1
Çocukların, anne babalarına şefaatçi olacaklarını bildiren rivayetleri nasıl anlamalıyız?
Cevap: 1
Çocukların şefaat etmeleri, bazı günahların affında çocukların terbiyeleri, nazları ve niyazları ile sevimli halleriyle, rahmete ve şefkate yakın duruşlarıyla, anne ve babalarını Allah’ın bağışlamasında ve merhamet etmesinde vesile olmaları demektir. Onların ricalarını rahmet-i İlâhiyenin kabul edeceğini ummak, Allah’a karşı hüsnüzannımızın da bir gereğidir.
Evet, küçük yaşta ölen çocuklar ailesine şafaat eder. Şefaat dediğimiz hadiseyi, Cenab-ı Hak başta Peygamberimize (asm) olmak üzere tüm enbiyaya, melaikeye, Allah’ın sevgili kulları olan velilere, şehitlere ve küçük yaşta vefat eden masum çocuklara vermiştir. Fakat şefaat denilince, Allah, cennete koymak istediği kişileri Allah’ın sevdiği kişilerin eliyle ve şefaatiyle yaptırmak irade eder. Burada Allah’ın istemediği ve sevmediği veya kurtulmaya hak kazanamayan kişileri hiç kimse yine kurtaramayacaktır. Dolayısıyla şefaate hak kazanan kişileri, yine Allah’ın rızasını kazanan kişilerdir. Yoksa kafir ve müşrik gibi dünyada Allah’ı razı etmemiş kişiler şefaate istihkak kesp etmeyecektir.
Peygamber Efendimiz (asm)’in konu ile ilgili bazı hadisleri şöyledir:
“Henüz ergenlik çağına ulaşmamış üç çocuğu ölen her Müslümanı Allah, çocuklara olan rahmet ve şefkati sebebiyle cennete koyar.” (Buhârî, Cenâiz 6, 91; Müslim, Birr 153)
“Herhangi bir Müslümanın (ergenlik çağına ermemiş) üç çocuğu ölürse, o kimseye cehennem ateşi ancak Allah’ın yemini yerine gelecek kadar kısa bir süre dokunur.” (Buharî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim, Birr 150)
“Sizden (henüz ergenlik çağına gelmemiş) üç çocuğunu âhirete gönderen her kadın için, bu çocuklar cehenneme karşı mutlaka siper olur.” buyurdu. İçlerinden bir kadın: 'Bu durum iki çocuk gönderenler için de geçerli midir?' dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem : 'Evet, iki çocuk gönderen için de durum aynıdır.' cevabını verdi. (Buhârî, İlim 36, Cenâiz 6, 91; İ’tisam 9; Müslim, Birr 152)
"Düşük çocuklarınıza isim veriniz. Çünkü onlar âhirette sizin için yüksek dereceler kazandırmak üzere öncülerinizdir.” (Câmiü’s-Sağîr, III/1074)
"Düşük doğan çocuklarınıza isim veriniz. Ki, Allah bununla terazinizin sevap kefesini ağırlaştırsın. Aksi halde o Kıyâmet Gününde gelerek şöyle der: 'Yâ Rabbi! Bunlar bana isim vermeyerek, benden elde edecekleri sevabı kaçırdılar.'” (Câmiü’s-Sağîr, III/1075)
"Buluğa ermeden ölen çocuklar, cennette çok canlıdırlar, hareketli balık gibidirler. Onlardan birisi ebeveynini karşılar, elbisesinden tutar, Allah kendisiyle birlikte ebeveynini de cennete koyuncaya kadar bırakmaz.” (Câmiü’s-Sağîr, III/2364)
Görüldüğü gibi bu hadisler, henüz ergenlik çağına gelmemiş üç çocuğu ölen anne ve babanın, bu çocuklar sebebiyle cennete girecekleri konusunda -farklı ifadelerle de olsa- büyük bir müjde vermektedir.
Ölen çocukların “bülûğ çağına ermemiş” olmaları açıkça vurgulanırken, kız erkek ayırımının yapılmadığı, mutlak olarak çocuk (veled) denildiği görülmektedir. Dolayısıyla, kız olsun erkek olsun, bulûğ çağına ermemiş çocuğu ölen anne ve babalar, sabredip ecrini Allah’tan beklemek şartıyla müjdelenmişlerdir. Yavrusunun ölümüne sabretme ve Allah’ın hükmüne isyan etmeyip rızâ gösterme şartı, bu hadislerin ifadelerinden değilse bile delâletlerinden anlaşılmaktadır. Buhârî, Sahih’indeki bu konuyla ilgili başlıkta ölüme rızâ gösterme şartını açıkça belirtmiştir. (bk. Cenâiz 6). Nitekim Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
“Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 39/10) .
Âhirette çocukların böylesine sevimli ve şefaat eder bir halde karşılamalarının temelinde, elbette, onları Allah’ın bir meyvesi bilmek, Allah onları aldığı zaman arkalarından isyana düşmemek ve Allah’ın hükmüne teslim olmak, sabır içinde şükretmek, verenin de, alanın da Allah olduğunu bilmek, onları bir hediye ve emanet olarak kabul etmek ve Allah alırken de, yani onları mezara koyarken de onları mezara değil, Allah’ın rahmetine teslim ettiğini bilmek inançları vardır. Bu inanç ve anlayışlar tevhid inancının gerekleridir. Aynı zamanda en acılı bir olayda kişiye dayanma gücü veren şey de, Allah’a dayanmak ve Allah’a iman etmiş olmaktır.
Cevap: 2
Çocuk iken anne ve babasından İslamî konuda terbiye görmemiş ve büyüdükten sonra da bu yüzden dinden uzak bir hayat yaşamış olan kimsenin onlara şefaat etmeleri şöyle dursun, yakalarına yapışıp onları Allah’a şikâyet edeceklerdir.
Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki -özet halde sunduğumuz- ifadeleri bu söylediğimiz gerçekleri desteklemektedir.
"Bir anne -yanlış bir seçim yaparak- yaratılışta kendisinde var olan şefkat duygusuyla, çocuğunun dünya hayatında sıkıntılara girmemesi, güzel bir hayat sürmesi için her fedakârlığa katlanır. Ancak onun ebedî hayatını düşünmeyebiliyor. Mesela; 'Oğlum paşa olsun' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun ebedî hayatının tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; cehennem hapsine düşmemesini dikkate almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, 'Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime / mahvolmama sebebiyet verdin?' diye şekvâ edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder."
"Eğer bir anne hakikî şefkatini suiistimal etmeyerek, çocuğunu ebedî hapis olan cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o çocuğun bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i a'mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur..." (bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a, Birinci Nükte)
Diğer taraftan, çocuk yaşta vefat edenler, mümin olarak vefat eden anne, baba ve diğer yakınlarına şefaat edeceklerdir. Bu kısacık dünyada ayrılığa bedel ahirette ebedi çocuk sevgisini anne ve babasına yaşatacaktır.
"Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki:"
"Şu çocuk çendan senin evlâdındır. Fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim."
"O adam ağlar, sızlar, 'Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim.' der."
"Ona arkadaşları der ki: 'Senin teessürâtın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek -şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa..."
"İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:"
"Şu veled mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessürat göstermez, meyusâne feryad etmez." (Mektubat, On Yedinci Mektup)
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Kişi cennete girdiği zaman, Rabbinden anne ve babasını ve çocuklarını soracak. ...
2
"Şefâat yâ Resûlallah" demek şirk midir?
Dinî bir terim olarak şefâat,"Günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için, Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin ona dua etmesi, dilekte bulunması" ve daha çok "bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vukû bulacak aracılık ve dilekleri" demektir.
Mu'tezile bilginleri, âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin sözkonusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri ise haklı ve isabetli olarak her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. Ancak Allah'ın izin vermediği hiçbir kimse şefâat edemeyecektir (Meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).
Allah'a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların ona denk olduğuna değil, onun nezdinde reddedilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. Âyetü'l-kürsî içinde yer alan 'Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefâat edemez' meâlindeki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, o izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlar da Allah'a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Ayrıca bunların başkaları hakkında istediklerinin Allah tarafından kabûl şansı daha fazladır.
Kur'ân'ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir.
Çünkü gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadîslerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur'ân'ın şefâat konusundaki -2/48. âyette olduğu gibi- ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesini engellem içindir; yine Kur'ân'ın tövbelerin kabûl buyurulacağına dair çok net ifadeleri ise tövbenin kişiye hatâlı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslâh edici bir fonksiyon icrâ etmesinden ileri gelmektedir.
Buhârî, Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan müelliflerin kitaplarında yer alan birçok hadîs, bütün insanların mahşerde, korku içinde bekleşirken işlemin bir an önce başlaması konusunda Peygamberimiz'e (asm) mahsus şefâatten ve bunun yanında gerek Onun ve gerekse diğer peygamberlerin, salih kulların, hocaların, talebelerin, dostların şefâatlerinden söz etmekte, bu şefâatlerin hak ve gerçek olduğunu söylemektedir.
Dünyada insanların Hz. Peygamber'in (asm) kabrini ziyaret etmek, O'na salât ve selâm okumak, ezan okunduktan sonra vesîle duasını yapmak, iyi insanlarla beraber olmak, onların sevgisini kazanmak, iyi evlât ve öğrenci yetiştirmek gibi amellerinin (iş, hizmet ve eserlerinin) ilgililerin şefâatlerini hak etme bakımından tesirleri olduğunu ifade eden sahîh hadîsler de mevcûttur.
Bütün bu delîller karşısında bir kimse, diğerine 'bana şefâat et' derse bunda bir yanlışlık olmaz. 'Şefâat yâ Resûlallah!' demek de böyledir. Bunu diyen kimse, Hz. Peygamber'in (asm) şefâatini istemektedir. Bunu isterken de Allah'ın O'na şefâat selâhiyet ve izni verdiği bilgisine dayanmaktadır. 'Allah izin versin vermesin sen bunu yapabilirsin' diyen yoktur ve bu talebin açık veya gizli bir şirkle alâkası bulunamaz.
Kaynaklar:
- İbn Hibban, Sahih, Babu'l-havz ve'ş-şefaa.
- Buhari, Tefsiru'l-Kur'an.
- Şehu'l-mevakıf, Semiyyat, 6. Mevkıf, 9. Maksad.
- el-Mecmu, Şerhul Mühezzeb, Kitabu'l-Hac 274/8.
- Remlinin Fetvaları, Çeşitli meseleler, 383/4.
- el-Mevahibü'l-Ledünniyye, 3/605.
3
Hz. Peygamber kimlere şefaat edecektir?
Kıyamet günü, hususî bazı şahıslara, bazı kesimlere, akrabaya şefaat edenler pek çoktur. Peygamberler dahil, evliyalar, salihler, şehitler, alimlerin o günkü şefaatlerinin hepsi, belli bir zümreye mahsus, hususî bir özellik arz edecektir.
Başta kendi ümmeti olmak üzere, insanların tamamı için umumî bir şekilde şefaat hakkına sahip yalnız Hz. Muhammed (asm)’dir. Makam-ı Mahmud’un önemi de buradan kaynaklanmaktadır.
Mahşerdeki insanların Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (Aleyhimüsselam ecmain) sırasıyla gidip şefaat diledikleri halde, hepsi de bu işi bir başkasına havale edeceklerini, nihayet insanlar Hz. Muhammed (asm)’e geldiklerinde bu ricalarını kabul edip onları temsilen secdeye varıp Allah’a yalvaracağını ve Allah tarafından “Kaldır başını şefaatin kabul edilir.” diye kendisine umumî şefaat payesi verileceğini sahih hadislerden öğreniyoruz.(bk. Müslim, İman, 326, 327).
Peygamberimiz (asm)'in,
“Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir.” (Ebu Davud, Sünnet, 23; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mace,Zuhd, 27)
buyurması, hem ümmetine yapacağı şefaatin boyutunu aydınlatıcı hem de sevindirici bir müjdedir. Çünkü, bunun manası; "Küçük günahların sahibi zaten affedilir, asıl sorunlu olan büyük günah sahiplerine de ben şefaat ederim." demektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır, hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?
- “Kıyamet gününde herkes kendi zatının yani Allah dostlarının arkasında olacak, onlar da bize şefaat edecek” şeklinde bir rivayet var mıdır?
- Peygamberimiz 'in mahşerde, ümmetinden kalbinde hardal tanesi kadar iman olup da ...
- Hesap gününde mizanında kötülükleri ağır gelen mümin kişi, şefaate nail olabilir mi?
4
Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek?
Evet, sahih rivayetlere göre, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ peygamberler dahi “Nefsî, nefsî - Nefsim, nefsim” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm “Ümmetî, ümmetî - Ümmetim, ümmetim” diyerek (Buharî, Tevhid, 36; Müslim, Îmân: 326, 327) ümmetini esirgemesini, korumasını, acımasını ve şefkatini gösterecektir. Buna göre "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asm)'ın şefaatine layık eyle." şeklinde bir duada bulunmak uygundur.
Hayatı boyunca ümmeti diyen, sıkıntı, keder ve ızdıraplarını herkesten derince vicdanında duyan Allah Resûlü (asm), ümmetinin dünya ve ahirette takılıp yollarda kalmaması; en önemlisi de cehennem azabına düşmemesi için çırpınıp durmuş, dua dua Allah’a yalvarmıştır.
Ümmetinin ebedi helake götürecek yollara makas gibi kollarını gererek çıkmaz sokak diyen Allah Resûlü (asm), her fırsatta Yüce Mevla’dan ümmetinin affını, ahiret saadetini istemişti. İşte bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim (as)in duası olan,
“Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da senin merhametine kalmıştır, şüphesiz sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36)
mealindeki ayet ile; Hazreti İsa (as)'ın duası olan,
“Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak sensin!” (Mâide, 5/118)
mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp "Allah'ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)" diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri:
"Ey Cebrail! Muhammed'e git ve O'na de ki: 'Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.'" buyurmuştu. (Müslim, iman, 346)
Ve yine Peygamber Efendimiz (asm)’e
“Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O'ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duha, 93/3)
buyurulmuştu. Selef-i salihinden bazıları, “Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimiz (asm)'in razı olması düşünülemez.” demişlerdir. (Kurtubi, el-Câmi li Ahkami’l-Kur’an, Duha suresi 5. ayetin tefsiri) Peygamber Efendimiz (asm)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm), hiçbir kimseye nasip olmayan bir hususiyet olarak şefaat-ı uzmâ (Buhari, Salat 56; Cihad 122; Müslim, Mesacid 3, 5-8) ve makam-ı mahmudla müjdelenmiştir. (İsra, 17/79)
Sürekli ümmetini düşünen ve ümmetinin afv ve mağfirete mazhar olması için dua dua yalvaran Şefkat Peygamberi (asm), gökler ötesinden gelen teklife tercih hakkını ümmetine ebedi hayatta en faydalı olanı seçmekle cevap vermişti:
“Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin (ümmeti icabet) yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir.” (İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75)
Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefâat etme hakkı tanınmıştır (Buhârî, Rikak, 45; Tevhid, 33; Müslim, İman, 81). Ancak peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (asm)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (asm)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. (bk. Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84)
Cennet'te derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek olan peygamber de Hz. Muhammed (asm)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde,
"Cennet'te insanların ilk önce şefâatte bulunanı benim." buyurmuştur (Müslim, İman, 85).
Peygamber Efendimiz (asm)'in şefaatinden bütün insanlık istifade edecektir. Mahşer günü, güneşin iyice yaklaşmasıyla kan-ter içinde kalan insanlık, sıkıntı ve dehşet içinde bir an evvel bu atmosferden kurtulmaya çalışacak “Aman ne olur şefaat edecek birini bulalım” diyerek insanlığın babası Hz. Âdem (as)’e koşacak. Hz. Âdem (as), kendisinin böyle bir hususiyetinin olmadığını söyleyerek insanları Hz. Nuh’a gönderecek; Hz. Nuh, Hz. Musa’ya; Hz. Musa’da Hz. İsa’ya (Aleyhimüsselam) gönderecek. Hz. İsa da bu hususiyetin Hz. Muhammed (asm)’e ait olduğunu söyleyerek onları Peygamber Efendimiz (asm)’e gönderecek. Zira o gün herkes kendi derdine düşecek ulü’l-azm olan peygamberler bile “nefsî nefsî” diyecek, kendilerinin umum insanlığa şefaat etme gibi bir kredilerinin olmadığını söyleyeceklerdir. (Buhari, Enbiya, 3; Tefsir, 17/5; Tirmizi, Kıyamet, 10)
Mahşer yerinin eşi-benzeri görülmemiş bir şekilde insanın kan-ter içinde kaldığı bunaltan atmosferinden bir an evvel uzaklaşmayı isteyen beşer, Peygamber Efendimiz (asm)’in kapısına dayanacak ve ondan şefaat etmesini isteyecek. Allah Resûlü (asm), arşın altına gidip Yüce Mevla’ya secde ederek O’nun ilham ettiği dualarla Rabbini tesbih edecek yakarışa geçecek ve kendisine vaad edilen umum insanlar için şefaat etme kredisinin yerine getirilmesini, kendisine lutfedilmesini isteyecek, Peygamber Efendimiz (asm)'in nezd-i ilahideki hiçbir varlığa nasip olmayan fazilet ve şerefi bütün insanlığa gösterilerek insanlar arasında hüküm verilerek mahşer yerinde dehşet içinde beklemenin ızdırabından Allah’ın şefaat dalga boyundaki rahmeti ile kurtulacaklardır.
Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!" diye inleyecektir. (Buhari, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326,327; Tirmizi, Kıyamet, 10)
Böylelikle Şefkat Peygamberi (asm)’in şefaatinden olabildiğince istifade edecek olanlar ise O’nun getirdiği mesaja iman ederek icabet eden ümmeti olacaktır. Zira Peygamber Efendimiz (asm)’e kimlere şefaat edeceği sorulduğunda,
“Benim şefaatim dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” (Tirmizî, Daavat, 126; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/307)
buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah" diyenlerin şefaat atmosferinden istifade edeceğini bildirmiştir.
Mücessem rahmet olan ve Allah’ın engin rahmetinden istifade yollarını gösterip rehberlik eden Allah Resûlü (asm)’ın şefaati ile ümmeti, kabirden, haşirden, mahşer yerinden, sırattan, hesaptan, cennet ve cehenneme uzanan uzun yolda en tehlikeli yerleri Peygamber Efendimiz (asm)’e iman ve O’nun şefaati sayesinde geçecek ve hayal ufuklarını aşkın nimetlere mazhar olacaktır.
Ümmeti içinde de Efendimiz (asm)'in engin şefaat kredisinden en çok istifade edecek olanlar ise en çok darda kalanlardır. “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” buyurarak şefaat dairesinin ne kadar geniş olduğunu bildirmişlerdir.
Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem (asm)’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir.” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir.. evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir:
“Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’: Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”
İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü (asm)’ın, günah-ı kebâir işlemek suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet tecellisidir.
Allah Resûlü (asm)’ın şefaatinden en çok büyük günah işleyip cehenneme düşmüş olanlar istifade etmekle birlikte, her mümin de Allah’ın rahmetinin farklı bir tecellisi olan şefkat atmosferinden istifade edecektir.
Ümmetinden tevhid hakikatini arızasız inanıp temsil eden yetmiş bin insan Efendimiz (asm)'in şefaati ile sorgusuz-sualsiz, hesaba çekilmeden cennete girecektir. (Buhari, rikak,50; Müslim, iman, 369)
Ve yine Allah Resûlü (asm)’in şefaati ile ümmetinden cennete girenler, sevaplarının üstünde makamlara, lütuflara nail olacaklardır. (Bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir. bk. Kettani, Nazmü’l-Mütenasir fi ehadisi’l-mütevatir, 304 nolu hadis)
Tabii ki Efendimiz (asm)'in şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği dini rızay-ı ilahi eksen ve hedefli yaşamaya bağlıdır. Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asm)'in ruhaniyatından, şefaatinden istifadeyi rızasına ve Efendimiz (asm)’e karşı duyulması gereken saygıya bağlamıştır. Efendimiz (asm)'in şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimiz (asm)'in tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm)’in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade edebilmenin en önemli yolu nam-ı celil-i Muhammedî (asm)’yi her yerde dalgalandırmak, insanlığın ızdırap ızdırap üstüne kıvrandığı günümüzde O rahmet ve şefkat peygamberi ile insanları tanıştırmak, O’nu sevdirmek ve hayatımızı sünneti çizgisinde yaşamaktır. O’nun şefaatinden istifade yollarının en önemlilerinden biri de her fırsatta Allah Resûlü (asm)’e salat u selam okumak, ezan-ı Muhammedî’den sonra dua etmektir.
Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asm)'in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade eden kullarından eylesin. Âmin!..
(Dr. Ergün Çapan)
5
Peygamberimizin şefaati konusunda bilgi verir misiniz? Şefaate inamamak imani bir konu mudur?
Hak ve hayır, vasat olan, orta olan, doğru olan yoldadır. Onun için nefis daima aşırılığa meyleder, uçlarda dolaşmak ister. İfrat ve tefrit, aşırılığın iki zıt kutbu. Birincisinde ileriye ve yukarıya, ikincisinde ise geriye yahut aşağıya doğru gidilir.
Bir kimsenin değeri, faraza, yüz birim ise, bunu onbinlere, milyonlara çıkarmak ifrat, sıfıra indirmek, onunla da yetinmeyip eksi sonsuza doğru yol almak ise tefrittir. Bunların ikisi de aşırı, ikisi de zulüm. İkisinde de insaf ve adaletten eser yok.
Bu mesele sadece şahıslar için değil, çoğu zaman mefhumlar için de geçerli... Bunları yok saymak tefrit, onlara aşırı değer vermek ise ifrat... İkisi de zarar, ikisi de istikametten uzak... İkisi de rıza çizgisinin, hak çizgisinin, hikmet çizgisinin dışında...
İfrat ve tefritin at oynattığı meydanlardan biri de “şefaat” meselesi. Bazılarını görürsünüz. Allah’ın sevgili kullarının türbelerine o kadar aşırı ve ölçüsüz rağbet gösterirler ki, sanki ne kadar günah işlerlerse işlesinler orada metfun zât, onları affetmeye güç yetirirmiş gibi... Bazılarını da görürsünüz, birincilerin aksine, evliyayı inkâr ederler, kabristanları yerle bir etmeği en büyük İslâmî hizmet sayarlar. Kabir ziyaretine karşı çıkar, kabre doğru dua etmeyi şirk sayarlar. Bunların ikisi de aşırı ve ikisi de islâm’ın ruhundan uzak davranışlar.
Konuyla yakın ilgisi dolayısıyla şirk meselesi üzerinde biraz durmak isteriz. Şirk, Allah’a ortak koşma cinayeti... Bununla daha çok, tevhit inancından sapma ve birden fazla ilâha inanma kastedilir. Zaten şirkin en dehşetli derecesi ve aftan mahrumiyete götüren şekli de budur.
Bir de şirk-i hafî var, yâni gizli şirk... Bunda Allah’ın zâtı birlenmekle beraber, sebeplere, vasıtalara o kadar fazla önem verilir ki, bunlar kişinin kalp âleminde sanki Cenâb-ı Hakk’a ortakmışçasına bir değer kazanırlar. Şefaatle ilgili tartışmalar da şirkin bu ikinci şekli üzerinde cereyan eder.
Burada gözden kaçan ve çok iyi değerlendirilmesi gereken bir hakikat var: Allah, birçok icraatlarını sebepler dairesinde yürütüyor. Bu, o’nun kutsi hikmetinin bir gereği. Sebepleri yaratan da o, belli vazifelerde çalıştırılan da. O halde, sebep ne inkâr edilecek, ne de ona olduğundan fazla önem verilecek. Bunların biri ifrat, diğeri ise tefrit. Ve ikisi de sırat-ı müstakimden uzak.
“Bahçemdeki falan ağaç, bu sene şu kadar meyve verdi.” diyen adam, ağacı da meyveyi de Allah’ın yarattığını bilir. Kendisine sorduğumuzda bunu böylece ifade eder. Ama meyveyi ağacın eliyle aldığı için konuşmasında, mecaz olarak, bu ifadeyi kullanmıştır. Şimdi, bu adama: “sen şirke düştün, ağacı Allah’a, -haşa- ortak koştun” diyen adam ifrattadır.
İnsanlara rahmet eden, onları rızıklandıran Allah’tır; ama ağacı bu rahmetine vesile etmiş, sebep kılmıştır. Aynı şekilde, güneşi de zemin yüzünün aydınlanmasına sebep etmiştir. Maddî rızıklara ve ışıklara böyle sebepler yaratan Allah’ın, manevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde değerlendirilmeli...
Vaktiyle bir eserde şöyle bir cümle okumuştum. Beni oldukça düşündürmüştü. Buyruluyordu ki: “Kur’an, muhammed aleyhisselâmın ağzından dökülmüştür; ama kim, o’nu Muhammed söyledi derse kâfir olur.” Bu aslında her mü’minin bildiği bir hakikat. Ama bunu böyle harika bir üslûpla ifade etmek, birçok hakikatlere kapı açıyor.
Resulullahın (a.s.m.) ağzından dökülen âyetleri dinleyen müminler, burada Allah Resulünün (a.s.m.) sadece bir elçi olduğunu, kelâmın Allah fermanı olduğunu tasdik ederler. Tıpkı nur verenin de, rızık verenin de Allah olduğuna, güneşin ve ağacın sadece birer sebep olduklarına inandıkları gibi, hidayetin de Allah’tan olduğuna, Peygamber (a.s.m.)'in buna sadece bir vesile olduğuna inanırlar. İstikamet yolu budur. Bunun ötesi ya ifrata veya tefrite çıkar..
Hidayet şefaatten çok daha önemli ve neticesi çok daha büyük bir hâdise... Çünkü, hidayete eren bir insan, imanla göçmek kaydıyla, er-geç cennete girecek demektir. O artık Rabbini tanımış, o’nun kulu olduğunun şuuru içinde, o’nun razı olduğu tarzda bir ömür geçirmeye başlamıştır. Yolculuğu ebede, rızaya, cennetedir.
Böyle bir kul, beşeriyet itibariyle birtakım günahlar işlemiş olabilir. Mahşer meydanına çıkıldığında bu günahlarının bağışlanması için, kendilerine bu noktada izin verilmiş seçkin kulların Allah’tan mağfiret dilemeleri niçin şirk olsun!?..
“Her hayır Allah’ın elindedir.” hakikatince hiç kimsenin ve hiçbir şeyin elinde o’nun vermediği bir hayır olamaz. Eğer Rabbimiz bizlere herhangi bir hayrı başkasının eliyle veriyorsa, biz o hayırda yine o’nun rahmetini görür, şükrümüzü o’na yaparız. Bu bizim tevhit inancımızın gereğidir.
Affa mazhar olmak da bir hayır... Bu da ancak Allah’tan beklenir. Bir peygamberin yahut bir velinin kabrine, her hayır onların elindeymişçesine, ölçüsüz bir muhabbetle bağlanmak elbette İslâm’ın ruhuna zıt ve bunu tasvip etmek de mümkün değil... Fakat bir kul, günahlarını ancak Allah’ın affedebileceğinin şuuru içinde: “Yâ Rabbi beni bu zâtların hürmetine bağışla.” diye duada bulunursa ve bu niyetle o mümtaz, o hatırlı, o mübarek zâtların kabirlerini ziyaret ederse, bunu şirk saymak da en büyük bir insafsızlık olur.
İbrahim aleyhisselâmın eliyle yapılan kâbe’yi tavaf etmeyi şirk saymayanların, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) kabrinin ziyaret edilmesine karşı çıkmaları da anlaşılacak bir mantık değil...
Bir takım kimseler, şefaati inkâr ederlerken karşımıza bazı âyet-i kerimelerle çıkıyorlar. İşin tuhaf tarafı bu adamlar, âyetle yola çıkarken: “Acaba bu hususta tefsir âlimleri ne buyurmuşlar?” diye lütfen merak bile etmiyorlar. Arapça bilmelerine güvenerek, yahut sadece meal okuyarak yanlış sonuçlara varıyorlar.
Her Arapça bilen Kur’an’dan hüküm çıkarabilseydi, bütün Arap çocukları âlim olur ve artık ne fâkihe, ne müfessire, ne müçtehide lüzum kalmazdı. Kur’an’ı anlamak bir ilim meselesidir. Onu tefsir etmek, kur’an’ın edebî inceliklerini kavrayacak kadar mükemmel bir arapça bilgisi yanında, âyetlerin nüzul sebeplerini, nâzil oldukları şartları, makamları, ilgili oldukları tarihî hâdiseleri ve daha nice şeyleri bilmeye bağlı. Mesele, sadece basit bir lügat meselesi değil.
Biz de bunun şuurunda olarak, tefsir âlimlerimizin eserlerinden aldığım dersleri nakletmekle yetineceğiz.
Arap müşriklerinde yaygın olan bir kanaate göre, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. Yâni onlar, putları Allah katında şefaatçi kabul ediyorlardı. İşte şefaati reddeden âyetlerden bir kısmı bu bâtıl inancı yıkmak içindir. Bir misal:
“Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler. De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)!?.." (Zümer, 39/43)
İslâm’ın, şu âyet-i kerimelerde kati ifadesini bulan temel bir hükmü vardır: Kişi ancak kendi ameliyle iyi veya kötü bir âkıbete uğrar.
“Her nefsin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” (Bakara, 2/286)
“Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır, 35/18)
İşte şefaatle ilgili bazı âyet-i kerimeler mü’mine başkasının yardımına bel bağlamadan, bu dünyada elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesini öğüt verme makamındadır.
Bu konudaki bazı âyetler de kıyametin dehşetini anlatır ve mahşer meydanının, Resulullah Efendimize (a.s.m.) şefaat müsaadesi verilmeden önceki hâlini tasvir eder. Bu âyet-i kerimelerden iki misal:
“Öyle bir günden korunun ki, o günde hiç kimse hiç kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaatçi kabul edilir, ne de bir fidye alınır. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 2/48)
“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese, 80/34-37)
Bu âyet-i kerimeler yanında bir çok âyetler de şefaatin hak olduğunu açıkça beyan buyururlar. Bu âyet-i kerimelerin verdiği derse göre, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’ın izni ile ve o’nun razı olduğu kullara yapılabilir.
Kulun günahını ancak Allah affedebilir. Ama bu affı, dilediği seçkin kullarının hatırı için yapmakla onların şerefini bütün mahşer ehline ilân eder. Bu mânâya en büyük mazhar Resulûllah Efendimizdir (a.s.m.). Allah’ın o en sevgili kulu, mahşer meydanında makâm-ı mahmûd denilen ulvî bir makamda Rabbine secde edecek, yalvarıp yakaracak, Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o güne kadar duyulmamış hamd cümleleriyle o’nu tâzim edecek ve sonunda kendisine şefaat izni verilecektir. O da (a.s.m.) ancak Rabbinin razı olduğu kimselere şefaat edebilecektir.
Bu mânâyı ders veren âyet-i kerimelerden bir kısmı:
“O’nun huzurunda kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 34/23)
“Göklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiçbir işe yaramaz.” (Necm, 53/26)
“O gün, ruh (cebrail) ve melekler saf hâlinde duracaklardır. Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe, 78/38)
“O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir!”(Bakara , 2/255)
Bu âyet-i kerimeler şefaatin hak olduğunu açıkça ifade ettiği halde, artık bu rahmanî müesseseye kim, hangi salâhiyetle ve neye dayanarak karşı çıkabilir!?.. Son âyet-i kerime, âyet-el kürsî’de geçer. Bu âyetin tamamında tevhit işlenir. Allah’ın azameti ve kutsiyeti ders verilir.
Şefaatle ilgili bu âyetten bir önceki âyette: “Göklerde ve yerde her ne varsa hepsi o’nundur.” buyurulur. O halde ne sema, ne de arz ehli, o’nun izni olmaksızın şefaat edemezler. Bir sonraki âyette ise: “O, kişinin önünü ardını (geçmişini geleceğini) bilir. Onlar, o’nun bildirdiğinden başka, o’nun ilminden hiçbir şeyi ihata edemezler (bilemezler).” buyrulur. O halde, kime rahmet edileceğini, kimin şefaat etmeye yahut edilmeye lâyık olduğunu da en iyi o bilir. Ve o’nun sevgili kulları da ancak o’nun bildirdiği lâyık kullara şefaat edebilirler...
Bu konuyla ilgili olarak, yanlış yorumlara uğrayan bir hadis-i şeriften de kısaca bahsedelim.
Resulûllah efendimiz (a.s.m.):
“Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır.”
buyurmuşlardır. Bu kelâmın sahibi, peygamberlerin şahı resulûllah efendimiz (a.s.m.) “ismet” sıfatına sahip... Yâni o’na günah dokunamaz. O’nun yaratılışı günahsızlık üzeredir. Bu sıfat bütün peygamberler içinde de geçerli...
Peygamberleri insanlar için birer rehber, birer önder olarak gönderen Allah, onları günahsız kılmakla insanlara şu mesajı da vermiş oluyor: “günah işlememeye bütün gücünüzle çalışın!”
Sözü edilen hadis-i şerifi bu gerçeğin ışığında değerlendirmek gerek. Bu hadisten; “şefaatin ancak büyük günah işleyenlere yapılacağını, küçük günah işleyenlerin bundan mahrum kalacaklarını” anlamaya mantıken imkân yok.
Dikkatle incelenirse, bu peygamber kelâmından şu iki büyük mesaj hemen alınabilir: Birincisi: bu hadis-i şerif, “büyük günah işleyenin küfürle iman arasında kalacağını” iddia eden mutezile fırkasına en güzel bir cevap... Ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını haber veren Allah Resulünün (a.s.m) bu mübarek sözü, Ehl-i sünnetin en büyük bir delili...
Diğer mesaj da şu: şefaat izninin verilmesinden sonra, başta peygamberler olmak üzere, melekler ve salih kullar müminlerin günahlarının bağışlanması için Allah katında şefaatçi olacaklar. Bu herkesin manevî mertebesine göre gerçekleşecek.. Büyük günahlar ise, Allah katında hatırı en ileri olan Peygamberimizin (a.s.m.) şefaatiyle af edilebilecektir.
Nice insanların imana susadığı, iffetsizlikle kavrulduğu, cehalet içinde çırpındığı ve kendilerine uzanacak şefkatli eller beklediği bu dehşetli zamanda, bütün bunları bir tarafa bırakıp bu gibi, zihinleri karıştıracak meseleleri gündeme getirmek en azından büyük bir gaflet. Ve bunda ne fayda görüldüğünü anlamak da mümkün değil!..
İlave bilgi için tıklayınız:
Hesap gününde mizanında kötülükleri ağır gelen mümin kişi, şefaate nail olabilir mi?
6
Doğduktan hemen sonra ölen bir çocuğa yapılacak muamele nasıldır? Bu çocuk ahirette anne ve babasına şefaatçi olabilecek midir?
Kur’an-ı Kerim'de insan hayatının safhaları anlatılırken, ana karnındaki safha da dahil edilmektedir.(1) Bir çocuk ana rahminde bilhassa canlandıktan sonra artık varlık sahasına, başka bir ifadeyle, insanlığa ilk adımı atmış olur.
Bazı hadis-i şeriflerde çocuğun ana rahminde bulunuş safhasına dikkat çekilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“Her birinizin yaratılışı annenizin karnında kırk günde toplanır. Bir o kadar günde kan pıhtısı, bir o kadar günde et parçası olur. Sonra bir melek gönderilerek ruh üflenir…”(2)
Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi, çocuğa ruh üfürüldüğünde artık belirli bir insanlık mertebesine gelmiştir. Buna göre, çocuğun canlı olarak dünyaya geldikten sonra hemen ölmesi hâlinde, cennette anne babasına yine çocuk olarak varacağı ve onların çocuk sevgisine mazhar olacağı anlaşılmaktadır. Dünyevi muameleler bakımından hükmü de normal bir insana tatbik edilen hükümlerden farklı değildir.
Kasani gibi büyük bir Hanefi alimi, İmam Ebu Yusuf’tan naklen der ki:
“Ölü olarak doğan çocuk yıkanır ve isim verilir. Fakat cenaze namazı kılınmaz.”(3)
Çocuklara isim verilmesinin bir hikmetini Peygamber Efendimiz şöyle beyan ederler:
“Siz, kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyle ise güzel isimler edinin.”(4)
Dipnotlar:
1. Hac Suresi, 5.
2. Buhari, Bedu`l Halk: 6.
3. Bedaiyu`s-Sanayi, 1/302.
4. Ebu Davut, Edeb: 70.
(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)
7
Küçük yaşta vefat eden çocuklar, ahirette anne ve babasına şefaat edecek mi?
Vefat eden çocuklar ahirette anne ve babalarına şefaat edeceklerdir. Bu kısacık dünyada ayrılığa bedel ahirette ebedi çocuk sevgisini anne ve babasına yaşatacaktır.
"Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki:"
"Şu çocuk çendan senin evlâdındır. Fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim."
"O adam ağlar, sızlar, "Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim." der.
"Ona arkadaşları der ki: "Senin teessürâtın mânâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek-şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa..."
"İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:"
"Şu veled mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessürat göstermez, meyusâne feryad etmez." (B. Said Nursi, Mektubat, On yedinci Mektub)
8
Peygamberimizin, ümmetim olmadan cennete girmem, demesi Allah'a karşı gelmek değil mi?
“Ümmetim olmadan cennete girmem.” anlamında bir hadis rivayetine ulaşamadık.
Peygamber Efendimiz (asm), "Ümmetî! Ümmetî!" diye yalvaracak. Allah onun bu duasını ve yakarışını kabul buyuracaktır. Demek ki, şefaat iznini veren Allah Teala’dır. Peygamberimiz de kendisine verilen bu izni kullanacaktır. Bu açıdan soruda yapılan yorum uygun değildir.
Hayatı boyunca "ümmeti" diyen, sıkıntı, keder ve ıstıraplarını herkesten derince vicdanında duyan Allah Resûlü (asm), ümmetinin dünya ve ahirette takılıp yollarda kalmaması; en önemlisi de cehennem azabına düşmemesi için çırpınıp durmuş, dua dua Allah’a yalvarmıştır.
Ümmetinin ebedi helake götürecek yollara makas gibi kollarını gererek çıkmaz sokak diyen Allah Resûlü, her fırsatta Yüce Mevla’dan ümmetinin affını, ahiret saadetini istemişti.
İşte bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim'in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile Hazreti İsa'nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen'in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen'sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp "Allah'ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)" diye yalvarmış ve ağlamıştı.
Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve O'na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz." buyurmuştu.(1)
Ve yine Peygamber Efendimiz (asm)'’e “Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O'ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duha, 93/3) buyurulmuştu. Selef-i salihinden bazıları, “Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimizin razı olması düşünülemez.” demişlerdir.(2)
Peygamber Efendimiz (asm)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm), hiçbir kimseye nasip olmayan bir hususiyet olarak şefaat-ı uzmâ(3) ve makam-ı mahmudla müjdelenmiştir.(4)
Peygamber Efendimiz (asm)'in şefaatinden bütün insanlık istifade edecektir. Mahşer günü, güneşin iyice yaklaşmasıyla kan-ter içinde kalan insanlık, sıkıntı ve dehşet içinde bir an evvel bu atmosferden kurtulmaya çalışacak “Aman ne olur şefaat edecek birini bulalım.” diyerek insanlığın babası Hz. Âdem’e koşacak. Hz. Âdem, kendisinin böyle bir hususiyetinin olmadığını söyleyerek insanları Hz. Nuh’a gönderecek; Hz. Nuh, Hz. Musa’ya; Hz. Musa’da Hz. İsa’ya gönderecek. Hz. İsa da bu hususiyetin Hz. Muhammed’e ait olduğunu söyleyerek onları Peygamber Efendimiz’e gönderecek. Zira o gün herkes kendi derdine düşecek ulü’l-azm olan peygamberan-i âli şan bile “nefsi nefsi” diyecek, kendilerinin umum insanlığa şefaat etme gibi bir kredilerinin olmadığını söyleyeceklerdir.(5)
Mahşer yerinin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde insanın kan ter içinde kaldığı bunaltan atmosferinden bir an evvel uzaklaşmayı isteyen beşer, Peygamber Efendimiz (asm)’in kapısına dayanacak ve ondan şefaat etmesini isteyecek. Allah Resûlü, arşın altına gidip Yüce Mevla’ya secde ederek O’nun ilham ettiği dualarla rabbini tesbih edecek yakarışa geçecek ve kendisine vaad edilen umum insanlar için şefaat etme kredisinin yerine getirilmesini, kendisine lutfedilmesini isteyecek, Peygamber Efendimiz (asm)'in nezd-i ilahideki hiçbir varlığa nasip olmayan fazilet ve şerefi bütün insanlığa gösterilerek insanlar arasında hüküm verilerek mahşer yerinde dehşet içinde beklemenin ızdırabından Allah’ın şefaat dalga boyundaki rahmeti ile kurtulacaklardır.
Allah Resûlü (asm), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!" diye inleyecektir.(6)
Böylelikle Şefkat Peygamberi’nin şefaatinden olabildiğince istifade edecek olanlar ise O’nun getirdiği mesaja iman ederek icabet eden ümmeti olacaktır. Zira Peygamber Efendimiz’e kimlere şefaat edeceği sorulduğunda “Benim şefaatim dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah" diyenlerin şefaat atmosferinden istifade edeceğini bildirmiştir.(7)
Mücessem rahmet olan ve Allah’ın engin rahmetinden istifade yollarını gösterip rehberlik eden Allah Resûlü’nün şefaati ile ümmeti, kabirden, haşirden, mahşer yerinden, sırattan, hesaptan, cennet ve cehenneme uzanan uzun yolda en tehlikeli yerleri Peygamber Efendimiz’e iman ve O’nun şefaati sayesinde geçecek ve hayal ufuklarını aşkın nimetlere mazhar olacaktır.
Ümmeti içinde de Efendimizin engin şefaat kredisinden en çok istifade edecek olanlar ise en çok darda kalanlardır. “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” Buyurarak şefaat dairesinin ne kadar geniş olduğunu bildirmişlerdir.
Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ / Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”
İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü’nün, günah-ı kebâir işlemek suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet tecellisidir.
Allah Resûlü’nün şefaatinden en çok büyük günah işleyip cehenneme düşmüş olanlar istifade etmekle birlikte her mümin de Allah’ın rahmetinin farklı bir tecellisi olan şefkat atmosferinden istifade edecektir.
Ümmetinden tevhid hakikatini arızasız inanıp temsil eden yetmiş bin insan Efendimizin şefaati ile sorgusuz-sualsiz, hesaba çekilmeden cennete girecektir.(8)
Ve yine Allah Resûlü’nün şefaati ile ümmetinden cennete girenler, sevaplarının üstünde makamlara, lütuflara nail olacaklardır.(9)
Tabii ki Efendimizin şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği dini rızay-ı ilahi eksen ve hedefli yaşamaya bağlıdır. Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asm)'in ruhaniyatından, şefaatinden istifadeyi rızasına ve Efendimiz’e karşı duyulması gereken saygıya bağlamıştır. Efendimizin şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.
Peygamber Efendimiz (asm)’in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade edebilmenin en önemli yolu nam-ı celil-i Muhammedî’yi her yerde dalgalandırmak, insanlığın ızdırap ızdırap üstüne kıvrandığı günümüzde O rahmet ve şefkat peygamberi ile insanları tanıştırmak, O’nu sevdirmek ve hayatımızı sünnet-i çizgisinde yaşamaktır. O’nun şefaatinden istifade yollarının en önemlilerinden biri de her fırsatta Allah Resûlü’ne salat u selam okumak, ezan-ı Muhammedî’den sonra dua etmektir.
Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asm)'in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade eden kullarından eylesin…(10)
Dipnotlar:
1) Müslim, iman, 346.
2) Kurtubi, el-Câmi li Ahkami’l-Kur’an, Duha suresi 5. ayetin tefsiri.
3) Buhari, Salat 56; Cihad 122; Müslim, Mesacid 3, 5-8.
4) İsra suresi, 17/79.
5) Buhari, Enbiya, 3; Tefsir, 17/5; Tirmizi, Kıyamet, 10.
6) Buhari, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326,327; Tirmizi, Kıyamet, 10.
7) Tirmizî, Daavat, 126; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/307.
8) Buhari, rikak,50; Müslim, iman, 369.
9) Bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir. (bk. Kettani, Nazmü’l-Mütenasir fi ehadisi’l-mütevatir, 304 nolu hadis).
9
Peygamberimiz, kızını bile kurtaramazsa, şefaati nasıl anlamalıyız?
- Ayetü'l-Kürsi’de yer alan “Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?” mealindeki ifadesi, bu konuda açıktır: Şefaat vardır, fakat Allah’ın izni olmadan kimse kendi başına şefaat edemez.
Nitekim, İslam alimleri bu ayetteki ifadeyi de öyle anlamışlar ve “Allah’ın izni olmadan bir yardımcı ve bir şefaatçinin olamayacağı”na işaret etmişlerdir. (bk. Razi, İbn Kesir, ilgili yer)
Meallerini vereceğimiz ayetlerde şefaatin varlığı kesin olarak ifade edilmiştir:
“Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar (iman edip salih amel işleyenler) dışında hiç kimse şefaat edemez.” (Meryem, 19/87)
“O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı oduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 20/109)
“Onlar/melekler, sadece O’nun/Allah’ın razı olduğu kimse hakkında şefaat edecekler.” (Enbiya, 21/28)
“Göklerde nice melekler var ki, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmakdıkca, onların şefaatleri asla fayda vermez.” (Necm, 53/26)
Şefaatin olacağına dair pek çok sahih hadis rivayeti vardır. Misal olarak şu üç hadis verilebilir:
“O zalim kâfirlerin ne bir dostu ne de bir şefaatçisi olmaz.” (Mümin, 40/18)
Bu hadisin mefhumu muhalifinden anlaşılıyor ki, müminler için şefaatçi vardır.
Abdullah b. Ömer anlatıyor:
“İnsanlar kıyamet günü gruplar halinde (mahşer meydanına) gelirler. Her ümmet kendi peygamberine tabi olur. Ve ‘Ey falan! Bize şefaat et, ey falan bize şefaat et diyecekler.’ Sonunda şefaat etme işi Resulullah’a kalacak. İşte makam-ı Mahmud budur.” (Buhari, Tefsir, Suretu İsra, 11)
“Kim ezandan sonra 'Allahümme Rabbe hazihi’d-Daveti’tamme…' duasını okursa ona şefaatim hak olur.” (Buhari, a.g.y)
Özetle: Hz. Peygamber (asm)'in şefaatinin varlığı pek çok sahih hadislerde geçmektedir. Örneğin bir hadiste “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” buyurmuştur. (bk. Ebu Davud, Sünnet, 23; Tirmizî, Kıyame, 11)
“Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.” manasındaki hadis için bk. Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.
Bu iki sahih hadis arasında elbette bir çelişki olamaz. Şefaat hadisleri, İslam ümmetini ümitsizlikten kurtaran ve hakikaten tahakkuk edecek bir gerçeğin ifadesidir. İslam ümmeti bu konuda ittifak halindedir. Sadece peygamberlerin değil, alimlerin, velilerin, şehitlerin de şefaatlerinin olacağına dair sahih hadis rivayetleri vardır.
Kendi akrabasına, halasına, kızı Fatıma’ya, eşi Aişe’ye hitaben söylediği buna benzer ifadelerin hikmeti ise;
- Allah’a karşı bir hüsnü edebin ifadesi olduğu gibi,
- Bazı veli makamındaki yakınlarına güvenenlere ders vermek,
- Şımarıklığı önlemek,
- Kendini şefaat makamında gören ve sağa-sola şefaat dağıtan bazı safdil kimselerin bu yanlışlarına gönderme yapmak,
- Son sözün Allah’a ait olduğuna işaret etmek,
- Başkalarına güvenerek ibadette gevşeklik yapmanın sakıncasına dikkat çekmek...
gibi hakikatleri ders vermeye yöneliktir, diye düşünüyoruz.
10
Peygamberimiz şefaat hakkını ne zaman ve nasıl kullanacaktır? Mesela, kişi cehennemde günahlarından arındıktan sonra mı, cehenneme gitmeden mi?..
Hadislerden de anlaşıldığı kadarı ile, Peygamberimiz (asm) mahşer meydanında, yani insanlar cehenneme gitmeden önce şefaat hakkını kullanacaktır.
Ayrıca şefaat hususu sadece cehennemden kurtuluş için olmayabilir. Mesela, kişinin cehennemdeki azabının hafiflemesi veya cennetteki makamının artması için de şefaat edilebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek? "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asm)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde bir duada bulunmak uygun mudur?
11
Peygamber Efendimiz diğer ümmetlere şefaat edecek mi?
Peygamberimiz (s.a.s.) diğer ümmetler için de şefaatte bulunacaktır. Peygamberimizin umumi tüm insanlar için şefaati olacaktır.
Peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir çok hadis kitaplarında zikredilen bu büyük şefâatının (eş-Şefâ'atü'l'uzmâ) ana hatları şöyledir:
Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahâda hüküm ve hesab için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bir dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına, "Size erişen şu fâciayı görmüyor musunuz? Rabbinize size şefâat edecek birisine gidiniz." derler. Sırasıyla Âdem (a.s.), Nûh (a.s.), İbrahim (a.s.), Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) peygamberlere gelirler. Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsâ (as), onları Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderir. O vakit Hz. Peygamber (s.a.s.) Arş'ın altında secdeye kapanır. Allah ona secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah'a hamdettiği sırada "Başını kaldır, iste, verilir. Şefâat eyle şefâatın kabul olunur." cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şefâatıyla imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır. Rasûlüllah (s.a.s.), bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah'a hamd ve dua eder. En nihayet onun şefâatıyla, Allah'ın izin ve takdiri dahilinde mü'minlerden büyük bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır.
İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haiz olduğu bu şefâat makamı "Makâm-ı Mahmûd"dur (bk. İsrâ', 17/79; Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84).
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden cennete girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84).
Cennette derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde buyurmuştur:
"Cennette insanların ilk önce şefâatte bulunanı benim." (Müslim, İman, 85).
İlave bilgi için tıklayınız:
- ŞEFÂAT.
12
Allah’ın, Lâilâhe illallâh diyenleri de ateşten çıkaracağım, demesi ne anlama geliyor?
“Senin buna yetkin yok.” ifadesine Buhari’de rastlayamadık.
Buhari’nin bir rivayetine göre (Rikak: 51), Efendimiz (asm) şu ifadeye yer vermiştir:
“Ben son defa yaptığım secdeden sonra, Kur’an’ın hapsettiği (Kâfir olan) kimseler dışında hiç kimse cehennemde kalmaz.”
Ancak Müslim’de “Senin buna yetkin yok.” kaydı vardır.
- Bu hadiste Ehl-i kitabın cennete gireceklerine dair hiçbir emare yoktur.
- Burada Hz. Peygamber (asm)'e son olarak izin verilmemesi, Allah’ın bir kimsenin şefaati olmadan kullarına yapacağı lütuf ve ihsanını göstermek içindir.
Nitekim, daha önce geçen bir hadiste şu ifadelere yer verilmiştir:
“...Allah: ‘Melekler şefaat etti, peygamberler şefaat etti, müminler şefaat eder ve nihayet Erhamurrahimin olan Allah’tan başka kimse kalmadı.’ der ve bir kabzasıyla hiç hayır işlememiş ve kömür haline gelmiş bir topluluğu da cehennemden çıkarır…” (Müslim, İman, 302)
Bu hadiste de bütün şefaatlerden sonra Allah’ın sonsuz rahmetine işaret edilmiştir. (bk. Nevevi, Şerhu Müslim, 3/65)
13
Hz. Ali’nin Risalelerden yardım istemesi ayetlere aykırı değil mi?
Bu konuyu kısaca birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:
a) Hz. Ali’nin, Allah’ın varlığını -en dinsiz bir devirde- en güzel delillerle ispat eden bir eseri yazdığı için büyük sıkıntılara giren müellifinin kurtulması için, o harika eseri şefaatçi yaparak dua etmesinin aklen ve dinen garipsenen hiçbir tarafı yoktur.
b) Şefaat konusunu kökten reddeden bazı kimselerin bu konudaki Bediüzzaman Hazretlerinin yorumunu ve kanaatini reddetmesi beklenen şeydir.
Ancak, zahir ve batın ilimlerle mücehhez asrın en büyük allamesi olarak kabul edilen Bediüzzaman Said Nursi ile cehl-i mürekkep içindeki bu gibi basma kalıp hocaları kıyaslamak elbette mümkün değildir.
O halde aklı başında her insan, Bediüzzaman Hazretlerinin görüşlerini bunların görüşlerine tercih edecektir. Bu, mantığın zorunlu bir sonucudur.
c) “Allah’tan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?” (Secde, 32/4) mealindeki ayette özellikle taptıkları putların, kendilerine yardım edecek yıldızların ve şefaat edecek meleklerin birer sureti olduğunu düşünen müşriklere hitap edilmiştir. Ve “Allah’tan başka hiçbir ilahın olmadığına, onun izni olmadan hiç kimsenin başkasına yardım edemeyeceğine ve şefaat edemeyeceğine” dair gerçeğe vurgu yapılmıştır. (bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri)
- Kurtubi’nin ifadesi şöyledir: “Yani, kâfirleri Allah’ın azabından kurtaracak ne bir yardımcı ne de bir dost (şefaatçi) yoktur.” (bk. Kurtubi, ilgili yer)
- Ayetel-Kürsi’de yer alan “Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?” mealindeki ifadesi, bu konuda açıktır: Şefaat vardır, fakat Allah’ın izni olmadan kimse kendi başına şefaat edemez.
Nitekim, İslam alimleri bu ayetteki ifadeyi de öyle anlammışlar ve “Allah’ın izni olmadan bir yardımcı ve bir şefaatçinin olamayacağı”na işaret etmişlerdir. (bk. Razi, İbn Kesir, ilgili yer)
- Mealini vereceğimiz ayetlerde (müminler için Allah’ın izni dahilinde) şefaatin olduğu hususu açıkça ifade edilmiştir:
“(İnkârcılar ahirette) şöyle diyecekler: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı tebliğ etmişlermiş! Acaba burada bize şefaat edecek bazı şefaatçiler bulunur mu?” (A'raf, 7/53)
“Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar (iman edip salih amel işleyenler) dışında hiç kimse şefaat edemez.” (Meryem, 19/87)
“O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 20/109)
“Onlar/melekler, sadece O’nun/Allah’ın razı olduğu kimse hakkında şefaat edecekler.” (Enbiya, 21/28)
“Göklerde nice melekler var ki, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmadıkça, onların şefaatleri asla fayda vermez.” (Necm, 53/26)
“O zalim kâfirlerin ne bir dostu ne de bir şefaatçisi olmaz.” (Mümin, 40/18)
e) Sahih hadislerde ifade edildiği gibi, üç yolcu geceyi geçirmek üzere bir mağaraya sığınırlar. Sabahleyin uyanınca mağaranın kapısını kocaman bir kayanın tıkadığını görürler. Aralarında çare ararken herkesin o güne kadar yapmış olduğu en faziletli ameli öne sürerek Allah'a dua etmesini kararlaştırırlar. Bu karar üzerine içlerinden biri hayatında yaptığı en güzel amelini vesile ve şefaatçi yaparak dua eder. Duaların özeti şudur: Onlardan biri Allah için zinadan kaçınmış, biri ana-babasına saygılı olmuş, diğeri de emanete riayet etmiştir. Ve duaları kabul edilmiş, kayalık çekilmiş ve mağaradan çıkmışlar. (bk. Buhari, İcare,12)
- Hz. Ali’nin, binlerce insanı imana getirmiş veya imanını kuvvetlendirmiş Asa-yı Musa gibi “salih bir ameli” vesile ve şefaatçi yapması bu hadisin verdiği mesajla tam uyum içindedir.
f) Şefaatin olacağına dair pek çok sahih hadis rivayeti vardır. Misal olarak şu iki hadis verilebilir: Abdullah b. Ömer anlatıyor:
“İnsanlar kıyamet günü gruplar halinde (mahşer meydanına) gelirler. Her ümmet kendi peygamberine tabi olurlar. Ve ‘Ey falan! Bize şefaat et, ey falan bize şefaat et.' diyecekler. Sonunda şefaat etme işi Resulullah’a kalacak. İşte makam-ı Mahmud budur.” (Buhari, Tefsir, Suretu İsra, 11)
“Kim ezandan sonra 'Allahümme Rabbe hazihi’d-Daveti’tamme…' duasını okursa ona şefaatim hak olur.” (Buhari, a.y.)
g) Baştan sona eşsiz bir şekilde tevhid-i hakikiyi ve iman-ı tahkikiyi orijinal bir üslupla ispat edip ders veren bir eser için “şirk dolu” diyen kimse, cahil olduğu kadar hasetçi bir mizaca sahip olduğu da söz konusudur.
h) Hocalık kisvesine bürünmüş ve bu unvanlarına dayanarak ahkam kesen bu gibi adamlar gerçekten cahildir, biraz da mantık yoksunudur: Bir söz var: “İlim cehaleti giderir, fakat ahmaklığı gidermez.”
Bunun bariz delili “De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.” (Neml, 27/65) mealindeki ayetin zahirine bakıp ahkam kesmeleridir.
Halbuki, Kur’an baştan sona Allah’ın kelamıdır ve hiç bir yerinde çelişki bulunmaz. Peki, eğer bu adamların anladığı gibi, “Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez.” hükmünü olduğu gibi kabul edersek, Kur’anla “gaybı bildikleri sabit olan” Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in durumuna ve şu ayetlere ne diyeceğiz?
“(İsa dedi ki:) Ben evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri de size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 3/49)
“Hani peygamber zevcelerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, (o sözü) başkalarına haber verip Allah da bunu peygambere açıklayınca, peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince hanımı: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. Peygamber de: 'Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.' dedi.” (Tahrim, 66/3)
- İşte bu gibi hakikatleri gören ve Kur’an’da asla çelişkinin olmayacağını bilen Ehl-i sünnet İslam alimleri, bu konuyu tahlil etmiş ve şu neticeye varmışlar: “Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.” mealindeki ayetin manası: “Allah’ın izni olmadan ve o bildirmeden hiç kimse kendi başına gaybı bilmez. Fakat Allah bildirdiği takdirde insanlar da gaybı bilebilirler." İşte ayet de mutlak gaybı ifade etmektedir. Hz. İsa ve Hz. Muhammed (asm)’in bildiği gayb ise, -Allah’ın ilmindeki mutlak gayb değil- Allah’ın bildirdiği ilimdir.
- Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, “O/Allah bütün gaybı bilir. Fakat gaybını kimseye açmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir 'resul'/elçi bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27) mealindeki ayette yer alan “gaybını kimseye açmaz”dan maksat, Allah (kendi ilminde saklı olan)mutlak gaybını kesin olarak hiç kimseye açmaz, demektir. “Ne insan, ne cin ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması, (göreceliği olan) izafî gayba dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı değildir.” (Hak Dini, Kur’an Dili, ilgili ayetin tefsiri)
- Milyonlarca hadislerle sabit olan kerametleri inkâr edenlerin nasipsizliği konuyu anlamalarını zorlaştırmıştır.
- Gayb ile ilgili bilgiler değişik sorulara verilen cevaplar çerçevesinde geniş bir şekilde bizim sitemizde mevcuttur. Oraya bakılabilir.
14
Yardım istersen Allah'tan dile, hadisi, Hz. Peygamberden şefaat istenmeyeceği anlamına gelir mi?
Vefat edenler kabir hayatında ve berzah alemindeler ve hayattadırlar. Sadece başka bir hayat mertebesine geçmişlerdir.
1) Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve “sahih olduğunu” belirtmiştir. (Tirmizi, Kıyamet, 59)
2) Şefaat tevessül demektir. Birinden şefaat dilemek, onun Allah’a yalvarıp istediği işin olmasına vesile olmasını istemek demektir.
Nitekim, Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre ikinci halife döneminde Müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman halife Ömer, Abbas b. Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle derdi:
“Allah’ım! Bizler daha önce Peygamber’ini vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz. Bize yağmur ihsan et!”
Enes b. Malik, Hz. Ömer’in bu dualarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini bildirir. (Buhari, İstiska, 4)
- Bazı rivayetlere göre, Hz. Ömer bir defasında Hz. Abbas’tan dua etmesini istemiş ve Hz. Abbas da “Allah’ım! Muhakkak ki her bela işlenen günahların bir sonucudur. Ve bunların defedilmesi de ancak tövbe ile olur. Şimdi ise, Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar. İşte günahkâr ellerimiz ve tövbekâr nasiyemiz/anlımızla/yüzümüzle sana yalvarıyoruz. Ne olur bize yağmur ver!” diyerek dua etmiş ve hemen yağmur yağmaya başlamıştır. (bk. İbn Hacer, İbn Hacer, Fethu’l-Bari Kahire, 1378/1909, 3/150–151)
- Ehl-i Sünnet alimlerinden Zahid el-Kevseri ise, bu hadisin -yalnız dirilerle değil- ölülerle de tevessül edilebileceğine delil olduğunu belirtmiştir. (Muhammed Zahid el Kevseri, Makalatü’l-Kevseri, Kahire, Türasu’l Ezheriyye h.1414 / m.1994, s. 450–452)
Hz. Abbas’ın yukarıda yer alan “Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar” manasındaki sözleri bu görüşü desteklemektedir.
- İbn Hacer gibi ehl-i sünnet alimlerine göre, “Hz. Ömer’in Hz. Abbas’ı vesile kılması, salih kimselerle tevessül etmenin, onları şefaatçi kılmanın müstehap olduğunu göstermektedir. (bk.İbn Hacer, a.g.y)
3) Yukarıdaki Hz. Abbas’ın hadisinde sahabenin Resuullah ile birlikte onun amcasıyla da tevessül ettiklerini/şefaat dilediklerin göstermektedir.
- Adamın biri bir gün sahabeden Hz. Osman b. Hanif’e “Halife Osman’a bir ihtiyacı için kaç defa gittiğini, fakat kendisine kulak verilmediğini” söyleyerek şikayette bulunur. Hz. Osman b. Hanif, ona şu tavsiyede bulunur:
“Git abdest al, Mescid-i nebevide iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle dua et: ‘Allah’ım! Rahmet peygamberi olan senin elçin Muhammed’i vesile kılarak sana yalvarıyorum. Ya Muhammed! Ben seni vesile kılarak -ihtiyacımı gidermesi için- Rabbime yalvarıyorum.’ de ve sonra istediğin ne ise onu dillendir."
Adam gidip aynısını yaptı ve sonra Hz. Osman’ın yanına gitti, Halife Osman; derhal isteklerini yerine getirdi ve “bu arzusunu daha önce unuttuğunu” belirtti ve bundan sonran her ihtiyacını kendisine arz etmesini tembihledi.” Sonra adam Osman b. Hanif’la karşılaştı ve Halife ile kendisiyle ilgili konuştuğu için teşekkür etti. Osman b. Hanif, Halifeyle bu konuda konuşmadığını, ancak daha önce, gözü görmeyen bir âmaya Hz. Peygamberin bu şekilde dua etmesini tavsiye ettiğini ve onun da bu duayı yaptıktan sonra hemen iyileştiğini belirtti ve buna şahit olduğunu söyledi.” (bk. Taberanî/es-Sağir, 1/306; Beyhakî, Delail, 6/167-168; Münziri, et-Terğıb,1/273; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid,2/379; Mübarekfuri, Tuhfetu’l-Ahvezi, 10/24)
Taberani bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Taberanî, a.g.y; Heysemi, a.g.y)
- Bu hadisten anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberi hayatında olduğu gibi, vefatından sonra da vesile kılmak, onunla tevessül etmek, ondan şefaat istemek caizidir, hatta sünnettir.
4) İlgili ayetin meali şöyledir:
“Allah’ın huzurunda toplandıklarında, Allah’tan başka birtakım tanrıların, kendilerini kurtaracaklarına inanan o kimseleri sen Kur’ân’la uyar ki, O’nun huzurunda kendilerini savunacak ne bir hamileri, ne de bir şefaatçileri olmayacaktır. Böylece umulur ki bu şirkten sakınırlar.” (Enam, 6/51)
Bu ayet, -bilakis- şefaatin olacağına delalet etmektedir. Çünkü, burada “kıyamet günü inkârcıların şefaatçileri olmaz” demekle, -mefhumu muhalifiyle- müminlerin şefaatçilerinin olacağına açıkça işaret edilmiştir.
Ayete’l-Kürside meal olarak yer alan “Allah’ın izni olmadan kim şefaat edebilir ki...” ifadesinde de şefaatçilerin olacağını, ancak bu şefaatçilerin Allah’tan iznini almadan şefaat edemeyecekleri açıkça belirtilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Şefaat Haktır (sesli ve görüntülü)
15
Mahşer günü şefaat edilmek için sırasıyla peygamberleri gezenler hangi ümmettendir?
İlgili hadisin özeti şöyledir:
Hz. Enes anlatıyor: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Hz. Âdem’e (as) gidip: 'Evlatlarına şefaat et!' diye talepte bulunacaklar. O ise: 'Benim şefaat yetkim yok. Siz ilk gönderilen Resul olan Nuh’a (as) gidin.' diyecek. (Bazı rivayetlerde Hz. Nuh zikredilmemiştir).
Bunun üzerine Hz. Nuh’a (as) gidecekler. O da : 'Ben yetkili değilim! Ancak, siz İbrahim’e (as) gidin! Çünkü o Halilullah’tır.' diyecek.
İnsanlar Hz. İbrahim’e (as) gidecekler. Ancak o da: 'Ben yetkili değilim! Ancak Hz. Musa’ya (as) gidin. Çünkü o kelimullah’tır.' diyecek.
Bunun üzerine insanlar Hz. Musa’ya (as) gidecekler. O da 'Ben yetkili değilim! Ancak Hz. İsa’ya (as) gidin. Çünkü O Ruhullah’tır ve onun kelimesidir!' diyecek.
Bunun üzerine ona gidecekler. O da: 'Ben buna yetkili değilim. Lakin Muhammed’e (asm) gidin!' diyecek. Böylece bana gelecekler. Ben onlara: 'Ben şefaate yetkiliyim!' diyeceğim. Rabbimin huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup Allah’ın ilham edeceği ve şu anda muktedir olamayacağım hamdlerle Allah’a hamdü senada bulunacak, sonra da Rabbime secdeye kapanacağım.
Rab Teala: 'Ey Muhammed, başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine getirilecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!' buyuracak.
Ben de: 'Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetimi istiyorum!' diyeceğim. Rab Teala: '(Çabuk onların yanına) git! Kimlerin kalbinde buğday veya arpa tanesi kadar iman varsa onları ateşten çıkar!' diyecek. Ben de gidip bunu yapacağım!..” (Buhari, Tevhid 36, 19, 37; Müslim, İman 322)
- Bu hadiste açıkça görüldüğü gibi, sırasıyla ilgili peygamberlere şefaat etmeleri için müracaat edenler, Hz. Âdem’den beri var olan bütün insanlardır. Hadisin başında Âdem’e gidenlerin “Evlatlarına şefaat et!” demeleri de bunun açık ifadesidir.
- Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in hadiste “Ümmetim, ümmetim!” demesi, bu hadisin ifadesinin anlaşılmasını gerçekten zorlaştırmıştır. Alimler, “müşkil” dedikleri bu problemin farkına varmışlar ve konuyu şöyle açıklamışlar:
Bu hadisi, zikreden ravilerden bazıları, hadisin bir bölümünü, diğer bazıları diğer bir bölümünü aktarmışlar. Bu sebeple hadis rivayetinde bir kapalılık olmuştur. Bunun açıklaması şöyledir:
1) İlk başta bütün insanlar mahşer meydanında çok şiddetli bir sıcaklık altında çok uzun bir zaman beklemekten bunalan insanlar, Hz. Âdem’e ve nihayet Hz. Muhammed (asm)’e şefaat etmesi için müracaatta bulunurlar.
Hz. Peygamber burada şefaat-i uzma makamında bütün insanlara şefaat edecek ve böylece mahkeme-i kübra safahatı başlayacak ve insanlar bununla oradaki bekleme sıkıntısından kurtulacaklardır.
2) Mahşer meydanında kurulan mahkemeden sonra insanlar mizan gibi hesaplardan geçtikten sonra, sırattan/köprüden geçecekleri sırada kâfirler ve bir kısım günahkar müminler cehenneme yuvarlanacaklar.
İşte bu makamda Hz. Muhammed (asm) yeninden şefaat edecek ve özellikle “ümmet”i için şefaat hakkını isteyecek ve arpa miktarı kadar imanı olanın cehennemden kurtulmalarına şefaat edecek ve onların kurtulmalarına vesile olacaktır. (krş. İbn Hacer, Fathu’l-Bari, 11/435-440)
Özetlersek:
İlk şefaat bütün insanlar içindir ve mahşer meydanında bunalan insanların bir an önce mahkemeye çağrılmaları içindir.
İkinci şefaat ise, özellikle Hz. Muhammed (asm)’in kendi ümmeti içindir. Gerçi hadisin ifadelerinden bu ikinci şefaatin de bütün insanlar için olduğunu anlamak mümkündür. Çünkü “zerre miktarı imanı olanın cehennemden çıkması için” yapılan şefaatin de umumi olduğunu söylemek mümkündür. Ancak, burada Hz. Muhammed (asm)’in özellikle kendi ümmeti için çaba göstermesi anlaşılan bir şeydir.
16
Hadise olan iştiyakla, kıyamet günündeki şefaatin bir ilgisi olabilir mi?
Bu hadiste, hadis ilmini öğrenme merakı ile kıyametteki şefaat arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünemiyoruz.Ancak hadisleri öğrenip, hadislerdeki manaları hayatımızda yaşamanın, Peygamberimiz (asm)'in şefaatine nail olabileceğimiz ümidini her zaman taşımalıyız.
Burada, Ebu Hureyre’nin Hz. Peygamber (asm)'den meseleleri öğrenme merakı herkesten fazla olduğu için, Peygamberimiz, onun bu merakından ötürü çok önemli bir konu olan şefaat gibi bir konuyu da herkesten önce soracağını tahmin ettiğini belirtmiştir.
İbn Hacer de bu hadisin hem Ebu Hurere’nin hem de ilim öğrenmenin faziletine işaret ettiğini bildirmiştir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 1/194)
Peygamber Efendimiz (asm), Ebu Hüreyre’nin bu sorusuna, “Kıyamet günü şefaatime nail olacak en mutlu insan, 'La ilahe illallah.' diyen kimsedir." (Buhârî, ilim; 33) diye cevap vermiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- ŞEFÂAT.
- Hz. Peygamber kimlere şefaat edecektir? Şefaat şartları nelerdir?
17
Allah ile kulları arasında birini vâsıta yapmak küfür müdür?
Soruda geçen ifadeler Fethu’l-Mecid kitabında vardır. Bu kitap, Vehhabbiliğin kurucusu Abdulvehhab’ın “Tevhid” adlı kitabının şerhidir. Bu sebeple, bu görüşler, onların bütün eserlerinde mevcuttur.
“Allahü Teâlâ ile kulları arasında birini vâsıta yapmak, ondan bir şey istemek, söz birliği ile küfür olur.” ifadesi açıklamaya muhtaçtır. Bu konu tevessülle alakalıdır.
Vahhabilere göre, “Hz. Peygamberin hakkı için...” demek de küfürdür. Halbuki, vasıta denilen şahıs veya nesne eğer Allah yerine konulursa elbette bu küfürdür. Örneğin, bir kimse “Doktor! Ne olur beni iyileştir, bırakma öleyim.” dese ve bununla gerçekten doktorun böyle bir yeteneğinin olduğuna inansa kâfir olur. Fakat, doktoru “vesilelik, vasıtalık” derecesinden çıkarmadan sebepler dairesinde kalarak, -her şeyin hakikatte yalnız Allah’ın elinde olduğunu bilerek- söylese, bunun hiç bir sakıncası yoktur.
- İbni Kayyım’ın, ölüden bir şey istemek, ondan Allahü Teâlâ katında şefâat etmesini dilemek, büyük şirktir, dediği doğrudur. Ancak İbn Kayyım de İbn Teymiye’nin çizgisini hem de abartarak takip eden Vehhabiler için bulunmaz Hind kumaşıdır.
Ehl-i sünnet alimlerine göre, diriden şefaat beklendiği gibi, ölüden de beklenir. Şefaat tevessül demektir. Birinden şefaat dilemek, onun Allah’a yalvarıp istediği işin olmasına vesile olmasını istemek demektir.
Nitekim, Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre ikinci halife döneminde Müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman halife Hz. Ömer, Abbas b. Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle derdi:
“Allah’ım! Bizler daha önce Peygamber’ini vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz. Bize yağmur ihsan et!” Enes b. Malik, Hz. Ömer’in bu dualarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini bildirir. (Buhari, İstiska, 4)
Bazı rivayetlere göre, Hz. Ömer bir defasında Hz. Abbas’tan dua etmesini istemiş ve Hz. Abbas da “Allah’ım! Muhakkak ki her bela işlenen günahların bir sonucudur. Ve bunların defedilmesi de nacak tövbe ile olur. Şimdi ise, Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar. İşte günahkâr ellerimiz ve tövbekâr nasiyemiz/anlımızla/yüzümüzle sana yalvarıyoruz. Ne olur bize yağmur ver!” diyerek dua etmiş ve hemen yağmur yağmaya başlamıştır. (bk. İbn Hacer, İbn Hacer, Fethu’l-Bari Kahire, 1378/1909, 3/150–151)
- Ehl-i Sünnet alimlerinden Zahid el-Kevseri ise, bu hadisin -yalnız dirilerle değil- ölülerle de tevessül edilebileceğine delil olduğunu belirtmiştir. (Muhammed Zahid el Kevseri, Makalatü’l Kevseri, Kahire, Türasu’l Ezheriyye y.y, h.1414 / m.1994, s.450–452)
Ayrıca, vefat edenler, kabir/berzah aleminde hayattadırlar. Onları yok olmuş gibi düşünmek inancımıza aykırıdır.
- “Fetâvâyı Bezzâziyye; ervahı meşayih hâzırdır diyen kâfir olur” ifadesi de Fethu’l-Mecid kitabında yer almaktadır. (a.g.y)
Bu husus da açıklamaya muhtaçtır. Eğer bir insan “Filan şeyhin ruhu -her zaman, her yerde- hazırdır.” derse, bu dini bir risk taşır. Şayet bir kimse “Şeyhlerin ruhları -bazen bir yerde- Allah’ın izniyle hazır olabilir.” dese, Ehl-i sünnet alimlerine göre bunda bir sakınca yoktur. Çünkü, bu konuda yüzlerce, binlerce vakıanın olduğu kabul edilmektedir.
Örneğin, Bediüzzaman Hazretlerinin hapiste olduğu bir gün, bir camide cuma namazında da görülmüştür ve bu olay yargıçların da kabul ettiği ve bu gerçek karşısında şaşkınlıklarını gizlemediği bilinmektedir.
Keza, “Bedîüzzaman hapiste iken bir gün, o zamanın Eskişehir müddeiumumîsi Üstad'ı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:
- Ne için Bedîüzzaman'ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm, der.
- Müdür de: Hâyır efendim, Bedîüzzaman hapishanede, hattâ tecriddedir; bakınız, diye cevab verir. Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şayi' olur. Hâkimler, "Bu hale akıl erdiremiyoruz." diye birbirlerine naklederler.” (bk. Tarihçe-i Hayat, s. 216-217)
Evliyanın kerametlerine inanan Ehl-i sünnete göre -Allah dilerse- onlara tayy-i zaman, tayy-i mekân ettirip onları bir anda bir çok yerde bulundurabilir. Ve buna inanmakta hiçbir sakınca da yoktur.
Bediüzzaman Hazretlerinin “Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.” (Sözler, s. 705) şeklindeki ifadesi Ehl-i sünnetin inancını yansıtmaktadır.
18
Fatiha suresinde, ancak senden yardım isteriz, denildiği halde evliyadan yardım istemek şirk olmaz mı?
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesini dikkatle okumak gerekir:
“Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, 'Yâ Hayy' olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliya meşhur olmuştur.” (bk. Barla Lahikası, 261. Mektup)
Bu zatların tasarruflarının “Beyne'l-evliya meşhur” olduğunu görmek için Nefahatü'l-üns, kitabının 984. sahifesine bakmak gerekir.
Hz. Hızır da bir evliyadır. Onun hayatı, bildiğimiz hayat mertebelerinden farklı olarak devam etmektedir. Hz. Hızır’ın bu hayat mertebesinde hayatına devam ettiğine pek çok evliyanın onunla yaşadıkları maceraları şahittir.
Ölümlerinden sonra, Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylanî, bir kutb-u azam olan Maruf-u Kerhî ve bir kutb-u azim olan Hayat-ı Harrânî gibi bazı evliyaların, Hz. Hızır’ın hayatına yakın bir hayatla hayatlarının ve tasarruflarının müşahede edildiğini belirten keşif ve keramet sahibi evliyaların bu müşahedelerini kabul etmenin ne sakıncası olabilir. Bu zatların “gördük” dediklerini görmemelerine imkân var mı?
Kaldı ki, velilerin tasarrufu, yaratmaya ait olmayan işlerle ilgilidir. Onların Allah’a yalvarmasıyla bazı şeyler meydana gelebilir, Allah’ın izin ve inayetiyle, sevdiklerine yardım eder, onları himaye edebilirler.
Kur’an’la sabit olan koruyucu meleklerin varlığı Allah’a şirk anlamına gelmediği gibi, insanlık camiasının bir çeşit melekleri olan velilerin himaye ve korumaları da şirk anlamına gelmez.
Nitekim, Hz Enes’ten nakledildiğine göre Hz. Resulullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzü hiçbir zaman -Halilu’r-Rahman’a benzeyen- kırk kişiden boş olmaz. İnsanlar bunlar sayesinde yağmura nail olur, bunlar sayesinde yardıma mazhar olup zaferlere ulaşır. Bunlardan bir tanesi öldüğü zaman, Allah onun yerine başkasını yerleştirir.”
“Katade demiş ki, Hasan-ı Basrî’nin bunlardan biri olduğuna zerre kadar şüphemiz yoktur.”
Taberanî’nin el-Evsat’ta rivayet ettiği bu hadisin senedi hasendir (sağlamdır). (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. No: 16674)
Bazı yerlerde "Ölmüş gitmiş bir insan nasıl yardım eder?" denilmektedir. Bu cümlenin zıt manası şudur: Ölmemiş insanlar yardım edebilirler. Peki bu şirk olmuyor mu?
Diğer yandan, ölen adam, yok olmuyor, sadece elbise olan bedenini değiştirmiştir. Ruh ebedidir ve ölmez. Ruh âdeta melekleşir ve yardım etmesi daha da kolaylaşır. Nitekim melekler insanlara yardım ederler. İnsan ise melekten üstündür.
Mesela, şehitlerin efendisi olan Hazreti Hamza, şehit olduktan sonra, kendisine sığınanlara yardım ettiği, evindeki günlük işlere yardımda bulunduğu birçok rivayetle sabittir.
Gelelim işin bir diğer boyutuna. Ağır bir yükü kaldırırken, aciz kaldığımız zaman birisinden yardım isteriz ve kişi de yardım eder, işimiz de olur. Yukarıdaki iddiaya göre bu bir şirktir. Keza paraya ihtiyacımız vardır ve birinden yardım isteriz, kişi de para verir. Buna ne diyeceğiz? Cevabını bilmediğimiz bir sorunun cevabını almak için hocadan yardım isteriz. Hocam şu soruyu çözemedim, yardım eder misiniz, demek de şirk midir?
Eğer bunlar birer şirk ise, yeryüzünde muvahhid kalmadı demektir. Efendimiz (asm) savaşlarda sahabeden yardım istemiştir. Yahudilerden bile borç almıştır.
Madem her şeyi Allah’tan isteyeceğiz, neden patronun kapısına gidip iş, alimin dizinin dibinde oturup ilim, devlet kapısında istihdam, fırından ekmek, kasaptan et istiyoruz?
Hâlbuki, bütün bunlar dinen doğrudur ve Allah yardımlaşmayı emretmektedir. Olması gereken şey şudur. Her şeyi yaratan Allah’tır, bunlar sadece birer vesiledir. Bana yardım edenler de gücünü ve kuvvetini Allah’tan almaktadır. Dolayısı ile yardım eden ancak ve ancak Allah’tır. İşte bu itikat olduktan sonra, yukarıda saydıklarımızın hiçbirisi şirk olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'tan başkasından yardım istemek, dua ederken vesile kılmak ...
- Tevessül Allah'ın hayatta olmayan diğer kulları için de geçerli midir?
19
Dini ehil olanlar üstlendi mi din için kaygılanma, anlamında bir hadis var mı?
- Evet, böyle bir hadis vardır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/422)
- Bu hadis rivayeti zayıftır. Çünkü, senedinde yer alan Dâvûd bin Ebî Sâlih mechulu’l-haldir, Zeyd b. Kesir ise önemli bazı alimler tarafından cerhedilmiş/rivayet bakımından yaramaz olarak görülmüştür. (bk. İbn Hanbel, el-Müsned, Müessetu’r-risale, 1421/2001; 38/558-Muhakkik Şuayb el-Arnavut’un tahkiki-)
- Ancak aynı senetle bu hadisi rivayet eden Hâkim, bunun sahih olduğunu belirtmiş ve Zehebi de bunu onaylamıştır. (bk. Hâkim/Telhis, 4/560)
- Din ve dünya ayrılığı söz konusu olmayan İslam’da, her hadisenin bir dinî yönü ve kıymet hükmü vardır. Dolayısıyla bu dinin mensuplarının idaresini üstlenen kişilerin yaptıkları işler de ister istemez İslam’ı ilgilendireceği için ayrıca önem taşımaktadır.
- Hadîs-i şerifte geçen olayda Ebu Eyyübi’l-Ensari’nin (r.a.), idareciyi ikaz işini –dinen sakıncalı olduğu sanılan, fakat aslında bir mahzuru olmayan– dikkat çekici bir fiille yaptığını görüyoruz. Böylece kendisine uyarıda bulunan Mervan’ı, bir cevapla uyarmış oluyor.
Hz. Ebu Eyyüb şunu demek istiyor: Ben taştan bir şey beklemiyorum, benim münacat ve müracaatım Resulüllah’adır. Onun tavsiyesini tutuyorum. Zira o, ehil olmayanlar din işlerini idare etmeye başladığı zaman, din için ne kadar ağlasanız yeridir, buyurmuştu. O günlere geldik, çünkü sen başımızdasın...
- Bu davranışıyla ayrıca, çok mühim bir inceliğe de işaret ederek, böyle bir hareketin yapılabileceğini gösteriyor.
Bugün de Peygamber Efendimiz (asm)'in, evliyaların kabrini ziyaret edip onların türbelerini, sandukalarını öpen müminler, bu işi aynı niyetle yapmaktadırlar. Niyetleri taşı, toprağı, tabutu öpmek değil, o zatın eşiğine yüz sürüp, onu vesile edinerek taleplerini Allah’a havale etmektir. (bk. Erbilî, Mehmed Emin, Tenvîru’l-Kulûb, s. 534)