşem kainatı seyrettiği hâlde, onun sanatkârını kabul etmeyen insan, ilim ve akıldan uzaklaşmış olur.
Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah’ın varlığını güneş gibi gösteren, yaratma, rızk verme, hayat verme gibi sınırsız olayları nasıl açıklayacaktır?
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.”
67
Her şeyden korkan bir insana ne tavsiye edersiniz? Namaz kılarken bile korkuyorum. Namaz kılan oruç tutan bir insanın mutsuz olmasını neye baglıyorsunuz?
Korku ve nazar gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."
Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)
Ayrıca korkudan emin olmak için Ayet-el Kürsi, Felak ve Nas surelerinin okunması tavsiye edilmiştir.
68
Korktuğum başıma geldi, demek doğru mudur?
İnsanda "hiss-i kable’l-vuku" denilen önseziler vardır. Buna "altıncı his" de denilir. Bu açıdan bazı şeyler olmaya yakın iken bu his / duygu tarafından -Allah’ın izniyle- fark edilebilir.
Ancak bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü bazen bir uyarı veya bir müjde mahiyetinde gelen bu tür hisler, bazen şeytan tarafından da manipüle edilebilir. Yani şeytanın telkiniyle insanda var olan kuvve-i vahime / evham üretme mekanizması tarafından aslı-astarı olmayan şeyler hakkında da bazı korkular oluşabilir. Bazı vehimler takıntı haline gelebilir ve insana hayatı zehir hale getirebilir.
Bu sebepledir ki, İslam’da bir şeyi uğur saymaya izin verildiği hâlde, bir şeyi uğursuz saymaya izin verilmemiştir. Çünkü uğur saymak hayata mutluluk katar. Uğursuzluk duygusu ise hayatı zehir eder.
Özetlersek; güzel düşünen, her şeyi güzel görür ve hayatından lezzet alır. Kötü düşünen, ruhuna kötülükler içirir ve hayatına zehir katar. Şunu unutmayalım ki, feleğin çarkı bizim vehimlerimize göre değil, Allah’ın hikmetine göre dönmektedir.
69
Eşcinsellik duygularının insanda bulunması onu sorumlu kılar mı?
Bu dünya imtihan meydanıdır; herkesin bir imtihanı vardır. Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Kimi insanlar cinsellikle, kimileri kumar içki gibi hususlarda imtihanı şiddetli olabilir. Bu durumda hiç mücadele etmeden teslim olmak doğru değildir.
Zaaf sahibi olmak teslim olmayı gerektirmez. İnsan cinsellikle ilgili kapıldığı duygulardan dolayı mesul olmaz. Ancak bunları fiiliyata dönüştürürse mesul olur. Kısa dünya hayatında günaha karşı sabırla mükellef olan insan, zaaflarına sabretmeli ve sonsuz bir hayatta sıkıntısız bir hayatı kazanmak için çalışmalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir?
70
Peygamber Efendimizin altıncı hisle ilgili hadisi var mıdır?
Hadislerde doğrudan “altıncı his” tabiri kullanılmamakla beraber, kullanılan feraset kelimesi bunu ifade edebilir.
Sözgelimi, “Müminin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar, görür.” (Mecmauz-zevaid, 10/268) mealindeki hadiste yer alan feraset/firaset sözcüğü bir manada altıncı hissi ifade etmektedir.
Diğer bir rivayette, Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, insanları tevessümle / ferasetle tanırlar.” (bk. a.g.y).
Tevessüm: Bazı ip uçları kullanılarak bir sonuca varmak anlamına gelir ki, alimler bunu da feraset (altıncı his) olarak değerlendirmişlerdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Önsezi, Hissi Kablel Vukuu.
71
İnsana zaman zaman arız olan "kabz ve bast hâlleri" neyi ifade ederler?
Kabz ve bast, insan kalbinin daralması ve ferahlamasını ifade eder. Maddî kalbin çalışması büzülme, genişleme şeklinde olduğu gibi, manevî kalbin çalışması da kabz ve bast iledir.
Kabz ve bast hâlleri, gece-gündüzün birbirini kovalaması gibidir.(1) Bazen olur bir sıkıntı insanı kaplar. Bazen de bir şevk onu kuşatır. Bunlar,
“... Allah kabzede ve basteder...”(Bakara, 2/245)
ayetinin tezahürlerindendir.
Kabz hâli, insanı Allah’a iltica ettirir. Bast hâli ise, insanı şükre sevk eder. Bu ikisi, aynı zamanda insanın “beyne’l-havf ver-reca” (korku-ümit arası) dengede kalması içindir.
İnsan kalbi, son derece hassastır. “Kalb” kelimesi, çevirmek anlamındadır. Çokça çevrildiği için kalbimize de aynı isim verilmiştir.(2) İnsanın kalbi, “ağaç dalından sarkıtılmış ince bir ipin ucundaki tüy gibi”(3) her yönden gelen rüzgârlara açıktır.
Kaynaklar:
1. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, 186.
2. Rağıp İsfehanî, Müfredât fi Garaibil’l- Kur’an, s. 620.
3. İbnu Mace, Mukaddeme, 10.
72
Kalple ihanet olur mu?
Evli bir kimsenin kalben dahi başka birisine meyletmesi doğru değildir. Bunu iradeli olarak yapmamalıdır. Ancak eskiden içinde kalmış bir duygu olabilir. Bu duygudan dolayı mesul olmaz. Fakat bu duyguyu körükleyecek şekilde hareket etmek doğru değildir. Unutmaya çalışması gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir?
73
Ya Rab! Gizli şehvetten sana sığınırım, hadisinde geçen "gizli şehvet" nedir?
- Bu hadisin tamamı şöyledir:
“Ümmetim için en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ben bununla, onların güneşe, aya, puta tapacaklarını kastetmiyorum. Korktuğum şey, Allah’tan başkası için yapılan (Allah’ın rızasını gözetmeyen) ameller ve gizli şehvettir." (İbn Mace, Zühd, 21)
Bazı rivayetlerde şu ilave de vardır: “Şehvet nedir?” diye sorduklarında ise, şöyle cevap verdi:
“Kul oruçlu olarak sabahlar; sonra şehvetlerinden biri karşısına çıkar; o da o şehvetine uyarak orucunu bozar.” (Hâkim, el-Müstedrek, 4/366)
Hakim’in sahih dediği bu hadis hakkında Zehebi: senette yer alan bir ravinin “metruk’u-l hadis” olduğunu söyleyerek rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (Zehebi, Telhis-Müstedrekle birlikte-, a.y.)
Benzer bir rivayete yer veren Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde verilen bilgiye göre, Ubade b. Samit ile Ebu’d-Derda’nin “şehvet-i hafiye-gizli şehvet” hakkındaki değerlendirmeleri, “bunun kadın ve benzeri dünyevi istek ve arzular olduğu” şeklindedir. (bk. Müsned-muessesetu’r-risale, 1421/2001, 28/363)
Suyutî’ye göre, merfu olarak yer alan bazı rivayetlerde verilen “Oruçlu kimse”nin misali olduğuna göre, bundan başka bir yoruma geçmek doğru değildir." (İbn Mace, -Fuad Abdulbaki’nin taliki-, a.y.)
Bununla beraber, denilebilir ki, sahabenin yaptığı değerlendirmenin, doğrudan Hz. Peygambere (asm) atfedilen değerlendirmeye aykırı bir tarafı yoktur. Orada bir örnek olarak “oruçlu bir kimsenin arzusuna uyup orucunu bozması”ndan söz edilir ki, bu da dünyevi bir şehvettir, bir arzudur.
Bu gizli şehvet, bir riyakârlık da olabilir. Kişi namazı kılarken, birden orada bulunanlara karşı, “gizli bir gösteriş” duygusu meydana gelir, adam da buna uyar ve en az namazın sevabını kaçırır.
- Bu hadisin,
“Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min, 40/19)
mealindeki ayetle de pekala bir ilgi kurulabilir. Çünkü hadiste gayrimeşru olan ve kişinin içinden beliriveren “gizli bir arzudan” söz edilmektedir. Bu ayette ise, iki gayrimeşru davranışa dikkat çekilmiş ve onların Allah’tan gizlenmesinin mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
Bunlardan birincisi: İnsanın yüzünde açıktan görülen bir organ olan gözlerin, gizli bakışlar organize etmeleri ve çaktırmadan harama nazar etmeleridir. Ayette, bu gizli bakışların, Allah’tan gizlenemeyeceğine dair gerçeğe vurgu yapılmıştır. Burada gözlerin sahibine vurgu yapılması, haram bakışların kişinin iradesine bağlı olarak ortaya çıkması durumunda kötü olduğuna bir işaret sayılmalıdır. Bu da hadiste yer alan “kişinin iradesi dışında bir anda oluşan ilk bakışın vebali olmadığına” dair hakikate uygundur.
İkincisi: Kalplerin gizlediği şeydir. Bu vurgu, insanların -iradelerine bağlı olarak bilerek taşıdıkları- niyetlerinden de sorumlu olduğunu göstermektedir. Bu değerlendirme, Bakara suresinin 284. ayetinde yer alan,
“...Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker...”
mealindeki ifadeyle de örtüşmektedir.
74
İnsan hürriyetini sınırlandırmak, insana bir sıkıntı ve azap değil midir?
Bir balık, deniz içinde dilediği yöne gidebilir. Ama onun bu hürriyeti, deniz ile sınırlıdır. Ondan dışarı çıkması yasaklanmıştır. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir. Bu hürriyet kısıtlaması onun zararına değil faydasınadır.
İnsanın denizi de “helâl dairesi”dir.
“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler)
İnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem tarlasıdır.
Buna göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz:
“Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”
Kul, hür olmaz. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelim:
İnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? Hayır.
Öte yandan, aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine Hayır.
Demek ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri var.
Bu organların ve duyguların önüne iki saha açılmış: Helâl ve haram meydanları. Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi doldurabiliyor.
Bu sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki: “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!..”
İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış değerlendiriliyor.
İnsanoğlu, babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği hâlde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlikına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..
Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya şöyle parmak basıyor:
“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (Hutbe-i Şamiye)
Hür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder. Bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler: İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır...
75
Namaz kılarken gözlerimin yaşarması, kalbimin hüzünlenmesi, kalbimin yumuşaması için neler yapmalıyım?
Önce şunu belirtelim ki, gözyaşları dökmek kişiden kişiye değişir. Bazıları daha duygusaldır, az bir tesirle ağlayabilir.
Bu sebeple, önemli olan gözyaşı değil, kalbin hüznüdür, kalbin ağlamasıdır. Onun için, namazda -elimizde olmayan- gözyaşları döküp ağlamaya kendimizi zorlayacağımıza, Allah’ın huzurunda olduğumuzu, bizi yoktan var eden Rabbimize kulluk etmekte, divan durmakta olduğumuzu düşünmemiz ve bu uyanık şuurla ibadetimizi yapmaya çalışmamız, çok daha ihlaslı ve samimi olur.
Kalbin müteessir olup olmaması, kendi tercihine göredir. Kalbin tercihi ise, gördüğü hüzünlü manzaralara göre kendini gösterir. Eğer kalp, sevdiği, hoş gördüğü bir manzarayla karşılaşırsa, -sahibin iradesine bağlı kalmaksızın- kendi tercihini sevinç yönünde kullanır. Şayet karşılaştığı manzarayı hüzünlü, sıkıntılı görürse, -yine otomatikman- kendi tercihini üzüntü ve sıkıntı yönünde kullanır. Şuurumuz ersin ermesin, bu kural her zaman geçerlidir.
O hâlde, eğer kalbimizin üzülmesini istiyorsak, onu üzüntülü manzaralarla, tasavvurlarla karşılaştırmamız gerekir.
Bu konuda bize düşen, namaza başlamadan birkaç dakika önce de olsa kusurlarımızı, günahlarımızı, bize bin bir nimetini lütfeden Rabbimize karşı yaptığımız saygısızlıklarımızı hatırlamaya çalışmaktır.
Tabii ki, Allah’a karşı saygısızlığın ne anlama geldiğini kavramak için de öncelikle Allah’ı çok iyi tanımak lazımdır.
“Hikmetin başı Allah korkusudur.” (El-Münâvî, Feyzü’l-Kadir, III, 574)
manasındaki hikmet düsturu bu konuda çok şey anlatıyor.
“...Allah’tan gereği gibi korkanlar ancak alimlerdir...” (Fatır, 35/28)
mealindeki ayetten de Allah’ı tanımanın ne büyük bir ilim hazinesi olduğunu anlamak mümkündür.
Önemli bir nokta da şudur ki; hadiste “Allah korkusundan gözyaşı döken...” (Kenzu’l-ummal, h. no: 5874) kimseleri öven hadiste vurgulanan husus, gözyaşından önce Allah korkusudur. gözyaşı Allah korkusunun bir alameti olduğu cihetle önem taşır. Yoksa, Allah korkusu olmadan ağlayan bir gözün hiçbir değeri yoktur. Allah’a karşı saygı, korku hissetmeden, azameti karşısında mehabet ve haşyet duymadan, marifetullahtan kaynaklanan bir zillet, bir tevazu, bir ürperti refleksinin kıvamına ermeden, zoraki bir ağlayışın ne kıymet-i harbiyesi var ki!..
Allah korkusu, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmekle kendini gösterir. Buna riayet edenlerde Allah’a karşı mutlaka bir saygı, sevgi, korku ve kalbin gözyaşları söz konusudur.
Her bir günah kalpte bir leke oluşturur. Her bir leke, kalbin Allah’a karşı göstermesi gereken duygulardan bazılarının irtibat pencerelerini kapatır. Bu pencerelerin kapanması ile saygı, sevgi, haya, korku, mehabet, haşyet gibi duygular köreltilmiş olur.
Bu sebeple, kalbin ve gözün ağlaması için, her şeyden önce, sözlü, fiilî, hayalî her türlü gayrimeşru tasavvurlardan ve haramdan kaçınmak gerekir.
76
Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır? Değilse hangi fiillerinden sorumludur?
Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusudur. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.
Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah’tandır. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak, Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hakk'tır. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.
Aklını doğru çalıştıran bir insan, bu kâinattaki her sistemin ve insan bedenindeki her organın en güzel ve en faydalı şekilde tanzim edildiğini düşünmekle şu sonuca varıyor: O hâlde, ben görme, işitme sıfatlarım gibi, irade sıfatımı da bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın razı olduğu biçimde kullanmalıyım. Ancak böylece, o sıfatın hakkını vermiş ve ondan en iyi şekilde faydalanmış olurum.
İradelerini, yine kendi iradeleriyle Allah’ın küllî iradesine tabi kılanlar, sonsuz saadet menzili olan cennete gidiyorlar. Bu büyük sermayeyi nefisleri hesabına kullananlar ise, ebedî azap menziline doğru yol alıyorlar.
Bu noktada, şöyle bir soru hatıra gelebilir:
- Biz İlâhî iradeyi nasıl bileceğiz ki, hareketlerimizi, davranışlarımızı ona uygun kılalım?
Allah’ın razı olduğu işler ve hâller, peygamberler ve kitaplarla insanoğluna bildirilmiş. Ama, bu hususta bir zorlama da getirilmemiş. Yani, insan bu dünyaya kendi iradesi dışında getirildiği hâlde, ebedî yolculuğunda cennet ve cehennem şıklarından dilediğini tercih etmekte serbest bırakılmış.
İşte insan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak ilâhî iradesiyle çizmiş:
“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “günahlardan sakınılacak” “istikametten sapılmayacak”...
Ama, insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Dinde zorlama yoktur.” buyurulması ilâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir. O hâlde, insan kendi iradesini istikamet yolunda ve helâl dairesinde kullanırsa, kazanacaktır. Aksi hâlde zararı çok büyük olur.
77
İnsanlara çok öfkeleniyorum; öfkemi yenmek için ne tavsiye edersiniz?
Peygamberimiz (asm) "en büyük pehlivanın öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsenin" olduğunu söyler. Bizim en büyük düşmanımız ise nefsimidir.
Öfkeyi yenmek için:
1. Nefsin ve şeytanın dediğini yapmamak.
2. Öfkelendiği zaman susmak.
3. Öfkelendiği zaman abdest almak.
4. Öfkelendiği zaman yer değiştirmek.
5. Dini ve imani konuları okuyarak nefsini ikna etmek.
6. Dua, tesbih, ibadet, namaz, oruç gibi ibadetlere dikkat edip devam etmek.
7. Haksız yere birine zarar verince, zararı telafi edip özür dilemek.
8. Ölümü çok düşünmek.
9. Bize verilen güzelliklerin Allah'ın emaneti olduğunu bilerek ona göre hareket etmek
10. Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur." denilmiştir.
Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/134)
Peygamberimize (asm) gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (asm); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır. (Riyazü's-Salihîn, I, 80).
Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: 'Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm', sözüdür." (Müslim, Birr ve Sıla, 109).
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir." (Müslim, Birr ve Sıla, 107).
Peygamber Efendimiz (asm) bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar." (Riyazü's-Salihîn, I, 80).
Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.
Peygamber Efendimiz (asm), Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz (asm) öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Huy değiştirmek mümkün müdür? ...
78
Dünyanın geçici zevklerine aşk ile bağlanan bir kimse, sonuçta ne gibi durumlarla karşı karşıya kalır?
Bu soruya cevaplamadan, varlık âleminin yaratılış amacını iyi belirlemek gerekir. Allah bu dünyayı isim ve sıfatlarının yansıma alanı olarak yaratmış; sanatını, maharetini, hakimiyetini kâinatla ortaya koymuştur. Dünyayı insanın sonsuz hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerinin gelişmesi için bir imtihan salonu, Allah’ın eşsiz sanat harikalarını seyretmek için, sergi ve fuar konumunda yaratmıştır.
Dünyanın mahiyetini bu şekilde bilmeyen ya da kabul etmeyen insanlar, onun fani ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Bu dünyadan sonraki ebedî hayat için kendisine verilen akıl ve kalplerini, onun geçici zevklerine sarf ederler. Kendilerine verilen maddî ve manevî nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiğini düşünürler. Allah rızası yerine insanların takdir ve alkışlarına itibar ederler. Ahiret âlemine ait makam ve mertebeler yerine dünyaya ait makamları arar, onları isterler. Dünyaya sadece zevk alınacak bir yer itibarıyla baktıkları için, kısa bir zaman sonra doğru düşünme ve sağlıklı karar verebilme yeteneklerini kaybederler. Zamanla bu yaşayış tarzlarını hayat felsefesi hâline getirirler. Dine ait konulara karşı önce kayıtsız kalır, sonra; cephe alırlar. Sonuçta ilâhî gerçeklere karşı idrakleri kısırlaşır, değerlendirmeleri basitleşir, imkânsızlığı çok az bir dikkatle anlaşılabilecek bir konuyu yahut dış kaynaklı bir hurafeyi değerlendirmekten aciz kalırlar. Gerçeği olmayan aldatmacalara çabuk aldanırlar.
79
Vesvese ve kalbin kabz - bast hâlleri hakkında bilgi verir misiniz? Benim kafama olmadık şeylerden şüphe giriyor...
Sorunuz iki, yönlüdür.
Birincisi: Vesveseyle ilgilidir.
Vesvesenin birinci şekli (birinci yara):
"Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hâtıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe 'Eyvah!' dedirtir. Ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister."
"Şetim": Kaba söz, kötü düşünce, edebe aykırı hâl, kalbi sıkan düşünceler, insanın kalbine yerleşmiş gibi sanılan imana aykırı hayali sözler, özellikle namaz kılarken aklın ve kalbin kabul etmediği çirkin hatıralar...
Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.
- Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır?
Cevabı Kur'ân'dan alalım:
"Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır."(1)
"Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir."(2)
"Kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur."(3)
"İmanlarına iman katmak için müminlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur."(4)
"Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti."(5)
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer."(6)
Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaçından kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz:
1. Allah kalbe yakındır.
2. Allah kalbe hidayet verir.
3. Kalb Allah'ın zikriyle huzura kavuşur.
4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir.
5. Allah imanı kalblere benimsetir.
Evet, kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mümindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mümini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,
"Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur."(Buhârî, İmân, 39; Müslim,Musâkât, 107)
Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda "Eyvah!" diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.
Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanım sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete dalar.
Evet, artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini arar.
- Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?
Ve tedavi yolu:
Birinci tedavi: Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.
Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi, onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı bir şeyi düşünmesi de edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes'ul durumda kalsın.
İkinci tedavi: Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre, şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden geliyor.
Lemme-i şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedir:
Hadisi Abdullah bin Mes'ud rivayet etmektedir. Resul-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:
"Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın."
Daha sonra Resulullah (a.s.m.) şu âyeti (meali) okudu:
'Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor..."(7)
Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından "şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi" olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de "ilham" olarak izah edilmektedir.
Lemme, şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır. Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, isyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka çağırır.
İşte insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından gelmektedir.
Aynı kalbde şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması gibidir.
Bunun için melek ilhamı ile şeytan vesveseninin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.
- Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür?
İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.
- Bundan kurtulmak için ne yapmalı?
Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalıdır.
İkincisi: Kalbin bast ve kabz halleri...
Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır:
“Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle âdeta mümin kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.
Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hâli bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete hâlel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mümin ye’se düşmemelidir. Çünki İstiklal Şairimizin de ifade ettiği gibi,
"Ye’is mani-i her kêmaldir.” / "Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır."
Bu haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı hâline Cenab-ı Hakk'ın Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hâli de Cenab-ı Hakk'ın Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.
Dipnotlar:
1. Enfal, 8/24.
2. Teğâbün, 64/11.
3. Ra'd, 13/28.
4. Fetih, 48/4.
5. Hucurât. 49/7.
6. Enfal, 8/2.
7. Tirmizî, Tefsîrü'l-Kurân, Hadis no: 2988.
80
Dini hükümlerde, aklın fonksiyonu nedir?
Akıl, insanın fizik âleminde yapacağı incelemeler, araştırmalar için önemli bir âlettir.
Ama Allah’ın isim ve sıfatları, insanın yaratılış gayesi, İlâhî emir ve yasaklar, hangi ibadetin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, melekler, cinler, kabir ve ahiret âlemleri gibi konularda akla düşen vazife nakle tâbi olmaktır.
81
Korku insanı ürküten bir kelime. Buna göre Allah korkusunu nasıl anlamalıyız?
İşlenen suçların ve günahların çoğunu, bunları yapan kişilerde Allah korkusunun bulunmayışına bağlarız. “Bu kimseler Allah’tan korkup Onun azabından çekinselerdi, bu işleri yapmazlardı.” deriz.
- Acaba Allah korkusu nasıl olmalıdır?
- Yalnızca dehşet ve korku üzerine kurulmuş bir disiplini, İslâmın hoşgörü muhtevası ve Cenab-ı Hakk'ın sonsuz rahmetiyle nasıl bağdaştırabiliriz?
Kur’ân-ı Kerim’de mü’minler şöyle anlatılır:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer. Kendilerine Onun âyetleri okunduğunda imanları artar ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.”1
Bu âyetten anlaşıldığı gibi, iman nurunun artmasıyla Allah korkusunun kalbde yerleşmesi arasında çok yakın bir ilgi ve irtibat vardır.
- Allah’ın âyetleri okundukça imanın ziyadeleşmesi ne demektir?
Bu hususu merhum Elmalılı şöyle izah eder:
“İlim ve amel cihetinden gelen deliller arttıkça tahkikî iman inkişaf eder. Yakîn ve iman ziyadeleşir.”2
Tahkikî imanın da mertebeleri vardır. Bunlardan ilmelyakîn mertebesi, delillere dayanarak şüphelere karşı koyar. Taklidî, yani anne ve babadan devralınan ve derin bir araştırmaya dayanmayan bir iman bazan tek bir şüphe karşısında bile mağlûp olabilirken, delillere dayanarak elde edilen bir iman sayısız şüphe karşısında dahi sarsılmaz.
Tahkikî imanın ikinci bir mertebesi aynelyakîndir ki, onun da kendi içinde mertebeleri mevcuttur. Allah’ın kâinatta tecellî eden güzel isimleri ve bu isimlerin mertebeleri kadar mertebesi vardır. Mü’min o tecellîleri görüp okuyabilme kabiliyeti nisbetinde sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olur. Bu safhanın en yüksek mertebelerinde artık kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye gelmiştir. Yani, meselâ bir çiçek üzerinde Cenab-ı Hakk'ın Halık, Musavvir, Müzeyyin, Mülevvin, Cemil, Rahim gibi isimlerini okur. Onu yaratan, sûret veren, süsleyen, renklendiren, güzelleştiren ve şefkat ve merhamet gösteren bir yaratıcısının isimlerinin tecellilerini seyreder.
Üçüncü mertebe de hakkalyakîn olarak isimlendirilir. Bu dereceye ulaşan bir kimse artık varlık âlemlerini saran perdeleri geçmiş ve şüphelerin ordular halinde hücumu karşısında dahi sarsılmayacak bir imana erişmiştir.3
Peygamberlerin ve maneviyat rehberlerinin imanı bu derinliğe sahiptir. Miraç'da Cenab-ı Hakk'ın cemâl ve kelâmına muhatap olan Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) ve onun izinden giderek yerde iken Arş-ı Âlâyı temâşâ edebilecek kadar ruhen terakkî eden Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin kuvvetli imanları bu mertebeye misal olarak verilebilir.
Bu umman misali imana ancak ilim yoluyla ulaşılabilir. Tabiî ki, bu ilmin, insanı imana götüren bir ilim olması şarttır. İşte her an ilimle bu iman mertebelerinde yükselenlerin, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda imişçesine duydukları haşyet ve ürpertiyi tarif etmek mümkün müdür?
“Allah’tan ancak ilim sahipleri korkar.”4
meâlindeki âyet-i kerimede bu hakikat ifade edilmektedir. Bu hürmet ve haşyet, her mü’minde imanın derecesine göre tecellî eder.
Çünkü insan ilim vasıtasıyla Rabbini tanıdıkça Ona olan sevgisi ve saygısı artmaktadır. Zira bütün kemâl mertebelerinin üzerindeki sonsuz bir kemâl, elbette ki sonsuz bir hürmete lâyıktır. Üstün vakarıyla ve eşsiz şahsiyetiyle erişilmez bir mertebeye sahip bir maneviyat büyüğünün huzurunda nasıl içimizi sevinçle karışık bir ürperti kaplıyorsa, onun sayısız defa üstünde bir kemâlin sahibi olan Cenab-ı Hak katında nasıl bir ruh hali içine gireceğimizi düşünelim.
Allah sonsuz rahmet ve şefkat sahibi olduğu gibi, sonsuz derecede gayret ve izzet sahibidir aynı zamanda. Pekçok Kur’ân âyetinde tekrarlandığı üzere, Allah hem Rahîm’dir, hem Azîz’dir. Rahîm isminin gereği olarak bütün varlık âlemini sonsuz şefkat ve rahmetiyle kucaklarken, Azîz ismiyle de kanunlarına isyan edenleri ve bu isyanlarıyla izzetine dokunanları cezalandırmaktadır.
Bu itibarla, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda olan bir kul, bir taraftan o sonsuz rahmetin câzibesiyle kendisinden geçmiş, diğer taraftan da gazabının dehşeti karşısında kalbi titrer bir vaziyettedir. Böyle bir insanın Allah’ın emirlerine isyan edip yasaklarını çiğnemesi mümkün müdür?
Bu korku da, tıpkı sevgi gibi, insanı Allah’a götürür. Bediüzzaman’ın izah ettiği gibi,
“Halik-ı Zülce-lâlinden havf etmek (korkmak), Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır (parıltısıdır). Demek, havfullahta (Allah korkusunda) bir azîm lezzet vardır.”5
Şu halde, korkunun veriliş maksadı da insanı Allah’a götürmektir. Bu bakımdan, bu duygumuzu başka yerlerde kullanıp asıl maksadından uzaklaştırırsak, büyük zararlara uğrarız. Nasıl sevgimizi yanlış yerlerde kullandığımızda, sevdiklerimizden karşılık görmemek; aksine onlar tarafından tahkir edilmek ve kalbimizdeki onca sevgiye rağmen onlardan ayrılmak gibi acılarla o sevgi bizi ıztıraplar içinde boğan bir duygu haline gelir. Aynı şekilde, korku duygusunun yanlış yerde kullanılması da, insanın hayatını zindana çevirir. Çünkü korkulmaya değmediği halde korktuğumuz varlıklar bize gayet sıkıntılı bir zillet yaşatmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Ne yardımcı olabilirler, ne de korkumuzu teskin edebilirler. Aksine, duygusuz bir merhametsizlikle sırtlarını çevirerek veya hücumlarını şiddetlendirerek bizleri perişan ederler.
Korku hissinin iman ve tevekkülle olan alâkası Sözler’de şöyle anlatılır:
“Tam münevverü’l-kalb bir âbidi (kalbi nurlanmış bir mü’mini) küre-i arz (dünya) bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi (Allah’ın kudret tecel-lîlerini) lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen (aklını ilim ve düşünce ile aydınlattığı iddia edilen) kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)”6
Kaynaklar:
1. Enfal Sûresi, 2.
2. Hak Dini Kur'an Dili, 3:2367
3. Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası, 1:102-3.
4. Fatır Sûresi, 28
5. Sözler, s. 331
6. age.
82
Aşırı korku, beyne ve bedene zararlı olduğuna göre, Allah’tan çok korkmak da bedene ve beyne zarar vermiyor mu?
Aşırı olmamak şartıyla korku, üzüntü, sıkıntı gibi hâller, hem hayatın tadına katkı sağlar hem de biyolojik kalbin daha sağlam çalışmasına yardımcı olur. Uzmanlar, sürekli neşeyle dolu bir kalbin tekleme, sekteye uğrama, kriz geçirme riskinin, üzüntüler, sıkıntılarla provalar geçirmiş kalbin riskinden çok daha fazla olduğunu söylüyorlar.
Allah korkusu, diğer korkulara benzemez. Allah’tan korkan kimsenin şuur altında aldığı lezzet ve zevk söz konusudur. Çünkü, korkular zararları doğuracağı için meydana gelir. Korkuların kaynağı beklenilen zararlardır. Halbuki, Allah korkusu, bizzat zararları defeden bir unsurdur. Çünkü, Allah’tan korkan mümindir. Mümin iman şuuruyla bilir ki, kendisinde var olan Allah korkusu, kendisini ahiretteki korkulardan kurtaracak, zararları defedecek bir potansiyele sahiptir.
Bu iman şuuru mümindeki Allah korkusunu Allah sevgisine dönüştürür ve tarif edilmez lezzetler verir. Çünkü, bu korkuda, Allah’ın rızası var, hoşnutluğu var, affı var, mükâfatı vardır. Bir korkan bin sevinir demektir. Cennet anahtarı olan bir korkuyu kim sevmez ki!..
Esasen, her mümin “Allah’ın cemaline muhabbet eder, celalinden de havf eder.”
Allah’ın kudreti, azameti, izzeti, Kahhar ve Cebbar gibi celal ifade eden isimleri düşünüldüğünde kalpte bir korku hasıl olur. Bu korku kalbin bir vazifesi, dolayısıyla bir ibadetidir. Aynı şekilde, insan Allah’ın rahmetini, keremini, affını, Rahman, Rahim, Kerîm, Ğaffar, Rezzak gibi cemalî isimlerini düşündüğünde kalbinde bir muhabbet duygusu hasıl olur. Bu cemalleri sevmek de kalbin bir görevi ve bir ibadetidir. Allah’ı sevmek de O’ndan korkmak da mahlukata beslenen sevgi yahut korkuya benzemez. Bunların birer ölçüsü vardır.
Muhabbetin ölçüsü ayet-i kerimede de açıkça beyan edildiği gibi Onun Habibi olan Hz. Muhammed (asm)’e uymaktır.
“De ki, ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin (uyun). Ta ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok Ğafur ve Rahimdir.’ ” (Âl-i İmran, 3/31)
Demek oluyor ki, sevgini ölçüsü salih ameldir, Allah Resulüne uymaktır.
Aynı şekilde, korkunun ölçüsü de takvadır, haramlardan sakınmak, şirkten korkmak, kalbini mahlukata kaptırmamaktır. İşte arif insanlar salih ameli de severler, takvayı da. İbadeti severek yaptıkları gibi haramlardan da yine kendi istekleriyle ve severek kaçınırlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki şu ifadeleri bize ışık tutmalıdır:
“Evet ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder (Allah korkusundan lezzet alır). Evet havfta (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: 'En leziz ve en tatlı haletin nedir?' Belki diyecek: 'Aczimi, za'fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.' Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar." (bk. Sözler, Yedinci Söz)
Bir çocuğun, “annesinin şefkatli tokadından kaçıp yine annesinin sinesine iltica etmesi” örneğiyle, Allah’ın gazabından korkan müminlerin yine Allah’ın rahmetine sığınmaları gerektiğini ders veriliyor. Bir müminin haramdan kaçınca helale kavuşması, takva dairesinde yaşamakla amel-i salihe ulaşması da aynı örnekle ortaya konulmuş oluyor.
Takva, insanın cehennemden kaçması, salih amel ise cennete koşması olarak düşünülürse, her ikisi de kulu Rabbine ulaştırır ve O’nun rızasına kavuşturur.
83
Nelere sabredilmez, nelere rıza gösterilmez?
Sözlükte "dayanma, dayanıklılık" gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah'tan başka kimseye şikayetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve âhiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma gücü demektir.
Sabır, kulun 'elinden geleni' yaptıktan sonradır.
Sözlükte "hoşnud ve memnun olma, kabul etme, seçme" gibi anlamlara gelen rıza da, tasavvufta; kaderin acı tecellileri karşısında kalbin huzur ve sükun halinde bulunması demektir.
Genelde rıza, hüküm ve kazaya itirazda bulunmamayı ifade eder. Bâtıl bir şeye rıza göstermek gerekmez. Zira zulme rıza zulüm, küfre rıza da küfürdür.
Zülme / haksızlığa, tedavi yollarına baş vurmadan hastalığa, çalışıp çabalamadan fakirliğe ve kurtulmaya çalışmadan benzeri sıkıntılara sabredilmez ve rıza gösterilmez.
84
Hadiseleri, varlıkları yüzeysel olarak değerlendirmek, onları yanlış algılamaya sebep olabilir mi? Kâinatta görülen mükemmel faaliyetler nasıl değerlendirmelidir?
Çevremizde gerçekleşen olayları yüzeysel olarak değerlendirmek, onları çok defa yanlış algılamaya ve yanlış yorumlamaya sebep olabilir. Çölde, uzaktan bakıldığında serap su zannedilir. Gök yüzüne bakıldığında güneşin hareket ettiği, dünyanın durduğu gözlemlenir; hâlbuki gerçekte, hareket eden dünya sabit duran ise güneştir. Yine aynı şekilde, uzaktan bakıldığında bir yıldız, mum ateşine benzer göründü gibi, nice gerçekler vardır ki, uzaktan bakıldığında layıkıyla anlaşılamaz.
İlâhî gerçeklere karşı kayıtsız kalmak, gereken ciddiyeti göstermemek de bu gerçeklerin gizlenmesine sebep olur. Gaflet olarak tanımladığımız durum karşısında insan, bu âlemi baştan başa saran ince nizamı, mükemmel intizamı, harika ahengi, göz kamaştıran güzelliği göremez. Mesela, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine, sistemli bir şekilde çalıştırılmasına bakamaz. Bütün canlıların hava sayesinde hayatlarını devam ettirmesini, gece-gündüz ve mevsimlerin birbiri ardı sıra hikmetle dizilmesini, yağmurun bulutlardan kovayla değil de tane tane yağmasını, zararlı Güneş ışıklarının atmosferde süzülmesini gözlemleyemez.
Bütün çekirdek ve tohumlardan çeşit çeşit ağaçların sanatlı bir şekilde yaratılmasını, sperm ve yumurtalardan bir çok canlının hikmetle yaratılmasını dikkatle düşünemez. Her baharda yeniden yaratılan binlerce yaprak ve çiçeğin, şekil bakımından birbirine benzemekle beraber çok ince nüanslarla birbirinden ayrılmasını fark edemez.
Hayvanların yaratılış bakımından birbirinden farklarını, çeşitli his ve organlarını, düzenli bir şekilde beslenmesini, doğup büyüme ve ölmesini kavrayamaz.
Sonuç olarak, bu alemde yansımaları görülen sonsuz bir kudretin güç ve kuvvet sahibinden, sonsuz bir ilmin, ilim sahibinden, mükemmel işleyişin bir düzenleyiciden, her şeyi kapsayan bir tasarrufun tasarruf ediciden, bütün varlıkların faydalı yönlerinin bir hikmet sahibinden geldiğini anlayamaz.
Allah’ın isimlerinin yansıma alanı olan bu kâinata yüzeysel bir bakış açısıyla bakan kimse, onlardaki ilahî hikmetleri sezemez, kavrayamaz, anlayamaz. Allah’ın varlık ve birliğinden, büyüklük ve kuvvetinden gaflet eder. Kâinattaki varlık ve olayların gerçek sebeplerini niçin yaratıldıklarını keşfedemez.
85
İnsanın egosu, benlik duygusu kuvvetli olursa; devamlı kendi zarar ve menfaatlerini düşünürse neler olur?
İnsan kendi egosuna güvenirse, başka insanlardan yardım alma ihtiyacını hissetmez. Böyle bir ihtiyacı hissetmeyen kimse, başkalarıyla istişare etmez. İstişare etmeyen ise bir çok bilgiden mahrum kalır. “İstişare eden pişman olmaz.” (Taberani, Mu’cemu’s-Sağir) hadisin mefhum-u muhalifine göre “istişare etmeyen pişman olur.” demektir.
Benlik duygusu kuvvetli olan egoist insanlar, çoğu zaman karşı tarafta hakkı hak olarak görse bile kolay kolay onu kabul etmez. Bu tavır insanı dünyada da ahirette de rüsvay eden bir haslettir.
Unutmamak lazımdır ki, peygamberlerin en belirgin vasfı tevazu olduğu gibi, muhaliflerinin en bariz vasfı benlik davasıdır. Benlik, eğer kulluk şuuruyla törpülenmezse zaman içinde firavunluk taslağı haline gelebilir. Tarih boyunca ve günümüzde de bazı insanların firavunluk derecesinde kibirlik taslamalarının çekirdeği benliktir.
İnsanlarda bir gaye-i hayal olmazsa eneler / benlikler kendi etrafında dönmeye başlar. İnsanoğlunda menfaatperestlik fıtrîdir, yaratılışında var olan bir olgudur. Bu menfaatini tatmin etmekle meşgul olması normaldir. Ancak bu menfaatin tatmini iki şekilde mümkündür, ya bu dünyada, ya da öbür dünyada. Bu sebeple, ahireti gaye-i hayal etmeyenler, oradaki menfaatlerini düşünmeyenlerde eneler devreye girer ve dünyada kendini göstermeye çalışır. Oysa ahireti kazanmayı hedefine koyan kimsenin bu benliği için bir hareket kabiliyeti kalmaz.
Her günah gibi benlik ve kibrin de ahirette olduğu gibi, dünyada da bazı cezaları olabilir. Fakat bunun ne olacağını, nasıl olacağını veya kesin olarak olup olmayacağını ancak Allah bilir. Bununla beraber denilebilir ki, gayri meşru bir yolda yürüyen kimse genellikle maksadının aksiyle cezalandırılır.
Mesela, benlik balonuna binen gururlu, kibirli kimsenin maksadı diğer insanlara kendini büyük göstermektir. Böyle kimseler genellikle başkasının nazarında küçük görülür. Bunlar, haddinden fazla onurlu görünmeye çalışırlar, ama onursuzluk damgasını yemekten kurtulamazlar. Başkasına hor bakmaktan zevk alırlar, ama kendileri hor görülürler. Başka insanların sevgi ve saygısını kazanmaya çaba harcalar, ama sevgi yerine sevimsizlikle karşılaşırlar. İnsanların bunları samimi olarak kucaklayıp saygı ve sevgiyle bağrına basmaları şöyle dursun, sırtlarında bir kambur gibi, bir yük gibi hissederler.
Unutmamak gerekir ki, "insanın kıymeti himmeti" nispetindedir. "Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir." Kimin himmeti kendi şahsı ise, o da “değersizler rekor kitabı”na adaydır.
Denilebilir ki, başka insanların maddî-manevî ihtiyaçlarına yardım etmeyi hedefine koymayanların yapacakları en hayırlı iş, insanlık camiasından istifa etmeleridir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- “Benlik” duygusu insana niçin verilmiştir?
- Benlik
- İnsanın kendisinde bulunan ene/benlik duygusunun, Hakka bakan tarafı ile Rabb'ini bulacağı ...
86
Sevk-i ilahi nedir, irade ve imtihanla münasebeti var mıdır?
Sevk-i ilahi, Allah’ın insanları hatta hayvanları belli bir yöne sevk etmesi demektir. Bu sevk işi -ism-i Hakîmin bir gereği olarak- belli bir vesîle ile yapılır. Bu vesîle bazen bir ilham-ı kalbî olur, bazen bir rüya olur, bazen bir hiss-i kable’l-vuku olur, bazen bir ilham-ı fıtrî olur.
İlham-ı fıtrî, Allah’ın insan ve hayvanların iç alemlerine yerleştirdiği “saika” ve “şaika” adındaki o fıtrî duygulardan kaynaklanır. Bunlara “sevk-i kaderî” de denilebilir. Bazı kimseler de bunları kabul eder, fakat yanlışlıkla bunu “sevk-i tabiî/içgüdü” olarak adlandırırlar. Bugün müspet ilmin keşfettiği “genetik kodlama” da bu sevk-i ilahî ve sevk-i kaderînin hikmetli bir yansımasıdır.
İmtihan, şuura taalluk eden, aklı muhatap alan bir husustur. Bu sebeple, insanın yanlış bir duygusal müdahaleyle bu fıtrî dürtülerin yönünü yanlış bir yola yönlendirmesi söz konusu olduğu zaman, şuurlu olan özgür iradesi devreye girebilir ve yolunu şaşırmış bu fıtrî sevkin yüzünü doğruya yönlendirebilir. Dolayısıyla, sanıldığı gibi, “genetik kodlar” cebrî bir surette insanları iyiliğe veya kötülüğe sevk etmez, edemez. Çünkü, insanın özgür iradesi bu sevkıyata “dur!” diyebilir. Zaten özgür ve şuurlu iradenin görevi böyle bir fren vazifesini görmektir. Âdil bir imtihanın gerçekleşmesi de buna bağlıdır.
Bununla beraber, kötülükten alıkoymak, iyiliğe sevk etmek Allah’ın bir lütfüdür, ihsanıdır.
Üstad Bediüzzaman, “…bana böyle bir kanaat verdi ki, (Risale-i Nur’un telifi) Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i ilahîdir.”(Şualar, On Dördüncü Şua) şeklindeki ifadesinde bu ilahî lütfün pratikteki yansımalarına işaret etmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri daha da anlaşılabilir, diye düşünüyoruz:
“Rüya-yı sadıka, hiss-i kalbelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î, küllî vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda 'sâika' ve 'şâika' namıyla, aynı 'sâmia' ve 'bâsıra' gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş'ur (şuursuz) hislere, hata ederek, ahmakçasına, "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor."
"MeselA, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm (et yiyen) kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar. Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer. HattA, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, aynı adam gelir…” (Mektubat, Yirmi sekizinci Mektup)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Parapsikoloji ve Gelecek Bilgisi
87
Kıskançlığın ölçüsü hakkında bilgi verir misiniz?
Kıskançlık duygusunun geniş bir sahası vardır. Ancak en meşhur olan sahası eşler arası olduğu için, biz de bunu tahlil edeceğiz.
Kıskançlık; yaratılış itibariyle insanlarda var olan gayret duygusunu ifade eder. Bir hadiste şu bilgileri görmekteyiz.
Sad b. Ubade bir konuşma esnasında:
“Eğer bir adamı eşimle birlikte görürsem, onu kılıcımla paralarım.” demişti. Sad’ın bu sözünden haberdar olan Hz. Peygamber (a.s.m) ashabına hitaben şöyle buyurdu:
“ Siz Sad’ın şu gayretine mi şaşırıyorsunuz? Vallahi ben ondan daha gayretliyim, Allah ise benden daha gayretlidir. Allah, bu gayreti yüzündendir ki, gizli, açık her türlü hayasızlığı haram kılmıştır. Allah’tan daha fazla tövbeden / delilden hoşlanan kimse yoktur. Bu sebepledir ki, müjdeleyici ve uyarıcıları göndermiştir. Yine Allah’tan daha fazla övgüden hoşlanan kimse yoktur. Cenneti vaad etmesinin nedeni budur.” (Buharî, Tevhit, 12).
Türkçe'de, gayret, daha ziyade çabalama, olağanüstü çalışma, yılmadan, usanmadan faaliyet içinde olma gibi anlamlara gelmekle beraber, yabancıların, kutsal sayılan şeylere saldırmalarını görmekten hâsıl olan tepki; koruma, esirgeme ve kayırma duygusu anlamına da gelir. Çalışkan ve fedakâr kişilere gayretkeş ve gayretli denir.
Arapça’da gayret, kıskanmak ve kıskançlık manasına gelir.
“Gayret, nâm ve nâmusa zarar verecek hallerden hamiyet etmek manasınadır ki, kıskanmak tabir olunur ve ğıyar, Hakk Teâlâ, kullarına rahmet etmek; hayır ve bol rızık ihsan eylemek manasına gelir. Pek gayretli, hamiyetli ve kıskanç kişiye gayrân ve gayûr denir.” (bk. Asım Efendi, Kâmus, trc., 594-595)
Yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere Gayûr/kıskanç, Allah’ın isimlerindendir. Bütün peygamberlerde, evliyada, takva sahibi salih insanlarda bir anlamda kıskançlık vardır.
Erkeğin, eşinin güzelliğini, kadınca hal ve hareketlerini ve cinsel hayatını kendisine tahsis etmesini istemesi vb. hususları başka bir erkekle paylaşmak istememesi gayrettir, kıskançlıktır. Böyle bir durumu gördüğü veya tahmin ettiği veyahut da hissettiği zaman bu, onun gayretine dokunur, tepkisine sebep olur, buna sebep olanları bir şekilde cezalandırmayı düşünür. Gayretine dokunmak, kıskançlık duygusunu harekete geçirmektir.
Erkek, eşini kıskandığı gibi, aynı şekilde kadın da eşini kıskanır. Ancak her konuda olduğu gibi eşler arası kıskançlığın da bir ölçüsü ve dengesi olmalıdır. İnsanda öfke kuvvetinin varlığı, onun kendi canını, ailesini, malını, korumaya yöneliktir. Eğer bu duyguyu aşırı derecede kullanmaya kalkarsanız, zalim bir despot, mağrur bir ceberut olursunuz. Bunun gibi, kıskançlık duygusunun veriliş gayesi, eşlerin birbirlerinin iffetini korumak, onları kendini bilmez serserilerin kötü bakışlarından esirgemek, evlilikten doğan karşılıklı aidiyet olgusunun saygın hatırasını el üstünde tutmak gibi hususlardır.
Genellikle kadın korunmaya daha muhtaç olduğundan, onun koruyucu zırhı olan erkekteki kıskançlık duygusu daha güçlüdür. Yüce Yaratıcının verdiği, hikmet dolu bu kıskançlık duygusu, kendi sınırları içerisinde kaldığı sürece iyidir. Fakat, sınırları zorladığı zaman ilaç iken zehir olur. Bu sınır, Kur’an ve sünnetin belirlediği sınırdır. Bu sınırın altında kalanlar, gayretsizlik damgasını yedikleri gibi, sınırın dışına çıkanlar da şüpheci damgasını yemeye mahkum olurlar.
Çok kuvvetli emareler olmadığı sürece eşlerin birbirinden şüphelenmeleri, onları tam bir şizofreni tanımına sokabilir. Bu gibiler, Kur’an-ı Kerim'e yasaklar listesine alınan “suizan” ve “tecessüs” suçundan yargılanacaklardır.
88
Sükûnet ve sekînet nedir?
Sekînet ile sükûnet, maddi ve manevi olarak sâkin olmak, durmak, hareket halinden duruş haline geçmek gibi aynı manayı ifade etmekle beraber, aralarında bazı farklar da vardır.
- Sekînet, sükûnet ve sükûn kelimelerinin hepsi SEKENE kökünden türemişlerdir. Sekene kelimesi durmak, bir yere yerleşmek, sabitlenmek manasına gelir.
- Sekînet: tatmin olmak, itminana kavuşmak, iç telaştan kurtulmak, temkin sahibi, ağırbaşlı olmak, vakarlı olmak, iç huzura kavuşmak manasına gelir.
“İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye, müminlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur.” (Fetih, 48/4)
mealindeki ayette sekînet bu manada kullanılmıştır.
- Sükûnet: Sükûn kelimesi gibi bir mastardır. Bu kelime hem maddi, fiziki, cismani hem manevi, ruhani olarak kişinin duruşunu, durgunlaşmasını ifade eder. Sekînet ise, daha çok manevi, ruhî cephede tezahür eden olgunluk için kullanılır.
Telaştan kaynaklanan bir iç hareketlenmenin durgunlaşması, belli bir itminana bağlıdır. Bu itminanın sonunda ilk olarak kalbin hafakanı gibi fiziki sükûnet, ardından da gönül huzuru gibi manevi sekînet; önce harici sükûn, ardından dahili sekînet meydana gelir.
- Halim selim olmak bir sükûnet halidir. Bu sükûnetin olması için, ruhî sekînetin olması gerekir.
- Sakin olmak, sükûn bulmak, sekînete ermenin mukaddimeleridir.
- Mümin, namaza giderken bile, aceleci bir tavırla değil, vakarlı, ağır başlı bir tavır, bir duruş sergilemesi gerekir. Böyle olunca, insan her zaman vakarlı, ağırbaşlı, sâkin tavırlarıyla sükûnet göstermeli ve sekînete ermelidir.
- Konuşurken, yürürken, iş yaparken, başkasını dinlerken gösterilen ağırbaşlılık bir sükûnetin tezahürü ve bir sekînetin emaresidir.
- Kur’an’da SEKÎNET kelimesi şu altı yerde geçmektedir: Bakara, 2/248; Tevbe, 9/26, 40; Fetih, 48/4, 18, 26. Bu ayetlerin meallerine ve tefsirlerine bakarak da "sekînet" hakkında bir fikir edinebiliriz.
89
Ağlamak sabırsızlık mıdır? Bu konuda Peygamber Efendimizin tavsiyesi nedir?
Resulullah (asm) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz."(Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf, 1)
Resulullah (asm) hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir. O, Kur'an okurken, dinlerken ağlamıştır.
Resulullah Müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur. O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü. Kızı Zeynep'in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir:
"... Bu Allah'ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti kullarından şefkatli olanlara ihsan eder." (Buhârî, Cenâiz 23, Müslîm, Cenâiz 11, Ebu Davud, Cenâiz, 24).
Resulullah (asm), acı ve ıstırap karşısında Müslümanlara sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, ancak insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Fâtıma (ra), ablası Rukiyye'nin kabri başında sessizce ağlar, Resulullah (asm) da mübarek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi. Kâfirler Hz. Câbir İbn Abdullah'ın babasını Uhud'da zalimce işkence ile şehid etmişler, Câbir ile bacısı şehide sarılıp ağlamışlar ve Resulullah onları alıkoymamıştır. Hicret'in ikinci senesinde ölen Osman İbn Maz'un'un cenazesi üzerine eğilen Resulullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır. İbn Maz'un dışında ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenazelerinde, onlardan bahsederken de Hz. Peygamber duygulanır, ağlardı. Ancak o, yukarda belirttiğimiz gibi, sessiz sedasız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Resulullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak nitelemiştir.
İslâm'a göre, sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, müminin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır. Fir'avn ve âl-i Fir'avn'ın (denizde boğulup) helâkine gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir (ed-Duhan, 44/29) Resulullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübarek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Resulullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını söylemiştir.
İslâm'dan önce cahiliye devrinde ve diğer dinlerde âyinler ve cenaze merasimleri sırasında ağlama; saçını başını yolma, vücudunu yaralama, kanatma, yüksek sesle bağıra bağıra yana yakıla hıçkırma, yaygara ve şamata kopararak ölünün özelliklerini sayıp dökme şeklindeydi. Hatta ağlayıcılık eski çağlarda geçerli bir meslekti. Resulullah (asm) bu tür çirkinlikleri lânetle anmıştır.
İslâm tarihinde "ağlayanlar" (bekkâun) denilen yedi zat vardır. Bunlar, Tebük seferberliği öncesinde Resulullah'a gelerek gazaya gitmek istediklerini, fakat binecek develeri, yiyecek azıkları olmadığını söylediklerinde Resulullah onlara "Size verecek hayvan kalmadı." demiştir. Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdir. Bu mücâhidler hakkında şu ayet nâzil olmuştur:
"Şu kimselere de günah yoktur ki, onlar her ne zaman kendilerini bindirip cihada sevkedesiniz diye sana geldilerse sen onlara 'Size binek bulamıyorum.' dediğin için bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı mahzun olup gözleri yaş dökerek dönmüşlerdi." (et-Tevbe, 9/92)
Bu zatlar, Sâlim İbn Umeyr, Uleyye İbn Zeyd, Ebu Leyla el-Mâzinî, Seleme ibn Sahr, Irbad İbn Sariye, bazı rivayette Abdullah ibn Mufaddal, Ma'kıl İbn Yesâr veya Amr İbn Gunme oldukları kaydedilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercümesi X, 413).
Münâfıklar hakkında da Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir:
"Allah'ın Resulü'nün arkasından oturmakla sevindiler, mallarıyla canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. 'Sıcakta sefere çıkmayın.' dediler. De ki; 'Cehennem'in ateşi daha sıcaktır.' Keşke anlasalardı. Artık yaptıklarına karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/81-82)
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret etmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli müminleri cennetle müjdelerken, kâfirlerin cehenneme gideceğini haber vermiştir.
İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Böylelikle onlar eğlenmeyi ve gülmeyi iş edinerek, inananlarla alay etmektedirler. Yani "dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Ancak son tahlilde, "...görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek olan insanlara Allah yaptıklarını bir bir haber verecek"tir.
90
İnsan düşüncesinden mesul olur mu?
İnsan aklına gelen kötü düşüncelerden mesul olmaz.
Etrafımıza şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddî varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar?!..
Bir de göremediğimiz, ışınlar âlemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate alalım.
Ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:
Ateş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da âdemoğlundan o kadar ayrı olmalı. Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar benzememeli.
İlâhî imtihana tâbi tutulan iki tür varlık: İnsan ve cin.
Her ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor. İşte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi: Şeytan.
İnsanın bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Âdem’e(a.s.) secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve lânetlenmiş.
Şeytan, cin türünden olduğu için normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinnîye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar musallat olmasına müsaade edilmiş.
Hiç şeytan olmadan da Cenâb-ı Hak insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları lâyık oldukları saadete erdirebilir, yahut azaba dûçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü, ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete lâyık kılınmıştır.
“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” (Lem’alar, On Üçüncü Lem'a, s.82)
Birisini görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak istemektedir.
Hâl böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak görülmemeli.
Bazı kimselerin şeytanı inkâr ettiklerini görürüz. Nur Müellifinin ifadesiyle, bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkârda tek temel dayanak, şeytanın gözle görülmemesidir.
Şimdi o şahsa soralım:
Sen şeytanı neyinle inkar ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?
Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir: O’nun varlığını aklım almıyor.
O hâlde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır. Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkâr etmektedir; delili ise “görülmemesi.”
Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. İnsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş düşer.
İşte, kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. İşte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterim:
Şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibadet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız olur.
Bu defa şeytan yeni bir oyun sergiler:
“Böyle karışık bir kalp ile de Allah’ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Hâlbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. İbadet ve itaati bırakıp günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilâhî feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibadete devam etmektir.
Bir sohbette, şeytanın bu oyununa maruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk.
“Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hâl çaresi arıyordu. Ona, önce, Nur Müellifinin şu harika reçetesini sundum:
“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.” (Sözler, Yirmi Birinci Söz, s.275)
Sonra şöyle sürdürdüm konuşmamı:
Kendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? İşte senin hâlin o adam gibi.
Üstad'ın bu reçetesine göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, meselâ, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara dost.
Hem kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin?!.. Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli yoldur.
Sonra kendisine Nur Külliyatı'ndan şu paragrafı okudum:
“Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i ilâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.” (Mesnevî-i Nuriye, Hubab, s.96)
Yine böyle birisine, şöyle bir soru sordum:
Sen ilmihâl okudun mu?
“Evet,” diye karşılık verdi.
İkinci sorum şöyle oldu:
İlmihâlde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı?
Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi.
“O hâlde,” dedim, “sen namazına devam et.” Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, haydin felâha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir meseledir.
Bu konuda Nur Külliyatı'ndan bir durum tespiti ve teselli cümlesi:
“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” (Kastamonu Lahikası, s.148)
“Bu zamanda” ifadesi aynı mektupta şöyle açıklanıyor:
“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”
Bu iki tespiti birlikte düşündüğümüzde hayalimizde bir harp meydanı canlanır. Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman saflarına iltihak edecek de değiliz.
İşte günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” cümlesi bizi bu noktada hem teselli eder, hem de müjdeler.
Aynı mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor: Bir günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olacağı müjdesi...
Birkaç asır önce, bu günahların yüzde birisine bile maruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine salih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nafile ibadetlerini artırıyorlardı. Şimdi ise, salih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur.” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanı sıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir göstergesidir.
Biz asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır.
91
Suizan, kötüye yormak: Çevremde hoşuma gitmeyen eleştirilere ya da yorumlara maruz kaldığımda, Müslüman kardeşime karşı beynimde bir sürü olumsuz teoriler üretiyorum... Ne yapmalıyım, bunlar vesvese mi, hiç haklı olduğum taraf yok mu?
Kardeşlerimizden gelen tenkit ve eleştirlere karşı hüsnüzan etmek ibadettir. Ayrıca bazı eksiklerimizi ve kusurlarımızı görmemize neden olabilir.
Her şeyde bir hayır olduğuna göre, bunlar enaniyetimizin kırılmasını ve daha dikkatli olmamızı sağlar. Böylece nefis ve şeytanımızın oyununa gelmemiş oluruz.
Diğer taraftan görüşlerimizi ya da davranışlarımızı eleştirmeleri, bizi gururdan kurtarır. Bu ise, övünmemizden ve enaniyetimizin kabarmasından daha iyidir. Konunun bu yönlerine bakarsak daha rahat edeceğimiz kanaatindeyiz.
Hüsnüzan: Hakkında kesin hüküm bulunmayan bir şeyi iyiye yorumlamak. Suizan: Hakkında kesin hüküm bulunmayan bir şeyi kötüye yorumlamak.
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hücurât, 49/12)
Zan, “sanmak, tahmin etmek” mânâsına geliyor. Hüsnüzan, iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işe, güzel yönünden bakmak demektir. Bunun zıddı suizan olup “her şeye menfi yönden bakmak, insanların fiillerini ve davranışlarını kötüye yorumlamaktır.”
Bir hadisede kesinlik varsa orada zanna yer olmadığı açıktır. Meselâ, bir insan alenen küfrü savunuyorsa burada zan söz konusu olamaz ve o adamın küfrüne hükmedilir; ama bir mü’minin ağzından küfür sözleri çıktığında, ona hemen kâfir damgası vurmak yerine, hüsnüzan yolunu tutmak ve o sözü küfründen değil, cehaletinden söylediğini düşünmek tedbir ve temkine en uygun olanıdır.
İnsanı suizanna sevk eden en önemli sebep, kendi mizacının bozukluğu yahut kendi hayat düzeninin çarpıklığıdır. Daima karşısındakileri aldatan bir insan, herkesin sözlerini şüphe ile karşılar ve her işin altında bir hile, bir oyun arar.
Nur Külliyatı'ndan bu mânâyı ders veren ibretli bir parça:
“Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.” (Mesnevî-i Nuriye, Katre s.66)
Hüsnüzannın en önemli bir istimal yeri, insan iradesini aşan musibet ve felâketlerde kaderin bir hikmet ve rahmet yönü olduğunu düşünüp şikayet ve isyandan sakınmaktır. Allah Resulü (a.s.m.) bu mânâyı şu hadis-i şerifiyle ders veriyor:
“Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.” (Şualar, s.509)
Hüsnüzan, güzel ahlâkın önemli bir şubesidir. Nefis ve şeytan bu güzel hasletin de düşmanıdırlar. Öyle ise biz de tercihimizi hüsnüzanna yönlendirmeye ve nefsimizi suizandan menetmeğe bütün gücümüzle çalışmak mecburiyetindeyiz.
Tebliğ ve İrşatta Enâniyeti Terk
Kendisine hak ve hakîkat anlatılan muhatapla ikili konuşma anında, meselenin münazara zeminine çekilmemesine dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir.
Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır.
İnsan, iç aleminde meydana gelen kötü düşünceleri açığa çıkarmadıkça inşallah sorumlu olmaz.
92
Akl-ı mead / maad nedir? Akıl nasıl kullanılmalıdır?
Akl-ı maaş ve akl-ı maad sözcükleri, aklın mahiyeti ile ilgili değil, nasıl kullanıldığını veya kullanıldığı alanı göstermeye yönelik kavramlardır. Maaş kelimesi, dünya hayatının maişetiyle ilgilidir. Maad kelimesi ise ahiret hayatını gösteren bir sözcüktür.
Buna göre, bütün maksadı dünya nimetlerinden faydalanmak, dünya lezzetlerini elde etmek, dünyada mal-mülk, makam-mevki, şöhret sahibi olmak için aklını kullanan bir kimsenin bu aklına “akl-ı maaş” denilir. Buna mükabil, bütün maksadı ahiret mutluluğunu kazanmak için gayret sarfeden ve aklını bu yolda kullanan kimsenin aklına “akl-ı maad” denilir.
“Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gafildirler.” (Rum, 30/7),
“O halde bizi anmaktan, bu Yüce Kitabımızı dinlemekten uzak duran ve dünya zevkinden başka bir şey istemeyen kimseleri sen de bir tarafa bırak! Onların bilgi seviyesi ancak bu kadardır; bildikleri bilecekleri budur. Senin Rabbin, kimin Allah’ın yolundan saptığını, kimin doğru yolda yürüdüğünü pek iyi bilir.” (Necm, 53/29-30)
mealindeki ayetlerde aklın bu iki fonksiyonuna işaret edilmiştir.
Ayrıca aklın mesmu ve matbu olmak üzere iki yönü daha vardır. Çalışarak, öğrenerek kazanılan aklın adı mesmu veya müktesep akıldır. Yaratılış itibariyle var olan fıtrî akıl ise matbu olan akıldır. (bk. Razî, Bakara 171. ayetin tefsiri)
Aynı kişinin cahil iken kullandığı aklının düzeyi ile tahsilli, bilgili olduğunda kazandığı akıl düzeyi arasındaki fark, müktesep aklın seviyesini göstermektedir. Kişi, fıtrî aklın azlığından sorumlu değil, ancak müktesep aklın azlığından sorumludur.
Müktesep aklın direksiyonu kişinin kendi elindedir; rotasını dünyaya çevirdiği zaman akl-ı maaş, ahirete yönlendirdiği zaman ise akl-ı maada sahip olur.
Aklı, insaflı ve âdilce kullanmanın yolu, onu dünya-ahiret dengesini bozmayacak şekilde yönlendirmekten geçer. Bu da her iki dünya hakkında gereken bilgiye sahip olmakla mümkündür.
“Bazı kimseler: 'Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!' derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur. Bazıları da 'Ey bizim (Yüce) Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Ve bizi cehennem ateşinden koru!' derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Bakara, 2/200-202)
mealindeki ayetlerde dünya-ahiret dengesinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır.
Rabbimiz bizi “dengesiz adam” olmaktan korusun. Amin...
93
Nefsi kötüleme, aşağılamak dinimizde tavsiye edilen bir şey; ancak batılı kişisel gelişim uzmanları insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını söylüyorlar?
Batılı uzmanların “kişisel gelişim” için insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını ön görmeleri -prensip olarak- çok doğru bir tespittir. Ancak, nefse iyi telkinlerde bulunma ile nefsin kötü telkinlerine karşı savunma mekanizmasını kullanmak ayrı şeylerdir.
Batılıların bir kısmı, kişiye olumlu yönden katkısı olsun diye ön gördükleri iyi telkinlerin dozajını iyi ayarlayamamalarından ötürü, bir panzehir olan bu telkinler zehir hükmüne geçebiliyor. İnsanın müspet değerlerini pekiştirmek yerine, nefsanî ve hissî olan olumsuz arzuların hükümranlığına zemin hazırlıyorlar.
Batılı düşüncenin temeli felsefedir. Felsefenin bir prensibi olan “İnsanın en büyük gayesi Allah’a benzemektir.” hükmü, insanı firavunluğa sürükleyen bir şımarıklık hezeyanıdır.
Halbuki, İslam’ın bu konuda ön gördüğü prensip “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.” şeklindedir. Aslında prensipte bu iki düstur aynı hedefi gösteriyor. Allah’ın ön gördüğü ahlakî değerleri benimsemek.. Fakat ifade tarzı çok farklıdır. Felsefî prensipte firavunluk kokuyor. Nebevî prensipte ise kulluk kokuyor.
Batılı felsefî anlayışta insanı -farklı yönlerini bilmelerine rağmen- bir bütün gibi algılayıp ona göre telkinleri ön görmektedir. İslam düşüncesinde ise, insanın farklı mekanizmaları nazarı alınıp telkinler ona göre farklılık arz etmektedir. Ortama göre, muhataba göre farklı üslubun kullanılması belagatın bir kuralıdır. Bu sebeple, İslam düşünce sisteminde akla ayrı, kalbe ayrı, nefse ayrı üslupla hitap edilir. Şuurlu hiçbir Müslüman nefsine yaptığı kötü telkinleri aklına, ruhuna, kalbine yapılmış olarak kabul etmez.
İnsanın kusurlarını görmesi, bir kötülük telkini, bir gevşeklik ve yerinde sayma faktörü değildir. Bu konuda eleştirel bakışa en fazla sahip olanlar batılılardır. Kusurları görmeden onları izale etme imkânı da olmaz.
Ayrıca, şuurlu bir mümin kendinde gördüğü güzellikleri inkâr etmez, fakat onları kendine de almaz, hakikate uygun olarak onları Allah’ın bir lutfu olarak görür. Bunun yanında kendinde gördüğü kusurları da ört-pas etmeye çalışmaz bilakis onları nefsine mal eder ve mertçe kabul eder ki, bu iki taksim de gerçeğin ta kendisidir.
Batı felsefesi dinlerden uzaklaşıp materyalist bir çizgiye girdiği için batı düşünce sisteminde Allah ile irtibatlı bir muhasebe zeminine yer bırakılmamıştır. Her şeye mana-yı ismiyle baktıkları için kendilerinde sürekli bir kuvvet tevehhüm etmeleri doğaldır.
Halbuki, İslam düşünce sisteminde Allah ile irtibat halinde olmak her şeyin başında gelir. Bu sistemde yaratan-yaratılan, mâbud-abd, sanatkâr-sanat, ilah-kul ilişkisi vardır. Bütün muhasebeler, telkinler, psikolojik duruşlar bu denklemde yürür. Buna göre, bir mümin kendini ne kadar âciz görürse, Allah’a o kadar bağlanır, kendine ne kadar güvensizliği artarsa Allah’a o kadar güvenir. Fakat bu güvensizlik duygusu kendini sonsuz kuvvet sahibi bir zata güvenmeye sevk ettiği için en güçlü bir güvenceye kavuşur.
Özetle, Allah’a muhtaç olduğunu hisseden Allah’a dayanır. Allah’a dayanan kazanır. Gerçekten "iman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden adam bütün dünyaya meydan okuyabilir."
Bu farkı fark etmek için Bediüzzaman’ın şu -özet halinde verilen- mânidar karşılaştırma tablosuna bakmakta fayda vardır:
“Felsefenin tilmizleriyle Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerinin muvazenelerine bak:"
"Felsefenin hâlis tilmizi / öğrencisi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis bir şeye de ibadet eder bir firavun-u zelildir. Menfaatini gördüğü her şeyi kendine rab tanır."
"Buna mukabil, Kur'ân'ın hâlis tilmizi bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Ve âzam-ı menfaat olan cenneti, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir."
"Hem felsefenin tilmizi, mütemerrit ve muannittir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden ve bir menfaat-i hasise için şeytan gibi şahısların ayağını öpmekle zillet gösteren bir miskin-i zelildir."
"Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi, mütevazı, heyyin ve leyyindir, yani uzlaşmacı ve yumuşak huyludur. Fakat, Fâtırının/yaratanının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez."
"Felsefenin tilmizi, cebbar ve mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat / dayanak noktası bulmadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbar-ı hod-furuştur."
"Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi fakir ve zayıftır; fakirliğini ve zaafını da bilir. Fakat onun Malik-i Kerîmi ona iddihar ettiği / onun için depo edip sakladığı servetle müstağnidir. Seyidinin / Efendisinin / Rabbinin nihayetsiz kudretine istinat ettiği için kavîdir, güçlüdür."
"Bu iki tilmizin mürüvvetlerinin derece-i farkına bak ki:"
"Felsefenin tilmizi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar. Kur'ân'ın tilmizi ise, bütün kulları, belki bütün mahlûkatı kendine kardeş görür.” (Mesnevi-i Nuriye, Nurun İlk Kapısı).
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Övünmek, övülmek ve övmek" fiillerini hiç yapmamalı mıyız?