Yahudilik konusunda en çok merak edilenler

1 Kur'an’da İsrailoğullarına neden çok yer verilmiştir?

Kur’an’da İsrailoğullarına çok yer verilmesinin bir çok hikmeti vardır:

- Evvela, Hz. Musa’nın hayatından söz ederken onun kavmi olan İsrail oğullarından da söz edilmiştir. Hz. Musa, ilk büyük kitap verilen bir peygamber olarak, Kur’an’da  çokça yer almıştır. Onun, Firavundan çektiği sıkıntılar, Peygamberimizin (a.s.m) müşriklerden çektiği sıkıntılarına karşı bir teselli unsuru olarak zikredilmiştir. Nitekim, Efendimiz (a.s.m) Ebu Cehil için “Ümmetimin Firavunu” demiştir.

- Kur’an’dan öğreniyoruz ki, İsrail oğulları, Hz. Musa’ya iman ettikten sonra da, putlara tapanları görünce, kendileri de putçuluğa heveslenmişler ve Hz. Musa’dan şiddetli azar görmüşlerdir. Yine, Hz. Musa’nın gıyabında buzağıya tapmaya başlamışlardır. Bu konu, şirkten yeni çıkmış bazı müminler için önemli derslerdir.

- Kur’an’ın söz konusu ettiği tarihî olaylar, geçmişte olmuş bitmiş birer vaka olduğu için değil, aynı olaylar her zaman tekerrür edeceği için yer verilmiştir. İsrail oğullarına çokça yer verilmesinin en önemli hikmetlerinden biri, onların -İslam’dan sonra da- tarih boyunca üstelendiği olumsuz rolleridir. Faiz, ihtikâr, kapitalizm, materyalizm gibi zalim sistemlerin fikir babası ve banisi onlardır. Bulundukları her yerde gizli komiteler kurarak, ihtilaller çıkaran yine onlardır. Dinlerin kabul ettiği bazı gerçekleri çürütmeye çalışan, pozitivist felsefe akımlarının öncüleri onlardır. Hayata en çok düşkün ve ölümden en fazla korkan bir millet oldukları için daima zillet ve sefalet sillesini yemişlerdir.

- Hz. Musa’ya “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz yerimizde oturacağız.” diyecek kadar korkak ve hayata düşkündür. Yine kadınlarının toplum hayatında olumsuz bir rol üstlendiği de Kur’an’ın işaretlerinden anlaşılıyor.

Kur’ân-ı Kerimde Hz. Musa’nın (as.) kıssası birkaç sûrede tekrarlanmıştır. Ancak, bu kıssa her bir surede ayrı bir maksat için zikredildiğinden bu tekrarlar gerçekte tekrar ve kusur sayılmazlar. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

- Birçok peygamber gibi Hz. Musa’nın da mucizelerine zamanın müşrikleri sihir isnadında bulunmuşlardır. Nitekim, Peygamber Efendimizin (asm) Ay'ın ikiye yarılması mucizesini inkâr edemeyen müşrikler “Yetim-i Ebu Talibin sihri semaya da tesir etti demişlerdir.”  

İşte Hz. Musa’nın asasının sihirbazların bütün sihirlerini yutmasının nakledilmesi, Peygamber Efendimize (asm) yapılan bu sihir isnadının Hz. Musa’ya da yapıldığını hatırlatmaktadır.

- İlahlık taslayan kibir timsali Firavun'un akıbeti nazara verilmekle İslâm’a karşı çıkan müşriklerin de sonlarının hezimet ve mağlubiyet olacağı, hakkın batıla mutlaka galip geleceği müjdelenmekle müminlere ümit ve teselli verilmektedir. Bu teselliye, sadece sahabeler değil, kıyamete kadar gelecek ve zulme maruz bütün müminler de muhtaçtırlar.

- Hz. Musa’nın (as) Hz. Hızır’la yaptığı seyahatin nakledilmesi, kader konusunda çok önemli mesajlar vermekte, Hz. Musa aleyhisselâmın dahi bilemediği ve Hz. Hızır’dan ders alma ihtiyacı duyduğu bu gibi İlâhî sırlarla müminlerin fazla meşgul olmamaları, özellikle belâ ve musibetler karşısında kadere itiraz yoluna gitmeyip Allah’ın  hikmetine ve rahmetine itimat etmeleri ders verilmektedir.

- Cenab-ı Hakk'ın, dilerse, fâcir ve kâfirleri bile dine hizmet ettireceği gerçeğine, Hz. Musa’nın Firavunun sarayında büyüyüp yetişmesi en güzel bir örnektir.

“Allah size yardım ederse size galip gelecek kimse olamaz.” (Âl-i İmran, 3/160)

ayet-i kerimesindeki hakikat dersine Hz. Musa’nın Firavuna galip gelmesi en büyük bir örnektir ve Müslümanların en güç şartlarda bile ümitsizliğe düşmelerine gerek olmadığının  en müessir bir dersidir.

- Hazreti Musa’nın Allah’ı görme talebine karşı “Sen beni göremezsin.” buyrulması, Allah’ın bu âlemde görülemeyeceğini ders verir. Peygamberimiz (asm) Cenab-ı Hakk’ı bu dünya âleminde değil, miraç ile  gittiği beka âleminde görmüştür, ahirette müminler de bu şerefe nail olacaklardır.

Kur'an'da anlatılan Musa aleyhisselam ile ilgili böyle daha nice hakikat dersleri verilmesi, bu kıssanın tekrarını kusur zannedenlerin aldandıklarını ve tekrarların son derece hikmetli olduğunu gösterir.

İşte bu ve benzeri davranışları sergileyen ve o dönemde Medine’de Müslümanlarla iç içe yaşayan İsrail oğullarının bu olumsuz karakterlerinden derslerin çıkarılması gibi hikmetlerden ötürü Kur’an’da çokça yer almışlardır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Hz. Musa ve Firavun kıssasından çıkarmamız gereken dersler.

Yahudiler lanetli mi?

2 Yahudilerin inanç esasları nelerdir? Peygamberimizi neye dayanarak kabul etmiyorlar?

Yahudilerin günümüze ulaşan inanç sistemi şudur;

1. Allah var olan her şeyi yaratmıştır.

2. Allah birdir.

3. Allah'ın bedeni yoktur, tasvir edilemez.

4. Allah'ın başlangıcı ve sonu yoktur

5. Yalnız Allah'a dua etmeliyiz.

6. Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.

7. Musa, bütün peygamberlerin en büyüğüdür.

8. Elimizdeki Tora, Allah tarafından Musa'ya verilen ve günümüze kadar değiştirilmeden gelen kitabın aynıdır.

9. Dinimiz ilâhî bir dindir.

10. Allah, insanların bütün hareket ve düşüncelerini bilir.

11. Allah, emirlerine uyanları mükâfatlandırır, uymayanları cezalandırır.

12. Allah Mesih'i gönderecektir.

13. Ruhum ölümsüzdür. Allah dilediğinde ölüleri diriltecektir. (bk. Maymonides, 1135-1204)

Yahudi mezheplerini üç ana grupta incelemek mümkündür:

1. Makkabiler devrinde (M.Ö. II. yüzyıl) mevcut olan Hristiyanlık öncesi mezhepler,

2. İslâm'dan sonraki Yahudi Mezhepleri,

3. Günümüz Yahudi mezhepleri.

Hristiyanlık öncesi dönemde başlıca üç mezhep vardır:

1. Ferisiler,
2. Sadukiler,
3. Esseniler.

İslâm'dan sonraki Yahudi mezhepleri de üçtür:

1. İshakiyye,
2. Yudganiyye,
3. Karaim.

Halen yaşamakta olan Yahudi mezhepleri şunlardır:

1. Muhafazakâr Yahudiler,
2. Ortadoks Yahudiler,
3. Reformist Yahudiler,
4. Yeniden Yapılanmacılar.

Yahudilerin Hz. Muhammed’e iman etmemelerinin başlıca sebebi hasettir; Yahudi asıllı olmadığı için ona iman etmemişler. Bu konudaki bazı ayetlerin mealleri şöyledir:

“Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu (Muhammed’i) tıpkı evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.” (Bakara, 2/146)

“Onlara(Yahudilere), Allah tarafından, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden bir kitap gönderildiği zaman, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak için 'Ahir zaman Peygamberi hakkı için' diye dua ettikleri halde, evet o tanıyıp bekledikleri Peygamber kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebeple, Allah’ın lâneti de kâfirlerin boynuna olsun!” (Bakara, 2/89)

Bazı Yahudiler, Allah ile âdeta istihza ederler:

'Allah fakirdir biz ise zenginiz.' diyenlerin sözlerini Allah elbette işitmiştir. Ama biz onların dedikleri bu sözü ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve 'Tadın bakalım o yakıcı azabı!' diyeceğiz.” (Âl-i İmran, 3/181)

mealindeki ayette onların bu zihniyetine işaret edilmiştir.

Allah’ın çocukları ve sevgili halkı olduklarını iddia ederler:

“Hem Yahudiler, hem de Hristiyanlar 'Biz Allah’ın evlatları ve sevgilileriyiz.' dediler. De ki: 'Öyleyse niçin Allah sizi günahlarınız sebebiyle cezalandırıyor?' Hayır, bilakis siz O’nun yarattığı birer beşer topluluğusunuz. Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hakimiyeti Allah’ındır. Dönüş de O’na olacaktır.” (Maide, 5/18)

mealindeki ayette bu saçmalıklarına işaret edilmiştir.

3 Yahudilikte kaç mezhep ve kaç çeşit Tevrat vardır?

- Yahudilikte de farklı mezhepler vardır. Bu mezhepler, eski Ahid'in farklı tercümelerine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Asıl Tevrat’ın kaybolduğu bilinmektedir. Bununla beraber, değişik tercümeleri bulunan Eski Ahid’in her tercümede birbirine uymayan farklı yanları vardır. Örneğin, Sebiniye olarak da bilinen Yunanca tercümesi ile, İbranice nüshası arasında açık bazı farklar vardır. İlk dili İbranice olan Eski Ahid’in Aramice ve Yunanca tercümeleriyle birlikte tahrifat da başlamıştır. (Geniş bilgi için bk. M. Ziyau’r-Rahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiyye, s.175-181).

Keldanîce, Latince, Hebeşce, Gavtice, Ermenice, Arapça, tercümeler arasında da farklılıklar mevcuttur (bk. a.g.y).

- Yahudiler, genellikle din konusunda Ferisiler, Sadukiler, Ananiler, Samiriler adındaki, gruplara ayrılmıştır. Bunların inançları arasında oldukça farklılıklar vardır.

Misal olarak, Sadikîler, -Ferisilerin aksine- ahirete, meleklere, kadere, Mesih diye bir peygamberin geleceğine ve Talmut kitabına inanmazlar. (bk. a.g.e, s.190).

İlave bilgi için tıklayınız:

TEVRAT.

İNCİL.

4 Allah, Yahudilere ceza olsun diye tırnaklı hayvanları haram kılıyor; adalet mi bu?

Evvela, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günâhını yüklenmez.” (Enam, 6/164) mealindeki ayette vurgulanan adalet anlayışı, evrensel bir adalet ölçüsüdür. Bu sebeple, hem Tevrat’ın hem de Kur’an’ın ifadelerini bu çerçevede anlamaya çalışmamız gerekir, diye düşünüyoruz.

Örneğin, Tevrat’ta geçen “babalarının günahını, torunlarından, üçüncü, dördüncü nesillerinden sorarım” anlamına gelen ayeti, sosyolojik fenomenler çerçevesinde, adalet anlayışını aşındırmayacak bir yorumla açıklamaya çalışmalıyız. Babaların günahından dolayı değil, evlatların da aynı suçlara ortak olmalarından ötürü, her ikisini -aynı ortak paydada buluşturan suçlarından ötürü- aynı kategoride değerlendirmek gibi bir yorumla aralanabilir, bir çıkış kapısına yönelebiliriz. Yani, “babalarının günahını, torunlarından, üçüncü, dördüncü nesillerinden sorarım” demek, “babaların yaptıklarından etkilenerek aynı suçu işleyen torunlarından da bu suçun sorulacağını” anlamakta bir sakınca olmasa gerektir. İfadenin öyle kullanılması ise, muhatapları irşat etmek ve şiddetle uyarmaya yöneliktir. Yapılan suçların sadece babaları yakmakla kalmayacağı, babalarına bakarak aynı suç geleneğini sürdüren torunlara kadar uzanacağı mesajını vermek, irşat üslubuna daha uygundur.

Kur’an’da geçen,

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz.” (Enam, 6/146)

mealindeki ayette yer alan yasaklar, bizzat zulüm yapanlara uygulanan bir cezadır. Kur’an yorumcularının bildirdiğine göre, bu cezalar, daha önceki babaların yaptıkları zulümlerinden ötürü değil, bizzat Hz. Musa zamanında yaşayanların, “Tih devresi denilen 40 yıllık yaşam sürecinde, buzağıya tapmaları, yiyecek konusunda sabırsızlık göstermeleri, Hz. Musa’ya 'Sen git Rabbinle birlikte savaş, biz burada oturuyoruz' ” şeklindeki isyanlar türünden işledikleri suçlara karşı verilen bir cezadır. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Nitekim, Levililer’de bu yasaklar "İsrail halkına deyin ki” başlığı altında işlenmiş ve bu yasakların Tevrat’ın yasakları olduğuna işaret edilmiştir. (Lev.11: 2-8).

Bununla beraber, Kur’an’da bazen “insan”, “Yahudi”, “Nas” gibi kelimeler mutlak olarak kullanılır fakat belli bazı kimseler kastedilir. Bununla -belki de- diğer insanların da ders çıkarmaları amaçlanmış olur. Onun için, bu gibi ayetlerde söz konusu edilen Yahudilerin hepsi değil de suç işlemiş olanlar kastedilmiş olabilir.

Ayrıca Kur’an-ı Hakim, bazı insanların babalarını nazara verirken, onların yaptıkları suçlara çocuklarının da ortak olduklarına işaret etmek iter. Sözgelimi, Yahudilerin peygamberlere karşı isyan etmelerini, eskiden beri gelenek haline gelen çirkin bir tavır olduğu vurgulanırken, onların sadece Hz. Muhammed (a.s.m)’e karşı değil, bizzat İsrail oğullarından gelen Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. İsa (aleyhimüsselam) gibi peygamberlere karşı da isyan etmeyi bir huy haline getirdikleri hatırlatılarak ona teselli verilir.

İlahî  cezanın genellemesi ise, imtihan sırrının bir yansımasıdır.

“Öyle bir musibetten çekinin ki, geldiği zaman sadece sizden zulüm yapanlara mahsus kalmaz.” (Enfal, 8/25)

mealindeki ayette vurgulandığı üzere, zalimleri cezalandırmak için gelen bir ceza, bir musibet -imtihanın gizlilik esasını muhafazaya yönelik olarak- masumları da  yakar. Fakat masumlar mükâfatını fazlasıyla alırlar. Örneğin bir deprem olduğu zaman, zalimlerle mazlumlar beraber ölebilir. Fakat, bunlardan biri yaptığı zulmün cezasını çekerken, biri de musibetin mükâfatını alır.

Kaldı ki, suçlu olanlar sadece doğrudan suç işleyenler değildir. Suçluyu koruyan, yataklık eden, suçun işlenmesine zemin hazırlayan, suçun işlenmemesi yolunda -elinden gelen- gayreti sarf etmeyen, suskun kalarak suça karşı bîgane kalanlar da suç ortaklarıdır. Bir ceza geldiği zaman bunların hepsini kapsaması, ilahî-evrensel adalet anlayışına aykırı değildir.

5 Hz. Nuh (as)'ın ömrü (950 yıl), peygambere özgü bir mucize miydi? Hz. Nuh (as)'ın tahminen MÖ 3000-4000 yıllarında yaşadığı belirtiliyor. Kavminde benzer yaşam süresine sahip kimseler var mıydı?

Bu durum Hz. Nuh (as)'a özel bir mucize de olabilir, başka peygamberlere de verilmiş bir özellik olabilir.

"Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine elçi olarak gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece biz onu ve gemi halkını kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış olduk." (Ankebut,29/14-15)

Hz. Nuh (as) devrindeki ya da ondan önceki insanların da onun gibi uzun ömürlü olduklarına dair bilgilere sahip değiliz. Genel olarak eskiden ömürlerin daha uzun olduğuna dair söylemlerin sıhhat derecesi ve güvenilirliği tartışılır. Kitab-ı Mukaddes'in verdiği bilgilere bakılırsa, o devirde insanların hayli uzun ömürlü oldukları anlaşılabilir.

Bu bilgilere göre, Hz. Adem (as) 930 yaşında (Tekvin, Bab 5/5), Hz. Şit (as) 912 yaşında vefat etmiştir. (Tekvin. Bab.5/8).. Hz. İdris (as) (Hanuk) 365 yaşında gözlerden kaybolmuş / Allah onun katına almıştır.(Tekvin, Bab.5/24). Hz. Nuh (as) 950 yaşında öldü.(Tekvin 9/29).

Buna göre, daha sonraki insanların öncekilere göre daha az ömürlü oldukları görülmektedir. Mesela, Hz. İbrahim (as) 175 yaşında, Hz. İsmail (as) 137 yaşında (Bab, 25/7, 17) öldü.

Burada en önemli konu, sebeplere ve biyolojik özelliklere takılmamaktır. Çünkü sebepleri de o sebeplerin sonuçlarını da yaratan Allah'tır. Allah dilerse insan ömrünü uzun yaratır ve uzun yaşaması için gerekli sebepleri de yaratır. İsterse ömrü kısaltır ve kısa yaşaması için gerekli sebepleri de yaratır. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

6 Firavun boğulurken, "Ben de Müslümanlardanım." demişti. Buna göre Hz. Musa'nın dini İslam'dı. O hâlde bu Yahudilik nereden çıktı?

- Kur’an Mısır devletinin akıbetinden söz etmez. Fakat, Firavun’un boğulmasından yaklaşık kırk yıl sonra Yahudilerin Mısır’a yerleştiklerinden bahseder.(Bakara, 2/61; Yunus, 10/87). Bu ise, dolayısıyla Firavunların krallık devirlerinin kapandığı anlamına gelir.

- Firavun’un ilgili ifadesi -meal olarak- şöyledir:

"Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!" (Yunus, 10/90).

- Burada yer alan “Müslümanlardanım” ifadesi, “Musa’ya ve onun ilahına karşı yaptığım isyanlardan pişmanım.” Ben artık onlara “teslim olanlardanım” anlamına gelir. Yani buradaki Müslümanlık, sözlük anlamıyla kullanılmıştır. Bununla beraber, İslam, bütün semavî dinlerin ortak adıdır.

Kur'an-ı Kerîm'de bununla ilgili pek çok âyet- i kerîme vardır.

Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed (sav)'e de vahyettiğini bildirmiş (bk. Nisâ, 4/163), Hz İbrahim (as) ve ondan sonra gelen bazı peygamberleri ve mensuplarını "Müslüman" olarak nitelemiştir.

"Bir zaman Rabbi ona: 'İslâm ol' dediğinde, İbrahim: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.' demişti."

"İbrahim, İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da vasiyet etti. Yakub da onu tavsiye ederek: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece Müslümanlar olarak can verin.' dedi."

"Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: 'Benden sonra neye tapacaksınız?' demiş, oğulları da: 'Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim olduk.' demişlerdi." (Bakara, 2/131-133).

Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyurulur:

"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayının yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin." (Bakara, 2/136).

Ancak daha sonra Yahudi ve Hristiyanlık dininin bozulduğu ve mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette şöyle anlatılır:

"Kitap ehli: 'Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız.' dediler. Ey Muhammed! De ki: 'Hayır, biz bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.' " (Bakara, 2/135).

Diğer yandan tesis (üç ilâhı bir sayma) inancının onları küfre düşürdüğü de ifade edilir:

"Gerçekten, 'Allah Meryem'in oğlu İsa'dır.', diyenler kâfir olmuşlardır." (Mâide, 5/72).

"Şüphesiz ki: 'Allah üç ilâhtan biridir.', diyenler, kâfir olmuştur. Oysa tek bir ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur." (Mâide, 5/73).

"Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, Hristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözleridir." (Tevbe, 9/30).

Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Musa'ya ve Tevrat'a tabi olanlara da "Yahudi", Hz. İsa'ya ve İncil'e tabi olanlara da "Nasrânî" adı verilmiştir. Hz. İbrahim'in temsil ettiği tevhid dini de "Hanîf dîni" olarak isimlendirilir. Diğer yandan İncil, Tevrat veya Zebur'a tabi olanların hepsine birlikte, kutsal kitap sahipleri anlamında "Ehl-i kitap" denilir. Nasrânîlere Hz. İsa'dan çok sonra, Yunanca bir kelime ile "Hristiyanlık" adı verilmiş, mensuplarına da "Hristiyan" denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in davet ittiği son dine ise özel ad olarak "İslâm" terimini kullanmıştır. Ayetlerde şöyle buyurulur:

"Şüphesiz, Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19).

"Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki: 'Ben Allah'a yöneldim. Bana tabi olanlar da.'. Kendine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara, de ki: 'İslâm oldunuz mu?' Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar." (Âl-i İmrân, 3/20).

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir." (Âl-i İmrân, 3/85).

"Allah, kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm'a açar." (En'âm, 6/125).

 Bütün insanlığa hitabeden ve evrensel bir mesaj getiren son tevhid dini, en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır.

"Bugün dininizi sizin için ikmâl edip üzerinize nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm'ı seçtim." (Mâide, 5/3).

Kendi devirlerindeki toplum ihtiyaçlarını karşılayan önceki semâvî dinler İslâm'ın gelişiyle yürürlükten kaldırılmış ve İslâm onların da yerini almıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

 - İSLAM.

7 Yahudilikte kaç mezhep ve kaç çeşit Tevrat vardır?

- Yahudilikte de farklı mezhepler vardır. Bu mezhepler, eski Ahidin farklı tercümelerine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Asıl Tevrat’ın kaybolduğu bilinmektedir. Bununla beraber, değişik tercümeleri bulunan Eski Ahid’in her tercümede birbirine uymayan farklı yanları vardır. Örneğin, Sebiniye olarak da bilinen Yunanca tercümesi ile, İbranice nüshası arasında açık bazı farklar vardır. İlk dili İbranice olan Eski Ahid’in Aramice ve Yunanca tercümeleriyle birlikte tahrifat da başlamıştır. (Geniş bilgi için bk. M. Ziyau’r-Rahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiyye, s.175-181).

Keldanîce, Latince, Hebeşce, Gavtice, Ermenice, Arapça, tercümeler arasında da farklılıklar mevcuttur (a.g.y).

- Yahudiler, genellikle din konusunda Ferisiler, Sadukiler, Ananiler, Samiriler adındaki, gruplara ayrılmıştır. Bunların inançları arasında oldukça farklılıklar vardır.

Misal olarak, Sadikîler, -Ferisilerin aksine- ahirete, meleklere, kadere, Mesih diye bir peygamberin geleceğine ve Talmut kitabına inanmazlar. (a.g.e, s190).

İlave bilgi için tıklayınız: TEVRAT.  ve  İNCİL.

8 Yahudilikte Allah'ın oğlu inancı, vaftiz, sünnet olma, domuz eti ve şarap hakkındaki hükümler nedir?

1.  Yahudilikte teslis inancı yoktur, ancak Hz. Üzeyir'e "Allah'ın oğlu" dedikleri Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir:

 "Yahudiler, 'Uzeyir Allah'ın oğlu.' dediler, Hristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğlu.', dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!" (Tevbe, 9/30)

2. Yahudilikte de Hristiyanlığa benzer vaftiz şekli uygulanmaktadır. Yahudilikte, maddi temizlik yanında manevi temizlik, putperestliğin kirlerinden arınmak, yeni dine girmek, Allah'ın kavmi olmak ve onunla birlikte bulunmak için bazı uygulamalar vardır. Bu uygulamalar büyük ölçüde su ile yapılmaktadır. Ayrıca onlarda kurban ve mesih yağının da temizlenme ve arınma için kullanıldığı görülmektedir. (Levili!er, 8, 10, 12)

Yahudilikte, doğumdan belli bir süru sonra, çocukların veya dine yeni giren kimselerin sünnet edilmesi dinin bir gereğidir. Buna ilave olarak, din adamları bu kimseleri, sünnetten sonra yedi gün içinde şekli ve mahiyeti kendilerine has olmak üzere, vaftiz etmektedir. Hahamlar, mühtedinin şahsi kirleri yanında, Tevrat'da kir olarak belirtilen şeyleri de katarak, onu vaftiz etmek ve onun, daha sonra, kurban merasimine katılmasına izin vermektedirler.

Yahudi vaftizinde; mühtedi, gerçek niyetinin ne olduğunu öğrenmek için, özel bir sorgulamaya tabi tutulur. Bunda başarılı olanlar, sünnet edildikten sonra şahitlerin huzurunda, çıplak olarak su havuzuna sokularak "vaftiz' edilir ve bu şekilde vaftiz olan gerçek bir Yahudi olarak kabul edilir.(Michel Meslin, II/60)

3. Yahudilerin kitabı Tevrat'ın tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken şöyle denilmektedir:

"... ve domuz... çünkü tırnaklıdır, fakat geviş getirmez. O size murdardır, bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız." (Tevrat, Tesniye, bab, 14/8)

4. Tevrat'ta şarap hakkında da şu cümleler dikkati çeker:

"Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırdedesiniz." (Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11)

İlave bilgi için bk. Doç. Dr. Mustafa Erdem, Hristiyanlıktaki Vaftiz Anlayışı Üzerine Bir Araştırma.

9 Ehl-i kitab ne demektir?

Yahudi, Hristiyan gibi semavi din mensuplarına "Ehl-i Kitap" denir. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaptan çokça bahisler vardır. Ehl-i Kitap, Peygamberimizi (asm) kabul etmediklerinden "kafir" sayılmakla beraber, "Allah'ı inkar eden" anlamında kafir değillerdir.

Kur'an-ı Kerim, ehl-i Kitaba bazı konularda, kafirlere nispetle ayrıcalık tanır. Mesela, onlardan kız almak caizdir ve kestiklerini yemek helaldir (Maide, 5/5) Onlara tanınan bu ayrıcalık, ehl-i küfre nispetle, imana daha yakın olmalarındandır. Kur'an, onlara şöyle seslenir:

"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin! Ancak Allah'a ibadet edelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp bazınız bazısını Rab edinmesin."(Âl-i İmran, 3/64) 

Yani, birbirimizi Rab, Mevla, Hakim-i Mutlak tanımayalım. Bütün hareketlerimizi Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim... Hepimiz Allah'a kul olalım. Kendimizi ancak O'na mahkum bilelim. Birbirimize de ancak bu kural çerçevesinde tabi ve bağlı olalım. (1)

Kur'an, Ehl-i kitabın kendi alim ve ruhbanlarını, Rab edindiklerini bildirir.(Tevbe, 9/31) Hristiyanlıktan İslam'a geçen Adiy b. Hatem, "Ya Resulullah, biz onları Rab edinmiyorduk." deyince Resulullah (asm), şu açıklamayı yapar:

"Onlar, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal yapıyor, siz de onlara uyuyordunuz. İşte bu, onları Rab edinmektir."(2)

Yoksa, herhangi birini Rab edinmek için illa ona "Rab" namını vermek şart değildir. (3)

Şu ayet, Ehl-i kitapla mücadelede izlenecek yolu ifade eder:

"Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut, 29/46)

Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir: 1. Zalim olanlar. 2. İnsaflı olanlar.

İnsaflı olanlarla en güzel bir şekilde mücadele yapılması emredilir. Bu tarz yaklaşım, onları İslam'a çekecek, İslam'a girmekte zorlanmayacaklardır. Çünkü, İslam'a girdikleri zaman Hz. Musa (as)'ı, Hz. İsa (as)'ı reddetmeleri gerekmiyor... Böylece, son peygamberin dinine uyacaklar ve tahrif edilmiş bir dinin mensubu olmaktan kurtulacaklardır.

Kur'an-ı Kerim, Hristiyanların Yahudilere nisbetle İslam'a daha yakın olduğunu bildirir:

"Yahudi ve müşrikleri mü'minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü'minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler." (Maide, 5/82)

Tarih, üstteki ayetin bir ispatıdır. Yahudilerden İslam'a girenler parmakla gösterilecek kadar azdır. Fakat Hristiyanlardan pek çok kimse, araştırmaları neticesinde İslam'ı seçmişlerdir. Bugün Avrupa'da Hristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Yine Avrupa'da pek çok kilise, cami hâline getirilmiş ve bunlar İslami faaliyet merkezleri olarak hizmet vermektedirler.

Hristiyan ülkelerde İslami faaliyetlerin güzel neticeleri gözle görülen bir realite olduğu gibi, bu ülkelerin idarecilerinin İslam aleyhinde tutumları da yine bir realitedir.

İnsaflı Ehl-i Kitapla en güzel bir mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmü bildirir:

"Ehl-i Kitaptan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen ve Hak dini din olarak seçmeyenlerle, onlar zelil vaziyette kendi elleriyle ‘cizye’ verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)

Ayette sayılan özellikler, “Bütün Ehl-i kitabı içine alır mı, yoksa almaz mı?” meselesi zaman zaman tartışma konusu olmaktadır.(4) Ayetin "Ehl-i kitabın hepsiyle, onlar cizye verinceye kadar savaşın." demeyip, "Ehl-i kitaptan şu özellikte olanlarla savaşın." demesi, herhalde gözden uzak tutulmamallıdır.(5) Resulüllah’ın uygulaması da bu tarzda olmuştur. 

Hz. Peygamber (asm), İslam'ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan'a göndermiş, orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiş, onlara Allah'ın dinini anlatmış, kendilerini iknaya çalışmıştır. Bunun neticesinde Ehl-i kitaptan İslam'a girenler olmuştur.

Kur'an'ın belirttiği gibi, "Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir." (Âl-i İmran, 3/113). Onların hepsini aynı kategoride görmek, Kur'ani ve tarihi realiteye muhaliftir.

"Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez."(Maide, 5/51)

ayeti, onlarla diyaloga ve beşeri ilişkilere mani değildir. Nitekim, ehl-i Kitaptan kız almak, Kur'an'ın hükmüyle sabit bir vakıadır. (Maide suresi,5).

Hamdi Yazır, üstteki ayetle ilgili şöyle der: 

"Müminler, Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara idareci olmaktan men edilmemiş; onları veli ittihaz eylemekten, yardaklık etmekten nehiy edilmişlerdir. Çünkü onlar, müminlere yar olmazlar."(6)

Meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:

Onlarla beşeri ilişkilerde bulunmak ayrı, onların din-örf ve adetlerine hayran kalmak ayrıdır. Birincisi Kur'an'ın nehyine dahil değilken, ikincisi kesinlikle yasaklanmıştır.

Kaynaklar: 

1. Yazır, II/1132.
2. Razi, XVI/37.
3. Yazır, IV/2512.
4. Razi, X, 333; Kutub, III, 1631-1634
5. Ateş, III, 1133-1134.
6. Beydavi, II, 211.

10 Enam Suresi'nin 146. Ayet'inde, Yahudi'lerin yaptıklarına bir ceza olarak, tırnaklı hayvanların ve içyağların haram kılındığı bildiriliyor. Oysa bunlar sağlığa zararlı şeylerdir. Buna göre cezaî bir niteliği kalmıyor demektir?

Konuyla ilgili ayet meali: “Biz, Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Ancak bu hayvanların sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram kılmadık. Zulümlerinden dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, elbette doğru söyleyenleriz”(Enam Suresi, 6/146).

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, çok kimseleri Allah yolundan çevirdiklerinden ötürü, kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık”(Nisa Suresi, 4/160) mealindeki ayette de bu konu işlenmiştir.

Enam suresinde yasaklananların listesi şöyledir:

-Tırnaklı hayvanlar: Bu ifadenin hangi hayvanları kapsadığına dair alimlerin farklı görüşleri vardır. Ayette geçen “Zufur=Tırnak” tabirinin geniş kapsamlı olması, işaret ettiği hayvanların çok çeşitlerini ihtiva etmiştir.

Alimlerin genel görüşleri çerçevesinde denilebilir ki; bu hayvanlar: Deve, deve kuşu, tavuk, ördek, kaz, balık gibi hayvanlardır.(krş. Zemahşerî,  Razî, 13/235; Elmalılı H. Yazır, 3/533-34). 

Kitab-ı Mukaddes’te de deve ve tavşanın yasak olduğu yazılıdır. (bk. Tesniye, bab: 14/7).

- “Sığır ve koyunun iç yağları” olarak tercüme edilen “Şahm” kelimesi, hayvanların bedeninde tek başına değil, etle birlikte bulunmaktadır. Bunlar yasaklanarak, etin üzerindeki yağı ayırıp ayırmamakla imtihan edilen Yahudiler, ince bir ayarla elekten geçiriliyor. Sebt / Cumartesi günü yasağını akılları sıra “balıkları o gün başka bir havuzda toplayan ve ertesi gün avlayan" Yahudiler için et ile yağı ayırmak da kolay olmasa gerektir.

- O devirde Yahudilerin en çok yedikleri anlaşılan balık, bir kısım hayvanların etleriyle birlikte, etten ayrılması hem güç hem de etlerin tadını da kaçırdığı düşünülürse, verilen cezanın Yahudi kurnazlığına uygun olduğu görülür.

- Bu yasaklanan yağların sağlık açısından zararlı olduğuna hükmetmek için ciddi bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Kaldı ki, bilim adamlarının dün kırmızı dediklerine bugün sarı dediklerini de unutmamak gerekir. Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetine güvenmek gerekir. Ayrıca, bizim bir şeyin hikmetini bilmememiz, onun Allah katında da hikmetsiz olduğu anlamına gelmez.

11 Yahudilerin beklediği peygamberin ırkı nedir?

- Medine'deki Yahudiler yakında yeni bir peygamber geleceğini, Tevrat'ı tasdik eden yani tevhid ve diğer temel itikad konularıyla dinin aslî hedeflerinde Tevrat'la uyuşan, ayrıca Tevrat'ın son peygamberle ilgili müjdesini doğrulayan (Râzî, III, 180) yeni bir kitap indirileceğini biliyor; bu peygamberin ve getirdiği kitabın tevhidi yeniden hâkim kılarak, Yahudiliğin de düşmanı olan putperestliği ortadan kaldıracağına, böylece Musa'nın dinini yeniden güçlendireceğine ve bu suretle kendilerinin de Medine müşrikleri karşısında üstün duruma geçeceklerine inanıyorlardı. (İbn Atıyye, 1/178)

İşte bekledikleri peygamber ve kitap geldiğine göre, onu Araplardan önce kendilerinin kabul etmeleri gerekirdi. Fakat onlar inkâr ettiler. Çünkü bu peygamber, umduklarının aksine, İsrâiloğullarından değil Araplar arasından gönderilmişti.

Bu ayetin (Bakara Suresi, 2/89) devamındaki Ayette, Hz. Muhammed (sav)'in Peygamberliğini inkâr etmelerinin nedenlerinden birinin, ırkçılk olduğu bildirilmektedir:

"Allah'ın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etme­sini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini (Kur'an'ı da) inkâr karşılığında kendilerini harcamaları ne kötü şeydir! Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Bakara, 2/90)

- “Onların beklediği peygamber sadece Mesih idi” iddiası doğru değildir. Doğru olsa bile, onların Mesih’ten kasıtları Hz. İsa (as) olduğunu ispat edecek bir belgeyi göstermek imkânsızdır. Kaldı ki, bekledikleri Mesih, İsa olarak geldiğinde onun yalancı olduğunu, gayrimeşru bir çocuk olduğunu söyledikleri ve onu öldürmek için bütün güçleriyle çalıştıkları gerçeğini dünya-âlem bilmektedir.

- Ayette söz konusu edilen ve sıkı sık, “Şu putperestler biraz daha hükmetsinler bakalım! Peygamber geldiğinde onların hesabını göreceğiz.” diyenler, İslam dininin ortaya çıktığı devirde yaşayan Medine Yahudileridir. Bunlar, Hz. İsa’dan altı yüz sene sonra geldikleri halde, bir peygamber beklediklerine göre, bu bekledikleri -adı ne olursa olsun- ahir zaman peygamberi, son peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.m.)’i beklediklerini gösteriyor.

- Kaynakların -Abdullah b. Abbas, Katade ve Süddi gibi âlimlerden naklederek- verdiği bilgiye göre, Hz. Muhammed (a.s.m) peygamber olarak gelmeden önce, Medine’de bulunan Kureyza ve Beni Nedir Yahudileri, Medine müşrik Araplarından Evs ve Hazreç kabilesiyle bir konuda tartıştıklarında “Bizim söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin gelme zamanı yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi Âd ve İrem gibi katledeceğiz.” diyorlardı. (bk. Taberî, Razî, Ebu’s-Suud, Alusî, Elmalılı, ilgili ayetin tefsiri).

Bazen de şöyle dua ediyorlardı:

“Allah’ım! Tevrat’ta vasıflarını / özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman peygamberi hürmetine bize yardım et!” (bk. A.g.y).

İşte Kur’an onların bu sözlerini onlara hatırlatıyor.

12 Ayette, Yahudilerin parça parça olacakları bildirildiği halde, neden hepsi birlik içindedir?

Ayette, Yahudilerin geçmişteki durumları anlatılıyor. "Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık.” mealindeki ifadeden de bunu anlamak mümkündür. Bu ayetin gelecekte de Yahudilerin sürekli parçalar halinde dağınık olarak dünyada yaşayacaklarına dair bir yorum çıkarmak isabetli olmadığı gibi, realiteye terstir.

Kaldı ki, Kur’an Yahudilerle ilgili bu bilgiyi verdiği zaman yaklaşık iki bin yıl geçmişti. A'raf suresi Mekke’de indiğine göre, Kur’an’ın Yahudilerle ilgili bu bilgiye vermesinden sonra da yaklaşık on üç asır geçmiştir. Demek ki, bu ayette söz konusu edilen Yahudilerin paramparça bir halde yeryüzüne dağılmalarına dair kendilerine verilen ilahi cezanın üzerinden yaklaşık 3.350 yıl geçmiştir. Bu az bir zaman dilimi değildir.

Ancak İsrail devletinin kurulmasına kader cihetiyle izin verilmesinin elbette bilmediğimiz hikmetleri vardır.

Yalnız şunu biliyoruz ki, Müslümanlar dinlerini bir kenara atarak, ırkçılık hastalığına müptela olduklarından ötürü paramparça oldular ve şu anda da bu dağınıklığın cezasını çekiyorlar.

Yahudiler ise, ırkçılık yapmakla beraber, ırklarının merkezine dinlerini oturttukları için, lisan-ı halleriyle dini önceleyen âdil kaderden toparlanma iznini alabildiler.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri bu gerçeğe ışık tutmaktadır:

“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes'elesinde (İsrail devletinin Filistin topraklarında kurulmasında), hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan'da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (bk. Şualar, s. 507)

13 Yahudiler, Hz. Yakub Peygamberin Allah'ı güreşte yenmesini nasıl açıklıyorlar?

Tevrat'ta, Hz. Yakub (as)’ın Tanrı Yahve/Yehova ile olan mücadelesine yer verilmektedir ki, bu hayli dikkat çekici bir durumdur ve Tevrat’ın tahrif edildiğinin göstergelerinden sadece birdir.

Buna göre, ailesiyle birlikte Hazret-i Yakub, dayısının yanından Kenan diyarına dönerken, çölde bir adamla karşılaşır ve tanyeri ağarıncaya kadar onunla güreşir.

Yakub, "Bırak gideyim." dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Yakub'a, “Artık sana Yakub değil, İsrâîl (Yahudilerce: Tanrı ile güreşen) denecek. Çünkü sen, Allah ile ve insanlarla güreşip yendin!” der. (Tekvîn, 32/22-32)

Tevrat'ta anlatıldığına göre bu güreş esnasında Yakub'un uyluk kemiği incinmiştir. Bu nedenle Yahudiler, bugün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler. Çünkü Yakup'un uyluk kemiğinin başındaki sinire çarpılmıştı.(bk. Tevrat, 32/24-32)

Dolayısıyla Yahudi anlayışına göre, Yakup, bu olay sebebiyle “tanrı ile güreşen” veya “Tanrı ile uğraşan” manasına gelen “İsrail” lakabını alır. Tanrıyla güreşmesine dair anlatılan bu uydurma kıssadan itibaren Yakup’un adı onur ünvanı olarak “İsrail” (Yisrael) adıyla; O’nun çocukları da “İsrailoğulları” (Bney Yisrael) unvanıyla tarihe geçmiştir. (Baki Adam, Yahudiliğin Hristiyanlığa ve İslam’a bakışı)

Tevrat'ta geçen bu ifadeler, açıkça Tanrı’nın insan şekline getirilmesidir. Bu ise, tevhitten bütünüyle uzak, kemal sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sahip bir ilah inancının ifadesidir.

Buna benzer bir düşünce Hinduizm'de de vardır. Orada da tanrı bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç Hinduizm'de “Tanrının Avatarası” olarak ifade edilmektedir.

Yahudi din alimleri, Eski Ahid'de yer alan bu tür kıssaları, değişik şekillerde yorumlama ve tevil etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim bu olay, Tevrat tefsirlerinde; “Yakub'un güreş yaptığı kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek tevil edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da tevili mümkün değildir.

Nitekim Tevat'taki güreş olayının ardından: “(Mûsâ): Tanrı'yı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi.” (Tekvîn, 32/30) ibaresi, tevilin mümkün olmayacağını gösterir. Mana çok açıktır ve hiçbir hak inanca uygun düçmeyecek şekildedir.

Ayrıca, bu olayın Tevrat'ta niye yer aldığı, hikmet ve gerekçesinin ne olduğu da tamamen meçhuldür. Her hadisenin bir gerekçesi olması gerekirken, bununla ilgili hiçbir gerekçe gösterilmemektedir.

İfade ettiğimiz gibi Tevrat'ta, Allah Teala'nın “Sübhân”, yani her türlü beşerî sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıf bir Rab olduğu hakikatinin zıddına, O'na beşerî bir acziyet isnad edilmektedir. Bu hususta muharref Tevrat'taki diğer bazı ifadeler de şöyledir:

“Ve Musa, kavmin, aşiretlerine göre herkesin, çadırının kapısında ağlamakta olduğunu işitti; ve Rabbin öfkesi çok alevlendi; ve Musa'nın gözünde kötü oldu. Ve Musa Rabb'e dedi:

“Niçin kuluna kötülükle davrandın? Ve niçin senin gözünde lutuf bulmadım ki, bu kavmin bütün yükünü benim üzerime yüklüyorsun? Bütün bu kavme ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum ki, bana: 'Lala, emzikli çocuğu taşıdığı gibi, atalarına and ettiğim diyara kucağında onları taşı.' diyorsun? Bütün bu kavme vermek için nereden et bulayım? Çünkü bana: “Bize et ver ve yiyelim.” diyerek ağlıyorlar. Bütün bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü bana çok ağırdır. Ve eğer bana böyle davranırsan, niyâz ederim, eğer gözünde lutuf buldumsa, beni hemen öldür; ve sefaletimi görmeyeyim!” (Sayılar, 11/4-6, 10-15)

Cenab-ı Hakk'a zulüm isnad eden bu ifadeler, Hz. Musa'ın Rabbine dua ve niyazda bulunacağı yerde baş kaldırıp isyankar bir tavır sergilediğini gösterir ki, bu durum bir mukaddes kitaba ne kadar uygun düşer.

Yine Tevrat'ta, Allah inancıyla bağdaşmayan şöyle bir olay anlatılır:

“Günün serinliğinde cennet bahçelerinde gezinti yapmakta olan Rab, Âdem ile Havva'yı arar. Onlar ağaçların arkasına gizlenmiştir. Tanrı onları göremeyince: 'Neredesin?' diye Hazret-i Âdem'e seslenir. Âdem, 'Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim.' der.” (Tekvîn, 3/8-10)

Bütün bu ve benzeri bir çok konu, ne kadar tevil edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Tevrat'ın tahrif edildiğini, yani Tevrat’ın aslının korunamayıp insan elinin karıştığını, bir takım ilave ve çıkarmaların yapıldığı kendiliğinden anlaşılır.

Bugün birçok alim, Tevrat kıssalarındaki insan şeklinde bir tanrı inancının arka planında, eski Mısır ve Babil'de görülen putperest ve efsanevî tanrı inançlarının tesirleri bulunduğunu ve bu inançların hem Yahudileri hem de Tevrat yazarlarını etkilediğini ifade etmektedir.

Kur'an'da İsrail ismi geçmeketdir.

Kur’an-ı Kerim Hz. Yakub aleyhisselamın adının İsrail olduğunu şu iki ayeti ile tasdik etmektedir:

“Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in (Yakub'un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğullarına helâl idi.” (Âl-i İmran, 3/93)

“…İbrahim ve İsrail (Yakub)'in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.” (Meryem, 19/58)

İslam tarihçileri ve müfessirler; Arapça olmayan İsrail kelimesine, Tevrat’ta yüklenen manadan tamamen farklı başka anlamlar yüklemişlerdir.

Yahudi kaynaklarında bu kelimenin anlamı konusunda verilen bilgiler İslâm'ın uluhiyyet ve peygamberlik inancıyla bağdaşmadığı için Müslüman bilginler bu hususta farklı açıklamalar getirmişlerdir.

İsrail kelimesinin anlamı Allah'ın kulu (Abdullah) demektir. İbn Abbas’ın açıklamasına göre, İbranice’de "isra" kul demektir, "il" de Allah demektir.

"İsra" kelimesinin Allah'ın seçtiği, "il" kelimesinin ise Allah demek olduğu söylendiği gibi "isra" kelimesinin sağlam yapmak ve bağlamaktan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrail, Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış gibi bir anlam ifade eder.

Ayrıca, Hz. Yakub’un Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden dolayı, Yüce Allah'a geceleyin giden ve yürüyen anlamında İsrail isminin verildiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre ismin bir bölümü İbranice bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. (bk. Taberi, Kurtubi ilgili ayetlerin mealleri)

Kur’an’ın bahsettiği olaylar ve olayların kahramanları kesinlikle bir tarihî vaka olarak vardır. Eski ilahî kitaplar üzerinde bir müheymin / kontroler olan Kur’an-ı Kerim o semavi dinlerdeki bilgilerin yanlışlığa uğramış olanları düzelterek doğru olanı insanlara anlatmaktadır.

Kur’an’ın Tevrat ve İncil ile ilişkisini belirleyen vasfı “Muheymin”dir. Bu kelime, gözetmen ve kontrol eden manasına gelir. Bu kontrol iki şekilde olur, o kitaplarda bulunan doğruları tasdik ve zamanla vahiy olmayan kısmında -insanların hatası olarak yer alan- yanlışları tashih etmek.

İşte Tevrat’taki muharref unsurların doğrularını beyan eden Kur’an-ı Kerim, tasdik ettiği ve kullandığı İsrail kelimesinin “Allah’ın kulu/Allah’ın safveti/Allah’ın seçkin kulu/Allah’ın güçlü kıldığı.” manasında olan gerçek anlamını kastettiğini kabul etmemiz en doğru tavır olacaktır.

Bilindiği gibi Hz. İbrahim oğlunu kurban ederken onun oğlu Yakup da müjdelenmiştir:

“O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik.” (Hud, 11/71)

Dolayısıyla Hz. Yakub’un İsrail lakabına “Allah’ın seçkin kulu” şeklinde mana verilmesinin, Yakup peygamberin hayat çizgisini en iyi anlamlandıran bir ifade olacağı kanaatindeyiz.

14 Şimr b. Ebu Cevsen hakkında bilgi verir misiniz?

Bu konuda araştırma yapan bazı tarihçilerin bildirdiğine göre, Şimr b. Zil Cevşen adındaki adamın soyu -bazı farklı yorumlara rağmen- Yahudi kökenli, Farisi bir ailenin çocuğudur. Hevazin’deki Beni Kilab kabilesinin köle ve mevalilerindedir. Yezid’in ordusunda yer alıp Hz. Hüseyn’i şehit eden habislerden biridir. (bk. Tarihçi Muhammed el-Mizanî’nin makalesi)

- Taberi onun soyunu şöyle belirlemiştir: Şimr’in babası Zul-Cevşen, onun babası Şurahbil, onun babası el-A’ver, onun babası, Ömer, onun babası Muaviye / Dubab, onun babası Kilab’tır.” (Taberi, Tarih, 5/422)

- Şimr’in İbn Sebe’ ile bir bağına rastlayamadık.

15 Yahudilerden bir ümmetin kaybolduğu ve bunların fareleştiği, anlamında bir hadisi var mı?

Evet, bir hadis-i şerifte verilen bilgiye göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

"İsrailoğullarından bir ümmet kaybolmuş ve ne olduğuna dair bir bilgi de yoktur. Öyle zannediyorum ki, o ümmet mesh edilerek fare olmuştur. Çünkü, farelere deve sütü verilse içmezler. Fakat keçi-koyun sütü verilse içerler.” (Buhari, Bedu’l-Halk,15; Müslim, Zuhd, 61)

- Bu hadiste Peygamberimiz (asm)'in kendi içtihadı ile yaptığı bir tahmin söz konusudur.

Peygamberimiz (asm), bu tahminin gerekçesi olarak da İsrailoğullarına devenin et ve sütünün haram kılınmış olduğunu göstermiştir.

- Ancak Peygamberimiz (asm) daha sonra, mesh edilerek domuz veya maymun olanların varlıkları ve nesillerinin devam etmediğini Allah’tan öğrenmiş ve bunu öyle bildirmiştir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 6/353)

16 İsrailoğullarının buzağıya tapması, onlardan söz alınmasından önce mi olmuştur?

- Biz de yirmiden fazla tefsire baktık, fakat maalesef bu tefsirlerde sorunuzun cevabını bulmadık.

- Bununla beraber, Taberi’den aktarılan bilgiye göre, Tur dağının İsrailoğullarının üzerine kaldırılması olayı, Hz. Musa’nın TUR dağından geldikten sonra olmuştur.

Buna göre, Hz. Musa Tur dağından geldikten  (ve buzağıya tapanlarla tartıştıktan) sonra, kavmine “Ben size Tevrat’tın, helal ve haramlar(la ilgili hükümlerin) içinde bulunduğu Levhalar getirdim ki, onlarla amel edesiniz.” dedi. Onlar ise “Senin sözlerini kim kabul eder ki?” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah melekler gönderdi, onlar da dağı başlarının üzerine kaldırdılar. Hz. Musa da onlara “Eğer dediklerimi kabul etmezseniz, melekler başınızın üzerine kaldırdıkları dağı üzerinize bırakırlar.” şeklinde uyarıda bulundu. Ve bu tavır karşısında Yahudiler Tevrat’ı kabul ettiler ve Allah için secdeye kapandılar.” (Şeyh Mekarim eş-Şeyrazi, el-Emsel fi kitabillahi’l-münzel, 1/259-260)

- Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, “dağın yukarıya kaldırılma” olayı, Hz. Musa’nın Tur dağından gelmesinden ve onlardan bu konuda misak aldıktan sonra tahakkuk etmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, müfessirler bu konuyu böyle anladıkları ve bunu bedihi bir gerçek olarak kabul ettikleri için bu konuda özel bir beyanda bulunmamışlardır. Bakara suresi 93. ayetinde yaptıkları tefsirlerinden bunu anlamak mümkündür.

17 Maide 44. ayete göre, Tevrat'ta hidayet ve nur varsa, onun değişmediği anlamına mı gelir?

- Arapça lisanına göre “fîhi hüden ve nûrun...” cümlesini “onda hidayet ve nur vardı / vardır.” şeklinde tercüme edilmesi arasında fazlaca bir fark yoktur. Çünkü bu cümle “içinde hidayet ve nur olduğu halde Tevrat’ı indirdik” diye de tercüme edilebilir. Çünkü bu cümle Tevrat’ın hâl cümlesidir.

Kaldı ki, Tevrat’ın tahrif edilmesi onun tamamen hidayet ve nurunu kaybettiği anlamına gelmez. Çünkü, tahrif edilmiş olsa bile, yine de hidayet ve nurun varlığını gösteren pek çok ayet vardır. Nitekim Peygamber Efenedimiz (asm)'e işaret eden bazı ayetleri görmek mümkündür.

- Soruda “Tevrat’ın tahrif edilmediği”ne yönelik zayıf ihtimali ortadan kaldıran ve Tevrat’ın tahrif edildiğini gösteren Kur’an’ın açık ifadeleri vardır. (bk. Nisa, 4/46)

- Şunu da belirtelim ki, önceki semavi kitaplardaki tahrifatın -genel olarak- nasıl yapıldığı, lafızlarda mı yoksa yorumlarda mı olduğu hususunda İslam alimleri arasında farklı görüşler vardır.

- Bununla beraber, Tevrat’ta, Hz. Lut gibi bir peygamberle ilgili -akıl dışı- bir / birkaç hikâyenin varlığı. bu tahrifat şeklinin boyutunu göstermektedir.

- Ayrıca, A'raf suresinin 161-162. ayetlerinden Yahudilerin Tevrat’ın lafızlarını da değiştirip tahrif ettiklerini anlamak mümkündür.

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Ve onlara: 'Bu şehirde yerleşin ve ondan dilediğiniz yerden yiyin, af dilediğinizi söyleyin ve kapıdan secde ederek girin. Sizin hatalarınızı mağfiret edelim ve muhsinlere daha da arttıralım.' denilmişti. Ama onlardan zulmedenler, sözü, onlara söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Bunun üzerine, yapmış oldukları zulümler sebebiyle, semadan onların üzerine bir azap gönderdik.”

İlave bilgi için tıklayınız:

İncil'de ve Tevrat'ta Hz. Muhammed'e işaretler var mıdır? 
Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mı?

18 Allah, neden Yahudileri helak edip yok etmemiştir?

- Yahudiler, Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakub’un çocuklarıdır. Hz. İshak ise, Hz. İbrahim’in oğludur.

Hz. Lut, Hz. İbrahim’in yeğenidir ve onun döneminde peygamber olmuştur.  

Hz. Hud ise, Hz. İbrahim’den öncedir.

Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Hud ve Hz. Lut zamanında Yahudi diye bir kavim yoktur. Dolayısıyla o zamanda helak olmaları da söz konusu olmamıştır.

- Kur’an’ın değişik yerlerinde Yahudilerin zaman zaman büyük bir cezaya çarptırıldıklarına, önemli bir kısmının lanete uğrayıp helak olduğuna işaret edilmiştir.

Ancak onlardan gelen nesiller arasında çok salih evliyalar yanında peygamberler de olacağını bilen Allah, onları toptan helak etmemiştir.

19 Araf suresi 161. ayetteki, kapıdan secde edercesine hürmetle girin, ne demektir?

Bu ayette Yahudilerin (bu şehrin Mısır diyenler olmakla beraber, büyük çoğunluğun görüşüne göre) Kudüs şehrine (bazılarına göre Kudüs’ün bir köyü olan Eriha’ya) gidip yerleşmeleri emredilmiştir.

Bir önceki ayette onlara kırk yıl kadar şaşkın ve çok sıkıntılı bir hayat geçirdikleri Tih çölünde iken, kendilerine yapılan -Kudret helvası ve Bıldırcın eti gibi- nimetler -isim verilmeden- hatırlatılmıştır.

Bu ayette ise, onlara lütfedilen yeni bir nimete; Kudüs’e yerleşmelerine imkân verildiğine işaret edilmiştir.

Ancak Yahudilerin kibir ve gururlarını çok iyi bilen Allah, onların bu şehre girerken tevazu göstermeleri, şimdiye kadar yaptıkları nankörlük ve işledikleri günahlardan da tövbe etmelerini ve tertemiz olarak Kudüs şehrinin manevi temizliği ve kutsallığına yakışır bir şekilde girip yerleşmelerini istemiştir.

Ayette tövbenin kabul olmasının temel iki unsuruna vurgu yapılmıştır:

Birincisi: Şehrin kapısından/bir tarafından girerken “secde edercesine, tevazu göstermeleri” ile ifade edilen kalp ile içten gelerek yapılan pişmanlık göstermeleri.

İkincisi: “Hıttatun=günahlarımızı bağışla” kelimesiyle ifade edilen dil ile ikrar ve itiraf etmeleridir. (krş. Razi, Araf 161. ve Bakara 58. ayetin tefsiri)

Burada, âdeta değişik zamanlarda Yahudilerin herkesin gördüğü bir şekilde işledikleri suçlarından, gerçekten tövbe ettiklerinin açıktan yapılması tavsiye edilmiştir. Çünkü, açıktan yapılan günahlardan tövbe etmenin bir şartı da aynı açıklıkta tövbe etmektir.

Zira, bu tarzda yapılan tövbe ile toplum, tamamen birbirine karşı güven duygusuna kavuşur. İnsanlar eski kötü arkadaşlarının bundan böyle kötülük yapmayacaklarını düşünürler, huzur ve güvenilir bir ortamının oluşması için gereken emniyet zemininin varlığına inanırlar. Bu da Kudüs gibi kutsal bir şehre yerleşmenin bir karşılığıdır.

Ancak Yahudilerin arsızlıkta devam ettikleri için cezaya çarpıldıkları bir sonraki ayette şöyle ifade edilmiştir:

“Fakat içlerinden zulmedenler, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de yapmakta oldukları zulümden dolayı üzerlerine gökten bir azap gönderdik.”(Â'raf, 7/162)

- Bu zulmeden Yahudilerin bu iflah olmaz huyları, Bakara suresinde de söz konusu edilmiştir:

“Bulutu üzerinize gölgelik yaptık. 'Size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyiniz.' dedik. Ama onlar (itaat etmemekle) bize zulmetmediler. Fakat sadece kendi nefislerine zulmettiler."

"Bir zamanlar onlara (İsrailoğullarına) şöyle demiştik: Şu köye (Kudüs’e) girin ve oranın mahsullerinden dilediğiniz yerden dilediğiniz gibi bol bol yiyin, (Şehrin) kapısından secde ederek (mütevazı bir şekilde) girin ve 'hıttatun' (Ya Rabbi! Bizi affet!) deyin ki biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Biz, iyilikte bulunanlara daha fazlasını vereceğiz."

"Fakat zalimler, kendilerine söylenen sözü, başka sözlerle değiştirdiler (emirlerimizin dışında hareket ettiler). Biz de yaptıkları kötülükten dolayı o zalimlerin üzerine gökten bir azap indirdik.” (Bakara, 2/57-59)

20 Ayette geçen, pek azı müstesna onlar lanetlenmiştir, ifadesi kimler içindir?

Maide suresi, 13. Ayet ve meali şöyle:

فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ ﴿١٣﴾

Meali:

Verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.”

Bu ayetteki إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُم Onlardan az bir kısmı hariç ifadesi tefsirlerde genelde, daha sonra Müslüman olan Abdullah b. Selâm vb. olduğu ifade edilmiştir.  (Örnek olarak bk. Razî, Ebu Hayyan, Kasımî ilgili ayetin tefsiri)

Razi de bu görüşü belirttikten sonra, bu az sayıdaki grubun Allah’ın ahdine sadık kalarak hıyanette bulunmayanlar olabileceğini belirtmiştir.

Bu açıklamalar ışığında şöyle diyebiliriz:

Ayette zikredilen Yahudilerden az bir grup, Müslüman olmuş Yahudiler olabileceği gibi, Yahudi olmakla birlikte, ayette belirtilen Yahudilerin çoğunun yaptığı kötü fiillerden uzak duran, Yahudi fırkaları da olabilir. Bunlar Asr-ı saadette olabileceği gibi, zamanımıza kadar geçen süreçteki bir takım Yahudi grupları da olabilir.

Ayette bunların sayısının az olduğu ifade edilmekte, Yahudilerin büyük çoğunluğunun Allah’ın ahitlerine karşı ve Müslümanlara karşı hıyanet içinde oldukları ifade edilmektedir.

21 Yahudilerin hepsi ya da bir kısmı, dünyada ölüp ölüp yeniden mi diriliyor?

- Kur’an’ın bu ifadelerinden "eski Yahudi ve Hristiyanların tekrar dirilip Kur’an’a muhatap olduklarını" düşünmek, herhalde bir şakadan ibarettir. Yoksa böyle bir ihtimale ihtimal vermek, gerçekten izahı mümkün olmayan bir kuruntu demek zorunda kalınır.

- Kur’an’ın bu ifadelerinde sosyolojik ve psikolojik bir üslup hâkimdir. Bu tür ifadelerle, Hz. Peygamber (asm) devrinde yaşayıp da iman etmeyen Ehl-i kitabın, özellikle de Yahudilerin durumu eskiden beri babalarından gelen bir gelenek olduğuna işaret edilmiştir. Daha önceki ataları, peygamberlere karşı sergiledikleri tutum ve davranışların aynısının çocuklarında da görülmesinin fazla yadırganmaması gerektiğine işaret edilmiştir.

Bununla;

a) Sosyolojik bir vaka olarak bu tür hissiyatın adeta genetik bir tevarüs gösterdiğine işaret edilmiştir. Yahudilerin peygamberlere karşı gösterdikleri tavır onların kadim tarihlerinden gelen bir hastalık olduğuna vurgu yapılmıştır.

b) Yanlış tutumlarının atalarından kalma bir gelenek olduğunun vurgulanması, psikolojik bir etkiye de sahiptir. Olayların bu şekilde vurgulanmış olması, bir yandan Hz. Peygambere (asm) büyük bir rahatlama ve teselli vermiş, diğer tarafından muarızlarını aşağılık kompleksine sürüklemiştir.

c) Yahudilere verilen bu sert tepkiyle o günün müşrikleri olan Araplara da bir ibret sahnesi açılmıştır. Çünkü onlar da eski dinlerini / putçuluğu savunurken çoğu kez baş vurdukları savunma taktiği olarak: “Biz eskiden beri atalarımızdan bunu böyle gördük.” diyorlardı.

Ehl-i kitabın atalarının yanlışları ortaya konurken, cahil olan müşriklerin atalarının daha kötü olduğuna işaret edilmiş ve bu konuda müşriklere akıllarını başlarına devşirmeleri istenmiştir.

- Hz. İbrahim (asm) ile kavmi arasında geçen ve Kur’an’da yer verile şu diyalog da bu konuda bize ipucu vermektedir:  

“İbrahim: 'Peki' dedi, 'Siz kendilerine dua ettiğinizde onlar (putlar) sizi işitiyorlar mı? Yahut taptığınızda size fayda veya tapmadığınızda size zarar verebiliyorlar mı?' 'Yook!' dediler, ‘ama atalarımızı böyle bir uygulama içinde bulduk, biz de onu benimsedik’(Şuara, 26/72-74)

Yine Hz. İbrahim’le kavmi arasında geçen bu sahne de söylediğimiz gerçeklere önemli bir ufuk açacaktır:  

“İbrahim, o vakit babasına ve halkına: ‘Nedir bu karşısında durup taptığınız heykeller?’ dedi. ‘Biz, dediler, atalarımızı bunlara tapar bulduk, biz de onların yaptıklarını yapıyoruz.’ İhrahim: 'Yemin ederim ki, dedi, siz de atalarınız da besbelli bir sapıklık içindesiniz.' (Enbiya, 21/52-54)

22 Yahudilerin dini ve sosyal açıdan fayda ve zararları neler olmuştur?

Yahudiler içerisinde bireysel olarak faydalı işler yapanlar elbette vardır, ancak millet olarak gerek tarihte gerekse günümüzde olumsuz tavırları ile hatırlanan bir millettir.

Yahudiler, din konusundaki bazı tutumları nedeniyle tenkit edildiler. Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde Yahudiler dini bir kenara attıkları ya da dine karşı sorumsuz tavırları nedeniyle eleştirilirler. Ayrıca Kur'an'da Yahudiler dinin orijinal halini bozmaları (tahrif), Tanrı'yı, dini ve seçkinliği tekellerinde görmeleri, Allah'a verdikleri sözden (ahit) dönmeleri, öte dünyanın sadece kendilerine ait olduğunu iddia etmeleri sebebiyle tenkit edilirler. Yine daha önce helal ya da haram kılınan bazı hususlardaki keyfî tutumları nedeniyle de kınanmaktadırlar. (Misal olarak Cuma 5, Nisâ 46-160, Âl-i İmrân 73, Mâide 18, Bakara 11-109, Nahl 118, En'âm 146.)

Yahudiliğin iman esasları arasında yer almasa da Yahudiler, kendilerinin Tanrı’nın seçilmiş kavmi olduklarına ve arz-ı mev‘ûdun Tanrı tarafından kendilerine vaad edildiğine inanmaktadır. “Siz Tanrınız Rab için kutsal bir kavimsiniz. Tanrınız Rab kendi has kavmi olmanız için yeryüzündeki bütün milletler arasından sizi seçti.” (Tesniye, 7/6). Bütün kâinatı yaratan İsrâil Tanrısı İsrâil’e ahid bağıyla bağlıdır, O’nun kutsallığı, hükmü ve himayesi özellikle İsrâil üzerinde tecelli etmektedir: “Tanrı’nız olmak için sizi Mısır’dan çıkaran Rab benim. Kutsal olun çünkü ben kutsalım.” (Levililer, 11/45). 

Kur’an’da İsrâiloğulları’na geçmişte bahşedilen nimetler hatırlatılarak Allah’a verdikleri sözü tutmaları, Mûsâ’yı ve Tevrat’ı tasdik eden yeni tebliği (İslâm’ı) ve onun peygamberini kabul etmeleri istenmektedir (el-Bakara 2/47, 122; el-A‘râf 7/140; ed-Duhân 44/32). İsrâiloğulları’nın Firavun’un zulmünden kurtarılması, denizin yarılması, çölde nimetlerin verilmesi bu çerçevede zikredilmektedir. Onların üstün kılınması, diğer milletlerden farklı ve ırk bakımından üstün oldukları anlamında değil Allah’ın onlara birçok peygamber göndermesi ve kendilerine Tevrat’ı vermesi bakımından bir üstünlüktür (İbn Kesîr, I, 85). Kur’an-ı Kerîm’de bu ayrıcalıkları şöyle anlatılır:

“Bir zamanlar Mûsâ, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size verdiği nimetini hatırlayın; hani O içinizden peygamberler çıkarmış, sizden hükümdarlar kılmış, âlemlerde hiç kimseye vermediğini size vermiştir.” (el-Mâide 5/20).

Bunlara rağmen İsrâiloğulları Allah’a isyan etmiş, O’ndan başka tanrılar edinmiş, peygamberlerine eziyet etmiş ve bazılarını öldürmüştür.

Medine ve civarındaki Yahudi gruplarının Müslümanlarla tartışmalarında vahiy ve peygamberlik hususunda ileri sürdükleri iddialara Kur’an’da cevap verilmiştir. Buna göre Yahudiler Hz. Muhammed’e indirilen vahyi kabul etmemek için doğrudan doğruya vahyi reddetmişler ve Allah’ın insanlara hiçbir şey indirmediğini söylemişlerdir:

“Yahudiler Allah’ı gereği gibi tanımadı; çünkü onlar Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi dediler. De ki: Öyleyse Mûsâ’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp istediğinizi açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz.” (el-En‘âm 6/91).

Gerçekte Medineli Yahudiler Allah’ın insanlara vahiy indirdiğini biliyordu; ancak vahyin kendi peygamberleri Malaki ile sona erdiğine inandıkları için Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmişlerdi:

“Kendilerine Allah’ın indirdiğine iman edin denilince, biz sadece bize indirilene inanırız derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur’an kendi ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan hak kitaptır. Onlara de ki: Eğer siz gerçekten iman etmişseniz, o halde daha önce neden Allah’ın peygamberlerini öldürdünüz?” (el-Bakara 2/91).

Kur’an’da Yahudilerle ilgili eleştiriler şu başlıklar altında sıralanabilir:

Cebrâil. Hicretten sonra Hz. Peygamber’in yanına gelen Fedek Yahudileri ona bazı sorular sorarak bunların cevabını aldıkları takdirde Müslüman olacaklarını söylediler. Soruları cevaplandırılınca bu defa vahiy meleğini sordular. Vahiy meleğinin Cebrâil olduğu bildirilince, “O bizim düşmanımızdır; o savaş ve şiddet getirir. Bizim elçi meleğimiz Mîkâil’dir; o müjde, bereket ve ucuzluk getirir. Eğer sana o gelseydi iman ederdik” dediler. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“De ki: Cebrâil’e düşman olan kimse iyi bilsin ki bu Kur’an’ı önceki kitapları tasdik etmesi, inananlar için bir rehber ve müjde olması için Allah’ın izniyle senin kalbine Cebrâil indirdi. Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman olan iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (el-Bakara 2/97-98)..

Tanrı İnancı. Kur’an’da Yahudilerin tevhid anlayışına da eleştiriler yöneltilmekte, bu konudaki tutumları yüzünden bazı âyetlerde hıristiyanlarla, bazı âyetlerde de müşrik Araplar’la aynı kategoride ele alınmaktadır. Ayrıca hıristiyanların Îsâ’yı Allah’ın oğlu kabul ettikleri gibi Yahudilerin de Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğunu söyledikleri belirtilir (et-Tevbe 9/30-31). Bu âyet Yahudilerden Selmân b. Mişkem ve arkadaşlarının Hz. Peygamber’e, “Biz sana nasıl inanırız! Kıblemizi değiştirdin; Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğunu inkâr ediyorsun” demeleri üzerine indirilmiştir. Diğer bir âyette de Yahudilerin ve hıristiyanların kendilerini Allah’ın oğulları ve sevgili kulları olarak gördükleri bildirilir ve bu iddia reddedilir (el-Mâide 5/18). Yahudilerin Allah hakkındaki bazı sözleri de Kur’an’da reddedilmiştir:

“Yahudiler Allah’ın eli sıkıdır derler. Sıkı olan onların elidir ve onlar bu iddialarından dolayı lânetlenmiştir.” (el-Mâide 5/64).

Diğer taraftan Medine Yahudilerinin Kur’an’ın ifade biçimini ve, “Allah’ın kat kat fazlasıyla iade edeceği bir güzel borcu O’na verecek olan kimdir...” meâlindeki âyeti (el-Bakara 2/245) hicvederek, “Allah fakirdir, ama biz zenginiz” şeklindeki sözleri de eleştirilmektedir (Âl-i İmrân 3/181).

Peygamberler. Kur’ân-ı Kerîm’de Yahudilerin bazı peygamberlere inanıp bazılarına inanmadıkları belirtilmektedir (en-Nisâ 4/150-151). Yahudilere göre Malaki son peygamberdir, bu sebeple Yahyâ, Îsâ ve Muhammed’in peygamberliklerini kabul etmemişlerdir. Yahudilere yöneltilen eleştirilerden biri de peygamberlere iftira etmeleridir. Yahudi kutsal kitabında, Kur’an’ın peygamber olduğunu bildirdiği bazı kişilerin günah işlediğinden bahsedilmektedir. Buna göre peygamber yalan söyleyebilmekte, zina edebilmekte, putlara tapabilmekte, hile yapabilmektedir. Meselâ Tevrat’ta Nûh’un suçu olmayan torunu Ken‘ân’ı lânetlediği (Tekvîn, 9/20-25), Lût’un kendi kızlarıyla zina ettiği (Tekvîn, 19/30-38), Dâvûd’un Urya adlı bir askerin karısını alıp kocasını öldürttüğü (II. Samuel, 11/2-17), Süleyman’ın putperest hanımlarının arzusuna uyarak putlara taptığı (I. Krallar, 11/1-6) ileri sürülmektedir. Kur’an’da bu iddialar reddedildiği gibi Yahudilerin bazı peygamberleri öldürdükleri de bildirilmektedir (el-Bakara 2/61, 87, 91; Âl-i İmrân 3/21, 112, 181; en-Nisâ 4/155; el-Mâide 5/70); nitekim kendi peygamberleri Amos’u, İşaya’yı, Zekeriyyâ’yı ve Yahyâ’yı öldürmüşlerdir.

Kutsal Kitap. Kur’an’da Yahudilerin kutsal kitaplarını asıl şekliyle koruyamadıkları ve onu tahrif ettikleri bildirilmiştir.

“Onlardan bir grup kitapta olmayan bir şeyi size kitapta varmış gibi göstermek için dillerini eğip bükerler ve bu Allah katındandır derler. Halbuki o Allah katından değildir; onlar bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.” (Âl-i İmrân 3/78). 

Ahdi Bozmaları. Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâiloğulları’na verilen nimetler ve onların âlemlere üstün kılınmasının ardından (el-Bakara 2/47, 122) kendilerinden ahid (mîsak) alındığı vurgulanmaktadır:

“Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki ben de size verdiğim sözü tutayım.” (el-Bakara 2/40).

Yahudilerden Allah’a kulluk etmeleri, namazı dosdoğru kılmaları, zekâtı vermeleri, peygamberlere inanıp onları desteklemeleri, anneye babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik etmeleri, birbirlerinin kanını dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları hususunda söz alınmıştır (el-Bakara 2/83-84; el-Mâide 5/12). Fakat Yahudiler verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir (el-Bakara 2/64, 85, 100; el-Mâide 5/13); insanlarla yaptıkları anlaşmalara da sadık kalmamışlardır (el-Enfâl 8/56). Yahudilerin dünya hayatına düşkün oldukları, haram yoldan kazanç sağladıkları, bile bile gerçeği inkâr ettikleri, âhirete karşılık dünya hayatını satın aldıkları ve çok yaşamayı arzuladıkları da belirtilmektedir (el-Bakara 2/86, 96).

Lânetlenmeleri. Kur’an’da Yahudilerin lânetlendiği belirtilmektedir (el-Mâide 5/13, 64), ancak bu genel bir lânetleme değildir. İsrâiloğulları’na Mûsâ’nın önderliğinde arz-ı mev‘ûda girmeleri emredilmiş ve bilgi toplamak üzere on iki kişi görevlendirilmişti. Bunlardan onu arz-ı mev‘ûda girilmemesini istemiş, dolayısıyla Allah’ın emrine karşı gelmiştir. Diğer hususlarda da verdikleri sözü tutmadıkları için Allah onları lânetlemiş, kalplerini katılaştırmıştır (el-Mâide 5/13). Lânetlemekle ilgili diğer âyet ise, “Allah’ın eli bağlıdır” şeklindeki sözlerinden dolayı nâzil olmuştur (el-Mâide 5/64). İslâm’a göre ırk ve kavmiyet üstünlük sebebi sayılmadığı gibi lânetlenme sebebi de sayılmaz. Zira Allah katında üstünlük soy sopta değil takvâdadır (el-Hucurât 49/13). Kur’ân-ı Kerîm’de Yahudilerin inançlarından ziyade davranışları ve Allah’ın emirlerine uymamaları bakımından tenkit edildikleri görülür. Onların karakteri inkârcı oluşları (el-Bakara 2/88-91; Âl-i İmrân 3/98, 112; en-Nisâ 4/46, 155), Allah’a eş koşmaları (el-Bakara 2/51, 54, 92; el-A‘râf 7/138-139, 148; et-Tevbe 9/30-31), üstünlük iddia etmeleri (el-Bakara 2/111, 135; Âl-i İmrân 3/181; el-Mâide 5/18; el-Mü’min 40/56), yeryüzünde bozgunculuk yapmaları (el-Mâide 5/64; el-İsrâ 17/4-7), katı yürekli olmaları (el-Bakara 2/74; el-Mâide 5/13; el-Hadîd 57/16), dünya hayatına düşkünlükleri (el-Bakara 2/96) ve hakkı gizlemeleri (el-Bakara 2/89; el-En‘âm 6/20) bakımından tasvir edilmiştir.

Âhiret İnancı. Kur’an’da Yahudilerin âhiret, cennet, cehennem gibi hususlarla ilgili alaycı tavırları da eleştirilmektedir. Bazı Yahudi mezheplerinde Tevrat’ta yer almadığı gerekçesiyle âhiret hayatının inkâr edenlerin yanı sıra âhiret hayatını kabul edenler de oradaki azabın sayılı günler olacağını iddia ediyorlardı. Bir rivayete göre Yahudiler, “Bu dünyanın ömrü 7000 yıldır. Öbür dünyada insanlara bu dünyanın her 1000 yılına karşılık bir gün azap edilir; böylece toplam yedi gün azap vardır.” iddiasında bulunmuşlardır. Talmud’a göre ise azap süresi Yahudiler için en çok on iki aydır. Kur’an’da onların bu iddiasına şöyle karşılık verilmektedir:

“İsrâiloğulları sayılı birkaç gün müstesna bize ateş dokunmayacak dediler. De ki: Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (el-Bakara 2/80).

Medine’ye varışının ilk aylarından itibaren Hz. Peygamber Yahudilere İslâm’ı tebliğ için gayret göstermiştir. Bazı Yahudiler İslâmiyet’i kabul etmişler, diğerleri ise ona karşı düşmanca davranmışlardır.  Müslümanlar Yahudilerle yaptıkları anlaşmalara riayet ettikleri halde Yahudiler, İslâm’ın gelişip güç kazanması üzerine Hz. Peygamber’e karşı çeşitli komplolar düzenlemişlerdir. Benî Nadîr Yahudileri bir yerde Resûlullah’ın üzerine bir taş düşürmek istemişlerse de Resûlullah, Cebrâil’in uyarısıyla bundan kurtulmuştur. Hayber fethinden sonra da bir Yahudi kadını Resûl-i Ekrem’i zehirlemeye kalkışmıştır. Bedir Savaşı’nın ardından Hz. Peygamber, Benî Kaynukā‘ Yahudilerinin pazarına giderek, “Ey Yahudi cemaati! Size de Kureyşliler’e gelen belâ ve felâketlerin gelip çatmaması için Allah’tan korkun ve İslâm’ı kabul edin. Zira biliyorsunuz ki ben Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. Siz bunu kendi kitabınızda da görüp duruyorsunuz.” demiş, fakat onlar, “Sen ancak kendi halkını bilirsin, savaş sanatını bilmeyen bir halk ile karşılaşman seni yanıltmış olmasın. Eğer seninle savaşacak olursak bizim yiğit kişiler olduğumuzu göreceksin.” diye karşılık vermişlerdir (Hamîdullah, I, 621). Buna rağmen Hz. Muhammed Yahudileri sürekli İslâm’a davet etmiştir. Hicretin birinci yılında Hayber Yahudilerine gönderdiği mektupta, Feth sûresinin 29. âyetine atıfta bulunarak Tevrat’ta Muhammed’e iman etmeleri gerektiğine dair bir kaydın mevcudiyetini hatırlatmış ve İslâm’a girmelerini istemiş, ancak bu çağrıya da olumlu cevap alamamıştır. Öte yandan Yahudiler Medine’de kurulan İslâm devletine karşı komplo hazırlamaktan geri durmamışlardır. Önceleri Hz. Peygamber’le bazı tartışmalara girmişler, bu yolla üstünlük sağlayamayınca ona ve Müslümanlara iftira etmişler, ardından müşrik ve münafıklarla işbirliği yapmışlardır.

(Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopedisi, Yahudilik Md., 43/220-226)