Peygamberimizin Hayatı ile ilgili sorular ve cevapları konusunda en çok merak edilenler

1 Peygamber Efendimizin (asm) kaç tane teyzesi ve halası vardır?

- Ahzap Suresinin 50. ayetinden  Hz. Peygamber (a.s.m)’in halaları ve teyzelerinin olduğunu anlıyoruz.

- Efendimizin (a.s.m) halaları altı tanedir; isimleri; Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme’dir. Bunlardan Atike, Safiyye, Erva iman etmiştir.

- Hz. Peygamber (a.s.m)’in Ferîda ve Fahita adında iki teyzesi vardır. İkisi de onun peygamberliğinden önce vefat etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin amcaları ve diğer aile büyükleri kimlerdir?..

2 Peygamberimizin eşi Maria hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Mariye, Resulullah'ın (asm) oğlu İbrahim'in annesidir.

Hudeybiye andlaşmasının 628 yılı Mart ayında imzasından üç hafta sonra Müslümanlar Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sulh-u sükûn devrinde İslam’ı tebliğ ve etrafa yaymakla meşgul oldu. Peygamberliğini bütün dünyaya duyurmak zamanı artık gelmişti. O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Bu esnada Bizans Kayserine, İran Kisrasına, Mısır Mukavkısına, Habeş Necaşisine ve Arap reislerine mektuplar göndermişti. Çünkü, İslamiyet davası oldukça ilerlemiş bu Tevhid dininin etrafa yayılma sırası gelmişti.

Hicretin yedinci yılında İslam’a davet mektuplarından birini gönderdiği Mısır hükümdarı Mukavkıs bu mektuba bir cevap ile birlikte bazı hediyeler, Mariye ve Sirin adlarında iki kız kardeşi cariye olarak Hz. Peygamber (s.a.v)’e göndermişti. Elçi olarak gönderilen Hâtıb bin Ebi Belteş (r.a) dönüşü esnasında yolda İslamiyeti bu cariyelere anlattı. Hristiyan dinine mensup iken bu defa gönülleri İslam’a açıldı ve henüz Medine’ye gelmeden önce, bu dini kabul ettiler. Mukavkıs’ın gönderdiği hediyeler Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşınca, bu iki kızdan Sirin’i şair Hassan b. Sabit’e verdi ve ondan Hassan’ın Abddurahman isimli oğlu dünyaya geldi. Mâriye’yi de kendisi aldı ve O’ndan İbrahim adındaki oğlu doğdu.

Mâriye binti Şemun (r.anha) Mısır’da Ensina ülkesinde Eşmünin’in karşısında ve Nil nehrinin doğu kıyısındaki Hafın köyünde, Kıbtî bir baba ve Romalı Hristiyan bir anneden dünyaya geldi. Mukavkıs’ın sarayına götürülmeden önce kız kardeşi Sirin’le birlikte bu köyde yaşadı. Sonra birlikte saraya alındılar. Peygamberimizin (s.a.v) elçisi Hâtıb (r.a) Mısır’a ulaştığında bu kız kardeşler sarayda idiler, Mukavkıs İslamiyeti kabul etmedi, ama çok ve değerli hediyeler gönderdi.

Rasûlüllah (s.a.v), Mâriye annemizi Mescid’e yakın bir yerde olan Harise b. Numan’ın evinde konaklattı. Daha sonra kendisine tahsis edilen Medine’nin Avâli diye anılan yukarı taraflarında Beni Nadirlerden kalmış olan hurma bahçesinde oturdu ve hurma mahsulü ile ilgilendi.

Hz. Mâriye (r.anha) hamile olduğunu anlayınca sevincinden uçacaktı. Peygamberimiz (s.a.v) de buna çok sevindi. Hicri sekizinci yılın Zilhicce ayında (M. 630 Nisan) Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in Mâriye’den İbrahim adında bir oğlu oldu. Böylece hanımları içinde çocuğu olan ikinci hanımı Mâriye Kıbtıye oldu. Hz. İbrahim’in doğumuna ebelik görevini âzâdlılarından Ebu Rafi’nin karısı Selma Hatun yaptı. Doğumdan hemen sonra Peygamberimiz (s.a.v)’e müjdeledi. Peygamberimiz (s.a.v) de ona bir köle bağışladı. Mâriye’yi de bu vesile ile âzâd etti. Sonra yanıbaşında duranlara, “Bu gece bir oğlum oldu, Ona atam İbrahim’in adını koydum.” buyurdu. Cebrail gelip: “Esselamü aleyke ya Eba İbrahim (Selam olsun sana ey İbrahim’in babası!) diyerek Peygamberimiz (s.a.v)’i selamladı. Doğumunun yedinci günü akika kurbanı kesildi, saçları Ebu Hind tarafından kesildikten sonra tartılarak ağırlığı kadar gümüş sadaka olarak dağıtıldı. Süt anne olarak birçok istekli çıktı ise de bunlar arasından tercih edilen Ümmü Bürde Havle binti Müncir’e verildi. Kocası demirci idi. Peygamberimiz (s.a.v) oğlunu hemen hemen hergün ziyaret eder ve genellikle öğle uykusunu orada uyurdu.

Hz. Âişe (r.anha) validemizin şöyle dediği rivayet edilir:

“Sonra Allah (c.c) Mâriye’ye çocuk bahşederek O’nu mükafatlandırdı. Biz ise bundan mahrum kalmıştık.”

Hz. Mâriye’nin mutluluğu bir yıldan biraz fazla sürdü. İbrahim iki yaşına yaklaşırken rahatsızlandı. Süt annesinin evine gelen Peygamberimiz (s.a.v) O’nu kucağına aldı, çocuk can veriyordu. Mübarek gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı:

“Vallahi İbrahim, biz senin firakınla çok üzgünüz. İbrahim benim oğlumdur, bir süt kuzusudur. Cennette O’nun süt emme müddetini tamamlamak üzere iki süt anne tayin olunmuştur.”

buyurdu. İbrahim’in vefat ettiği gün, güneş tutulmuştu. “İbrahim’in ölümü için güneş tutuldu.” dediler. Peygamberimiz (s.a.v):

“Ey insanlar! Güneşle Ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar bir kimsenin ne hayatı, ne de vefatı için tutulmazlar!” buyurdu.

Mâriye annemiz evine çekildi. Sabrın güzelliğine sarıldı. Rasûlüllah (s.a.v)’ın kalbindeki evlat acısı yarasını, kanatmamaya dikkat etti. Sabrı taştıkça Bâki Kabristanı’na gider, kaybettiği yavrusunun kabri başında rahatlamaya çalışır, gözyaşı dökerek acısını azaltmak isterdi.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mâriye ile evlenmesi Mısırlılar üzerinde gerçekten güzel bir etki bırakmıştı. Mısır’ın fethinde Mısırlıların tarafsız kalması ve Müslümanların da Bizanslıları mağlup etmesi sebeplerinden biri de bu olmuştur.

Hz. Mâriye (r.anha) Peyamberimizin (s.a.v) vefatından sonra sessiz ve sakin bir hayat yaşadı. Beytülmal’dan verilen tahsisatla geçindi. Hz. Ömer (ra) devrinde Hicretin 16. yılında vefa etti ve Bâki Kabristanı’na defnedildi.

3 Peygamber Efendimizin kızı Hz. Zeyneb'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Zeynep, ailesine sadık, vefalı olmanın zirvedeki örneklerinden. Dünya kadınlığı onu tanımaya çok muhtaç. Toplumumuzda onun hak ettiği kadar bilindiğini söyleyemeyiz. Bu itibarla onun hayatını özetlemeye çalışacağım. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü ve’s-selâm’ın kızlarının yaşça en büyüğü. Kasım’dan sonra evlâtların ikincisi. Hicretten 23 yıl önce Efendimiz 30 yaşında iken dünyaya geldi.

Annesi Hz. Hatice (r.a) ile beraber on yaşında iken İslâm’la müşerref oldu. Hz. Hatice kadınların ilki ise, Zeynep de genç kızlardan Müslüman olanların ilki. Kendisinden sonra yaklaşık on yıl içinde dünyaya gelen kardeşleri Tahir, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ile (r.anhüm) beraber büyüdü. Annesine ev işlerinde ve kardeşleri ile ilgilenmede yardımcı olması ona erken yaşta iyi bir hayat tecrübesi kazandırdı.

Efendimiz’in Hz. Hatice’den olan altı çocuğunun tamamı M. 610’da başlayan bisetten önce dünyaya geldi. Yaklaşık on iki yılda altı çocukla şenlenen kutlu ve görgülü ailede abla olma sorumluluğu, ona erken dönemde büyük tecrübe kazandırdı. İki erkek kardeş Kasım ile Tahir’in çocuk yaşta vefatları ailede büyük hüzünlere sebep oldu. Hayat Zeyneb’i pişirip olgunlaştırdı. Çabuk olgunlaşması onu evliliğe hazırladı. Yakın akraba olması itibariyle o, evlerine gelip giden teyzesi Hale’nin oğlu Ebu’l-Âs b. Rebi’nin dikkatini çekmişti. Hz. Hatice de yeğeni Ebu’l-Âs’ı dürüstlüğü, samimiyeti, asaleti, mahir bir ticaret erbabı olması sebebiyle takdir ediyor, kendi çocukları gibi seviyordu. Ebu’l-Âs, baba tarafından Beni Ümeyye sülalesine mensup idi. Ebu’l-Âs’ın ailesi, onunla evlenmesi için Zeyneb’e talip oldu. Hz. Hatice onun bu temayülünü daha önce sezip memnun olmuştu. Hz. Peygamber’in ve Zeyneb'in de uygun görmesi neticesinde muhtemelen on beş yaşlarında iken onunla evlendi. Evlendiği zaman kocası Müslüman değildi. O sırada Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesini yasaklayan hüküm mevcut değildi. Zeyneb'in (r.a) ona münasip üslûp ile İslâm’ı anlatıp teşvik ettiği fakat Ebu’l-Âs’ın Resulullah’a karşı çıkmamakla beraber, kavminin asırlık inançlarını da bırakmaya yanaşmadığı anlaşılıyor. Karı koca birbirini sevip uyum içinde yaşıyordu. Kocası Zeyneb'in dinine müdahale etmiyordu. Karısı da iyi bir eş olarak onu mutlu etmeye çalışıyor, onu sabırla İslâm’a hazırlamaya çalışıyordu. Belki de kocasının, kayın pederi ile karısından dolayı atalarının dinini terk ettiği intibaını uyandırmak istemediğini, dolayısıyla bir “mahalle baskısı” altında İslâm’a girmekten çekindiğini seziyordu.

Peygamberimiz bütün insanlığı şirkten kurtarmak için gönderilmişti. Fakat karşısına en başta çıkan kendi milleti, hattâ akrabaları ve amcası olmuştu. Müslüman olanların sayısı birer ikişer arttıkça kavmi, rahatsızlığını tehdide, daha sonra da işkence etmeye dönüştürdü. Efendimiz “Belâların en şiddetlisi peygamberlere yapılmıştır.” hadîsinin bildirdiği muamelelere maruz kalmaya başlamıştı. Güçsüzleri ve köleleri öldüresiye işkence etmekle kalmayıp Mekke’nin en şerefli ailesinden olmasına, hem de liderlerinden Ebû Talib’in kefaleti altında olmasına rağmen Peygamber Efendimiz’i de aşağılamaya girişiyorlardı. Mesela Kâbe’de namaz kılarken hakaret ediyorlar, secdede iken üzerine deve işkembesi bırakarak ona eziyet etme ve kirletme gibi muamelelere maruz bırakıyorlardı. Efendimiz’in erkek evlâdı kalmayınca, babasına destek verme işinin kendisine düştüğünü düşünen Zeynep onu kolluyor, su götürerek elini yüzünü yıkıyor, teselli etmeye çalışıyordu. Vakti gelince, yaşta altıncı kardeşi Fatıma’nın da bu kollamayı yapıp, bu alçakça işleri yapan erkeklere müstahak oldukları sözleri söylediklerini biliyoruz. El-Ezdi şöyle diyor:

“Ben Cahiliye döneminde iken Hz. Peygamber’i gördüm. 'Ey milletim, diyordu, Allah’tan başka ilah yoktur, deyin ki kurtulasınız!' Etrafındakiler ise kimisi yüzüne tükürüyor, kimisi başına toprak döküyor, kimisi sövüyordu. Tâ ki gün yarı oldu ve bir kız, elinde su kabıyla geldi. Peygamberimiz ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra ona: 'Korkma kızım, dedi, babanın başına bir şey getiremezler.' 'Bu kız kimdir?' diye sordum. 'Kızı Zeynep’tir', dediler ki güzel bir kızdı.”1

Zeynep, kocasının aile içindeki davranışlarından memnun idi. Onu sevip takdir ettiğinden sabırla hidayete ereceği vakti bekliyordu. Zeynep yirmi yaşında iken kadınlık âleminin iftiharı olan annesinin vefatı, Efendimiz gibi dört kızı için de büyük bir imtihan oldu. Aynı yıl, Peygamberimiz’in kefili olan amcası Ebû Talib’in de ölümü bu seneyi “Hüzün yılı” hâline getirdi. Baskılar iyice artınca, hattâ Efendimiz’i öldürme plânları başlayınca aziz babası Resul-i Ekrem ve üç kardeşi Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma Medine’ye hicret ederken, o şirk kampında kendisine diş bileyen bir ortamda, müşrik bir kocanın evinde kalmaya mahkûm olarak gidemedi. Mekke’de kalan müstaz’afinden2 (ezilenler, çaresizler) oldu. Ama yıkılmadı, kocasına sadakatini ve ailesine fedakârlığını sürdürdü.

Kocası, Hicret’in ikinci yılı 624’te gerçekleşen Bedir Savaşı’na katıldı. Putperestlere karşı zafer kazanan Müslümanlara esir düştü. Mekke eşrafından yetmiş müşrik savaşta öldürüldü. Yetmiş kişi de esir düştü. Hz. Peygamber, ashabı ile istişare sonucunda esirlerin fidye vererek kurtulabileceklerine hükmetti. Bu esaret Zeynep ve kocası için hayatın en karanlık gecesi oldu. Bu zifiri karanlığın ileride ışığa yol vereceğini sonra öğreneceklerdi. Kâinat sahipsiz değildi. Kalblerin niyazını, mazlumların duasını, samimiliği neticesiz bırakmayan Yüce Yaratıcı’nın takdiri çok sürprizler saklıyordu. Ama o günkü yürek parçalayan durum, gerek Peygamberimiz, gerek kızı Zeynep için dayanılacak bir ıstırap değildi. Bunun dehşetini bizler tahayyül bile edemeyiz: Zeyneb'in karşısında insanlığın Efendisi, hak dini ve adaleti getirmiş babası… Kendisi de onun bildirdiği dine gönülden bağlı, onu inkâr etmenin ebedî cehenneme götüreceğini biliyor. Üstelik, zafer kazanmış komutan!.. Öbür yanda O’na düşman safında yer alan kocası!.. Kocasına sahip çıkmak, Allah’ın elçisini, aziz babasını karşısına almak demek!.. Ayrıca hak dine ve aziz babasına gönülden bağlanmış rahmetli annesini de hiçlemek!.. Zeyneb'in kalbi iki taraf arasında parçalanıyordu. Fakat sonunda, kendi konumunda yapması en uygun düşündüğü şeyi yaptı. Kocasını kurtarmak için elindeki avucundaki bütün paraları, hattâ annesinin evlenme sırasında taktığı kolyeyi bile ortaya koyup Bedir’e gönderdi. Esirlerden birinin fidye çıkını gelip açılınca Hz. Peygamber’in gözü içindeki kolyeye takıldı. Daha dikkatle bakınca: “Bu Hatice’nin kolyesi!” dedi. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Onun da kalbinin kaç parça olduğunu tasavvur etmeye çalışalım. Bir tarafta Allah’ın verdiği görev... Karşısında düşman kamptaki damadı… Öbür tarafta sevgili kızı… Bir tarafta da hak dini yaymak için düşmanlıklara karşı savaşan dava arkadaşları… Efendimiz bu dramatik ortamda arkadaşlarına:

“Fidyeyi almak hakkınızdır; fakat dilerseniz Hatice’nin hatırasını Zeyneb’e iade edip esirini bedelsiz salıverirseniz, bu da sizin takdirinize kalmıştır.”

dedi. Ashabı iade etti. Geçen zaman içinde, Müslüman hanımların müşriklerle evlenmemeleri, evli olanların da onlardan ayrılmaları gerektiğine dair hüküm inmişti.3 Hz. Peygamber, Ebu’l-As’ı gönderirken, bu İlahî hüküm gereği karısı Zeyneb’i serbest bırakıp, almak üzere göndereceği vekillerle Medine’ye gelmesine imkân vermesini istemiş, o da bunu kabul etmişti.4

Aslında Zeynep, kocasını eş ve insan olarak beğendiği gibi, o da karısını aynı şekilde seviyordu. Fakat kendi yurttaşlarının gözünde, düşman tarafın komutanının damadı olduğundan, çevresi senelerdir baskı yapıp karısını boşamaya zorluyorlardı. O da cesurca direniyor ve: “Ona bedel olabilecek Kureyş’ten bir kadın bulabileceğimi düşünemiyorum.” diyordu. Peygamberimiz çok geçmeden onu almak üzere Zeyd b. Harise’yi Mekke’ye gönderip kaçırma operasyonunu yapmakla görevlendirdi. Zeyd (r.a) aile içinde büyümüş olup o devir hükümlerine göre Zeyneb'in ağabeyi idi. Zeyneb'in ona güvenmesini sağlamak için Efendimiz yüzüğünü Zeyd’e verdi. Zeyd yola düşüp nihayet Mekke’ye ulaştı ve Zeyneb’i kaçırmak için çareler düşündü. Birkaç gün sonra bir çobana rastladı. Sorması üzerine Ebu’l-As’ın yanında çalıştığını ve davarların Zeynep bint Muhammed’e ait olduğunu söyledi. Zeyd çobana: “Kimseye söylememek şartıyla sana vereceğim şeyi ona teslim eder misin?” dedi, o da kabul edince yüzüğü çobanla gönderdi. Zeynep yüzüğü tanıyıp veren şahsı ve yerini öğrendi.5

Kocasının kendisini götürecek vekil geldiğinde gönderme izni vermesi üzerine Hz. Zeynep etrafa belli etmeden, her an yola çıkılabilir diye yolculuk hazırlığı yapıyordu. Ebu Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind ona: “İşittiğime göre babanın yanına gitmek istiyormuşsun?” deyince Zeynep: “Hayır, yok böyle bir şey.” der. Hind tekrar “Amca kızı, bana doğruyu söyle. Eğer yolculuğun için ihtiyaç duyduğun bir şey varsa, imkânım var, sana yardımcı olabilirim. Benden gizleme, zîrâ erkekler arasındaki düşmanlık kadınları ilgilendirmez.” dedi. Zeynep der ki: “Ben onun samimi olduğuna kanaat getirmekle beraber, korkumdan yine de gerçeği söylemedim.”

Ebu’l-As, tedbir gayesiyle ortada görünmeksizin hanımını kendisinin kardeşi, Zeyneb’in kayın biraderi Kinane ile gönderdi. Kinane onu Mekke’den çıkarıp Zeyd’in olduğu yere ulaştıracaktı. Zeynep deve üstünde mahfe içindeydi, Kinane deveyi çekiyordu. Kureyşlilerden bunu duyan birkaç kişi arkadan gelip Zituva’da onlara yetiştiler. Onlardan ilk davranan Hebbar b. Esved mahfeye mızrağı ile vurdu. Zeynep bir taşın üstüne düştü. Hamile olan Zeynep darbenin etkisinden ve korkudan karnındaki çocuğunu düşürdü.6 Kinane, yengesini yiğitçe savunmasına rağmen bu kanlı vaziyette yola devam mümkün olmadı. Onu o zaman Mekke’nin lideri olan Ebu Süfyan’a götürdüler. Beni Haşim’den kadınlar Zeyneb’i görmeye geldiler. Ebu Süfyan da onlara teslim etti. Ebû Süfyan, Zeyneb'in bu hicreti aleniyet kazanınca Mekkelilerin bundan rahatsızlıklarına tercüman olmuş, bu çıkışının onlar için bir züll olacağını, hiç değilse görmeyecekleri bir şekilde, güya bir emr-i vaki olarak kaçmasının uygun olacağını söylemiştir.7

Zeynep hayli yıpranmış olarak Medine’de şefkatli babasına kavuşunca Efendimiz: “Zeynep kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” demişti.

Ayrıca damadı Ebu’l-As hakkında; “Aferin, konuştuğunda doğru söyledi. Verdiği sözü de tuttu.” diyerek onu takdir etmişti.8 Hz. Zeynep Medine’ye gelince Peygamberimiz’in nezdinde kaldı.9

Burada bir parantez açarak bu hicretle ilgili bazı sorulara açıklık getirmemizde fayda vardır:

Birinci Soru: Zeyd’in, Zeyneb'in mahremi olmayan bir erkek olarak onu günlerce süren bir yolculukla Medine’ye getirmesi caiz midir?10

Bunun cevabını Tahavi (ö. 321/933) gibi bir imam şöyle vermişti: O vakit Zeyd (r.a) henüz Zeynep bint Cahş’i boşamamıştı. Tebenni (evlâtlık) kurumu geçerli idi. Zeyd Peygamberimiz’in evinde büyümüştü. Onun çocuklarının ağabeyisi idi.11 Evlâtlığın, o devrin asırlık hükmüne göre öz evlâttan ayrılmadığını pekiyi biliyoruz. Öyle ki h.5 (m.627) de nazil olacak Ahzab Sûresi’nin bu kökleşmiş âdeti kaldırmasının o zaman yaşayanların birçoğunun çok zor kabul etmelerinden, evlatlığın gerçek oğuldan ayırt edilmediğini çok iyi anlıyoruz.

İkinci Soru: Urve b. Zübeyr, Efendimiz’in, Zeynep hakkında: “Zeynep, kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” sözünü, teyzesi Hz. Aişe’den nakletmişti. Rivayete göre bunu işiten Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Urve’ye gidip onu şöyle eleştirmişti: “İşittiğime göre sen Hz. Fatıma’nın en hayırlı olduğunu kabul etmiyormuşsun.” Urve cevaben: “Doğu ile Batı arasında yeryüzündeki her şey bana verilse, yine de Hz. Fatıma’nın herhangi bir hakkını gizlemeye razı olmam. Bundan böyle artık bu olayı nakletmeyeceğim.” Urve’nin bu cevabından şu açıkça anlaşılıyor: “Hz. Fatıma’nın üstünlüğü o kadar aşikârdır ki, bunu bilmeyen yoktur. Fakat muayyen bir bağlamda Efendimiz’in Hz. Zeynep hakkında söylediği bu sözü de bilmemizde fayda vardır.” Şevkani bu sözü naklettikten sonra konuyu şöyle açıklamıştır:

“Bu hadîste bildirilen hayırlılık, Resulullah’ın 'Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.' ifadesindeki kayıt itibarıyladır, yoksa mutlak surette hayırlılık kasdedilmemiştir. Pekiyi bilinmektedir ki, Hz. Peygamber’in diğer kızlarının faziletleri hakkında nakledilenler, Hz. Fatıma’nın faziletlerinin onda birinden de azdır. Biz bunu ayrıntılı olarak başka yerde pekiyi açıklamış bulunuyoruz.”12

Üçüncü Soru: Zeynep Medine’ye geldikten sonra Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onun darbe sebebiyle çocuğunu düşürdüğünü öğrenince, çocuğun katili olan Hebbar’ı kısas olarak cezalandırmak için adamlar gönderdi. Fakat gidenler onu öldürme imkânı bulamadılar. Daha sonraki bir zamanda Hebbar İslam’a girdiğini açıklamış, Hz. Peygamber de onu affetmiştir. 13

Hicretten sonra 6. yılın (628) sonundan bir müddet önce Ebu’l-Âs ticaret kervanıyla Şam’dan dönerken Müslümanların arazisinden geçti. Müslüman hudut nöbetçi askerlerinden küçük bir birlik onu yakaladı. Akşam Medine’de bir haber yayıldı: Müslüman müfrezesi Medine yakınında Mekkelilerin ticaret kervanını, adamları ve malları ile ele geçirmiş. Kervanın başında Ebu’l-Âs varmış. Mekkelilerle savaş hâli sebebiyle harbi kafir durumunda olan Ebu’l-Âs’ın hayat hakkı yoktu. Onun öldürülmesinden endişe eden Zeynep sabahı zor etti. Sabah namazında mescide gidip Hz. Peygamber namazı kıldırmaya başlayacağı sırada, kadınlar tarafından yüksek sesle, bütün mescide duyuracak şekilde: ”Ey Müslümanlar! Ben Resulullah’ın kızı Zeyneb’im. Bilesiniz ki Ebul-Âs benim kefaletim altındadır!” Hz. Peygamber selam verdikten sonra ashabına dönerek: “Benim duyduğumu siz de işittiniz mi?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca, Zeyneb'in teşebbüsünden ancak şimdi haberdar olduğunu söyleyip: “Vallahi, bilin ki Müslümanların en mütevazı olanı da eman verebilir.” dedi.14 Sonra kızının yanına gidip ona dedi ki: “Himayene aldığın bu kişiyi elinden geldiği kadar iyi karşıla, fakat sakın sana dokunmasın, zîrâ sen ona helal değilsin.”15

Peygamber Efendimiz nöbetçi birliğine şu haberi gönderdi: "Ganimete mutlak hakkınız var, sizin meşru malınızdır; fakat eğer razı iseniz Ebu’l-Âs’ın mallarını iade ediniz.” Ebu’l-Âs’a İslâmiyet’e girmesi teklif edildi; fakat o reddetti. Üstelik mallarını da istedi: “Benim olsa istemem; fakat bunlar emanet, Mekke’de sahiplerine ulaştırma borcum var.” Müslümanların müsamahası kervandakilerin canları gibi mallarını da bağışladı. Müşterileri ile hesaplarını ayarlama üzere Mekke’ye döndü. İlgililerin haklarını aldıklarına dair ikrarlarını aldıktan sonra, kendi hür iradesiyle İslâm’ı kabul ettiğini ilân etti. “Ben Medine’de Müslümanlığımı ilân etseydim, onlar canımı kurtarmak için İslâm’a girdiğimi zannedeceklerdi. Mekke’deki mal sahipleri de kendilerinin mallarını korumadığımı, emanete hıyanet ettiğimi iddia edeceklerdi. Onun içindir ki bu kararımı şimdi bildiriyorum.” dedi.16 Sonra Medine’ye hicret etti. Hudeybiye sözleşmesinden altı ay kadar önce idi.

Hz. Peygamber Zeynep ile yeni bir nikâha gerek görmeksizin eski nikâhları ile hanımını Ebu’l-Âs’a teslim etti.17 Bununla beraber yeni bir mehir ve nikâhla evlendirdiği de bildirilmiştir.18 Nikâh tazeleme demek suretiyle bu iki rivayeti bağdaştırabiliriz. Böylece birbirini seven, vefa timsali, birbirlerine olduğu gibi başka insanlara da dürüst davranan iki eş, her ikisi yönünden de oldukça çileli geçen uzun bir ayrılıktan sonra birbirlerine kavuşmuşlardı. Senelerce süren sabır, sevgi, vefa, içtenlik Hak Tealâ katında kabul buyruldu, hasretler vuslat ile sonuçlandı.

Zeyneb'in Ali adında bir oğlu ile Ümame adında bir kızı olmuştu. Çocukların Medine’ye ne zaman geldikleri konusunda bir kayda rastlamadım. Anneleri ile birlikte hicret ettikleri hâlde isimleri zikredilmemiş olabilir. Hz. Ali, Hz. Peygamber hayatta iken vefat etmekle beraber tarihi hakkında tam bir kayıt yoktur.19 Hz. Peygamber’in Ümame omuzunda iken namaza durduğu, secde edeceği sırada onu yanına bıraktığı nakledilmektedir.20 Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın vefatından önce kendisine tavsiyesi üzerine bilahare Ümame ile evlendi. Ondan evladı olmadı. Şehit edildiğinde onun nikâhı atında idi Hz. Zeynep (r.a) çilelerden, özellikle o mızrak darbesinin etkisiyle oluşan hastalıktan kurtulamamıştı. Hz. Zeynep ile kocasının beraberlikleri maalesef uzun sürmedi. Kavuşma ancak bir yıl sürdü. Hicretin 8. senesinde (M. 630) Zeynep (r.anha) otuz yaşında iken vefat etti. Hz. Aişe’nin yeğeni Urve, hicret sırasında darbe sonucunda çocuk düşürmesinden beri hastalığının devam ettiğini bunun için vefatından sonra herkesin onu şehit olarak andığını ifade etmiştir.21 Hz. Zeynep H. 8 (M. 630) yılında 30 yaşında ahirete göçtü. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü ve’s-selâm, cenazeyi yıkayan Hz. Sevde ile Hz. Ümmü Seleme’ye belinden çıkardığı peştamalını kefen yapılması için verdi. Efendimiz cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı.22 Kabrinin başında ağladı. Sonra üzgün bir şekilde kabre girdi, kabirden tebessüm ederek çıktı: “Zeyneb'in zayıflığını düşünerek kabir sıkıntısını azaltsın diye Cenab-ı Allah’a dua ettim, O da bunu kabul buyurdu.” dedi.23

Asıl adı Lakit olan, daha çok künyesi Ebu’l-Âs ile meşhur olan kocası, Mekke’ye çok bağlı olmakla tanınmaktadır. Nitekim Ebu’l-Âs, hanımının vefatından sonra, aynı yılda fethedilen Mekke’ye yerleşmiştir.24 Abdullah b. Abbas ile Abdullah b. Amr b. Âs ondan hadis nakletmişlerdir. O da hanımından dört sene sonra H.12 Zilhicce ayında vefat etmiştir.25 Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde vuku bulan Yemame Savaşı’nda şehit olduğu bildirilmektedir.26 Allah onlardan razı olsun. Onların güzel davranışlarını yeni nesillerimizde devam ettirsin.

Dipnotlar:

1. M. Y. Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Divan Yay. 1980, 1/330 Taberani’den (Heysemi 6/21). Burada Beyhaki ile Taberani’den onunla ilgili iki hadise daha nakl edilir.
2. Nisa 4/75.
3. Mümtahine 10 ayetinde: “Bundan böyle Müslüman hanımlar kafir kocalarına, kafir kocaları da bu hanımlara helal olmazlar. Bununla beraber, kocalarına da vermiş oldukları mehirleri siz iade ediniz…”
4 El-Mevsuatu’l-Arabiyye, 10/515.
5. M. Y. Kandehlevi, age, 1/462 Taberani’den (Heysemi 9/213).
6. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/164, İstanbul, İrfan Yay. 1972; M. Y Kandehlevi, age, 1/461 Taberani ‘den (Heysemi 9/216).
7. M. Y. Kandehlevi, age 1/461 el-Bidaye 3/330’dan naklediyor.
8. Muha el-Mubarek, El-Mevsuatu’l-Arabiyye, 10/515.
9. İbn Hişam, Sire, 2/296
10. Hz. Peygamber’in Zeyd ile birlike adı verilmeyen bir başka sahabiyi görevlendirdiği de rivayet edilmekedir: İmam Ahmed, Müsned 6/276; İbn Hişam 2/294-295.
11. Şevkani, Derru’s-sehabe fi menaqıbi’s-sahabe, s.280-281, Dimaşq, 1404/1984, tahkik: Huseyn b. Abdullah .Muhakkik bu bilginin Tahavi’nin Müşkilu’l-asar 1/44-46’da yer aldığını bildirir.
12. Şevkani, age, s.281.
13. M. Hamidullah, age, 1/164.
14. Şevkani, age, s. 281 Taberani ve İbn İshak’tan.
15. Şevkani, s. 282; M. Hamidullah, 1/165
16. M. Hamidullah, age. ;Şevkani, s.281’de Hakim,Müstedrek (2/236) ve İbn Hişam (2/302) den.
17. M. Hamidullah, 1/165; İbn Sa’d, Tabakat, 8/33
18. Abdülğani el-Hanbeli, Cüz’un fihi zevacu Ebi’l-As b. Rebi’ bi Zeynep bint Resulillah , s.15 , tahkik: Müsaid Salim, Beyrut, 1423/2002, Likau’l-aşri’l-evahir bi’l-Mescidi’l-Haram içinde,no:38,mecmua:4.
19. Belazüri, Ensabu’l-eşraf.
20. Abdülğani el-Hanbeli, age, s.14.
21. M. Y. Kandehlevi, 1/461,Taberani’den (Heysemi 9/216); M.Hamidullah, 1/164.
22. İbn Sa’d, Tabakat, 8/36.
23. İbnu’l-Esir, Üsdü’l-ğabe, 5/467, Kahire, 1280.
24. Belazüri, Ensab, s.400, tahkik:M.Hamidullah.
25. Abdülğani el-Hanbeli, age, 19, 22.
26. age., s.19.

 

4 İçki ne zaman ve nasıl haram kılınmıştır?

İçki, hicretin dördüncü yılında, Benî Nadir Yahudîlerinin yurtlarında sürgün edip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'ye teşrif ettikleri zaman Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oynanıyordu. Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordular. O sırada Hz. Ömer de "Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti.

Bir müddet sonra,

"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar: De ki; 'Onlarda büyük günâh ve hem insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları, faydalarından daha büyüktür..."1

meâlindeki âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.

Ancak, içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta ashabdan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraâti yanlış ve ters mânâ çıkacak şekilde karıştırdı.

Hz. Ömer tekrar, "Allah'ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti. Çok geçmeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

"Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın."2

Bu da yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu. 

Bu âna kadar Müslümanlar arasında da bir hayli içki içen vardı. Bunun üzerine Müslümanlar, "Yâ Resûlallah, biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz." dediler. Peygamber Efendimiz (asm), onlara cevap vermeyip sustu.

Namaz kılınacağı zaman da Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm)'in emriyle "Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın" diye nidâ edilirdi. Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip namaza geldi.

Hz. Ömer tekrar, "Allah'ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti. O zaman da şu âyet-i kerime nâzil oldu.

"Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir, ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?"3

Bundan sonra Müslümanlar, "Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz." dediler.

Bu da içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve, böylece içki bütün Müslümanlara haram kılınıyordu.

Bu âyetlerin nâzil olması üzerine Peygamberimiz (asm)'in emriyle tellal, "Haberiniz olsun ki; içki haram kılınmıştır." diyerek Medine sokaklarından nidâ etti. Bu emri duyan Müslümanlar evlerinde bulunan bütün içkileri derhal döktüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarından sel gibi aktı.

Konu ile ilgili birkaç hadîsi de nakledelim:

"Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir."4

"Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır." 

"Kim dünyada devamlı içki içer ve tövbe etmeden ölürse, âhirette o kimse, âhiret şerbeti içemez!"5

"İçkiden uzak durunuz! Çünkü, o, her kötülüğün anahtarıdır."6

"İçki, bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır."7

"Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır."8

Dipnotlar: 

1. Bakara Sûresi, 219.
2. Nisa Sûresi, 43.
3. Mâide Sûresi, 90-91.
4. Ebû Davud, Sünen, 2:292.
5. Müslim, 5:100.
6. Hakim, Müstedrek, 4:145.
7. Dare Kutnî, Sünen, 4:247.
8. Ebû Davud, Sünen, 2:294.

5 Efendimizin (asm) devesi hakkında bilgi verir misiniz?

Peygamberimizin (asm) devesi cennete gidecek hayvanlar içindedir. (Dürretü'n-Nâsihin, s.57.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. (Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:637.)

Peygamberimiz (asm) Mekke'den hicret edip Medine'ye geldiğinde, Peygamberimiz (asm) Kasva adlı devesinin üzerindeydi. Ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Şehirde bir bayram havası vardı. Genç, ihtiyar, herkes ilâhiler söylüyordu. Peygamberimizin (asm) şehre gelişi kutlanıyordu. Kadınların sevinçleri yüzlerinden okunuyordu. Minik çocuklar bayramlık elbiselerini giymişlerdi... Neşe ile koşuşup duruyorlardı. Bütün şehir, "Hazret-i Muhammed geldi. Şehrimizi şereflendirdi. Yâ Muhammed Yâ Resûlallah !" sesleriyle çınlıyordu.

Peygamberimiz (asm) ise sevinç gösterileri arasında yol alıyordu. Her ev sahibi aynı şeyi söylüyordu: "Ya Resûlallah, bizde misafir olun."

Peygamberimiz (asm) hiç kimseyi incitmeyecek bir yol bulmuştu. Devesinin önünde çöktüğü evin misafiri olacaktı. Mübârek devesi de sağa sola bakarak ilerliyordu. Bir müddet öylece gitti. Daha sonra boş bir arsaya çöktü. Peygamberimiz (asm) devesinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı. Biraz ilerledi. Sonra çöktü.

Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o:

"Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah'ın değişmez kanunudur." (Metin Karabaşoğlu, Bilinmeyen Yönleriyle Peygamber)

Kasvâ'nın Kaybolması:

Tebük seferi sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) devesi Kasvâ kayboldu. Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.

Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı (asm) rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt,

"Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez." diye söylendi.

Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine (asm) ulaştırılınca,

"Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:

"Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."

Sahabîler, Hz. Resûlullah'ın (asm) tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.

Resûl-i Ekrem (asm), ancak Cenâb-ı Hakk'ın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev'idir.

Resûlullah'ın, (asm) Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği istikbale âit bütün haberler ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.

[Salih Suruç, Kainat' ın Efendisi (asm)]

6 Peygamber'imizin çocukluk ve gençlikteki davranışları?

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin, çocukluğu ve gençliği temiz ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Gerek onun (asm) üstün seciyelerle donatılmış olması ve gerekse ilâhî gözetim ve koruma altında bulunması sebebiyle, O’nun bütün hayatı gibi gençliği de bizim için en güzel örnektir. O, peygamberlikten sonra nasıl bir ahlâka sahipse, kırk yaşından önceki hayatı da öyle temiz ve nezih bir ahlaka sahipti.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bi’setinden evvel ticaret kervanlarıyla yolculuklara çıkıyor ve ortaklık şeklinde ticarî faaliyetlerde bulunuyordu. Hayatın pek çok alanında olduğu gibi, bu alanda da örnek bir şahsiyetti.

Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamberimiz (asm) ile olan ticarî bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme daha bi'set (peygamberlik) gelmezden önce ondan bir şey satın almıştım. O alışverişten ona hâlâ bir miktar (borç) bakiyesi kalmıştı. Ben o kalanı, kendisine yerinde vermeyi vaad ettim. Ama bunu unuttum. Üç gün geçtikten sonra hatırladım, geldiğimde o hâlâ (sözleştiğimiz) yerindeydi. "Ey genç! Bana meşakkat verdin, ben üç gündür burada seni bekliyorum." buyurdular. [Ebu Davud, Edeb 90, (4996).]

Peygamberimiz (asm) ticarî işlerinde hesabını doğru tutar, hiçbir kimseye haksızlık etmezdi. Peygamberliğinden önce kendisiyle alışveriş yapanlar, yaptıkları alışverişten çok memnun kalırlardı.

Sâib ibnu Ebi's- Saîb anlatıyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme geldim. Beni, ona zikredip hakkımda methüsenada bulunarak tanıtmaya başladılar. Bunun üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem :

"Ben onu sizden iyi tanırım." buyurdu. Ben hemen atılıp: "Annem, babam sana kurban olsun. Doğru söyledin, zira sen benim ticaret ortağım idin, sen ne iyi ortaktın. Senden ne bir itham görmüştüm ne de seninle bir münakaşa yapmıştık, dedim." [Ebu Davud, Edeb 20, (4836); İbnu Mace, Ticaret 63, (2287).]

O, el-Emîn Lakabı ile Bilinirdi

Hacer-i Esved’in yerleştirilmesi konusu ihtilafa yol açmış ve neredeyse kan dökülecekti. Ebu Ümeyye ibni Muğîre: “Yarın sabah Safa kapısından ilk olarak kim girerse, o bizim aramızda hakem olsun.” dedi. Teklif yerinde bulundu ve kabul edildi. Sabahleyin Kureyş’in önde gelenleri ilk giren kişiyi merakla bekleşmeye durdular. Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi görünce sevindiler. Çünkü onun (asm) doğruluğuna ve güvenilirliğine asla şüpheleri yoktu. Ona el-Emin diyorlardı. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi çağırdılar ve meseleyi kendisine arz ettiler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, orada bulunanlara hemen bir sergi / yaygı getirmelerini söyledi. Onlar da getirdiler. Her kabileden bir temsilci seçti.  Kendisi Hacer-i Esved’i yaygının üzerine koydu. Seçtiği adamlara yaygının uçlarından tutmalarını söyledi. Böylelikle taşı yerine koyma işi, bütün kabilelerin katkısıyla gerçekleşmiş oldu. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin feraseti ile mesele kan dökülmeden halledildi.

Evet, o (asm) gençliğinde böyleydi ve güvenilir bir gençti. Pek çok beşerî duyguları, feverana hazır vaziyette bekleyen bir gencin güvenilir olması ve hakem kabul edilmesi, bizim gençlerimiz için önemli bir davranış modelidir.

7 Peygamber Efendimiz hurmayı bir, üç, beş gibi tek olan sayılarda mı yerdi; bunun hikmeti nedir?

Konuyla ilgili bir rivayet şöyledir: Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ramazan bayramında, sayıca tek olan birkaç hurma yemedikçe namaza gitmezdi." [Buhârî, Îdeyn 4; Tirmizî, Salât 390, (543)]

1. Resûlullah (asm)'ın Ramazan Bayramı namazına giderken bir şeyler yemesinin hikmetini, bazı alimler: "Kimse namaz kılıncaya kadar oruca devam ediliyor zannetmesin diyedir, sanki bu yanlışlığın yolunu kapamak istemiştir." şeklinde açıklamışlardır. Yine: "Oruç tutma emrinden sonra orucu açma emri gelince, bunda da Allah'ın emrine uymada acele ve sürat gerektiği içindir." diyen de olmuştur. Başka teviller de yapılmıştır.

2. Hurmanın tercihi, oruç sebebiyle zayıflayan basarın tatlı ile kuvvetlenmesi diye izah edilmiştir. Tâbiîn'den bazısı tatlı şeylerin (hazımca) kolaylığı, kalbe kazandırdığı incelik, imana muvafık olması gibi çeşitli faziletleri sebebiyle, bayram günü, hurma yoksa bal gibi tatlı bir şeyle yemeye başlamanın müstehab olduğuna hükmetmiştir. Tatlının, idrarı tuttuğu da söylenen faziletleri arasındadır.

Esas olan, sade su ile de olsa iftar yapmaktır. Kurban Bayramı'nda ise, namaza kadar bir şeyler yenmemesi esastır.

3. Hurmanın tek kılınması Allah'ın birliğine işaret içindir. Resûlullah (asm) "tek" ile teberrük için imkân olan her şeyi tek yapardı: Nitekim: "Allah tektir teki sever." (Buhârî, Daavât 68) buyurmuştur. (bk. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ, 1990, Ankara, 9/355)

Tek, Peygamber Efendimiz (asm)'in bir gününe damgasını vuran kelimelerden biridir. Nitekim, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, günün içinde, nice fiilinde, hep teki seçer. Meselâ, suyu iki veya dört yudumda değil, üç yudumda içer. Abdestte de, gusulde de suyu iki, dört veya altı kere değil; üç kere üstüne dökmeyi tercih eder. Her namazdan sonra yaptığı tesbihat için seçtiği rakam, 33’tür. Sübhânallah’ı da Elhamdülillah’ı da Allahuekber’i de 33 kere söyler. “Kim gözüne sürme çekerse teklesin.” demiştir sonra. “Kim abdest bozduktan sonra taş kullanarak temizlenirse teklesin...” “Biriniz istincada taş kullanırsa teklesin.”

Yine, onun vücudundan kan aldırdığı hacamat günü, ayın günleri içinde ya on yedinci, ya on dokuzuncu yahut yirmi birincidir. “Taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir. Safâ ile Merve arasında sa’y tektir, tavaf da tektir. Öyle ise sizden biri taş kullanacaksa bunu da tek kılsın.” buyurduğu bildirilir.

Bunların esas nedeni, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam için tevhidi ifade eden "Tek"in umumî prensip olmasıdır. Öyle ki, Esmâ-i Hüsnâyı dahi tek rakamla tarif eder: “Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır; yüzden bir eksik. O tektir, teki sever.” (bk. Buhârî, Daavât 68)

8 Peygamberimiz (s.a.v.)'in annesi ne zaman, nerede ve nasıl vefat etmiştir?

Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine'de bir ay kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedâlaşarak şehirden ayrıldılar.

Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, Şanlı Evlâdı ve Ümmü Eymen. Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruhlarını ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.

Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Peygamber Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.

Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hazret-i Âmine âniden rahatsızlandı. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Ümmü Eymen'i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?

Medine'nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hazret-i Âmine'nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak âniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.

Hz. Âmine yerde halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz (s.a.v.) kendini toparlayarak, 

"Nasılsın anneciğim?" diye sordu.

Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için,

"İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok." diye cevap verdi.

Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara, "Su" dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.

Hazret-i Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı. Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübârek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.

Hazret-i Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ıztırabına, şimdi de oğluyla vedâlaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ıztırap, çekilmez bir dertti. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu. Ama ne yapabilirdi, bu İlâhî kaderin değişmez hükmüydü.

Hazret-i Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı, ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:

"Ey dehşetli ölüm okundan Allah'ın yardım ve ihsanı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu!.."

"Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyâda gördüklerim doğru ise, sen celâl ve bol ikrâm sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin."

"Sen, ceddin İbrâhim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin."

"Allah seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır."

"Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Yaşlanan herkes zevâl bulur. Herşey fanidir, gider."

"Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, ter temiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum."1

Acıklı ve âdetâ istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine'nin gözleri kaydı ve ruhunu orada yüce Allah'a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.

Hz. Âmine'nin Defni

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı. 

Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:

"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi. "İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) derin bir iç çektikten sonra,

"Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e,

"Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi.

Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine'nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu.

Definden Sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke'ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen'e düştü. Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de âdetâ onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne!.." diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde, "Annemden sonra annem." diyerek iltifatta bulunuyordu.2

Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.

"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?"3

meâlindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır. Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hicret'in altıncı yılında Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebvâ'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır. Onun mübârek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabîler de ağlayacaklar ve

"Yâ Resûlallah, niçin ağladınız?" diye soracaklardır. Resûl-i Ekrem,

"Annemin, benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım." diye cevap verecektir.4

Dipnotlar:

1. İsfâhanî, Delâilü'n-Nübüvveh, s. 119-120
2. Resûl-ü Ekrem Efendimiz hakkında, "Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen'le evlensin." buyurduğu Ümmü Eymen'i daha sonra azâd ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd bin Hârise ile evlendirdi. Üsâme Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
3. Duhâ Sûresi, 6.
4. Tabakât, 1/116-117.

9 Peygamberimizin Hz. Aişe ile dokuz yaşında evlendiği, bir kadın gördüğü zaman hemen hanımıyla cimada bulunduğu ve Hz. Cabir'in, Mina'ya giderken bizden meni damlıyordu, dediği söylenmektedir. Bu konuları açıklar mısınız?

Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Şurası muhakkak ki kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadında hoşuna giden bir husus görürse, hemen hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir." [Müslim, Nikâh 9, (1403); Ebu Dâvud, Nikâh 44, (2151); Tirmizî, Nikâh 9, (1158)]

Hadisin sonundaki "zira bu ,nefsinde uyananı giderir" kısmı, konunun anlatılmak istenen yönüne açıklık getirmektedir. İnsanın nefsinde uyanan şehevi duyguların eşiyle giderileceği, böylece o duyguların helal yolla tatmin edileceği belirtilmiştir. İslam Dini insanda var olan duyguların yok edilmesini değil, helal yollarla doyurulmasını istemektedir.

Hz. Cabir (ra)'e atfedilen bu cümle son derece yanlıştır, gerçeğe aykırıdır; sahabenin söylediği ile hiç alâkası yoktur.

Şimdi konuyla ilgili hadisi şerifin baş tarafını verelim ki, hakikat olduğu gibi anlaşılsın. Bakın:

“Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazreti Peygamber sahabeleri ile birlikte hac ihramını bağladılar. Rasûlüllah ile Talha hariç hiç kimsenin beraberinde kesilecek kurban yoktu... (Mekke'ye geldiğimizde) Peygamber, ashabına “Hacc'ı, umre'ye çevirmelerini, tavaf (ve sa'yi) eylemelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını, yalnız yanında kurban bulunanların ihramlarını muhafaza etmelerini" emreyledi. (Ashab kendi aralarında bu hale taaccüp ederek) “bu ne haldir, nasıl olur, tenasül uzvumuzdan meni damlarken mi Mina'ya, Arafat'a çıkacağız?"( Müslim şerhi li’n-Nevevi, V/298)

Demek istedikleri şey şudur: Hacc'ı umreye çevirmek suretiyle ihramı açmamız, kadınlarımızdan istifade etmemize de yol açabilir. Hacca az bir süre kaldığından ötürü hemen o münasebetin akabinde hac ihramını bağlamak zorundayız. Bağlayıp Arafe'ye çıktığımızda tenasül uzvumuzdan meninin damlaması muhtemeldir. Böyle refahlı bir hal haccla nasıl bağdaşır? (Tecridi Sarih, 1/111)

Demek sahabeler kendi aralarında bir ihtimalden bahsetmiş oluyorlar. Yoksa bizler, Arefe'ye çıkarken meni bilfiil damlıyordu demek istemiyorlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz Ayşe (ra) validemiz, Peygamberimiz (asv) ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?Hz Ayşe (ra) validemiz, Peygamberimiz (asv) ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?

"Bilin ki, kadın şeytan sûretinde gelir ve şeytân sûretinde gider. Sizden biriniz, bir kadın görünce zevcesine gelsin. Bu içinde doğmuş olanı giderir" sözünü açıklar mısnız?

10 Hz. Peygamber'in kızları, kaç yaşında, kimlerle evlenmişlerdir?

Peygamber Efendimiz (asm)'in kızlarının kaç yaşında evlendiği konusunda net ve kesin bilgiler olmasa da genel bilgiler şöyledir:

Hz. Peygamber (asm)'in Hz. Hatice'den iki erkek ve dört kız çocuğu dünyaya gelmiştir. İlk çocuğu Kasım iki yaşında, Abdullah da küçük yaşta iken vefat etmiştir. Abdullah adlı çocuğuna aynı zamanda Tayyib ve Tahir denildiği nakledilmektedir.

Bunların dışında Medine döneminde Mısır'lı Mariye'den İbrahim adlı oğlu olmuştur. Kızlarının doğum sırası konusunda ihtilaf bulunmakla birlikte genellikle, Zeyneb, Rukıye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma şeklinde olduğu kabul edilmektedir.

Zeyneb: Hz. Peygamber (asm)'in ikinci çocuğu ve kızlarının en büyüğüdür. Babası otuz yaşında iken dünyaya geldiği nakledilmektedir. Hz. Hatice'nin arzusu üzerine Hz. Peygamber Zeyneb'i teyzesinin oğlu Ebü'l-As b. Rebi' ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Zeyneb'in Ali ve Ümame adlı iki çocuğu dünyaya gelmiştir.

Zeyneb, babasına peygamberlik gelince annesi ile birlikte İslamiyet'i kabul etmiştir. Kocası Ebü'l-As ise, o dönemde iman etmemiş; ancak Müslüman olan hanımı ile beraber yaşamaktan da vazgeçmemiştir. Bu şekilde evlilikleri Bedir savaşına kadar devam etmiştir.

Hz. Peygamber (asm) Medine'ye hicret edince, ailesi ile birlikte kızı Zeyneb'i de Mekke'den getirtmek istemiş, ancak kocası ondan ayrılmak istememiştir. Bu arada Ebü'l-As, müşrikler safında katıldığı Bedir savaşında esir düşmüş, Zeyneb, kocasının fidyesi olarak bir miktar malla birlikte annesinin kendisine evlenirken çeyiz olarak verdiği gerdanlığı göndermiştir. Hz. Peygamber gerdanlığı iade ederek Ebül-As'ı serbest bırakmıştır. Ancak ondan, kızını çocukları ile birlikte Medine'ye göndermesini istemiş ve bu konuda kendisinden söz almıştır. Ebü'l-As sözünü tutarak Zeyneb'i ve çocuklarını Medine'ye göndermek üzere yola çıkarmıştır.

O sırada hamile olan Zeyneb, Mekke'de Zi Tuva adlı yerde, henüz İslam'ı kabul etmemiş bulunan Hebbar b. Esved'in saldırısı sonucu deveden düşmüş ve çocuğunu düşürmüştür. Bu olay sonucu yakalandığı hastalık ilerleyerek hicri 8. yılda onun ölümüne sebep olmuştur. Olaydan sonra Mekke'ye dönmüştür.

Bu arada Hz. Peygamber (asm) onu getirmek için Zeyd b. Harise'yi ve ensardan bir şahsı Bedir savaşından bir ay kadar sonra Mescid-i Haram'a 10 km. uzaklıkta bulunan Batn-ı Ye'cec'e kadar göndermiş, Zeyneb de yanında çocukları olduğu halde bu ikisi ile birlikte Medine'ye gelmiş ve Hz. Peygamber'in yanında yaşamaya başlamıştır.

Diğer taraftan Ebü'l-As, hicretin 6. yılında müşriklere ait bir kervanla gittiği Suriye'den dönerken İs mevkiinde karşılaştığı İslam askeri birliği tarafından Medine'ye getirilmiş ve İslamiyet'i kabul etmiştir. Hz. Peygamber Zeyneb'i eski kocası ile tekrar evlendirmiştir.

Zeyneb, Ebü'l-As'la gerçekleşen bu ikinci evliliğinden kısa süre sonra hicretin 8. yılında, vefat etmiştir. Çocuklarından Ali, Mekke'nin fethinden sonra ölmüştür. Kızı Ümame ise, teyzesi Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ali ile onun şehit edilmesinden sonra da Muğire b. Nevfel ile evlenmiş ve onun nikahında iken vefat etmiştir. Ümame'nin bu kocasından Yahya adında bir çocuğunun dünyaya geldiği söylenir.

Biraz sonra görüleceği üzere diğer iki kız kardeşi Rukiye ve Ümmü Gülsüm gibi Zeyneb'in nesli de devam etmemiştir.

Rukıye (Rukayye): Babası otuz üç yaşındayken dünyaya geldiği kaydedilir. Rukıye, Ebu Leheb'in oğlu Utbe ile biraz sonra bahsedilecek olan Ümmü Gülsüm de Uteybe ile nikahlandı. Hemen bütün güvenilir kaynaklar, Hz. Peygamber (asm)'in bu iki kızının Ebu Leheb'in oğullarıyla zifafa girmedikleri konusunda müttefiktirler. Ebu Leheb ve hanımı, kendilerinin İslam'a karşı tutumlarını yeren Tebbet Suresi'nin nazil olması ve aynı zamanda Rukıye ve Ümmü Gülsüm'ün İslam'ı kabul etmeleri üzerine, oğullarını Hz. Peygamber'in kızlarından ayrılmaya zorladılar. Neticede her ikisi de ayrıldı.

Bundan sonra Hz. Peygamber (asm) Rukıye'yi Hz. Osman ile evlendirdi. Rukıye kocasıyla birlikte Habeşistan hicretine katıldı. Daha sonra Mekke'ye dönerek Medine'ye hicret etti ve burada yaşamaya başladı. Hicretin 2. yılında Bedir seferi hazırlıkları esnasında kızamığa yakalandı. Hz. Peygamber, Hz. Osman'ı sefere götürmedi ve hasta hanımıyla ilgilenmesi için Medine'de bıraktı. Ancak Rukıye, Hz. Peygamber seferde iken vefat etti. Hz. Osman'dan dünyaya gelen Abdullah adındaki oğlu iki veya altı yaşında iken vefat etti.

Ümmü Gülsüm: Rukıye'den küçük olduğuna göre, babası otuz dört yaşın üzerinde iken dünyaya gelmiş olmalıdır. Yukarıda da geçtiği gibi Ebu Leheb'in oğullarından Uteybe ile nikahlandı. Annesinin ve babasının zorlaması sonucu Uteybe Ümmü Gülsüm'ü boşadı. Ümmü Gülsüm hicrete kadar babasının evinde yaşadı. Kızkardeşi Fatıma ve Hz. Peygamber'in diğer aile fertleriyle birlikte Medine'ye hicret etti. Ablası Rukıye'nin vefatından bir müddet sonra hicretin 3. yılında Hz. Osman'la evlendirildi. Hicretin 9. yılında vefat etti.

Ümmü Gülsüm'ün çocuğu olmadı. Onun vefatı üzerine Hz. Peygamber "Bir üçüncü (bazı rivayetlerde on) kızım olsaydı, yine Osman'la nikahlardım." demiştir.

Fatıma: Hz. Peygamber (asm)'in kızlarının en küçüğüdür. Doğum tarihi konusunda ihtilaf bulunmakla birlikte, genel kabul, birincisi ağırlıklı olmak üzere 609 ve 605 yıllarında yoğunlaşmaktadır. Kaynaklarımızda onun çocukluk ve gençlik yıllarıyla ilgili bilgiler azdır. Başından geçen olaylardan birisi şöyledir: Bir gün Hz. Peygamber Kabe'nin yanında namaz kılarken secdeye vardığında müşrikler bir koyunun iç organlarını sırtına koyarlar. Hz. Peygamber secdeden başını kaldıramaz. Bu sırada Fatıma gelip babasının üzerindekileri atar ve müşriklere çıkışır.

Hz. Fatıma, babasının hicretinden bir müddet sonra, içlerinde kızkardeşi Ümmü Gülsüm ve Hz. Ebu Bekir'in ailesinin de bulunduğu bir kafile ile birlikte Medine'ye hicret etti. Bir müddet sonra Hz. Ali onu babasından istedi. Hz. Peygamber kızının görüşünü alarak hicretin 2. yılında Fatıma'yı Hz. Ali ile evlendirdi.

Hz. Fatıma, evlendikten bir yıl kadar sonra ilk çocuğu Hasan'ı, ondan bir yıl sonra da ikinci çocuğu Hüseyin'i dünyaya getirdi. Daha sonraki yıllarda Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlı kızları ile Muhsin (veya Muhassin) adlı oğlu dünyaya geldi. Ancak bu sonuncusu küçükken vefat etti.

Hz. Fatıma'nın İslam kültüründe ünlü olduğu hususlardan birisi sağlık ve sosyal yardım alanlarındaki hizmetleridir. Nitekim Uhud savaşında gazilere su ve yiyecek taşımış, yaralıları tedavi etmiş, babasının yüzündeki kanları temizlemiştir.

Hz. Peygamber (asm)'in vefatına çok üzülmüş ve ondan altı ay kadar sonra vefat etmiştir.

Hz. Peygamber'in nesli Fatıma'nın çocukları vasıtasıyla devam etmiştir.

Kaynaklar:

- Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı. 
- TDV İslam Ansiklopedisi ilgili maddeler.

11 İslâm tarihine "Akabe Biatları" diye geçen Birinci ve İkinci Akabe Biatları nasıl gerçekleşmiştir ve bu süreçte neler olmuştur?

Birinci Akabe Bîatı

Bi'setin 12. senesi (Miladî: 621).

Bi'setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi.

İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip, hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslâmla şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu 12 kişilik bir kafile Mekke'ye doğru yola çıktı.

Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Resûl-i Ekremle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Resûlullaha bîat ettiler:

a) Allah'a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zina etmemek,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftirâ etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak
.1

Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:

"Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."2

Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûl-i Ekremle aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:

"Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz."3

İlk Akabe bîatlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardı. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.

İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiblerinden kesin söz alacaktı.

Bu ilk Akabe Bîatında bulunan Medineli on iki Müslüman şunlardı:

1) Es'ad bin Zürâre (r.a.),
2) Avf bin Hâris (r.a.),
3) Muâz bin Hâris (r.a.),
4) Râfî' bin Mâlik (r.a.),
5) Zekvan bin Kays (r.a.),
6) Ubâde bin Sâmit (r.a.),
7) Yezid bin Sa'lebe (r.a.),
8) Abbas bin Ubâde (r.a.),
9) Kutbe bin Âmir (r.a.),
10) Ukbe bin Âmir (r.a.),
11) Uveym bin Sâîde (r.a.),
12) Ebü'l-Heysem Mâlik bin Teyyihân (r.a.).
4

Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslâmın nûrunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.

Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullah'tan kendilerine İslâm adâb ve erkânını öğretecek bir Kur'ân muallimi gönderilmesini istediler. Resûl-i Ekrem onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nazik ve medenî, aynı zamanda güzel bir sîmâya sahip Kureyşin eşrafından, genç bir sahabî olan Mus'ab bin Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.5

İslâm Nûru Medine'de Parlıyor

Esad bin Zürâre Hazretleri Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç Sahabî, Kur'an muâllimi Mus'ab bin Umeyr (r.a.) Medine'ye gelince onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.

Bizzat Resûl-i Kibriyâdan dersini almış bulunan Hz. Mus'ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir Sahabî idi. Bütün gayret ve himmetini Medine'de İslâmın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara "kavl-i leyyîn"le İslâmı anlatıyordu.

Medineli Müslümanların Kur'an muâllimi Hz. Mus'ab bin Umeyr, onların reisleri olan Es'ad bin Zürare'nin (r.a.) evinde kalıyor ve İslâmı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.

Medine'de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslâmın daha da hızlı intişârı için bazı mâniler vardı. Evs Kabilesinin reisi Sa'd bin Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu. Sa'd bin Muaz, Es'ad bin Zürâre Hazretlerinin halası oğlu idi.

Bir gün Mus'ab ile Es'ad Hazretleri Benî Zafer'e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı. Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde Üseyd bin Hudayr yanlarına çıkageldi. Hiddet ve şiddetle şöyle dedi:

"Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zâif kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!"
Hz. Mus'ab,
"Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla; beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun." diye gayet nazikçe mukabelede bulundu.
Üseyd,
"Doğru söyledin." dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus'ab, ona İslâmiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur'ân-ı Kerim okudu.
Üseyd kendisini tutamayarak,
"Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz." diye konuştu ve "Bu dine girmek için ne yapmalı?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.), ona İslâmı anlattı. O da kelime-i şehâdet getirerek İslâmiyetle müşerref oldu.6

Sonra da, "Ben gideyim, size birini göndereyim. Eğer, o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz." deyip oradan ayrıldı; Sa'd bin Muaz ve kavminin yanına vardı.
Sa'd,
"Ne yaptın?" diye sordu. Üseyd şöyle dedi:
"O iki adama söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi, ben onlardan bir itâatsizlik, bir inad görmedim."
Sa'd bin Muaz,
"Vallahi, sen beni tatmin edici bir malûmat getirmedin." dedi ve doğruca Mus'ab ile Es'ad'ın (r.a.) yanına gitti. Hiddetli hiddetli,
"Ey Es'ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim." diye tekdir ve tehdit etti.
Mus'ab (r.a.) ona da aynı tatlılıkla,
"Hele biraz durunuz. Oturup dinleyiniz, anlayınız da; beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz, biz de size, çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz." diye nazikçe cevap verdi.

Onun üzerine Sa'd oturdu ve Hz. Mus'ab'ın sözlerini dinlemeye başladı. Hz. Mus'ab ona İslâm dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Sûresinin baş kısımlarından okudu. Kur'ân okunurken, Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simâsında îmân alametleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kur'ân'ın eşsiz belagatı ve tatlı üslûbu karşısında derhal,
"Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.), ona İslâm dininin esas ve adâbını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.7

Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü'l-Eşhel cemâatının yanına döndü. Onlara,
"Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?" diye sordu.
"Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün." diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa'd Hazretleri,
"Öyle ise, siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz." dedi ve ilâve etti: "Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!"
Bu söz üzerine, Beni Abdü'l Eşhel aşireti içinde o gün îmân etmedik hiç kimse kalmadı.
Es'ad bin Zürâre Hazretleri de Mus'ab (r.a.) ile birlikte evine döndü.

Artık, Mus'ab Hazretleri Medine'de İslâmı tebliğ ve neşirde yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslâmın yayılmasına çalışıyorlardı.

Yine İslâmı tebliğ ve neşir merkezi Es'ad bin Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus'ab ile Sa'd bin Muâz Hazretleri el ele vererek burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Kısa zamanda, İslâmiyet Medine'de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki, Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye bin Zeyd'in hânesinden başka İslâm ve Kur'ân nûru ile aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra, bu evde de İslâmın nûru parlamaya başladı.

İkinci Akabe Bîatı

Bi'setin 13. senesi (Milâdî: 622).

Bu senenin hac mevsiminde, Kur'an muallimi Mus'ab bin Umeyr Hazretleri, hem Medine'deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmi beş Müslümanla Mekke'ye geldi.

Bunları temsilen bir grup Mescid-i Haram'da amcası Hz. Abbas'la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:

"Ya Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı fedâ etmek, şahsınızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz. Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?"

Resûl-i Kibriyâ, yine Akabe'de buluşmayı uygun gördü.

Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken de dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe'ye geleceklerdi.8
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.

Peygamber Efendimiz de burada henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas ile geldi. Hz. Abbas'ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.

Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar bizzat Resûlullahın konuşmasını istiyorlardı:

"Yâ Resûlallah! Sen de konuş. Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al." dediler.

O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es'ad bin Zürâre Hazretleri Resûlullahtan konuşmak için müsâade aldı ve şöyle dedi:

"Ya Resûlallah, her dâvetin bir yolu var. O yol ya kolay olur, ya da zor! Bugün senin yaptığın dâvet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir dâvettir. Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik."

"Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka hiçbir kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaâttık. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik!"

"Halbuki, bütün bunlar -Allah Teâla, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe- insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak sûretiyle de kabul ettik."

"Allah'dan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz. Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz. Allah'ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir."

"Kendimizi, evladlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız."

Eğer, bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım."

Es'ad bin Zürâre Hazretleri konuşmasının sonunu şöyle bağladı:

"Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al. Rabbin için de istediğin şartı koş."

Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur'ân-ı Kerim'den bazı âyetler okudu. onları Allah'a dâvet, İslâmiyete teşvik ettikten sonra, kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:

"Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur:  Ona hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.

Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah'ın peygamberi olduğuma şehâdet etmenizdir. Kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır."9

Bu sırada Abdullah bin Revâha söz alarak,
"Ya Resûlallah. Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak, bize ne var?" diye sordu.
Resûl-i Ekrem,
"Cennet var." diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini,
"O halde bu kazançlı ve kârlı bir alışveriştir."10 diyerek sözleriyle de te'yid ettiler.

Sonra Peygamber Efendimize,
"Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?" diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itâat edeceğinize; emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz!"

"Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat'i söz vermelisiniz!"11 dedi.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onlara,

"Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Musâ da İsrâiloğullarından on iki temsilci almıştı."12 buyurdu.

Medineli Müslümanlar, Hazreç Kabilesinden dokuz, Evslilerden üç temsilci seçtiler.

Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı:

1) Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre,
2) Sa'd bin Rebi',
3) Rafi' bin Mâlik,
4) Abdullah bin Revâha,
5) Abdullah bin Amr,
6) Berâ' bin Mâ'rur,
7) Sa'd bin Ubâde,
8) Ubâde bin Sâmit,
9) Münzir bin Amr (r.anhüm).

Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti:

1) Useyd bin Hudayr,
2) Sa'd bin Hayseme,
3) Ebü'l-Haysem Mâlik bin Tayyihan (r.anhüm).
137

Bu temsilcilerin hepsi de Medine'nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı. 

Peygamber Efendimiz seçilen temsilcilere şöyle dedi:

"Havarîler, Meryemoğlu İsâ'ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz. Ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim."14

Onlar da, "Evet!.." deyip tasdik ettiler.

Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra Es'ad bin Zürâre Hazretlerini de seçilen on iki temsilcinin başkanı tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullaha bîata hazırladılar.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti. Yapılan bîat bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifâktı.

Müşriklerin, Durumu Sezmeleri

Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde cereyan etmişti. Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi:

"Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!"

Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı. Bu ses, Münebbih bin Haccac'ın sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, "Bu Akabe'nin şeytanıdır." dedi ve Medineli Müslümanlara da, "Derhal konak yerlerinize dönünüz!" emrini verdi. O sırada Medineli Abbas bin Ubâde, "Yâ Resûlallah" dedi. "İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Minâ'da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz." diye konuştu. Ancak, Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeli idi. Şöyle buyurdular:

"Hayır, hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz."15

 Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.

Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mâhiyeti henüz meçhul bulunan hâdiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, "Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz." dediler.

Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı. Kureyşli müşrikler bu sefer Abdullah bin Übey bin Selûl'e gidip sordular. O da aynı şekilde, "Bu büyük bir iştir. Böyle bir şey olmamıştır. Söylenenler boş lâf olsa gerek. Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib'de iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı." dedi.

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanâatına vardılar.

Şayet, Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Bu işi sizden başkasına duyurmayın." dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşerilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gâile açılacaktı. Belki de, Medine'ye henüz açılmış bulunan İslâmiyet için büyük bir mâni ortaya çıkacaktı.

Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.

Medineli Müslümanların Mekke'den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular.

Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa'd bin Ubâde ve Münzir bin Amr. Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa'd bin Ubâde'yi Mekke'ye getirdiler ve âdeta hınçlarını bu Sahabîden almak istercesine kendisine ezâ ve işkencelerde bulundular. Sonunda Sa'd bin Ubâde Hazretleri kendisini daha önceden tanıyan ve Medine'den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkenceden kurtuldu.

Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirlerin ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu beklediler.

Kaynaklar:

1. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; Taberî, Tarih: 2/235
2. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; İbni Sa'd, Tabakât: 1/220; Taberî, Tarih: 2/235
3. Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 27 (Ank. 1963)
4. İbni Hişâm, Sîre: 2/73; Taberî, Tarih: 1/220
5. İbni Hişâm, Sîre: 2/76; Taberî, Tarih: 1/220
6. İbni Hişâm, Sîre: 2/77-78; İbni Sa'd, Tabakât: 3/420; Taberî, Tarih: 2/236
7. İbni Hişâm, Sîre: 2/77-78; İbni Sa'd, Tabakât: 3/420; Taberî, 2/236-237; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser, 1/160; Halebî, İnsanü'l-Uyûn, 2/170-171
8. İbni Hişâm, Sîre: 2/83-84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/221; Taberî, Tarih: 2/228
9. İbni Hişâm, Sîre: 2/84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/238; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/163; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/174-175
10. Taberî, Tarih: 2/239; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175
11. İbni Hişâm, Sîre: 2/97; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175
12. İbni Hişâm, Sîre: 2/85; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/239; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/164; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/176-177
13. İbni Hişâm, Sîre: 2/86-87; İbn Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/64
14. Sîre, 2/88; Tabakât, 1/223
15. Sîre, 2/90; Tabakât, 1/223

12 Peygamberimiz (s.a.v.)'in ilk süt annesi kimdir?

Hz. Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi.

Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.1

Süveybe Hâtun daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.

Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.

Evet, vefâ, Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun'u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden azad etti.2

Ebû Leheb Peygamberimiz (s.a.v.)'in öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lânetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır.

Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular:

"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"

Ebû Leheb,

"Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi. 3

Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu.

Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba' etmekten şeref duyan gerçek mü'minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün.

Dipnotlar:

1. Tabakât, 1/108; Ensâb, 1/42
2. Tabakât, 1/108.
3. age.

13 Peygamberimiz Hz. Muhammed kişisel bakımını nasıl yapardı?

Saçları

Yazılı vesikalara göre Hz. Peygamber (asm), ustura tıraşlı değil, uzun saçlıdır. Saç biçimi ise, uzunluk kısalık durumuna göre, üç şekil arzetmektedir. En kısa şekli kulak yumuşağına kadar olup, en uzun şekli de omuzlarına dokunacak derecede olandır ki, her durum için üç ayrı tabir kullanılmıştır. Kısadan uzuna doğru, kaynaklardaki ifadeler şöyledir:

Kulak yumuşaklarına kadar olan haline "vefre", kulak yumuşağını biraz geçene "limme", omuzlarına dokunacak kadar olan haline de "cümme" denmiştir. Rivayetler arasındaki değişiklik ise son derece normaldir. Her ravi, kendi gördüğü andaki halini anlatmış olacağına göre, rivayetler arasındaki farklılığı, bir çelişki olarak değerlendirmemek gerekecektir.

Hz. Peygamber (asm)'in saç tarama şekline gelince: İbn Abbas (ra)'ın rivayetinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde iki türlü saç tarama biçimi yaygındı. Ehl-i Kitab olanlar, kaküllerini önlerine düz tararlardı. O günün putperestleri ise perçemlerini ortadan ikiye ayırarak yanlara bırakırlardı.

Yeni bir model getirme yoluna gitmemişler; başlangıçta Ehl-i Kitab'ın uygulamasını benimseyerek, onlar gibi perçemlerini önüne düz taramışlar; Hicaz bölgesinde putperestliğin kökü kazınıp toplumda taraftarı kalmayınca, bu defa da, saçlarını önden ikiye ayırarak sağa-sola bırakır olmuşlardır.

Saç Bakımı

Peygamber Efendimiz (asm), saç bakımı hususunda, umumi bir tavsiyede bulunmuşlardır:

"Kim saç bırakmışsa / uzatmışsa, onun bakımına dikkat etsin."(Ebu Davud, Sünen, IV, 74, Hadis no: 4062) 

"Saçı olan, saçına ikram etsin." (Ebu Dâvud, Sünen, Teraccul, 3)

İslami kaynaklar, Hz. Peygamber'in daima yanlarında bulundurdukları bazı zatî eşyalarını da kaydetmişlerdir. Bunlar; tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalardır.

Peygamber Efendimiz (asm), üst-baş temizliğine son derece dikkat ettiği gibi, üstlerinin başlarının tertipli olmasına da o ölçüde itina gösterirlerdi.

Üst başın tertipli olmasını ve buna titizlik gösterilmesini isteyen Peygamber Efendimiz (asm), sadece süslenmekle vakit geçirmeyi ise hoş karşılamamışlar; şık ve sade olmakla, süslenmeyi bir meşgale haline getirmeyi birbirinden ayırmışlardır.

Bize ulaşan bilgilerden anlaşılacağı üzere, Rasûlullah Efendimiz'in (asm) mübarek saçları ve sakal-ı şerifleri, göze batacak kadar ağarmamıştı. Esasen, Kainatın Efendisi'nin vücut yapılarında, son nefeslerine kadar bir değişiklik husule gelmemiştir: İhtiyarlık belirtileri, diş dökülmesi, az görme, yavaş işitme, saç dökülmesi, sakal ağarması vb. arızi durumlar, O'nda görülmemiştir.

Mevcut metinlere göre, ak düşen yerler; sakal başları, yani gözle kulak arasındaki favori yerleri, alt dudakla çene arasındaki bölge ile saçlarının dağınık yerlerinde olup, sakal-ı şeriflerindekilerin sayısı, saçlarındakinden fazla idi. Bunlar da, karşıdan fark edilecek cinsten değildi. Ağarmaya yol açan sebepler ise, yine kendilerince şöyle izah edilmektedir:

"Benim saçımı sakalımı, Hûd ve benzeri surelerdeki âyet-i kerimeler ağarttı." (Tirmizi, Şemail 23)  

Peygamber Efendimiz (asm), saç boyası kullanmamışlar; ancak başlarını zaman zaman zeytinyağı ile yağlamışlardır. Yağı başlarına sürdükten sonra, sarıklarına bulaşmaması için, sarığın altına bir tülbend koyarlardı. Bu tülbend, yağın fazlasını emer ve sarıklarını yağlanmaktan korurdu.

İbn Sa'd'ın kaydettiği bir vesikadan anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (asm), başlarını, sidr ağacı yaprağının kaynatılmasıyla elde edilen bir karışımla yıkardı. Müminlerin annesi Ümmü Seleme (ra) başta olmak üzere, ashab-ı kiramdan pek çoğu, Hz. Peygamber'in mübarek saçlarını ve sakal-ı şeriflerinin kıllarını, teberrüken saklamışlardır. Bunların, bir kutsal miras ciddiyetiyle, nesilden nesile intikal ettiğini de biliyoruz.

Güzel Koku Sürünmeleri

Hz. Âişe (ra), Rasûlullah Efendimiz (asm)'in giyim kuşamı ve kılık kıyafeti ile birinci derecede ilgilenen güzide hanımlarındandı. Kendisi, hayatının her safhasında Rasûlullah Efendimiz'i, "bulabildiği en güzel kokular" sürerek giydirirdi.

Peygamber Efendimiz (asm), yanında "sükke" tabir edilen bir koku bulundurur ve gerektikçe ondan sürünürdü. Özellikle yolculuklarında birlikte götürülmesi mutad olan eşyaları arasında bir de "koku şişesi" yer almaktadır. Hz. Peygamber'in güzel koku ile ilgili davranışlarından biri de onun (asm) ikram edilen kokuyu reddetmemesi idi.

"Zira koku, külfetsiz bir ikramdır!" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/320; Ebû Davud ve Nesaî).

"Dünyada bana, kadın ve güzel koku sevdirildi; namaz da gözümün nuru kılındı." (Nesaî, VII/61,62; İbn Sa'd, I/398; el-Hakim, el-Müstedrek).

Peygamber Efendimiz (asm) sokağa çıktıkları zaman, kokularının o kendine has güzelliği ile çevredeki insanlar tarafından hemen farkedilirdi. Bu durumu, Enes b. Malik (ra) şöyle ifade etmektedir:

"Rasûlullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde onun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk, o yoldan Hz. Peygamber'in geçtiğini söylerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz'in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık." (İbn Sad, Tabakat, 398-399; Mecme'uz-Zevaid, VIII/282; el-Metalib'ül-Âliye, IV/25; Behcet'ül-Mehafil, II/254).

Gözlerine Sürme Çekmesi

Peygamber Efendimiz (asm), "hıfzısıhha" dediğimiz "koruyucu hekimliğe" son derece önem verirlerdi: Saçlarını yağlaması, dişlerini misvakla temizlemesi, gözüne sürme çekmesi, suyu dinlene dinlene içmesi, fazla kireçli ve kalitesiz suları içmeyip Medine dışındaki pınar ve kuyulardan içme suyu getirtmesi, yediği gıdaların vücut ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve daha pek çok tatbikatı, hep sıhhati korumak için almış olduğu tedbirlerdendi.

Hz. Peygamber (asm), sürmeyi, gece yatacağı zaman kullanırlardı. Yatmadan önce, üç defa sağ gözlerine, üç defa sol gözlerine çekerler; ondan sonra yataklarına girerlerdi. Gerek sürmeyi kullanma zamanı, gerek sürmenin faydalarına dair bilgilerden, sürmenin, süslenmek için değil, gözün sıhhatini korumak için kullanıldığı anlaşılıyor. 

İbn Abbas rivayet ediyor:

Peygamber Efendimiz (asm):

"Gözlerinizi ismid ile sürmeleyiniz. Zira ismid ile sürmelemek göze cila verir ve kirpik bitirir." (Tirmizi, Tıb 9)

buyurmuşlardır. İbn Abbas der ki:

"Hatta Rasûlullah Efendimiz'in bir sürmedanı olup, her gece yatmadan önce bu sürmedandan üç kere sağ gözlerine, üç kere de sol gözlerine sürme çekerlerdi."

(Prof. Dr. Ali YARDIM)

14 Hac ne zaman farz kılınmıştır? Bu konuda hangi ayetler indirilmiştir?

İslâm'ın beş şartından biri olan hac, Hicretin 9. senesinde farz kılındı.1

"Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed, Mekke'deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yol gösteren Kâbe'dir. Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini gösteren apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Ona giren her türlü tecâvüzden emin olur. Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi ise, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur."2

meâlindeki âyet-i kerimeler Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olunca, Hz. Resûlullah bir hutbe irad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:

"Ey insanlar, hac üzerinize farz kılındı. O hâlde haccediniz."3

Resûl-i Ekremin bu tebliği üzerine sahabîler, "Yâ Resûlallah, her yıl mı?" diye sordular.

Peygamber Efendimiz, cevap vermeyerek sustu. Aynı sualin sahabîler tarafından üçüncü kere tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz (s.a.v.),

"Hayır! Her yıl değil. Şayet 'Evet' demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek üzerinize farz olurdu. Ve siz buna güç yetiremezdiniz."4

Peygamber Efendimiz, ashab-ı kiramın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından dolayı da şu dersi verdi:

"Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler ancak çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helâk olmuşlardır. Binaenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği kadar yapınız. Bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz."5

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak."6

Hacc farz kılınınca Peygamber Efendimiz hac yapmak istedi. Fakat sonra,

"Beytullahta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf edecekler. Bu hâl ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem."7

buyurarak şimdilik bu isteğini tehir etti.

Gerçekten müşrikler, geceleyin Kâbe'yi kadın erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi. Üstelik bunu, Kâbe'ye hürmet sayarlardı.8

Dipnotlar:

1. Tecrid Tercemesi, 6:11-12.
2. Âl-i imran Sûresi, 96-97.
3. Müsned, 1:255; Müslim, 2:975.
4. Müsned, 2:113; Müslim, 2:975.
5. Müslim, 4:102.
6. Buharî, 1:11; Müslim, 1:45; Tirmizî, 5:5.
7. İbn-i Kesîr, Sîre, 2:332.
8. İnsanü'l-Uyûn, 3:233.

15 Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'de İlk Cuma namazını nerede kıldırmıştır, hutbesinde Allah'a hamd ve senâdan sonra Müslümanlara nasıl hitap etmiştir?

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medineye giderken yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi.

Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı. Bu, Peygamber Efendimizin Medine'de kıldığı ilk Cuma namazı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. İlk hutbesinde Allah'a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:

"Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki,

'Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?' "

"O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir."

"Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."1

Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.

"Allah'a hamdolsun. Allah'a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez."

"Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, şeriki yoktur."

"Kelâmın en güzeli Kelâmullah'tır. Kimin ki Allah kalbini Kur'an ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur'an'ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur."

"Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı can ve gönülden seviniz. Allah'ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah'a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız."

"Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te'yid etsin."

"Allah'ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Teâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah'ın selâmı üzerinize olsun."2

Akabe'deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermişlerdi.

Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba'da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine'ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.

Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.

Dipnotlar:

1. Sîre, 2/146.
2. A.g.e., s. 2/147.

16 Hanif ne demektir? Cahiliye döneminde Haniflik nasıldı?

Cahiliye denilen "İslam Öncesi Dönem"de insanların çoğu putperest müşrik olmalarına rağmen, İslamın da kabul edeceği itikadi, ameli birçok güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslam'ın zuhuru sırasında bu müsbet yaşantıyı sergileyen birçok insan vardı. "Peygamberimiz (a.s.m)'in annesi, babası ve özellikle kendisi ne ile amel ediyordu? Bir inanç ve ibadet hayatı var mıydı?" gibi konulara açıklık getirmesi bakımından, bu konunun açıklanması gerekli olacaktır.

"Hanîf" kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir.

Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla Sabiilerin kastedildiğini, Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)'ın savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptıklarını belirtmektedir. Ancak Arapça sözlüklerde, kelime menşei hakkında bir bilgiye rastlanmadığı hâlde, manâsının "hanefe" kökünden "meyletmek, yönelmek" manâsına geldiğini anlamaktayız. Hz. İbrahim (a.s.)'ın kavmine, putperestliğe iltifat etmeyip, Allah'ın dinine İslam'a döndüğü için Hanif denilmiştir. Ebu Amr da Hanîf kelimesini, hayırdan şerre veya şerden hayıra meyleden diye açıklasa da, sözlük manasında ve İslami literatürde mutlak bir manada bir meyletmek değil, "dalaletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek" anlamında kullanılmış, haktan batıla yönelmek ise "cnf" köküyle ifade edilmiştir. Şu hâlde Hanif kavramı, eğriliği bırakıp doğrusuna gideni ifade etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.)'ın milletine ad olmuştur ki, başka dinlerden ve batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah'a yönelen muvahhid için kullanılmıştır.

Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe'yi ziyaret eden kimseye hanîf denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim ( a.s.) dininden geriye kalanlardan bazılarıydı.

Kur'an-ı Kerim'de hanif kelimesi on yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte, aynı zamanda sekiz yerde de Hz. İbrahim ( a.s.)'ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de din manâsına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim (a.s.)'ın kendini hanif diye nitelemektedir.

Hanif kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hristiyan ve Yahudi olmadığı , bilakis Ehl-i kitabın hanifler olarak Allah'a kulluk etmekle emrolunduğu vurgulanmaktadır.

Hanifliği, Yahudilik ve Hristiyanlıkta aramanın gereği yoktur. Hepsi bir Allah'ın dinidir. Zamanla bazı bozulmalar olmuş, İslam bütün bozulma ve eğrilikleri düzelterek, güzelliklerin devam etmesine müsaade etmiş, yanlışlıkları ise tashih etmiştir. Yoksa Hanifliği Yahudi ve Hristiyanlığın devamı gibi görmek hatalı olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim,

"Ey Ehl-i kitap, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?.."

"İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan'dı, fakat o bir hanif ve müslümandı, müşriklerden de değildi."(Âl-i İmran, 3/65, 67)

buyurarak hem hanifliğin Yahudi ve Hristiyanlıktan önce olduğunu kesin bir dille ifade eder, hem de Hz. İbrahim (a.s.)'ın yerini belirler.

İslam ve din-i kayyım'lıkla eş anlamlı olan hanifliğin, Araplardan putlara tapmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O'na kulluk eden bir cemaate işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlar hunefa veya ahnef diye de bilinirler ve bizatihi kendileri Yahudi ve Hristiyan olmadıklarını, Hz. İbrahim (a.s.)'ın dinini takip ettiklerini ve Allah'a şirk koşmadıklarını ifade ederler.

Hanif kelimesinin, Kur'an'daki anlamıyla hadislerde de geçtiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber (a.s.m) "Allah katında hangi din daha makbuldür?" diye sorulduğunda "Kolaylaştırılmış Haniflik" diye cevap vermiştir. Buhari'de geçen başka bir rivayete göre , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, hakiki dini aramak amacıyla Şam'a gitmiş, rast geldiği bir Yahudi ve Hristiyan alimlerine dinlerini sorup, beklediği cevabı alamayınca kendilerine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da hanifliği tavsiye etmişler, hanifliğin ise İbrahim (a.s.)'ın dini olduğunu, O'nun Hristiyan ve Yahudi olmadığını, sadece Allah'a kulluk ettiğini belirtmişlerdir.

Peygamberimizin (a.s.m), "Allah, kullarımın hepsini Hanif olarak yarattım, buyurdu." ifadesi ile "Ben Yahudilik ve Hristiyanlık ile değil, kolaylaştırılmış Haniflikle gönderildim." sözü beraber düşünüldüğünde, hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğinde ortak olan ilkeleri içine aldığı ve İslamın da bu ilke ve esasları yaşatan bir din olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.) gibi Hz. Peygamber (a.s.m)'ın da aynı dini tebliğ ettiği sonucuna varılabilir.

Netice olarak, cahilî dönemdeki Haniflik hakkında farklı görüşler ileri sürülmüşse de , yukarıda ifade edilen rivayet ve izahlar ışığında, bunların Cahiliye toplumu içinde yaşayan muvahhid, Yahudilik ve Hristiyanlıktan değil de, Hz. İbrahim (a.s.) dininden geriye kalan bazı güzellikleri, kendi çapında yaşamaya çalışanlara verilmiş genel bir isim olduğu anlaşılmaktadır.

Haniflerin inanç esasları ile ilgili olarak, daha çok dini kaynaklarda bilgilere rastlamaktayız. Cahiliye Arapları nazarında, sünnet olan, Kabe'yi tavaf eden herkes haniftir. Ancak Taberi, bu iki özelliğin yeterli olmadığını, zira bazı müşriklerin de bunu yaptıklarını ifade eder. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Haniflik, müşrikliğin zıddı olarak gösterilmektedir. Öyleyse hanifliğin birinci şartının tevhid ehlinden olmak olduğunu belirtir. Bazı kaynaklar ise bu şartlara, putlardan uzak olmayı, cünüplükten dolayı yıkanmayı da eklemişlerdir .

Haniflerin putlar adına kesilen daha geniş ifadesiyle, Allah'tan başkası için kesilen kurbanların etlerinden yemedikleri, içki içmedikleri nakledilmekte , genel olarak Haniflik vasfının, haccetmek, hakka tabi olmak, Hz. İbrahim (a.s.)'ın getirdiği şeriata uymak ve sadece Allah'a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir.

Bu dönem Haniflerinin temel özelliklerinden biri Yahudi ve Hristiyanlığa iltilaf etmeyip, çevrelerindeki putlardan ve putperestlerden yüz çevirip, İbrahim (a.s.)'ın ilahı olan bir Allah'a ibadet etmeleridir. Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi bazıları İbrahim (a.s.)'ın dini olan gerçek dini aramaya çıkmış, bir kısmı halkı putlardan uzaklaştırmaya çalışmış, bazıları da teemmül ve tefekkür için inzivaya çekilmiştir. Tarihçilerin ifadesine göre, bunların bazıları okur yazar oldukları gibi, bazı dilleri bilirler ve seyahate çıktıkları için de oldukça kültürlü sayılırlardı.

O dönemde bizzat Hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları:

Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi's-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es'ad el-Himyeri, Veki' b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa'leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka'b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin Hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir .

Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi. Peygamber (a.s.m)'a onun durumu sorulmuş, O'da, "Onu üzerinde halis bir ince ipek elbise olduğu halde Cennet'in ortasında yürüdüğünü gördüm." buyurarak, güzel yaşantısının akibetini haber vermiştir.

Süveyd b. Amir el-Mustalaki'nin şiirlerinden muvahhid, olduğu ve İbrahim (a.s.)'ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es'ad el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.)'dan çok önce onun geleceğini haber vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki' b. Seleme "Sıddik" olarak bilinmekte, İslam'dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)'ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare Medine'de müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi Hz. Peygamber (a.s.m)'ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına yetişirse O'nunla beraber Medine'ye gideceğini bildirmiştir.

Bu dönem Haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur'u okuduklarını, bir çoğunun Hz. İbrahim'in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim (a.s.)ın dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

17 İlk vahyin gelişi nasıl gerçekleşmiştir?

Sene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.

Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1

Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim'in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.2

Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ'da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ'nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.

Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.

Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Peygamberimiz (s.a.v.) de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu:

"Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım..."

Kâinatın Efendisi (s.a.v.), artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.

Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı.

Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.

Nur Dağı derin ve mânâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için...

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.

Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile Peygamberler Peygamberi ile muhatap olacak, "Habibullah" ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan "Sultan-ı Levlâk" ile konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.

Beklenen an gelmişti.

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

"Oku!.."
Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
"Ben okuma bilmem!.." diye cevap verdi.
Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar,
"Oku!.." diye seslendi.
Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:
"Ben okuma bilmem!.."
Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:
"Oku!.."
Bu sefer Fahr-i Kâinat:
"Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım?.." dedi.

Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir."3

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resûlünün hem diline hem kalbine yerleşmişti. O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 1/252.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 260.
3. Alak Sûresi, 1-5.

18 Kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevrilmesi nerede ve nasıl olmuştur?

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ile Müslümanlar, Medine'de namazlarını Allah'ın emriyle peygamberler makamı olan Kudüs'e, yâni Beytü'l-Makdise doğru kılarlardı. Fakat, Peygamber Efendimiz öteden beri tevhid akîdesinin müstesna bir âbidesi olan, yeryüzünün ilk mâbedi ve ceddi Hz. İbrâhim'in kıblesi olan Kâbe'ye doğru yönelerek namaz kılmayı kalben arzu ve temenni ediyordu. Müslümanlar da hassaten Muhacirler kalblerinde aynı arzuyu taşıyorlardı. Çünkü, beş vakit namazlarında Kâbe'ye yönelmek vatanları Mekke'yi de yâdetmeye bir vesile olacaktı.

Yahudilerin de, "Muhammed ve Ashabı, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı." diyerek sinsice dedikoduda bulunmaları onları rahatsız ettiğinden, bu arzuları daha da kuvvetleniyordu. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimiz, tahvil-i kıble için vahyin gelmesini bekliyor, Cebrâil'i (a.s.) gözetliyor ve Kâbe'yi temenni ederek duâ ediyordu.

Nitekim, bir gün Cebrâil'e (a.s.) bu arzusunu izhar ederek,

"Rabbimin, yüzümü Yahudîlerin kıblesinden Kâbe'ye çevirmesini arzu ediyorum." diyerek izhar etti. Cebrâil (a.s.),

"Ben, bir kulum! Sen, Rabbine niyâzda bulun. Bunu Ondan iste!"1 dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Beytü'l-Makdis'e müteveccihen namaza duracakları zaman başını semâya doğru kaldırmaya başladı.

Nihayet Medine'ye hicretin 17. ayında, kıblenin Mescid-i Haram'a doğru çevrildiğini bildiren âyet-i kerime nâzil oldu.

"Yüzünün sık sık semâya çevrildiğini, muhakkak ki Biz görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin..."2

Bu vahiy geldiği sırada Resûlullah Efendimiz, Müslümanlara mescidde öğle namazı kıldırıyordu. Namazın ilk iki rekâtı kılınmış, sıra son iki rekâta gelmişti. Peygamber Efendimiz, ağır ağır yönünü değiştirdi ve mübârek yüzünü Kâbe'ye doğru çevirdi. Müslümanlar da Efendimizle birlikte o tarafa döndüler.3

İki Kıbleli Mescid

Diğer bir rivâyete göre, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Receb ayının bir Pazartesi günü Benî Seleme semtinde oturan Bişr bin Berâ'nın annesi Ümmü Bişr'i ziyârete gitmişlerdi. Kendisine yemek yapıldı. Yediler. Bu sırada öğle namazı vakti girdi. Peygamberimiz (s.a.v.), oradaki mescidde Müslümanlarla birlikte iki rekât kıldıktan sonra namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi emrolundu. Derhal cemâatla birlikte yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirdiler. Bu sebeple Benî Seleme Mescidine "Mescid-i Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)" adı verildi.4

Peygamberimiz (s.a.v.)'in emri üzerine, bütün Müslümanlara kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram tarafına çevrildiği duyuruldu.

Kıblenin Kâbe olarak tesbit edilmesi, bir kısım Müslümanların telâşına sebep oldu. Çünkü, kıble değiştirilmeden önce Beytü'l-Makdise doğru namaz kılarak vefât etmiş veya şehid edilmiş Müslümanlar vardı. Bunun için huzur-u risâlete gelerek, "Yâ Resûlallah! Daha önce ölen Müslüman kardeşlerimizin durumu ne olacak? Onlar Beytü'l-Makdise doğru namazlarını edâ etmişlerdi." diyerek endişelerini izhar ettiler.

Cenâb-ı Hak Müslümanların bu endişelerini de inzâl buyurduğu âyet-i kerime ile giderdi:

"... Senin yöneldiğin Kâbe'yi, Peygambere uyanlarla gerisin geri dönenleri ayırd etmek için kıble yaptık. Kıblenin bu şekilde değişmesi ise, Allah'ın hidâyet nasip ettiği kimselerden başkasına pek ağır gelir. Yoksa Allah, kıbleyi değiştirmekle îmânınızı zaafa uğratacak ve evvelki kıbleye yönelerek kıldığınız namazları zâyi edecek değildir. Şüphesiz ki Allah insanlara pek şefkatli, pek merhametlidir."5

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine'ye teşrif edip Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya başlayınca, Arap müşriklerinin gücüne gitmişti. Bilâhere kıble Kâbe'ye tahvil buyurulunca, bu sefer Yahudîlerin gücüne gitti ve tekrar dedikodu yapmaya, fitne fesad çıkarmaya koyuldular. Hatta âlimlerinden birkaçı Resûlullaha gelerek, "Yâ Muhammed! Üzerinde bulunduğun kıblenden seni döndüren nedir? İbrahim'in milleti ve dininde bulunduğunu söyleyen sen değil misin?" dediler. Sonra da şu sinsî teklifte bulundular: "Eğer şimdiye kadar üzerinde bulunduğun kıblene tekrar dönersen sana tabi olur, seni tasdik ederiz!" 

Şu âyetler bu hâdiseyi anlatmaktadır:

"İnsanlardan birtakım beyinsizler, 'Müslümanları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?' diyecekler. Sen onlara de ki: 'Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru bir yola iletir.' "

"Biz sizi böylece aşırılıktan uzak, adâlet, ve doğruluk üzerinde olan bir ümmet yaptık -tâ ki kıyâmet gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dâir insanlar üzerine bir şâhit olun, Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuza şâhid olsun..."

"Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili getirsen, yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Eğer sana gelmiş olan ilimden sonra sen onların heveslerine uyacak olursan, o zaman elbette zâlimlerden olursun."6

Kubâ Mescidi Kıblesi

Kıble, Mescid-i Haram tarafına çevrildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz Kubâ'ya gitti ve İslâm tarihinde inşa edilen ilk mescid olan Kubâ Mescidinin Beytü'l-Makdis tarafına olan kıblesini de Kâbe'ye doğru çevirtti.

Dipnotalar:

1. Tabakat, 1/241; Taberî, 2/265
2. Bakara Sûresi, 144
3. Tabakât, 1/241-242
4. A.g.e., 1/241-242; Belâzuri, 1/246
5. Bakara Sûresi, 143
6. Bakara Sûresi, 142-143, 145.

19 Peygamberimiz (s.a.v.)'in hayatında "Hüzün Yılı" olarak anılan yıl içerisinde meydana gelen üzücü hadiseler nelerdir? (Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin vefatları)

Ebû Talib'in Vefatı

Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke'de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.

Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.

Ebû Tâlib'in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:

"Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım."

Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu. Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben,

"Ey kardeşimin oğlu, bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır." dedi. 

Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Olur, ey amcam" dedi. "Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler."

Ebû Tâlib, hayret içinde

"Bir tek kelime mi?" dedi. Peygamber Efendimiz,

"Evet, bir kelime." buyurdu. Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?

Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimiz (s.a.v.)'e hitaben,

"O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım." dedi.

Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:

"Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah'tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!.."

Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar,

"Yâ Muhammed," dediler, "sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?"

Sonra da birbirleriyle konuştular:

"Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin." (1)

Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur'ân-ı Keriminde bize şöyle haber verir:

"Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey! Onların ileri gelenleri, 'Haydi yürüyün' diyerek oradan ayrıldılar. 'İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur."' (2)

Resûl-i Ekremin, Amcasını İslâma Dâveti

Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimiz (s.a.v.)'e,

"Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim." dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde,

"Ey Amca!" dedi. "Gel, bari sen 'Lâ ilâhe illallah' de de, onunla sana âhirette şefaat edebileyim."

Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.

"Yeğenim," dedi, "vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü; ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim."

Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı,

"Ey amca, 'La ilâhe illallah' de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim." diyordu.

Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib'in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de,

"Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib'in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?" dediler.

Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib'in dini üzere olduğunu söyledi. (3)

Buna rağmen Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve

"Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım." (4) diyordu.

Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu. (5) Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü'minlere hitap etti:

"Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur." (6)

Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefatıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:

"Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun."

Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib'in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve "Lâ ilâhe illallah" dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize,

"Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi." dedi.

Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında,

"Ben işitmedim." buyurdu. (7)

Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:

"Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın." (8)

Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü'minlere değişmez bir ölçü verdi:

"Akrabâ bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah'tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez." (9)

Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi.

Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.

Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiçbir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.

Hz. Hatice'nin Vefatı

Ebû Tâlib'in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi'setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken, fani dünyadan ebedî âleme göç etti.

Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ'ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.

Günün birinde Hz. Hatice'nin kızkardeşi Hâle'nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; "Allah'ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini." söylemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe'nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice'nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle,

"Yâ Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice'nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum." (10)

diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.

Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe'nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:

"Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiçbirini, Hz. Hatice'yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki; onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice'nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek,

'Sanki yeryüzünde Hatice'den başka kadın yok mu?' derdim. Resûlullah da,

'Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi' diye iyiliklerini sayar ve 'Ondan çocuklarım var' buyururdu." (11)

Resûlullah Efendimiz Hira'ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı. Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek,

"Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice'dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak." (12) dedi.

Hz. Ali de Rasulullah'dan şöyle işitmiştir:

"Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân'ın kızı Meryem'di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice'dir." (13)

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi'setin bu 10. yılını "senetü'l-hüzün (hüzün yılı)" olarak isimlendirdi.

Müşrikler Eziyet ve Hakaretlerini Arttırıyor

Ebû Tâlib'in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'e arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib'in hayatında cür'et edemedikleri birçok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiçbir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.

Şefkat menbaı Peygamberimiz (s.a.v.) dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek,

"Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır." dedi.

Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:

"Ebû Tâlib'in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür'et etmemişlerdi." (14)

Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.

Ebû Leheb'in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimiz (s.a.v.)'den uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb'in akrabalık bağından gelen sun'î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah'a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi; ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 2/57; İbni Sa'd, Tabakât, 1/211-212.
2. Sa'd Sûresi, 5-6.
3. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220.
4. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220.
5. İbni Hişâm, Sîre: 1/60.
6. Kasas Sûresi, 56.
7. İbni Hişâm, Sîre: 1/59.
8. Süheyli, Ravdü'l-Ünf: 1/260.
9. Tevbe Sûresi, 113.
10. Buhari: 2/315; Müslim: 7/138; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/58.
11. Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 74; Tirmizi, 62.
12. Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 71.
13. Müslim, 69; Tirmizi, 62.
14. Taberî, Tarih: 2/229.

20 Peygamberimiz (s.a.v.)'in neseb silsilesi (soy ağacı) nasıldır ve meşhur dedeleri kimlerdir?

Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:

"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr (Kureyş), Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."1

Annesinin nesebi de şöyledir: Vehb, Abdümenâf, Zühre, Kilâb, Mürre... Görüldüğü üzere her iki tarafın nesebi Kilâb`da birleşmektedir.

İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.

Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.

Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi

Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan`ın Hz. İbrâhim`in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler. Buna göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.

Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan`dan Hz. İbrâhim`e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil`e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların atlandığını ortaya koyar.

Adnan`dan Hz. İbrâhim`e Kadar Olan Nesep Çizgisi

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan`dan Hz. İbrâhim`e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:

Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya`rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)

Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem`e (a.s.) kadar götürür. Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in meşhur olan dedeleri hangileridir?

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.

Kusay

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem'den beri devam edip gelen nur-u Ahmedî'yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe'nin karşısında ve kapısı Kâbe'ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde "Mekke Şehir Devleti"nin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı tarihte "Dârü'n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay, Mekke'de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu hâline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr'a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum." dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf'ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.

Hâşim

Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, birçok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.2

Hâşim'in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed'den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali'nin annesi Fâtıma'nın dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.3

Şeybe (Abdülmuttalib)

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine'de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Hâşim'in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."

Seyre gelen büyükler Şeybe'nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.

Muttalib bu haber üzerine derhal Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular:

"Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden korkan Muttalib'in ağzından, "Kölemdir." sözü çıktı.

Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib'in kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü'l-Muttalib" (Muttalib'in kölesi) olarak kaldı.4

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/1-3; Tabakât, 1/55-56; Ensâbü`l-Eşraf, 1012 vd; Taberî, 2/172-180
2.Tabakat, 1/75-80.
3. a.g.e., 1/79-80.
4. a.g.e., 1/82-83.

21 Peygamberimizin içinde gizlediği şey neydi?

İlgili ayetin meali şöyledir:

"Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: 'Eşini yanında tut Allah’tan kork!' demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir." (Ahzab, 33/37)

Allah’ın ve Peygamberimizin ihsanlarına nail olan şahıs, Zeyd ibn Harise (r.a)’dır. Çocuk iken esir düşüp köle olarak satılan Zeyd’i Hz. Hatice (r.a) validemiz almış, daha sonra Hz. Peygamber (asm.) ile evlendiği zaman ona hediye etmişti. Bilahere ailesi fidye vererek geri almak istedi. Peygamberimiz, isterse fidyesiz olarak ailesine gitmesi hususunda onu serbest bıraktı. O ayrılmak istemeyince Hz. Muhammed (a.s.m.) onu evlatlığı olarak ilan etti.

Hz. Peygamber (asm), halası Ümeyme’nin kızı Zeyneb ile Zeyd’in evlenmesine vesile oldu. Fakat Zeyneb, köle asıllı olan Zeyd’i kendisine denk saymadığından, işin başından beri onunla uyum sağlayamadı. Sonunda Zeyd Hz. Peygambere gelip evliliğe son vermek istediğini söyledi. Durumu izleyen Hz. Peygamber (a.s.m) bu neticeyi yerinde bulmakla beraber, Zeyd’in yüzüne karşı söylemek de istemedi. “Eşini yanında tut!” diye asıl temennisini dile getirdi. Zeyd boşayıp iddetini doldurunca Zeyneb serbest kaldı. Peygamberimiz (asm) çekinmesine rağmen, Allah onunla evlenmesini emretti. Böylece, Cahiliye âdeti olan, bir kimsenin evlatlığının boşadığı kadınla evlenme yasağının kaldırılması işinde, Hz. Peygamber (asm), kendi nefsinden örnek vermek imtihanı ile karşı karşıya kaldı. Demek ki, böyle köklü bir âdet, Hz. Peygamberin bizzat kendi uygulaması ile kaldırılacaktı. İşte ayette geçen konu budur.

Hz. Peygamberin (asm), bir gün Zeyneb’in güzelliğinin farkına varması neticesinde Zeyd’in onu boşadığı zannını uyandıran ve nakil yönünden de sahih olmayan rivayetin, muhtevası da makul değildir. Zira halası kızı olarak öteden beri tanıyıp evlenmelerinde de tam bir aracılık yapan Hz. Peygamber’in onu yeni fark ettiği iddiasını doğru bulmak mümkün değildir.

Bazı kimseler Hz. Peygamber'in (asm) Zeyneb'le evlenmesi konusunda birçok akla hayale gelmez sözler söylemişlerdir. Bunlara göre güya; Peygamber aleyhisselâm bir gün, açık kapıdan Zeyneb'i görmüş, onun güzelliğine vurulmuş ve "Ey gönüller elinde olan, onları evirip çeviren Rabbim! Sen her noksandan uzaksın!" demiş, Zeyneb bu sözü duyup kocasına haber vermiş, kocası Zeyd bu sözden, onun Zeyneb'i beğendiği ve kendisiyle evlenmek istediği sonucunu çıkarmış, kendisine gelerek Zeyneb'i boşamak istediğini söylemiş, Hz. Peygamber (asm) bunu kabul etmemiş, fakat Zeyd onu dinlemeyip karısını boşadıktan sonra onunla evlenmiş.

İbn Kesîr ve İbnü'l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra, çok önemli tenkitler yapmışlar ve bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan uyarılarda bulunmuşlardır.(İbn Kesîr, VI, 420; İbnü'l-Arabî, III, 1542 vd.; Krş. Zemahşerî, III, 427)

Kur'an metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tespit edildiğinde, olayın gerçek öyküsü şöyledir:

Hz. Zeyneb Hz. Peygamber'le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb'i sık sık görüyor ve her yönüyle tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi.

Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli olmamakla beraber, Resûlullah'ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz. Peygamber'e (asm) verildiği halde onun ve Allah'ın müstesna lütuflarına mazhar olan Hz. Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü.

Sosyal değerler ve örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Hz. Zeyneb kocasını küçük görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd'in de kafasından onu boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu yapamıyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi'ne, Hz. Zeyneb'in boşanacağını ve kendisinin eşi olacağını bildirmişti.

Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak üzere Hz. Peygamber'e (asm) geldi, Zeyneb'den şikâyette bulundu, boşamak istediğini açıkladı. Hz. Peygamber, özel bilgisine göre değil, genel, objektif hukuk ve ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların, "evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme" konusunu kötüye kullanıp dedikodu yapmalarından da çekinerek Hz. Zeyd'e, eşini boşamamasını tavsiye etti. Buna rağmen Hz. Zeyd esini boşadı.

Dul kalan Hz. Zeyneb önemli bir inkılâbın yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona dünyada bu ödülü, Peygamber eşi olma şerefine nâil kılarak vermeyi murad etti. Muradını Peygamber'ine bildirdi, o da emri yerine getirdi.

Ayette geçen "saklama" ve "çekinme"nin mâkul açıklamaları vardır. İleride Hz. Zeyneb'in boşanacağı ve Hz. Peygamber'in eşi olacağı bilgisi, Allah'ın ona verdiği bir sırdı, nasıl olsa zamanı gelince açıklanacaktı. Bunun önceden açıklamasının birçok sakıncası da vardı. Bu sebeple "Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi gizliyordun." cümlesi bir kınama değil vakıanın ifadesidir.

"Kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun." cümlesi de iki mânaya gelebilir:

1. "Sen Allah'tan çok halktan çekiniyorsun.";

2. "Kendisinden çekinilecek olan Allah'tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur."

Birinci mana Hz. Peygamber (asm) için söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah'tan korktuğunu ve O'na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm'a inansın inanmasın hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk'ın emrine aykırı davrandığını söyleyemez.

Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten sûrenin başında, hem Hz. Peygamber (asm) hem de müminler, münafıkların yapacakları dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara hazırlanmışlardı, Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyarı hatta teselliden ibarettir.(Kur'an Yolu, Diyanet, İlgili ayetin tefsiri)

Cahiliyet zamanında bir kimse kendi üvey annesiyle bile evlendiği halde, azatlısı olan bir kölesinin vefatından veya boşamasından sonra eşiyle evlenemezdi. Bunu caiz görmüyorlardı. İşte bu cahlliyyet âdeti de bu ilâhi emir ile ortadan kaldırılmış bulundu, (ve Allah'ın emri yerine getirilmiş oldu) Zeynep Radıyallâhu Anha'nın nikahı hakkındaki ilâhî takdir yerine gelmiş oldu. Evvela: Zeyd ile evlendirilmesi, sonra da Resûlullah'ın eşlerinden olmak şerefine nail bulunması: bütün ilâhi takdirlerin birer tecellisinden başka değildir. Zeyd Bin Haris'e Radiallâhu Anh, Zeynep Radiallâhu Anh'a ile evlenmişti. Fakat Hz. Zeyneb'in yüksek bir aileye mensup ve kendisine karşı büyüklük gösterir bir vaziyette bulunduğunu takdir ederek onu daha sonra boşamıştı. Resûl-i Ekrem'in Zeynep Hazretlerine kalben bir meyil göstermiş olduğu iddia edilemez. Resûl-i Ekrem'in ahlakı, yüce yaratılışı buna mânidir. Öyle bir meyli bulunsa idi, onu daha evvel nikahı altına alabilirdi. Ancak o mübarek annemiz, vaktiyle Resûl-i Ekrem'in emrine itaat etmiş, sonra boşanarak üzüntülü kalmış ve Hz. Peygamber'in halası kızı bulunmuş olduğu için Yüce Peygamber Efendimiz onun hakkında bir iltifat ve bir teselli olmak üzere onu da mübarek eşleri arasında katmıştır. Hz. Aişe buyurmuştur ki: "Diyanetçe Zeyneb'ten hayırlı kadın yoktur. Takva sahibi ve doğru sözlü idi. Sılai rahme riayetkar ve sadakası çok idi."

Şöyle bir soru akla gelebilir:

Ayette geçen “kendi nefsinde saklı tutuyordun” ifadesi, Hz. Muhammed’in bildiği şeyi içinde sakladığı anlamına gelmiyor mu? Yani Zeynep’in kendisiyle nikahlandırılacağını bilerek yinede içinde saklıyordu ve Allah’ın kesin hükmü bu iken Hz. Muhammed yine de neden boşanmamaları için öğüt veriyor?

Bu konuyu kısa birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

a. Hz. Muhammed (a.s.m)’in içinde sakladığı neydi? Ayetin sibak ve siyakından öyle anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed (a.s.m); “Allah tarafından Zeynep’in kendisiyle nikahlandırılacağı” bilgisine sahipti ve bunu içinde saklıyordu.

b. Hz. Peygamberin (a.s.m)’in bu bilgiyi içinde saklaması, Allah’ın emrine aykırı mıydı? Elbette aykırı değildi. Çünkü Allah “kendisine mutlaka onunla evleneceksin” diye bir vahiy indirmemiştir. Bu bilgi, bir ilham, bir rüya sonucu da olabilir. Hatta bizzat Cebrail tarafından bu bilgi verilmiş olsa bile, Hz. Peygamber (a.s.m)’in bu bilgiyi bir müddet içinde saklamasının dinî, aklî, ahlakî hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü alınan bilgide Zeynep'le bir gün evleneceği söz konusu ise de bu evliliğin zamanı belirtilmemiş ve “derhal evleneceksin!” gibi bir emir de söz konusu olmamıştır. Çünkü böyle bir emrin olduğunu düşünmek, her şeyden önce Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Henüz başkasının nikahlı karısı olan bir kadınla Peygamberini evlendirmekle zorlaması  anlamına gelen böyle bir emir ve hükmün varlığını düşünmek, ne dine, ne de imana sığar bir tarafı vardır.

c. Allah’ın halis bir kulu olan “Zeyd’in hanımını boşamasına yardımcı / ön ayak ol!” diye peygamberine talimat verdiğini düşünmek de o kadar yanlıştır.

“Sahi onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa, imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar?” (Nur, 24/50)

mealindeki ayetten -Zeyd olayında olduğu gibi- herhangi bir insana karşı böyle bir tuzağın kurulduğunu düşünmenin imanla bağdaşmayacağını anlamak zor değildir.

d. Hz. Peygamber (a.s.m)’in -ileride Zeynep’le evleneceğini bildiği halde- Zeyd’e "Eşini yanında tut, Allah'tan kork." demesi, çok ahlakî bir davranıştır. Çünkü, Zeyd, hanımını boşama konusunda kendisiyle istişare etmek üzere gelmiştir. Böyle kritik bir konuda “Eşini hemen boşa!” mı demeliydi? Hiçbir suçu olamayan -sırf hanımının geçimsiz tavrından rahatsız olduğu için- boşamaya kalkan bir kimsenin istişare ettiği böyle bir konuda, işin düzelmesi lehine konuşmalar yapmaktan daha ahlakî bir tavır düşünülebilir mi? Böyle bir tavır sergilemek, istişarenin hakkını vermenin de bir gereğidir.

Nice istişarelerde sözümüzün tutulmayacağını bildiğimiz halde, yine de istişarenin hakkını verme adına olumlu sözler söylemişizdir. Hz. Peygamber (a.s.m)’in tutumu da bundan farklı değildir.

e. Burada önemli bir incelik daha vardır. O da şudur: Allah’ın bir şekilde bildirmesiyle elde edilen -kaderle ilgili gaybî- bir bilgiye sahip olmak, sebepler dairesindeki hikmetli bilgi yollarını terk etmeyi gerektirmez. Özellikle, detayı verilmeyen, zamanı belirlenmeyen, kaza-yı muallak gibi gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olma ihtimali bulunan çok özet haldeki mücmel bir bilgiye dayanarak hareket etme zorunluluğu yoktur. Hz. Musa’nın Hz. Hızır’ın yaptıklarına itiraz etmesi de bu açıdan değerlendirilmelidir.

f. İşte burada, Hz. Peygamber (a.s.m), ileride Hz. Zeynep’le evlendirileceğine dair özet bir bilgiye sahip olabilir. Bu izdivacın gerçekleşmesi için her şeyden önce onun eski kocasından boşanmış olmasının gerekli olduğunu da elbette biliyordu. Bu şartı tehir etmekle işin biraz daha ertelenmesine çalışması son derece normal bir davranıştır. Çünkü bir insan olarak o dönemin âdetlerine göre, evlat edindiği Zeyd’den boşanmış bir kadınla evlenmek istememesi son derece doğaldır. Hatta böyle bir olay, düşmanları elinde bir koz olabilir ve imanı zayıf bazı kimseler şüpheye bile düşebilirlerdi. Demek ki, Hz. Peygamber (a.s.m)’in korkusu, yalnız şahsına karşı yapılan itirazlardan değil, aynı zamanda tebliğ etmekle yükümlü bulunduğu İslam dinine ve bazı Müslümanlara da zarar verme ihtimalinden kaynaklanıyordu. Bundan ötürü, “bulaşıcı bir hastalığın bulunduğu bir yere girmemekle, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınmak” söz konusu olduğu gibi, O da (a.s.m), Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyordu. Yani Zeynep’le evlenme kaderinden kaçıyor, boşanma şartının kaderine sığınıyordu. Çünkü boşanma olmazsa evlilik de olmazdı.

g. “‘Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı.” mealindeki ifadeden hareketle, tefsircilerin önemli bir kısmı bunun Hz. Peygameber (a.s.m)’e bir itap / azarlama olduğu görüşündedir. Diğer bir kısmı ise, ayetin siyak ve sibakında böyle bir itap unsuru bulunmadığına vurgu yapmışladır ki, bunun daha doğru olduğunu düşünüyoruz.

İster bir itap olsun, ister olmasın, burada önemli olan nokta, Hz. Peygamber (a.s.m)’in bir süre açıklamaktan çekindiği bir meseleyi, Kur’an’la vahiy edildikten sonra, bir saniye bile tereddüt etmeden onu -istemediği halde- insanlarla paylaşmış olmasıdır. Bu durum, bize Onun önceki bilgisi ile vahiy olarak tespit edilen son bilgisi arasında -biz bilmezsek bile- çok büyük fark vardır. Bundan birinci konumdaki bilgiyi paylaşma zorunluluğu olmadığını da öğrenmiş oluyoruz. Ve bu husus, tek başına Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamberliğini onaylayan bir hakikattir. Nitekim, Hz. Aişe bu çarpıcı tabloya dikkat çekerek “Eğer Hz. Peygamber (a.s.m) Allah’ın kitabından bir şey gizleseydi, bu ayeti gizlerdi.” demiştir.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri, Tirmizî, Tefsir, 34;  İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 8/524)

22 Münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy bin Selûl'ün ölümü ve Peygamberimiz'in onun cenaze namazını kıldırması nasıl olmuştur?

Abdullah bin Übeyy bin Selûl, münâfıkların reisi idi. Hz. Resûlullahın (asm) aziz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de bir çok iftiralarda bulunmuştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda, bu adam tesanüdleri bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın inayeti ve Resûlullahın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı.

Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerimeler, hattâ "Münafıkûn" adında müstakil bir sûre nazil olmuştu.

Bu sebeple Hz. Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu planları karşısında hep tedbirli olurdu.

İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam, Hicretin 9. senesi Zilkâde ayında öldü.

Peygamberimizin Cenaze Namazını Kıldırması

Abdullah bin Übeyy, münâfıkların reisi iken, oğlu Abdullah son derece samimi ve müttaki bir Müslümandı. Bu, "Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran." Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmetinin bir tecellisi idi. Baba münafıkların reisi, oğul mücahid bir Müslüman.

Babası vefât ettikten sonra, oğlu Abdullah babasının vasiyeti üzerine Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, 

"Yâ Resûlallah! Gömleğini bana versen de babamı onunla kefenlesem." dedi. Sonra da "Yâ Resûlallah! Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsanız."2 diye ricada bulundu.

Gariptir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkuku ile meşgul olan bu adamın kefenlenmesi için Resûl-i Ekrem Efendimiz sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah`a verdi ve "Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım."3 buyurdu.

Hz. Ömer`in İkâzı

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken Hz. Ömer, arkasından ridasına yapıştı, 

"Yâ Resûlallah! Allah sizi münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?"4 dedi.

Peygamber Efendimiz gülümseyerek şöyle dedi:

"Ben, istiğfar etmek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım. Allah Taâlâ, 'Onlar adına ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen yine Allah onları bağışlayacak değildir...'" (Tevbe, 9/80) buyurmuştur."5 

Daha sonra Resûlallah (a.s.m.), Abdullah bin Übeyy`in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.6

Nâzil Olan Âyet

Aradan çok zaman geçmeden Peygamberimize münâfık ölüleri hakkında Cenâb-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:

"Onlardan ölen hiçbir kimsenin asla namazını kılma ve kabrinin başında durma. Onlar Allah'ı ve Resûlünü inkâr etmişler ve Allah'a itaatten çıkmış olarak ölüp gitmişlerdir."7

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm), hiçbir münâfığın cenaze namazını kılmadı. Kabrinin başında da durmadı.8 Peygamberimizin böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemâatını bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz birçok hikmetleri vardı.

En mühim hikmeti, onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etmelerini temin etmekti. Nitekim, Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:

"Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabdan kurtaramayacaktır. Fakat ben, bu sayede onun kavminden bin kişinin samimi Müslüman olmasını umuyorum."9  

Gerçekten de Abdullah bin Übeyy'in vefât ederken Peygamberimiz (asm)'den medet umduğunu gören bin kişi samimiyetle Müslüman olmuştur.10 Bunu gören Hz. Ömer de davranışından pişmanlık duymuş, "Allah ve Resûlü elbette daha iyi bilir."11 demiştir.

Dipnotlar:

1. İbn-i Kesîr, Sîre, 4:64.
2. Müsned, 2:18.
3. A.g.e., 2:18; Buharî, 2:76; Tirmizî, 5:280.
4. Müsned, 2:18; Müslim, 4:1865.
5. Sîre, 4:197; Müsned, 4:1865; Tirmizî, 5:279.
6. Sîre, 4:197; Müsned, 1:16; Tirmizî, 5:279.
7. Tevbe Sûresi, 84.
8. Sîre, 4:197; Müsned, 1:16.
9. Taberî, Tefsir, 10:206.
10. Umdetü`l-Kari, 8:54.
11. Sîre, 4:197.

23 Peygamberimiz (s.a.v.) kaç yaşında iken dedesi Abdulmuttalib vefat etmiş, dedesinin vefatından sonra kimin himayesine girmiştir?

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı.

Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)i teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek. Bunun için bütün oğullarını çağırttı.

Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz" deyiverdi içinden. 

Ya Abbas? Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.

Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.

Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed'i (a.s.m.) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi.

Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) de görüşünü almayı ihmal etmedi:

"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu. Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib'e dönerek şöyle dedi:

"Onu sana emânet ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."

Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:

"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."

Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib'i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.(Tabakât, 1/119; Ensab, 1/57)

Tarih: Miladî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.

Mekke çarşısı Abdülmuttalib'in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına defnettiler.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise, babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.

Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz (s.a.v.), gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı. Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda,

"Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum." cevabını verecekti.

Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

24 İlk gelen vahiy Peygamberimiz (s.a.v.)'in üzerinde nasıl bir etki yaptı? Varaka bin Nevfel, ilk vahyin gelişi sırasındaki olayları nasıl açıklamıştır?

İlâhi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü mağaradan çıktı ve Mekke'ye doğru hareket etti.

Yolda birçok garipliklerle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar: "Esselamü Aleyke Yâ Resûlallah!" diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.

Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti. Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ'ya sadece, "Beni örtünüz! Beni örtünüz!" diyebildi.(Buhari, 1/7)

Sadık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstünü örttü.

Hirâ'da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem şimdi de evinde düşünceleriyle başbaşa idi.

Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahat ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübrâ'yâ başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi:

"Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!"

Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu. Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basirete sahip Hz. Hatice, her hâlinden son derece emniyet duyduğu beyi Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyit etti:

"Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz."

"Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!"

Ey Amcamoğlu, sebât et; vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim." (Buhari, 1/7)

- İlk vahyin gelişi sırasındaki olayları Varaka bin Nevfel nasıl açıklamıştır?

El cevap: Bütün bu olup bitenler elbette mânasız değildi ve bir şeyler ifade ediyorlardı. Sorup soruşturup, öğrenmek ise, Hz. Hatice'ye düşüyordu.

Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimad edebilirdi? Hazret-i Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.

Varaka bin Nevfel, oldukça yaşlanmış saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat ve İncil'i okumuş, onlardan pekçok şeyler öğrenmişti.

Hazret-i Hatice vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle amcası oğluna gitti.

Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı:

"Kuddûs! Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah'ın Mûsa Peygambere gönderdiği Rûhu'l-Kudüs'tür, Nâmûs-u Ekber'dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah! Ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, sağ olsaydım."1

Bu ifadeler hem Allah Resûlünü, hem de Hazret-i Hatice'yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi onu niçin yurdundan çıkaracaktı? Bu suâline Varaka cevap verdi:

"Evet, seni buradan çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim."2

Varaka bin Nevfel gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kâbil olmayan, bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hazret-i Hatice ile birlikte, Varaka bin Nevfel'in yanından ayrıldı.

Dipnotlar:

1. İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404.
2. Buharî, 1/7; Müslim, 1/97-98.

25 Hz. Yusuf'un hayatını anlatır mısınız?

HZ. YÛSUF (as), Kur'an'da ismi geçen Beni İsrail peygamberlerinden biri.

Hz. Yûsuf (as) Kur'ân'da adı geçen peygamberlerden birisi olup, Yakub Peygamber'in oğludur. Nesebi Hz. İbrahim'e (as) kadar varır (Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, IX, 139).

Kur'ân-ı Kerîm'de kendi adını taşıyan bir sûre vardır. Tamamı 111 âyet olan bu sûrenin 98 âyeti (4-101) Hz. Yûsuf'tan bahseder. Bu âyetlerde anlatıldığına göre Hz. Yûsuf'un (as)  hayat hikâyesi özetle şöyledir:

Hz. Yûsuf'un (as) on bir tane erkek kardeşi vardı. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî idi. Babaları Hz. Yakub (as) en çok Yûsuf'u seviyordu. Bu sevgiyi ağabeyleri kıskanıyorlardı.

Yûsuf (a.s) bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yûsuf'un (as) büyük bir adam olacağına işaret olduğunu anladı ve Yûsuf'a rüyasını ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf'u öldürüp bir yere atmayı planladılar. Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek bahanesiyle Yûsuf'u alıp kırlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attılar, gömleğini da kana bulayarak, "Yûsuf'u kurt kaptı." diye babalarına yalan söylediler.

Kuyunun yanından geçmekten olan bir kafile Yûsuf'u buldu ve köle olarak satmak üzere alıp, Mısır'a götürdüler. Orada az bir fiyatla onu Azîz (maliye bakanı)'e sattılar.

Azz'in hanımı Yûsuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çağırdı. Yûsuf (a.s) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasına şikayet etti ve hapse attırdı.

Hz. Yûsuf (as) senelerce hapiste kaldı. Orada hükümdarın şerbetçisi ve aşçısı ile tanıştı. Onların gördükleri rüyaların yorumunu yaptı. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edeceğini, diğerinin ise öldüreceğini söyledi. Sonunda dediği çıktı. Hz. Yûsuf (as), kurtulana, kendisini efendisinin yanında anmasını istedi.

Hükümdar bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak istedi. Hz. Yûsuf'un (as) rüya yorumu yaptığını öğrendi ve onu hapisten çıkarıp, rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf (as), yedi sene bolluk olacağını, peşinden gelen yedi senenin ise kıtlıkla geçeceğini söyledi. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yûsuf'u (as) maliye bakanlığına getirdi. Yûsuf (as) bolluk yıllarında bütün ambarları zahire ile doldurttu; kıtlık yılları gelince bu zahireyi halka dağıtmaya başladı. Aynı kıtlık, Hz. Yûsuf'un (as) babasının memleketi olan Ken'an diyarında da yaşandı.

Yûsuf (a.s)'un kardeşleri de zahire almak için iki kez Ken'an ilinden Mısır'a geldi. Sonunda Yûsuf (a.s) kardeşlerine kendini tanıttı ve onları affettiğini belirterek,

"Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar, o merhametlilerin merhametlisidir." (Yûsuf, 12/92)

dedi. Yûsuf (a.s), babası, annesi ve kardeşlerinin tamamını Mısır'a davet etti.

Ailesi Mısır'a vardığında Yûsuf (a.s) anne ve babasını tahta oturttu; diğer on bir kardeşi ise Hz. Yûsuf'un (as) önünde eğildiler. O zaman Yûsuf (a.s);

"Babacığım, işte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Doğrusu Rabbim, dilediğine lütufkardır. O şüphesiz, bilendir, hâkimdir." (Yûsuf, 12/100)

dedi. Bu şekilde İsrailoğulları, Filistin'den Mısır'a gelip yerleşmiş oldu. Bir süre sonra Yakub (a.s) vefat etti. Yûsuf (a.s), Allah Teâlâ'ya şöyle münacatta bulundu:

"Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve âhirette koruyanım sensin! Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!" (Yûsuf, 12/101).

Yûsuf (a.s)'un hayat hikayesi Kur'ân-ı Kerîm'de "Ahsenü'l-Kasas, Kıssaların en güzeli" ünvanını aldı. Pek çok olayları içeren bu hayat hikâyesi için Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Ândolsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır." (Yûsuf, 12/7).

Yûsuf (a.s)'un defnedildiği yer, rivâyetlere göre, İbrahim (a.s)'in medfun bulunduğu Kudüs yakınlarında Halilü'r-Rahman kasabasındadır. (Mefail HIZLI, Şamil İskam Ansiklopedisi)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Yusuf (as), sadece kardeşlerine ders vermek için mi gönderilmiştir? Bir peygamberin dini yayması gerekmiyor mu? Yusuf Suresi'nden alacağımız dersler neler olabilir?

YÛSUF SÛRESİ...

26 Müminin / Müslümanın bir günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in bir günü nasıldı?

Peygamber Efendimiz (asm)'in Bir Günü

Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık, kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar.

Normal bir ömür yaşamış herhangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani 'bir gün'ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiçbiri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi,

- gökler ötesi âlemle sürekli irtibat hâlinde,
- manen sürekli yükselen,
- her biri ayrı bir heyecan verici ve hayatı yeniden inşa edici vahiyler alan,
- bütün insanlığın dertlerine derman olmakla görevlendirilmiş,
- her yönü hikmet dolu bir aile reisliği yapan,
- can dostlarının yanı sıra azılı düşmanları da olan,
- yüzü daha çok ahirete dönük,
- engin bir ibadet hayatı yaşayan,
- geçmiş ve gelecek insanlar arasında bütün güzelliklerde zirveyi tutan,

müstesna bir zat ise ve konu kısa sayılabilecek bir makale çerçevesinde ele alınacaksa, iş daha da zorlaşacaktır. Ancak Efendimiz'in hayatı hemen her günü ile tesbit edildiğinden ötürü bu zorluk kısmen hafiflemektedir. Okuyucu O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer günlerini de bildiğinden ötürü, kolay bir şekilde irtibat kurabilir ve bir bütünlük elde edebilir. Günü belli dilimlere ayırarak, aynı günde olmazsa bile, o zaman diliminde genellikle işlenen fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele alarak konuyu işlemeye gayret ettik.

Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan, onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.

SABAH

Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar. Zira bu saatler baharın başlangıcına, insanın rahm-ı madere düştüğü döneme, yer ve göklerin altı günlük yaratılış serencamesinin birinci gününe benzer, onları hatırlatır ve onlardaki şuunât-ı İlahiyeyi ihtar eder. İnsan da diğer varlıkların cibillî bir şekilde kurmuş olduğu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de güne sabah namazı ile başlardı. Bilindiği gibi Medine'de çok sade ve mütevazı olan hane-i saadetleri mescidin avlusunun bir tarafını oluşturuyordu.1 Âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezanla sabah namazının vakti girer,2 Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.

Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.3

Bu ilim ve irfan halkasının her gün kurulduğu şu olaydan anlaşılmaktadır:

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onları te'dip etme ve sonrakilere de bu konuda yapılması gerekeni ders verme adına, yaklaşık bir ay hanımlarıyla konuşmama kararı aldığı günün sabah namazını kılar kılmaz, mutad olan sohbeti yapmadan hemen "Meşrübe" adı verilen cumbaya çekilmişti. Başta Hz. Ömer (r.a.) olmak üzere bütün sahabe önemli bir şey olduğunu anlamışlardı. Gerçekten de bazı ayetlerin nazil olmasına sebebiyet veren "Îlâ Hadisesi" vuku bulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki bundan önce sabah sohbetleri hiç terk edilmemişti. On yılı aşkın bir süre, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren "Peygamber Sohbeti" kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir.

Bazı rivayetler Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kuşluk vaktine kadar mescitte oturmaya devam ettiği ve kuşluk namazını kıldıktan sonra ayrıldığına işaret etmektedir. Nitekim bunu tavsiye eden bir hadisi şerifte şu ifadeler bulunmaktadır:

"Kim sabah namazını kıldıktan sonra yerinde bekler ve iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar sadece hayırlı şeyler konuşursa, denizin köpüğü kadar hataları olsa bile af olur."4

Bu sohbetler sırasında bazen ashabın gördüğü rüyaların da tabir edildiğine işaret etmiştik. Efendimiz namazdan sonra "Müjdeleyici (rüya) gören var mı?" diye sorar ashap da gördükleri rüyaları anlatırlardı. Bu konuyu ve gördüğü rüyayı Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Hz. Peygamber'in sağlığında ashaptan birisi bir rüya görünce, onu Hz. Peygamber'e anlatırdı. Ben de bir rüya görmeyi ve Allah Resulüne anlatmayı çok arzu ederdim. O sırada gencecik bir delikanlıydım ve mescitte uyurdum. Bir gün, şöyle bir rüya gördüm:

İki melek beni yakalayarak cehenneme götürdüler. Cehennem, kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada, kendilerini yakından tanıdığım kimseler de vardı. O anda 'Cehennem'den Allah'a sığınırım!' demeye başladım. Bu sırada yanımıza başka bir melek gelerek bana, 'Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur.' dedi."

Bu rüyayı gören, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tı. O, her yönüyle babasıyla atbaşı giden bir insandı. Düşünün ki, babasından sonra onu, hem de o günün insanları, başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer bizzat mani olup "Bir evden bir kurban yeter!" demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı.

Abdullah (r.a.) şöyle devam ediyor:

"Bu rüyamı Hz. Peygamber'in hanımı olan ablam Hafsa'ya anlattım. O da Efendimiz'e anlatınca şöyle buyurmuş:

'Abdullah ne iyi insandır; keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi!'

 Zira cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tabloyla gösterilen azaba maruz kalmamanın tek yolu ise, gecenin ibadetle aydınlatılmasıdır. Abdullah'ın kölesi Salim, 'Bu olaydan sonra Abdullah, az bir kısmı hariç, geceleri uyumazdı.' der."5

Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "Öyle ise oruçluyum"6 der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.

O'nun yemeğinden söz eden hanımları ve arkadaşları şu sözleri kullanırlar:

- Medine'ye hicretinden vefatına kadar, Allah Resulünün ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadı.
- Bazen açlıktan karnına taş bağladığı olurdu.
- Hane-i saadette en çok yenilen-içilen iki şey vardı: Hurma ve su.
- "Ben Allah'ın kölesiyim ve köle gibi yemek yerim." der, dizleri üstüne oturarak yerdi.7
- Acıkmadan yemez ve doymadan kalkardı.

Bu ve benzeri ifadelerden şunu anlıyoruz:

Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat' edilmiyordu. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) öğleden önce bir süre dinlenirdi. Bilindiği gibi insanın biyolojik yapısı uykuya ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmıştır. Durup dinlenmeden faaliyet gösteren beden, bir süre sonra enerjisini yitirip yıpranmakta ve değişik hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Onun için kişinin geceleri uyuyup dinlenmesi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Ancak, gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması ve bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslamî, literatürde buna "kaylûle" denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu saatlerde bir süre dinlenmeyi tavsiye etmesinin yanı sıra, bir nevi âdet haline getirmiş olmasından ötürü, "kaylûle" sünnet olarak kabul edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem),

"Gündüz orucuna sahur yemeğiyle, gece ibadetine ise öğle uykusuyla (kaylûle) yardımcı olun!"8

derken, Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadiste ise annesi Ümmü Süleym'in, hemen her gün, evinde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir sergi serdiği ve Efendimiz'in orada kaylûle yaptığı aktarılmaktadır.9

Günlük hayatlarında öğle uykusuna mutlaka yer veren sahabe-i kiram ise, cuma günleri, cuma namazı kılındıktan sonra, diğer günlerde ise, öğleden önce, dinlendiklerini özellikle vurgulamaktadırlar.10 Diğer bir hadiste ise kaylûlenin, fıtrata uygun bir ahlak (alışkanlık) olduğu ifade edilmiştir.11

ÖĞLE

Öğle zamanı, bir yılla kıyaslandığında yaz mevsiminin ortasına, insan ömrüyle kıyaslandığında gençliğin kemaline, dünyanın ömrü ile kıyaslandığında dünyada insanın yaradılış devrine benzer ve onlardaki rahmet tecellilerinin nimetlerini hatırlatır.

Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fâni dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir andır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere, öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in arkasında kılınacaksa?

Evet, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.

Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı kefaretlerin miktarı belirlenirken, günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulanmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde, uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar bundan istisna edilir.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela, hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.

Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek ve kabul ettikleri İslâm Dini'nin esaslarını öğrenmek üzere, Peygamber Efendimiz'e heyetler gönderiyorlardı. Bunların sayısı 70'i aşmaktadır. İlk heyet, Hevâzin Kabilesi'nden Hicretin 8'inci yılında gelmişti. Son heyet ise, Yemen'deki Neha' Kabilesi'nden, Hicretin 10'nuncu yılı Şevval ayında gelen heyettir. Söz konusu heyetlerin çoğu, hicretin 9'uncu yılında geldiğinden bu yıla "senetü'l-vüfûd" (elçiler yılı) denilmiştir.

Peygamber Efendimiz, kendisine gelen bu heyetlerle bizzat ilgilenir, onlara ikramda bulunur, her kabilenin hâline ve âdetlerine göre onlarla konuşurdu. Ayrılırken de uygun hediyeler verir, Müslümanlığı öğretmek üzere onlara öğretmenler, mürşitler gönderirdi. O mürşitlere:

"Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin."12

diye tenbihte bulunurdu. Necran Hıristiyanları da gelen heyetlerden biriydi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mescidinde ibadet etme imkânı vermiş ve İslam'ı kabul etmeyen bu heyetle bir antlaşma yaparak geri göndermiştir.

İKİNDİ

İkindi vakti, yıl içinde güz mevsimine, insan ömründe ihtiyarlık vaktine, peygamberlik silsilesinde son Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in saadet asrına benzer. Günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selâmet ve hayırlı hizmet gibi İlahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır. Güneşin batmaya yüz tutması ile de insan, dünyada bir misafir olduğunu, her şeyin geçici olduğunu anlar. İşte bu zaman diliminde, ebediyet isteyen, ebed için yaratılan ve ayrılıktan acı duyan insan ruhu, ikindi namazını kılarak Allah'a münacât eder, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetine iltica eder, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd eder.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti (Bakara, 2/238) ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilâl'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vakti mü'mini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu. Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır:

"Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık.' derler."13

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) çok mütevazı bir hayat yaşıyordu. Evde pek hizmetçi bulundurulmadığından, ev halkından biri olarak, yapılacak işlerin hemen tamamına iştirak ediyor ve hanımlarına yardımcı oluyordu. Mesela: Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır; ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir, ortalığı süpürür, vs.14

Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi. Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.15

AKŞAM

Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergâhına durmayı, "Allahü Ekber" diyerek fani olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra "Evvâbin" adıyla bilinen 2-6 rekât namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.16

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez.

Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz âlimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabii sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risâlet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor,.. kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.

YATSI

Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Âdeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan, bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. Onu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergâh-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa,17 kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Günün her saatine dağılan duaları hakkında özel kitaplar yazılmıştır. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır:

"Allah Resulü her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir, onlara üfler, İhlâs, Felak ve Nas sûrelerini okur, sonra da başından başlayarak, vücudunda ulaşabildiği her yere elini sürer ve bunu üç defa tekrar ederdi."18

Elbette bu konuda başka tavsiye ve uygulamaları da bulunmaktadır. Mesela, Hz. Ali (ra) şunu rivayet etmektedir:

"Allah Resulü bana ve Fatıma'ya şu tavsiyede bulundu:

Yatağınıza girdiğinizde 33 defa 'Allahu Ekber', 33 defa 'sübhanellah', 33 defa (bir rivayette 34) 'elhamdulillah' deyin."

Hz. Ali o günden sonra bunu hiç terk etmediğini söyleyince, bir zat 'Sıffin günü de mi?' dedi, o 'Evet, o gün bile?' cevabını verdi."19

Yine önemli bir iş olmazsa gece pek dışarı çıkmazdı. Ancak bazı gecelerde dışarı çıktığına dair rivayetler de bulunmaktadır. Bir misal vermekle yetiniyoruz:

Bir gece Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e uğrayan Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir'in çok sessiz, Hz. Ömer'in ise sesli Kur'an okuduklarını görmüştü. Sabah onlarla karşılaştığında durumu aktararak Hz. Ebû Bekir'e sesini biraz yükseltmesini, Hz. Ömer'e de biraz alçaltmasını söylemişti.

Ebû Davud'un meşhur şerhlerinden olan "Bezlu'l-Mechud"da bu konu, tasavvufî bir edayla şöyle izah edilmektedir:

Hz. Ebû Bekir'e şühûd ve cemal hali galip olduğundan "duyurmak istediğim (Allah) duyuyor"; Hz. Ömer'e celâl ve heybet hali galip olduğundan, "uykusu derinleşmemiş olanları uyandırıyor ve gaflet getiren vesvesesiyle birlikte şeytanı kovuyorum." cevabını verdiler.

Hz. Ebû Bekir'in hali cem', Hz. Ömer'in hali ise fark idi. Ama en mükemmel hal, Hz. Peygamber'in hali olan cem'u'l-cem'dir. Hazık bir ruh ve kalp doktoru, yüce mertebelere ulaştırıcı şefkat ve merhamet timsali olan Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'e biraz sesini yükseltmesini emretti. Böylece, hem etrafta duyanlar yararlanmış olur, hem de ona galip olan ve masivayi yakıp yok eden tevhid halinden cem' ve şuhûd haline geçmiş olur, böylece vahdet eşyanın kesretini örtmemiş, yaratıklar da yaratana perde olmamış olur. Bu Efendimiz'in, ulaştırmakla görevli olduğu evliya-yı izamın mertebesidir.

Hz. Ömer'e de biraz sesini azaltmasını emretti. Böylece namaz kılıp Kur'an okuyan diğer kimselerin dikkati dağılmamış olacağı gibi, özürlerinden ötürü uyuyanlar da rahatsız edilmemiş olur. Ayrıca Hz. Peygamber bu ifadesiyle Hz. Ömer'e, biraz sessiz okuyarak, erbabı nazarında ibadetin tadı, itaatin özü olan münacatan mahrum kalmamasını da emretmiş ve mizacını ta'dil etmiş oluyordu.20

GECE

Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlatarak insan ruhunun Allah'ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla gece kılınacak teheccüd namazı, kabir gecesinde ve berzah karanlığında önümüzü ve evimizi aydınlatacak vazgeçilmez ışık kaynağımız olacaktır.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günün son dilimi olan gecelerini de engin bir ibadetle geçirmekteydi. Tafsilatını ilgili eserlere havale ederek Hz. Aişe validemizin birbirini tamamlayan şu müşahedelerini nakletmek istiyoruz:

"Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kendisine, 'Ey Allah'ın Resulü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır (Fetih, 48/2). Buna rağmen ibadet konusunda niye kendini bu kadar zorluyorsun?' denilince, 'Ben Allah'ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?' cevabını verirdi."21

Tabiinin büyüklerinden Atâ b. Rebah bir gün Hz. Aişe'ye, "Allah Resulü'nün sizi hayrette bırakan bir halini bize anlatır mısınız?" diye istekte bulununca, Hz. Aişe, "O'nun hangi hali hayrette bırakmıyordu ki?" dedi ve ekledi: "Bir gece odama geldi. Benimle yatağıma girdi. Sonra 'Müsade edersen Rabb'ime kulluk edeyim...' dedi. Kalktı, abdestini yeniledi ve namaza durdu. Kıyamda öyle ağladı ki, gözyaşları göğsüne damlıyordu. Rükû'a varınca orada da uzun uzun ağladı. Secdede bu hal devam etti. Ağlaması, sabah namazı için haber vermeye gelen Hz. Bilal'in seslenmesine kadar sürdü.

"'Ya Resûlallah!' dedim, 'Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği halde niçin bu kadar ağlıyorsun?' Şöyle dedi: 'Şükr eden bir kul olmayayım mı? Hem nasıl ağlamayayım ki, bu gece Allah bana şu ayetleri inzal buyurdu:

'Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler:

"Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabbimiz, sen birini ateşe attın mı, onu perişan etmişsindir. Zalimlerin yardımcısı yoktur. Rabbimiz, biz 'Rabbinize iman edin!' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, iyilerle beraber canımızı al! Rabbimiz bize, elçilerine vaat ettiğini ver, kıyamet günü bizi yüzüstü bırakıp rezil etme. Zira Sen verdiğin sözden caymazsın.'" (Âl-i İmran, 3/190-194)

Sonra, 'Bu ayetleri okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenin vay haline,' dedi."22

Allah Resulü, teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.

NETİCE

Kâinatın Efendisinin günlük hayatı çok değişik yönleriyle ele alınabilir. Ancak ne şekilde ele alınırsa alınsın, her yönüyle bütün insanlığa ışık olacak uygulama, tanzim ve sözlerle karşılaşılacaktır. Günlük hayatın âdeta kâbusa dönüştüğü bir dönemde, Efendimiz'in günlük hayatını tetkik eden ve kendisine dersler çıkaranlara ne mutlu.

“İki şey vardır, insanların çoğu onun değerini bilmezler: Sıhhat ve boş vakit.”(Buhari, Rikak 1; Tirmizi, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15)

Hayata atılan bir kimsenin başarılı olmasında onun “zaman” anlayışının büyük önemi vardır. Zaman konusunda araştırma yapan sosyologlar, ileri ve geri memleketler arasında zaman kavramının farklı telakki edildiği müşahede edilmiştir. Onlara göre ileri memleketlerde işlerin, önceden, zamana göre tanzimi ve her işin, ona tahsis edilen zaman dilimi içinde yapılması şarttır. Takvime göre hareket, hayatın disipline edilmesi, insan ömrünün azami şekilde verimli kılınması demektir.

Farz namazların mühim gayelerinden biri, Müslüman kimseye, günlük zamanı taksim ve programlama alışkanlığı kazandırmaktadır. Kıyamu'l leyl (gece kalkışı)'e Kur'an-ı Kerim önem vermektedir. Büyük İslam medeniyetlerinin parlama dönemlerini hazırlayanların hayatında gece kalkışı önemli yer tutar. Kıyamu'l leyl Peygamber Efendimiz'e (asm) farzdı, fakat ümmetine nafiledir. Bu sünnet Kur'an-ı Kerim'in emridir.

“Rabbin adını sabah-akşam an (zikret). Geceleyin O'na secde et. O'nu geceleri uzun uzun tesbih et.” (İnsan, 76/26).

“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetinden dileyen kimse, inkâr eden kimse gibi olur mu?” (Zümer, 39/9).

Fakat daha sonra -sekiz ayda on yıl arasında değişen bir müddet sonra geldiği belirtilir- Kur'an-ı Kerim'de gece kalkışıyla alakalı hafifletmeler ifade edilmiştir. Hastalar, cihada çıkanlar gibi mazeretliler muaf tutulmuştur. Gece kalkılacak müddet enaz gecenin dörtte biri, en fazla dörtte üçü olarak belirtilmiştir. Bu farklılık gecenin uzunluğundan dolayıdır.

Kıyamu'l leyl öncelikle ibadet yani namaz ve tilavet-i Kur'an içindir. İlimle de meşgul olunabilir. Kıyamu'l leyli Kur'an-ı Kerim'de gece kelimesinin gündüz kelimesinden çok zikredilmesi ve bu emrin Pegamber Efendimiz (asm)'e peygamberliğinin ilk yıllarında verilmesi önemli kılmaktadır.

ZAMANLA İLGİLİ TELAKKİ VE TEDBİRLER

Vicdani tedbirleri almaya "telakki" diyoruz. İnsanın yaşadığının şuuruna erebilmesi için, ömrünün her gününü aynı tarzda geçirmemelidir. Bazı aylar, bazı saatler diğerlerine nazaran farklı olmalıdır. Dinimizdeki mübarek aylar ve günlerle bu sağlanmaktadır. Bu farklı değerdeki aylar, günler sayesinde insanda hasıl olabilecek monotonluk kırılmaktadır. Ahirete inanan, her gününden, her saatinden hesap vermenin endişesini vicdanının derinliklerinde duyan bir kimse için, zaman değerlendirmede mühim bir telakki, ömrünü içinde bulunduğu gün bilmesidir. Birçok fenalıkların kaynağı tül-i emel denilen uzun yaşama vehmi kabul edilmiştir.

İslam dini günlük zamanı üç ana maksada uygun olarak programa bağlamamızı emreder;

1. İbadet,
2. Rızkın kazanılması,
3. Hayatımızı murakabe ve tefekkür.

Her şey imanda düğümlenmektedir. Bu sebeple dinimiz, kuru iman ve tatbikatı olmayan ilme itibar etmemiştir. Tatbikatı olmayan ilme “faydasız ilim” demiştir. 

Gençliğin daha sağlıklı, daha verimli kılınması için, zamanla ilgili bazı prensipler şunlardır:

1. Gençliğe zaman şuuru verilmelidir.

2. Yıllık, aylık, haftalık, günlük planlar yapma, bu planlara uyma.

3. Gecenin değerlendirilmesi ayrı bir mesele olarak ele alınmalı, uyku miktarı iyice öğretilmelidir.

4. Devlet, yaş safhalarına göre kazandırılması gereken telakki ve alışkanlıkları tesbit etmelidir.

5. Devlet ve ebeveyn gençlik devresi üzerinde dikkatle durmalı, problemleri tesbit edip ısrarla üzerine gitmelidir.

Not: Geniş bilgi için Prof. Dr. İbrahim Canan Hocamızın "İslam'da Zaman Tanzimi" kitabına bakılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bir Müslüman'ın yirmi dört saati nasıl olmalıdır?

Dipnotlar:

1. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kerpiçten yapılmış, üzeri hurma dallarıyla örtülmüş basit, sade bir evde oturuyordu. Tabiînin büyüklerinden Hasan Basrî (110/728) demiştir ki; "Resûlullah'ın evi Emevî hükümdarlarından Abdülmelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle yıkılarak mescide ilhak edildi. Bu durumu gören insanlar ağlamaya başladılar." O gün yine tabiînin büyük âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb (94/713) şöyle dedi: "Vallahi arzu ederdim ki Resûlullah'ın evini olduğu hal üzere bıraksalar da Medine ahalisi neşveyâb olsalar ve Medine dışında olanlar da gelip Resûlullah'ın hayatında ne ile iktifa buyurduğunu görseler de zühd dersi alsalardı." Bak. Elmalılı, VI, 4453.
2. Buhârî, Ezân, 11, 13, Şehâdât, 11, Savm, 17; Müslim, Sıyâm, 36?39; Nesâî, Ezan, 9, 10.
3. Müslim, Mesacid, 286; Ebu Davud, Salât, 301.
4. Tirmizi, Vitr, 15.
5. Buharî, Teheccüd, 2, Fedailu's- Sahabe, 19; İbn Mace, Rü'ya, 10.
6. Müslim, Sıyam, 169.
7. Konuyla ilgili şöyle bir olay anlatılır: "Medine'de ağzı bozuk, şuna buna çatarak ağır ve kaba lâflar söyleyen bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Peygamber Efendimiz'in yanından geçerken Allah Resulü (s.a.s.) bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et yiyordu. Kadın: "Şu adama bakın. Bir köle gibi yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor" dedi. Peygamber Efendimiz: "Benden daha iyi bir köle var mı?" dedi. Kadın: "Kendisi yiyor da bana vermiyor" dedi. Peygamber Efendimiz: "Gel, sen de ye" buyurdu. Kadın: "Kendi elinle bana vermezsen yemem" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendi eliyle kadına verdiyse de kadın bu sefer: "Ağzındaki lokmayı çıkarıp bana vermezsen yemem" diyerek diretti. Peygamber Efendimiz de ağzındaki lokmayı çıkarıp kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına attı. Kadın o günden sonra çok hayâlı oldu, hiç kimseye kötü söz söylemedi, Medine'nin en iffetli ve hayâlı kadınlarından birisi oldu." Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 8 / 200, 231.
8. İbn Mace, Sıyam, 22.
9. Buharî, İsti'zan, 41.
10. Buharî, İsti'zan, 16; Müslim, Cuma, 30.
11. Maverdî, Edebu'd- Dünya Ve'd- Din, 343.
12. Buharî, İlim, 12.
13. Buhari, Mevakitü's-Salât, 555.
14. Buharî, İsitzan, 15; Müslim, Selam, 15; Müsned, VI, 256; Kadı İyaz, Şifa, I, 131.
15. Müslim, Rada, 46; Aynî, Umdetü'l-Kâri, 20/244. Bu ikramlardan birinin meşhur ila hadisesine sebep olduğu da bilinmektedir.
16. İbn Kesîr, Tefsîr; V, 64, 65; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, s. 74.
17. O, önemli olaylardan biri şu şekilde aktarılmaktadır: Evs b. Huzeyfe'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber, Medine'ye gelen bir heyete her gece yatsıdan sonra sohbet ederdi. Fakat bir gece gecikti. Nedeni sorulunca, "Bugün Kur'ân'dan okuma itiyadında olduğum hizbimi okumamıştım. Onu bitirmeden gelmek istemedim" buyurmuştu. Ebû Davut, Ramazan, 9; İbn Mace, İkame, 178; İbn Kesir, el-Bidaye, V, 32.
18. Buharî, Fedailu'l-Kur'ân, 14, Tirmizî, Dua, 21.
19. Müslim, Zikir, 80.
20. Seharenfurî, Bezlu'l-Mechûd, VII, 89.
21. Buharî, Teheccüd, 6; Müslim, Münafikîn, 78?79; Tirmizî, Salât, 187.
22. İbn Hibban'ın Sahih'inden naklen, Leknevî, İkametu'l- Hücce, 112.

27 Hz. Muhammed peygamber olmadan önce nasıl ibadet ederdi?

Peygamberimiz (asm)'e İslamiyet gelmeden önce, Hz. İbrahim (as)’in Hanif dinine göre bir hayat sürüyordu. Ancak bu ibadetin nasıl ve ne şekilde olduğuna dair fazla bir bilgiye sahip değiliz.(1)

Bununla beraber, hayatı boyunca  hiçbir zaman putlara tapmaması, daima bir olan Allah’a inanıp ona yalvarması, belli günlerde Hira dağına çıkıp tefekkür ve zikir ibadetinde bulunması, bu yansımanın birer örneğidir.(2)

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden Hanif dininden geriye kalanlar vardı. Peygamber Efendimiz (asm) bunlarla amel ediyordu. Ancak bunu yapmaya mecbur ve mükellef değildi. Kendi ihtiyarıyla farz olmaksızın ibadet ederdi.(3)

Özetle söylemek gerekirse: Peygamberimiz (asm) İslamiyet'ten evvel, yine hak dinin vecibelerini yaşıyan muvahhid ve abid bir insandı. Hz. İbrahim (a.s.)’in dininin devamcısı idi. Fakat mecburiyet altında değil, iradesi ile ibadet ederlerdi. Bunda bütün tarih ve siyer kaynakları müttefiktir. Devamlı olarak Hira mağarasına çekilir, ibadet eder, dua ederlerdi. Hatta ilk vahiyde böyle bir ibadet zamanında gelmiştir.

Nitekim İslamiyet’ten önce Arabistan’da Hanifler olarak bilinen ve İbrahim aleyhisselamın dininden geriye kalanlarla amel eden bir çok insan vardı.

Peygamberler (aleyhimüsselâm), gerek vahiy sonrası gerekse öncesinde küfür (inkâr) ve şirk günahından masumdurlar. Bu konuda bütün Müslümanların ittifakı / icmaı vardır.(4)

Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) çocukluk, gençlik ve olgunluk zamanları peygamberlik dönemlerinin âdeta basamakları ve merdivenleri mahiyetindedir. Zira halkı Hakka davet eden insanların bi’set sonrasında olduğu gibi, öncesinde de hâlleri tertemiz olmalıdır ki, muhataplarına emniyet ve itimat verebilsin. 

Risaletin gerektirdiği sıfatlar açısından konuya dikkat çeken Nureddin Sabunî şöyle der: Peygamberi risalete layık kılan sıfatlardan biri, asrında yaşayan insanların en akıllısı olması, diğeri, en güzel ahlaka sahip olmasıdır.(5) Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de اَلْمُصْطَفَيْنَ اْلأَخْيَارِ (Sa’d, 38/47) tabiriyle onların bu donanımları dikkatlerimize arz edilir. Bu, “hayırlılar içinden seçilmiş” demektir. Yani peygamberler (aleyhimüsselâm), daha işin başında, insanların en hayırlılarıdırlar. Fakat en hayırlıların hepsi peygamber değildir; peygamberler, onlar arasında da en mümtaz olanlardan seçilir.

Kimi kelâm âlimleri Kur’ân’da peygamberlerle alâkalı olarak yer alan bazı ifadeler için makul bir mahmilin (yüklenen manaların) bulunamaması durumunda, "bunun bi’setten önce vuku bulmuş olduğuna" hamledilmesi gereği üzerinde dururlar. Erken dönem Maturîdî kelâmcılarından Fahru’l-İslâm Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî (v.493) bu görüşün doğru olmadığına dikkat çeker ve "Peygamber, peygamber olarak yaratılır."(6) der. Fıkh-ı Ekber şarihleri de korunma işinin peygamberler için peygamberlikten önce de sonra da sabit olduğunu ifade ederler.(7)

Biz ikinci görüşün daha ihtiyatlı bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Zira onlar bu dönemde peygamber olmasalar bile birer peygamber adayıdırlar; bu itibarla da yine özel bir inayet altındadırlar. Mantıken de bunun böyle olması gerekir. Çünkü sonradan ümmetlerinin önüne model / rehber şahsiyet olarak çıkarılacak olan bu zevatın geçmişlerinde de bir açık ve falso bulunmamalıdır ki, insanlar, güvenleri zedelenmeden tereddütsüz, itirazsız onlara ittiba edebilsinler.

Mesela, putperest bir babanın ocağında yetişmesine rağmen küçük yaşlarından itibaren Hz. İbrahim (a.s.) gerek babasına gerekse içinde bulunduğu inkârcı topluluğa / kavme karşı tevhid inancı adına sergilemiş olduğu olağanüstü mücadele, peygamberlerin ortamları ne olursa olsun, onların Allah tarafından hususi bir inayet altında tutulup korunduklarını göstermektedir. Ve yine Allah (c.c), Hz. Musa (as)’ı Firavun’un sarayına yerleştirmişti. Ama onun terbiyesini ne annesine ne de Firavun’a bırakmıştı; zihnini ve kalbini yabancı düşünceler etkilemesin diye,

(Ey Musa, sevilmen) ve benim gözetimimde yetişmen için sana kendimden bir sevgi bıraktım.” (Tâhâ, 20/39)

âyetinin şehadetiyle, terbiyesini bizzat Allah kendi nezaretine / gözetimine almıştır. Allah (c.c) bununla bize, Firavun ocağı gibi son derece menfi bir yerde bile -ileride peygamber olarak görevlendireceği bir kulunu- küfür ve günahların tesirinden uzak tutup koruduğunu göstermiştir.

Şimdi bunu yapan Allah (c.c), elbette diğer enbiyayı da hususiyle ‘Hâtemunnebiyyîn’ olan Peygamberimiz (asm)’i nübüvveti öncesinde muhtemel günah risklerine karşı hususi bir koruma altına alacaktır.

Yüce Allah, âlemlere rahmet olarak gönderdiği has ve güzide kulu Hz. Muhammed’i (asm) peygamberliği öncesinde de korumuş ve üzerine cahiliye karanlığının düşmesine asla fırsat vermemiştir. Şimdi bu hususu birkaç açıdan değerlendirmeye tâbi tutalım.

Tarihin Şahadeti

Peygamberliği öncesi hayatında da onun (asm) şirki / inkârı çağrıştıran bir sapmaya (dalâlete) düştüğüne tarih şahit olmamıştır. Kaynaklarımızda bunun aksini gösterecek bir delil mevcut değildir. Tam aksine Buhârî ve Müslim’in Sahihleri başta olmak üzere muteber kaynaklarımız Hz. Peygamber’in (asm) vahye mazhar olmadan önce de Nur dağında yer alan Hira mağarasında belli aralıklarla Hakk’la halvet için inzivaya çekildiğini (tehannüs) bildirirler.(8) Bu bağlamda İbn Hişâm’ın “tehannüs” kelimesine dair yaptığı izah oldukça önemlidir. Zira bu izah Hz. Peygamber (asm)’in Hz. İbrahim (as)’in dini üzere ibadet ettiğini söyleyen görüşü öne çıkarmaktadır. İbn Hişâm, Arap dilinde yaygın bir geleneğe göre  ث harfi yerine ف  harfinin kullanıldığını, yukarıdaki ibarenin de bu türden bir kullanım içerdiğini yani “tehannüs” kelimesiyle “tehannüf”ün kastedildiğini belirtmektedir.(9) Tehannüf ise Hanifliğe yani Hz. İbrahim (as)’in dinine uymak demektir.(10)

Esasında meşhur Hanîflerden Zeyd b. Amr ve Ebu Zerr el-Gifârî’nin cahiliye döneminde de sadece Allah’a secde ettikleri bilinmektedir.(11) Nitekim Müslim’in Sahih’inde yer alan bir rivayette Hz. Ebu Zerr’in bisetten önce de namaz kıldığı açıkça ifade olunur. (Muslim, Fedâilu’s-Sahâbe 132) Şimdi Hanîflerin yolu bu ise, Hanîf denince akla ilk gelmesi gereken bir Zat’ın (asm) diğer Hanîflerden farklı bir yol tutması düşünülebilir mi?

Allah Rasulü (asm) bi’setten önce de zihin ve kalp dünyası pırıl pırıl ve tertemiz bir Hanîf idi. Nitekim Aliyyu’l-Kârî, Fahruddin Razî’nin de iştirak ettiği bu hususu bize şu cümlelerle aktarır: Gerçek şu ki, Hz. Muhammed (asm), Hz. İbrahim (a.s) ve diğer peygamberlerin şeriatından, gizli vahiy ve sadık keşifler yoluyla kendisine zâhir olan (görünen) hak üzere amel ederdi.(12)

Bediüzzaman Said Nursî de daha önce de ifade ettiğimiz gibi, "Hz. Peygamber (asm) nübüvvetten evvel nasıl ibadet ederdi?" şeklinde yöneltilen bir soruya "Hz. İbrahim’in (a.s) Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakiye-i dini (Hz. İbrahim’in dininden kalan esaslar) ile" cevabını vermiş ve ardından şu kaydı düşmüştür:

"Fakat farziyet ve mecburiyet suretiyle değil, belki (doğrusu) ihtiyarıyla ve mendubiyet suretiyle ibadet ederdi."(13)

Zihnen korunduğu gibi Allah Resulü kalbinin günahlarla yaralanması gibi durumlardan da -yine hususi bir inayetle- muhafaza edilmişti. O (asm) kendi ifadeleriyle hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Allah, ona bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuya kalmıştır.(14) Allah Rasulü (asm) gitseydi, gözlerinin harama bakması muhtemeldi. Demek ki Allah (c.c.), onu (asm) muhtemel günah sınırına yanaştırmıyor ve koruyordu. Hâlbuki bu hadiselerin olduğu sırada o (asm), henüz peygamber olarak görevlendirilmemişti.

Bu çerçevede üzerinde durulması gereken diğer bir hâdise de şöyle cereyan etmiştir. Hz. Peygamber (asm), daha çocuktu. Kâbe’nin tamiri işine yardım etmeye çalışmaktaydı. Amcalarına taş ve kerpiç taşıyor ve sırtında taşıdığı taş ve kerpiçler çıplak olan tenini / omzunu acıtıyordu. Bu duruma şahit olan amcası Hz. Abbas (r.a), -taşın omzuna direkt temas etmemesi için- izârını / eteğini kaldırıp omzuna koymasını ona (asm) tavsiye etmişti. O da öyle yapmıştı. (O devirde bu, herkesin gayet normal saydığı bir hareketti.) Hadisenin devamı İmam Müslim’in Sahîh’inde Cabir b. Abdullah’tan mervi iki rivayetle şöyle anlatılır:

Bunlardan birincisi, “… Fakat derhal yere düştü ve gözleri semaya dikildi, sonra kalkarak ‘Elbisemi ver elbisemi!’ dedi; amcası da esvabını (izârını) üzerine bağladı.” şeklinde.

Diğeri “… Bunun üzerine Resûlullah izârını çözerek omzunun üstüne koydu. Fakat (böyle yapmasının ardından) hemen bayılarak düştü, artık o günden sonra bir daha bu hâlde görülmedi.”(15) şeklindedir.

Bu hâdiseler bize açıkça şunu anlatmaktadır: Küçücük bir çocuk da olsa o (asm), Allah’ın hususî terbiyesi altında yetişiyordu ve Allah (c.c), onu (asm) çocukken dahi günahtan koruyordu.(16)

Selim Aklın Delaleti

Malumdur ki, ele-ayağa bulaşan maddi kirler olduğu gibi manevi kirler de vardır. Bu cümleden olmak üzere, dalalet ve bunlardan neşet eden münkerat da zihni ve kalbi saran mânevî kirlerdir. Meseleyi buradan bir noktaya intikal ettirmek istiyoruz: Âyette geçen  ضَالًّا kelimesi en kötü anlamıyla (yani şirk manasıyla) ele alınması durumunda bu bizi, peygamberliği öncesinde "Allah Rasulü’nün -haşa- kalben / zihnen kirlenmiş birisi olduğu" sonucuna götürür. Bu ise kabul edilemez bir garabeti oluşturur. Zira insanlığı maruz kaldığı kirlerden temizlemek için (Âl-i İmrân, 3/164; Cum’a, 62/2), o güne kadar kirli yaşamış birisinin görevlendirilebileceğini düşünmek ilâhî hikmetle telif edilemez.

Kâinatın rengini değiştirecek bir nurla / ışıkla gönderilen insanın, o güne kadar dalâlet karanlığında bırakılacağını düşünmek, başkasının değil, bu ancak aklen malullerin iddiası olabilir. İlm-i kelâm ve fıkhın imamı Ebû Hanife o güne kadar şirk karanlığında kalmak bir yana Allah Rasulü’nün ‘hayatında göz açıp yumma miktarı bir süreyle de (tarfete ayn) olsa şirk içinde bulunmadığını’ açıkça ifade eder.(17)

Celaleddin es-Suyutî "ed-Durru’l-Mensur" adlı eserinde Hz. Ali’den (r.a) naklen şöyle bir rivayete yer verir: Hz. Peygamber (asm)’e "Hiç hayatında bir puta ibadet ettin mi?" denilince "Hayır" dedi. Sonra "Hayatında hiç şarap içtin mi?" diye soruldu, ona da "Hayır" dedi ve şöyle buyurdu:

“Ben iman ve kitabın (tafsilatının) ne olduğunu bilmiyor olduğum zamanda bile daima ‘onların üzerinde olduğu yolun küfür olduğunu’ bildim.” (Suyutî, ed-Durru’l-Mensur, Daru’l-Fikr, Beyrut 1993, VII, 364)

Bu çerçevede Nureddin es-Sabunî’nin şu ifadesini de aktarmakta yarar görüyoruz: Hz. Peygamber (asm)’in herhangi bir zaman diliminde bir lahza dahi olsun Haktan, hidayetten sapmış olması caiz olmaz, Zira böyle olsaydı, risaleti yüklenmeye layık olmazdı.(18)

Nasıl ki geleceğin erkân-ı harpleri, daha harp okullarında iken sicilleri itina ile tutulur ve sağa-sola kayıp kaymadığı hassasiyetle takip edilir; evet kırk sene sonra belli bir noktaya getirilecek bir insan -bütün bu kırk sene boyunca, kırmızıya mı boyandı, maviye mi boyandı, turuncuya mı boyandı, pembeye mi boyandı- bütün hâl ve davranışlarında gözetime tâbi tutulur, öyle de Cenâb-ı Hak, beşerî irşad kurmaylarını, ta çocukluklarından itibaren böyle takip eder ve korur.(19)

İlave bilgiler için tıklayınız:

Hz. Muhammed puta taptı mı? ...

Hanif ne demektir? Cahiliye döneminde Haniflik nasıldı?..

HANİF, HANİFLER

Dipnotlar:

1. bk. Ahmed Zeynî Dahlan, es-SIretü’n-nebeviyye, I, 81.
2. bk. a.g.e.
3. bk. Nursi, Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.
4. Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 248; Sabunî, el-Bidaye, s. 53; Razî, Kitabu’l-Erbaîn fî Usuliddîn,Daru’l-Ceyl, Beyrut 2004, s. 323; Taftazanî, Şerhu’l-Akâid (Kestelli Şerhi içinde) Salah Bilici Kit., İstanbul tsz., s. 170. Devvanî, Celal, 82; Abdulcebbar, Kadî, el-Muğnî, XV, 303; el-Hayyat, el-İntisar, s. 71-72; Hıllî, İbn Mutahhar, Envâru’l-Melekût, Tahran 1338, s. 195.
5. Sabunî, el-Bidaye, s. 114.
6. Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akâidi, s. 245.
7. bk. Aliyyu’l-Karî, Şerhu’l- Fıkhi’l-Ekber, s. 51; Mağnisavî, Ebu’l-Muntehâ, Şerhu’l- Fıkhi’l-Ekber, Daru’n-Nil, İstanbul. 2007, s. 38; Beyadî, İşarâtu’l-Merâm an İbarâti’l-İmâm, s. 327.
8. bk. Buharî, Bed’ul-Vahy 3; Müslim, İman 252. Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedinde de bu husus yer alır. İbn Hanbel rivayette geçen tehannüs ifadesinin ‘geceleyin yapılan ibadet’ anlamına geldiğini belirtir. Bkz. İbn Hanbel, Müsned, VI, 233.
9. İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîyretu’n-Nebeviyye, (Thk. Mustafa es-Sakâ, İbrâhîm el-Enbârî, Abdulhafîz eş-Şelebî), Dâru İbn Kesîr, Dimaşk 2005, s. 215.
10. Askalânî, Fethu’l-Bârî, I/34.
11. İbn Habîb, Ebû Cafer Muhammed, el-Muhabber, Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Basım yeri yok,1361, s. 171-172.
12. bk. Aliyyu’l-Karî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 54.
13. bk. Nursi, Mektubat, 23. Mektup.
14. bk. Beyhakî, Ahmed b. Huseyn, Delâilu’n-Nubuvve, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 1985, II, 33-34.
15. Müslim, Hayz 240. Ayrıca benzer ifadelerle Buharî de bu olayı nakleder. bk. Buharî, Hacc 42.
16. Çünkü Hz. Peygamber (asm) gün gelecek dizin üst kısmını örtme vazifesiyle de görevlendirilecekti; insanlık O’ndan hayâ ve edep dersi alacaktı.
17. bk. Mağnisâvî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 41.
18. bk. Sabunî, el-Munteka Min Ismeti’l-Enbiyâ, s. 274.

28 Hacerü'l-Esved'in özelliği nedir ve tarihi seyri nasıldır?

Renginin siyah olması sebebiyle Hacerü'l-Esved (Siyah Taş) diye adlandırılan bu mübârek taş, Kâbe'nin Şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halka ile çevrilidir. Bir başka ismi, Ruhu'l-Esved'dir.

Bu mübârek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim'e (a.s.) Hz. Cebrâil tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys Dağında muhafaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Kâinatın Serveri, Peygamber Efendimizin,

"Ben, peygamber gönderilmeden evvel, Mekke'de bana selâm veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum."

ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü'l-Esved'dir.

Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:

"Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resûlullahın seni takbil ettiğini [öptüğünü] görmese idim, asla seni takbil etmezdim."

Hacerü’l-Esved Cennetten mi geldi?

Kâbe-i Muazzamanın kapısının sol tarafında yer alan ve tavaf başlangıcı olarak kabul edilen Hacerü’l-Esved’in Cennetten getirildiği hakkında sahih hadisler mevcuttur.

Sünen-i Tirmizî’de İbni Abbas’tan rivayet edilen hadisin meâli şöyledir:

“Hacerü’l-Esved Cennetten indirildi. Sütten daha beyazdı, fakat onu Âdemoğlunun hatâları kararttı.”1

Müsned’deki rivayet de şu meâldedir:

“Hacerü’l-Esved Cennetten gelmiştir. Kardan daha beyazdı. Fakat onu müşriklerin hatâları kararttı.”2

Evet, Hacerü’l-Esved’in Cennetten geldiği kesindir. Ancak bu husus Hz. İbrahim’in Kâbe’yi bina ederken bu taşı Ebû Kubeys Dağından getirmesiyle nasıl bağdaşabilir? 

Bu Hususta Kâbe ve Mekke Tarihi isimli eserde şu bilgilere yer verilir:

Hz. Âdem Cennetten yeryüzüne indirildiğinde Cenab-ı Hak melekler vasıtasıyla ona bir Cennet çadırı gönderdi. Hacerü’l-Esved de bu çadırın içindeydi ve beyaz bir yakuttu.

Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa ederken tavaf başlangıcı olarak oğlu İsmail’den bir taş istedi. Hz. İsmail taşı aramaya gitti, fakat boş döndü. Bu sırada Hz. Cebrail, Hz. İbrahim’e bir taş getirdi.

Nuh Tufanında Kâbe de sular altında kalınca Cenab-ı Hak Hacerü’l-Esved’i Ebû Kubeys dağına emanet etmiş ve

“Benim dostumu Kâbe‘yi inşa ederken gördüğün zaman bu taşı ona çıkar.”

buyurmuştu. Hz. Cebrail’in getirdiği bu taş bem beyazdı. Fakat daha sonra hadiste geçtiği gibi, müşriklerin ellerini sürmesiyle; bazı rivayetlerde de zaman zaman çıkan yangınlar sonucu kararmıştır.3

Hacerü’l-Esved’in kararması meselesini yukarıda meâlini verdiğimiz hadis-i şerifin izahında Tirmizî şârihi el-Ahvezî şunları söyler:

“Esas olan hadisin zahirî mânası olmakla birlikte, bazı Hanefî âlimleri şöyle demişlerdir: Bu hadiste mübalağa ihtimali vardır. Hadiste Peygamberimiz (a.s.m.) Hacerü’l-Esved’in şeref ve kıymetini anlatırken, işlenen günah ve hataların da çirkinliğine dikkat çekmiştir. Bir hadiste de bildirildiğine göre, insan bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir.”

Bu meselede şöyle bir suale de cevap verilmektedir:

“Onu müşriklerin hataları kararttı da neden mü’minlerin imanı ve ibadeti tekrar beyazlaştırmadı?”

İbni Kuteybe’nin cevabı şöyle:

“Cenab-ı Hak dileseydi yapardı, fakat Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne koyduğu âdetlerden birisi de bir şey siyahlaşınca tekrar beyazlaşmamasıdır.”

el-Muhib et-Taberî de şöyle diyor:

“Onun siyah olarak kalmasının sebebi bir ibret olmasıdır. Yani işlenen günahlar Cennetten gelen bir taşı karartırsa, acaba insanın kalbini ne hale sokar?”

İbni Abbas’ın izahı da şu şekildedir:

“Cenab-ı Hakk'ın onu karartmasının sebebi, dünya ehlinin Cennet zinetine bakmamaları içindir.”4

Taşın "Hacerü’l-Esved" olarak isimlendirilmesi ise, Kâbe’nin duvarına konup insanların elini sürmesi sonunda olsa gerektir. Çünkü daha önce Cennetten indiğinde beyaz bir yakuttu.

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Hacc:49.
2. el-Fethü'r-Rabbânî, 12:26.
3. Ebû'l Veled el-Ezrakî. Kabe ve Mekke Tirihi, s. 36-54.
4. Tuhfetü'l-Ahvezî, 3:617.

29 Peygamberimiz (s.a.v.)'in babası Abdullah'ın kurban olarak adanması hadisesi nasıl gerçekleşmiştir?

Abdülmuttalib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e,

"Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et." dediler. Abdülmuttalib,

"Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."

Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib'in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu hâliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve,

"Yemin ederim ki, Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim."2 dedi.

Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.

* * *

Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib'in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı.

Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.

Abdülmuttalib'in Oğullarıyla Konuşması

Oğullarının onu da büyümüştü. Va'dini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?"

Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti…

Böyle durumlarda Kureyş bu usule başvururdu.

Kur'a Çekilişi

Kâbe'nin yanına varan Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:

"Ab-dul-lah!"

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu:

"Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz!.." diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:

"Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmâil'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:

"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?" Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:
"Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke'nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?.."

Bütün kalabalık Abdülmuttalib'in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu. Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve,

"Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"

Abdülmuttalib'in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.

Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttalib! Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de Abdullah'ı da bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."

Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu:

"Sizde bir insanın diyeti nedir?"

Abdülmuttalib,

"On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın,

"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz." dedi.3

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Kur'a Neticesi

Mekke'ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur'a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu. 

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.

O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi. 4

Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu adeti olduğu gibi bırakmıştır. 5

İki Kurbanlığın Oğlu

Bu olaya ve neslinden geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin:

"Ben iki kurbanlığın oğluyum." [Hakim, el-Müstedrek, II, 604, 609; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351] buyurduğu nakledilmiştir. O zamana kadar 10 deve olan diyet (öldürülen bir kimsenin kan bedeli) de, bu olaydan sonra, 100 deveye yükselmiştir.(İbn Hişâm, 1/163) İslâm Hukuku'nda kan bedelinin 100 deve olması, zamanla örf hâline gelen bu olaya dayanmaktadır.

Hz. Abdullah'ın İffeti

Aynı gündü...

Herkes neticeden memnun kur'a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe'nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullahın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Varaka bin Nevfel'in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullahın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah'ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:

"Delikanlı, biraz dursana." Abdullah durdu.
Kadın,
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah,
"Babamla gidiyoruz" diye cevap verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah'a gayrimeşru ilişki teklif etti. Abdullah'ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hâle getirdi:

"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana veririm." dedi.
Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır.
Helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git açıkça helâlinden ara! 
Şeref ve iffet sahibi olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar.
Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye'nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."

Rukiyye,

"O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum." diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah'ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah'a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.

Not:

Abdülmuttalib üstün karakterli, inançlı, iyi kalpli, bir insan, adil bir reisti. Ömrünün sonuna doğru puta tapmayı terketmiş, içkiyi bırakmış, Kâbe’nin çıplak olarak tavaf edilmesini yasaklamıştır. Allah’ın varlığına, ceza ve mükafat yeri olarak ahiretin mevcudiyetine inanmış, zaman zaman Hira mağarasına çekilip ibadetle meşgul olmuştur.

Kuran-ı Kerîm’de haber verilen Fil Vak‘ası’nda (bk. Fîl 105/1-5), Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ile müzakerelerde bulunmuş ve Kabe’yi sahibinin mutlaka koruyacağını ona hatırlatmıştı.

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/150151
2. Sîre, 1/160; Tabakât, 1/88; Taberî, 1/128
3. Sîre, 1/163; Tabakât, 2/174
4. Sîre, 1/164; Tabakât, 1/189; Taberi, 2/174
5. Tabakât, 1/89.

30 Kırkıncı Müslüman Hz. Ömer nasıl Müslüman olmuştur?

Bi'setin 6. senesi Zilhicce ayı (Milâdi; 616).

Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hazret-i Hamza'nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan'a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hakim bulunuyordu.

Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi: Mutlaka şu Ebû Talib'in yetimi Muhammed'in işi bir an önce halledilmelidir.

Bu konuyu görüşmek üzere, Darü'n-Nedve'de toplanan Kureyş'in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil'in teklifi kabul edildi: Muhammed'in vücudu ortadan kaldırılacaktır.

Bu korkunç cinâyeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimoğullarının böyle bir hal vukûunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi. Bu iş için bazıları büyük va'dlerde de bulunuyordu. Meselâ Ebû Cehil;

"Muhammed'i öldürecek kimseye benden 100 kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s." diyordu.

Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan, budaktan sakınmaz, gözü pek biri. Ortaya atıldı. "Bunu ben yaparım." dedi.

Bir anda bütün gözler ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar: Hattaboğlu Ömer'di bu. Ömer'in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler hep bir ağızdan, "Evet, bunu ancak sen yapabilirsin. Görelim seni." dediler.

Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca Dârü'l-Erkâm'a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.

Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kâbe'ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safâ Tepesinin yolunu tutup, Dârü'l-Erkâm'a doğru yollandı.

Gidişinde bir manâ vardı, bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmânını gizleyen akrabasından Nuaym bin Abdullah Hazretlerine rastladı. Hazret-i Nuaym, Ömer'in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi:

"Nereye gidiyorsun ey Ömer?"

"Şu, dinini bırakan, Kureyş'in arasına ayrılık düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!" cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.

Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hazret-i Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve

"Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed'in ashabı onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abd-i Menâfoğulları senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsâade eder?" diye konuştu.

Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer,

"Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?" diye sordu. Fakat beklenmedik bir cevapla karşılaştı:

"Ya Ömer, sen beni bırak, önce ev halkına, âile efradına dön. Enişten ve amcaoğlun Said bin Zeyd ile eşi kızkardeşin Fâtıma Müslüman olup, Muhammed'in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!"

Ömer'de bir şaşkınlık bir tereddüt. Duyduklarına önce inanmak istemedi, hatta araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.

Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab bin Eret, Hazret-i Said ile âilesi Hz. Fâtıma'ya yeni nazil olan Tâhâ Sûresini okumakta idi. Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir-iki çaldı. Açılmadığını görünce omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.

Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur'ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle,

"Okuduğunuz ne idi?" diye sordu. Eniştesi telaş ve heyecan dolu ifadelerle,

"Bir şey yok, sadece aramızda konuşuyorduk." cevabını verince, Ömer'in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Mâsum mâsum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve,

"Demek duyduklarım doğru imiş; siz de Muhammed'in dinine girdiniz öyle mi?" diyerek onu yere çarptı. Hazret-i Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu.

Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hazret-i Fâtıma, ayağa kalktı ve,

"Elinden geleni yap, ey Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız. Allah ve Resûlüne îmân ettik," diye haykırdı.

Bu sözlerini, getirdiği "Kelime-i Şehâdet" takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.

Manzara ibretli ve içler acısıydı. Bir insan, kızkardeşini "Rabbim Allah" dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?

Ömer, şaşırdı birden. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta duramadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra,

"Hele getirin şu okuduklarınızı. Getirin de Muhammed'e gelen şey ne imiş göreyim." dedi. Hazret-i Fâtıma önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübârek Kur'ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, "Korkmayın" diyerek onun bu endişesini yok etti.

Kur'ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Halbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da mânen temiz sayılmıyordu. Bunun için Hz. Fâtıma,

"Kardeşim," dedi, "sen Allah'a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Halbuki, ona ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk önce bir yıkan."

Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur'ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.

Hz. Ömer kâtipti; okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:

"Tâ hâ. Biz Kur'ân'ı sana meşakkat çekmen için indirmedik. Onu, Allah'tan korkan kimse için bir öğüt olarak indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratan Zât tarafından peyderpey indirilmiştir."1

Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur'ân'ın ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamberimiz (s.a.v.)'in vücudunu ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi. Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden. Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu. Yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin,

"Muhakkak ki Allah benim. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl."2 âyetini okuyunca haykırdı:

"Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!"

Bu ifâdeler Ömer'in kalbinin hidâyet nûruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi. Hz. Ömer'in bu sözlerini işiten Kur'ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve,

"Müjde, ey Ömer," dedi, "dilerim ki, Resûlullahın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece o, 'Allah'ım, İslâmiyeti ya Ebü'l-Hakem bin Hişâm'la (Ebû Cehil) ya da Ömer bin Hattab'la kuvvetlendir.' diyerek duâ etmişti."

Ömer bin Hattab ve Ebü'l-Hakem Amr bin Hişam, yani Ebû Cehil. Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvâsının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer. Artık, Ömer'in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamen aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Alem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nûruyla kucaklaşmak istiyordu.

"Resûlullah şimdi nerededir?" diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıylâ Safa Tepesi eteğindeki Dârü'l-Erkam'da bulunduğunu öğrenince Hz. Habbab'la derhal yola koyuldu. Gözcü Ömer'in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyecan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hazret-i Hamza. Bu büyük İslâm kahramanı elini kılıcının kabzasına atarak,

"Bırakın gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallederiz." diye konuştu.

Manzarayı seyreden Fahr-i Âlemin yüzünde tebessümler belirdi. Ömer'in gönlünün hidâyet nûruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiç bir telâş ve endişeye kapılmadan oturduğu yerden,

"Telaş edilecek bir şey yok, bırakın gelsin. Eğer, Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir." diye emir buyurdu.

Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silahıyla içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikatı aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekremle bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevi heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekremin nûranî bakışları kalb ve ruhunu tesiri altına almış âdeta avuçlamıştı.

Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz sessizliği, heyecan ve telaş havasını,

"Neye geldin, ey Hattab'ın oğlu Ömer?" sorusuyla dağıttı. Sonra da elini uzatıp kılıcının bağından tuttu ve

"Allah'ım, bu Hattaboğlu Ömer'dir. Allah'ım, İslâm dinini Hattaboğlu Ömer'le kuvvetlendir." diye duâ etti.

Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık. Resûlullah Efendimizin sualini,

"Allah ve Resûlüne ve onun Allah'tan getirdiklerine îmân etmek için geldim." diye cevapladı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.3

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashabı kiramın sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: "Allahü ekber... Allahü ekber..." Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nûranî dalgalar halinde yükseldi!

Artık Hazret-i Ömer Müslümandı; kırkıncı Müslüman. Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Server-i Kâinatın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmânın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hazret-i Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıtrat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli "Âdil Ömer" ünvanıyla geçecektir.

Saf halinde Mescid-i Harama Gidiş

Cesaretin gerçek kaynağı olan îmânı kalbine yerleştiren Hazret-i Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekreme,

"Yâ Resûlallah, biz ölsek de yaşasak da Hak din üzere değil miyiz?" diye sordu.

Resûl-i Zîşân,

"Evet, varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz kalsanız da ölseniz de Hak din üzeresiniz." diye cevap verince,

"Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?" dedi. "Seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım."

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz önde, sağında Hazret-i Ömer, solunda Hazret-i Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârül'l-Erkâm'dan çıkarak Kâbe'ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescid-i Harama girdiler.

Hazret-i Resûlullahın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hazret-i Ömer'e, bir Hazreti Hamza'ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak,

"Ey Ömer, arkanda ne var, ne ile geldin?" diye sordular.

Hz. Ömer,

"Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü'r-Resûlullah ile geldim." dedi ve ilâve etti: "Kimse yerinden kımıldamasın, yoksa boynunu vururum."

Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, serbestçe Kâbe'yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar. Hazret-i Ömer der ki:

"İşte o zaman Allah Resûlü, 'Hak ile batıl olanın arasını ayırdı.' diye bana 'FARUK' adını taktı."4

Önce Hazret-i Hamza'nın, arkasından Hazret-i Ömer'in Müslüman olması İslâmın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbestçe ifâ etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hazret-i Ömer'in mü'minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabdan Abdullah bin Mes'ud Hazretleri şöyle ifade etmiştir:

"Ömer'in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine'ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk."

Dipnotlar:

1. Tâhâ Sûresi, 1-4.
2. Tâhâ Sûresi, 14.
3. İbni Hişâm, Sîre, 1/366-371; İbni Sa'd, Tabakât, 3/267-269; Süheyli, Ravdü'l-Ünf, 1/216-219.
4. İbni Sa'd, Tabakât: 3/270.
5. İbni Sa'd, Tabakât: 3/270; Süheyli, Ravdü'l-Ünf: 1/219.

31 Peygamber Efendimiz'in Düldül isimli bir atı olduğu ve bu atını daha sonra Hz. Ali'e hediye ettiği doğru mudur?

Düldül, Hz. Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimize, Mukavkıs tarafından hediye edilen katırdır.

Mısır Hükümdarı Mukavkıs'in, hicretin 6. yılında (627) Hz. Peygamber (asm)'e gönderdiği kıymetli hediyeler arasında bulunan katıra hızlı yürüyüşü ve çevikliği dolayısıyla "kirpi" anlamına gelen "düldül" adı verilmiştir. Bu boz renkli katırın erkek veya dişi oluşu hususunda kesin bir kayıt bulunmamaktadır. Konuyla ilgili Türkçe literatürün hemen hepsinde "beyaz renkli dişi katır" ifadesi kullanılmışsa da Arapça kaynaklardaki rivayetlerde onun erkek olduğu belirtilmiştir. (bk. Âmirî, Behçet, Kahire, 1331, 2/165; Halebî, İnsanü’l-uyun, Kahire, 1384, 3/431)

Hz. Peygamber (asm), hem savaşlarda hem de diğer zamanlarda bindiği düldülün idaresini, ileride Mısır valiliği de yapacak olan Ukbe b. Âmir el-Cühenî'ye vermişti. Daha sonra Hz. Ali (ra)'e bağışladığı düldül, ondan oğulları Hasan ve Hüseyin'e, ardından da diğer oğlu Muhammed b. Hanefıyye'ye intikal etmiştir. Hz. Ali (ra)'in Hâricîlerle çarpışırken düldüle bindiği yolundaki rivayetlere hem Şiî hem de Sünnî kaynaklarında yer verilmiştir.

Ayrıca çeşitli vesilelerle Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Eyle Hükümdarı İbnü'l-Almâ, Dûmetülcendel hâkimi ile Habeşistan Necâşîsi Ashame tarafından da Hz. Peygamber (asm)'e katır hediye edilmiştir.

Hz. Ali (ra), Fars edebiyatı ile Türk edebiyatının klasik, tasavvufî, dinî-destanî metinlerinde genellikle zülfikar adlı kılıcı ve Hz. Peygamber (asm)'in kendisine hediye ettiği düldül isimli katırıyla birlikte anılmaktadır.

Kaynaklarda, Hz. Ali (ra)'in savaşlarda ve özellikle savaş başlamadan önce yapılan mübârezelerde hasımlarını kılıcı zülfikar ve düldülün de maharetiyle altettiği belirtilir; bu sebeple edebî metinlerde bunlar onun âdeta ayrılmaz birer parçası olarak anılmıştır. Bu husus, Hz. Ali (ra) çerçevesinde oluşturulmak istenen tenasüp sanatının bir gereği ve ifadesi olarak da çok rağbet görmüştür. Halk arasında düldül güçlü süvarisi Hz. Ali (ra) ile özdeşleşmiştir. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Düldül md.)

32 Allah'ın ilk olarak yarattığı şey nedir?

Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed."
Merak edip sordu:

"Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu:

"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!" (Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6)

İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır:

Bir gün ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.),

"Yâ Resûlallah, bana, Allah'ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" dedi. Şu cevabı verdiler:

"Her şeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz ne kalem ne cennet ne cehennem, ne melek ne semâ ne arz, ne Güneş, ne Ay, ne insan ve ne de cin vardı..." (Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye:1/7)

Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti…

33 Ateşli hastalık başağrısı ve diş ağrısının günahlara kefaret olduğu doğru mudur?

Peygamber (sav)'in zevcesi Âişe (ra) şöyle dedi: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

"Müslümana batacak bir dikene varıncaya kadar herhangi bir musibet isabet ederse, Allah muhakkak o musibete kar­şılık, onun bir günahını kefaretleyip örter." (bk. Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52)

Zuheyr ibn Muhammed, Muhammed ibn Amr'dan o da Atâ İbn Yesâr'dan, o da Ebû Saîd el-Hudrî (ra) ile Ebû Hureyre(ra)'den tahdîs etti ki, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Müslümâna, vücuduna batacak bir dikene varıncaya kadar yorgun­luk, hastalık, gelecekten kederlenme, geçmişten hüzünlenme, başka­larından gelen eza ve iç sıkıntısı isabet ederse, Allah muhakkak bu musibetleri sebebiyle o Müslümânın günahlarından bir kısmını kefaretleyip örter."

Âişe (ra): "Ben Rasûlullah'tan (sav) ziyâde hasta­lığı şiddetli olan hiçbir kimse görmedim." demiştir.

Abdullah İbn Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: Ben Peygamber'in (sav) hastalığında vücûdu hummanın hararetinden şiddetle sar­sıldığı sırada huzuruna vardım ve:

—  Yâ Rasûlallah, şübhesiz ki, humma hararetinden çok ıztırab çekmektesin! dedim.

Ardından:

—  Yâ Rasûlallah, bu şiddetli hummanın şübhesiz iki kat ıztırabı var, elbette buna karşılık size de iki kat ecr ve mükâfat vardır di­ye arzettim.

Rasûlullah:

—  "Evet. Herhangi müslümâna bir ezâ isabet ederse, muhak­kak ağacın yapraklarının düşmesi gibi, Allah o Müslümandan günâh­larını düşürür." buyurdu.

Alimler, Abdullah ibn Mes'ûd'un: "Humma hastalığındaki fazla harare­tin iki kat ecri vardır." sözünü, Rasûlullah'ın "Evet" diye tasdik etmesi hastalı­ğın derece yükselmesini mûcib olacağına, "Ağaç yapraklarının dökülmesi gibi günahlarını düşürür" sözü de günahların affına sebeb olacağına delâlet eder, demişlerdir. Bir de hastalık sebebiyle affolunan günahların küçük günahlar olduğunu, büyük günahlar için istiğfar, yânî mağfiret istemek gerektiğini söylemişler­dir.

"İnsanlar içinde belâsı en şiddetli olanlar peygamberlerdir. Sonra sırasıyla fazilette ilk olan, sonra ilk olandır.'' (Tirmizî'nin Mus'ab İbn Sa'd'dan rivayet ettiği hadîsin lafzın­dan alınmıştır.)

Abdullah ibn Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: Ben, Rasûlullah şiddetli humma hastalığıyle sarsılırken huzuruna girdim ve:

— Yâ Rasûlallah, muhakkak ki, Sen şiddetli bir humma hasta­lığıyle sarsılmaktasın, dedim.

Rasûlullah (sav):

—  "Evet, ben sizlerden iki kişinin yanması kadar yanmaktayım." buyurdu.

Ben:

—  Şübhesiz bu iki kat yanmanın Sizin için iki kat ecri vardır, dedim.

Rasûlullah (sav):

—  "Evet, bu katlanmış hararetin mükâfatı da böyle katlanmış olur: Müslümâna bir diken batması ve daha küçük neviden bir ezâ isabet ederse, Allah muhakkak bu ezaya mukabil, onun seyyielerini ağacın kendi yapraklarını atması gibi keffâretleyip örter." buyurdu. (Bundaki illet, belânın ni'met mukabilinde olmasıdır. Kimde Allah'ın ni'meti daha çok olduysa, belâsı da çok olur. Bu hadîsleri Müslim de el-Birr ve's-Sıla'da getirmiştir: Müslim Ter., VIII, 40-42.)

İlave bilgi için tıklayınız:

En şiddetli belalar peygamberlere gelmiştir,..

34 Peygamberimizin güzelliği Hz. Yusuf'ta olduğu gibi insanları şaşkına çevirmiş midir?

Müslim’in sahihinde yapılan rivayet göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

 "Miraç gecesinde Yusuf peygamberi gördüm, baktım ki, bütün insanlara verilen güzelliğin yarısı verilmiştir.”(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 7/250)

Beyhakî de ise şu ifadeler vardır: 

"Yusuf’u gördüğüm zaman, baktım ki, Allah’ın yaratıklarının hepsinden daha güzel bir adam...”(a.g.y).

Bu rivayetlerin zahirine bakıldığında Hz. Yusuf (as)’un Peygamberimiz (asm)'den de daha güzel olduğu anlaşılabilir. Ancak Tirmizi’nin Hz. Enes’den rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

 “Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler güzel yüzlü ve güzel sesli idi. Fakat sizin peygamberiniz hepsinden daha güzel yüzlü, daha güzel seslidir.”(a.g.y).

Bu hadisten ise Hz. Peygamber (asm)'in Hz. Yusuf (as)’tan da güzel olduğu anlaşılır. Alimler bu iki hadisin arasını şöyle bulmuşlar: Hadiste, “Hz. Yusuf’un Allah’ın yaratıklarının hepsinden daha güzel bir adam...” olması, Peygamberimiz(asm) dışındakiler için geçerlidir. Yani, Peygamberimiz bu ifadeyi kullanırken, kendisini hariç tutmuştur.(a.g.y).

Hz. Yusuf (as) bir köleydi ve Züleyha'nın ona olan sevgisini alaya alan kadınlar, Hz. Yusuf'un da diğer köleler gibi sureten çirkin sayılacak bir görünüşte olduğunu düşünmüşlerdir. Hz. Yusuf onların karşısına çıktıklarında, bir anlık şaşkınlıkla ellerini kesmişlerdir. Çünkü Hz. Yusuf'un güzelliği onların hayalindeki köle şablonundan çok farklıydı.

Hz. Peygamber (asm) sürekli insanların içinde olması ve köle olmaması hasebiyle, böyle bir şaşkınlığın yaşanmaması normaldir. O'nun güzelliğine ülfet etmişlerdir. Kaldıki Hz. Peygamberi ilk anda görüp iman eden kimseler de çoktur. En meşhurları Abdullah bin Selâmdır ki Hz. Peygamber'i görmek için gitmiş ve Efendimizin nûrlar saçan mübârek simasını görünce, "Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz." diye kendi kendine söylenmiş ve iman etmiştir.

35 Çocuğun cinsiyetinin belirlenmesiyle ilgili hadisin, Hipokrat'tan kopyaladığı iddialarını nasıl çürütebiliriz?

Hz. Peygamberin bütün hayatında okuma-yazma bilmeyen ümmi bir insan olduğu Kur’an’la tescil edilmiştir. Kur’an bu hususu açıkça ilan etmesine rağmen, o günün düşmanları buna itiraz etmemiş, edememiştir.

Biz on beş asır sonra binlerce kitap okuyan kişiler olarak itiraf etmeliyiz ki, Hipokrates‘in bu konudaki görüşlerinin ne olduğunu bilmezken, Hz. Peygamberin o cehalet devrinde Hipokrates‘in kitaplarını okuması ve ondan esinlenmesini düşünmek Orta Çağın akıl dışı bazı antika düşüncelerinden daha fazla ham bir hayaldir.

Müslim’in  Hz. Sevban’dan yaptığı rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Erkeğin suyu beyazdır. Kadının suyu ise sarıdır. İkisi birleştiği zaman, eğer erkeğin menisi kadının menisine baskın gelirse, çocuk Allah’ın izniyle erkek olur. Şayet kadının menisi erkeğin menisine  baskın gelirse, bu takdirde Allah’ın izniyle kız olur.” (Müslim, Hayız, 33, 34)

Şuurlu bir müminin bu hadisten anladığı şudur:

Döllenme sırasında X taşıyan sperm yumurtayı döllerse bebek kız olur. Çünkü bu durumda kadının taşıdığı X ile erkeğin taşıdığı X birleştiğinden kadının suyu erkekte geriye kalmış olan Y kromozomuna baskın gelmiştir. Şayet Y taşıyan sperm yumurtayı döllerse, bebek erkek olur. Çünkü erkekteki Y kromozomu kadının taşıdığı X kromozomuna baskın gelmiştir. Çünkü kadının X gibi erkekte de bir X vardır. Ancak, fazladan Y kromozomunun aktif olması baskın geldiği anlamına gelir.

Erkek ile kadının ortak bir paydada buluşmaları sunucunda çocuğun teşekkül ettiği hususu bilimsel bir gerçektir. Cenin, erkeğin spermi ile kadın yumurtasının bileşkesidir.

Ancak ceninin asıl tohumunun erkeğin sperminde olduğu hususu ayetlerde çok açık ifade edilmiştir. Örneğin Tarık suresinin 5-7. ayetlerinin ifadeleri bu konuda çok nettir:

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.(Târık, 86/5-7) 

Bu ayetin ifadesi, insanın yaratılış malzemesi erkeğin spermi ve kadının yumurtası olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Buna göre, erkeğin suyunda var olan ve bu günkü bilimsel simgelerin adıyla X ve Y kromozomları bebeğin erkek veya kız olmasında rol alır. Ancak, erkeğin sperminde var olan X ve Y kromozomlarından birinin kadında sabit olarak var olan  X kromozomuyla birleşmesi gerekir.

“Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten ve gören bir varlık yaptık.”(İnsan, 76/2)

mealindeki ayette,  bir ceninin teşekkül etmesi için erkeğin spermi ile kadının yumurtasının birleşmesinin zorunluluğuna işaret edilmiştir.

Kur’an’ın bu ve benzeri açık ifadelerine rağmen Hz. Peygamberin buna aykırı bir zaviyeden konuyu değerlendirmesi mümkün değildir.

Bu günkü bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu bilgiler şu merkezdedir:

Bebeğin cinsiyeti, daha erkeğin spermi ile kadının yumurtası tüplerde birleştiğinde belirlenir. İnsanın tüm vücut bilgilerini taşıyan kromozomlar, toplam 46 tanedir. Bu 46 kromozomun 23 tanesi anneden yumurta yolu ile 23 tanesi de babadan sperm yolu ile gelir. 46 kromozomdan 2 tanesi cinsiyeti belirleyen kromozomlardır, diğer 44 tanesi ise vücudun diğer özelliklerinin bilgilerini taşırlar.

Bu kromozomlar, insanın bütün hücrelerinde aynı sayıda iken sadece eşey hücreleri 23 kromozom, yani diğer hücrelerin yarısı kadar kromozom içerirler. Bu 23 kromozomdan 1 tanesi cinsiyet kromozomudur. Cinsiyet kromozomları X ve Y harfleri ile gösterilir.

Kadının yumurta hücreleri her zaman X kromozomu taşırken, erkeğin spermlerinin bazıları X, bazıları ise Y kromozomu taşır. Döllenme sırasında X taşıyan sperm yumurtayı döllerse bebek kız, Y taşıyan sperm yumurtayı döllerse, bebek erkek olur.

36 Ebu Süfyan'ın kızı olan Peygamberimizin (asm) hanımı hangisidir?

Ümmü Habîbe (Remle binti Ebî Süfyan) (r):

Mekke'de küfrün bayraktarlığını yapan Ebû Süfyân'ın kızıdır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmaya muktedir Yüce Rabbimiz, gelecekte müminlerin annesi konumuna yükselecek bu kadına, İslâm'ın bidayetinde imanı nasip etmişti. Mekke'nin zor şartlarında inancını yaşayamayınca, kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etme mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bu esnada kocası önce Hristiyan olmuş, sonra da ölmüş, Ümmü Habibe yalnız başına kalmıştı. Allah Resulü (asm) durumu öğrenince Necâşi'ye haber göndererek, tek başına kalan bu hanımın kendisine nikahlanmasını istedi. Durumu öğrenince fevkalâde sevinen Ümmü Habibe'nin nikahı, Necâşi huzurunda kıyılmış oldu.

Şayet Hz. Peygamber (asm) böyle yapmayacak olsaydı, yalnız ve kimsesiz bu kadın, ya Mekke'ye dönecek babasının ve ailesinin şiddetli zulümleri karşısında dinini bırakacak, ya Hristiyanlardan yardım dileyecek, ya da kapı kapı dilenip hayatını sürdürecekti. Ancak bu evlilikle en güzel yolu seçmiş oluyordu.

Bu evlilik vesilesiyle, o gün için Müslümanların ve Peygamber (asm)'in azılı düşmanı olan Ebû Süfyan, inananlara yaptığı işkenceyi hafifletmiş, içinde Hz. Peygamber (asm)'e karşı olan azılı kini birazcık dahi olsa dinivermişti. Daha geniş dairede ise, Emevîlerle bir akrabalık te'sis edilmiş oldu ki, bu da onların Müslümanlığa girmelerini kolaylaştıran bir unsur oldu. Bundan sonra Ebû Süfyan hâne-i saâdete rahatlıkla girip çıkma avantajına sahip olarak, Müslümanlığı daha yakından tanıma fırsatını bulup, sonunda iman dairesine girmiş oldu.

Açıkça görüldüğü gibi bu evlilikte de, kimsesiz kalan birinin yardımına koşup, onun elinden tutma, onun vesilesiyle Müslümanlara yapılan işkenceyi hafifletme ve azılı düşman biriyle akrabalık kurup, onun imana gelmesine vesile olma vardır.

37 Peygamber Efendimiz vefat ederken söylediği son sözler ne olmuştur?

Resûlullah (asm) vefat etmeden önce, "Lâ ilahe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!" dedi ve Hz. Âişe (r.anha)'nin kolları arasında "maa'r-refîkil-a'lâ" (en yüce dosta) sözüyle ruhu­nu teslim etmiştir.

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:

Aleyhissalâtu vesselâm hastalandığı zaman O'nu, (başı)  dizimin  üstünde baygın vaziyette gördüm. Bir ara kendine geldi. Gözlerini evin tavanına dikti ve sonra: "Ey Allah'ım Refik-i A'la'da (bulunmayı tercih ederim)." dedi. Bu sözü işitince ben (kendi kendime): "Demek ki (makamı gösterildi) ve bizimle olmayı tercih etmiyor." dedim. Bunun, sıhhatli iken bize söylediği şu hadis olduğunu anladım:

"Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmeden kabzedilmez. Bundan sonra hayatı devam ettirilir veya öbür dünyaya gitme hususunda muhayyer bırakılır."

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın telaffuz ettiği son söz: "Allah'ım, Refik-i A'la'da" cümlesi oldu. "Refik-i A'la": Cennetin en yüksek makamında bulunan peygamberler cemaatidir. (Buhârî, Megazî 83, 84, Tefsir, Nisa 13, Marda 19, Da'avat 29, Rikak 41; Müslim, Fezail 87; Muvatta,  Cenaiz 46; Tirmizî, Da'avat 77)

Resûlullah (asm), pazartesi öğleden sonra, iyice ağırlaşmıştı: Nefeslerini zor alıyor, bazen de tıkanıyordu. İyileştiği bir anda kölelere iyi davranılması, namazın ihmal edilmemesini tavsiye etti.

Yanındaki su çanağına arada sırada elini batırıyor ve yüzünü ıslatıyordu. "Lâilahe illallah" diyor, dua mahiyetinde ayetler okuyordu. Şu ayeti okumuştu. (Mealen):

"Kimler, Allah ve Resûlü'ne itaat ederse onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kimseler ile beraberlerdir, bunlar ise ne güzel arkadaşlardır." (Nisa, 4/69).

Okuduğu bir dua da şu idi:

"Lailahe illallah, Lailahe illallah, Lailahe illallah. Ölümün de şiddetleri, halleri, sadmeleri var. Ey Rabbim, ölümün sarsıntılı anlarında bana yardım et. Ey Rabbim beni bağışla, ey Rabbim beni bağışla!"

Resûlullah (asm)'ın mübarek yüzleri bazan sararıp, bazan kızarıyordu. Sonunda nefesi daraldı, hareketleri daha da ağırlaştı. Ellerini yukarı kaldırıp üç kere mübarek parmaklarıyla semaya doğru işaret ederek: "Refik-i A'la'ya, ulvî ve yüksek Refik'e, beni Refik-i A'la'ya ulaştır." dedi.

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/226-232)

38 Peygamberimiz (s.a.v.) sütanneye niçin verilmiş ve sütanne yanında kalırken ortaya çıkan harika hadiseler nelerdir?

Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücudlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.

İşte buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki-üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.

Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa'd bin Bekr kabilesi kadınları, senede birkaç sefer kafile hâlinde Mekke'ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.

Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd bin Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevazuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.

Benî Bekr Kabilesi Kadınlarının Mekke'ye Gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu. 

O sırada Sa'doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.

Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.

Gelen kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular. Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'i almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı.

Mekke'ye geç giren sadece bir kadın vardı: iffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.

Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı âilelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan bir kendisi vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî kaderin kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasib bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.

Bir ara görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib'di. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar.

Abdülmuttalib,
"Sen neredensin?" diye sordu.
Kadın,
"Benî Sa'd kabilesi kadınlarından" cevabını verdi.
"Adın ne?"
"Halîme."
Abdülmuttalib,

"Ne güzel, ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da âhiretin izzet ve şerefi de buralardadır." dedikten sonra derin bir iç çekti. Arkasından da Halîme'ye, "Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin." dedi.

Halîme beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra,

"Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasına eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi alacağım." dedi.

Kocası Hâris, fikrine iştirak etti:

"Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."1

Bunun üzerine dönüp Abdülmuttalib'in yanına geldiler. Abdülmuttalib, Halîme'yi alıp Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazî evine götürdü. 

Halîme, Efendimizin başucuna vardı. Nurtopu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu. Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı.

Artık hüzün ve ıztırap bulutu Halîme'yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı.

Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübârek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. O anda Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme'nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı.

Biri çocuk bulamamanın ıztırabı ile bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen Nûr Yetim. Kader ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu.

İlk Bereket

Artık Nurtopu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme'nin kucağındaydı.

Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, herbir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden. Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.

Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona sütkardeşi olan Halîme'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.

Devenin Memeleri Sütle Doldu

Halîme, Nur Yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hazret-i Âmine ile vedâlaşarak Mekke'den ayrıldılar.

Âmine'nin hüznüne göz yaşları da karıştı ve âdetâ bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu.

Gece Hâris âilesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti.

Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini aldığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme'ye seslendi:

"Ey Halime, bil ki, sen çok mübârek ve hayırlı bir çocuk aldın."

Halîme kocasını tasdik etti:

"Vallahî, ben de öyle olmasını ümit ediyorum."2

Mekke artık gerilerde kalmıştı. Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. O zaif, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür'at, bu ne hızlı yürüyüş? Sanki gelişinde bindikleri merkep değildi. Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme'nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular:

"Ey Ebû Zueyb'in kızı! Yazıklar olsun sana. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?"

Merkep aynı merkepti. Bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaif, nahif hayvanı da coşturmuştu. Halîme arkadaşlarına cevap verdi:

"Hayır, vallahi, merkep aynı merkep; hattâ ben onu sürmüyorum bile. Kendi kendine böyle sür'atli gidiyor. Bunda bir gariplik var."3

Ne yazık ki, henüz kafiledekilerin hiçbiri bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi. Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbali bütün haşmetiyle kucaklayacağına açık işaretlerdi.

Peygamber Efendimiz Sa'doğulları Yurdunda

Bütün bu garipliklerden sonra Halîme ve kocası yurtlarına vardılar. Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi Sa'doğulları yurdundaydı.

O sırada Sa'doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar...

Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu. Solgun yüzler yoktu artık Halîme'nin evinde.

Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimiz (s.a.v.)'i "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.

Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahatı çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:

"Gidin, görün bakalım. Halîme'nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kimbilir koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!"

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halîme'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama, itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatap oluyorlardı:

"Peki, öyleyse sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da onunkiler neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?"

Ne çobanlar, ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette bunun bir sebebi vardı. Ve bu sebebi henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine Halîme onlara şu cevabı verdi:

"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir. Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her şey Mekke'den dönüşümüzle birlikte başladı."

Tabiî ki, çobanlar bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı. Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:

Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimiz (s.a.v.)'i evlerine misafir etme alicenaplığını gösterdiklerinden dolayı, Halîmelerin evine Rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.

Halîme ve kocası bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdetâ onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor

Sa'doğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.

Bir cuma günüydü. Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar. Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.

Kalabalığın içinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde bırakmıştı.

Duânın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime'nin komşusu bir kadın, duâsını bitirmek üzere olan râhibe yaklaştı ve râhip duâsını bitirince de,

"Râhip efendi, biz bu kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa, belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi."

dedi. Râhip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve

"Biz Ona duâ ederiz, ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir."

diye konuştu. Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:

"Biliyorum, dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halîme'nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halîme'nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de, onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine âlemlerin Rabbi duâmızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."

Râhip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu. Yaşlı kadın Halime'yi arayıp buldu ve râhibe yaptığı teklifi kendisine anlattı. Fikir, Halîme'nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimiz (s.a.v.)'i sütannesi kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.

Güneş kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip bir şeye ilişti. Bir bulut kendileriyle beraber gidiyordu.

Önce mühimsemediler. "Olabilir!.." diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdetâ onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor." der gibiydi.

Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o da Halîme ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü.

Râhip, Peygamberimiz (s.a.v.)i sütannesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:

"Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ edelim."

Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duâya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) bir nur yumağı halinde râhibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdetâ hâl diliyle, "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et." diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyordu.

Herkes Yüce Allah'a yalvarırken, Peygamberimiz (s.a.v.)'in nur saçan gözleri ümitle gökyüzüne dikildi. Râhip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdetâ herşeyi birden unutuvermişti.

Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimiz (s.a.v.)in başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Duâ seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı:

"Yağmur!..
Yağmur!..
Yağmur!.."

Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa'doğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa'doğulları yurduna latîf, berrak ve tatlı yağmur damlaları Cenâb-ı Hakk'ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güyâ, rahmet, tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.

Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri duâlarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesîlesi, henüz bir bebekti. Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte, o, Allah'ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları Allah'ın sevgili kulu, peygamberler peygamberi, iki cihanın güneşi Hz. Muhammed'di (a.s.m.).

Sa'doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti. Toprak yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yem yeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı.

Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı rahmete vesîle teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:

"Bu çocuk çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk."

Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişli idi.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.

Peygamber Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik ve üstün bir ahlâka sahipti. Bir büyük insan gibi ağır başlı ve vakûr idi.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Annesine Getirilişi

Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halîme'nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.

Fakat Mekke'ye getirilip annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi. Biri öz yavrusuna kavuşmanın saâdetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşup yanıyordu. O anda Sütanne Halîme'ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:

"Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da korkuyorum."4

Bu teklif ve arzu samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa'doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.

Peygamberimiz (s.a.v.) Yine Benî Sa'd Yurdunda

Halime muradına ermişti. Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı. Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki orada birşeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu. Bu arada gözlerden kaçmayan bir garip hâdise vardı:

Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu. artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığıydı. Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdetâ yarış ediyorlardı. İşte Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Sa'doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu.

Peygamber Efendimizin Göğsünün Yarılması

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü. Nur yüzlü Efendimiz süt kardeşi Abdullah'la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. onları geri çevirmek için Peygamberimiz (s.a.v.), Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimiz (s.a.v.)'in yanına vardılar. Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası,

"Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."5

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün sahabîlerden bazıları,

"Yâ Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler; Resûlullah da,

"Ben babam İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim İsâ'nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü." dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:

"Ben, Sa'd bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."6

Bu hâdise ile Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te'yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir. Meseleye ışık tutması bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:

"Kalbden maksad, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene mâü'l-hayatı neşreden o cism-i sanev berî, bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a'mâl ve ahvâl ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."7

Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.8

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/171-172; Tabakât, 1/110-111.
2. Sîre, 1/172; Tabakât, 1/111; Taberî, 2/127.
3. Sîre, 1/173; Taberî, 2/127.
4. Sîre, 1/173; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/127.
5. Sîre, 1/174; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/128.
6. Sîre, 1/175; Taberî, 2/128.
7. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İ'câz, s. 79.
8. bk: Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 8/5911-5915.

39 Hudeybiye Anltalaşması öncesi yapılan Rıdvan Biatı nasıl gerçekleşmiştir?

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), Hz. Osman'ın müşrikler tarafından şehid edildiği haberini duyunca, son derece müteessir oldu. Kureyş'in bu hareketi karşısında üzerlerine yürümekten başka bir çare kalmıyordu.

"Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız."1 buyurdu.

Zaten yapılabilecek başka bir şey de kalmamıştı. Sulh tekliflerine yanaşmadıkları gibi, elçi şehid etme cür'etini bile gösterebiliyorlardı.

Peygamber Efendimiz, "Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!" diye seslendi.

Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimiz(asm), daha sonra Rıdvan Ağacı olarak adlandırılacak olan Semüre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar savaşacaklarına dair biât ettiler.2 Bîattan bir tek kişi kaçındı: Münafıklardan Cedd bin Kays.3

Bu bîat, sahabîlere yeni bir cesaret, taze bir heyecan verdi. Yerlerinde âdeta duramaz bir hâle gelmişlerdi. Bir an evvel ya Kâbe'yi tavaf etmek veya müşriklerle çarpışmak istiyorlardı.

Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle beyân eder:

"And olsun ki, o ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden Allah râzı oldu. Kalblerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah'ın kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır."4

Bu sebeple bîata "Rıdvan Bîatı" adı verildi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) de bir hadislerinde,

"Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir."5

buyurarak, bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini açıkça beyan etmişlerdir.

Bîat haberi Kureyş müşrikleri tarafından duyulunca üç gün yanlarında alıkoydukları Hz. Osman'ı serbest bıraktılar. Hz. Osman derhal Hz. Resûlullahın (asm) huzuruna çıkıp geldi. Böylece şehâdeti ile ilgili haberlerin asılsız olduğu anlaşıldı.

Fakat, bîat yapılmış ve tamamlanmıştı. Sahabîler Hz. Osman'a, "Herhalde Kâbe'yi tavaf etmişsindir?" dediler. Hz. Osman şu karşılığı verdi:

"Vallahi! Mekke'de bir yıl kalsaydım ve Resûlullah da (a.s.m.) Hudeybiye'de otursaydı, o, Kâbe'yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma onu tavaf etmezdim."6

Dipnotlar:

1. Sire, 3:330; Taberî, 3:77.
2. Sîre, 3:330.
3. A.g.e., 3:330.
4. Fetih Sûresi, 18-19.
5. Müsned, 3:350.
6. İbn-i Kayyum, Zâdü'l-Mead, 2:137.

40 Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hz. Hatice ile evlenmesi nasıl gerçekleşmiştir; düğün merasimleri nasıl olmuştur?

Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam'a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.

Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.

O âna kadar kabilesinden birçok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de o bunların hiçbirini kabul etmemişti.1 Âdeta evlenmeyi düşünmüyor gibiydi.

Ne var ki, kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.

Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.

Hz. Hatice'den Gelen Teklif

Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice'den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile tertemiz kadın mânâsına gelen "tâhire" lâkabıyla anılan Hz. Hatice'den.
Teklifi getiren Hz. Hatice'nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz (s.a.v.) arasında şu konuşma geçti:

"Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?"
"Elimde evlenecek kadar param yok."
"Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?"
"Kimdir bu?"
"Hüveylid'in kızı Hatice."
"Ama, bu nasıl olabilir?"
"Orasını ben bilirim."
"O hâlde, ben de kabul ediyorum."2

Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz. Hatice'ye iletti. Hz. Hatice'nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise'yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)'e şu haberi gönderdi:

"Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun3, kavmim içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum."4

Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib'e bildirdi. Ebû Tâlib teklifi tahkik etti. Hz. Hatice'nin böyle bir evliliği istediğini bizzat kendisinden öğrendi.

Düğün Merasimi

Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı.

Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz (s.a.v.) amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hz. Hatice'nin evine geldi.

Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.

Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice'nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.

Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:

"Allah'a hamdolsun ki bizi, İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'ın madeninden, Mudar'ın aslından yarattı. Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş'ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir."

"Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir."

"Şimdi o, sizden kızınız Hatice'yi istemekte, mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir."

Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice'nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:

"Allah'a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz. Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid'in kızı Hatice'yi şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah'ın oğluyla evlendirdim."

Varaka bin Nevfel, konuşmasını bitirdikten sonra Ebû Tâlip, Hz. Hatice'nin amcası Amr bin Esed'in de muvafakatını istedi. Amr da ayağa kalkarak,

"Ey Kureyş topluluğu, şahid olunuz ki, ben de Muhammed bin Abdullah'a Hüveylid'in kızı Hatice'yi nikâhladım." dedi.

Böylece Kâinatın Serveri Efendimiz ile Kureyş kadınlarının nesep, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hüveylid'in kızı Hz. Hatice-i Kübrâ nikâhlanmış oldular. O sırada Resul-i Ekrem Efendimiz 25, Hz. Hatice ise 40 yaşlarında bulunuyorlardı. Evlilikleri Milâdi tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yâni, Efendimizin nübüvvetinden 15 yıl önce.

Bundan sonra Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz, muhtereme hanımını alarak Ebû Tâlib'in evine geldi. Burada iki deve kestirerek halka ziyâfet verdi.
Ebû Tâlip de bu mes'ud hâdisenin hatırı için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da Peygamber Efendimiz ile (a.s.m.) ailesini evine davet etti."

Onları karşılamaya çıktığında sevinç gözyaşları arasında, "Hamdolsun Allah'a ki, bizden bütün üzüntüleri yok etti." diyor, Allah'a hamdediyordu.

Efendimiz ile ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib'in evinde ancak birkaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice'nin evine döndüler. Artık mes'ud hayatlarını burada geçireceklerdi.

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/201; Tabakât, 1/131.
2. Tabakât, 1/131
3. Baba tarafından Hz. Hatice'nin soyu, Peygamberimiz (s.a.v.)'in baba tarafından dedesi olan Kusay'da birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Resûl-ü Ekrem Efendimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de birleşir.
4. Sîre, 1/200-201; Taberî, 2/197.

41 İslam'da dört evlilik varken, neden Peygamber Efendimiz (asm) dokuz kere evlenmiştir?

İslamiyet'in ilk yıllarında evlilik dörtle sınırlanmamıştır; sonradan dörtten fazla evlenmek yasaklanmıştır. Peygamberimiz (asm) bu evliliklerini, evlilik dörtle sınırlanmadan önce yapmıştır.

Peygamberimizin (asm) hanımları müminlerin anneleri kabul edildiği için, başka birilerinin nikahlaması da caiz olmadığından, Peygamberimiz (asm) dörtten fazla olan hanımlarını boşamamıştır. Bu durum Peygamberimiz (asm) için olan bir istisnadır.

Nitekim başka hususlar vardır ki Hz. Peygamber (asm)'e haram olduğu halde, ümmetine helal kılınmıştır. Mesela, Peygamberimize (asm) ve onun ailesine zekat verilemez. Ayrıca Peygamberimiz (asm) miras bırakmamıştır. Teheccüd namazı Peygamberimize (asm) farz olmasına rağmen ümmetine sünnettir...

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Peygamberin hanımları ve çok evliliği konusunda bilgi verir misiniz?..

42 Peygamber Efendimiz nasıl giyinirdi?

Peygamber Efendimiz (sav) günlük giydiği elbisesiyle namazlarını da kılardı.

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira, giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir. Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm'ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz. Peygamber (sav)'in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür:

1. İsraftan sakınmak;
2. Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak;
3. İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkan ve şartlarına uygun biçimde giyinmek.

Kaynakların bize ulaştırdığı vesikalardan anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (sav)'in giydiği kıyafetlerden -tek istisna ile- hiçbirisi, İslam'la birlikte ihdas (icat) edilmiş olmayıp, onların hepsi de, o günün toplumunda öteden beri giyile gelen giyim-kuşam çeşitleri idi. Nitekim kamîs, izâr, ridâ, cübbe, kulle, nâleyn gibi isimlerle anılan bu kıyafet çeşitleri; İslam öncesinde hanifler, putperestler ve gayr-ı müslimlerce giyilebildiği gibi, İslam'dan sonra da Müslümanlarca giyilmeye devam edilmiş eşyalardır.

Ancak, Rasûlullah’ın kıyafette getirdiği tek istisnai yenilik, baş kıyafetinde kendini göstermektedir. Bu da "sarık"tır. Zira mübarek başlarına; burnus veya kalensüve adı verilen bir külah üzerine sarılmış sarık (‘imame) giyerlerdi.

Üstlerine giyindikleri elbiseleri de ridâ, izâr ve kamîs şeklinde olurdu. Giyindikleri kıyafet -umumiyetle- iki parça olup; üst parçasına ridâ, alt parçasına da izâr denirdi. Kamîs ismi verilen önü kapalı entari gibi uzun gömlek giyinmeyi ise daha fazla tercih ederlerdi. Gerektiği zaman bunların üzerine; cübbe, aba, bürde gibi adlar verilen hırka nevinden bir kıyafet giydikleri de olurdu.

Ayaklarına giydikleri ayakkabı çeşidi ise; nâleyn adı verilen sandal tipi pabuçla, huffeyn denen potin veya mest tipi ayakkabılardır.

Kaynakların verdiği bilgilere göre; Hz. Peygamber (sav)'in bütün giyim eşyaları bu parçalardan meydana geliyordu. Kendilerinin çorap giymedikleri hususunda vesika değerini taşıyan bir kayda rastlayamadığımızı da belirtmeliyiz.

Bu arada, Rasûlullah Efendimiz (sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir. Ancak kendileri iklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır.

Öte yandan, pamuktan yapılmış giyecekler yanında, yünden dokunmuş elbise giydikleri de olmuştur.

Hz. Peygamber (sav), gerek cuma ve bayramlarda, gerek yerli ve yabancı heyetleri kabul ettikleri zamanlarda, resmî kıyafet diyebileceğimiz özel bir kıyafet de kullanmışlardır.

Ebû Said el-Hudrî (ra) anlatıyor:

“Hz. Peygamber, her ne zaman yeni bir elbise giyseler, -ister sarık, ister gömlek, isterse hırka olsun- onun bizzat adını söyleyerek, şöyle dua ve niyazda bulunurlardı:

"Allah'ım, bana bunu giydirdiğin için, sana sonsuz hamdüsenalar olsun. Onun ve onu giyen azanın hayırlı olmasını niyaz ederim. Aynı şekilde, onun ve onu giyen azanın şerrinden de sana sığınırım Allah'ım!" (bk. Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemaili; Bayraktar, İbrahim, Hz. Peygamberin Şemaili)

43 Mekke'den Medine'ye hicret eden Müslümanlarla Medineli Müslümanlar arasında nasıl bir kardeşlik ve dayanışma bağı kurulmuştur?

Allah rızası için her şeyini bırakıp Medine'ye hicret etmiş bulunan Muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar muhabbet ve samimiyetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esirgememişlerdi, esirgemiyorlardı.

Ne var ki, Muhacirler Medine'nin havasına, âdetlerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke'den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getirmemişlerdi. Bu sebeple, Medine'nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı Ensar adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.

Nitekim, Medine'ye hicretten beş ay sonra Resûl-i Ekrem, Ensar ile Muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi de Ensardan olmak üzere doksan Müslümanı kardeş yaptı.

Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî mânevi yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.1

Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli âilelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir âileyi yanına alacaktı. Mallarını onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklârdı.

Resûlullah Efendimiz, rasgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti. Bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Meselâ, Selman-ı Farisî ile Ebu'd-Derdâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus'ab ile Ebû Eyyub Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyât itibarıyla tam bir ahenk vardı.2

Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resulünün muhabbetinden başka her şeylerini geride bırakmış bulunan Muhacirlerin iâşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensardan herbiri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti, îmân ve din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yâni Ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefât edince, Muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.3

Yine, kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir içtimâi yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldu. Medineli herbir Müslüman kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar. Resûlullahın huzuruna çıkarak fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:

"Yâ Resûlallah! Hurmalıklarımızı da Muhacir kardeşlerimizle aramızda bölüştür!"

Ancak, Muhacirler o ana kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Zirâat işlerini pek bilmiyorlardı. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), Muhacirler namına Ensarın bu teklifini kabul etmedi.

Fakat, Medineli Müslümanlar buna da bir çare buldular. Zirâattan anlamayan Muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsul ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu teklife razı oldu.4

Tarih, bir çok göçlere şahid olmuştur. Ama, böylesine mânâlı, böylesine ulvî bir hicreti, dışardan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine canugönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle kucaklaşmayı o ana kadar görmüş değildi. Bir daha da göremeyecektir. Bu samimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu. Öylesine bir kuvvet ki, kısa zamanda bütün Arabistan her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.

Muhacirler, "Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, iâşemizi temin etti." diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, îmânlarından gelen gayrete zıttı. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu.

Bunun en canlı örneği, Sa'd bin Rebi'nin yaptığı teklife "Cennetle Müjdelenen On Sahabî"den biri olan Abdurrahman bin Avf'ın verdiği cevaptır.

Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa'd bin Rebi, Abdurrahman bin Avf'a,

"Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım." demişti.

Büyük Sahabî Abdurrahman bin Avf'ın verdiği cevap yapılan teklif kadar ibretliydi:

"Allah sana malını, hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığımız çarşının yolunu göstermendir."5

Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman bin Avf yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekremin, malının çoğalması ile bereketlenmesi hususundaki duâsına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine'nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:

"Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!"6

Resûl-i Ekrem Efendimizin duâsı bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman bin Avf, sadece bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber "Fîsebilillah" tasadduk etmişti.

Hz. Abdurrahman gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine'de kendilerine göre birer iş bulmuş ve kendi ellerinin emeğiyle saâdet içinde geçinmeye başlamışlardı.

Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini Hz. Ebû Hüreyre'nin ifâdelerinden de anlıyoruz. Bir gün kendisine nasıl olup da, diğer sahabîlerden çok daha fazla hadis rivâyet ettiği sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:

"Medineli Müslümanlar çiftiyle, çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda alışverişle uğraşırken ben, Resûlullahın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip, ezberliyordum. Onun duâsını almıştım."7

Kardeşliğin Müsbet Neticeleri

Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur, faziletli bir cemiyet meydana geldi.

Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi: Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürür, diğerini ise her iki âilenin mâişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine'de bırakırdı. Böylece evleri sahipsiz ve hâmisiz kalmıyordu.

Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakarlık ve feragâtı Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimesiyle ilân edip bu davranışlarını medhetti:

"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."8

Evet, kurulan bu ma'nevi kardeşlik hiç bir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâmın inkişâfa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir.

"Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, İran'ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdid edilmesi hep bu dinî kardeşliğin resaneti [kuvvet] eseridir."9

Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması

Resûl-i Ekrem ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.

Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer elele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki sahabîlere,

"Nebîler ve Resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın."

buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.

Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında şöyle dedi:

"Yâ Resûlallah, sen sahabeleri birbirine kardeş yaptın. Benimle hiçbir kimse arasında kardeşlik kurmadın?"

Peygamber Efendimiz, "Yâ Ali, sen dünyada ve Âhirette benim kardeşimsin." buyurarak gözyaşlarını dindirdi.

Dipnotlar:

1. Tabakât, 1/238; Ravdü'l-Ünf, 2/18
2. Tecrid Tercemesi, 7/76; Buhari, 3/67
3. Bu kardeşliğin mirasa ait hükmü Bedir Gâzâsından sonra inen "...hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar." (Enfal, 8/75) âyetiyle kaldırıldı.
4. Buharî, 3/67
5. Tabakât, 3/125
6. A.g.e., 3/126
7. Tecrid Tercemesi, 7/47
8. Haşr Sûresi, 9
9. Tecrid Tercemesi, 7/77.

44 Hz. Ebu Bekir'in Müslüman olması nasıl olmuştur?

Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf; Cahiliyye Devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş'in kan davalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfı da; Kureyş âilelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesi idi.

Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan dâvete başlamamıştı. Fakat yine de dâvâsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henüz dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri kendisine "Hoş geldin" demek için evine vardılar.

Hz. Ebû Bekir,

"Ben Mekke'de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?" diye sordu.

"Ey Ebû Bekir." dediler. "Büyük iş var! Ebû Talib'in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen'den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et."

Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinatın evine vardı:

"Yâ Ebe'l-Kasım! Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?" diye sordu.

Resûl-i Zişan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir'in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu. Sonra da

"Yâ Ebâ Bekir! Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın Resûlüyüm. İnsanları bir tek olan Allah'a dâvet ediyorum. Sen de şehâdet getir." dedi.

Hz. Ebû Bekir'in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven ve sayan ve o âna kadar mübârek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek bir söz işitmeyen Muhammedü'l-Emîn'den (a.s.m) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emâresi göstermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.1

İslâma davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini Resûlullah Efendimiz onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:

"Ebû Bekir'den başka imâna davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt etti."2

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivâyet şöyle:

"Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir'in Müslüman olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır."

İslâm'la şereflenen Hz. Ebû Bekir'in daha evvel gördüğü bir rü'yâsı da böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke'ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.

Bu rüyâsını o zaman Ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen peygamberin pek yakında Mekke'den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.3

Hazret-i Ebû Bekir, Müslümanlığını izhâr etmekten de çekinmedi.

Müslüman olması Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslüman olan hür erkeklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îmân halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakîm caddede yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habeşî ile, îmân ve İslâm nîmetine erişen ve her biri âdetâ bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu:

Kadınlardan, Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, hür erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kölelerden Hazret-i Zeyd bin Hârise, kölelerden Hazret-i Bilâl-i Habeşî (Radıyallahü Anhüm).

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 1/268; İbni Sa'd, Tabakât, 3/171.
2. İbni Hişâm, Sîre: 1/269; İbn Esir, Üsdü'l-Gâbe: 3/206.
3. Süheyli, Ravdü'l-Ünf: 1/165.

45 Allah Teâlâ'nın ayet indirerek masum olduğunu bildirdiği Hz. Ayşe validemiz hakkında, münafıkların çıkardığı ve tarihe "İfk Hadisesi" diye geçen iftira olayı nasıl olmuştur?

Zâhiren îmân etmiş görünüp, hakikatte îmân etmemiş münâfıklar gürûhu, her zaman her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashabını rahatsız etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarına muvaffak olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı. Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cü'retini bile gösterebiliyorlardı.

İfk hâdisesi, Hz. Âişe (r.a.) Validemize münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy tarafından yapılan iftira hâdisesidir. Hâdise şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Âişe'den (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (a.s.m.) herhangi bir sefere çıkacakları zaman Ezvâc-ı tâhirat arasında Kur'a çeker, kime düşerse onu beraberinde götürürdü.1 Benî Müstalık Gazâsında ise Kur'a Hz. Âişe Validemize çıkmıştı.2

Hâdisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe Validemiz şöyle anlatmıştır:

"Resûlullah ile beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, tesettür âyeti inzâl buyrulduktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik."

"Resûlullah (a.s.m.) Benî Müstalık gazâsından dönüyordu. Medine'ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti."

"Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kazâ-yı hâcet ederek dönüp bindiğim devemin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu farkettim. (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rumân düğün hediyesi olarak takmıştı.) Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki, sefere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Halbuki yolda bana hizmet edenler gelip hevdecimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış."

"Çünkü o zaman kadınlar hafif idi; iri ve ağır vücutlu değillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında, hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemişler. Hem ben, küçük ve zaif bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler."

"Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordugâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmişti. Ben de orada evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünü yanımın üzerine uzandım. Hevdeç'te beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım."

"O sırada gözlerimi uyku bürüdü, uyumuş kalmışım."

"Safvan bin Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için alıp diğer konak yerine götürürdü."

"Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü, bize hicâb âyeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı."

"Safvan, beni görünce şaşırarak 'İnna lillahi ve inna ileyhi racîun [Biz Allah'ın kullarıyız ve muhakkak Ona dönüp varıcıyız]' dedi."

"Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm."

"Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur ne de 'İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn' ifâdesinden başka ondan bir kelime işitmişimdir."

"Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. 'Bin!..' dedi ve kendisi geri çekildi."

"Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için sür'atle ilerlemeye başladı. Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik. Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Safvan'ın, devemin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü."3

Başmünafığın Durumu Değerlendirmesi

Safvan bin Muattal, Hz. Âişe Validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkların başı Abdullah bin Übeyy'le karşılaşmışlardı. Abdullah bin Übeyy, "Bu kimdir?" diye sordu.

"Âişe'dir." dediler.

Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfi şekilde üstüne toplamış bulunan başmünâfık bu masum hâdiseyi diline dolamak istedi. Bu meş'um niyetini hemen orada izhar etti:

"Vallahi" dedi, "ne Âişe, o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam, Âişe'den dolayı kurtulur."

Daha bir sürü alçakça laf etti.4

Ordugâh, başmünâfık Abdullah bin Übeyy bin Selûl'ün yaptığı iftira ile çalkalandı.

İşte, gerçek mânâda bir mü'min ve Müslüman olan, hattâ erkeklik özelliğinden bile mahrum bulunan Safvan bin Muattal da dininin gereği olan bu vazifeyi yapmıştır.5

Ne var ki, kalblerinde hastalık bulunan, dilleriyle îmân ettik deyip, kalben îmân erişmemiş bulunan ve işleri güçleri mü'minleri birbirine düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Âişe Vâlidemize şen'ice iftirada bulunmuştur. Maksadı üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin nazik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.6

Hz. Âişe Söylenenlerden Uzun Müddet Habersizdi

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy'in başlattığı, Hassan bin Sabit, Mistah bin Üsâse, Hamne binti Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münâfıkların tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hâdisesinden Hz. Âişe'nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:

"Medine'ye gelince ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa [humma] tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfk'in iftirâları dolaşıyormuş. Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimdeki iftirâları Resûlullah'la annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı."

"Yalnız hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebî'den (a.s.m.) daha önce hastalandığım zamanımda görmüş olduğum lütuf ve şefkatı bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden 'Hastanız nasıl?' diyor ve bununla iktifâ ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu."7

Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe'nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe'ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde Hz. Resûlullahın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat, bunun sebebinden haberi yoktu.

Hz. Âişe, İftirâyı Nasıl ve Kimden Öğrendi?

Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:

"Aradan yirmi küsûr kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim."

"Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine'nin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı."

"Ben, yine bir gece Mıstah bin Üsâse'nin annesi ile hacet giderme yerimiz olan Menası' tarafına çıkmıştım. Mıstah'ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, 'Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!' diyerek oğluna bedduâ etti."

"Ben, 'Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?' dedim. Sustu, cevap vermedi."

"İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine; 'Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!' diye bedduâ etti."

"Ben, 'Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?' dedim. Yine susup cevap vermedi."

"Üçüncü kere düştü. Yine; 'Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!' diye bedduâ etti."

"Ben yine 'Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun? Bedir Savaşında bulunmuş bir zata sövülür, bedduâ edilir mi?' dedim."

"O, 'Vallahi, ben, ona senin aleyhinde söylediklerinden dolayı bedduâ ediyorum.' dedi.

"O, neler söylemiş?' diye sordum. Bunun üzerine, Mıstah'ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi."

"Vallahi, üzüntümden hacetimi gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki, ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım."8

Hz. Âişe Annesinin Evinde

Hastalığında Hz. Âişe'ye annesi Ümmü Rumân bakıyordu.

Bir gün yine Resûlullah, selâm verip yanına girdi. Hz. Aişe'nin ismini zikretmeden, "Hastanız nasıldır?" diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.

Hz. Âişe der ki:

"Artık kendimi tutamadım, 'Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsâade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?' dedim."

"Resûlullah, 'Gitmende bir mahzur yok.' dedi.

"Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimdeki haberin içyüzünü anlamak istiyordum. Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi."

"Annem, 'Kızcağızım, sen niçin geldin?' diye sordu.

"Anneciğim, halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da siz bana hiçbir şey sızdırmadınız?' dedim."

"Annem 'Kızcağızım, sen kendini hiç üzme. Sıhhatini düşün. Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde bir takım laflar çıkarmasınlar, bu pek nâdirdir.' dedi."

"'Babamın, bundan haberi var mı?' dedim.

"'Evet' dedi.

"'Resûlullahın da haberi var mı?' diye sordum.

"'Evet' dedi.

"Kendimi tutamadım ağladım. Babam, damda Kur'ân okuyordu. Sesimi duyunca, indi.

"Anneme 'Nedir bunun hâli?' diye sordu.

"Annem, 'Hakkındaki dedikodulardan haberi olmuş.' dedi.

"Babamın da gözleri yaşla doldu. O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum."9

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Ashabıyla İstişâresi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftirânın etrafta konuşulduğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, pek dışarı çıkmıyordu. Konu ile ilgili vahyin gelmesi gecikince, ashabıyla konuştu, onların fikirlerini aldı.

Hz. Ömer fikrini şöyle ifade etti:

"Yâ Resûlallah! Hâşâ! Bu büyük bir bühtan ve iftirâdır. Kesinlikle biliyorum ki, bu, münâfıkların yalanlarından birisidir. Allahü Teâlâ, bedeninize sinek kondurmaktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muhafaza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da âileni, böyle kötülüklere bulaşmaktan korumaz?"

Hz. Osman ise görüşünü şöyle açıkladı:

"Yâ Resûlallah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın, yahut yeryüzündeki pislikler üzerine düşmesin diye gölgenizi yere düşürmekten korumaktadır. Böyle gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin âilenizin namusunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?"

Hz. Ali de kanaatini şöyle ifâde etti:

"Yâ Resûlallah! Bir gün bize namaz kıldırıyordun. Namaz içinde iken, ayakkabılarını çıkartmıştınız. Size uyarak biz de çıkartmıştık. Namaz bitince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz; 'Temiz olmadıkları için, onları çıkarmamı bana Cebrâil emretti.' demiştiniz."

"Böyle ayakkabılarına bulaşan pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığından dolayı çıkarmanız size emredildiği hâlde, âilenize, namus kirletecek kötülüklerden bir şey bulaşsın da onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?"10

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu arada, Hz. Âişe Vâlidemizin hizmetçisi Hz. Berire'nin de görüşünü sordu. Hz. Berire:

"Yâ Resûlallah, seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir kadındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi."11

Hz. Zeyneb (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)'in zevceleri arasında güzelliği ve Efendimiz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe Vâlidemizle eşit görür ve zaman zaman rekabet ederdi. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamış, Resûlullah bu hususta onun görüşünü sorunca, şu cevabı vermişti:

"Yâ Resûlallah! Ben işitmediğimi 'işittim' demekten, kulağıma gelmeyeni 'duydum' demekten kulağımı ve görmediğimi 'gördüm' demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum."12

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hitâbesi

Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe'nin böyle bir isnaddan uzak olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak böylesine hâince ve sinsice plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe'ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep olmuştu. Nitekim, mescidde irad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:

"Ey Müslümanlar cemâatı! Âilem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Halbuki, vallahi ben, âilem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. İftiracılar öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki, ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum."13

Peygamberimiz (s.a.v.)'in, Hz. Âişe ile Konuşması

Hz. Aişe'ye iftirâ edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına rağmen, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi. Mescidde ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Selâm verdikten sonra, Hz. Âişe'nin yanına oturdu ve şöyle dedi:

"Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan beri ve uzak tuttuğunu açıklar. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah'tan af dile ve Ona tövbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tövbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur."

Hz. Âişe o andaki durumunu da şöyle anlatır:

"Resûlullah (a.s.m.) sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Öyle ki, göz yaşından bir tek damla bulamıyordum. Hemen babama dönüp, 'Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver.' dedim.

"Babam, 'Vallahi kızım! Resûlullaha (a.s.m.) ne diyeceğimi bilemiyorum.' dedi.

"Sonra anneme döndüm, 'Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver.' dedim.

"O da 'Vallahi, ben de Resûlullaha ne diyeceğimi bilmiyorum.' dedi."14

Baba ve annesi Resûlullaha herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenâb-ı Hakka hamd ve senâda bulunduktan sonra,

"Vallahi," dedi. "Ben anladım ki, siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ, onlara inanmış gibisiniz! Şimdi, ben, size o kötülükten uzağım, desem -ki Allah biliyor, uzağımdır- beni doğrulamazsınız!"

"Farazâ, ben, kötü bir iş yaptım(!) desem -ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım- siz, beni hemen tasdik edersiniz!"

"Vallahi, ben kendim için de sizin için de Yâkub'un (a.s.) oğulları ile olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim, zaman o, '... Artık, bana düşen güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı ancak Allah'tan yardım istenir.'15 demişti."16

Peygamberimiz (s.a.v.)'e Vahyin Gelişi

Henüz Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:

"Resûlullahı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim, vahiy sırasında kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü.

"Resûlullahın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü. Başının altına da deriden bir yastık konuldu.

"Vallahi, ben ne korktum ne de aldırış ettim. Çünkü, o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlanın bana zulmetmeyeceğini biliyordum.

"Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye, korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum."17

Vahiy hâli, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu. Hz. Âişe'ye,

"Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni kesin olarak tebrik etti! Yapılan iftiradan beri ve uzak kıldı." dedi.18

Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp kızı Hz. Âişe'nin başını öptü.

İnen Âyetler

Cenâb-ı Hak, konu ile ilgili olarak Resûlüne indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:

"İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil eder. İftirâ atanların her birinin, o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır."

"O iftirâyı işittiğinizde, mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların, kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi mü'min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek, 'Bu apaçık bir iftirâdır.' demeleri gerekmez miydi?"

"Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit getirmediler; o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir."

"Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu."

"O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek büyük bir günahtır."

"Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır.' demeniz gerekmez miydi?"

"Gerçek mü'minlerseniz, Allah size bir daha böyle bir günaha aslâ dönmemenizi öğüt veriyor. Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.

"Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için dünyada da âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah her şeyi bilir; siz ise bilmezsiniz."

"Eğer üzerinizde Allah'ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı, helâk olup giderdiniz."19

Böylece Cenâb-ı Hak vahiy ile Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftirâdan ibaret olduğunu haber vererek, hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir'in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsâade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.

En Üstün Berâet

Birgün Hz. Abdullah bin Abbas'tan Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili âyetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:

"Yüce Allah, dördü, dört şeyle berâet ettirmiş, yapılan iftirâlardan onları temize çıkarmıştır:

1. Hz. Yûsuf u, Züleyhâ'nın kendi ehlinden getirilen bir şâhidin dili ile berâet ettirmiştir.

2. Hz. Mûsâ'yı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla berâet ettirmiştir.

3. Hz. Meryem'i, kucağındaki oğlunu dile getirip, 'Ben Allah'ın kuluyum.' diye söyletmek sûretiyle temize çıkarmıştır.

4 .Hz. Âişe'yi ise, Yüce Allah, kıyâmete kadar bâkî kalacak kadar i'câzkâr kitabı Kur'ân'daki o azametli âyetlerle berâet ettirmiştir ki, bu derecede belâgatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız ki, bununla diğer berâet ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.

"Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır."20

İftirâcıların Cezaya Çarptırılmaları

Resûl-i Ekrem Efendimiz, konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd etti. Sonra da gelen Kur'ân âyetlerini onlara okudu.

Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin Sâbit ile Hamme binti Cahş'a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak seksener kamçı vuruldu.21

Dipnotlar:

1. Buharî, 3:154.
2. a.g.e.,3:154.
3. Sîre, 3:310-311; Müslim, 8:113-114.
4. Taberî, 18:89.
5. Sîre, 3:311.
6. Ahzab Sûresi, 6:53.
7. Müslim, 8:114.
8. Sîre, 3:311-312; Müslim, 8:114; Tirmizî, 5:332-333.
9. Sîre, 3:311-312; Müslim, 8:115; Tirmizî, 5:332-333.
10. İnsanü'l-Uyûn, 2:624-625.
11. Sîre, 3:313-314; Müslim, 8:115,
12. Müslim, 8:118.
13. Sîre, 3:312; Müslim, 8:115i Tirmizî, 5:332.
14. Müslim, 8:116; Müsned, 6:197.
15. Yusuf Sûresi, 18.
16. Müslim, 8:116.
17. Sîre, 3:315; Müslim, 8:117.
18. Müslim, 8:117; Müsned, 6:197
19. Nûr Sûresi, 11-20.
20. Nesefî, 3:138.
21. Sîre, 3:315; Müsned, 6:35.

46 Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğumu sırasında yanında bulunanlar tarafından müşahede edilen olağanüstülükler nelerdir?

Annesinin Dilinden:

Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne, Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır:

"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyâda karşıma bir zât çıkıp dedi ki:

'Yâ Âmine! Bil ki, sen âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!'"

"Derken doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim? Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı."

"Yanıma bir göz attım. Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez, beni bir nur [denizi] sardı."

"Ve Muhammed dünyaya geldi..."

Aziz anne doğum sonrasını ise şöyle anlatır:

"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım. Secdede, parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim:

'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki mahlûklar Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar.'"

Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."

Aynı gece Hz. Âmine bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.

Şifâ ve Fâtıma Hûtun'un Müşâhedeleri

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avf'ın annesi Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu'l-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı. Ebelik vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:

"Allah'ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: 'Allah'ın rahmeti Onun üzerine olsun.' Maşrık ile mağrib arası nurla doldu. Hattâ Rûm diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, 'Nereye gitti?' diye sordu. 'Doğuya götürdüler' diye cevap verildi."

"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim."1

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.2

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı.3 Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü "Hâtem-i Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.

Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü" ile ilgili olarak şöyle der:

"Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekremin (a.s.m.) yanına götürüp, 
'Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında ıztırabı var.' dedi."

"Resûlullah eliyle başımı sığayıp, bana bereket duâ etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri [yahut keklik yumurtası] gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm."

Hazret-i Ali (r.a.) de Resûl-i Ekremi tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki Peygamberlik Hâteminden belliydi" der.

Dipnotlar:

1. Kastalanî, Mevâhibü'l-Ledünniye, 1/122
2. Kaâdı İyaz, Şifâ, 1/267
3. Rivâyet edildiğine göre ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem de (a.s) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine kaynaklar, peygamberlerden Şit, İdrîs, Nûh, Mûsa, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hûd (Aleyhimüsselâm) Hâzerâtının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.

47 Peygamberimiz (s.a.v.)' risaletinden önce Mekke'de hangi tür dini inançlar bulunmaktaydı?

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,

"Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan başka birşey değildir"1 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ân-ı Kerim'inde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

"De ki: Size hayat veren Allah'tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez."2

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur'ân, şu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

"Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, 'Allah, göndere göndere bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?' demelerinden başka bir şey olmamıştır."3

Peygamberin insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur'ân şu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:

"De ki: Eğer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaşsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik."4

Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu. Kur'ân-ı Kerim, bu gruba da şu âyetiyle işâret ediyor:

"Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diye."5

Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:

"De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir."6

Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

"Bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz..."7

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.

İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim. Beni ağlatan hâdise şu idi:

"Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam."

"Beni güldüren hadiseye gelince:

"Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı? Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim."

Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zira, Kur'ân-ı Kerim'de "Hanif" tabiri Hz. İbrahim için kullanılır:

"İbrahim ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. O, Hanif Müslüman idi."8

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki şahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.9

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meşhur şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.

"Bismike Allahümme" tabirini ilk defa bu şair bulmuştu. Sonra bu tabir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.10

Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur. Efendimiz bir gün terkisinde Şerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye,

"Ümeyye'nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye sordu.

"Evet, biliyorum" cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beğenen Efendimiz, Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:

"Ümeyye Müslüman olmaya yaklaşmıştır."11

Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îmân etmiş, fakat kendisi dalalette kalmıştır."12 buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz meşhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide'dir.

Dipnotlar:

1. Câsiye Sûresi, 24.
2. Câsiye Sûresi, 26.
3. İsrâ Sûresi, 94.
4. İsrâ Sûresi, 95.
5. Yâsin Sûresi, 78.
6. Yâsin Sûresi, 79.
7. Zümer Sûresi, 3.
8. Âl-i İmrân Sûresi, 67.
9. İbn-i Hişâm, Sîre, 1/237-238.
10. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/19.
11. Zebidî, Tecrid Tercemesi: 10/38-39.
12. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/43.

 

48 Peygamberimizin Hz. Aişe’ye tokat atması ve Hz. Zeyneb evliyken onu görüp beğenmesi doğru mudur?

Cevap 1:

Peygamber Efendimizin, Hz. Aişe validemize tokat atması diye bir durum yok. Konunun aslı söyledir:

- Hz. Aişe’den rivayet edilen hadis sahihtir. Burada Hz. Aişe, Resululllah’ın bu hareketlerini garipsediği için arakasına düşmüştür. Zihninde iki ihtimal olabilir.

Birincisi: Hz. Peygamberin bu gece karanlığında, böyle yavaşça evden çıkmasının ilahi bir hikmeti olabilir, düşüncesiyle bunu bilmeyi merak etmiş olabilir.

İkincisi: Bir insan olarak Hz. Aişe, Hz. Peygamberin eşlerinden birinin yanına gitme ihtimalini düşünmüş olabilir.

Hadiste yer alan “Ey Aişe! Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin?” ifadesi, Efendimizin bu ikinci ihtimal üzerinde durduğunu göstermektedir. Ancak asıl konu olan birinci ihtimali de (Cebrail’in kendisini çağırdığını söyleyerek) açıkça beyan etmiştir.

İlgili hadisin meali şöyledir:

Hz. Ayşe validemiz anlatıyor:

"Peygamber (asm), yanımda kalması gereken bir gece geldi ve ridasını çıkardı, ayakkabılarını çıkardı ve onları ayak tarafında bıraktı. İzarının bir ucunu yatağına açtı ve yanı üzere yattı. Fazla zaman geçmeden o benim uyuduğumu sandı, yavaşça ridasını aldı, yavaşça ayakkabılarını giydi, (yavaşça) kapıyı açtı ve çıktı. Sonra kapıyı yavaşça kapattı. Ben de örtümü başımın üzerine saldım, başımı da örttüm. Sonra izarım ile de kapandım. Sonra onun izinden yola koyuldum."

"Nihayet Baki mezarlığına geldi. Uzunca ayakta durdu. Sonra üç defa ellerini kaldırdı, sonra yana saptı, ben de yana saptım. O hızlandı, ben de hızlandım. Koşmaya başladı, ben de koştum. Daha da hızlı koşmaya başladı, ben de daha da hızlandım. Onu geçtim, içeri girdim. Daha henüz uzanmıştım ki o da içeri girdi."

'Ne oluyor ey Ayşe, göğsün inip kalkıyor, karnın da şişmiş bulunuyor.'

'Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü.' dedim ve ben de ona (durumu) bildirdim.

'O benim önümde gördüğüm karartı sen miydin?' dedi. Ben 'Evet.' dedim. Göğsüme vurdu. Sonra şöyle dedi:

'Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin?' Ayşe dedi ki:

'İnsanlar her neyi gizlese Allah onu bilir.' O 'Evet' (diye buyurdu). (Devamla) buyurdu ki:

'O gördüğün vakit Cibril bana geldi, bana seslendi. Sesini senden gizledi. Ben de ona karşılık verdim. Ona verdiğim karşılığı da senden gizledim. Sen buradayken yanına girmezdi. Çünkü elbiselerini çıkarmıştın. Ben senin uyuduğunu sanmıştım. Seni uyandırmak hoşuma gitmedi ve yalnızlıktan korkacağından çekindim. Cebrail bana dedi ki:

"Rabbin sana Baki'dekilere gitmeni onlar için mağfiret dilemeni emrediyor." 

'Peki ey Allah'ın Rasûlü nasıl söyleyeyim?' diye sordum. ​Şöyle buyurdu:

“De ki: ‘Selam size ey müminlerin ve Müslümanların diyarında bulunanlar. Allah bizden önden gidenlere de geriye kalanlara da rahmet buyursun. Bizler de -inşaallah- size elbette yetişeceğiz.’" (Müslim, Cenaiz 103; Ahmed, Müsned, 6/221)

Cevap 2:

Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb ile evlenmesinin bir gerekçesi olarak bazı kaynaklarda yer alan “Hz. Zeyd ile evli iken evinde görüp ondan etkilendiği”ne dair bilgi doğru değildir. Nitekim, İbn Kesir, bazı tefsir ve hadis kaynaklarında yer alan bu bilgilerin doğru olmadığını belirterek bunlara yer vermemiştir. (bk. İbn Kesir, Ahzab, 33/36-37. ayetlerin tefsir)

İbn Aşur’un da belirttiği gibi, Hz. Zeyneb Hz. Peygamberin halasının kızıdır. Kendisi istemediği halde, Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine Hz. Zeyd ile evlenmeyi kabul etmiştir.

“Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 33/36)

mealindeki ayette bu hususa vurgu yapılmıştır.

Hz. Peygamber’in halasının kızı olan Zeyneb’i daha önce görmemesi mümkün değildir. Bu sebeple (soruda işaret edilen) söz konusu kıssaların hiç bir sahih mesnedi, hiçbir sağlam senedi yoktur. Çoğu mesnetsiz yorumlardan ibarettir. (bk. İbn Aşur, Ahzab, 33/36. ayetin tefsiri)

Allah bu evliliğin gerekçesini açıkça şöyle beyan etmiştir:

“Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir.” (Ahzab, 33/37)

Kur’an’da bu gerekçe açıkça ortada iken nübüvvetin şanına yakışmayan kıssalara itibar etmemiz elbette mümkün değildir.

-Şunu da belirtelim ki, dinsizler tarafından en çok konuşulan Hz. Peygamberin, Hz. Zeyneb’le evlenmesi mevzuu, -bize göre- başlı başına bir mucizedir. Çünkü, Arapların soyluluğa çok önem verdiği, kölelere hiç değer vermediği bilinmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m) halasının kızı Zeynebi, -o istemediği halde, sırf Hz. Peygamber(a.s.m)’i kıramadığı için, “evet” dediği- azatlı kölesi Zeyd’le evlendirmesi, Zeyd’in boşamasından sonra kendisinin onunla evlenmesi, özellikle “insanların evlatlık aldıkları kimseyi kendi çocuğu olarak telakki ettiği” bir bölgede bunu yapması, başlı başına bir mucizedir.

Kur’an’ın da işaret ettiği gibi, kendisi böyle bir sahnede yer almayı asla istemediği için, Zeyd’in boşanma isteğini hep geri çevirmiş, sabır tavsiye etmiştir. Üstelik, Kur’an’da onun bu endişesine de işaret edilmiştir.

Bütün bunları alt altta, üst üstte koyun ve insanların en akıllısı, en onurlusu, en hikmetlisi, en şereflisi, en saygını, dostları kadar düşmanları da en çok olan Hz. Muhammed (a.s.m) gibi afif ve nezih bir insanın kendi isteğiyle böyle dostlarını üzen, düşmanlarını sevindiren bir sahnede rol alması düşünülebilir mi?

Ama realite, bu sahnede yer aldığını göstermektedir. Demek ki, bu işler onun isteği dışında, yukarıdan gelen emirlerin bir sonucu olarak cereyan etmiştir. Bu ise, onun hak peygamber olduğunun belgesidir. Tabii ki düşünebilenler için...

49 Peygamberimizin en büyük mucizelerinden olan İsra ve Mirac mucizesi ne zaman ve nasıl vuku bulmuştur?

Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra* ve Mirâc** mucizesi vuku buldu.

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram'dan*** alıp Burak ile Mescid-i Aksâ'ya**** götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkarıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da "imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan" makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.

Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur'ân-ı Azimüşşan'ında bize şöyle haber verir:

"Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir."1

Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mirâc mûcizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi'râc-ı Nebeviye'ye dâir kısmında şöyle der:

"Mi'râc meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc'dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor." (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.514)

Peygamber Efendimizin Mübarek Lisanından İsra ve Mi'rac Mu'cizesi:

İsra ve Mirac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekuta dair sırlarla dolu Rasul-i Kibriya efendimizin muazzam bir mucizesi olduğundan, müteaddid tariklerle güzide sahabiler tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)'den nakledilmiştir… Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre:

Resul-i Kibriya Efendimiz, bir gece Ka'be-i Muazzama'nın Hatim kısmında yatarken Hazret-i Cebrail gelip göğsünü yardı; ve kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habib-i Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril'in (a.s.) refakatında yol aldılar.

Burak, adımını, gözün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibrîl (a.s) ile birlikte Beyt-i Makdis'e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ'da bütün peygamberlere imam olarak namaz kıldırması demek onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.2

Sunulan Üç Bardak

Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında,

"Eğer, suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanâatkar olur. Şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğruyu bulur." diye bir ses işitti.

Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrâil,

"Yâ Muhammed" dedi. "Sen, fitrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz."3

Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görüşme

Beytü'l-Makdis'de yüksek makamlara çıkmak için Mir'ac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrâil (a.s.) ile birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler... Nihâyet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrâil gök kapısını çaldı:

"Kim o?" denildi.
"Cibril'im!"
"Yanındaki kim?"
"Muhammed."
"Ona gelsin diye haber gönderildi mi?"
"Evet, gönderildi."

Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize,

"Hoş geldin, safa geldin, salih peygamber, salih oğul!" dedi.

Peygamber Efendimiz, Cebrâil'e,
"Bu kim?" diye sordu.
Hz. Cebrâil şu cevabı verdi:

"Bu senin baban Âdem'dir. Şu sağındaki, solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik, solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar."4

Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsâ (a.s.) ile karşılaştı.

Hz. Cebrâil, "Bu gördüklerin Yahya ve İsâ'dır. Onlara selâm ver." dedi.

Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize,

"Hoş geldin, safa geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş." dediler.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Cebrâil ile birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrâhim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine "hoş geldin"de bulundular ve mirâcını tebrik ettiler.

Sidre-i Müntehâ'da

Cebrâil (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yükseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriyâ'nın karşısına Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.

Cebrâil (a.s.),

"İşte, bu Sidre-i Müntehâ'dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım." dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Müntehâ'dan dört nehirin aktığını gördü.

Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrâil'i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de kendilerine Risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke'nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz daha sonra yanında Cebrâil (a.s.) olmadığı halde "imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işâret olunan" makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zü'l-Celâlin sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.

Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o anı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selâm.

Aldı olşâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den götürdü vü gitdi hemân

Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ
Ne mekân var anda, ne arz ü semâ

Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal

Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb

Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı, "Yâ Muhammed, gel berü"

Çün kamusını görüp geçdi öte
Vardı irişdi ol ulu Hazret'e

Şeş cihetten ol münezzeh Zü'l-Celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl

Zâten ol sultân-ı mâzâgâ'l-basar
Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar

Âşikâre gördü Rabbü'l-izzeti
Âhirette öyle görür ümmeti

Bî-hurûf ü lafz ü savt ol pâdişah
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.

Beş Vakit Namazın Farz Kılınışı:

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde bir çok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifatlara mazhar kılındı. Erkân-ı îmâniyenin hakikatlarını göz ile gördü; melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zü'l-Celâl'i müşâhede etti.

Ayrıca bu gecede her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi.Cenâb-ı Hak, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı. Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musâ'ya uğrayınca o,

"Allah Taâla, ümmetine neyi farz kıldı?" diye sordu.Peygamber Efendimiz,
"50 vakit namazı farz kıldı" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun! Ümmetin, buna takat getiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem dönüp Cenâb-ı Hakka yalvardı. Allah Teâla, 10 vakit namazı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Musâ'nın yanına döndü,
"Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Cenâb-ı Hakka döndü ve niyazda bulundu. Allah Taâla 10 vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa'nın yanına geldi ve
"Allah, 10 vakit daha indirdi" dedi
.Hz. Mûsa yine,
"Rabbine dön ve niyazda bulun! Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.

Hz. Resûlullah, yine döndü ve yüce Allah'a niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu.

10 vakte indirilince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı:

"Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez" dedi.

Resûl-i Kibriyâ, yine dönüp yüce Mevlâ'sına niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

"Yâ Muhammed, Benim katımda, hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde 5 vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder."

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa,

"Neyle emrolundun?" diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.),
"Her gün beş vakit namazla emrolundum" dedi.
Hz. Mûsa,

"Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrâiloğullarını çok tecrübe ettim, bilirim. Sen, dön de biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et" dedi.

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Rabbime çok niyâz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim"(Sîre, 2/50) dedi.

Böylece, 5 vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından Mirâc gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.

Dipnotlar:

* İsrâ: Gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.

** Mi'râc: Yükseğe çıkmak mânâsında olan "uruç"tan alınmış bir isimdir ve merdiven demektir. Bu itibarla Mi'râc, Resûl-ü Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor. Mi'râc'ı anlatan hadislerde Peygamber Efendimizin "urice bi (yükseğe çıkarıldım) tâbiri sebebiyle bu mu'cize Mi'râc adıyla anılmıştır.

***Mescid-i Haram: Mekke mescididir ki, Kâbe-i Muazzamanın etrafında ve Kâbe'yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübârek sahaya Harem-i Şerif de denilir. Harem denilmesi, bu sahaya hürmet göstemenin vâcib olması sebebiyledir.

****Mescid-i Aksâ: Kudüs mescididir. Diğer bir adı Beyt-i Makdis'tir. Yeryüzünde ilk defa Kâbe, ondan sonra Mescid-i Aksâ bina kılınmıştır. Mescid-i Haram'dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.

1. İsra Sûresi, 1.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 525.
3. İbni Hişâm, Sîre: 2/38

4. Müslim: 1/102 "Sultan-ı mâ zağa'l-basar" gözü gördüğünden şaşmayan sultan demek. Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm aynı hakikatı ifade ediyor. "Göz ne şaştı, ne de başka birşeye baktı." (Necm: 53/17)

50 Peygamberimiz'in (s.a.v.) oğlu İbrahim ne zaman vefat etmiştir? İbrahim'in vefatında güneşin tutulması konusu nasıl olmuştur?

Hicretin 10. senesi, Rebiülevvel ayının onuncu günü, Salı.

Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı âdeta bir şefkat ve sevgi deryâsıydı.

Hz. Hatice'den dünyaya gelen iki oğlu Kasım ve Abdullah'ı henüz Mekke'de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Abdullah isimli çocuğuna Peygamberimizin "Tayyib" ve "Tahir" lakapları verdiği nakledilir. Bazı kaynaklarda Tahir ve Tayyib isimleri Peygamberimizin diğer erkek çocuklarına ait olduğu söyleniyorsa da kabul edilmemiştir.

Onların ebedî âleme göçü ile mübarek kalbleri oldukça teessür duymuştu. Fakat, Hz. Mâriye'den sevgili oğlu İbrahim'in dünyaya gelişi onu bir derece teselli ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.

Evet, şefkat "rahmet-i İlâhiyye'nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerindendir." Şefkatin en şirini de evlâda karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenab-ı Hakk'ın, anne-babaya muvakketen teslim edilmiş bir emânetidir.

İşte, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, her emânet gibi, bu emânete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.

Hz. İbrahim on altı ayına henüz ayak basmıştı. Bu sırada Peygamber Efendimiz onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.

Peygamber Efendimiz, hasta yatan nur topu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışlar göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu âdeta ifade etmek istiyordu.

Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak,

"Allah'ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim!"

buyurdu. Az sonra Hz. İbrahim fani dünyaya gözlerini yumdu.

Bu esnada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Hz. Abdurrahman bin Avf, "Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı men etmemiş miydiniz?" deyince, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdular:

"Ey ibni Avf? Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan şu iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan. Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibârettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!"1

Peygamber Efendimiz yukarıdaki dersinden sonra da göz yaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:

"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!"2

Bir erkek evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:

"Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve İnnâ ileyhi râciûn"'3

Teçhiz ve tekfininden sonra, en mûtenâ ve mübârek eller üzerinde Hz. İbrahim, Baki' mezarlığına götürüldü. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) orada cenaze namazını kıldırdı.

Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kabirde bir delik gördü. Kabir kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti. Kabiri kazan,

"Yâ Resûlallah! O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!" deyince, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:

"Evet, o ölüye fayda da vermez zarar da. Ancak, dirinin gözüne zarar verir, rahatsız eder. Allah kul bir iş yapınca onu mükemmel yapmasını ister."4

Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Server-i Kâinat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (a.s.m.), mübarek elleriyle göz yaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Müslümanları İkazı

Hz. İbrahim'in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk bunun, onun vefâtıyla ilgili olduğunu sanarak, "İbrahim'in ölümü sebebiyle güneş tutuldu." dedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerife vardı ve Allah'a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirama şu dersi verdi:

"Ey insanlar! Biliniz ki, güneş ve ay; Allah'ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere gidiniz. Onlar açılıncaya kadar da Allah'a duâ ediniz, namaz kılınız!"5

Hz. İbrahim'in ölümü ile Peygamber Efendimizin çocuklarından sadece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binâen oğullarından değil, kızından devam edeceğinin bir ifadesiydi. Böylece;

"Muhammed, hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncusudur."6

âyet-i kerimesinin işârî mânâsı da anlaşılmış oluyordu:

"Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işâreti gaybiyeyi fehmeder ki; Peygamberin (a.s.m.) evlâdı zükûru [erkek çocukları], rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız 'Rical' tâbirinin ifâdesiyle nisânın [kadınların] pederi olduğunu işâret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd, Hz. Fâtıma'nın (r.a.) nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nuranî silsilenin bedri münevveri, Şemsi Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar."7

Dipnotlar:

1. Tabakât, 1:138.
2. Tabakât, 1:138-139; Müslim, 4:1808.
3. Belâzurî, Ensab, 1:452.
4. Tabakât, 1:142.
5. Tabakât, 1:142; Müslim, 2:630.
6. Ahzab Sûresi, 40.
7. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 384.

51 Hz. Ali'nin Müslüman oluşu nasıl gerçekleşmiştir, henüz çocuk olduğu için ailesinin buna tepkisi nasıl olmuştur?

Hazret-i Hatice'nin tereddütsüz îmân edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimizin, İslâma dâvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hazret-i Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimizi Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince,

"Nedir bu?" diye sordu. Resûl-i Ekrem,

"Ey Ali, bu Allah'ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah'a îmân etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza'ya tapmaktan sakındırırım." dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:

"Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir şey bu. Babam Ebû Talib'e danışmadan bir şey diyemem."

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz davasını açıkça ilân etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali'yi ikaz etti:

"Ey Ali!" dedi. "Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye bir şey söyleme!"1

Hazret-i Ali, bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek,

"Allah, beni yaratırken Ebû Talib'e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım." dedi ve Müslüman oldu.

Müslüman olan ilk çocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında bulunuyordu.2

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir. Ama bir davanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte Allah Resûlü, Hazret-i Ali'ye gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikazında bulunmakla kâinatta da câri olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını gözönünde bulundurarak dâvasını yayma Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

Îmân safında yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali'yi, Resûl-i Ekremin evlatlık edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd'in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifâ ediyorlardı.

Hazret-i Ali, zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte Kâbe'ye gider, orada namaz kılarlardı.

Afif-i Kindî, alışveriş maksadıyla geldiği Mekke'de, henüz îmân etmediği bir zamanda Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Hatice ve Hz. Ali'yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hâllerinden gıbta ile bahsederek şöyle demiştir:

"Ben, o zaman imân edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim."

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağmen, müşrikler onların Kâbe'de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda, vadilerde edâ etmeyi daha uygun buldular.

Annesi ile Babası Hazreti Hz. Ali'nin Peşinde

Resûl-i Ekremi bir gölge gibi takip edip, yalnız bırakmayan Hazret-i Ali'nin bu hâli, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına,

"Dikkat et, oğlun Muhammed'le çok dolaşıyormuş, sakın ona bir şeyler olmasın." dedi.

Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali'nin arkalarından gitti. onları Mekke'nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat'a,

"Ey kardeşimin oğlu!" dedi. "Bu din, ne dindir?"

Peygamber Efendimiz,

"Ey amca! Doğru yola dâvet edeceklerimin ve bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah'a îmân et." diye teklifte bulundu.

Bir an düşünceye dalan Ebû Talib, sonunda şöyle dedi:

"Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah'a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın bir şeyi sana eriştiremez." diye konuştu.

Sonra da oğlu Ali'ye döndü ve

"Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?" diye sordu.

Hz. Ali,

"Babacığım," dedi, "ben, Allah'a ve Onun Resûlüne îmân, onun Allah'tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım."

Bunun üzerine Ebû Talib,

"Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!"3

diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali'yi sevindirdi. Sonra da oradan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Talib'e, hanımı Fâtıma Hâtun telaş ve şiddetle,

"Nerede oğlun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed'le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?" diye sordu.

Ebû Talib,

"Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer." diyerek telaş ve endişeye mahal olmadığını ifâde etti. Sonra da, "Eğer nefsim, Abdülmüttalib'in dinini bırakmak hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed'e tabi olurdum. Çünkü, o halîmdir, emîndir, tâhirdir."4 dedi.

Dipnotlar:

1. İbni Kesir, Sîre: 1/428.
2. İbni Hişâm, Sîre, 1/262.
3. İbni Hişâm, Sîre, 1/264.
4. İbni Hişâm, Sîre, 1/264; İbn-i Sa'd, Tabakât, 8/18; Taberî, 2/214.

52 Peygamberimiz (s.a.v.)'in vefat edeceği gün neler olmuştur?

Pazartesi Günü

Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği pazartesi günü. Rebiülevvel ayının on ikisi. Böyle bir pazartesi gününde mübârek gözlerini dünyaya açmıştı.

Bu günde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez, yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerife teşrif etti.

O sırada ashab-ı kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir'in arkasında sabah namazını kılıyorlardı. Kâinatın Efendisi bu nurânî manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu.

Kendileri de Hz. Ebû Bekir'e uyarak namazını edâ etti. Resûl-i Kibriyâ Efendimizi, aralarında mütebessim bir sîma ile gören sahabîler "bütün bütün sıhhat buldu" düşüncesiyle son derece sevindiler.1

Peygamber Efendimiz Hücre-i Saadetlerinde

Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir'e uyup ashabının arasında kılarak onları sevince garkeden Fahr-i Kâinat Efendimiz, namazın edâsından sonra yine Hücre-i Saadetine döndü. Yataklarına yattılar.

Bu arada kumandan Hz. Üsâme son defa kendisiyle vedâlaşmak üzere geldi. Resûl-i Ekrem,

"Allah'ın bereketi ile artık hareket et!"

buyurdu.2 Emri alan kumandan .Hz. Üsâme bin Zeyd doğruca ordugâha gidip mücahidlere hareket emrini verdi.

Hz. Ebû Bekir'in İzin İsteyip, Sünh'taki Evine Gidişi

Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip, "Yâ Resûlallah! Allah'a hamdolsun! Onun lütuf ve keremiyle sağ salim sabaha çıktınız! Müsâade buyurursanız, Sünh'taki evime gideyim." dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Olur!.." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh'taki evine gitti.3

Müslümanlara ve Ev Halkına Son Seslenişi

Son gün, pazartesi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in mübârek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:

"Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor! Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsınız! Zira ben, ancak Allah'ın Kitabı Kur'an'ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!"

"Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben, sizi Allah'ın gazabından kurtaramam!"4

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hz. Fâtıma'ya Söyledikleri

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekremin hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin evlâd sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evlâdı.

Hz. Fâtımatü'z-Zehrâ, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygamber Efendimize en çok benzeyen evlâdı idi.

Resûl-i Ekrem hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zerâfet timsali Hz. Fâtıma'yı yanına çağırdı. Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.

Hz. Fâtıma'yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.

Peygamber Efendimiz, sonra bu güzide kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma birden gülümseyip sevinmeye başladı.

O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca Hz. Fâtıma şu cevabı verir:

"Önce bana, pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi. Bunun için ağladım. Sonra da 'Âilem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın.' deyince de sevindim."5

Ve Artık Son Anlar

Rebiülevvel ayının on ikisi, pazartesi günü.

Güneş, batıya doğru kayıyordu.

Peygamber Efendimizin mübârek başları, Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah'ı zikretmekle meşguldü: "Allah'ım! Beni, Refik-i A'lâ'ya* ulaştır." duâsını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetine irşadda bulunmaktan geri durmuyordu:

"Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza dikkat ve devam ediniz!"6 diyordu.

Bu hazin manzara orada bulunan Hz. Fâtıma'nın yüreğini âdeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bağrına bastı: "Vay! Babamın çektiği ıztıraba." diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Bugünden sonra baban hiçbir zaman ızdırap çekmeyecektir." buyurdu ve ilâve etti:

"Kızım! Sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Raciûn' de."7

Hz. Cebrâil ile Hz. Azrail'in Birlikte Gelişleri

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu fani dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu. Bu esnada, Hz. Cebrâil Hz. Azrail ile birlikte geldi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hâl ve hatırını sordu. Sonra,

"Ölüm meleği Azrail içeri girmek için izin ister." dedi. 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz müsâade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önünde oturdu,

"Yâ Resûlallah! Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım." dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Cebrâil'e baktı. O da,

"Yâ Resûlallah, Mele-i A'lâ seni beklemektedir." dedi.

Bunun üzerine Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz,

"Yâ Azrail! Gel, memuriyetini yerine getir."8 buyurdu.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Rabbine Kavuşması

Mübârek başları Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübârek yüzlerine sürdü. Mübârek dudaklarından "Lâ ilâhe İllallah" cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. "Allah'ım! Refik-i Alâ" cümlesini tekrarlaya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refik-i Alâ'ya yükseldi.9

Tarih: Hicretin 11. senesi, Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü. Milâdî 8 Haziran 632.

Dipnotlar:

1. Sîre, 4:302; Müsned, 3:196.
2. Tabakât, 2:191.
3. Sîre, 4:304; Tabakât, 2:191.
4. Sîre, 4:303-304; Tabakât, 2:256; Taberî, 3:196.
5. Tabakât, 2:247; Buharî, 3:92; Müslim, 4:1904.

* Refik-i A'lâ; en yüksek makamlarda bulunan peygamberler cemaati demektir.

6. Tabakât, 2:254; Müsned, 1:78.
7. Tabakât, 2:312.
8. A.g.e., 2:259; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:550.
9. Tabakât, 2:229; Müsned, 4:89; Buharî, 3:96; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:475.

53 Efendimizin (asm) neden gölgesi yoktu ve neden üzerine sinek konmazdı?..

Hasais dediğimiz sadece Peygamber Efendimize (asm) has özellikler vardır. Sineklerin Onu rahatsız etmemesi (Kadı Iyaz, Şifa, 1/67), gölgesinin yere düşmemesi de (Şifa, 1/68) ona has özelliklerden sayılmıştır.

Süleyman Çelebi Mevlid'inde "Nur ayandır, nurun olmaz gölgesi." diyerek bu konuya dikkat çekmiştir.

Peygamberimiz (asm), nur üstüne nur olduğundan dolayı, gölgesinin bazen yere düşmediği söylenebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m) hasaisi / ayrıcalıklı özellikleri nelerdir?

54 Medine'de ne kadar Yahudi kabilesi bulunmakta idi ve bu Yahudilerin Müslümanlara karşı tavırları nasıldı?

Medine'de üç Yahudî kabilesi vardı: Beni Kurayza, Beni Nadr ve Benî Kaynuka. İçlerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cüretkâr olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu bakımdan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudî kabileleri gibi Peygamber Efendimizle anlaşmaları vardı:

Müslümanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla beraber Medine'yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi.

Müslümanların Bedir Harbinden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları Medine'deki Yahudîlerin endişelerini büsbütün arttırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) ile aralarında sulh anlaşması bulunmasına rağmen, gizliden gizliye bozgunculuk ve kışkırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muâmelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri Peygamberimiz (s.a.v.)'i hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı.

Ancak onlar, gözle görülür bir tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle işbirliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat bu anlaşmayı bozmuş oluyorlardı.

55 Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcası Ebu Talib'le birlikte Şam yolculuğu nasıl gerçekleşmiştir ve bu yolculuk sırasında rahib Bahira'nın Peygamberimiz (s.a.v.) üzerinde ne gibi müşahedeleri olmuştur?

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) on iki yaşına girmişti.

Akranları arasında artık farklı beden ve sîmâya sahipti. Sîmâsı etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.

Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için de ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş'in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam'a gitmeyi kararlaştırdı.

Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gözleri önünde cereyan ediyordu. Hâliyle çok sevdiği amcası kendisinden bir müddet ayrılacaktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de aziz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmisi Ebû Tâlip böyle bir seyahata çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nazik ve latif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?

Ebu Talib gibi, ev halkı da Kainat Efendisinin başına yolda bir şeylerin gelmesinden korktukları için, bu seyahata katılmasını istemiyorlardı... Ancak O, amcasıyla birlikte gitmeyi candan arzuluyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:

"Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam."

Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlip, en katı yürekliler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifâdeler karşısında Ebû Tâlip derhal kararını değiştirdi. Kâinatın Efendisi de amcasıyla birlikte gidecekti.

Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Hazırlıklar tamamlandı ve amcasıyla birlikte ticâret kervanına katıldı.

Kervan, çölleri aşa aşa Busra'ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında (Şam'ın 90 km. güneyinde, Eski Şam da denilen) suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

Rahip Bahîra'nın Müşahede ve Tesbiti

Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sıra bir râhip yaşıyordu: Bahîra.1 Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her râhip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelmiş geçmiş bütün râhipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.2

Kureyş'in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de râhibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki, daha önceki senelerde oraya gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürpriz ile yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.

Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru bu idi.

Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şâhid olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü. Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti.

Bu garipliği gören râhib Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi. Mekkelilere şu haberi gönderdi:

"Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, Bu ziyafetime, büyüğünüz, küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum."

Bahîra'nın bu garip tavrı yemeğe gelen Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular:

"Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bambaşka bir hâl var. Biz sana her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle birşey yaptığın vâki değil. Sendeki bu hâl nedir?"

Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:

"Evet, gerçekten doğru söylediniz, ama ne de olsa sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek istedim. Buyurun yiyiniz!"

Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir tek kişi eksikti: Bahîra'nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş itibariyle en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.

Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:

"İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"

Cevap verdiler:

"Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk."

Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan son peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi.

Kureyşli tüccarlar Bahîra'nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler. Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra'nın gözleri bütün dikkat ve hayretleriyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.

Bahîra, aradığını bulmuştu. Maksadına erişmişti. Zira, bütün dikkatiyle süzmekte olduğu Nur Çocuğun her hali ve her hareketi yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpa tıp uyuyordu.
Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (s.a.v.)'in kulağına eğildi ve

"Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver."
Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi.
"Lât ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem."
Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti.
"O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver."
Peygamber Efendimiz,
"İstediğini sor." buyurdu.

Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra'yı hayretler içinde bırakıyordu. Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.

Artık Bahîra'da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.

Rahib Bahîra ile Ebû Tâlip Başbaşa

Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:

"Bu çocuk senin neyin olur?"
"Oğlumdur."
"Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım."
"Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir."
"Peki, babasına ne oldu?"
"Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti."
"Evet, doğru konuştun."

Bahira'ca, artık her şey apaçık ve kesindi. Sonunda, Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:

"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür."3

Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke'ye geri döndü.4

Dipnotlar:

1. Bahîra'nın asıl adı Circis veya Sercis'dir. Avrupalı tarihçiler, "Serciyus" derler. Kendisi bir Yahudî âlimi iken, sonraları Hıristiyanlığı kabul etmiştir. (Sîre, 1/191, dipnot: 1.)
2. Sîre, 1/191.
3. a.g.e., 1/191-194; Tabakât, 1/153-155; Ensab, 1/96-98; Taberî, 1/194-195.
4. Sîre, 1/194; Tabakât, 1/155; Ensab 1/97.

56 Hz. Muhammed kızı Fatma'yı neden diğer halifelere vermedi de Hz Ali'ye verdi?

Evvela, Hz. Muhammed (asm)’in kızı Hz. Fatıma’yı, bahsettiğiniz zatlara yaşlarından dolayı vermediğine dair elimizde sağlam bir bilgi yoktur.

Kaldı ki, Hz. Peygamber (a.s.m), kızı Rukiyye’yi kendisinden yaşça oldukça büyük olan Hz. Osman’la evlendirmiş, Bedir zaferi sırasında vefat etmiştir. Hz. Peygamber (a.s.m), bunun üzerine Ümmü Gülsüm adındaki kızını da yine Hz. Osman ile evlendirmiştir.

Bu tarihî gerçekler, Hz. Peygamber (a.s.m)’in kızlarını evlendirirken, kriter olarak kullandığı iddia edilen yaş faktörünün asılsız olduğunu göstermektedir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, evlilik konusu da -diğer konular gibi- ilahî takdir ile tayin edilmiştir. Peygamberler dahil hiç kimse kaderin bu takdirine muhalif bir iş yapamaz. Bu takdirin hikmetlerinden biri de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Hz. Peygambere (asm) birer kayınpeder olarak tayin edilmiş olmalarıdır. Hem kayınbaba olmak hem de damat olmak, o günkü çevrede de çok hoş karşılanmayan bir husustur. Dört halifeden ilk ikisinin kayınbaba, son ikisinin damat olmaları bu kaderî hikmetlerin birer tezahürüdür. 

Mesela, Allah Âl-i beyt silsilesinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın neslinden devam etmesini ön görmesi, çok hikmetli, çok yönlü, çok manalı, sosyal ve manevi hayatın tanzimine yönelik olabilir.

Tarihin gösterdiği bir çok hadisenin şehadetiyle, dinî ve ilmî şahsiyetleri yanında, kıyamete kadar devam eden İslam dinin ana damarını teşkil eden Ehl-i sünnetin rehberleri olan ehl-i beytin başı olmaları itibariyle Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın birlikteliği kadar bu göreve layık ve uygun kimse yoktur.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu değerlendirmesi de konumuza ışık tutmaktadır:

"Hazret-i Ali'ye (ra) iki cihetle bakılmak gerektir.

Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından.

İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır."

"Al-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (ra) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (ra) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler."

"İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (rsa) şahs-ı manevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (asm) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (ra) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikatı teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (ra) neslidir." (bk. Lem'alar, s. 23)

İşte bu hakikatleri ve hikmetleri Allah’ın izniyle bilen Peygamber Efendimiz (asm), kızı Fatıma ile Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in evlilik isteklerinin nazikane ve nezihane ifadeleriyle uygun olmayacağını buyurmuştur.

Hz. Peygamber (a.s.m), Hz. Aişe (r.anha)’nin Allah tarafından kendisine eş olarak verildiğini rüyasında gördükten sonra, bu işe önem vermeye başlamıştır. İslam dininin ikinci kaynağı olan hadis rivayeti konusundaki konumu, onun Efendimize (asm) zevce olarak neden seçildiğini de göstermektedir.

Ayrıca, o zaman evlilikte bu yaş faktörü daha önemsiz kabul ediliyordu. Bu gün bile, birçok kadın, huzur ve refahını düşündüğü -kendisinden yaşça çok büyük- yaşlılarla evlenmekte bir sakınca görmemektedir.

Tabii ki, genel kural olarak eşler arasında fazla yaşın bulunmaması belki de ailenin huzuru açısından daha uygundur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Ayşe validemiz, Peygamber Efendimizle evlendiğinde kaç yaşındaydı?

Peygamber Efendimizin çok evliliği ve evinin ezvac-ı tahirat okulu olması?

57 İnkıta-ı vahiy denilen vahyin bir ara kesilmesi Peygamberimiz (s.a.v.) üzerinde ne gibi bir etki yapmıştır?

Resûlullah Efendimiz, ilk vahyin gelmesinden çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi:

İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşeri aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdetâ dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.1

Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.

Dünya, "Dârü'l-Hikmet" olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz.

Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:

1) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.

2) Ruh-u Ahmed'in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.

3) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin etmek.2

- Vahyin tekrar gelmeye başlamasını Peygamberimiz (s.a.v.) nasıl anlatmaktadır?

Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:

"Bir gün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra'da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz.' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:

"Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah'ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur."3

"Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi."4

Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.

Dipnotlar:

1. Tecrid Tercemesi, 1/13.
2. Abdüllâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s.m.), s. 89.
3. Müddessir Sûresi, 1-5.
4. Buharî, 1/7; Müslim, 1/98; Müsned, (h. 2846); Tirmizî, 5/592.

58 Zemzem suyu kuyusunun tarihi hakkında bilgi verir misiniz?

Abdülmuttalib'in Rüyası

Peygamberimizin Dedesinin alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş'in reisliği makamına getirip oturtmuştu.

Sıcak bir yaz günü idi… Kâbe'nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi:

"Kalk, Tayyibe'yi kaz!" Sordu:
"Tayyibe nedir?"
Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe'yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi.

Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:

"Kalk, Berre'yi kaz."
Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:
"Berre nedir?"
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.

Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine,

"Kalk, Mednûne'yi kaz." dedi.
Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama
"Mednûne nedir?" diye sordu.
Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib'in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığım elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:

"Zemzem'i kaz!" Abdülmuttalib,
"Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır."1

Uyanan Abdülmuttalib'in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, artık Zemzem'in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Abdülmuttalib'in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem'in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris'i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"

Abdülmuttalib ve Kureyş İleri Gelenleri

Abdülmuttalib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e,

"Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et." dediler. Abdülmuttalib,

"Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."

Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib'in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu hâliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve,

"Yemin ederim ki, Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim."2 dedi.

Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.

Şam'a Gidiş

Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hâyli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam'da oturan Sa'd bin Hüzeym.

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam'a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam'a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib'in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter." diyerek red cevabı verdiler.

Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.

Abdülmuttalib'in Su Aramaya Çıkması

Fakat her şeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.

Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:

"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."

Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.

Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib'e dönerek,

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem'i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."

Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke'ye hep beraber döndüler.3

Mekke'ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris'le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem'i ortaya çıkardı.

Kıymetli Mallar İçin Kur'a Çektiler

Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem'i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib'e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib'in başına dikildiler.

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."

Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce,

"Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu. "Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur'a çekelim."

Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur'ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular. Abdülmuttalib, kur'ada takip edilecek usûlü anlattı:

"İki kur'a Kâbe için, iki kur'a benim için, iki kur'a da sizin için çekeriz. Kur'ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır."

Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib'in bu davranışını takdir ettiler:

"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın."

Kâbe'nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur'a çektiler. Kur'a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe'ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib'e düştü. Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı. 

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe'nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe'yi altınla süsleyenlerden oldu.

Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib'in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı.

Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/150-151.
2. Sîre, 1/160; Tabakât, 1/88; Taberî, 1/128.
3. Sîre, 1/152-158; Tabakât, 1/84.

59 Medineliler Peygamberimiz'i (s.a.v.) nasıl karşılamışlardır ve ilk olarak Peygamberimiz (s.a.v.) kimin evine konuk olmuştur?

Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.

Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.

Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:

.

"Veda yokuşundan doğdu dolunay bize,
Allah'a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes'ud halimize,
Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,
İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize."1

Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.

Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, "Hoş geldin" diyorlardı:

"Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!
Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!"
2

Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz (s.a.v.) tevazu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ'nın üstünde yoluna devam ediyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, "Yâ Resûlallah, bize buyurun" diyordu. Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, "Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur." diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.

Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.

Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.

Dikkatler Kasvâ'nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu. O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize "hoşâmedi" ediyorlardı:

"Biz Neccaroğulları kızlarıyız. Muhammed'in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur."3

Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve

"Beni seviyor musunuz?" diye sordu. Hep bir ağızdan,

"Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah." dediler. Kâinatın Efendisi ise,

"Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum." buyurdu.

Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:

"Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum."

Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Eyyûb'un Evinde

Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, "İnşallah menzilimiz burasıdır." buyurarak indi.

Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.

Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.

Peygamber Efendimiz etrafını saranlara,

"Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?" diye sordu. Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:

"Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı." diyerek gösterdi. Sonra da, "Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım." dedi ve Kasvâ'nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de,

"Kişi bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur." buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî'ye, "Git, bizi kabul için yer hazırla!" diye emretti.4

Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es'ad bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ'yı alıp kendi evine götürdü.

Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, "Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah'ın bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz." dedi.5

Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib oluyordu.

Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine'ye teşrifiyle vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi. Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatır:

"Resûlullah (a.s.m.) Medine'ye gelince, Medinelilerin onun gelişine sevindikleri kadar, hiçbir şeye öylesine sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, 'İşte Resûlullah geldi. İşte Muhammed (a.s.m.) geldi' diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim."6

O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise, şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:

"Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine'ye girdiği günden daha güzel, parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim."7

Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:

"Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk.

'Anam, babam, sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise alt katta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım.'

dedim. Resûlullah,

'Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasibdir.' dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk."

O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık."8

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu.

"Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta, bu nasıl olur?" diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.

Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar. Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine, "Aşâğısı bana daha uygundur." dedi. Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve "Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.9

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazı evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî'nin evine yerleşen Fâhr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akşam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.

Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi. Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini görmeyince feryâd ederek yanına gitti,

"Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Sen akşam yemeğini niçin geri çevirdin?" dedi. Resûlullah,

"O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben arkadaşım Cebrâil'i rahatsız etmek istemem." buyurdu ve ilâve etti: "İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar." Bunun üzerine Ebû Eyyûb,

"Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?" diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım."10 buyurdu. Ebû Eyyûb Hazretleri de,

"Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam." dedi.11

Mu'cizeli Bir Yemek Ziyafeti

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî'nin evinde kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.

Peygamber Efendimiz ona, "Git, Ensârın eşrafından bana otuz kişi çağır!" diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler. Sonra yine fermân etti: "Altmış kişi daha çağır!"
Hz. Ebû Eyyûb altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler. Efendimiz sonra tekrar, "Yetmiş kişi daha çağır!" diye ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.
Hz. Ebû Eyyûb der ki: "Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu'cize karşısında İslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam yediler."12

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu'cizeli bir yemek ziyâfeti idi. Berekete dâir olan bu mu'cizeler gösteriyor ki,

"Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm'in sevgili me'murudur; pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor."13

Dipnotlar:

1. İnsanü'l-Uyun, 2/58
2. Müslim, 8/236; Taberî, 2/248
3. İbn-i Mâce, Sünen, 2/612
4. Tabakât, 1/235; Buhari, 2/335
5. Tabakât, 1/236; Buhari, 2/335
6. Tabakât, 1/234; Buhari, 2/337
7. Tabakât, 1/234
8. Sîre, 2/143-144
9. Müslim, 6/127
10. Sîre, 2/144
11. Müslim, 6/126-127
12. Kadı Iyaz, Şifa, I. 563
13. Nursi, Mektubat, 123.

60 Ramazan orucunun farz kılınması, sadaka-i fıtrın vâcib kılınması, zekâtın farz kılınması ne zaman olmuştur?

Ramazan Orucunun Farz Kılınması

Ramazan orucu, Kıble'nin Kâbe tarafına çevrilişinden bir ay sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)in Medine'ye hicretinin 18. ayının başlarında, Şaban ayında farz kılındı. Bu hususta indirilen âyetlerde meâlen şöyle buyruldu:

"Ey îmân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı - tâ ki günahtan sakınıp takvâya eresiniz. O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidâyet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir. Kim bu aya erişirse orucunu tutsun. Bu ayda hasta olan veya yolda bulunan, tutamadığı günler kadar, başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Tâ ki güçlük çekmeden oruç günlerinizi tamamlayın, sizi doğru yola iletmesinden dolayı Allah'ı tekbir ve tâzim edin - böylece Onun nimetlerine şükretmiş olursunuz."1

Ramazan orucu, İslâm dininin beş şartından biridir.

İbni Ömer (r.a.), Resûlullah Efendimizin bu hususta şöyle buyurduğunu bildirir:

"İslâm beş şey üzerine kuruldu:
1.Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Onun Resûlü olduğuna şehadet getirmek,
2.Namaz kılmak,
3.Zekât vermek,
4.Haccetmek,
5. Ramazan orucunu tutmak"
2

Sadaka-i Fıtrın Vâcib Kılınması

Bu senenin Ramazan ayının sonlarına doğru sadaka-ı fıtr vermek vâcib oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, küçük büyük, hür köle, erkek kadın her zengin Müslüman için kuru hurmadan bir sa' (1040 dirhem)* veya arpadan bir sa' veya kuru üzümden bir sa' veya buğdaydan bir müd (yarım sa') fıtır sadakası ayrılıp, bunun bayram namazından önce yoksullara verilmesini emretti.

Zekâtın Farz Kılınması

Zekât, Hicretin ikinci yılında Ramazan orucunun farz kılınmasından ve fıtır sadakasının vâcip kılınışından sonra farz kılındı.

Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp, lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâli bir ibâdettir.

Zekât, İslâm dininin beş temel esasından biridir. Kur'ân-ı Kerim'le (Nur, 56; Müzemmil, 20; Hac, 78; Bakara, 110) emredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir.

Bir hâdis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Her gün, her sabah iki melek inip birisi: 'Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek, malını Allah rızası için harcayana, harcadığının yerine yenisini ver' der. Diğeri de: 'Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkana da malını telef et' der!"3

İlk Ramazan Bayramı namazının kılınması ne zaman olmuştur?

Şevvâl hilâli görülüp, sabahleyin güneş yükselince, Resûl-i Ekrem Efendimiz oruçlarını açmalarını ve bayram namazına çıkmalarını Müslümanlara emretti. Sonra da onlarla birlikte bayram namazı kılmak üzere namazgâha çıktı. Hutbeden önce, ezânsız ve kametsiz olarak cemâatle bayram namazı kılındı.

Nebiy-yi Muhterem Efendimiz Medine'ye teşrif buyurdukları zaman, Medinelilerin iki mahallî bayramı vardı. Peygamber Efendimiz onlara şöyle buyuyrdu:

 "Allah Resûlü size onlardan daha hayırlı olmak üzere Fıtır [Ramazan] ve Kurban Bayramı günlerini verdi."4

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bayram namazlarını namazgâhta kılardı. Medine'nin namazgâhı, şehrin şark kapısı üzerindeydi. Peygamber Efendimiz, bayram namazı kılmak üzere namazgâha yürüyerek giderdi. Bayram namazına bir yoldan gider, başka bir yoldan dönerdi. Ramazan Bayram namazına çıkmadan önce bir şeyler yerlerdi. Ekseriya bunlar, bir kaç hurma olurdu.

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi, 183-185
2. Buharî, 1/11
* Bir dirhem 3 gramdır.
3. Buharî, 2/120.
4. Müsned, 3/103.

61 Allah'ın emri üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hz. Zeynep binti Cahş ile evlenmesi nasıl olmuştur? Bu evliliğin hikmeti nedir?

Hicretin 5. Senesi, Zilkâde Ayı.

Hz. Zeynep binti Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme binti Abdülmuttalib'in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.1

Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri hâlde, sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep'i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu. Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek, "Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak istiyorum." dedi.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in cevaben, "Zevceni tut, boşama! Allah'tan kork." buyurdu.2

Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep'in yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için boşadı.

Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.

Hz. Zeynep'in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet) dolmuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gün Hz. Âişe Validemizle oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

"Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladık tâ ki evlâtlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir."

"Allah'ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur. Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür."3

Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gülümsedi, "Allah'ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep'e, kim gidip müjdeler?" buyurdu.

Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep'i zevceliğe alması için Peygamberimiz (s.a.v.)'e emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep'i zevceliğe almıştır. Âyet-i kerimedeki "Biz onu sana zevce yaptık" beyanı, bu nikâhın bir akdi semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahiri muâmelelerin üstünde sırf Allah'ın emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah'ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

Bu Evliliğin Mühim Bir Hikmeti

Cenâb-ı Hakkın emriyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer'i hükmü olduğu gibi, bütün mü'minleri ilgilendiren bir hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin: "Tâ ki, evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü'minler üzerine günah olmasın." meâlindeki kısmında beyan buyurulmuştur.

Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık, öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre, evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı.

İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine uyarak, Hz. Zeynep'i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü'minler için de vebâl ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.

Münafıkların Dedikoduları

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Zeynep'le evlenince, her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesatı çıkarmaya can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp, "Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd'in boşadığı karısıyla evlendi." diyerek yaygaraya başladılar.4 Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle cevap veriyordu.5

"Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncudur. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir."6

Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşeri şahsiyetleri itibariyle değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur'ân-ı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, meâlini aldığımız son âyet-i kerime ile mânen şöyle demektedir:

"Peygamber rahmeti İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz Onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyeti insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere 'oğlum' dese, ahkâmı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!"7

Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsni niyetten ne kadar uzak ve maksadı hareket ettikleri, elbette ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü'minlerin gözünden kaçmaz.

Düğün Ziyafeti ve Bir Mu'cîze

Evliliklerinde ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeynep'le evlendiği gün, Enes bin Mâlik'in annesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde, ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep'e kâfi gelebilecek kadardı.

Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren "Hâdimi Nebevî" ünvaniyle şöhret bulan Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:

"Nebî (a.s.m.) götürdüğümü kabul etti ve 'Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi (r.a.) çağır.' diye emretti. Bu arada daha birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini çağırdım.

"Bu sefer, 'Bak, Mescid'de kim varsa, onları da çağır.' dedi. Öyle yaptım. Mescid'e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, 'Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz.' dedim."

"Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, 'Mescid'de kimse kalmadı mı?' diye sordu. 'Hayır!..' dedim.
​Bu sefer, 'Bak, yolda kim varsa, onları da çağır.' dedi.
"Çağırdım. Odalar da doldu. 'Gelmeyen kimse kaldı mı?' diye sordular.
"Hayır, yâ Resûlallah!" dedim.
"'Haydi çanağı getir.' buyurdu

"Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, 'Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin.' buyurdu.

"Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.

"Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri hâlde çanaktaki hurma getirdiğim gibi duruyordu.

"Resûlullah bana, 'Ey Enes! Kaldır.' diye emretti.

"Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hâdiseyi olduğu gibi anlattım. Annem de bana,

'Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı.' dedi."8

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dini, dâveti ve risaleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ ediyoruz:

"Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!" Âmin...

Dipnotlar:

1. Tabakât, 8:101.
2. A.g.e., 8:101; Tirmizî, Sünen, 5:354; ibn-i Kesir, Tefsir, 3:491.
3. Ahzab Sûresi, 37-38.
4. Cahiliyye Devrinin bu evlâd edinme âdeti Kur'ân-ı Kerîmin şu mealdeki âyet-i kelimeleriyle ortadan kaldırılmıştır. '... Allah evlâtlıklarınızı, oğullarınız hükmünde kılmamıştır. Bunlar sizin ağızlarınızdaki mânâsız bir sözden ibarettir. Allah ise hakkı bildiriyor ve kullarını doğru yola iletiyor.
"Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kasten yaptıklarınızdan mes'ulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Ahzab, 33/4-5.)
5. Tirmizî, Sünen, 5:352.
6. Ahzab Sûresi, 40.
7. Mektûbat, s. 28-29.
8. Müslim, 2:1051.

62 Azılı İslâm düşmanı Ebû Leheb'in ölümü nasıl olmuştur?

Ebû Leheb, Bedir'e katılmamış ve yerine Âsî bin Hişâm'ı göndererek Mekke'de kalmıştı.

Kureyş ordusu, İslâm ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke'ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan bin Hâris'i yanına çağırarak, "Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat?" dedi.

Ebû Süfyan bin Hâris,

"Vallahi" dedi, "biz o cemaâtle karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvarî ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!"

O sırada Hz. Abbas'ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Rafi' de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi', "Vallahi, o gördüğün süvâriler, melekler idi." deyince Ebû Leheb hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.

Ümmü Fadl, gayrete geldi, "Biçâre köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun." diyerek bir çadır direği ile Ebû Leheb'in başını yardı.

Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.

Hemen sonra da Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.

Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.

Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, "Yazıklar olsun size, babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramaktan utanıyor musunuz?" diye sordu.

Onlar, "Biz, onun hastalığından korkuyoruz" deyince adam, "Haydi gelin ben size yardım edeyim" dedi birlikte gittiler. Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi. Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke'nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.1

1. Tabakât, 4/74; Taberî, 2/288.

63 "Euzu billahi mineşşeytanirracim" sözünü Peygamberimiz söylemiş midir?

Peygamberimiz (asm) "Euzu Besmeleyi" hem namazda, hem de namaz dışında elbette okumuştur. İbn-i Munzir şöyle demiştir:

Peygamberimiz (asm) namazda kıraatten önce "Euzu billahimineşşeydanirracim" demiştir. (Neylü'l-Evtar, II, 196)

Bu konuda Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

“Şayet sana şeytandan bir kışkırtma (şeytani bir dürtü) gelecek olursa, hemen Allah’a sığın.” (Fussilet, 41/36.) Yani, “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racim” de.

Bununla beraber, Müminün suresindeki şu ayetlerle de Allah’a sığınmak yerinde olur:

“Rabbi euzü bike min hemezeti’ş-Şeyatin ve euzü bike Rabbi en yahdurun.” 

Yani;  “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (Müminun, 23/97-98.)

Kur'an'a ilk önce uyan ve sadece diliyle değil hayatıyla da Kuran'ı okuyan Peygamber Efendimiz (asm), bu ayetlerde geçen ifadeleri, hayatın her safhasında yerine getirmiş ve ümmetine de tavsiye etmiştir.

64 Peygamber Efendimize, hicret eden akrabalarının helal olmasını nasıl anlamalıyız?

Bazı olayların, yanlış yönlendirmeyle farklı anlaşılmasına çalışanlar olabilir. Olayların gerçek yüzü anlaşılmalı ki, böyle iddiaların asılsız birer iftira olduğu ortaya çıksın.

- Peygamber Efendimizin (asm) amcası Ebû Tâlib'in kızı, dolayısıyla Hz. Ali'nin kız kardeşi olan Ümmü Hâni'nin kocası, azılı müşriklerden Hübeyre adında biriydi. Mekke fethedildiği zaman, birçok kâfir Müslüman olduğu hâlde, bu adam Müslüman olmadı ve firar etti. İşte o gün Ümmü Hâni imânını açığa vurdu ve İslâm ile şereflendi. Peygamber Efendimiz (asm) Ümmü Hâni'ye evlenme teklif etti. Birçok Müslüman hanımın can attığı bu teklifi Ümmü Hâni kabul etmedi ve şöyle dedi: Ben seni İslâm'dan önce de severdim. Hele şimdi Müslüman olduktan sonra nasıl sevmem? Biliyorsun benim çocuklarım var. Onların seni rahatsız etmelerinden korkarım. Koca hakkı çok büyük bir şeydir. Seninle meşgul olurken çocuklarımı, çocuklarımla meşgul olurken de seni ihmal edebilirim. (İbn  Sa'd, Tabakât, VIII, 152)

Nitekim Ümmü Hani, Ahzab Suresi 50. Ayet nazil olunca şöyle demiştir:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni istemişti. Kendisine özür beyan ettim, özrümü kabul etti. Sonra Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi:

 "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin zevcelerini ve Allah'ın sana ganimet (olarak nasib) ettiklerinden sağ elinin mâlik olduğu kadınları, seninle beraber (Medine'ye) hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını, teyzenin kızlarını, bir de eğer mümin bir kadın kendisini Peygamber'e bağışlayıp da eğer Peygamber de nikâhla almak isterse, onu (fakat bu sonuncusunu) diğer müminlere değil, yalınız sana has olmak üzere senin için helal kıldık..." (Ahzab, 33/50).

Ümmü Hâni (radıyallahu anhâ) devamla der ki: Bu âyet üzerine (kendi kendime): 'Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a helâl kılınmadım, çünkü hicret etmedim, ben Fetih günü hürriyeti bağışlananlardanım.' dedim." [Tirmizî, Tefsir, Ahzâb (3211)].

- Bugün -ortaya koyduğu İslam dininin üstün ve evrensel prensiplerinin ve şahsi kemalatının eşsizliğinin şahadetiyle- bütün dünyaca en akıllı ve ahlaklı bir zat olarak kabul edilen Hz. Muhammed (a.s.m)’in bir intikam (bu da ne ise!) duygusu uğruna Allah’a iftira edebileceğini aklına sıkıştıranın zerre kadar şuuru olabilir mi?

- Kırk yönden mucize olan Kur’an’ın ve binden fazla elinde zuhur eden hissi mucizelerin şahadetiyle, peygamber olduğu güneş gibi ortada olan Hz. Muhammed (a.s.m)’in şahsına toz kondurmaya çalışan akıl fukarası, zavallı bir kısım ayaktakımı serserilerin hezeyanlarını kale almak bile akla ziyandır.

- Şairin dediği gibi deriz ki:

“Zuhurun, bisetin, nurun yeterken sıdkına burhan,
Seni inkâr eden elbet mecnundur yâ Resulellah!”

- Ahzab 50. ayetinde söz konusu olan evlilik hususunda, Allah’ın peygamberine -bazı hikmetler için- özel olarak geniş bir serbestiyet, bir hareket alanı tanımasıdır. Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamberliğine inanmayan inkârcıların bilgisiz ve de insafsız kısmının, onun -haşa- “nefsinin arzularını gözeten, kendi menfaati için çalışan” bir insan olduğunu düşünmelerini anlamak mümkündür. Fakat, Hz. Muhammed (a.s.m)’in Allah’ın elçisi olduğuna -binlerce delile dayanarak- iman edenlere göre, Kur’an’ın A’dan Z’ye bütün kelimeleri Allah’ın sözü ve kelamıdır. Onlar Allah’ın bazı icraatlarının hikmetini bilmeseler bile iman şuuru içerisinde teslimiyetle karşılarlar.

- Bununla beraber, bu konunun işlendiği 50-51. ayetin hemen ardından surenin 52. ayetinde -meal olarak- yer alan “Bundan sonra hoşuna gitse de hiçbir kadınla evlenemezsin.” ifadesi, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun ayrı bir kanıtıdır. Çünkü önceki ayetlerin hükmünün nesh edip ortadan kaldıran bu ayete göre, Hz. Muhammed (a.s.m) bütün hanımlarını boşasa veya hepsi de ölse bile, bundan sonra asla evlenemeyecektir. Oysa, diğer Müslümanlar için böyle bir şey söz konusu değildir. Yani burada, Hz. Muhammed (a.s.m)’in durumu daraltılıyor, fakat diğer Müslümanların durumu daha geniş tutuluyor. Şimdi 50. ayetin hükmünü görüp de 52. ayetin hükmünü görmemek, irfan ve insaf ölçülerine bağdaşmadığı ortadadır.

- Şunu da belirtelim ki, Surenin 52. ayetinde peygamberimiz (a.s.m)'in cariyelerle evlenmesinin serbest bırakılması, İslam dininin kölelik kurumuna karşı yürüttüğü kampanyanın bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu, onların da birer insan olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak ve aristokratların kafasında yer alan üstünlük vehmini kırmaya yöneliktir. Özellikle o günkü Arap dünyasında, insan yerine konulmayan cariyelere bu değerin verilmesi, Allah’ın -âdeta- “Benim elçim bundan böyle hanımefendilerle asla evlenemeyecek, fakat köle olan cariyelerle evlenebilir.” hükmünü vermesi, insaf sahipleri yanında insanlık çehresini aklayan bir zirve noktadır.

- Allah aşkına söyler misiniz; herkesin mışıl mışıl uyuduğu bir sırada geceleri kalkıp namaz kılmayı bir görev bilen ve bunun Allah tarafından -ümmetine değil yalnız kendisine- farz kıldığını söyleyen ve hayatı boyunca bu gece teheccüd namazlarını asla terk etmeyen Hz. Muhammed (a.s.m)’in bu işte -inkârcıların bakış açısına göre- ne menfaati vardır? Bu konuyu, yukarıdaki evlilik konusuyla karşılaştıran her basiret sahibi, bu hükümlerin sahibi Hz. Muhammed (a.s.m) değil, Allah olduğunu bilir.

- Özetle: Daha yirmi beş yaşındayken kırk yaşında olan Hz. Hatice anamızla evlenen, -çok evliliğin revaçta olduğu bir çevrede olmasına rağmen- bu tek evliliği eşinin ölümüne kadar sürdüren, ikinci evliliğini bu ölümden sonra ancak elli üç yaşındayken gerçekleştiren, bir bakıma daha çok genç bir yaşındayken peygamberliğinin ilk yıllarında kendisine istediği kızı / kızlarını vereceklerini taahhüt eden kureyşin ileri gelenlerinin bu tekliflerine karşılık “Güneş'i sağ elime, Ay'ı  sol elime koysanız, bu davadan -ölünceye dek- vazgeçmem.” diyerek davasındaki samimiyetini gösteren, hatta bunu samimiyetin ötesinde zorunlu ve sorumluluğu olan bir görev telakki eden, çocukluğundan beri hayatı boyunca iffetin zirvesinde en güvenilir insan olarak kabul gören ve Mekke’de “Muhammed el-Emin = Emin / güvenilir kimse olan Muhammed” unvanıyla -lekesiz şahsiyeti- parmakla gösterilen, ümmî / okuma yazması olmadığı halde, Kur’an gibi beşer üstü, hârika, yüz binlerce Arap şair ve edibi on beş asır boyunca cihan-şümul meydan okuyuşu karşısında teslim-i silah ettiği mucizevî bir kitapla ortaya çıkan ve bu kitabın kendi eseri olmadığını ısrarla vurgulayan ve Kur’an’ın insanüstü sonsuz bir ilmi yansıtan yönüyle, onun Allah kelamı olduğunu ispat eden Hz. Muhammed (a.s.m)’in bu gibi peygamberlik belgelerini görmeyip, Kur’an’ı -haşa yüz bin defa haşa- onun uydurduğunu söyleyen, insan değil hayvan da olamaz.

- Ahzab suresi 52. ayetin gelişinden sonra ayete uygun olarak Hz. Peygamber (asm) hiçbir eşini boşamamıştır. Peygamber eşlerine ayrılma ya da peygamber eşi olarak kalma muhayyerliği verilmiş ve istisnasız hepsi Hz. Peygamber'le kalmayı tercih etmişlerdir. Hz. Peygamber (asm) bu ayetten sonra da başka bir kadınla evlilik yapmamıştır, cariye de edinmemiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ahzab suresi 50 - 51 ve 52. ayetler hakkında açıklama.

Aynı ayetlere göre, Peygamberimizin evlenmek istediği her kadın ona helal mi olmuş oluyor?

65 Peygamberimiz'in anne ve babası ehli cennet midirler?

İslâm âlimleri ittifakla şu hususu belirtmişlerdir.

"Hazret-i İbrâhim'den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekremi (a.s.m.) netice veren nûrânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nûruna lâkayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûp olmamışlardı. Hiçbirinin temiz gönlü şirk ve küfür ile kirlenmemiştir."1

Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in baba ve annesinin îmânları meselesi üzerinde duralım.

Birbirine yakın izahlarla birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in muhterem peder ve vâlidelerinin âhirette necât ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır.

Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:

1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefât etmişlerdir. Dolayısıyla Fetret Devrinde yaşamışlardır ve "Ehl-i Fetret"ten sayılırlar. Fetret Devrinde vefât edenlere ise azap yoktur.

Bir gün, birisi büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî'ye,

"Peygamberimiz (s.a.v.)'in baba ve annesi cehennemde midir?" diye sorar.

Münevî Hazretleri hiddetle,

"Resûl-i Ekremin peder ve vâlidesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur." cevabını verir.2

Kendisine bir peygamberin dâveti ulaşmayan kimsenin âhirette azap görmeyeceği âyet ve hadislerle sabittir.3 Peygamber Efendimizin peder ve vâlidelerine de geçmiş peygamberlerden hiçbirinin dâvetinin ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, onlar da necât ehlidirler ve âhirette azap görmeyeceklerdir.

2) Resûl-i Ekrem'in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sabit değildir. Bilakis, onlar, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel ve benzerleri gibi büyük babaları İbrâhim'den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden "Hanif"lerdendirler.

3) Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, "Ben mütemâdiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahminden nakloluna geldim"4 hadis-i şerifidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de müşrikler "necis kimseler" olarak vasıflandırılmışlardır.5 Temizlik ile pislik, îmân ile şirk, mü'min ile müşrik arasında tezad bulunduğuna göre, yukarda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekremin ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vacip olur.6

Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:

"Resûl-i Ekreme (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken, parlak Nübüvvet ve Risâlet Güneşi henüz doğmadan apaçık nûru sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nûrundan mahrum farzetmek, hem edebe hem mantığa muvafık değildir. Hususiyle, Resûl-i Ekremin muhterem anne ve babasının hayatları, Cahiliyye Devrinde geçmiştir. Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrâk etmemişlerdir."

Öyle ise, bu hususta mü'minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:

"Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peder ve vâlideleri ehl-i necâttır ve ehl-i cennettir ve ehl-i îmândır. Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez."7

Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:

"İki cihân güneşi, bürc-i saâdette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi?"

"Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar gavvâsa,
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?"

[İki dünyanın güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saâdet burcunda iken, Cenâb-ı Hak, anne babasına nasıl şeref vermez ki?
Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak; inciyi alır da sadefini hiç yabana atar mı?] 

Dipnotlar:

1. Mektubat s.397; Tecrid Tercemesi, 4/537.
2. Tecrid Tercemesi, 4/539.
3. İsrâ Sûresi, 15.
4. Kaâdı İyaz, 1/183.
5. Tevbe Sûresi, 28.
6. Tecrid Tercemesi, 4/546.
7. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.398.

66 Müşriklerin, Müslümanları yıldırmak için uyguladıkları boykotun maddeleri nelerdi ve boykot nasıl kaldırıldı?

Bi'setin 7. senesi (Milâdi: 617).

Bu tarihe kadar İslâm’ın inkişâfına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı. Üstelik İslâmiyet, daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslâm’ın nuru Mekke dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu.

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâm’ın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü.

Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevk ediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu.

Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâm’ın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.

Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lazım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayri müslim olsun, Haşimoğullarından tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.

İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tesbit ettiler:

1) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.
2) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.
3) Haşim ve Muttaliboğullarına hiçbir şey satılmayacak.
4) Haşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey satın alınmayacak.
1

Bu antlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and içtiler.2

Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı. Ebu Leheb hariç, Mekke'nin kuzey tarafında bulunan Şi'b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi) denilen yere topluca taşındılar.3

Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı. Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mevsiminde dışarı çıkıp alışverişte bulunmalarına sözde müsâade ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.

Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke'ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve

"Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst tarafını ben öderim!"

diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu.

Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryatlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryatlardan âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir.

Boykota uğrayanlar dışardan fazla bir şey alamadıklarından, haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.

Bununla birlikte, Müslümanların bu hâline acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice'nin kardeşi oğlu Hakim bin Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi'b'deki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.

Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice'ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil'e tesadüf etti. Ebû Cehil, ona,

"Sen, Haşimoğullarına yiyecek götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke'de açıklayıp seni rezil ederim." dedi.

O sırada Ebü'l Bahteri yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil'i muâheze ederek,

"Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir." diye konuştu.

Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebü'l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü'l Bahteri, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.

Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere müşriklerden habersiz Şi'b'de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü.

Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar.

Şi'b'de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı.

Bütün bunlar niçin yapılıyordu?

Tek bir şey için: Peygamberimiz (s.a.v.) Hazret-i Muhammed'i (a.s.m.) teslim almak.

Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta Ebû Talib, herhangi bir su-i kasda ma'ruz kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimiz (s.a.v.)i yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu.

Bi'setin yedince senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslâm’ın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslâm’ı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.

Boykot Kaldırılıyor

Boykot uygulamasının 3. senesiydi... Cenâb-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları mâlum sahifeye bir kurt musallat ettî ve durumu vahiy ile Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemediği sadece "Bismike Allahümme (Allah'ım senin isminle başlarım)" yazısı kalmıştı.

Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Talib'e anlattı. Bunun üzerine Ebû Talib gidip müşriklere şu teklifte bulundu:

"Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah sizin Kâbe'de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla münasebeti kesme ve iftirâ gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir."

"Kâbe'ye gidip sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer -hâşâ- yalan söylemişse, ben onu size teslim edeceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz."4

Kâbe'ye giden müşrikler Ebû Talib'in anlattıklarının aynısını gözleriyle gördüler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Peygamber Efendimizin bir mu'cizesi olarak kabul etmediler ve "bu da bir sihirdir" diyerek nûra gözlerini kapadılar.

Bununla birlikte bu hâdise boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır bir kaç kişi de ortaya çıkınca, bi'setin 10. yılı, Milâdî 619 senesinde, Kureyş'in hudut tanımaz inad ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Anlaşmanın feshedildiği halka duyuruldu ve boykot kararlarının yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.

Böylece müşrikler, "vazgeçilmez bir karar" olarak vasıflandırdıkları zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.

Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke'nin fethine geldikleri sırada, Minâ'dan Mekke'ye ineceği zaman,

"Ertesi günü inşallah varacağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yapmışlardı."5

diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı.4

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 1/375; İbni Sa'd, Tabakât, 1/208-209; Belâzurî, Ensab, 1/229-230; Taberî, 2/225.
2. İbni Hişâm, Sîre: 1/375; İbni Sa'd, Tabakât: 1/209; Belâzurî, Ensab: 1/230.
3. İbni Hişâm, Sîre: 1/375; İbni Sa'd, Tabakât: 1/209; Taberî, Tarih: 2/225.
4. İbni Hişâm, Sîre, 1/16-17; İbni Sa'd, Tabakât, 1/209-210.
5. Buharî: 3/62.

67 Müslümanları namaza davet için ezanın tesbiti nasıl olmuştur, ezanın şeklini kim belirlemiştir?

Hicretin 1. senesi. Milâdî 622.

Mekke'de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyor, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla orada namaza açıktan dâvet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.

Ancak, Medine'de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifâ ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzu bahis değildi.

Mescid-i Nebevî inşâ edilmişti. Fakat, Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyor, vakit girince namazlarını edâ ediyorlardı.1

Resûl-i Ekrem bir gün Ashab-ı Kirâmı toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit etmeleri gerektiği hususunda istişâre etti. Sahabîlerin bazıları, Hristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahûdiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp, yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiç birini beğenmedi.2

O sırada Hz. Ömer söz aldı:

"Yâ Resûlallah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?" diye sordu.

Resûl-i Ekrem o anda Hz. Ömer'in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl'e, "Kalk yâ Bîlâl, namaz için seslen." diye emretti.

Bunun üzerine Hz. Bilal bir müddet Medine sokaklarında, "Esselâ, Esselâ (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)" diye seslenerek, Müslümanları namaza çağırmaya başladı.3

Abdullah Bin Zeyd'in Rüyâsı

Aradan fazla bir zaman geçmeden ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bugünkü ezân şekli kendisine öğretildi.

Hazret-i Abdullah sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyâsını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, "İnşallah bu gerçek bir rüyâdır." buyurarak dâvetin bu şeklini tasvip etti.4

Hz. Abdullah, Resûl-i Ekremin emriyle ezan şeklini Hz. Bilâl'e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sadasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:

"Allahü ekber, Allahü ekber!
Allahü ekber, Allahü ekber!"

"Eşhedü enlâilâhe illallah!
Eşhedü en lâilâhe illallah!"

"Eşhedü enne Muhammede'r-resûlullah!
Eşhedü enne Muhammede'r-resûlullah!"

"Hayye âle's-salâh, Hayye âle's-salâh!
Hayye âle'l felâh, Hayye âle'l felâh!"

"Allahü ekber, Allahü ekber!
Lâilâhe illallah!"

Hz. Ömer de Aynı Rüyâyı Görüyor

Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Durumu öğrenince, "Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm." dedi.

Biraz sonra birkaç kişi daha geldi, aynı rüyâyı gördüklerini söylediler. Peygamberimiz (s.a.v.) birkaç kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah'a hamd etti.5

İslâmın ne derece fitrî ve nezih bir din olduğunu, bu dâvet şeklinin tesbitinden de anlıyoruz. Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede? Yeryüzünde "tevhid" ulvî hakikatını ilân eden, Resûl-i Ekremin Peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îmân esaslarının tamamını halka duyuran mânâ ve kudsiyet dolu "ezan" şekli nerede?

"Hukuk-u Şahsiyye (şahsi hukuk)" ve "hukuk-u umumiyye (umumî hukuk)" adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer'î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı şahıslarla ilgilidir, ferdîdir. Diğer kısmı umuma bakar, umûmîdir. Onlara "Şeâir-i İslâmiyye" tâbir edilir.Şeâir-i İslâmiyyenin en büyüklerinden biri de işte bu hicretin birinci senesinde meşru kılınan ve "şehâdetleri dinin temeli" olan ezândır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin "Şeâir-i İslâmiyye" ile ilgili çok mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. Mektûbât isimli eserinin 29. Mektubunda şöyle açıklanır:

"Mesâil-i Şeriâttan bir kısmına 'Taabbüdî' denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir."

"Bir kısmına 'Mâkulü'l-Mânâ' tâbir edilir. Yani; bir hikmet ve maslahat var ki, o hükmün teşrîine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü; hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhîdir."Şeâirin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de; 'Şeâirin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir' denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki, o maslahatlar ise, çok hikmetlerden bir fâidesi olabilir."

"İslâmın mühim bir şeâiri olan ezânla ilgili olarak da şunlar söylenir: "Meselâ biri dese: 'Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır, şu halde bir tüfek atmak kâfidir.' Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkât-ı kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkâtı olan ilân-ı tevhid ve Rububiyyet-i İlâhiyeye karşı izhâr-ı ubudiyyete vasıta olan ezânın yerini nasıl tutacak?"

"Elhâsıl: Cehennem lüzûmsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle 'Yaşasın Cehennem' der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister."

Dipnotlar:

1. Sîre, 2/154; Buharî, 1/114
2. Buharî, 2/3; Ebû Davud, 1/134
3. Buharî, 1/114
4. Sîre, 2/155; Müsned, 4/43
5. Sîre, 2/155; Ebû Davud, 1/117.

68 Hayber'in fethi nasıl gerçekleşmiştir?

Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)

Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).

Resûl-i Ekrem Efendimiz'le olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi hâline getirmişlerdi.

Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz (s.a.v.) ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.

Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz (s.a.v.) şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.

Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı -ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı- henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.

Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.

İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.

Medine'den hareket

Hayber Gazâsına çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ashabına hazırlanmalarını emretti.

Bu arada korkularından Hudeybiye seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz'ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber'de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu. "Hayber'e biz de sizinle gidelim." diyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:

"Allah yolunda, İ'la-yı Kelimetullah uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir. Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir."1

Bunu, Medine'nin içinde bütün halka da ilân etti.

Hz. Resûlullahın bu emri bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakkın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hattâ böyle bir şeye niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir. Zaten, İslâm'da harbin ulvî ve nuranî gayesi de: İ'la-yı kelimetullahtır.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları 200'ü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.2 Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimiz'le (a.s.m.) birlikte Medine'den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz Hayber'de bulunduğu sırada içlerinde meşhur Ebû Hureyre'nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslümanla Habeşistan'dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm ordusuna katılacaklardır.

Ayrıca Medine'den hareket eden İslâm ordusunda Resûl-i Ekrem'in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.3

Peygamber Efendimiz, Medine'de yerine Gıfarlı Siba' bin Urfutat'ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.

Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış mücahidler pürşevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir bin Ekva' o andaki heyecan ve sadakatını şu şiiriyle dile getiriyordu:

"Allah'ım! Sen hidâyet etmeseydin, biz doğru yolu bulamazdık.
"Zekât veremezdik.
"Namaz kılamazdık.
"Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca.
"Sen, kalblerimize sekînet indir!
"Çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebât ver!"
4

Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir bin Ekva' olduğunu öğrenince de, "Allah ona rahmet etsin." buyurdu.5

Mücahidler bir an durakladılar. Zira, bu duâ Âmir'in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.

"O, Ne Sağırdır Ne Gâib"

Mücahidler tekbirlerle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadalarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe İllallahu V'allahu Ekber!" diyerek tekbir getirdiler.

Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

"Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah'a dua ediyorsunuz."

Evet, duâ ettiğimiz Allah ne sağırdır ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır:

"And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız."7

Kalbimizin en gizli hatırasını bilen yalnız O'dur. Bildiği için de arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:

"Allah'ım! İstikbal endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!"8

Peygamber Efendimiz, ordusu ile Reci' denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası Hayber'le Gatafanlıların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı. Şöyle ki:

Hayber Yahudileri Gatafanlılardan yardım istemişler, onlar da bunu kabul edip gerektiğinde gelip kalelerinde İslâm ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de, Gatafanlılara, "Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber'in bir yıllık hurma mahsulünün kendilerine verileceği." teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.

İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlılardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlılar, Hayber Yahudilerine hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.

İslâm Ordusu Hayber Önlerinde

Peygamber Efendimiz daha sonra ordusuyla Reci'den Hayber'e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Duâsı

Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber önlerine varınca şöyle duâ etti:

"Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!
Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!
Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!
Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbı olan Allah!
Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.
Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!"
9

Herhangi bir şehre girildiğinde Efendimiz hep böyle duâ ederdi.

Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca karşılarında İslâm ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve "İşte Muhammed ve ordusu!" diye bağrıştılar. Sonra da telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.10

Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimiz (s.a.v.)'in tâ Medine'den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetli idi, adamları da çoktu. Harp âletleri de oldukça fazla idi. Öyle ise Hz. Resûlullah bütün bunları göze alarak gelemezdi. Kanaatları buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.

Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pürtelâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu durumu hayra yorarak şöyle buyurdu:

"Allahü Ekber! Allahü Ekber! Haribet Hayber! (Hayber harap oldu). Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!"11

Hayber'in fethine işâret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.12

Haber Yahudileri aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler. Savaşacak olan Yahudilerin hepsi en kuvvetli kale olan Natat kalesinde toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.

Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücahidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.

İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahid yaralandı.

İkinci günü Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu karargâhını Reci' mevkiine nakletti. Böylece yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.

Peygamber Efendimiz ve mücahidler her sabah silahlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci'e dönüyorlardı.

Bu arada Peygamber Efendimiz bir baş ağrısına yakalandı. İki gün mücahidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir'i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer'e verdi ve mücahidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasib olmadı.13

Yedi gün böylece devam etti.

Bu arada, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme'yi şehid verdi. Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.14

Yine bu esnâda Amir bin Ekva' ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Âmir, Merhab'ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı hâlde İslâm ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid olarak vefât etti.15 Zaten Peygamber Efendimiz de henüz Hayber'e varmadan onun şehâdet mertebesine ereceğine işâret buyurmuşlardı.16

Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, Hicretten önce, Mekke'de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de halkını İslâmiyete dâvet edip durmuştu.

Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicretin 7. senesinde Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber'e gittiğini haber alınca da, Hayber'e gelip İslâm ordusuna katıldılar. Yahudilere karşı savaştılar.17

Gelen dört yüz kişinin arasında meşhur Ebû Hüreyre de (r.a.), bulunuyordu.18 Orada Hz. Resûlullah'la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre Ehl-i Suffaya dahil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, bir ok hadis-i şerif rivâyet etmiştir.

Muhasara devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, bir gün şu müjdeyi verdi:

"Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."19

Mücahidleri bir merak sardı. Acaba bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlemin elinden mübârek ve şerefli sancağı alabilmekti. Geceyi bu ümit ve arzuyla geçirdiler. Sabah olunca merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu Hz. Ömer, "Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim zaman olmamıştır."20 diyerek dile getirmiştir.

Her bir mücahid aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiy-yi Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübârek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübârek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara karşısında Hz. Resûlullah, "Ali nerede?" diye sordu.

Gariptir ki Hz. Ali o sırada gözlerinden rahatsızdı, "Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor." dediler. Resûl-i Ekrem buna rağmen, "Olsun! Çağırın gelsin!" buyurdu.

Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri mübârek duasıyla şifâ buldu.21

Efendimiz ayrıca onun için, "Allah'ım! Soğuğun sıkıntısını bundan gider!" diyerek de duâ etti.

Hz. Ali der ki:

"O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım."22

Gerçekten de Hz. Ali yazın en sıcak günlerde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk günlerde en ince elbise giyer ve asla üşümezdi.23

Hz. Resûlullahın ak sancağı artık Hz. Ali'nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye dönüşmüştü. Demek Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu. Demek Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı. Her bir sahabî aynı duygular içinde İslâmın bu bahadırına gıpta ile bakıyorlardı.

Sancağını Hz. Ali'ye teslim eden Resûl-i Ekrem kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr'ı da beline kendi eliyle bağladı. Sonra da şu emri verdi:

"Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme."24

Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, "Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?" diye sordu. Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:

"Allah'tan başka ilah ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehadette bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekilerin hesabı ise Yüce Allah'a aittir."25

Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, "Yâ Resûlallah, onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

"Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâma dâvet et. Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir."

"Vallahi, senin vasıtanla, Allah'ın onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl develere sahip olup, onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır."26 Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözleriyle aynı zamanda İslâmî fetihlerin maksadının ne olduğunu da ortaya koyuyordu.

Hz. Ali, Merhab'la Karşı Karşıya

Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahın beyaz sancağı ile mücahidlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. Onları İslâm'ın esaslarını anlatıp Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yiğitleri, mücahitler tarafından yere serildi.

Bu arada Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle,

"Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere aslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır." diye haykırıp övünüyordu.

Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden şu mukabelede bulundu:

"Ben de annemin bana Haydar (arslan) adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim."27

Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı olan Merhab, "Esedullah" (Allah'ın arslanı) ünvanının sahibi olan Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikârla ikiye bölünerek yere düştü.28

Manzarayı gören Hz. Resûlallah mücahidleri müjdeledi:

"Sevininiz! Hayber'in fethi artık kolaylaştı."29

Bundan sonra mücahidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler. Bu arada birçoklarını yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar.30

Adamlarının teker teker yere serildiklerini gören diğer Yahudiler gerisin geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan buyurdukları gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akibetin kötü olacağını gören Yahudiler Natat'ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı.

Mücahidler, Nâim Kalesine doğru yürüdüler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.

Nâim Kalesinin düşüşünü, Sa'd bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.

Peygamberimiz (s.a.v.), Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.

Bu sırada önüne davarlarını katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir'in, Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesi idi. Davarlarını güder dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarılmak istediklerini görünce, "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sormuştu.

Yahudiler, "Şu kendini 'Resûl' diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz." cevabını vermişlerdi. "Resûl" kelimesini duyan Habeşli Yesâr, bir an duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.

Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu. İşte bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkageldi:

"Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?" diye sordu. Resûl-i Ekrem,

"İslâmiyete dâvet ediyorum. Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O'nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah'tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum." buyurdu.

Yesâr, bu sefer, "Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehadette bulunursam bana ne var?"

Resûl-i Ekrem, "Eğer bu iman ve bu şehadet üzere olursan cennet var!"31 dedi.

Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehadet üzere ölürse cennete gireceğini söylemişti. Amma Yesâr müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Ben Habeşî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?"

Resûl-i Ekremden Yesâr'ı sevince boğan bir cevap geldi:

"Evet, cennete girersin!"32

Yesâr bu sefer, "Yâ Resûlallah, şu davarlar bana emânettir. Şimdi ben onları ne yapayım?" diye sordu.

Peygamberimiz (s.a.v.), "Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir." diyerek Yesâr'a yol gösterdi.

Yesâr hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:

"Haydi, artık sahibinize dönünüz." Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.33

İslâmiyetle şereflenen Yesâr, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahid olmuştu. Mücahidler safında düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden kalelerinden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan cennete uçan Müslüman ünvanını aldı.34

Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullahın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden Sahabîler merakla, "Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?" diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini şöyle izah etti:

"Şehid, vurulup yere düştüğü zaman cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları silerler ve 'Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın! Seni öldüreni, öldürsün!' derler."

"Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah'a hiç secde etmediği halde, cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!"35

İşte, ihlaslı az amel ve işte ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir! Bu hadise bize, hâl, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet olduğu dersini veriyor.

Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve İslâma dâvette insanlar arasında asla içtimaî mevkii ne olursa olsun fark gözetmiyordu. Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; 'Müslüman olsa ne olur, olmasa ne olur' gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu. Aksine gayet ciddi bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

İslâm ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir.

Netice

On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:

1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber'den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullaha bırakılacak.
5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.
36

Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber'den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif getirdiler:

"Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım! "37

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve sahabîler burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsullarının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından ortadan kaldırılabilecekti.38

Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin Ravâha Hazretlerini Hayber'e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, "Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!"39 demekten kendilerini alamazlardı.

Şehid ve Ölü Sayısı

Harp sonunda 1.600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93'ü buluyordu.40 

Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti hudutları dahiline alınmış oldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber'den ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.41 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu sevincini şöyle izhar etti:

"Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim? Fethi Hayber'e mi, yoksa Câfer'in gelişine mi?" buyurdu.42

Medine'ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları, Habeşistan muhacirlerine, "Biz hicrette sizi geçmişizdir." dedikleri duyulmuştu.

Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib'in Habeşistan'a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa'nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz. Ömer'le karşılaşmıştı.

Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince,

"Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de Resûlullah Aleyhisselâma sizden daha yakınız." demişti. Hz. Esmâ buna kızmış ve

"Hayır! Gerçek senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek yetiştiriyordu."

"Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık." dedikten sonra şunu ilave etmişti:

"Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!"

O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz geldi. Esmâ binti Umeys, Hz. Ömer'in kendisine söylediklerini nakletti.

Resûl-i Ekrem, "Buna karşılık sen ona ne söyledin?" diye sordu.

Hz. Esmâ, "Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim." dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ'ya, "Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur." buyurduktan sonra ilave etti:

"Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!"43

Bunu duyan Habeşistan'dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.

Ganimetler

Hayber'de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün sahabîlere taksim edildi.44 Cenâb-ı Hak, Hudeybiye seferine iştirak edenlere, fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.45

Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber'de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Câfer bin Ebî Tâlib'in (r.a.), başkanlığında Habeşistan'dan dönen ve Hayber'de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten hisse ayırdı.46

Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı. Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.47

Hayber'in gayrı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.48

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe'nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürüldü.49

Ganimetler arasında, Tevrât'tan müteâddit nüshalar da vardı. Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifâdesiydi.

Hayber'in Fethinin Önemi 

Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan'daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de "Hudeybiye Sulhu" ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.

Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Ancak, ne müşriklerden Yahudilere ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.

Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber'in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.

Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.

Bu bakımdan Hayber'in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.

Dipnotlar:

1. Tabakât, 2:106.
2. Sîre, 3:364.
3. Müsned, 5:271.
4. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:344-345; Değişik ifâdelerle bkz.: Buharî, 3:48; Müslim, 3:1427-1429.
5. Sîre, 3:343; Müslim, 3:1428.
6. Buhari, 3:50.
7. Kaf Sûresi, 16.
8. Nesei, 8:265.
9. Sîre, 3:343; Zâdü'l-Mead, 2:148.
10. Sîre, 2:343; Müsned, 3:111.
11. Sîre, 3:344; Tabakât, 2:109; Müsned, 3:111.
12. Müsned, 3:111.
13. Sîre, 3:349; Müsned, 5:353.
14. Tabakât, 4:303.
15. A.g.e., 4:303.
16. Müslim, 3:1428.
17. Tabakât, 4:327.
18. A.g.e., 4:328.
19. Sîre, 3:349; Tabakât, 2:111; Buhari, 3:51; Müsned, 3:353.
20. Müslim, 4:1872.
21. Sîre, 3:340; Buharî, 3:51.
22. Müsned, 1:99.
23. Ravdü'l-Ünf, 6:560.
24. Sîre, 3:349; Tabakât, 2:110; Ibn-i Kesîr, Sîre, 3:352.
25. Tabakât, 2:110; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:352.
26. Buharî, 3:51; Zâdü'l-Mead, 2:149; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:351.
27. Sîre, 3:347; Tabakât, 2:112; Taberî, 3:94; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:357.
28. Tabakât, 2:112; Müsned, 4:52.
29. Megazî, 2:657.
30. Sîre, 3:349-350; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:359.
31. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:361.
32. A.g.e., 3:362.
33. Sîre, 3:359.
34. A.g.e., 3:359.
35. Sîre, 3:359.
36. Tabakât, 2:110; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:376-377; İnsanü'l-Uyûn, 2:744.
37. Sîre, 3:352-371.
38. A.g.e., 3:352.
39. Sîre, 3:369.
40. Tabakât, 2:107.
41. Müslim, 4:1946.
42. Tabakât, 4:35.
43. Buharî, 3:53-54; Müslim, 4:1947.
44. Sîre, 3:364.
45. Fetih Sûresi, 8-19.
46. Tabakât, 2:108; Müslim, 4:1946.
47. Tabakât, 2:107.
48. Sîre, 3:363.
49. A.g.e., 3:365-367.

69 Peygamber Efendimiz hangi sahabiye, anam babam sana feda olsun, demiştir?

Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:

"Anam babam, sana feda olsun Ya Sa'd, durma at!"(1)

Hz. Ali der ki:

"Resûlullah (a.s.m.), 'Fedâke ebî ve ümmi'(2) (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa'd için söyledi."(3)

Dipnotlar:

1. İbni Sa'd, Tabakat: 3/139
2. "Fedake Ebî ve Ümmi" tâbiri asıl mânâsında değil, örfî mânasında kullanılır. Bu kelimeler razı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebdile şayan bulunan zatlar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.
3. Müslim: 7/125

(bk. Salih Suruç, Peygamberimiz'in Hayatı)

İlave bilgi için tıklayınız:

Sa`d Bin Ebî Vakkas'ın İslamiyet'le şereflenmesi hakkında.

70 Peygamber Efendimiz, tuvalete girerken başını örter miydi?

Hz. Peygamber (a.s.m) tuvalete gireceği zaman başını örterdi.(Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, I, 96)

Hadiste “def-i hacet zamanında örtününüz” diye buyurulmuştur. (Neylu'l-Evtar, 1/74).

Fakat fıkıh kitaplarında “tuvalet esnasında başı örtmenin bir edep olduğu” belirtilmektedir.(bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/203).

Hz. Ebu Bekir (ra)’in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Allah’tan gereği gibi hayâ etmelisiniz. Bilesiniz ki, ben helaya çıktığımda Allah’a karşı duyduğum hayâdan ötürü başımı örterim.” (Kenzu’l-Ummal, h. no. 8518).

71 Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'nin evlenmesi ne zaman olmuştur?

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşriflerinden beş ay sonra Recep ayında Hz. Ali ile nikâhlandı. Hicretin 2. yılında Bedir Gazâsından sonra, Zilhicce ayında da evlendiler.

Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gâzâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma'ya uğrar, daha sonra da Ezvâc-ı Tâhiratın yanına giderdi.1

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

"Ben, Fâtıma kadar sözü ve konuşması, Resûlullaha benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma, girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle karşılar, 'Hoş geldin' diyerek selâmlardı.

"Ben, Fâtıma'dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim."2

Hz. Fâtıma'nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne benzerdi.

Bir gün, Hz. Âişe'ye, "İnsanların, Resûlullaha en sevgili olanı kimdi?" diye soruldu.

Hz. Âişe, "Fâtıma idi" dedi.

"Erkeklerden kimdi?" diye sordular.

"Fâtıma'nın kocası" cevabını verdi.3

Peygamberimiz (s.a.v.), Kızı Hz. Zeyneb'i Mekke'den Getiriyor

Bedir esirleri arasında Peygamberimiz (s.a.v.)'in damadı ve Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs bin Rebi'de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke'ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb'in hicret etmesine mâni olan Ebû Âs, bu sefer kendisini serbest bıraktı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de Bedir Harbinden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd bin Hârise ile Ensardan bir zatı göndererek Hz. Zeyneb'i Mekke'den getirtti.4

Muhacir Müslümanlardan faziletli bir zat olan Osman bin Maz'un vefat etti. Bakî Kabristanına, Muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bu zâttır.

Dipnotlar:

1. İstiâb, 4/1895.
2. Taberî, 2/290-292.
3. Tabakât, 1/248-249.
4. Taberî, 2/290-292.

72 Hz. Hamza nasıl Müslüman olmuştur?

Bi'setin 6. senesi.

İslâm ve îmân sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere ma'nevi serinlik veren bu îmânî havanın teessüsü müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve planların hiçbiri, coşkun akan bu îmân şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.

Kahraman Hazret-i Hamza'nın saâdet dairesine dahil olmasıyla mânevi sancıları kat kat artmış oldu.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcası ve aynı zamanda sütkardeşi olan Hazret-i Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.

İlâhî hidayetin tecellisi bu: kimin nerede ve nasıl îmân nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hazret-i Hamza da beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.

Bir gün çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ Tepesinden Kâbe'ye doğru giderken karşısına Abdullah bin Cudâ'nın azâdlı câriyesi çıktı ve,

"Ey Umâre'nin babası," dedi, "kardeşinin oğlu Muhammed'e, Ebûl-Hakem bin Hişâm (Ebû Cehil) ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!"

Hz. Hamza heybetli bakışlarını câriyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, "Ebû'l-Hâkem bin Hişâm ona ne yaptı?" diye sordu.

"Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti. Sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi." Hz. Hamza,

"Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?" dedi. Câriye,

"Evet, gördüm!" diye cevap verdi.

Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleriyle doğruca Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil'in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fenâ hâlde yardı. Sonra da,

"Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim. Onun söylediğini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap göreyim!" diye konuştu.

Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti:

"Ama o bizi akılsız saydı," dedi. "Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu."

Hazret-i Hamza'dan kararlı ve sert bir cevap geldi:

"Siz ki, Allah'tan başkasına ilâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resûlüdür!"1

Hazret-i Hamza'nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil ne de etrafındakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil,

"Doğrusu ben, kardeşin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım. Buna müstahak oldum." diyerek suçluluğunu da itiraf etti.

Şeytanın Vesvesesi

Ani ve beklenmedik bir kararla saâdet dâiresine dahil olan Hazret-i Hamza evine dönünce, zihninde şeytanın bir takım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı:

"Sen Kureyş'in hatırı sayılır birisi idin. Şu dininden dönen Muhammed'e uydun. Hiç de iyi etmedin!"

Kalb ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hazret-i Hamza, doğruca Kâbe'ye vardı ve:

"Allah'ım!.. Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir. Bana bu hususta bir çıkar yol göster!" diye duâ etti.

Aradan bir gün geçtikten sonra Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı. Resûl-i Ekrem, kendilerine va'z ve nasihatta bulundu. Kalbi îmân ve itminan bulan Hazret-i Hamza, Peygamber Efendimize,

"Senin doğruluğuna şehâdet ediyorum ki, ey kardeşimin oğlu, artık dinini bana açıkla." dedi.

Hazret-i Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekreme pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar.

1. İbni Hişâm, Sîre: 1/311; İbni Sa'd, Tabakât: 3/9-12; İbni Abdü'l-Ber, İstiab: 1/270

73 Ashab-ı Suffa nasıl oluşmuştur, Ashab-ı Suffa'nın işlevi ne idi?

Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi. Mescid-i Nebevî'nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna "Suffa" denilirdi. Burada kalan Müslümanlara da "Ashâb-ı Suffa" ismi verildi.

Mescid-i Şerifin Suffasında kalan bu sahabîlerin, Medine'de, ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Âileden uzak, dünya meşgale ve gâilesinden âzâde ve tam mânâsı ile feragatkâr bir hayata sahib idiler. Kur'an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va'z ve derslerini dinleyerek istifâde ederlerdi. Ekseriya, oruçlu bulunurlardı.

Vakitlerini Resûl-i Kibriyanın huzurunda geçiren bu mübârek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekremin medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim aşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muâllimler, kendilerine Kur'an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'an öğretmek ve Sünnet-i Resûlullahı beyân etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine "kurra" denilirdi. Suffa ise bu itibarla "Dârü'l-Kurra" diye anılmıştır.

Sayıları 400-500 kadar olan mütevazi fakat feyizli bir hayata sahib bulunan bu güzide sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesâilerini Kur'an ve Sünnet-i Resûlullahı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gâzâlara da katılırlardı.

İçlerinden evlenenler, Suffe'den ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı.

Bu güzîde sahabîler ne ticâretle, ne bir sanatla meşgul olmazlardı. Mâişetleri Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, Suffa'nın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri kendisinin çok hadis rivâyet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifâde etmiştir:

"Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (a.s.m.) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu."1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Suffa'nın hem tâlim ve terbiyesi hem de mâişeti ile çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alakadar olurdu. Zaman zaman da onlara,

"Eğer, sizin için Allah katında, neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyâdeleşmesini isterdiniz."2

diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübârek olduğunu ifâde buyururlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, evvelâ bu mübârek cemaatın ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saâdetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu. Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeni ile un öğütmekten yorulduğundan şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde Efendimiz ciğerpâresini reddetmiş ve şöyle buyurmuştu:

"Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffa'nın mâişetini yoluna koyamadım."3

Bir gün, Ashab-ı Suffanın başlarına durmuş, hallerini tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş, şöyle buyurarak onların kalplerini hoş etmişti:

"Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir."4

Resûl-i Kibriyâ Efendimize herhangi bir şey getirilince, "Sadaka mı, yoksa hediye mi?" diye sorardı. Getirenler, "Sadakadır" cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffaya ulaştırırdı. "Hediyedir" cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashab-ı Suffaya da ondan hisse ayırırdı. Çünkü; Kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sadaka kabul etmez, sadece hediye kabul ederdi. 

Bir gün adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama,

"Sadaka mıdır? Hediye midir?" diye sordu. Adam,

"Sadakadır" cevabını verince, Peygamber Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi.

O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da,

"Biz Muhammed ve ev halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz, bize sadaka helâl değildir!" buyurdu.5

Şu âyetin Ashab-ı suffa hakkında nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir.6

"Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir."7

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabîler, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir nasihatını, hiçbir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve öğütleri hıfzedip diğer sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa'nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır. Kur'an nûrunun kısa zamanda âlemin her tarafına sürâtle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan İslâm tarihinde Ehl-i Suffâ müstesnâ bir yer işgal eder.

Bir ilim müessesesi olan Suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Açlıktan yüzü koyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum. Bir gün halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve
'Ey Ebû Hüreyre,'
diye seslendi.
'Buyur, yâ Resûlâllah,' dedim.
'Haydi gel,' buyurdu.

"Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kapta süt buldu.

'Bu süt nereden geldi?' diye sordu.
'Falâncalar hediye olarak getirdiler' diye cevap verdiler. Sonra da,

'Ey Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffaya git, onları bana çağır!' diye emretti.

"Ehl-i Suffa, İslâmın misafirleriydi. Ne âileleri ne de mal mülkleri vardı. Resûlullah'a bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır hem de onlara gönderirdi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, katiyyen kendisine bir pay ayırmazdı."

"Resûlullahın Ehl-i Suffayı dâveti beni üzdü. Ben, bu kaptaki sütü tek başıma içer de, bununla epeyce bir müddet idare ederim, diye umuyordum. Kendi kendime, 'Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim' dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat, Allah Resûlunün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu. 

"Gidip, onları çağırdım. Geldiler. Müsâade isteyip oturdular. Peygamberimiz (s.a.v.),

'Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikrâm et' buyurdular.

"Süt kabını alıp, dağıtmaya başladım. Herbiri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu. Suffa ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullaha verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve

'Ebû Hüreyre,' dedi.
'Buyur, yâ Resûlallah,' dedim.
'Süt içmeyen ikimiz kaldık,' buyurdu.
'Evet, yâ Resûlallah' dedim.
'Otur sen de iç' buyurdular. Oturup içtim.

'Biraz daha iç', dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. 'Daha daha,' diyordu. Nihayet,

'Seni hak din ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, içecek yerim kalmadı' dedim.

'O halde bardağı bana ver' buyurdu. Verdim. Allah'a hamd ve senâ etti. Sonra Besmele çekerek geri kalanını da kendisi içti."8

Dipnotlar:

1. Tecrid Tercemesi, 7/47.
2. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/941.
3. Tabakât, 8/25.
4. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/941.
5. Müslim, 3/117.
6. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/940.
7. Bakara Sûresi, 273.
8. Buhari, 4/89; Tirmizi, 4/648-649.

74 Peygamberimizin, Safiyye annemizle olan evliliğinin insani boyutu nedir?

Hz. Safiyye b. Huyey'in asıl adı Zeynep'tir. O dönemde Arabistan'da reislere düşen ganimet hissesine Safiyye denilmektedir. Bu kadın da Resulullah (asm)'ın hissesine düştüğü için Safiyye adını almıştır.

Savaş sonrası Resulullah onu kendi nikahına almıştır. Bu evlilikle Yahudilerin önemli bir bölümüyle akrabalık kurulmuş, onların Müslümanlığı yakından tanımaları imkânı sağlanmış, düşmanların kötü bir kısım emellerinin, önceden bilinmesi kolaylaşmış ve Müslümanlığın sınırları bu vesileyle genişlemeye yüz tutmuştur.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in Hz. Safiye ile evliliği  konusunda yapılan bazı itirazlar ve cevapları şöyledir:

Soru 1: Genellikle Hz. Peygamber (a.s.m)’in evlilikleri konusunda işin insanî boyutu ön plana çıkarılır. Hz. Safiye ile ilgili evliliğinde bu boyutu nasıl anlamalıyız?

Evvela, -rivayet edildiğine göre- sahabeden Dihyetü’l-Kelbî Peygamberimizden aldığı izinle, gidip ganimetten bir cariye almak istemiştir. Hz. Safiye’yi görünce onu tercih etmiştir. Ancak, bir sahabinin Efendimiz (a.s.m)’e gelerek “Safiye’nin Yahudi kabilelerinden Kureyza ve Nadır’ın reisi Huyey b. Ahtab’ın kızı olduğunu, onun ancak kendisine layık olduğunu" hatırlatması üzerine, Dihye’nin onu bırakıp başka birini seçmesini söylemiş ve o da öyle yapmıştır. Görüldüğü gibi, bu evlilikte de insanî boyut ön plandadır.(krş. Zeynî Dahlan, es-Sîretü’n-nebeviye, 2/59).

Bir yandan bir reisin/bir kralın kızı, bir yandan da Hz. Harun’un neslinden gelen Hz. Safiye’nin bu soyluluğunu göz önünde bulunduran Hz. Peygamber (a.s.m), “Onu savaş ganimeti arasında bir cariye olarak almış, sonra da azat ederek nikahlamış ve kendine eş yapmıştır.” (Buharî, Meğazî, 38). Bu suretle onu, asaletine uygun bir payeye yükseltmiştir. Bu muamele gerçekten onun için büyük bir şereftir

Soru 2: Hz. Safiye Hayber savaşında babasını, kocasını, kardeşini kaybetmenin verdiği bir üzüntü içerisinde evlenmeye zorlanmıştır. Bu ise, hoş karşılanacak bir durum değildir?

Bazı kaynaklarda geçmesine rağmen Hz. Safiye’nin babası, Huyey b. Ahtab’ın Hayber’de öldürülmesi diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü bu şahıs, Hendek savaşının bir devamı sayılan Kureyza muhasarası esnasında (hicrî V. yılda) öldürülmüştür.(bk. Zeynî Dahlan, 2/17). Hayber savaşı ise hicrî VII. yılda vuku bulmuştur.(Zeynî Dahlan, 2/51). Bu iki savaş arasında yaklaşık iki yıl geçmiştir. O halde, bazı cahillerin "Hz. Safiye’nin babasının öldürülmesinden dolayı üzüntülüyken, Hz. Muhammed (a.s.m)’le evlenmek zorunda kaldığına" dair yaptıkları demagoji, bilerek veya bilmeyerek yapılan yalana dayalı, hayalî bir ajitasyondur.

Kaldı ki, Hz. Safiye babasının ölümünden sonra Kenane b. Rabî’ ile evlenmişti. Demek ki, babasının ölümünden gelen acı -bir insan olarak- kendisini evlenmekten alı koyamamıştı.

Değişik kaynakların verdiği bilgiye göre, Hz. Safiye, Hayber savaşı devam ederken, rüyasında göğsüne bir güneşin -diğer bir rivayette Ayın- düştüğünü görmüş ve bunu (Kenane b. Rabî’ b. Ebi’l-Hakîk ismindeki) kocasına anlatmıştır. Kocası da “Demek ki, sen -şu anda bizimle savaşan- Arapların liderine (Peygamberimizi kastediyor) boynunu uzatacak, kucağına gireceksin. Diğer rivayette: Demek ki sen Hicaz hükümdarı Muhammed’i arzuluyorsun” demiş ve yüzüne yumruk atmış, gözünü morartmıştır. Daha sonra Peygamberimiz (asm) kendisiyle evlendikten sonra, bu morarmanın sebebini sormuş, o da bu rüyasını anlatmıştır.(bk. İbn Hişam, Sîre, 2/336;  Zeynî Dahlan, a.g.y).

Bu rüya hadisesi gösteriyor ki, Hz. Safiye gördüğü rüyanın etkisinde kalmış, dindar bir Yahudî olarak bunun ilahî takdir olduğunu idrak etmiş, “Hicaz Meliki” Hz. Muhammed’le evlenmekten şeref duymuştur. Savaşta kaybettiklerine üzülmüş olmakla beraber, başka herhangi bir askerle değil, asaletine denk bulduğu Hz. Muhammed (a.s.m) ile evlenmeyi en büyük teselli kaynağı olarak görmüştür.

Soru 3: Hz. Safiye’nin iddet konusu:

Diyorlar ki, Hz. Peygamber (a.s.m), Hz. Safiye ile -önceki kocasından boşandıktan sonra beklemesi gereken- iddet süresini tamamlamadan evlenmiştir. Bu ise Kur’an’ın “Boşanmış kadınlar -ikinci bir evlilik yapmadan önce- üç adet/üç temizlik beklesinler.”(Bakara, 2/228) mealindeki ayetin hükmüne aykırıdır.

Öyle anlaşılıyor ki  bu iddia sahipleri, normal hür kadınların iddet süresi ile, cariye olarak esir alınan kadınların iddet süresinin farklı olduğunu bilmiyor ve cahilliklerinin kurbanı oluyorlar. Nitekim, Kur’an’da hür kadınların iddet süresi üç adetle belirtilmiş olmasına mukabil, hadisde esir olarak alınan cariyelerin iddet süresi bir adet olarak tespit edilmiştir.

Mesela; Ebu Said el-Hudrî’nin rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m) “Evtas esirleri/cariyeleri” hakkında şöyle buyurmuştur: “Hamile olanlar doğum yapmadan, hamile olmayanlar ise bir defa âdet görmeden onlarla yatmayın."(Ebu Davud, Nikah, 44; Darimî, Talak, 18;  Ahmed b. Hanbel, 3/28).

Hz. Peygamber (a.s.m),  Hz. Safiye’nin -bir esir cariye olarak bir aylık- iddet süresi bittikten sonra onunla evlenmiştir.

Buharî’nin aşağıdaki şu rivayeti bunu açıkça ortaya koymaktadır:

Hz. Enes anlatıyor:

“Biz Hayber’e gittik. Allah Peygamberimiz (a.s.m)’e kaleyi fethetmesini nasip edince, kendisine Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiye’nin güzelliğinden söz ettiler. Kendisi kocası öldürülmüş bir gelindi. Peygamberimiz (a.s.m) onu kendisi için seçti. Nihayet 'Seddu’s-sahbâ' denilen mevkie geldiğimizde, kadın adetten temizlendi (-hadiste geçen “hallet” kelimesi adetten temizlenmek anlamındadır- bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi) ve Peygamberimiz (a.s.m) de onunla karı-koca hayatına girdi…” (Buharî, Mağazî, 38).

Müslim’in aşağıdaki rivayeti daha da açıktır:

Hz. Enes anlatıyor: 

“…Hz. Peygamber (a.s.m), -kendisiyle ilgilenmesi, bakımını yapması ve yanında iddetini tamamlaması için- Hz. Safiye’yi Ümmü Süleym’e teslim etti.” (Müslim, Nikah, 87).

İmam Nevevî bu hadisi açıklarken, şu görüşlere yer vermiştir: Hadiste geçen “iddet”ten maksat (hür kadınların beklemesi gereken üç aylık süre olmayıp), esir cariyelerin beklemeleri gereken (bir âdetten temizlenme veya hamile ise doğum yamak anlamına gelen) istibradır. Hz. Safiye, istibra müddeti boyunca Ümmü Süleym’in yanında kalmış, bu süre bittikten sonra, onu hazırlayıp Hz. Peygamber (a.s.m)’e getirmiştir.(Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

İstibra; kadının rahminde çocuğun olmadığını tespit etmek anlamına gelir. Bu ise, prensip olarak, hamile kadının çocuğu doğurmasıyla, hamile olmayan kadının ise bir âdet görüp temizlenmesiyle anlaşılır. Bu âdet süresinin azami gün sayısı, Hanefilere göre 10, Şafiilere göre ise 15 gündür. Bu sürenin bitiminden sonra kadın artık temizlenmiş sayılır.

Hanefi mezhebine göre, âdet müddetinin en azı üç gündür. Şafii ve Hanbelî mezhebine göre, âdet süresinin en azı, bir gün bir gecedir. Malikî mezhebine göre ise, bu süre bir anlık da olabilir. Ancak iddet ve istibra için yaklaşık bir veya yarım günden aşağı düşmemesi gerekir.

Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, İslam alimlerin cumhurunu teşkil eden ehlisünnet alimlerine göre, İstibra için gereken adet süresinin en azı, bir-üç gün arasıdır.

Buna göre, Hz. Safiye’nin -Müslim hadisinde geçtiği üzere-, istibra ettiği kesindir. Bu iş için, iki-üç gün veya dört-beş gün geçmesi yeterlidir. Hz. Peygamber (a.s.m)’e iman eden herkes gibi, bu açıklamaları gören her insaf sahibi, onun istibraya (Hz. Safiye’nin iddet süresine) riayet ettiğinden asla şüphe etmez.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimiz’in Hz. Safiyye ile evlenmesi.

75 Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hz. Hatice ile olan aile hayatı nasıldı, Hz. Hatice'den kaç çocuğu dünyaya gelmiştir?

Efendimiz ile ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib'in evinde ancak birkaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice'nin evine döndüler. Artık mes'ud hayatlarını burada geçireceklerdi.

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine "Hatice-i Kübrâ" dediği bu tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe bir başka kadınla evlenmedi.1 Her türlü teselliyi ve en parlak saâdeti bu huzurlu evde buldu.

Peygamber Efendimize, babasından miras olarak pek bir şey kalmamıştı. Uzun zamandır himâyesinde bulunduğu Ebû Tâlip ise fakru zaruret içindeydi. Bu bakımdan, Hz. Hatice ile evleninceye kadar binbir meşakkat ve zahmet içinde hayat sürmüştü.

Hz. Hatice ile evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve bir derece genişliğe kavuştu. Fakat hanımı bol servet sahibi iken o, yine israfa, gösteriş ve lükse kaçmadı. Daha önceki mütevazi ve sade hayatına yakın bir yaşayışı devam ettirdi. Üstelik dünya malına da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bambaşka ulvi ve kudsî duygular kuşatmıştı. Dünya ve içindekilerin muhabbeti o ulvî duyguları söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamıyordu.

Daha sonra Hz. Hatice-i Kübrâ`dan, Resul-i Ekrem Efendimizin, sırasıyla Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib-Tahir) adında altı çocuğu oldu.2

Bu mes`ud âile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice en ulvî duygularla kaynaşmışlardı. Âile yuvasında hâkim olan karşılıklı emniyet, samimi hürmet ve muhabbetti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasından on beş yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nazik, duygulu ve itinalı davranıyordu.

Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki, vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtenâ köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı.

Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice`nin keremkârlığını, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâd ederdi. Bu yâd ediş, Hz. Âişe Validemize,

"Hatice-i Kübrâ`dan başka, Nebiyy-i Ekremin zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım."3

dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi.

Nasıl yâd etmezdi ki? Çocuklarından biri hariç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan o idi. Her türlü ıztırap ve sıkıntı karşısında kendisini teselli eden o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanıbaşından ayrılmayan o idi.

Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâd edecekti.

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/201.
2. Sîre, 1/202; Tabakât, 1/133; 8/16.
3. Müslim, 7/133.

76 Peygamberimiz Efendimiz vahyin ilk yıllarında, intihar düşüncesi ile "Dağa gideceğim, bir uçurumdan kendimi atarak, canıma kıyıp rahata kavuşacağım." demiş midir?

Taberî’deki (Müddessir Suresi; 1-5. ayetlerin tefsiri) bilgiler şöyledir:

(Hadis alimlerinden) Zührî anlatıyor: Bir ara Resulullah (a.s.m)’a gelen vahiy kesintiye uğradı. Hz. Peygamber (a.s.m) bundan ötürü oldukça üzüldü. Öyle ki, dağların yüksek tepelerine çıkıp oradan atlamayı (ve intihar etmeyi bile) düşünüyordu. Atlamak üzere dağın zirvesine çıktığı her defasında Hz. Cebrail karşında peyda oluyor ve ona “Şüphesiz sen Allah’ın nebisisin” diyordu. Böylece gönlü sıkıntıdan kurtulup, huzura kavuşurdu. Peygamberimiz (a.s.m) de bu olaya değinir ve şöyle derdi:

"Bir gün yürümekte iken, Hira (Nur) dağında bana gelen meleği gördüm, gök ile yer arasında kurulmuş bir kürsünün üzerindeydi. Kendisinden ürkmeye başladım ve Hatice’nin yanına (eve) döndüm, 'Örtün beni!..' dedim. Bunun üzerine, 

'Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut.  Kötü şeyleri terk et.' (Müddessir, 74/1-5) ayetlerini indirdi."

Taberi’de “Kureyşlilerin bana şair ve mecnun demelerine asla müsaade etmeyeceğim. Dağa gideceğim, bir uçurumdan kendimi atarak, canıma kıyıp rahata kavuşacağım.” şeklinde bir ifadeye rastlayamadık. Yukarıda ifade edildiği gibi, orada “vahyin bir süre kesintiye uğramasından kaynaklanan bir üzüntü" söz konusudur.

Aynı konuyu Buharî’de de görmekteyiz: Câbir b. Abdullah el-Ensârî'den rivayet edildiğine göre, vahyin kesintiye uğraması ile ilgili hadiste Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

"Ben bir gün yürürken birden bire gökyüzü tarafında bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki, Hırada bana gelen melek sema ile arz arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Çok korktum. (Evime) dönüp: 'Beni örtün, beni örtün.' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah:

'Ey bürünüp sarınan! Kalk ve uyar artık.. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiselerini temizle. Kötü şeyleri terk et!' (Müddessir, 74/1-5) ayetlerini indirdi. Artık vahiy kızıştı da arka arkaya devam etti." (Buharî, Bedu’l-Vahy, 3)

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Peygamber Efendimiz (asm)'in vahye daha çok arzulu olması için vahye bir süre ara verilmiş­tir. Bu vahiy kesintisinden sonra Peygamber Efendimiz (asm)'in işti­yakı, vahyi kendisine sevimli ve heybetli kılmıştır. En azından vahiyden ürkmez olmuştur. İlk anda Cebrail ile buluştuğunda hissettiği ürküntüyü artık hissetmez olmuştur. Cebrail´i açıkça görmeye alışmıştır.

Hz. Peygamber (a.s.m)’e  bu olayın yaşatılması -Vahyin geliş sürecinde tâkip edilen- tedriç metoduna paralel olarak Hz. Peygamber (a.s.m)’e de ilahî vahyin muhatabı olma hüviyetinin güçlendirilmesi adına, önce altı aylık sadık rüyalar, sonra ilk vahyin gelmesi, ardından -bu ilahî iletişime merakını uyandırmak, bu melekî diyaloga şevkini arttırmak ve benzeri hikmetler için- vahye bir süre ara verilmiştir. Bu uygulamalar sonunda arzulanan kalbî talim, aklî eğitim ve hissî terbiye zirveye ulaştığından, artık vahiy kesintiye uğramadan (bk. İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, 3/16) YİRMİ ÜÇ yıl boyunca devam etmiştir.

77 "Peygamber, otuz erkeğin cinsel gücüne sahipti." sözü doğru mudur?

Bu hadis Buharî’de geçtiğine göre, prensip olarak sahih kabul edilir. Alimlerin görüşü bu yöndedir.

Bu konu belki de Hz. Peygamber (a.s.m)’in diğer Müslümanlardan farklı olarak istediği kadar evlenebileceğini bildiren ayetler bağlamında söz konusu edilmiştir. Yani, “Acaba otuz tane hanım alabilir mi? Alsa o kadar gücü yeter mi?” gibi varsayımlardan hareketle, sahabeler kendi aralarında bu konuyu da “nübüvvetin yüksek makamına yakışır” bir çerçevede değerlendirmişlerdir.

Nitekim Buharî’nin ilgili hadisinde (Gusül, 12) bu bilgi, Hz. Peygamber (a.s.m)’den nakledilen bir bilgi değil, -Hz. Enes’in “Biz kendi aramızda öyle konuşurduk.” sözlerinden de anlaşıldığı gibi- sahabeler kendi aralarında yürüttükleri bir tahmine dayalıdır.

Bu konunun pratikte Müslümanlara hiçbir faydası yoktur. Peygamberlik görevleriyle de hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla, bunun yerine Hz. Muhammed (a.s.m)’i miracın o yüksek ve eşsiz makamına çıkartan yüksek ahlakını öğrenmeye ihtiyacımız vardır.

78 Peygamberimiz (s.a.v.)'in kızı Hz. Zeyneb ne zaman vefat etmiştir? Hz. Zeyneb'in özetle hayatı nasıl geçmiştir?

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin sekizinci senesine kızı Hz. Zeyneb'in vefatı hadisesi ile girdi.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice ile evliliklerinin kızlardan ilk meyvesi idi. Gariptir ki, Peygamberimiz (s.a.v.)'in İbrahim hariç, diğer erkek çocukları İslâm'dan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri halde, kızları muhterem babalarının risalet devresine yetişmişlerdir. Yine Hz. Fâtıma hariç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefât etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriyânın bekâ âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında iken dünyaya gelmişti.1 Annesi Hz. Hatice ile birlikte iman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet kırk yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb Müslüman olduğunda henüz on yaşlarında bulunuyordu demektir. Hz. Zeyneb'in kocası Ebû'l-Âs bin Rebi', Hz. Hatice'nin kızkardeşi Hâle'nin oğlu idi. Zaten evlilikleri de Hz. Hatice'nin arzusu üzerine olmuştu.

Ebû'l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb'in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenab-ı Hak tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hükmü gelmemişti.2

Hz. Resûl-i Ekrem, Medine'ye hicret ettiği halde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerimesi Hz. Zeyneb Mekke'de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî Ebû'l-Âs'ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşürmekle, Hz. Zeyneb'in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zişan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû'l-Âs'ı fidye almaksızın serbest bırakınca, o da bu taltife bir karşılık olsun diye Hz. Zeyneb'i Mekke'ye varır varmaz, Medine'ye muhterem pederinin yanına göndermişti.

Hicretin 7. yılında Ebû'l-Âs da Medine'ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb'i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.3

Hz. Zeyneb vefât edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kerimesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.4 Sonra kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve şu müjdeyi verdi:

"Zeyneb'in zâifliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah'a yalvardım. O da bu isteğimi kabul buyurdu."5

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyneb'i ilk defa üzerinde taşıdığı sedirde kabre koydu. Kabre de Hz. Zeyneb'in kocası Ebü'l-As bin Rebi'in yardımıyla indirdi.

Hz. Zeyneb Mekke'den Medine'ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuvâ mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hadise çocuğunun düşmesine sebep olmuş, kendisi de akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefâtına sebep olarak bu hastalık zikredilir.6

Dipnotlar:

1. İsâbe, 312.
2. Sîre, 2:306.
3. Tabakât, 8:33.
4. A.g.e., 8:36.
5. Üsdü'l-Gâbe, 7:131.
6. Sîre, 2:309; Uyunü'l-Eser, 2:177.

79 Hz. Peygamber döneminde Devlet sınırları nereye kadar ulaşmıştı?

İslam Dinin ortaya çıkışı ve Hz. Peygamber (asv)'in vefatına kadar ki döneme, Asr-ı Saadet denilir. Asr-ı Saadet kendi içinde iki ana bölümde incelenir: Mekke Dönemi ve Medine Dönemi.

Mekke Dönemi daha çok dinin doğuşu, ilk Müslüman topluluk, ahlâki ve dini değerlerin Müslüman topluluk tarafından benimsenişi, var olan dini inanç ile İslam'ın çatışması ve direnişleri içerir. Bu dönem Hicret le beraber sona erer.

Medine Dönemi'nde ise, İslam devletinin ve toplumun kuruluşu ile daha siyasi ve toplumsal bir dönem olup, çeşitli savaşlara ve hem siyasal otorite hem de toplumsal refah anlamında yükseliş arz eden bir zaman dilimidir. Bu dönemde bütün Arap Yarımadası Müslümanların idaresine girmiştir.

Bu dönemde İslam Devleti'nin sınırları batıda Trablusgarp, doğuda Horasan ve kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişletilmiş; böylece Arap Yarımadası dışına taşan İslamiyet, Asya ve Afrika'daki çeşitli milletlerce benimsenmiştir. Kurulacak olan yeni İslam devletlerinin siyasi ve hukuki temelleri de bu dönemde atılmıştır.

Sırasıyla halife olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (asm)'in yolunu izlemiş, Kur'an ahlakının hakim olduğu adil düzeni daha geniş bir coğrafyaya yayarak devam ettirmişlerdir. Bu nedenle Dört Halife Dönemi, "Doğru Yolda Giden Olgun Halifeler Dönemi" anlamına gelen "Hulefa-i Raşidin Dönemi" olarak adlandırılır. Halifeler seçimle başa getirildikleri için aynı dönem 'Cumhuriyet Devri' şeklinde de tanımlanır.

Muhammed (asm), başkanı olduğu Devleti asla bir başkasından ya da babadan oğula geçen bir yönetim anlayışıyla devralmamış -ki böyle bir uygulama zaten bu ülkede mevcut değildi-, onu, en ince ayrıntısına varıncaya dek kendi elleriyle kurmuştur. Ve bu Devlet, küçük bir şehir ya da kasabanın belli bir bölümünden başlayarak, kuruluşundan tutun da, onu kuran kişinin hayatının son günlerine kadar devam eden on yıllık bir süreçte yayılıp genişlemiştir.

Konuyla ilgili, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın “Peygamberimizin Hayatı” adıyla tercüme edilen eserinde yaptığı açıklamalar şöyledir:

Bu Devlete ait ülke sınırları ve topraklarının genişlemesiyle ilgili bilgileri, ittifak anlaşmalarını ve nihaî fetihle sona eren askerî seferleri incelemek suretiyle yeniden ortaya koymaya çalışabiliriz:

H. 1. yıl: Medine’de bir Şehir-Devlet’in kuruluşu; Medine ile Kızıl Deniz arasındaki bölgede yaşayan kabilelerle nüfuz (dostluk) alanı oluşturulması ve özellikle Cuheyne kabilesiyle kurulan ilişkiler.

H. 2. yıl: Benu Damralılarla yapılan savunma anlaşmaları sonucunda, bu ilişkilerin Medine’nin güney ve güneybatı bölgelerine doğru pekiştirilerek yayılması. Resulullah (asm), savaşta ele geçen ganimetleri sadece İslam toprakları üzerinde sefere katılanlar arasında bölüştürüyordu. Bedir savaşında ele geçen ganimetlerin Safra vadisi yakınındaki Seyer mevkiinde bölüştürüldüğüne işaret edelim (bk. İbn Hişam, s. 458). Aynı yıl, Resulullah (asm), Medine’nin doğusunda Suleym ve Ğatafanlıların arazisi üzerindeki Karkaratu’l-Küdr üzerine kendi komutasında bir cezalandırma seferi düzenlemiştir.

H. 3. yıl: Medine’nin doğusundaki Necd bölgesinde, Zatu’r-Rika’ya, Karade’ye vb. bir çok askeri sefer düzenlendiğine işaret edilir.

H. 4. yıl: Daha da doğuda, Necd’deki Feyd bölgesine kadar düzenlenmiş bir çok sefer.

H. 5. yıl: Arabistan’ın en kuzey taraflarındaki Dûmetu’l-Cendel bölgesine ve güneyde, Mekke’ye fazla uzak sayılmayan Mureysi’ bölgesindeki Benu Musta’likler üzerine de birer sefer düzenlenmiştir. Bu kabilelerin de Müslüman olmasıyla, İslam ülkesi, Mekke sınırlarına kadar genişlemiş oldu.

H. 6. yıl: Medine’nin doğusundaki Necd bölgesine birçok sefer düzenlendi. Ayrıca, Mekke’nin hemen yakınlarındaki ‘Usfân’a ve Kura’l-Ğamim’e de birer sefer düzenlendi.

H. 7. yıl: Medine’nin kuzeyinde uzanan Hayber, Vadi’l-Kurâ ve Fedek düzlükleri de İslam topraklarına ilhak edildi. Necd üzerine daha birçok askerî sefer düzenlenmiştir. Yarımadanın doğu ve güney-doğusunda uzanan Bahreyn (bugünkü Ahsâ) ve ‘Uman bölgeleri de İslam Devletine bağlanmıştır.

H. 8. yıl: Mekke ve daha güneyde, Kızıl Deniz kıyıları üzerinde bulunan Tihame fethedilerek, aralarında Mu’te ve Zat Atlah gibi şehirlerin de bulunduğu Filistin topraklarına birçok askerî sefer düzenlenmiştir.

H. 9. yıl: Yarımadanın güney bölgelerinde bulunan Yemen vs. ile kuzeyde Dûmetu’l-Cendel’den Filistin’e kadar uzanan topraklardaki Maknâ, Eyle, Cerba’, Ezruh vb. şehirleri ülke sınırlarına katıldı. Bu yıl, “Âmu’l-vüfûd" (Elçiler Yılı) adıyla ün kazandı. Gerçekten de Resulullah (asm) o yıl Arabistan’ın her yöresinden gelen heyetleri ayrı ayrı huzuruna kabul etmiştir. Irak’ın güneyi ile Filistin’deki bazı bölgelerin fethedilerek itaat altına alınmasıyla, Yarımada’nın fetih ve itaat altına alınma işlemi tamamlanmış oldu.

H. 10. yıl: Yemen’den Aden’e kadar uzanan bazı dağlık bölgeler tamamen ve kesin bir biçimde itaat altına alındı. Resulullah (asm), Mekke’ye yaptığı Veda Haccı sırasında, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelmiş bulunan 100.000’i aşkın Müslüman onu dinleme imkân ve fırsatını bulmuştur.

H. 11. yıl: Bu yılın üçüncü ayında Resulullah Muhammed (asm), bu fani dünyadan göç ederek Refîk-i A’lâ’ya (En Yüce Dost Allah’a) kavuşmuştur.

Arabistan Yarımadası 3 milyon km2 lik bir yüzölçümüne sahiptir. Bu Yarımadanın tamamına yakınını gerçekleştirdiği fetih hareketinin 10 yıllık bir süre içinde tamamlanabilmesi, günde ortalama 845 km2 lik toprağın ülke sınırları içine katılması anlamına gelmektedir. H. 10 yılında 140.000 kadar Müslüman, Hac için Mekke’ye gelmiştir. Ayrıca Hacca katılamayıp kendi ülkesinde kalan daha ne kadar Müslüman vardı, bilemiyoruz. Başka hangi din kurucusu, bizzat kendisi hayatta iken davasını yayma çalışmaları sonunda böyle bir başarı elde etmiştir?

İlave bilgi için tıklayınız:

Yönetici ve İdareci Peygamber Olarak Hz. Muhammed (sav).

80 Hz. Muhammed'e, peygamber olmadan önce verilen "el-Emin" unvanının sadece emanetçiler için kullanıldığı iddiası doğru mudur?

Bu iddia tamamen uydurmadan ibarettir.

Emin olmakla emanetin kendisine teslim edildiği emanetçi arasındaki ilişki, eminlik noktasıdır. Emin olmayan kimseye kim mallarını emanet eder?

Hz. Peygamber (a.s.m)’in resmî olarak halk arasında “emanetçi” şeklindeki bir unvanı  hiç olmamıştır. Çünkü "emin" kelimesi emanetçiden ziyade "emânete riâyet eden kimse" demektir.

Mekke’de bazı kimseler bir kısım değerli mallarını -çalınmasın veya gasp edilmesin diye- toplumda en emin gördükleri Hz. Muhammed (asm)’e teslim etmişlerdi. Nitekim, Peygamberimiz (asm), hicrete mecbur olduğu zaman Hz. Ali (ra)’yi -kendisini öldürmek isteyen canilerin de içinde bulunduğu- insanların bu emanetlerini kendilerine teslim etmekle görevlendirmişti.

Şunu iyi biliyoruz ki, her emanetçi emin olmadığı gibi, her emin de emanetçi değildir. Bunu böyle yakıştırmak isteyenler, Hz. Peygamber (asm)'in güvenirliğini hazmetmeyenlerdir.

"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir. "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin" ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır.

"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmain bulunmak, itimat edilen kimse demektir. (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, EMN maddesi)

Eminlik vasfı, bütün peygamberlerin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da adı geçen bir çok peygamber “emin” vasfıyla anılmıştır.(bk. Yusuf, 12/54; Şuara, 26/107,125, 143, 162, 178; Duhan, 44/17-18). Şimdi bu ayetlerde “emin” olarak vasıflandırılan bütün bu peygamberlerin  bulundukları toplumda “emanetçi” olduklarını söyleyebilir miyiz?

Güzel bir inceliktir ki, Şuara suresinde adı geçen yerlerde söz konusu edilen peygamberler “emin” vasfıyla anıldığı halde, Hz. Peygamber (asm) için, meal olarak;

“Bu Kur’an, Rabbu’l-âlemin olan Allah’ın indirdiği bir kitaptır. Uyarıcılardan olasın diye, onu  Ruhu’l-Emîn (Cebrail) senin kalbine indirmiştir.” (Şuara, 26/192-194)

ifadesine yer verilmiştir. Yani, burada Hz. Muhammed (asm)’in eminliğinden değil, ona vahiy getiren meleğin eminliğinden bahsedilmiştir. Bu ifadeden şu işareti anlamak mümkündür:

“Hz. Muhammed, içinde bulunduğu toplumda zaten 'Muhammedu’l-Emîn' olarak biliniyordu. Onun için o vasfını bir daha vurgulamaya gerek yoktur. Önemli olan kendisine vahiy getirenin de onun gibi emin olduğuna dikkat çekmektir.”

Bütün siyer, hadis ve tarih kaynakları şu hususta ittifak etmişlerdir ki; Hz. Muhammed (a.s.m) bir beşer olarak dünyaya gelmiş ve içinde bulunduğu topluma onun bir üyesi olarak katılmıştı. Fakat, o günkü cemiyette insanlar babalarından, dedelerinden miras aldıkları hareket ve davranış kalıplarını uygulamakta, onların değerlerini paylaşmakta ve yaşamakta son derece kararlıydılar. Bunların kendilerinden sonra evlatlarına intikali için de tavizsiz bir tutum içindeydiler. Bütün bunlara rağmen, bu insanlar kendi hareket ve davranışlarını kabul etmeyen, değerlerini paylaşmayan, aksine cemiyete yeni değerler teklif eden Hz. Muhammed (asm)’i “emin” sıfatı ile tavsif ediyorlar, O'na “Muhammedü’l-Emin” diyorlardı.

Evet, Hz. Muhammed (asm) babasından yetim, anasından öksüz kalmıştı. Arkasında hiçbir otorite yoktu. Yine de cemiyet ona sonsuz güveniyor ve kendisine “emin” diyordu.

81 Peygamberimiz'in hükümdarları İslam’a daveti nasıl olmuştur?

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dini ve dâveti umumidir. Hitabı, bütün insanlığadır. Diğer peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir bölgeye münhasır değildir.

Cenâb-ı Hak, birçok âyet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:

"De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın gönderdiği peygamberim..." (Araf, 7/158)

Buna binâen Peygamber Efendimizin dâveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, bir takım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu imân ve İslâm dâveti sesinin duyrulması gerekiyordu. Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası en müsait bir zamandı. Zira, anlaşma gereğince 10 yıl harp yapılmayacaktı.

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, bir gün ashab-ı kiramı toplayarak şöyle buyurdu:

"Allah, beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslâmı yayma hususunda bana yardımcı olun! Havarilerin Meryem oğlu İsâ'ya muhâlefetleri gibi, siz de bana karşı muhalefette bulunmayın!"

Sahabîler, "Yâ Resûlallah! Havariler, Hz. İsa'ya (a.s.) nasıl muhalefet etmişlerdi?" diye sordular.

Resûl-i Ekrem şöyle izah etti:

"Benim sizi dâvet ettiğim vazifeye, o da Havarilerini dâvet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler isteyerek gidip selâmete eriştiler. Uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten kaçındılar. İsâ (a.s.), bu durumu Allah'a arzetti ve şikâyette bulundu."

"Gitmeye üşenenlerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları hâlde sabahladılar. İsâ (a.s.), onlara, 'Bu, Allah'ın sizin için kesinleştirdiği ve ehemmiyet verdiği bir iştir. Haydi gidiniz!' demişti. Onlar da gitmişlerdi!"2

Bunun üzerine sahabîler, "Yâ Resûlallah, biz sana bu hususta yârdımcı olacağız, bizi arzu ettiğin yere gönder." dediler.3

Kim Nereye ve Kime Gönderildi?

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, İslâma dâvet maksadıyla ashabından:

1) Dihyetü'l-Kelbî'yi Rum Kayseri Heraklius'a,
2) Amr bin Ümeyye ed-Demri'yi, Habeş Necaşîsi Ashame'ye,
3) Abdullah bin Huzâfe'yi İran Kisrâsı Hüsrev Perviz'e,
4) Hanb bin Ebî Beltâa'yı Mısır Firavunu Mukavkıs'a,
5) Salit bin Amr'ı, Yemâme Valisi Havza bin Ali'ye,
6) Şuca' bin Vehb'i Gassân Meliki Münzir bin Hâris bin Ebî Şemir'e gönderdi.4

Gönderilen elçinin hepsi de gönderildikleri memleketlerin dillerini biliyorlardı. Peygamber Efendimiz (asm), bu elçilerine, mezkur hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.

Mektupları yazdığı sırada, sahabîler hükümdarların mühürsüz mektup okumadıklarını bildirince Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), gümüşten bir mühür üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:

"Allah
"Resûl
"Muhammed"
5

Kâinatın Efendisi bu yüzüğünü vefâtına kadar takmıştır. Vefâtından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman'ın elinden Eris Kuyusuna düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde, bir türlü bulunamamıştır.6

Dipnotlar:

1. Araf Sûresi, 158. Konu ile ilgili olarak diğer âyetler için bkz.: Nisâ Sûresi, 79,170,174; Tevbe Sûresi, 33; Sebe' Sûresi, 28; Hacc Sûresi, 67; Ahzab Sûresi, 40.
2. Sîre, 4:254.
3. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:507.
* O zamanlar Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran Şahına Kisra, Mısır devlet başkanına Firavun, Yemen hükümdarına Tubbâ, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi,
4. Sîre, 4:254; Tabakât, 1:258; Ensab, 1:531; Taberî, 3:84; İbn-i Kesir, Sîre, 3:343.
5. Tabakât, 1:258.
6. Buharî, 7:54; Müslim, 3:1658.

82 Hz Aişe annemiz, Hz. Hatice annemizi kıskanmış mıdır?

Evet, böyle bir olay olmuştur.

Hz. Peygamber (asm)'in hanımlarla olan ilişkilerinde özellikle de aile hayatında ilgi, değer verme, adalet, eşitlik, hoşgörü, sevgi, saygı, nezaket, güven, iffet, feragat, haklara saygı, sabır ve tahammül, empati, îsâr ve zarafet hakim olduğu için neticede o ailede huzur, uyum ve mutluluk hakim olmuştur.

Uzun süre yanlarında kalan Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber (asm)’in aile ilişkilerini çok kısa bir şekilde şöyle anlatır:

“Aile fertlerine karşı Hz. Muhammed’den daha şefkatlisini görmedim.” (Müslim, Fedâil, 63)

Peygamberimiz de şöyle buyurur:

“En hayırlınız, ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım.” (İbn Mâce, Nikâh, 50)

Zarafet, nezaket ve yumuşaklığın öneminin anlatıldığı hadislerde şu ifadeler dikkat çekicidir:

“Allah Refiktir, bütün işlerde rıfkı sever.” (Buhârî, İstitâbe, 4)

“Yumuşak huydan yoksun olan, iyilikten de yoksun olur.” (Müslim, Birr, 23)

Hz. Peygamber (asm)’in aile eğitiminde bu tür değerlerin hâkim olduğu söz konusudur.

Hz. Hatice, kendisiyle en uzun süre yaşayan, Hz. Peygamber’in en yakın destekleyicisi, en yakın dostu ve hayat arkadaşıydı; ilk vahyin gelişinden sonra ilk olarak Hz. Hatice’ye danışarak onu bilgilendirmiştir.

Sorunuzda geçen konuya gelince:

Hz. Aişe bir gün Hz. Peygamber’in, vefatından sonra eşi Hz. Hatice’yi övmesine karşı çıkarak (onu kıskanmış) “O yaşlı kadını ne anıp duruyorsun? Allah onun yerine sana daha iyisini verdi.” deyince Hz. Peygamber de Hz. Hatice’yi kadirşinaslığından dolayı şöyle övmüştür:

“Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir. Çünkü herkes beni inkâr ederken, o bana iman etti. Herkes beni yalanlarken o beni tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken bana arka çıktı. Ve Allah Teala bana ondan çocuklar nasib etti.” (İbn-i Hanbel, VI, 118)

Bunun üzerine Hz. Aişe, "Bir daha Hatîce hakkında kötü söz söylemeyeceğim.” der. (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 20; Nikâh, 108; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 73, 78)

Hz. Peygamber Efendimiz (asm), bu ifadeleriyle eşine karşı ne kadar sevgi dolu, vefalı ve saygılı olduğunu göstermektedir. Hz. Aişe,

“Ben, Hatice’yi kıskandığım kadar hiçbir kimseyi kıskanmamışımdır.” demiştir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76)

Gerek Aişe validemiz, gerekse diğer eşleri zaman zaman kıskançlıklar gösterdiklerinde Hz. Peygamber (asm), bunlara sabretmiş ve tahammül etmiştir. Hz. Peygamber, eşlerle iyi geçinme hususunda bazı taktikler de vermiştir:

“Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Rada’, 61)

Bu da Hz. Peygamber’in kayda değer alternatif ve çözüm getirici bir yaklaşım tarzıdır.

Hz. Peygamber (asm), bütün kadınlarda rastlanması tabii olan kıskançlık, çekemezlik gibi çeşitli can sıkıcı davranışlara kendi hanımlarında rastlayınca, hep sabırla ve tatlılıkla mukabele etmiştir.

Eşleri, Resûlullah'tan imkânı dışında maddi taleplerde bulunarak, üzülmesine ve kendilerini bir müddet terk etmeye sevk etmişse de hadise üzerine gelen vahiy; hanımlarını dünyalıkla, Allah ve Resûlü'nden birini seçmede muhayyer bırakmış, hanımları da Allah ve Resûlü'nü seçmişlerdir. (bk. Ahzab , 33/28; bk İbn Sa'd, 8/179-181)

Ümmü Seleme, kendisine Resûlullah'a zevce olmak gibi büyük bir şeref teklif edildiği zaman: "Ben kıskanç bir kadınım, siz ise çok evlisiniz." gerekçesiyle teklifi başta reddedecek derecede kıskançtır. (İbn Sa'd, 8/96)

Hz. Âişe, Resûlullah geceleyin dışarı çıkacak olsa, gizlice takip edecek (Ahmed, Müsned, 6/221), uykudan uyanınca yanında bulamadığı Hz. Peygamber'i, zevcelerinden birinin yanına gitmiş olabilir diye telaşla aradığı esnada, secde hâlinde bulunca: "Annem babam sana feda olsun, senin derdin ne benimki ne." (Nesai, 7/73) itirafında bulunacak, diğer hanımlara birçok olaylar çıkaracak kadar kıskançtır.

Peygamberimiz, "Allah erkeklere cihadı yarattığı (emrettiği) gibi, kadınlara da kıskançlığı yaratmıştır, (yani kıskanç olmalarına hükmederek) fıtratlarına bu duyguyu koymuştur." (Münâvî, Feyzü'l-Kadir 2/249), buyurur ve “Kadınlardan kim buna sabredebilirse, şehit sevabı kazanır.” müjdesini verir. (Heysemi, 4/320)

Eşleri arasında, kadınlarda fıtrî olan, kıskançlığın sevkiyle cereyan eden hadiseler, onları birbirlerine karşı insafsız olmaya sevk etmemiş, birbirlerini kötülemeye, aralarında uzun süren küsmelere sebep olmamıştır. Belki de Resûlullah efendimizin her gece birinin evinde olmak üzere sistemleştirdiği akşam sohbetlerinin (Müslim, Nikâh 46) bir gayesi de buydu.

Resulullah'ın bu davranışı hedefine öyle ulaşmıştır ki, hepsinin en çok kıskandıkları Hz. Âişe'nin aleyhinde değerlendirebilecekleri en iyi fırsat olan İfk Hâdisesi sırasında Efendimizin pâk ve temiz eşlerinin hiçbirinden olumsuz bir ima bile olmamıştır. Örneğin, Hz. Âişe "Ağzındaki tükürüğünü kurutacak, cevap veremez hâle getirecek” kadar şiddetli kıskançlık yaptığı Zeyneb Binti Cahş'ı şöyle anlatır:

"Ben Zeyneb kadar dinde hayırlı, Allah'tan onun kadar korkan, onun kadar doğru sözlü, onun kadar sıla-i rahme düşkün, onun kadar çok sadaka veren, tasadduk etmesine imkân veren, işe onun kadar bağlı bir başka kadın bilmiyorum." (Nesâî, İşretü'n-Nisa 3, 7/65-66)

Zeynep bintu Cahş da İfk Hadisesi sırasında, Hz. Âişe hakkında sorulunca şöyle demiştir:

"Ben görmediğim şeyi gördüm, işitmediğim şeyi işittim demekten Allah'a sığınırım. Yemin olsun, Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum." (Müslim, Tevbe 58)

83 Peygamber Efendimizin kurduğu devletin adı, bayrağı, yasası, meclisi var mıdır? Devlet yapılanması nasıldır?

Kabile anlayışına sahip bir toplumda dünyaya gelen Hz. Muhammed (asm),  Mekke dönemindeki risâletinin on üç yılını insanları Allah’a imana davet etmekle geçirdi. Onun bu dönemde devlet kurmak için herhangi bir düşüncesi yoktu. Asıl gayesi de bu değildi. Zaten şartlar da buna el vermiyordu. Ancak ikinci Akabe Bîatındaki Medine’den gelen kabilelerle yaptığı görüşmeler bu ortamı hazırladı.

Diğer taraftan Mekke’de Müslümanlara yapılan baskılar artınca Medine’ye hicret başladı. Hz. Peygamber hicret sonrası devlet kurma bazında Medine’de bir takım çalışmalara başladı. Medine’de meskûn kabilelerle yaptığı istişareler olumlu sonuç verince, yazılı bir anayasa hazırlayarak merkezî bir yönetim tesis etti. Bu yönetimin adı daha sonraki dönemlerde “Medine Şehir Devleti” veya “İlk  İslâm Devleti” gibi isimlerle adlandırılmıştır. Ortaklaşa oluşturulan anayasaya bakıldığı zaman, kurulan bu devletin bir hukuk devleti olduğu anlaşılmaktadır.

Yesrib, Müslümanların Mekke’den hicret ederek gelip yerleştikleri ve İslâm devletini kurdukları bir kasabanın adıdır. Daha sonra buraya Medine adı verilmiştir. Hatta Hz. Muhammed (asm) sağlığında Medine sözcüğünü Yesrib için onurlandırıcı olarak kullanmıştır. Zamanla Yesrib ismi unutulup Medine adıyla anılmaya başlamıştır. 

Medine’de gelişen İslâm toplumu da sadece dinsel bir topluluk olmayıp, aynı zamanda siyasal bir topluluk vasfını kazanıyordu. Dinî topluluğun Peygamberi olan Hz. Muhammed, aynı zamanda yeni kurulacak devletin başkanlık görevini de üslenecekti. 

Hz. Muhammed (asm)’in, Müslümanlar arasında  içtimâî birliği tesis etmek, kabile hayatının temelini teşkil eden, kan bağıyla oluşan akrabalığı ikinci plânda tutmak, Müslüman aileler arasındaki sosyal ilişkileri geliştirmek, dâhilî ve haricî düşmanlara karşı güçlü bir toplum oluşturmak istediği anlaşılmaktadır. Böylece  Hz. Peygamber’in tesis ettiği “Din Ümmeti”, aynı inanç sistemine bağlı Mü’minlerin oluşturduğu bir topluluk olup, kan bağına dayanan kardeşlikten daha da ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Nitekim bu husus daha sonraki dönemlerde de değişik ırklara mensup olan insanlar arasında birleştirici rolünü etkin bir şekilde devam ettirmiştir.

Medine Sınırının Tespiti

Hz. Muhammed (asm), Medine’de meskûn olan insanlar arasında siyasî birliği sağladıktan sonra, şehrin sınırlarının tespit edilmesi gerektiğini düşündü. Bunun için de Ka’b b. Malik’i görevlendirdi. Çünkü sınırları belli olan toprak parçası ancak vatan olabilirdi. Kâ’b b. Mâlik, Medine merkez olmak üzere 12 millik bir dairevî hudut çizerek, yeni kurulacak olan devletin sınırlarını belirledi. Böylece Medine’nin hudutları Harem bölgesi olarak ilân edildi.

Medine’de Yapılan İlk Nüfus Sayımı

Şehir savunmasında önemli olan sınır tespitini yaptıran Hz Peygamber, kendisinden önceki bazı peygamberlerin yaptıkları gibi, “Nâs’dan, Müslümanlığını sözü ile açıklayan kimseleri bana yazınız.” diyerek, Medine’de bir nüfus sayımı yaptırtarak Müslümanların sayısını tespit ettirmişti. 

Anayasanın Hazırlanması

Medine’de Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlayan  Hz. Muhammed (asm), Medine’de meskûn diğer kabilelerle de sulh içinde yaşamak istemişti. Bunun için Müslim ve gayri müslim arasında sosyal ilişkileri düzenleyen ortak noktaların tespit edilip, vahyî esaslar da göz önünde bulundurularak, toplumun düzenini sağlayacak olan anayasanın alt yapısının oluşturulması ve bunun üzerinde çalışılması gerekiyordu.

Diğer taraftan Medine’nin, yalnız Mekkeli müşrikler ve çevre kabilelere karşı değil, aynı zamanda dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanilere karşı da savunulması için bazı tedbirlerin alınmasına ve bazı müesseselerin kurulmasına ihtiyaç vardı. Çünkü Orta Arabistan’ın kuzey kısımları Bizans ve Sasani devleti  hâkimiyetinde bulunuyordu. Bu bakımdan kuzeyden ve güneyden gelebilecek her türlü tehlikelere karşı tedbir alınması gerekiyordu. Bu sebeple Hz. Muhammed,  Muhâcîr ve Ensâr ile Medine’deki Arap kabileleri ve Yahudilerin ileri gelenlerini Enes b. Malik’in evinde topladı. Bütün bu inanç farklılıklarına rağmen aynı şehirde beraberce nasıl yaşanabileceği hususunda adlî, siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik düşüncelerini ortaya koyarak istişarelerde bulundu. Yapılan görüşmeler sonunda Medine’de bir şehir devletinin kurulması hususunda ittifak edildi. 

Her kabile iç işlerinde serbest olacak, yalnız Medine’nin savunması müşterek yapılacak, ayrıca çözülemeyen hukukî meselelerde merkezî otoriteye müracaat edilecekti. Kabul edilen bu fikirler doğrultusunda bölgede yepyeni bir dönem başlamış oluyordu. Böylece İlk İslâm devletinin temelleri Medine’de gerçekleştirilmiş ve belki de dünyada ilk defa yazılı bir anayasa ortaya konulmuş oluyordu

Hz. Muhammed (asm) Medine’ye hicretten sonra hem dini lider, hem de siyasî lider olarak tebârüz etmiştir. Hz. Muhammed, Medine’de meskûn kabilelerle hoşgörü içinde birlikte yaşayabilecekleri bir devleti kurmakla, adaletin eşit bir şekilde uygulanmasını, hak ve hürriyetlerin teminat altına alınmasını gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu bu anayasa, kabileler arasındaki meselelerin hal edilmesine, değişik inançlara sahip olan insanların karşılıklı güven anlayışı içinde ortak noktalarda birleşip, aralarında mutâbakatın sağlanması sonunda, birbirleriyle işbirliği yaparak bir arada yaşamalarına, hatta siyasî bir birlik oluşturmalarına, toplumsal ve sosyal barışın gerçekleşmesine, ayrıca hür düşüncenin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Ancak zikredilen anayasa hiçbir zaman Kur’an ahkâmı gibi olmamıştır. Bu anayasanın, zamana ve zamanın şartlarına göre değişikliğe uğraması, veya yeni düzenlemelerin yapılması her zaman mümkün olmuştur.

İslâm'dan önce, Arap kabileleri arasında meydana gelen savaşlarda bayraklar kullanılmıştır. Hz. Peygamber (asm) siyah ve beyaz sancak kullanmıştır. Bazı sancaklarının üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Rasûlüllah" yazılmıştır.

[Doç. Dr. Mevlüt Koyuncu, SAÜ Fen Edebiyat Dergisi (2009-II)]

84 Köle iken Müslüman olan Bilal-i Habeşi nasıl Müslüman olmuştur ve ne gibi işkencelere mazur kalmıştır?

Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.

Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef'in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.1

Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi. Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl'in kendisini yaratan tek Allah'a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed'e sadâkat elini uzatması büyük suçtu! Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke'nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.

Ümeyye bin Halef'in bütün bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah'a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile, davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:

"Ehad, Ehad! Allah birdir! Allah birdir!"

İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl'i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:

"Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed'i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât'a, Uzzâ'ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!"

Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

"Ben, Lât ve Uzzâ'yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!"2

Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl'in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.

Hazret-i Bilâl'in, bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tasarufunda tutan Cenâb-ı Hakka îmân, Onun sonsuz kudretine i'timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, "Îmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir." hakikatını bütün dünyaya ilân ediyordu.

Yine bir gün, Ümeyye bin Halef in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye'ye,

"Sen hiç Allah'tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin." dedi.

"Onun itikadını sen bozdun, kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar." diye cevap verdi Ümeyye. 

Hz. Ebû Bekir,
"Ey Ümeyye, benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvedidir. Onu Bilâl'e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?" dedi.
Ümeyye,
"Kabul ettim." dedi. Sonra da gülerek, "Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz." diye konuştu.
Hz. Ebû Bekir,
"Olur!.." dedi.
Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve
"Vallahi, bana kölenin karısı ile birlikte kızını da vermedikçe olmaz" dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de,
"Olur!.." diye cevap verdi.

Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşçasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte bulundu:

"Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!"
Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle,
"Sen, ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun." dedi.
Ümeyye bu sefer,
"Hayır, Lât'a, Uzzâ'ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir,
"Onların hepsi senin olsun." dedi ve Hazret-i Bilâl'i bu zâlim adamın elinden kurtardı.

Hazret-i Bilâl'i alan Ebû Bekir'e (r.a.) Peygamber Efendimiz,

"Yâ Ebâ Bekir, onun üzerinde bir hakkın olacak mı?" dedi, 

Hz. Ebû Bekir,

"Hayır, yâ Resûlallah, Onu azâd ettim."3 dedi.

Hazret-i Bilâl'i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme'yi de satın alıp âzad etti.4

Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat'ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevvere'de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince,

"Yâ Ebâ Bekir, beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım."

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da Şâm'a gitti. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara iştirâk etti.5

Dipnotlar:

1. İbni Sa'd, Tabakât 3/332.
2. İbni Hişâm, Sîre, 1/340; İbni Sa'd, Tabakât 3/232.
3. İbni Hişâm, Sîre, 1/340; İbni Sa'd, Tabakât, 3/328; İnsanü'l-Uyun, 1/299.
4. İbni Hişâm, Sîre, 1/340; İbni Sa'd, Tabakât, 3/328; İnsanü'l-Uyun, 1/299.
5. İbni Sa'd, Tabakât, 3/238; İbn Hacer, İsâbe, 1/169.

85 Peygamberimiz'in (s.a.v.) Veda Haccı nasıl gerçekleşmiştir; Veda Hutbesinde ashabına hangi tavsiyelerde bulunmuştur?

Hicretin 10. senesi, Zilhicce ayı. (Milâdî, Mart 632.)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin Onuncu yılının Zilkâde ayında iken hacca hazırlandı. Medine'deki Müslümanlara da haccetmek üzere hazırlanmalarını emir buyurdu. Ayrıca, Medine dışındaki Müslümanlara da bu maksada hazırlanıp Medine'de toplanmaları için haber gönderdi.

Bu haber üzerine, haccetmek arzusunda olan binlerce Müslüman Medine'ye akın etmeye başladı. Çok geçmeden Medine îmân ve İslâmın nuruyla münevver simalarla dolup taştı. Medine etrafında çadırlar kuruldu.

Müslümanlar eşsiz bir bayram sevinci yaşarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de tebliğ ettiği azametli davanın muazzam neticesini görmenin huzur ve saadeti içinde Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrediyordu.

Medine'den Ayrılış

Zilkâde ayının çıkmasına beş gün vardı. Günlerden cumartesi idi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'de yerine Ebû Dücâne es-Sâidî'yi vekil tayin etti.1 Hâne-i Saadetinde yıkandı. Güzel kokular süründü. Yeni elbiseler giydi. Öğleye doğru Hâne-i Saadetinden çıkıp Mescid-i Şerife gitti. Öğle namazını kıldırdı.2

Fahr-i Âlem Efendimiz, etrafını nurânî halkalar hâlinde sarmış olan yüz bini aşkın Müslümanla birlikte Medine'den hareket ederek Zülhuleyfe mevkiine vardı. Geceyi, muazzam, cemaatıyla burada geçirdi.

Ertesi günü, öğle namazını burada edâ ederek ihrama girdi ve herbiri insanlık âleminin birer yıldızı olan sahabîleriyle birlikte Mekke-i Mükerremenin yolunu tuttu.

Fahr-i Âlem Efendimizin beraberinde bütün Ezvâc-ı Tahirat ve hayattaki tek evlâdı Hz. Fâtıma da vardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerinde idi. On binlerce sahabî o Mânevi Güneşin etrafında yörüngelerini kaybetmeyen gezegenleri andırıyordu. Dillerde sadece telbiye vardı:

"Lebbeyk Allahümme Leybeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnnelhamde vennimete leke ve'l-mülk. Lâ şerike leke."

Sanki yeryüzü bir ağız olmuş, aynı "telbiye"yi yüzbinler dil ile tekrarlıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz ve sahabîlerin sevinç ve heyecanına âdeta yer ve gök iştirak ediyordu.

Mekke'ye Varış

Tarih: Zilhicce ayının dördü, pazar günü, sabahın erken saatleri.

Fahr-i Âlem Efendimiz, etraftan gelenlerin de katılmasıyla yüz bini aşkın Müslüman hacılarla Mekke'ye üst kısmından, Seniyyetü'l-Kedâ mevkiinden girdi.3 Kâbe-i Muazzamayı görünce,

"Yâ Rabbi! Bu muazzam mâbedin azamet, şeref, keramet ve mehabetini arttır."4 diye duâ etti.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Beytullaha vardı.

Hacerü'l-Esvedi istilâm etti* ve o köşeden Kâbe-i Muazzamayı tavafa başladı. Tavafın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp, omuzlarını silkelemek suretiyle hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Kalan dört devresini ise ağır ağır yürüyerek tavafını tamamladı.

Kâbe'nin etrafını yedi defa dolaşarak tavafı tamamladıktan sonra Makamı İbrahime vardı. Orada iki rekât namaz kıldı.5 Sonra tekrar dönüp Hacerü'l-Esvedi istilâm etti. Bu esnada Hz. Ömer'e,

"Ey Ömer! Sen, güçlü kuvvetlisin. Hacerü'l-Esvede yetişmek için başkasına omuz vurma! İnsanları, güçsüzleri rahatsız etme! Eğer, tenhâ bulursan onu istilâm et! Yok tenhâ bulamazsan, uzaktan el sürüp öpme işareti yap ve kelime-i Tevhid oku, tekbir getir."6 buyurdu.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Sa'y Edişi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Safa Tepesine çıktı. Orada Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrünü takdim etti. Buradan inerek Safâ ve Merve arasında yedi kere sa'y etti.

Mina'ya Gidiş

Mekke'de pazar, pazartesi, salı ve çarşamba günleri kalan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, perşembe günü Mina'ya gitti. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada cemâatla edâ etti. Geceyi orada geçirdi. Zilhicce'nin dokuzu cuma günü sabah namazını edâ ettikten sonra Mina'dan Arafat'a doğru hareket etti.7

Ashab-ı kiramın getirdiği telbiye ve tekbirlerle âdeta yer gök çınlıyordu.

VEDÂ HUTBESİ

Arafat'ta Allah'a hamd ve senâdan sonra hususî olarak o sırada hazır bulunan yüz bini aşkın (120.000) sahabîye, umumî olarak da bütün Müslümanlara, bütün insanlığa değişmez, eskimez ölçüler ihtiva eden şu hutbesini irâd buyurdu:

"Bismillâhirrâhmânirrahîm"

"Ey insanlar!"
"Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım."

"İnsanlar!"
"Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir; her türlü tecâvüzden korunmuştur."

"Ashabım!"
"Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur."

"Ashabım!"
"Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lâkin anaparanız size âittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız."

"Ashabım!"
"Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı, Abdülmuttalib'in torunu İyas bin Rabia'nın kan dâvâsıdır."

"Ey insanlar!"
"Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız."

"Ey insanlar!"
"Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır."

"Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir." 

"Kadınların da sizin üzerinizdeki haklan, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir."

"Ey mü'minler!"
"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur'ânı Kerim ve Peygamberinin (a.s.m.) sünnetidir.

"Mü'minler!"
"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da malı da helâl olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır."

"Ey insanlar!"
"Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona âittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır."

"Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisâba kalkan köle, Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğrasın. Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder."

"Ey insanlar!"
"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır."

"Âzâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz."

"Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz."

"Dikkat ediniz!"
"Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
- Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
- Zina etmeyeceksiniz.
- Hırsızlık yapmayacaksınız."

"İnsanlar 'Lâ ilâhe illallah' deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a âittir."

"İnsanlar!"
"Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"

Sahabe-i Kiram hep birden şöyle dediler:

"Allah'ın elçiliğini ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehâdet ederiz."

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şehâdet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

"Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!"8

Öğle ve İkindi Namazlarının Beraber Kılınışı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün insanlığa en yüksek ve kudsî bir ders olan Vedâ Hutbesini sona erdirdiği sırada Hz. Bilâli Habeşî öğle ezanını okumaya başladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashab-ı kiram, huşu içinde susup ezanı dinlediler. Ezan bitince, Hz. Bilâl kaamet getirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, o muhteşem cemaata imam olup önce öğle namazını kıldırdı. Sonra yine kaamet getirilerek ikindi namazını kıldırdı. Böylece Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir ezan iki kaametle iki vaktin namazını birleştirdi.9

İlk İşâret

İkindiden sonraydı, vakit akşama yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:

"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı seçtim."10

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu âyeti okuyunca, ashab-ı kiram son derece sevinip ferah duydular. Sadece biri ağlıyordu: Hz. Ebû Bekir. Sahabîler buna bir mânâ veremediler. Niçin ağladığını sorduklarında, "Bu âyet, Resûlullahın (a.s.m.) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum."11 cevabını aldılar.

Hz. Ebû Bekir'in söylediği ve anladığı sır doğru idi. Zira bu âyet, Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyadan göç etme zamanının yaklaşmış olduğuna ilk işâret idi. Çünkü, teklif ve tebliğ edilmesi gereken şeyler bittiğine göre, teklif ve tebliğ edenin vazifesi de son bulacak demekti.

Aynı sırrı, Hz. Ömer'in idrak ettiğini kaynaklar zikrederler.12

Arafat'tan Müzdelife'ye

Cuma günü, güneş battıktan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.) devesi Kasvâ'nın üzerinde ve terkisinde Üsâme bin Zeyd ile birlikte, Arafat'tan Müzdelife'ye geldi. Bu sırada akşam namazı vakti çıkmış, yatsı namazı vakti girmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir ezan iki kaametle önce akşam, arkasından da yatsı namazını kıldırdı.13

Peygamber Efendimiz cumayı cumartesiye bağlayan geceyi Müzdelife'de geçirdi. Cumartesi günü sabah namazını orada edâ ettikten sonra Meş'ar-ı Harama geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına "Cemre'de* atılacak ufak taşları toplayınız." diye emretti ve taşların nasıl atılacağını gösterdi. Sonra Akabe Cemresine birer birer yedi ufak taş attı. Her taş atışında "Allahü ekber" diyerek tekbir getiriyordu. Bu arada ashab-ı kiram da aynı şekilde Cemre taşlarını atıyorlardı.

Peygamberimiz (s.a.v.) Akabe Cemresinde yedi taşı attıktan sonra Mina'ya döndü.

Kurban Kesme

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz oradan kurban kesme yerine gitti. Ömr-ü saadetlerinin her bir senesi için bir kurban olmak üzere altmış üç kurbanı bizzat mübarek elleriyle kesti.14 Saçlarını traş ettirdi. Kesilen saçlarını hatıra olsun diye sahabîlerine birer ikişer dağıttı. Bu da ashabından ayrılığının yaklaştığına işaretti. Ayrıca:

"Ey insanlar! Haccın usûl ve erkânını benden öğrendiniz. Bilmem, ama belki bundan sonra benimle görüşemezsiniz."

buyurarak da bu işâreti kuvvetlendirdi.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in saçının ön kısmı traş edildiği sırada, Hz. Halid bin Velid, "Yâ Resûlallah" dedi, "alnın üzerindeki saçınızdan bana verir misiniz?"

Peygamber Efendimiz onun bu isteğini kabul etti ve kendisine saçının ön kısmından birkaç tel verip hayatında devamlı muzzaffer olması için duâ etti. Hz. Halid, mübârek saçları alıp gözüne sürdü, sonra da külâhının önüne yerleştirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimizin o saç ve duâsının bereketi hürmetine Hz. Halid girdiği her harpten muzaffer çıkmıştır. Nitekim kendisi de, "Ben, onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu."15 demiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in İfâza Tavafı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce ifâza (ziyâret) tavafını yapmak üzere Kâbe-i Muazzamaya gitti. Müslümanlara da gitmelerini emir buyurdu. Tavafını yaptıktan sonra öğle namazını kıldı. Zemzem Kuyusundan su içti.16

Resûl-i Ekrem Efendimiz o gün akşama doğru Mina'ya döndü.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının ikinci ve üçüncü günü, güneş batıya doğru eğrildiği zaman yaya olarak Mina Mescidinden sonraki İlk Cemrenin yanına vardı. Oraya birer birer yedi tane çakıl taşı attı. Her birini atarken "Allahü ekber" diyerek tekbir getiriyordu.

Bundan sonra İkinci Cemre, ondan sonra da Cemre-i Akabe denilen Üçüncü Cemre'nin yanına vardı. Her birisine birer birer yedi taş attı. Her birini atarken "Allahü Ekber" diyerek tekbir getiriyordu.17

Muhassab'a Gidiş

Zilhicce'nin on üçü, salı günü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mina'dan Muhassab denilen taşlık yere gitti. Orada çadırı kurulmuştu. Bu sırada ashab-ı kirama hitaben şöyle buyurmuştu.

"Allah, sözümü güzelce ezberleyip, sonra da onu duymayanlara ulaştıran kimselerin yüzünü nurlandırıp neşelendirsin. Olabilir ki, anlayan kendisinden daha iyi anlayana onu ulaştırır."

"İyi biliniz ki, üç şey mü'min ve Müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz.

1. Allah'ın rızasını gözeterek ihlâs ile amel,
2.. Müslüman olan âmirlere nasihat ve itaatta bulunmak,
3. Müslüman cemaata îtikâd ve sâlih âmelde tabi olmak."
18

VEDÂ TAVAFI

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sabah namazından önce, Beytullaha tavaf için gidileceğini Ashab-ı Kirama ilân etti. Daha Sonra Kabe-i Muazzamaya gidip veda tavafını yaptı.19

Zilhicce'nin on dördü, çarşamba günü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve ashab-ı kiram, Vedâ Tavafından sonra, Mekke-i Mükerremeden Medine-i Münevvereye doğru yola çıktılar. Gadir-i Hum Vadisinde konakladılar. Efendimiz orada öğle namazını kıldırdı. Namaz bitince ashabına,

"Ey insanlar! Biliniz ki, ben de bir insanım! Çok sürmez yüce Rabbimin elçisi gelecek, beni ebedî âleme çağıracak. Ben de onun dâvetine icâbet edeceğim. Yakında size vedâ edeceğim."

dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Eğer sadâkatle sarılırsanız, sizi doğru yolda muhafaza edecek iki şey bırakıyorum: Onların birincisi Allah'ın Kitabı Kur'an'dır ki, içinde hidâyet ve nur vardır. Ona sımsıkı sarılınız! İkincisi de Ehli Beytim'dir."20 **

Bu sözlerinden sonra Hz. Ali'nin elinden tuttu.

"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." buyurdu ve arkasından, 

"Allah'ım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!" diye niyazda bulundu.21

Peygamberimiz (s.a.v.)'in (a.s.m.) yakında ebedî âleme göç edeceğini haber veren yukarıdaki sözleri, ashab-ı kiramı hüzne boğdu. Uğrunda canlarını fedâ ettikleri, öz nefislerinden daha çok sevdikleri Kâinatın Efendisi aralarından gidecekti.

Şimdiden âdeta kendilerini bir yetim kabul edip gözyaşları döküyorlardı.

Medine'ye Varış

Medine görününce Peygamber Efendimiz üç defa tekbir getirdi. Sonra âdetleri olan duâyı yaptı:

"Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah tektir, ortağı yoktur. Mülk Onundur. Bütün hamd de Ona mahsustur. O, her şeye kadîrdir."
"Rabbimize yönelici, günahlarımızdan tövbe edici, Rabbimize kulluk, secde ve hamd edici olarak dönüyoruz."
22

Medine'ye girince Efendimiz doğruca Mescid-i Şerife vardı. Orada iki rekât namaz edâ ettikten sonra Hâne-i Saadetine döndü.

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin ilk ve son haccı oldu.

Dipnotlar:

1. Sîre, 4:248; İnsanü'l-Uyûn, 3:312.
2. Tabakât, 2:173-175; Müsned, 3:110; Zâdü'l-Mead, 3:213.
3. Tabakât, 2:173; Müsned, 2:14; Tirmizî, 3:209.
4. Tabakât, 2:173; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:301.
* İstilâm: Hâcerü'l-Esved'e elle dokunmak, yahud onu öpmek, bunlar mümkün değilse, karşıdan el sürmek işareti yapmak demektir.
5. Müsned, 3:320; Müslim, 4:40; ibn-i Mâce, 2:1023.
6. Müsned, 1:28.
7. Tabakât, 2:173; Zâdü'l-Mead, 3:267.
8. Sîre, 4:250-252; Taberî, 3:168-169; Müsned, 1:384, 453, 5:30, 262, 412; Müslim, 4:41-42; ibn-i Mâce, 2:1024-1025.
9. Megazî, 3:1102; Müslim, 4:41; İbn-i Mâce, 2:1025.
10. Mâide Sûresi, 3.
11. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 2:1569.
12. Taberî, 6:52; İbn-i Kesîr, Tefsir, 2:13.
13. Buharî, 2:177; Müslim, 4:42; Ebû Davud, 2:191.

* Cemre, kendisi ile teyemmüm etmek caiz olan küçük taş veya toprak parçaları veyahut da taş demektir. Minâ'da üç küçük taş kümesi vardır: Cemre-i Ulâ, Cemre-i Vusta ve Cemre-i Akabe.

14. Müslim, 4:42; Zâdü'l-Mead, 1:275.
15. Üsdü'l-Gâbe, 2:111.
16. Tabakât, 2:182; Müslim, 4:42-43; İbn-i Mâce, 2:1026.
17. Müsned, 2:152; Nesâî, 4:276-277.
18. Müsned, 4:80-82; ibn-i Mâce, 2:1016.
19. Buharî, 1:82.
20. Müsned, 4:367.

* * Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, biz Müslümanlara bıraktıkları arasında ikinci olarak Ehli Beyt'ini zikretmesi mânidardır. Bunu nasıl anlamak gerekir?

"Resûl-i Ekrem (a.s.m.) gayb-âşina nazarıyla görmüş ki; âl-i Beyt'i, Âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nûraniye hükmüne geçecek, Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlâtı insaniyye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyeti mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Yâni, nasıl ki, milleti İbrahimiyede ekseriyeti mutlaka ile nurâni rehberler Hz. İbrahim Aleyhisselâmın âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.) vezaif-i azime-i İslâmiyette ve ekser turûk ve muâlikinde Enbiya-i Benî İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyti Muhammediyyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, "Kul la es'elüküm aleyhi ecren ille'l-meveddete fılkûrba" demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı te'yid eden diğer rivâyetlerde ferman etmiş: 'Size, iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necât bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbâı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir."

"İşte bu sırra binâendir ki; Kitab ve Sünnete ittibâ ünvânıyla bu hakikat-ı hadisiyye bildirilmiştir. Demek, Âl-i Beytten, vazife-i Risâletçe muradı: Sünneti Seniyyesidir. Sünneti Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

"Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki; Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini [çoğalacağını> izni İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet za'fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemâati mütesanide lâzım ki, Alemi terakkiyat-ı mânevîyesinde medar ve merkez olabilsin. İzni İlâhi ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş."

"Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, i'tikad ve iman hususunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslim ve iltizam ve tarafgirlikle çok ileridirler. Çünkü; İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyetten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık; zayıf ve şânsız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Âl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî islâmiyet cihetiyle Din-i islâm lehinde ednâ bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü, fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.' (Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, s. 19-20.)

21. Müsned, 4:281, 368, 370; Tirmizî, 5:633.
22. Müsned, 4:187-189; Ebû Davud,3:91.

86 "İ'lâ Hadisesi" olarak tarihe geçen; Peygamberimizin Ezvâc-ı Tâhirat'tan bir ay uzak durmak üzere yemin etmesi olayı nasıl neticelenmiştir?

Hicretin dokuzuncu senesinde, İslâm nûru bütün haşmetiyle Arabistan Yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullah (asm)'ın elinde artık birçok maddî imkânlar vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen Hz. Resûlullah (asm), sade hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.

Fakat, Ezvâc-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nimetler içinde yaşamaktan nasiplerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimiz (asm)'in etrafında toplanarak, "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz." derlerdi. Sonra da herbiri bir takım şeyler isterdi.

Fakat, Peygamber Efendimiz (asm), kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna rıza göstermelerini arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhiratın bu tarz isteklerde bulunmasından da mübârek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.

Efendimizin mutad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.

Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri de yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi. Günün birinde Hz. Zeyneb binti Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekreme (asm) çok sevdiği baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb'in yanında her zamankinden fazla kalırdı.

Bu durum Hz. Âişe'nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.1

Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında her nedense bir rekabet vardı. Hattâ bu yüzden Peygamberimiz (asm.)'in pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Hz. Safiyye ve Hz. Hafsa Hz. Âişe'nin tarafını, Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymune ve Cüveyriye (r.a.) ise Hz. Zeyneb binti Cahş'ın grubunu teşkil ediyorlardı.2

Resûl-i Ekrem (asm)'in, Hz. Zeyneb'in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:

"Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız:

'Yâ Resûlallah! Megafır mi yediniz?' Resûlullah,

'Hayır.' diyecektir. Biz de o zaman,

'O hâlde bu koku ne?' diye soracağız. Tabiî ki o,

'Zeynep bana bal şerbeti içirmişti.' cevabında bulunacaktır. O zaman da biz,

'Demek o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.' deriz."3

Megafir, 'mağfur'un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için, bu tarz bir talimatta bulunmuştu.

Kâinatın Efendisi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm) bir gün Hz. Hafsa'nın odasına girerken, "Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?" sorusuyla karşılaştı.

Peygamber Efendimiz, "Hayır!" dedi.
Hz. Hafsa, "O hâlde bu koku ne?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Zeynep binti Cahş'ın evinde bal şerbeti içmiştim." buyurdu.
Hz. Hafsa, "Demek ki, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış." dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Onu bir daha içmem." diyerek yemin etti. Sonra da
"İşte, yemin ettim. Sakın bunu başka bir kimseye duyurma." buyurdu.4

Böylece Peygamber Efendimiz (asm) sırf "hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb halinde hissolunan fitrî kadınlık gayret ve kıskançlığının aile nizamı üzerinde aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebnî"5 olarak kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.*

Bunu verdiği birkaç sır ile** birlikte gizli tutmasını Hz. Hafsa'ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ ondan bu hususta söz aldı.

Peygamberimiz (asm)'in baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:

"Ey Peygamber! Niçin hanımlarının hoşnutluğunu arayıp da Allah'ın helâl kıldığı şeyi kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."6

Hz. Hafsa, Resûl-i Ekremin bu sırlarını gizleyemedi. Çok geçmeden anlaştıkları Hz. Âişe'ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.

Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıânın ifşâ edildiğini Cenâb-ı Hak, Resûlüne vahiy ile bildirdi:

"Hani Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Hanımı bu sözü açığa vurunca Allah da peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi. Sonra Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu böylece anlatınca, hanımı 'Bunu sana kim bildirdi?' diye sordu. Peygamber de 'Her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah bildirdi.' diye cevap verdi."7

Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa'ya serzenişte bulundu. Sonra da Ezvâc-ı Tâhirat'tan bazıları dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular. Peygamberimiz (asm) hem bu duruma üzüldü hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.

Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadakâtlarını ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti.8 Bu yeminden sonrada, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.9

İşte bu hadiseye "İ'lâ Hadisesi" denir. İ'lâ'nın lügat mânâsı "mutlak yemin" dir. Fıkıh dilinde ise, erkeğin cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.

Ashabı Kiramın Telâşı

Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in Meşrebe'de yalnız başına kaldığını duyan sahabîler, "hanımlarını boşamıştır" düşüncesiyle telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:

"Medine'nin Avâli semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullahı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve saireye dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı. Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım:

"'Ne var?' diye sordum.
'Büyük bir felâket' dedi.
'Ne oldu?' dedim, 'Gassanîler Medine'ye hücuma mı geçtiler?'
'Hayır,' dedi, 'daha fena bir şey oldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!' "

"Bunun üzerine sabah namazını kıldıktan sonra, giyinip kuşandım ve Medine'ye indim. Hafsa'nın yanına vardım. Ağlıyordu:

'Ne diye ağlıyorsun?' dedim. 'Ben, seni Resûlullaha karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten sakındırmamış mıydım?' Sonra sordum:
'Allah Resûlü sizleri boşadı mı?'
'Bilmiyorum' dedi.
'Resûlullah şimdi nerede?' diye sordum.
'Şuradaki Meşrebe'de. İnzivaya çekilmiş' dedi."

"Kalktım, Resûlullahın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebâh vardı. 'Ey Rebah' dedim, Resûlullahın yanına girmem için izin iste. Rebâh içeri girip çıktı: 'Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.

"Dönüp Mescide gittim. Ashab-ı kiramdan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı. Bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullahın odasına tekrar yaklaştım. Rebâh'a 'Ömer'in içeri girmesi için izin iste.' dedim. Köle içeri girip çıktı, 'Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi."

"Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum."

"Yine Resûlullahın bulunduğu odaya yaklaştım. Sesimi yükselterek,

'Ey Rebâh' dedim, 'ben Resûlullahı görmek istiyorum. Müsaade iste. Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum.' Rebâh içeri girdi. Çıkınca,

'Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi."

"Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: 'Gir, artık sana izin verdi!'

"İçeri girdim, Allah Resûlüne selâm verdim. Hasırdan örtülü bir yatak üzerinde idi. Hasır derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyordu. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.

Resûlullah, 'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu.

'Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefasını sürerken, siz Allah'ın en sevgili kulu olduğunuz hâlde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!'

"Resûlullah, 'Ey Hattab'ın oğlu Ömer!' dedi. 'Dünya nimeti onların, ahiret saadeti de bizim olmasına razı değil misin?'

"Sonra, 'Yâ Resûlallah! Hanımlarını boşadın mı?' diye sordum.
"Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, 'Hayır.' buyurdular.
"Bu cevap karşısında birden bire 'Allahü Ekber' dedim. Sonra da 'Bütün ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikatı söyleyeyim mi?' dedim.
"Resûlullah, 'Olur.' dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.
"Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım,
'Resûlullah, hanımlarını boşamamıştır."'10

Resûlullahın Meşrebe'den Ayrılışı

Bir ay dolunca Resûlullah, inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:

"Ey Peygamber, hanımlarına de ki: 'Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip sizi güzellikte serbest bırakayım. Eğer Allah'ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır."'11

Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), hanımlarını, dünya ve dünya zîneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu. Âyet, nâzil olduğu sırada Efendimiz hanımlarından Hz. Âişe'nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı. Hattâ bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyân etti. Hz. Âişe derhal cevabını verdi:

"Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım! Ben elbette ki, Allah'ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!"12

Peygamber Efendimiz (asm) bu cevaba gülümsedi.

Diğer Ezvâc-ı Tahirât da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve zînetine tercih ettiler. Böylece Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadakâtlarını ispatlamış oldular.

Dipnotlar: 

1. Aynî, Umdetü'l-Kâri, 20:244.
2. Buharî, 3:132.
3. Tabakât, 8:85; Buharî, 6:167; Müslim, 2:1101-1110.
4. Tabakât, 8:85; Buharî, 6:167; Müslim, 2:1102.
5. Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 11:209.

* Burada Hz. Resûlullahın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalanmaktan alıkoymaktır. Yoksa Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatta haram kılmak ve haram itikat etmek değildir. Zira, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binâen Resûlullah kendisine helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla "Allah'ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram kılar?" diye bir soru akla gelmemelidir.

** Bir kısım rivâyetlere göre, Peygamberimiz (asm.), Hz. Hafsa'ya kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir'in, ondan sonra da Hz. Ömer'in Halife olacağını haber vermişti. (İbni Kesîr, Sîre, 4:390)

6. Tahrim Sûresi, 1.
7. Tahrim Sûresi, 3.
8. Buharî, 7:230; İnsanü'l-Uyûn, 3:406
9. Buharî, 7:230; İnsanü'l-Uyûn, 3:406
10. Buharî, 1:31-33, 6:70; Müsned, 1:33; Müslim, 2:1109-1112; Tirmizî, 5:421; İnsanü'l-Uyûn, 3:404
11. Ahzab Sûresi, 28-29.
12. Buharî, 6:23; Müslim, 2:1113.

87 Peygamberimiz (s.a.v.) Taif'ten dönüşünde Mekke'ye nasıl girebilmiştir?

Peygamber Efendimiz, Taif dnüşü cinlerden bir grubun Müslüman olmasındna sonra Batn-ı Nahle'de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu. 

Bu sebeple Hîrâ'ya varınca birini göndererek müşrik Mut'im bin Adiyy'in himâyesini istedi. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler.1

Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.

Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf etti, Harem-i Şerif'te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.

Başta Peygamberimiz (s.a.v.) ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.

Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:

"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım."2

Dipnotlar:

1. İbni Sa'd, Tabakât: 1/212; Belâzuri, Ensâb: 1/237.
2. Buharî, 4/83.

88 İslâm'ın ilk şehitleri kimlerdir?

Yâsir, Mekke'ye Yemen'den gelmişti. Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe bin Muğire'nin himâyesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu câriyesi Sümeyye ile evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah.

Bütün ferdleriyle saâdet dairesine giren bu âileye başta Mahzumoğulları olmak üzere, bütün müşrikler çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı.

Mahzumoğulları, îmân ve İslâm'dan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

Yine bir gün Yâsir âilesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında,

"Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükâfatınız cennettir; sabredin, ey Yâsir âilesi!"

diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.

İşkence altında kıvranan Yâsir,

"Yâ Resûlallah, bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?" dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale,

"Allâh'ım! Yâsir âilesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme." duâsıyla karşılık verdi.

Bu hâdiseden bir müddet sonra Hazret-i Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece Müslüman erkeklerden "ilk şehid" şerefi kendisinin oldu.

Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan Yâsir'in âilesi Sümeyye de işkence etsin diye Ebû Cehil'e havâle edilmişti.

Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, "Sen güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed'e îmân ettin!" diyordu. Bu âdice ithama, îmân âbidesi kesilmiş Hazret-i Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır laflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak, şehid etti. Hazret-î Sümeyye de böylece, kadınlardan ilk şehid edilen kişi oldu.

Ammar'ın Başına Gelenler

Ammar'ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.

Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekremin yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu.

"Azabın her türlüsünü tattık, yâ Resûlallah." diyerek hâlini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle duâ ediyordu:

"Allah'ım, Ammar âilesinden hiçbir kimseye Cehennem azabını tattırma."

Hz. Ammar'a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rasgeldi. Mübârek elleriyle Ammar'ın başını sığayarak ateşe,

"Ey ateş, İbrahim'e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi, Ammar'a da öyle ol!.."

diye duâ etti. Sonra da Ammar'a şu haberi verdi:

"Ey Ammâr! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın bir topluluğun eliyle olacaktır."1

Gerçekten d Cenâb-ı Hak, Hz. Ammar'a uzun ömürler ihsan ederek, Sevgili Habibinin haberini doğrulamıştır. Hz. Ammar daha sonra Sıffin Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu Muâviye'nin taraftarlarının bâği (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muâviye te'vil etti. Amr bin Âs dedi: "Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz." 2

Yine birgün, Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu hâliyle onu gören şefkat timsali Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Sonra da,

"Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul."

dedi. Bu, hayatını zalim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar'a bir müsâade idi!

Bu müsâadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:

"Muhammed'e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ'ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!"

Zavallı Ammar'ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar Ammar'ı serbest bıraktılar. İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar doğruca Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine,

"Kurtulduğun yüzünden belli." deyince, cevabı şu oldu:

"Hayır, vallahi kurtulmadım!"

Peygamber Efendimiz,

"Niçin?" diye sorunca da Ammar,

"Ben, senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ'nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler." karşılığını verdi.

Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya, başına yıkılacakmış gibi heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriyanın huzurunda dikilmiş duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti!

Resûl-i Ekrem,

"Müşriklerin dediklerini söylerken, kalbini nasıl buldun?" diye sordu.

Ammar'ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:

"Kalbimi îmân ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum."

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Sana vebâl yok, ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul."3

diyerek Ammar'ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürûra garketti. Bu hâdise üzerine, yüce Allah şu meâldeki âyetini inzâl buyurdu:

"Kalbi îmânla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesnâ, kim îmân ettikten sonra tekrar kâfir olur ve gönül rızâsıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır."4

Şu hâlde kalbi îmân ile karar bulmuş bir mü'mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: Düşman tarafından canı veya herhangi bir azası yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin îmân ile mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için şehid olmayı göze alıp, küfür kelimesinin lisanla dahi olsa, söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsat ile değil de azimet ile amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.5

Dipnotlar:

1. İbni Sa'd, Tabakât: 3/248.
2. bk. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat s. 110.
3. İbni Sa'd, Tabakât: 3/249.
4. Nahl Sûresi, 106.
5. Hazin, Tefsir, 3/136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV/3132.

89 İslâmın ilk yıllarında neden gizli davet metodu tercih edilmiştir ve açıktan ilan edilmemiştir?

Cenâb-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itâat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap hiç şüphesiz muvaffakiyetsizlik olacaktır.

Resûlullah Efendimiz de Allah'tan aldığı talimât üzere bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.

Bu hareketiyle onun İslâma muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve davasına güç vermişti.

Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat kalmamıştı. Zira, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm davası birçok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlarını bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.

90 Hendek Savaşı sırasında Müslümanlarla anlaşmalarını bozarak müşrik ordusuna yardım eden Benî Kurayza Yahudileriyle yapılan Benî Kurayza Gazası nasıl olmuştur?

Hicretin 5. Senesi. (Milâdî 627)

Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine'yi Müslümanlarla elele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.1 Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle işbirliğine giriştiler.

Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve, "Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed'le aramızda ne ahid vardır, ne de akid." dediler. Hattâ daha da ileri giderek Peygamber Efendimiz için küstahça sözler bile sarfettiler.2

Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman âile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne bile kalkıştılar. Bu hareketleriyle Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyânetti.

Hendek Muharebesinde 10.000'i bulan düşman ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da hayal kırıklığı içinde Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.

Giriştikleri hâince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekremin her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı.

Cebrâil'in (a.s.) Getirdiği Emir

Nitekim, Müslümanlar Medine'ye henüz yeni dönmüşlerdi ki, Cebrâil (a.s.) Resûl-i Ekreme şu emri getirdi:

"Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!"3

Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilal'i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:

"İşiten ve Allah'ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!"4

Bu dâveti duyan Müslümanlar da bir anda toplandılar. Peygamberimiz (s.a.v.) sancağı Hz. Ali'ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı. Abdullah bin Ümmi Mektûm'u ise Medine'de yerine imam bıraktı.5

İslâm ordusu 3.000 kişiden ibaretti. İçlerinde otuz altı süvari vardı. Ordu, Resûlullah'la olan anlaşmasını en nazik bir zamanda bozan, vatana hıyânet eden, düşmanla işbirliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hak ettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.

Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine dikti. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır laflar ediyor, ileri geri küstahça konuşuyorlardı. Bu davranışlarıyla giriştikleri hâinlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.

Hz. Ali, sancağı bir başka sahabîye teslim ederek geri döndü.Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu.

"Yâ Resûlallah, şu şirret adamların yakınına kadar varmasan, olmaz mı?" dedi, 

Resûl-i Ekrem, "Neden?" diye sordu.

Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nahoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.

Peygamber Efendimiz: "Herhalde, sen, onlardan beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir." deyince Hz. Ali, "Evet, yâ Resûlallah" karşılığını verdi.

O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

"Musa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü. Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!"6

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi:

"Ey Allah'ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?"

Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşlerdi:

"Yâ Ebâ'l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ'ya indirilmiş olan Tevrat'a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik." diyerek söylediklerini inkâr ettiler.7

Benî Kurayzalıların Muhasaraya Alınması

Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler. Peygamber Efendimiz ve mücahidleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek laflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesi idi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahidlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahidler onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.

Görünüşte Hz. Resûlullah ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatta ise daima İslâm düşmanlarıyla gizliden gizliye işbirliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına gizlice şu haberi gönderdiler:

"Sizler teslim olmayınız! Medine'den çıkıp gidin deseler de çıkıp gitmeyiniz! Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz."

Haliyle gizlice gelen bu haber Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), her şeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu. Müslümanları da cihâda ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.

Benî Kurayzalılar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince bütün bütün maneviyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz istediklerini kabul etti.

Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nabbaş bin Kays'ı gönderdiler. Nabbaş,

"Yâ Muhammed!" dedi, "Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!"

Peygamber Efendimiz, "Hayır, bu teklifi kabul edemem." buyurdu.

Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı:

"Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim, malları olduğu gibi bırakalım!"

Peygamber Efendimiz, "Hayır, kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!" dedi

Nabbaş, meyus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.

Ka'b bin Esed'in Teklifleri

Ka'b bin Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı.

"Ey Yahudi topluluğu!" dedi. "Görüyorsunuz ki, bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.

"Benî Kurayzalılar merakla, "Nedir o tekliflerin?" diye sordular. Ka'b tekliflerini sıralamaya başladı:

"Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim! Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda sıfatlarını yazılı bulduğunuz peygamber olduğu sizce de malûm olmuştur. Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!"

"Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Halbuki bu, Allah'ın bileceği bir iştir."

"İbni Hıraş'ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, 'Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim.' demişti.

'Bununla başka neyi kastetmek istiyorsun?' diye sorulunca da o;

'Mekke'den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer, benden sonra gelirse, ona karşı hîle ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz.' dememiş miydi?"

Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır," dediler, "biz, bizden başkasına tâbi olmayız. Biz kitap sahibi bir cemâatız!"

Kâ'b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:

"O halde size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Tâ ki aramızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed'le ashabının üzerine yürüyelim. Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok! Şayet, galip gelirsek yeniden evlenir, evlâtlar yetiştiririz."

Kurayzaoğulları bu teklifi de uygun görmediler.

O zaman Kâ'b, üçüncü teklifini arz etti:

"Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz."

Kurayzaoğulları bu teklife de şu cevabı verdiler:

"Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz. Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizlikten dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği bir şeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?"

Kâ'b'ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:

"İçinizden hiçbir kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir."8

Bunların Müslüman olmasına sebep, yıllar önce kendilerini ziyaret eden İbni Heyyiban'ın konuşmasıydı.

Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftarı da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Yahudiler yaptıklarından son derece pişman oldular.

Bu sırada iki kardeş olan Sa'lebe ile Esid bin Sâ'ye ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına şu nasihatta bulundular:

"Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban'dı. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti." dediler.

Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir." diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler.

Fakat, Sa'yeoğulları söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar:

"Vallahi," dediler, "bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah'tan korkunuz da ona iman ediniz!"9

Kurayzaoğulları kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı. Bunun üzerine iki delikanlı olan Sa'lebe ve Esid'le amcalarının oğlu Esed bin Ubeyd kaleden inip, Müslüman oldular.10

İbni Heyyiban Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslâmın gelişinden iki yıl önce Benî Nadir Yahudilerine gelip misafir olmuştu. Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefât edeceğini anlayınca, "Ey Yahudi cemâatı! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?" diye sormuştu.

Yahudiler, "Sen, daha iyi bilirsin" demişlerdi.

Bunun üzerine İbni Heyyiban geliş maksadını şöyle anlatmıştı:

"Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklaşmış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki, o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım. Ey Yahudi cemâatı! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız."11

Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.12

Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler.

Peygamberimiz (s.a.v.), "Ashabımdan istediğinizi hakem olarak seçiniz." buyurdu.

Kurayzaoğulları, "Biz, Sa'd bin Muaz'ın vereceği hükme göre teslim oluruz." dediler.

Peygamber Efendimiz, "Pekâla! Sa'd bin Muaz'ın hükmüne göre teslim olunuz." buyurdu.13

Hendek Muharebesinde yaralanan Hz. Sa'd bin Muaz o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevîde kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullahın huzuruna getirdiler.

Efendimiz şöyle buyurdu:

"Ey Sa'd! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla."

Hz. Sa'd, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Ben, iyi biliyorum ki; Allah sana, onlara yapacağın muâmele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah'ın sana emrettiğini yap!"

Peygamber Efendimiz, "Evet, öyledir! Fakat, sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla." dedi.

Hz. Sa'd, "Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah'ın hükmüne uygun hüküm veremem diye korkuyorum." diye cevap verdi.

Peygamberimiz (s.a.v.) ısrar etti, "Sen, onlar hakkında hükmünü ver! "14 buyurdu.

Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa'd onlardan söz almak istedi: "Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah'ın ahd ve misakıyla söz veriyor musunuz?" diye sordu.

Evsliler, "Evet, söz veriyoruz." dediler.

Hz. Sa'd, onlara hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı sahabîlerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa'd, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hâyâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek,

"Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah'ın ahd ve misakıyla sizin gibi söz veriyor mu?" diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet." diye cevap verdi.

Bundan sonra Hz. Sa'd'ın emri üzerine Kurayzaoğulları kalelerinden indiler. Silahlarını bırakıp teslim oldular. 

Hz. Sa'd bin Muaz bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:

"Ben, onlar hakkında büluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim."

Peygamber Efendimiz, Hz. Sa'd'ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek,

"Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ'nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin." buyurdu.15

Hakikaten de, Hz. Sa'd bin Muaz'ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Musâ'nın şeriâtındaki hükme uygundu. Tevrat'ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:

"Bir şehre harb için yaklaştığında, onu sulha dâvet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip, sana kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmim hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler."

"Lâkin, eğer senin ile musalaha etmeyip harp eder ise, onu muhasara edesin."

"Ve Allah'ın, onu senin eline teslim ettikte, erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin."

"Amma, kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah'ın sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin."16

Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat'ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.

Peygamber Efendimizin emriyle, büluğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine'ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mâl'e yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahidler arasında pay edildi.

Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağıya taş bırakarak bir sahabînin şehid olmasına sebep olan Nübâte adındaki bir kadına da kısas uygulandı.

Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabîler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.

Böylece, Medine'nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hâdiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.

Dipnotlar:

1. İbn İshak, Sîre, 2:147-148.
2. a.g.e., 3:233; Tabakât, 2:74; Müslim, 3:1389.
3. Sîre, 3:244.
4. a.g.e., 3:244-245; Tabakât, 2:74.
5. Tabakât, 2:74.
6. Sîre, 3:245; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:228; Tabakât, 2:77.
7. Sîre, 3:245.
9. Sîre, 3:246-247.
10. Sîre, 3:228; İsâbe, 1:33.
11. Sîre, 3:227-228.
12. a.g.e., 3:228.
13. a.g.e., 3:228.
14. a.g.e., 3:351; Tabakât, 3:422.
15. Tabakât, 3:424-425.
16. Sîre, 3:251; Tabakât, 3:426; Taberî, 3:56.
17. Tevrat: Tesniye, Bab 20X 10-15.

91 Kainatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m) vefat ettikten sonra, onu kabirine kim yerleştirdi?

Peygamberimiz Aleyhissalatü vesselamın Kabrinin Kazılışı ve Kabre Konuluşu:

Medine'de iki türlü kabir kazıcı olup; onlardan biri lahd tarzında olanını, diğeri de şakk tarzında olanını kazardı. Kabrin lahd tarzında; kabrin kıble tarafı yandan kazılarak, altı cenaze girecek kadar oyulurdu. Kabrin şakk tarzında ise, kabrin ortası dere gibi oyulurdu.

Peygamberimiz Aleyhisselam, kabir tarzı hakkında şöyle buyurmuştur:

"Lahd yapınız, şakk yapmayınız! Çünkü lahd bizim içindir! Şakk ise bizden başkaları içindir!"

Ebu Ubeyde b. Cerrah Mekkelilerinkini şakk tarzında, Ebu Talha da Medinelilerinkini lahd tarzında kazardı.

Peygamberimiz Aleyhisselamın kabrinin lahd tarzında mı, yoksa şakk tarzında mı yaptırılması hususunda ashab arasında anlaşmazlık çıktı.

Muhacirler:

"Mekkeliler gibi şakk yaptırınız!"

Ensar ise:

"Bizim toprağımızda kazdığımız gibi lahd yapınız!" dediler.

Bunun üzerine, Hz. Abbas iki kişi çağırdı.

Onlardan birisine:

"Sen Ebu Ubeyde'ye git!"

Diğerine de:

"Sen de Ebu Talha'ya git!" dedi.

Sonra da:

"Allah'ım! Resûlün için hayırlısını tercih buyur!" diyerek dua etti.

Bunlardan, önce gelen, Peygamberimiz Aleyhisselamın kabrini kendi usulüne göre yapacaktı.

Ebu Talha'nın adamı Ebu Talha'yı bulup getirdi.

Ebu Talha, gelince:

"Vallahi, Peygamber Aleyhisselam için lahdin daha hayırlı olacağını umuyorum!" dedi.

Peygamberimiz Aleyhisselamın döşeği hemen kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.

Peygamberimiz Aleyhisselam çarşamba gecesi yarılandığı sırada kabre konuldu.

Hz. Âişe:

"Resûlullah Aleyhisselamın nereye gömüldüğünü, çarşamba gecesi, geceyarısı, gecenin de sonuna doğru kürek seslerini işitinceye kadar öğrenemedim!" demiştir.

Peygamberimiz Aleyhisselamın kabrine Hz. Ali, Fadl b. Abbas ve Kuşem b. Abbas ve Peygamberimiz Aleyhisselamın azadlısı Şükran (Salih) indiler.

Evs b. Havlî, Hz. Ali'ye:

"Ey Ali! Allah aşkına! Resûlullahın hizmetinden bizi de nasiplendir!" diye and verdi.

Hz. Ali:

"İn öyleyse!" dedi. O da kabrin içine indi.

Peygamberimiz Aleyhisselamın kabrine Hz. Abbas ve Üsâme b. Zeyd'in indiği de rivayet edilir.

Medine arzı, nemli ve çoraktı. Hayber veya Huneyn ganimetinden kalma, eskimeye yüz tutmuş saçaklı kırmızı örtü (yorgan) kabrin tabanına serildi. Peygamberimiz Aleyhisselamın kabrinden başka hiç kimsenin kabrine sergi serilmemiştir.

Peygamberimiz Aleyhisselam kabre konulduktan sonra, kabrin üzeri kapatılıp düzlendi. Bilal-i Habeşî baş tarafından ve sağ yanından başlayarak kabrin üzerine kırba ile su saçtı. Kabrin üzeri, dokuz sıra tuğla dikilerek çevrildi. Sonradan, kabrin üzerine de kırmızı kum serildi.

Not: Kabir, bir adam boyu veya göğüs hizasına kadar kazılır. Ölüyü daha iyi koruyacağı düşüncesiyle kabır daha derin açılabilir. Toprak sert ise kabrin kıble tarafına bir lahd (oyuk) açılır. Eğer lahd açılmakla toprak göçecek kadar yumuşak olursa o zaman kabrin ortasında ölünün sığacağı kadar bir yer açılır ve oraya defnedilir.

(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: VIII/324-327)

92 Müslümanlar için büyük bir sadakat imtihanı olan Hudeybiye Antlaşmasının maddeleri nelerdir? Hudeybiye Antlaşması nasıl bir fetihtir?

Hudeybiye Antlaşması

Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628)

Rıdvan bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimiz (s.a.v.)'in üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl bin Amr (başkan), Huveytip bin Abdü'l-Uzzâ ve Mikrez bin Hafs.

Kureyş müşrikleri üç kişilik bu heyete şu direktifi vermişlerdi:

"Gidin, Muhammed'le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla. Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın."1

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Süheyl'in gelişini, isminin "kolaylık" mânâsını ifade etmesinden dolayı hayra yorarak, sahabîlerine,

"Artık, işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler."2 buyurdu.

Sulh Heyeti Peygamberimiz (s.a.v.)'in Huzurunda

Kureyş elçisi Süheyl bin Amr, Resûlullahın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde diz çöktü. Peygamber Efendimiz ise bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.

Süheyl bin Amr uzun uzadıya konuştu. Sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali musalâhanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.

Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali'ye, "Yaz! "Bismillahirrahmanirrahim." dedi.

Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. "Biz, Bismillahirrahrrıanirrahim'i bilmiyoruz. Sen böyle yazma!" dedi.

Resûl-i Ekrem, "Öyle ise nasıl yazalım?" diye sordu.

Süheyl, "Bismike Allahümme, yaz" dedi.

Kureyşliler, eskiden beri "Bismillahirrahmanirrahim" yerine "Bismike Allahümme"yi kullanırlardı.**

Peygamber Efendimiz, "Bismike Allahümme de güzeldir." buyurduktan sonra Hz. Ali'ye, "Haydi yaz: Bismike Allahümme" diye emretti. Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.3

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali'ye şöyle yazmasını emretti:

"Bu, Muhammed Resûlullahın, Süheyl bin Amr'la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerdir."

Kureyş heyeti başkanı Süheyl yine itiraz etti,

"Vallahi, biz senin gerçekten Allah'ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullahı ziyaretine mani olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık." dedi.

Peygamber Efendimiz, "Peki nasıl yazalım?" buyurdu.

Süheyl, "Muhammed bin Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz." dedi.

Peygamber Efendimiz, "Bu da güzeldir" buyurduktan sonra, Hz. Ali'ye, "Yâ Ali, sil onu. Sil de Muhammed bin Abdullah yaz" diye emretti.4

Hz. Ali, "Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem." diye yemin etti.5

Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, "Biz, Resûlullah Muhammed'den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?" diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular. Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali'ye, "Bana o sıfatın geçtiği yeri göster." dedi.

Hz. Ali, "Resûlullah" kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise "İbni Abdullah (Abdullah'ın oğlu)" kelimelerini yazdırdı.6

Peygamber Efendimizin, sulha ciddi taraftar olduğunu, sulha giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini bu bir iki numûneden de anlamak mümkündür.

Musalaha Maddeleri

Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ile müşrik elçiler arasında geçen konuşmalardan sonra karara bağlanan maddelerden mühimleri şunlardır:

1. Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbirleriyle 10 yıl harp etmeyeceklerdir.

2. Peygamberimiz (s.a.v.) ve sahabîler bu yıl Mekke'ye girmeyip, geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe'yi tavaf edecekler ve ancak Mekke'de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır.

3. Medine'deki Müslümanlardan Mekke'ye iltica edenler Müslümanlara iâde edilmeyecek, fakat Mekke'den Medine'ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler, istendiği takdirde geri verileceklerdir.

4. Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimiz (s.a.v.) ile isteyen de Kureyş ile birleşmekte serbest olacaklardır.7

Ashab-ı Kiram'ın Hiddet ve İtirazı

Resûl-i Ekrem Efendimiz her ne surette olursa olsun Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısı ile bağlamak ve bu surette İslâmın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.8 Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl'in zahiren Müslümanların aleyhinde görülen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan ashab-ı güzin başından beri hem hiddetleniyor hem de zaman zaman itiraz ediyordu.

Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimiz (s.a.v.)'e, "Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim. Amma bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri vereceksin." diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, "Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?" diye itiraz etmişlerdi. Sonra da Peygamber Efendimize, "Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?" diye hayretle sormuşlardı.

Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz, Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:

"Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır."9

Ebû Cendel Hadisesi

Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.

Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr'ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke'nin alt tarafından kimsenin göremeyeceği yollardan bin bir zorlukla Hz. Resûlullahın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.

Ebû Cendel, bizzat babasın kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlemin ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. "Beni kurtar!.." diyordu.

Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu. Nitekim, oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimiz (s.a.v.)'den geri istedi:

"İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur." dedi.

Peygamber Efendimiz, "Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz." buyurdu.

Süheyl diretti:

"Vallahi ben de sizinle hiçbir madde üzerinde sulh olmam!" dedi, "

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla ve yazıyı imza et." buyurdu.

Süheyl'in bunu kabule asla niyeti yoktu, "Ben, bunu asla anlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam." dedi.

Peygamber Efendimiz tekrar, "Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın." buyurdu. Buna rağmen Süheyl inadından vazgeçmedi:

"Ben bunu asla yapamam."10

Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkil durumla karşı karşıya kalmıştı. Ebû Cendel'i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. Halbuki o birçok sebeplerden dolayı bunu istemiyordu. Ama her şeyden önce söz vermiş, anlaşma yapmıştı.

Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel'i babasına teslim etmek zorunda kaldı.

Ebû Cendel'in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu:

"Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?"11

Fakat, ne çare Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdad dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah, teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel'in bu feryad ve figânını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı. Canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı.

Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel'e şöyle buyurdu:

"Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah'tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz."12 buyurdu.

Hz. Ömer'in Peygamberimiz (s.a.v.)'e Sorusu

Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı ve

"Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere ne için geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?" dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

"Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur?"13

Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel'in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak şu teklifi yaptı:

''Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı."

Ebû Cendel, "Sen, neden öldürmüyorsun?" diye sordu.

Hz. Ömer, "Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı." cevabını verince Ebû Cendel,

"Ben Resûlullaha itaatte senden geride kalmak istemem."14 dedi.

Müslümanların Sadakât İmtihanı

Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında Hz. Resûlullah anlaşma ile görünüşte aleyhlerinde olan bir takım ağır hükümleri de kabul etmiş ve altına imza atmıştı. Sebep ve hikmetlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, son derece sahabîlerin güçlerine gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hâl ve davranışlarından belli oluyordu.

Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet dememin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi. Peygamberimiz (s.a.v.)'e,

"Sen Allah'ın hak peygamberi değil misin?" diye sordu.

Resûl-i Ekrem, "Evet, ben Allah'ın peygamberiyim." buyurdu. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma oldu:

"Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?"

"Evet, öyledir."

"Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?"

"Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın kulu ve Resûlüyüm. Allah'ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah'a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır."

"Sen bize Allah'ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe'yi hep beraber tavaf edeceğimizi vaad etmiş değil miydin?"

"Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?"

"Hayır!.."

"O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke'ye gidecek ve Kâbe'yi tavaf edeceksin."15

Hz. Ömer'in, Hz. Ebû Bekir'le Konuşması

Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu. Bu sefer Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti. Onunla da aralarında şu konuşma oldu:

"Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah'ın hak peygamberi değil midir?"

"Evet, o Allah'ın hak peygamberidir."

"Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üzere değiller mi?"

"Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!"

"O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?"

"Ey Ömer, o, Allah'ın Resûlüdür. Bu muâhedeyi yapmakta Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, onun emrine itaat et!"

"O, bize Medine'de; 'Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz.' demedi mi?"

"Evet, ama, sana, 'Beytullaha bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin.' diye mi haber verdi?"

"Hayır!.."

"Sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullaha gidecek ve onu tavaf edeceksin." dedi.16

Hz. Ömer'in İtiraf ve Nedâmeti

Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:

"Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım."

"Nihayet, Allah Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş."

"O gün, Resûlullaha (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı, neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım."17

Resûl-i Ekrem Efendimiz, muâhede ve musalaha işini bitirdikten sonra, sahabîlere,

"Artık kalkınız, kurbanlıklarımızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz." diye seslendi.18

Ne var ki, Hz. Resûlullaha sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci bir kez tekrarlamak zorunda kaldı:

"Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz."

Fakat, sahabîler aynı şekilde sanki bu emri duymamış gibi davranıyor, kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı. Resûl-i Ekrem emrini üçüncü kere tekrarladı:

"Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz."19 buyurdu.

Yine sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi. Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, ashabdan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp hanımı Hz. Ümmü Seleme'nin yanına gitti:

"Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara; 'kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz' diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor." diyerek sahabîlerin bu durumundan şikâyet etti.20

Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme şöyle dedi:

"Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi dışarı çıkınız, sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş edinceye kadar ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyin. Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak olursan, halk da öyle yapar."21

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı. Kurbanlık develerini kesti. Ve berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye'yi çağırıp tıraş oldu.22

Bunu gören sahabîler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. Hz. Ümmü Seleme der ki:

"Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse birbirlerine ezeceklerdi."23

Sahabîlerin, Resûlullaha muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muâhede ve musalaha hükümlerinin vahiy ile ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiy ile Peygamber Efendimizin (a.s.m.), verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke'ye girmelerinin temin edilebileceğini ümit ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullahın da kurbanlık develerini kesip, mübârek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriyâya (a.s.m.), muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.

Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme'nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu anlıyoruz. Hattâ,

"Ümmü Seleme'nin Hudeybiye'de gösterdiği dirâyet ve fetâneti İslâm tarihinde hiçbir kadın göstermemiştir."24 denilmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Duâ Etmesi

Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısaltıyordu. Bunu gören Efendimiz,

"Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin."25 diye duâ etti.

Saçlarını kısalttıran sahabîler bu duâ karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duâyı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) yine, "Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin." diye duâ etti.

Sahabîler üçüncü kere, "Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da duâ et." deyince, Resûl-i Ekrem,

"Allah saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin."26

diyerek onları da duâsının içine dahil etti. Sahabîler,

"Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?" diye sordular.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, cevaben şöyle buyurdu:

"Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup diğerleri gibi şüpheye düşmediler."27

Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işâret sayarak birbirlerine müjdelediler.

Hudeybiye'den Ayrılış

Server-i Kâinat Efendimiz, ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine'ye dönmek üzere Hudeybiye'den ayrıldı.

Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama'yı ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler. Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü'l-Gamîm mevkiinde Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu:

"Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık."28

Cenâb-ı Hak, indirdiği aynı Sûrede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların kısa zaman sonra gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyâyı tasdik ediyordu:

"And olsun ki Allah, Resûlünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke'nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti."29

Hz. Ömer, Medine'ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:

"Hudeybiye'den dönerken, Resûlullahın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermedi."

"Kendi kendime: 'Ey Hattab'ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullaha üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına hiçbir cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur'an'dan âyet inmesini hakettin!' dedim."

"Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim. Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden bir münadinin, 'Ey Ömer bin Hattab!' diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, 'Ben, zaten aleyhimde âyet inmiş olmasından korkmuştum!' dedim."

"Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah bilir. Hemen döndüm. Resûlullahın huzuruna vardım. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:

"'Ey Hattabın oğlu! Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir.' buyurduktan sonra, onu okudu:

"Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık..."30

Resûl-i Kibriyâ Efendimize Fetih Sûresinin nazil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.

Mücemmi' bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:

"Halk, korka korka develerinin yanına dağılmışlardı. Herkes birbirine soruyordu; 'Halka ne oluyor?' diye.

"'Resûlullaha vahiy gelmiş' dediler.

"Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullahın yanına doğru vardık. Resûlullah ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara

"İnna fetehna leke fethan mübînâ..." diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.

"O sırada, sahabîlerden birisi, 'Yâ Resûlallah! Bu muâhede bir fetih midir?' diye sordu.

Resûlullah Aleyhisselâm, 'Evet, hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu muâhede, muhakkak bir fetihtir!' buyurdu."31

"Hudeybiye Büyük Bir Fetih'tir"

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine'ye doğru ashabıyla gelirken bir sahabînin,

"Beytullahı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Haremde kurban edilmelerine de mani olunmuştur. Müslüman olarak da bize gelip sığınanları Resûlullah onlara geri çevirmiştir. Bu nasıl ve ne biçim fetihdir?"

dediği kendisine haber verildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Bu, ne kötü bir sözdür." buyurduktan sonra, Hudeybiye'nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:

"Evet! Hudeybiye Sulhü en büyük fetihdir. Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir."

"Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür."32

Hz. Resûlullahın böylesine kesin konuşmasından sonra sahabîlerin de gönlüne bir ferahlık geldi. Sulhün bir fetih olduğunu şöyle itiraf ettiler:

"Vallahi, yâ Resûlallah, bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah'ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin."33

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ashabıyla birlikte bir ay süren seferden sonra Zilhicce ayı başında Medine'ye geldi.34

Hudeybiye Antlaşmasına Kısa Bir Bakış

Kendilerini Kâbe'yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan hakikat ve doğruluğa müştak sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye muâhede ve musalasının aleyhlerinde olduğu kanaatına varmışlardı. Fakat zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.), kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.

- Her şeyden evvel, İslâmın amânsız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile İslâm devletini resmen tanımış oluyorlardı.

- Ayrıca bu sulh, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhu, daha doğrusu bu mânevi fethi, kısa bir zaman sonra Hayber'in fethi ve ondan sonra da Mekke Fethinin takip ettiğini görüyoruz.

- Yine bu sulh sayesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harp ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâmın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.

- Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur'an-ı Hakîmin parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâmın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur'an'ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inad ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Halid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur'an'ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.

- Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke'den Medine'ye, Medine'den Mekke'ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takib ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâma karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.

- Hudeybiye Sulhundan Mekke'nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke'nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da, Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.

- Kur'an'ın Hudeybiye Sulhunü "Feth-i Mübîn", yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur'an'ın bunları değil de Hudeybiye Sulhunu "Feth-i Mübîn" olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmamı Zührî, buna işaretle, "İslâmda Hudeybiye Musalahasından önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır."35 demiştir.

İbni Mes'ud'un (r.a.) rivâyeti de aynı meâldedir:

"Siz Fetih olarak Mekkenin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhünü sayıyoruz."36

- Hudeybiye Sulhü aynı zamanda, siyasî büyük bir zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla buranın fethi de bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine'ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber'in fethine muvaffak olmuştur.

Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Sulhu için Kur'an'ın, "Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik." haber ve hükmünün ne kadar mu'cizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:

"Hoşunuza gitmese de size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz."37

Dipnotlar:

* İslâm ve Asr-ı Saadet tarihinin bir dönüm noktası olan bu musalahanın adını, lügat, hadis ve fıkıh âlimleri şeddeli olarak Hudebbiyye ve şeddesiz Hudeybiye şeklinde iki türlü okumuşlardır.

Hudeybiye, küçük bir köyün adıdır. Köyün bu ismi alması da orada Şecere Mescidi yanında bulunan bir kuyudan dolayıdır. Hudeybiye köyü ile Medine arasında dokuz konak, Mekke arasında da bir günlük mesafe vardır (Tecrid Tercemesi, 4:240).

1. Sîre, 3:331; Müsned, 4:325.
2. Sîre, 3:331.
** Rivayete göre, 'Bismike Allahümme' kelâmını ilk söyleyen Tâif halkının reislerinden Arabın meşhur şâiri Ümeyye bin Ebî Salt idi. Sonra bu tâbir Arapların da hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline yazmaya başlamışlardır.
3. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
4. Müslim, 3:1410; Müsned, 1:342.
5. Müslim, 3:1410; Müsned, 4:291.
6. Müslim, 3:1411.
7. Sîre, 3:332; Tabakât, 2:97; Müsned, 4:325; Taberî, 3:79.
8. Tecrid-i Sarih, Tere: Kâmil Miras, 8:164.
9. Müslim, 3:1411; Müsned, 3:268.
10. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
11. Sîre, 3:333; Taberî, 3:79.
12. Sîre, 3:333.
13. Ensab, 1:221.
14. Megazi, 2:609.
15. Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.
16. Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.
17. Ravdü'l-Ünf, 6:490; Uyunü'l-Eser, 2:119.
18. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
19. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
20. Megazî, 2:613.
21. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
22. Sîre, 3:333.
23. Vakidî, 2:613.
24. Tecrid-i Sarih, Terc: Kâmil Miras, 8:171.
25. Sîre, 3:334.
26. A.g.e., 3:334.
27. A.g.e., 3:334; Taberî, 3:81.
28. Fetih Sûresi, 1.
29. Fetih Sûresi, 27.
30. Müsned, 1:31; Tirmizî, 5:385.
31. Tabakât, 2:105.
32. İnsanü'l-Uyûn, 2:715.
33. A.g.e., 2:715.
34. Sîre, 3:337; Tabakât, 1:258.
35. Sîre, 3:336; Taberî, 3:81.
36. İbn-i Kesîf, Tefsir, 4:182.
37. Bakara Sûresi, 216.

93 Peygamber Efendimiz'in kabrinin etrafı, ne zaman ve kim tarafından kurşunla kaplanmıştır?

Sabri Paşa'nın Mir'âtu'l-Haremeyn'de yazdığına göre Mağrib (Fas) müşriklerinden (putataparlardan) iki kişi, zâhid derviş kıyafetine bürünerek Medine'ye gelip Peygamber Mescidi'nin yakınında bir yerde ikamet etmeye başlarlar. Bunların amacı, Hz. Peygamber (asm)'in naaşını çalıp Mağrib'e götürmektir.

Rüyasında Üç Kez Görür

557 Hicrî (1161 M.) tarihinde Suriye hükümdarı olan Türk Atabeklerinden Nureddin Şehîd (Mahmud ibn Zengî), gece kalkıp teheccüd namazını kıldıktan ve virdini yaptıktan sonra, uyuduğunda üç kez rüyasında gördüğü Hz. Peygamber (asm), kendisine iki suratsız kişiyi göstererek, "Ey Nureddin, beni bunlardan kurtar." der.

Nureddin Şehîd, uyanınca veziriyle de istişare ettikten sonra, yanına yirmi muhafız alarak Medine'ye gider. Halka para dağıtacağını, herkesin hükümdarın huzuruna gelmesini ilan ettirir. Herkes gelir, ama rüyada kendisine gösterilenlere rastlamaz.

"Onlar Sadaka Almaz"

Bunun üzerine, "Henüz gelip sadakasını almayanlar var. Onlar da gelip sadakalarını alsınlar." der. "Gerçi Peygamber (asm)'in kabrinin kıble tarafına düşen Ali Ömer yurdunda oturan iki mücavir derviş varsa da onlar fakirliği yeğleyen zâhidlerdir, sadaka almazlar." diye cevap verirler.

Ancak Nureddin Şehîd, mutlaka onların da getirilmelerini emreder. Getirilenlerin, rüyada kendisine gösterilen kişiler olduğunu anlayan Nureddin Şehîd, adamların kaldığı odaya girer. Odanın içinde nefis kitaplar ve değerli eşyalar görür. Zemindeki hasırı kaldırınca, Peygamber (asm)'in kabrine doğru giden bir gizli tünel bulur.

Nureddin Şehîd'in sorguya çektiği adamlar, Mağrib tarafından geldiklerini, Peygamber (asm)'in naaşını alıp Mağrib'e götürmek için bu tüneli kazdıklarını, çıkan toprağı geceleri torbalara koyup gündüzleri ziyaret bahanesiyle gittikleri Baki Kabristanı'na döktüklerini itiraf ederler.

Devamla derler ki: "Hz. Peygamber (asm)'in kabrine yaklaştığımızda geceleyin gök gürlemeleri ve şimşekler bizi o kadar korkuttu ki aklımız başımızdan gitti. O sabah da sizin burayı teşrif ettiğinizi duyduk."

Bu sözleri duyunca gözyaşlarını tutamayan Nureddin, adamların boyunlarını vurdurur ve hemen Peygamber (asm) kabrini çevreleyen derin bir hendek kazdırıp içini kurşun eriyiğiyle doldurtmak suretiyle Kabr-i Şerifi muhafaza altına alır. (Eyüp Sabri Paşa, Mir'âtu'l-Haremeyn, S. 684-686, İst. 1304)

94 Rahip Bahire olayını kim rivayet etmiştir? Bu olayın bir kanıtı var mıdır?

Bahira, Hz. Peygamber (asm)'in henüz çocukken Suriye'de görüştüğü rivayet edilen rahiptir.

Bahira’nın ismi, Peygamber Efendimiz (asm)'in hayatını aktaran İslâm kaynaklarının çoğunda geçmekte ve sözü edilen olay aktarılmaktadır.

Arâmî dilinde "seçilmiş" manasına gelen behîrâ kelimesini unvan olarak alan bu rahibin asıl adı Sergius'tur. Kaynaklarda kendisinin Abdülkays kabilesine mensup olduğu zikredilmekte, Zühriye nisbet edilen bir rivayette ise Teymâ Yahudilerinden olduğu ve sonradan Hristiyanlığı kabul ettiği nakledilmektedir.

Bazı siyer ve İslâm tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber (asm)'in henüz on iki (bir başka rivayete göre dokuz) yaşında iken amcası Ebû Tâlib tarafından bir Kureyş ticaret kervanı ile Suriye'ye götürüldüğü rivayet edilir.

Kafile her zamanki gibi Busrâ'da, Bahîrâ diye bilinen münzevi rahibin manastırı yanında konaklamıştı. Bahîrâ'nın yaşadığı bu küçük manastırda eskiden beri bir kitap bulunuyor ve bunu okuyan her rahip Hristiyanların en bilgili din adamı oluyordu. İbnü'n-Nedîm, Bahîrâ'nın elindeki dinî metinlerin bazı peygamberlere gönderilen suhuf tercümeleri olabileceğini söyler. Bu bilgin rahiplerden biri olan Bahîrâ, daha önceki seyahatlerde Kureyşliler buradan geçtikleri zaman onlarla hiç ilgilenmez ve kimse ile konuşmazdı. Ancak bu defa manastırdan dışarı bakarken kervanda bulunan Hz. Muhammed'i bir bulutun gölgelendirdiğini, bir ağacın altında oturduğu zaman dallarının onun üzerine eğildiğini gördü. Bunun üzerine hemen bir sofra hazırlayıp kafile mensuplarını yemeğe davet etti.

Kureyşliler o güne kadar kendileriyle hiç ilgilenmeyen Bahîrâ'nın bu davetini biraz da hayretle kabul ettiler ve yaşı küçük olduğu için Hz. Muhammed'i kervanın yanında bırakıp manastıra gittiler. Ancak Bahîrâ yemeğe onun da gelmesini istedi ve kendisiyle bizzat ilgilendi, ona çeşitli sorular sordu, sırtına bakarak peygamberlik mührünü (hatm-i nübüvvet) gördü.

Bahîrâ daha sonra Ebû Tâlib'e Muhammed'in kimin oğlu olduğunu sordu. Yetim kaldığını öğrenince ona iyi bakmasını ve yahudilerden korumasını tavsiye etti.

Bunun üzerine Ebû Tâlib Suriye'deki işlerini hemen bitirip onu Mekke'ye götürdü. Bu rivayetin sonunda, Ehl-i kitap'tan üç kişinin Hz. Muhammed (asm)'i görünce ona kötülük yapmak istedikleri, ancak Bahîrâ'nın buna engel olduğu da zikredilir. (bk. İbn İshak, es-Sire, 73-75; İbn Hişam, es-Sire, 187-188; Ebu Nuaym, Delailu’n-nübüvve,1/168-170; İbn Asakir, Tarihu Dımaşk, 3/ 4-16; Tirmizi, Menakıb, 3; Hâkim, 2/615-616; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 24)

İbn Hacer, İbn Mende ve onu takip eden Ebü Nuaym el-İsfahânî'nin Bahîrâ'yı sahâbî kabul ettiklerini belirttikten sonra onun Hz. Muhammed (asm)'i peygamber olduktan sonra gördüğüne dair bilgi bulunmadığını ileri sürerek bu görüşe katılmadığını açıklar. Ayrıca Hz. Peygamber'in yirmi beş yaşlarında iken Hz. Hatice'nin ticaret kervanıyla Suriye'ye yaptığı ikinci seyahatte Bahîrâ'yı bir daha ziyaret ettiğine dair rivayetler bulunduğunu zikreder. (Beyhâkî, Delâilü’n-nübüvve, Beyrut 1405/1985, 2/24-29; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/139, 176-177)

Halebî ise Hz. Muhammed (asm)'in Ebû Bekir ile Bilâl'in de bulunduğu bu ikinci seyahatte karşılaştığı rahibin Bahîrâ değil onun halefi Nestûrâ olduğunu, bazı kaynakların bu iki hadiseyi karıştırıp bir vak'a gibi zikrettiklerini, Müslüman olmayan bu iki rahibin fetret ehlinden sayılmaları gerektiğini belirtir. (Halebî, İnsânü'l-uyun, Beyrut 1320, 1/191-199)

İslâm kaynaklarında bu şekilde nakledilen Bahîrâ hadisesi Hristiyanlar tarafından çok değişik bir tarzda değerlendirilmiş, bir kısım iftira ve uydurmalar yapılmıştır. [Bilgi ve değerlendirmeler bk. Asım Köksal, İslâm Târihi (Mekke), 1/87-93; TDV İslam Ansiklopedisi, Bahira md.]

Not: Rahib Bahira’nın Hz. Peygamber (asm)'in resmini çizdiğine dair sahih bir kaynağa rastlayamadık.

95 Peygamberimizin (asm) şahsi hayatında san'at ve estetiğin yeri nedir?..

Peygamberimiz (asm) şahsi hayatında ciddiyetini zedelemeyen bir estetiğe önem vermiştir. Örneğin, gece-gündüz dişlerini misvakla fırçalardı. Saçını hep güzelce tarar, elbisesinin temizliğine itina gösterir, o günkü gelenekler içerisinde ara-sıra gözlerine sürme çeker, saç ve sakalını boyatır, aynayı yanından ayırmazdı. Aynaya her baktığında “Allah’ım! Yaratılışımı güzel yapmışsın, ne olur, ahlakımı da güzelleştir.” diye dua ederdi.  Saçı-sakalı karışık duran bir adam için “Söyleyin şu adama; saçını tarasın, bakımını yapsın.” şeklinde tavsiyede bulunmuştur. Yüzük takması da bir estetik sayılır.

Kur’an baştan sona kadar kâinatın estetiğinden, onun harika bir sanat olmasından söz eder. Hz. Peygamber (asm) yaşayan, canlı, konuşan bir Kur’an olduğuna göre, Kur’an’ın nazara verdiği varlığın sanat ve estetik yönlerine herkesten daha fazla dikkat emiştir.

Fetih günü, Fetih suresini sesli ve nağmeli bir tarzda okurken, Mekke’nin fethi ile birlikte, kendisini dinleyen sahabilerin gönlünü de fethetmişti.

Sesi güzel ve gür olduğu için Hz. Bilal-i Habeşi'yi müezzin tayin etmişti. Güzel sesle Kur’an okuyan sahabileri dinlemekten zevk alırdı. Bir gece Hz. Musa el-Eşariyi dinlemiş ve sabahleyin onu gördüğünde kendisine iltifatta bulunmuştu. Mescidinde şairleri için kürsü koydurmuş, onların İslam’ın hakikatlerine dair okudukları şiirlerinden sevinç duyardı.

“Temizliği imandan sayan, insanlara eziyet veren bir taşı yoldan kaldırmayı imanın bir parçası olarak değerlendiren Hz. Muhammed (asv)’den daha nâzik, daha kibar, daha zarif, daha insancıl kim olabilir ki... Rabbimiz, bizi onun şefaatinden mahrum etmesin!

Hiç şüphesiz, nefsânî arzuların peşine takılanların süflî zevkleri, ruhânî arzuların aşığı olanların ülvî zevklerinden hoşlanması düşünülemez.

“Kâmil insanların zevk-i meâlisini hoşnut eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez.”(Sözler, s.736).

Namık Kemal’in kâmilâne söylediği şu şiir de güzel şeyler anlatıyor:

“Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-i hevesbar-i hevakar-i dehadâr / De’b-i edeb-i ebed müddet Kur’an-ı ziyâbâr-i şifakâr-i hudad’ar.”

Yani: “Heva ve hevesin esiri olan batının dehasından doğan bir edebiyat / Eli ebediyetlere uzanan Kur’an’ın ışık saçan ve şifa dağıtan hidayetinden kaynaklanan bir edebiyatın seviyesine ulaşması mümkün değildir.”