Miras konusunda en çok merak edilenler

1 Miras paylaşımında eksik veya fazla çıkması: Avl (avliye) ve reddiyye konularını izah eder misiniz?

İnkârcıya göre miras âyetlerinde belirtilen paylar hesapsız belirtilmiştir, bu yüzden uygulamada miras paylardan az olabiliyor ve bir kısım (sona kalan) mirasçılar pay alamıyor; bunu da Allah yapmayacağına göre...

Bu Amerika'yı yeniden keşfettiğini zanneden bilgisiz inkârcıya hemen bildireyim ki, ortaya koyduğu mesele İslâm'ın ilk devrinden beri bilinmektedir; maksat anlaşılmış, çözüm oluşturulmuş, buna göre uygulama yapılmış ve hiçbir mirasçı mahrûm bırakılmamıştır. "Payların mirastan fazla geldiği" ifade ve düşüncesi bilgisiz inkârcıya aittir, doğrusu ise payların, mirastan değil, hesap gereği olarak paydalar eşitlenince paydadan fazla olabildiğidir. Böyle bir "mirasçılar tablosu" karşımıza çıktığında çözüm, paylar toplamının payda olarak alınmasından ibarettir, çok eski zamanlardan beri bilinen bu hesaplama usûlüne "avl" denmektedir.

Verilen birinci örneğe göre uygulama şöyle olacaktır: Paylar toplamı 27 olduğuna göre payda da 27'ye çıkarılacak, miras 24'e değil, 27'ye bölünecek ve her bir mirasçı, Kur'ân'da belirtilen payını, 27'de 16, 4, 4, 3 olarak (bu oranlarda) alacaktır.

Bazen de payda, paylar toplamından fazla olabilir, bu duruma "reddiyye" denir, çözümü de artan payın, karı ve koca dışındaki mirasçılara yine âyetlerde bildirilen oranlarda paylaştırılması şeklindedir. Bu çözümler kısmen hadîslere, kısmen de ictihada dayanmaktadır. İslâm'ın kaynağı da yalnızca Kur'ân değil, aynı zamanda -ona aykırı olmayan, onun maksadını ve delâletini esas alan- sünnet ve ictihaddır. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)

Bu konuda birkaç noktayı da belirtmekte yarar vardır:

Bu meseleyi bahane ederek zihinleri bulandırmaya çalışanlar belli dinsiz mahfillerdir. “Bir delinin bir göle attığı bir taşı yüz akıllı çıkaramaz.” şeklinde bir söz vardır. Meslekleri tahrip olan bu insanların işi kolaydır. Ancak, tahribatı tamir etmekle uğraşan inanan insanların işi gerçekten zordur.

Doksan dokuz kapısı açık olan bir sarayın -anahtarını bulamadığımız- bir tek kapısının kapalı olması, o sarayın boş bir yer olduğunu göstermez. İman sarayının varlığını ispat eden ve onun kapılarını açan binlerce delil anahtarı vardır. Bizim elimize henüz geçmeyen bir tek delil yetersizliğinden ötürü, İslam ve iman sarayının içi hakikatlerden boş bir şey olduğunu söylemek, akıl, mantık, iz’an ve insaftan mahrum kalmanın bir göstergesidir.

Miras hukukundaki avl ve reddiye meselelerinin, Kur’an’daki hesaplama metoduna hiçbir aykırı tarafı yoktur. Kur’an’da -deyim yerindeyse- mirasın paylaşımı konusunda gereken formüller verilmiş, hesabın nasıl ve hangi ölçüler kullanılarak yapılacağı hususu gösterilmiştir. Yoksa, verilen bu sayıların dışında bir artma veya eksiltmeye gidilemeyeceğine dair bir ifadeye yer verilmemiştir. Söz konusu ayette zikredilen “Allah’ın hududu / sınırları” ifadesi, orada verilen sayıların sabitliğini değil, onların (üçte bir, dörtte bir gibi) metodolojik olarak hesaplamalarda baz alınmalarının gerekliliğini ve paylaşım tablosu ne olursa olsun, bu ölçülerin değişmezliğini vurgulamaya yöneliktir.

Allah’ın hesabı iyi bilmediğini söyleyenlerin Allah’ı, peygamberi ve Kur’an’ı tanımadıkları, inanmadıkları ve bilmediklerinin göstergesidir. “Cennet adam istediği gibi cehennem de adam ister.”

Kur’an’ın miras paylaşımı konusunda ortaya koyduğu formülü, hiçbir eksi-artıya izin vermez bir vizyona sahip değildir. Bunu böyle düşünmek, “Allah’ın gücü her şeye yeter, öyleyse, iki kere ikiyi beş olacak şekilde bir hesaba bağlasın; erkeği kadın, kadını erkek yapsın...” gibi hezeyanlarla paralel fikir beyan etmek anlamına gelir.

Hiçbir beşerî güç, Allah’ın miras paylaşımı konusunda bir formül olarak ortaya koyduğu hesap tablosundan daha âdil, daha sağlam, daha geçerli, daha merhametli bir tabloyu ortaya çıkartamaz.

Hiçbir artı-eksiye mahal bırakmadan, bütün miras paylaşımlarını tek-değişmez hesap tablosuyla gerçekleştirmek, imkân haricindedir. Hiçbir insan şimdiye kadar böyle bir formül bulamamış ve bundan sonra da bulamayacaktır.

Kur’an -deyim yerindeyse- temel yasalar, temel prensipler kitabıdır. Detayları, elçisine ve insanın aklına havale etmiştir. Namazın vakitlerini, kılınış şeklini Hz. Peygamber (a.s.m)’den öğreniyoruz. Büyük alimler, orada bulamadıklarını da içtihat yaparak meseleleri ortaya koymaya çalışmışlardır. Dünya ve ahiret hayatının bütün yönlerini ders veren Kur’an’ın her türlü detaya yer vermesi düşünülebilir mi? Milyonlarca eserde yazılan, tefsir, fıkıh, hadis, kelam, tasavvuf gibi disiplinlerin hepsinin kaynağı olan Kur’an’ın veciz ifadesi/çok az sözle çok geniş manaları ifade eden üslubu olmazsa, binlerce Kur’an’ın olması gerekirdi.

Miras konusu da bu prensibin dışında değildir. Onu da Kur’an’da temel prensipleriyle yer aldığını görmekteyiz.

Kur’an, miras hukukunu ortaya koyarken, ölüye yakınlık sırasına göre belli paylara sahip olanları tespit etmiş, bu payları tespit ederken, onları temel paylaşım hesapları çerçevesinde formüle etmiştir.

Pay ve paydaların her zaman birbirine denk olmayacağını en iyi bilen elbette Allah’tır. Bu sebepledir ki, avliye ve reddiye meselelerinde olduğu gibi, pay ve paydaların eşit olmadığı yerlerde Kur’an’ın temel formülleri esas kabul edilir. Bu esastan çıkarılan hükme göre işlem yapılarak uygulanır. Bu durum, matematiksel olarak bir kesrin genişletilmesi veya sadeleştirilmesi işlemine denk düştüğü için, kesrin değeri, yani ayetteki ana formül değişmemiş olur.

Avl ve raddiye meselesi -bilindiği üzere- bir feraiz meselesidir. Mirasın pay sahiplerine düzgün bir şekilde bölüşememesinden kaynaklanan hususlardır. Bu bir hata değil, ince bir matematik hesaptır. Bunlar, doğrudan Kur’an’da olmamakla beraber, yine de kitap-sünnet çerçevesinde yapılan hesaplarla ilgilidir ve varlığı Allah’ın kitabına da ters düşmez.

Söz gelimi, sizin üç elmanız olsa ve bunları dört kişiye bölmek zorunda kalsanız, “Allah neden bu üç elmayı her birimize / dördümüze de birer tane düşecek şekilde bir sistem kurmamıştır?” diyebilir misiniz?

Her şeyin varlığı kendi konumunda güzeldir. Matematik hesapların tekdüze bir sisteme oturtamaya çalışmak, kâinatın başka bir nizamda yeniden düzenlenmesini istemek gibi, hoş olmayan bir tavırdır.

Bununla beraber, Nisa suresinin 11-12. ayetlerinde mirasla ilgili payların değişik versiyonları verilmiştir. Bunlar konuyla ilgili hesaplamaların temel unsurlarıdır. Bu sabit olmayan -ve zaten olması matematik açısından mümkün olmayan- bu oranlarla ilgili hükümler verildikten sonra surenin 13. ayette "...İşte bütün bu hükümler, Allah'ın koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır..." denilerek, verilen sayıların, hesaplamanın temel oranları olduğunu, bu oranlar baz alınarak hesapların yapılacağına işaret etmek üzere, anlaşılması gereken konu "hudud/sınır" ifadesiyle açıklanmıştır. Ayette geçen “hudud” sınır anlamındadır. Bu kelime Türkçeye aynı anlamıyla geçmiştir. Nitekim, “Falanca köyün hududu”, onun sınırları anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime tapu-kadastroda sıkça kullanılır. Birilerinin aklı bunu almıyorsa, İslam’ın bunda ne suçu vardır.

Biliyoruz ki, aklımız kâinata mühendis olarak yaratılmamıştır.

 a. AVL MESELESi (Avliyye)

Miras meselelerinde, mirasçılardan muayyen pay sahiplerinin payları toplamının meselenin ortak paydasını aşması haline avliyye denildiğini biliyoruz(1).

Ashabı kiramın ekseriyeti ve dört mezhep imamları ile Zeydiyye mezhebi avliyyeyi kabul etmişlerdir. Zira muayyen payları nas ile tayin ve tespit edilmiş mirasçılar arasında ayırım yapmak mümkün değildir. Hz. Peygamber (asm) "Muayyen payları pay sahiplerine veriniz." buyurmuştur(2).

Hz. Ömer (ra)'in hîlafeti sırasında ilk defa farz sahiplerinin paylarının meselenin ortak faydasını aştığı bir miras hadisesiyle karşılaşılmıştır. Hz. Ömer (ra) ashab ile istişare etmiş ve Abbas b. Abdülmuttalib'in avl yolunu teklif etmesi üzerine bu usulü benimseyerek farz sahiplerinin payları toplamını meselenin mahreci kabul ederek, meselenin halledilmesini uygun bulmuş ve Hz. Ömer (ra) hayatta olduğu sırada kendisine bu hususta bir itiraz vaki olmamıştır. Dolayısıyla avliyye konusunda icma vaki olmuştur(3).

Farz sahiplerinin payları toplamı meselenin ortak paydasını aşınca, terekeyi meselenin mahrecine göre değil paylar toplamına göre taksim etmek gerektiğini biliyoruz.

Örnek:

3 4 4 2 2 15avl,

Koca ¼ kız

2/ kız

3 ana 1/6 baba 1/6K 12

Bu bir avliyye meselesidir. Farz sahiplerinin payları toplamı meselenin ortak paydası olan 12 yi aşmış 15 olmuştur. Artık tereke 12 sehime ayrılmayacak, 15 sehime ayrılacaktır. Mesela, terekenin 1/4 hissesini almak durumunda bulunan koca normal olarak 1/4 hisseye eşit olan 3/12 hisse alacakken artık 3/15 hisse almak durumunda kalmıştır. Tabi bu da 1/4 hisseden daha az olan bir orandır. Diğer pay sahipleri de paylarının büyüklüğü oranında daha az pay almışlardır(4).

b. RED MESELESi (Reddiyye)

Ölenin asabe sınıfından hiç mirasçısının bulunmaması, sadece muayyen pay sahibi mirasçılarının bulunması durumunda, bazen farz sahipleri paylarını aldıktan sonra terekeden bir miktar daha artabilir. Bu durumda artan miktarın kimlere ve nereye verileceği hususunda ihtilaf edilmiştir.

Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel'e göre farz sahipleri paylarını aldıktan sonra artan miktarı alacak bir asabe bulunmuyorsa, bu durumda terekeden artan gene farz sahiplerine payları oranında iade edilir.

Örnek:

6 5 5 4 4 24

3x2 _____5x2______ 2x2 2x2 12x2

______________________________________________________________

koca kız kız ana baba 12

1/4 ______K_______ 1/6 1/6

Görüldüğü üzere daima pay sahibi olan koca ile ana babaya öncelik verilerek onlara hisseleri tam verilmiştir. Artan miktarda bazen asabe olabilen kızlara verilmiştir. Tabi bu durumda avl bahis konusu olmamış, fakat kızların hissesi avliyye meselesinden daha da aşağıya düşmüştür.

"Akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, Allah'ın hükmüne göre mirasta birbirlerine daha yakındır." (Enfal, 8/75)

buyurulmuş olması, terekeden artana sahip olmada yakın akrabaların beytü'l malden daha haklı olduklarını açıklar.

Farz sahiplerinden artanın gene farz sahiplerine verilmesi fikrinde olan ashab arasında Hz. Ömer (ra), İbn Mes'ud ve İbn Abbas'ın bulundukları zikredilir. Bunlara göre red sadece ölene kan bağıyla hısım olan farz sahiplerine yapılır. Karı ve kocanın redden istifade edemeyecekleri kanaatindedirler. Çünkü az önce sözünü etliğimiz yakın akrabaların mirasçılıkda daha haklı olduğunu ifade eden ayetten bu hükmü çıkarmışlardır.(5) Karı ve kocanın birbirlerine mirasçılıkları nikah akdi sebebiyledir. Akit bozulunca birbirlerine mirasçılıkları söz konusu olamayacağına göre, karı ve kocayı kan hısımı olan mirasçılarla bir tutmamak gerekir. Hasanü'l-Basrî, İbn Şirin, Kadı Şüreyh, Âtâ, Mücahid, Sevrî, Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel de bu içtihadı benimsemişlerdir(6).

Red örnekleri:

Örnek:

1 3 1 5
___________________________________________

ana kız, oğul kızı 6/

1/6 1/2 1/6 /

Bu meselede ortak payda 6 olduğu halde farz sahiplerinin payları toplamı 5 olmuştur. Bu durumda artan bir hisse asabe olarak kimse bulunmadığı için gene pay sahiplerine payları oranında iade edilmelidir. İade işlemi için takip edilecek usul, terekeyi altı paya değil 5 paya bölmektir. Diğer bir deyişle artık ortak payda dikkate alınmayacaktır. Paylar toplamı esas alınacaktır. Böylece meselemizde ana 1/6 hisse değil 1/5 hisse alacaktır ki bu, ananın normal hissesi olan 1/6 hisseden büyüktür. Ölenin kızı 3/6 hisse yerine 3/5 hisse, oğul kızı da 1/6 hisse yerine 1/5 hisse alacaktır ki bu onların normal paylarından büyüktür.

Örnek:

2 2 - 1 5
_______________________________________________________

öz kız kar. Öz kız kar b. Kız kar a. Kar. 6

_______ 2/3________ S 1/6

1 1 1 3
________________________

ana a.kar a. kar 6

1/6 ___1/3____
_____________________________________

Bu örneklerde artan miktar alacak asabe bulunmadığından meselenin ortak paydası artık dikkate alınmamıştır. Paylar toplamı meselenin mahreci imiş gibi kabul edilmiş, tereke paylar toplamına göre bölünmüştür.

Eğer red meselesinde karı veya koca bulunursa bunlar redden istifade edemezler. Mirasçılar arasında karı veya koca bulunan red meselesi iki kademede çözülür. Birinci kademede her bir mirasçının payı tespit edilir.

Örnek:

3 4 12 19red
__________________________

karı ana kız 24

1/8 1/6 ½

Bu kademede her mirasçının meselenin mahrecine göre ne miktar pay alacağı belli olmuştur. Bundan sonra ikinci kademe işleme geçilir. Meselemize göre ifade edecek olursak karının alacağı 1/8 hisse mahfuz tutularak kalan 7 hisse ana ile kıza payları nisbetinde taksim edilir. Şöyle ki:

7 21

4 → 7 1x7 3x7 32

1x4 4 12 8x4

_______________________________

karı 1/8 ana kız 8

Bu ikinci kademede karının sekizde bir hissesi karıya tahsis edilmiştir. Meselede karının alacağı oran esas alındığından meselenin ortak paydası da 8 olarak kabul edilmiştir. Karının aldığı bir hisseden sonra kalan 7 hisse ana ve kızın bulunduğu tarafa intikal ettirilmiştir. Birinci kademede ananın hissesi 4, kızın hissesi 12 olarak tesbit edilmiş okluğundan ana ve kızın hisseleri aynen korunmuş fakat rakamlar gereksiz olarak büyütülmesi için kendi aralarında sadeleştirilmiştir. Böylece kızın hissesi 3 ananın hissesi 1 olmuştur. Ana ve kız tarafına aktarılan 7 hisse ana ve kıza kesirsiz olarak bölünemediği için her birinin hissesi 7 ile çarpılmıştır. l/8 hisseden artan 7 hisse bir ve üçle yani toplam olarak 4 ile çarpıldığı için karının hissesi olan sekizde bir hisse de 4 ile çarpılmış, böylece oranların değişmemesi sağlanmıştır. Tabi meselenin ortak paydası olan 8 de 4 ile çarpılmış ve mesele 32 ye yükselmiştir. Karının hissesi 4/32 yani 1/8 olarak kalırken ana ve kız redden istifadeyle normal paylarından daha çok pay almışlardır.

Diğer örnekler:

3 2 22 9 red.
_____________________________________

karı ana a.kar . a.kar. 12

1/4 1/6 ____1/3____

→ 3

1 1 1 1 4
__________________________

karı ana a.kar. a.kar 4

1/4

Bu işlemde karıdan artan 3 hisse ana ile iki anabir kardeşe kesirsiz paylaştırılabildiğinden meselenin genişletilmesine gerek kalmamıştır.

Örnek:

3 6 2 11 red

Koca Kız Oğul kızı 12

¼ ½ 1/6

4 →3 9 3 16

1x4 3x3 1x3 4x4

Koca Kız oğul kızı 4

¼

Bu meselede kocadan anan 3 hisse kızın 3 hissesi ile oğul kızının l hissesine kesirsiz bölünememiş, artan 3, her bir hisse ile çarpılmıştır. Tabi kocanın bir hissesi de artan 3 ün çarpıldığı toplam sayı olan 4 ile çarpılmış ve mesele 4 den 16 ya yükselmiştir.

Örnek:

3 4 12 2 2 23 red

Karı ana kız oğul kızı oğul kızı 24

1/8 1/6 1/2 ______1/6______

10→7 14 42 7 7 80

1x10 2x7 6x7 1x7 1x7 8x10
_______________________________________

karı ana kız oğul kız oğul kız 8

1/8

Dipnotlar:

(1) s.102.
(2) Buhari, Feraiz, 5,7.9,15; Müslim, Feraiz, 2,3; Tirmizi, Feraiz. 8; Darimi. Feraiz, 28.
(3) Cessas, II. 90-91; İbn Rüşd. II, 318; bilmen. V, 337; Kişki, s. 174.
Hz. Ömer (ra)'in vefatından sonra İbn Abbas avl yoluyla meselenin çözülmesinin hatalı olduğu fikrini savunmuştur. İbn Abbas'a göre avliyye meselesinde daima farz sahibi olana öncelik verilmeli, noksan kalan kısım her zaman pay sahibi olmayan bazen biğayrihi asabe olabilen kadınlara tahsis edilmelidir. Böylece avlden kaçınılmış, mesele denk olarak yani adile olarak çözülmüş olur. (İbn Rüşd II. 318; Bilmen, V, 337; Kişki, s. 175). İmamiyye mezhebi ile ehli sünnetten Zahiriyye mezhebi İbn Abbas'ın görüşü paralelinde hiç bir zaman asabe olmayan pay sahiplerine öncelik vererek avli kabul etmemelerdir. (Tusi, IX, 247; Küleyni, VII, 79; Ibn Hazm, IX, 262-267; Mağniyye, VI.216).
(4) Aynı mesele İmamiyye ve Zahiriyyeye göre şu şekilde çözümlenir.
(5) Hz. Osman (ra)'a göre redden karı ve koca da istifade ederler. Zira karı ve koca diğer farz sahipleri gibi farz sahipleridirler. Avliyyede hisseleri eksildiğine göre red meselesinde de hisseleri artmalıdır. Zira külfet nimet karşılığındır (Kişki, s. 181)
(6) İbn Rüşd, II, 322; Ibn Kudame.VII, 46-47; Kişki, s. 180-183 Sahabeden Zeyd b. Sabit'e göre farz, sahiplerinden artan tekrar farz sahiplerine iade edilmez. Artan miktar beytülmale intikal eder. Eğer farz sahiplerine iadede bulunulursa şeran kendilerine tayin edilmiş olan paylarından fazlası verilmiş olur. imam Malik, Evzai, Şafii ve Davud'üz Zahiri Zeyd b. Sabit'in içtihadını benimsemişlerdir. Hunlara göre farz sahipleri paylarını aldıktan sonra terekeden artan kısım hazineye intikal eder. Müteahhir maliki ve şafıi fukahası beytülmalin intizamı bozulduğu takdirde red sebebiyle artanın farz sahiplerine iade edilmesinin daha evla olduğu görüşünü benimsemişlerdir. (Şafii.IV, 76; İbn Kudame, VII ,47; Şirbini, II,7; Kişki, s.183). İmamiyye prensip olarak asabeyi kabul etmediklerinden, pek çok meselede farz sahiplerine redde bulunurlar.

(Prof. Dr. Hamza AKTAN, Mukayeseli İSLAM HUKUKU)

2 Bir baba, çocukları arasında miras taksimini istediği gibi yapabilir mi?

Hanefîlere göre hukuk açısından bir sakıncası yoktur, bağış geçerlidir; ancak adaletsizlik ve sebepsiz ayırımcılık yapılmış ise ahlaki bakımdan kusur işlenmiş olur. "Eşitlik ve adalete aykırı bağış sahih olmaz." diyen müctehidler de vardır.

Hz. Peygamber (asm)'in çocuk terbiyesinde ısrarla üzerinde durduğu bir husûs, eşit muâmeledir. Bu, aynı âile içerisindeki çocuklar arasında olduğu gibi, okulda aynı hocanın nezâreti altındaki çocuklar arasında da uygulanması gereken bir düstûrdur. Yani anne ve babalar çocukları arasında kızdır-erkektir, büyüktür-küçüktür, şudur-budur diye bir ayırım yapmaktan yasaklandığı gibi, hocalar da ders verdikleri talebeler arasında hür çocuğu-köle çocuğu, akrabâ çocuğu-yabancı çocuğu vs. gibi akla gelebilen her çeşit tefrîk ve ayırımlardan yasaklanmıştır.

Nûman İbnu Bişr anlatıyor: “Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravâha: “Bu hibeye Resûlullahı şâhit kılmazsan kabul etmiyorum.” dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şâhit kılmak için babam, beni de alarak Resûlullaha (asm) gitti.

Durumu öğrenen Hz.Peygamber (asm):

“Başka çocukların da var mı?” diye sordu.

“Evet!” cevabı üzerine,

“Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?” diye sordu.

Babam: “Hayır!” deyince,

“Allah'tan korkun, çocuklarınız husûsunda âdil olun!” dedi.

Babam oradan ayrıldı ve hibeden rücû etti.”

Bu hadîsin başka vecihlerinde, Hz.Peygamber (asm)'in şu cümleleri de sarfettiği belirtilmektedir:

“Çocuklarınızın arasını eşit tutun”, “Bunu iade et”, “Beni şâhit kılma, ben cevre (zulme) şahitlikte bulunamam”, “Bu doğru değil, ben ancak hakka şahâdet ederim”, “Buna benden başkasını şâhit kıl”, “... çocuğun senin üzerindeki haklarından biri, onlara eşit davranmandır.”

Tirmizînin açıklamasına göre, bu hadîsten hareketle, İslâm âlimleri, “ihsân ve atiyye”de olduğu gibi “öpücüğe varıncaya kadar” zâhire akseden her husûsta eşitliği şart koşmuştur. (1)

Ulemâ bu hükme giderken, Resûlullah (asm)'ın:

“Allah, öpücüğe varıncaya kadar her husûsta, çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever.”

hadîsini esas almış olmalıdır.(2)

Muallimlerin eşit davranmasıyla ilgili emir, Aleyhissalâtu vesselamın şu tâlimatından anlaşılır:

“Bu ümmetten üç çocuğun talîmini üzerine alan bir muallim, bunların zengin ve fakirini yan yana müsâvî olarak talîm etmezse, kıyâmet günü hainlerle haşredilir.” (3)

Evlâdlara eşit davranmanın gerekçesi, mevzûmuz, yani çocukları suç işlemekten koruma tedbîrleri açısından önemli ipuçları vermektedir. Yukarıda kaydettiğimiz Nûman İbnu Bişr hâdisesinde Hz.Peygamber (asm), Nûmanı, çocuklarına maddî bağışta farklı davranmaktan men ederken sorar:

“Çocuklarının sana karşı hürmet ve lütufta adâletli olmaları seni memnûn etmez mi?” Nûman:

“Evet Ya Resûllallah!” deyince:

“Öyleyse başkasını şâhit kıl!”

Bir başka rivâyette:

“Onların sana eşit bir şekilde iyilik etmeleri nasıl senin hakkınsa, senin de onlara eşit muâmelede bulunman öylece onların hakkıdır.”

Şu hâlde çocuğun babasına karşı hürmetini, kardeşlerine karşı da sevgi ve dayanışmasını korumak, aradaki “sıla-ı rahm” denen yüce bağları korumak, öncelikle bu adâletli davranışa bağlıdır. Nitekim Kurân-ı Kerîm'de Hz.Yûsuf ile ilgili kıssada, Cenab-ı Hakk, kardeşler arasındaki kin ve çekememezlik hislerini, babaları Hz.Yakub'un (as) Yûsuf (as)'a olan ziyâde alâkasıyla illetlendirir. Böyle bir his, kardeşleri Yûsuf (as)'ı kuyuya atma cinâyetini işletmeye sevk ettiği gibi, arkadan, babalarının gözlerini kaybetmesine sebep olacak üzüntülere ve sıkıntılara da sebebiyet vermiştir.

Bu noktada şu hadîsi hatırlatmada da fayda var:

“Çocuğunun kendisine iyi davranmasında ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın.” (4)

Çocuklar arasında eşit davranmayı vâcip gören İslâm âlimleri şöyle bir muhâkeme yürütürler:

“Eşit muâmele vâcibin mukaddemesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn hukukuna riâyetsizlik (katur-rahm vel-ukuk), dinen harâm kılınan iki husûstur. Öyle ise, bu iki harâma müeddî olan vâsıtalar da harâmdır. Çocukların birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harâma müeddî olur.” (5)

Bir başka âlim, bu adâletsizlik meselesini çok daha geniş bir buutta ele alarak şöyle der:

“Dünyâ ve âhiretin intizâmı adâlete bağlıdır. Çocuklar arasında farklı muâmele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve adâvete, ebeveyne karşı da bir kısmının muhabbeti ve diğer bir kısmının buğzuna sebep olur. Bu durumdan ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neşet eder.” (6)

Şu hâlde, gerek evde ve gerek okulda çocuklar arasında adâletsiz davranış, çocukları çok farklı cürümlere itecek bir vetîrenin başlangıcı olmaktadır. Yûsuf sûresi bu meselede güzel mesajlar vermektedir.

Babanın evlatlarına eşit davranması her zaman için en iyi olanıdır. Ancak bir baba eşit davranmadığı zaman mesela, birine diğerinden fazla mal verse, ona haram işliyorsun denilmemeli. Nitekim, insan malından dilediği gibi helal yerlere harcama yetkisine sahiptir, hürdür. Bir kişi bir başkasına bir ev, araba veya başka bir malını verebilir. O halde neden evlatlarından birine veremesin, diye düşünmek mümkündür.

Ancak yukarıda geçen hadislerde de belirtildiği gibi evlatlar arası kıskançlık ve kırgınlıklara sebebiyet verebilir.

Özetle söylemek gerekirse, bu konuda iki asıl görüş bulunmaktadır:

1. Babanın evlatları arasında eşit muamele yapması şarttır, yoksa günahkâr olur.

2. Evlatlar arası eşit muamele istenen bir durum ise de bu konuda babayı zorlamak gerekmez. Yani eşit uygulama yapmazsa, haram işledin, denilmez. Nitekim, Peygamberimiz (asm) yasaklamamış, ancak memnun olmadığını da belirtmiş. Öyleyse haram derecesinde değildir. Mekruh, yani hoş olmayan fakat caiz olan bir durumdur.

Diğer taraftan, evladın baba-anaya hürmeti ve onları üzmemesi de farzdır. Eğer davranışımız onları üzecekse çok dikkatli olmamız gerekir. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Biz de ana ve baba olacağız.

Kaynaklar:

1. Kaynaklar ve geniş bilgi için bkz. Hz.Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 172-177.
2. el-Câmius-Sağîr, II/297.
3. İbnu Sahnun, age, s. 353.
4. el-Câmius-Sağîr, IV/29.
5. İbnu Hacer, Fethul-Bârî, VI/141.
6. Münâvî, Feyzul-Kadîr, V/557.

İlave bilgi için tıklayınız:

Baba, evladını mirastan mahrum bırakabilir mi?

3 Anne veya babadan üvey çocuklara miras kalır mı?

Babanın her iki hanımından da dünyaya gelen çocuklara miras verilmesi gerekir. Ancak evlendiği hanım dul ise ve eski eşinden çocukları varsa, bunlara üvey evlat denir bunlara miras düşmez. Fakat kişinin kendisinden olan çocukların hepsi öz evlattır ve mirastan pay almalıdırlar.

İkinci hanımın malının mirasa dönüşmesi konusu ise; adamın birinci hanımından olan çocuklar ikinci hanımın üvey evlatlarıdır. Bu sebepten kadın öldüğünde yalnızca kendisinden olan çocuklara miras kalır. İkinci hanımın malından adamın birinci hanımından olan çocuklarına miras düşmez.

Öz olan çocuklara miras düşer, üvey çocuklar mirastan pay alamaz.

Üvey çocukla üvey anne veya baba arasında nafaka ve miras hükümleri cereyan etmez. Çünkü nafaka veya miras ya evlilik akdi ya da nesep hısımı olmakla hak olarak ortaya çıkar. Önceki evlilikten doğan bir çocukla, annesinin sonradan evlendiği ikinci koca arasında ise bir aile yuvası içinde yaşama zarûreti, bayram ve cemiyetler dolayısıyla ziyaretleşme gibi âdâb-ı muâşeret ve insanî yardımlaşmalar dışında kan hısımlığı ile ortaya çıkan malî haklar söz konusu olmaz. Böyle bir çocuk belki kendi öz annesiyle ilgilenmesi gerektiği zamanlârda, dolaylı yoldan üvey babası ile de ilgilenmesi İslâm ahlâkının gereğidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MİRAS...

4 Miras hukukunda yanlışlık var mıdır?

Bu durumda hesaplama şöyle olur.

3  tane  KIZ  -  her biri  16/81
1  tane  ZEVCE              9/81
1  tane  BABA              12/81
1  tane  ANA              12/81
Ortak payda 72 idi, fakat avl ederek 81 oldu.

İlave bilgi için tıklayınız:

Miras paylaşımında eksik veya fazla çıkması: Avl ve Reddiyye kousu...

5 Faizli kredi ile alınan mal miras kalırsa, bunu kullanmak caiz olur mu? Kişinin krediyle aldığı mallar varislere de haram olur mu?

Miras bırakan kimse, o malı haramdan kazanmış, faiz, rüşvet, gasp ve karaborsacılık gibi yollardan temin etmişse, mirasçısı o malı yiyemez. Eğer o mal gaypedilmiş, haksız yere bazılarından alınmışsa, sahiplerine iade edilmesi gerekir. Eğer bilmiyorsa, bir hayır kurumuna hibe edilir.

Eğer mirasçıya düşen malın haramdan geldiği söyleniyor, fakat nereden ve ne şekilde olduğu kesin delilleriyle bilinmiyorsa, bu durumda mirasçı onu yiyebilir. Fakat takvaya en uygun olanı, o malı sahibi niyetine sadaka olarak vermektir.(Reddü'l-Muhtar, IV/130)

Faizli kredi ile alınan evin veya iş yerinin tamamı haram olmaz.
Sadece faiz oranındaki kısım haram olur. Bu bakımdan faizli kredi ile alınan ev veya iş yeri miras olarak kalmışsa faiz oranı kadarki kısım hayır kurumlarına veya fakirlere verilir. Diğer kısım ise mirasçılar arasında bölüşülebilir.

6 Ölen kimsenin oğlu yoksa, yalnızca kızı varsa, bu kızların amcaları da mirastan pay alır mı?

Ölen kimsenin babası veya oğlu yoksa, bu durumda ölen kimsenin kardeşleri de mirastan pay alırlar.

Kardeşlerin mirası: Kelâle adı verilen kardeşlerin mirası, ana bir kardeş veya ana-baba bir yahut baba bir kız kardeş olmak üzere iki statüde toplanmıştır. Kelâlenin mirasçı olmasında ön şart, miras bırakanın baba veya erkek çocuklarının bulunmamasıdır.

Ana bir kardeşlerin mirası şöyle belirlenmiştir:

"Eğer ölen bir erkek veya kadın, erkek usül veya fürûu bulunmaksızın mirasçı olunuyorsa, kendisinin (ana bir) erkek veya (ana bir) kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer bu kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak paylaşırlar. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır." (bk. Nisâ, 4/12).

Yukarıdaki miras düzenlemesinin arkasından, aynı âyetlerin devamında, müeyyide niteliğinde şu iki âyet yer alır:

"İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur."

"Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için azaltıcı bir azap vardır." (Nisâ; 4/13 ve 14)

Öz veya baba bir kız kardeşin mirası ise şöyle düzenlenmiştir:

"Ey Peygamber! Senden fetva isterler; de ki: Size usül ve füruu bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu bulunmaz da, sadece bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı mirasın yarısı onundur. Ölen kız kardeş ise ve çocuğu da yoksa erkek kardeşi terekenin hepsini alır. Eğer mirasçılar iki kız kardeş ise, terekenin üçte ikisini alırlar. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı, iki kadının payı kadardır. Allah size sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah her şeyi çok iyi bilendir." (Nisâ, 4/176).

İlave bilgi için tıklayınız:

MÎRÂS.

7 "Dede yetimi" denilen çocukların mirastan hakları nedir?

Babası dedesinden önce ölmüş bir çocuk (dedeye göre tanımlarsak oğulun oğlu) düşünelim. Bu çocuğun (torunun) dedesi (babasının babası) vefat ettiğinde, dedenin başka oğulları (torunun amcaları) varsa, bunlar ölene (miras bırakana, mûrise), torundan daha yakın oldukları için, öncelikle varis oluyorlar ve torun varis olamaz; işte bu toruna "dede mahrumu, yetimi" denir.

Dede yetiminin varis olamayacağı, bu hususu doğrudan ifade eden bir nassa (âyete veya hadise) dayanmıyor, "Yakın var iken uzak varis olamaz." kuralının istisnasız yorumuna ve uygulanmasına dayanıyor. Ortada açıkça bir mağduriyet olduğunu gören bazı âlimler, vacib (mecburi, kanuni) vasıyet kuralından yola çıkarak bu durumda torunun, babası hayatta olsaydı alacağı mirası, âyete dayanan (Bakara, 2/180) vâcib vasiyet yoluyla alması gerektiğini ileri sürmüşlerdir ve bu yorum, çağımızda da birçok İslam ülkesi hukukunda kanunlaşmıştır. Yani dede mahrumu olayı çözülmüş, mahrumiyet ve mağduriyet yine İslam hukuku çerçevesinde önlenmiştir.

Aynı durum kız çocuğunun ölmesi durumunda da geçerlidir. Yani bir kimsenin kızı vefat eder de geride çocuk bırakırsa, bu çocuklar büyükbabalarının mirasından faydalanırlar.

8 Babanın miras bırakma konusundaki mesuliyeti nedir? Biri, taallukatının mirasa ihtiyacı olmadıkça miras taksim etmeden ölürse veya taalukatı mirası adaletsiz görüp de razı olmazlarsa mesul olur mu?

(Yaşlı bir) kişi, ölmeden önce mirasını çocukları arasında taksim edebilir mi? Mal varlığını sağken çocuklarına intikal ettirmesi daha uygun değil mi?

"Ölüm hak, miras helal." diye bir sözümüz vardır. Kişi ölmeden onun malı miras olmaz ve yakınlarına miras olarak intikal etmez.

Yaşamakta olan mâlik (mal sahibi) malını, helal ve caiz olmak şartıyla dilediği gibi harcar, tüketir ve -akrabası olsun, olmasın- istediğine verir. Yakınlarının ona "Bizim mirasımızı azaltıyor veya yok ediyorsun." deme hakları yoktur.

Mümin, yakınlarına miras bırakmakla yükümlü değildir, ihtiyaç içinde iseler onların nafakalarını (geçimlerini) temin etmekle yükümlüdür. Nafaka temin ödevini yerine getirmekte olan bir mümin, geriye kalan malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

"Hayatta olan bir kimsenin çocuklarından bazılarına mal verip, diğerlerine vermemesi caiz midir?"

Hanefîlere göre hukuk açısından bir sakıncası yoktur, bağış geçerlidir, ancak adaletsizlik ve sebepsiz ayırımcılık yapılmış ise ahlaki bakımdan kusur işlenmiş olur. "Eşitlik ve adalete aykırı bağış sahih olmaz." diyen müctehidler de vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evlat edinmek ve mirası ona bırakmak caiz midir?

Baba, evladını mirastan mahrum bırakabilir mi?

9 Babasını kasten öldürene, babasının mirası düşer mi?

(...)

Miras Engeli Bulunmaması:

Miras engelleri şunlardır:

a) Öldürme:

Mûrisini öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek için öldürme ithamı vardır. Hısımını öldüren kimsenin onun mirasından mahrum olacağı konusunda mezheplerin görüş birliği vardır. Ancak hangi çeşit öldürmelerin miras engeli olacağı hususu mezhepler arasında ihtilâflıdır. Hadiste; "Katil için miras yoktur." (Ebû Dâvud, Diyât, 18; Tirmizî, Ferâiz,17; Ahmed b. Hanbel, I, 49) buyurulur. Hanefilere göre, kısas veya keffâret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri mirasa engel olur. Bunlar da şu çeşit öldürmelerdir:

Kasden öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek gibi. Buna günah ve kısas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, insan öldürebilecek büyük taş vb. her şeyle, kasden öldürme suçu meydana gelir.

Kasda benzer şekilde öldürme. İnsan öldürmede kullanılmayan, sopa, değnek gibi bir şeyle vurup öldürmek gibi... Cezâsı: Keffâret, âkile üzerinde diyet ve günahtır. Birisini yanlışlıkla öldürme: Ava atıp, insanı öldürmek gibi... Cezası; keffâret, âkıle üzerine diyettir. Ahiretteki günahı kaldırılmıştır.

Hata sayılan öldürme: Uykuda veya uyanık iken birisinin üzerine düşüp ölümüne sebep olmak gibi. Cezası; hataen öldürmenin aynidir (es-Serahsi, el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912; XXV, 59-68; el-Kâsâni, Bedayiu's-Sanâyi, Mısır 1327-28; M. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, s. 55-56).

Dolaylı yoldan ölüme sebebiyet verme (tesebbüb) mükellef olmayanın öldürmesi, meşrû savunma halinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras engeli değildir.

İmam Şâfii'ye göre, öldürme fiilini işleyen herkes öldürülene mirasçı olamaz. Kastın bulunup bulunmaması, öldürenin mükellef olup olmaması sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katilde kasıt ve tecâvüzü esas alırlar. Buradaki görüş ayrılığı, miras engeli bildiren hadisteki "kâtil" sözcüğünün kapsamındaki belirsizlikten doğmuştur. (bk. Muhammed Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Kahire, t.y., s.126, 127).

b) Din Farkı:

Mûrisle vârisin ayrı dinlerden oluşu bir miras engelidir. Bu konuda İslâm hukukçularının görüş birliği vardır. Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana nesep hısımlığı veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçı olamaz.

"Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz." (Buhâri, Hacc, 44; Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, l; Ebu Dâvud, Ferâiz, 10).

"İki ayrı dine mensup olanlar, birbirine mirasçı olamaz." (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6)

hadisleri buna delildir. Bunun sebebi, Müslümanla gayri müslim arasında velayet bağının kesik olmasıdır.

Bu duruma göre, meselâ; Müslüman bir erkekle gayri müslim olan karısı arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da babaya tabi olarak Müslüman sayılacaklarından onlarla gayri müslim olan anneleri arasında da mirasçılık cereyan etmez.

Ancak Muaz b. Cebel ve Muâviye ile Tâbiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ', Saîd b. el-Müseyyeb, İbrâhim en Nahâî ve diğer bazı bilginler aksi görüştedir. Bunlara göre; Müslüman kâfire mirasçı olur. Fakat kâfir Müslümana mirasçı olamaz." Dayandıkları delil şu hadislerdeki genel anlamdır:

"İslam yücedir, onun üzerine yücelinmez." (Buhârî, Cenâiz, 79)

"İslam arttırır, eksiltmez." (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236).

Bu konuda sahabe uygulaması da vardır. Bir Yahudi vefat edince, biri Yahudi diğeri Müslüman olan iki oğlu kalmıştı. Yahudi olan oğlu bütün mirası almak isteyince, Müslüman olan oğlu mahkemeye başvurdu ve hak istedi. Davaya bakan Muaz b. Cebel (ö.18/639) Müslümanı Yahudiye mirasçı yapmıştır. (el-Askalânî, Bülûgul-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967; III, 206).

Bu görüşü tercih edenlere göre; müslüman, gayrimüslim anne-babasından kalan mirası alabilir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XII, 50; Azîmâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, VIII, 87; Mardînî, er-Rehâbiyye, s. 38)

Diğer yandan gayri mûslimler birbirine mirasçı olabilirler. Çünkü küfür ehli tek millet sayılır.

"Ehl-i küfür birbirinin velisidir..." (Enfâl, 8/73)

ayetinin genel anlamı bütün gayri müslimlerin hepsini kapsamına alır.

"Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır." (Yûnus, 10/32)

ayeti de bunu ifade eder. Yalnız Mâlikîler, "İki ayrı dine mensup olanlar birbirine varis olamaz." hadisinin, Hristiyan ve Yahudilerin kendi aralarındaki mirasçılığını da kapsadığını söylerler.

Mürtedin Mirası:

İslâm'ı terkeden kimseye "mürted" denir. Mürted mânen ölmüş sayıldığı için, o ne Müslüman ve ne de kâfire mirasçı olamaz. Mürtedin mirasının başkalarına intikali konusunda ise görüş ayrılıkları vardır.

Ebû Hanife'ye göre, irtidattan önce kazandığı mal varlığı Müslüman varislerine gider..Sonra kazandıkları ise beytü'l-mâle "fey" geliri kaydedilir. Mürted kadınsa, bütün mirası Müslüman mirasçılarına intikal eder.

İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre, irtidattan önce ve sonra kazandığı malları Müslüman varislerine intikal eder. Bu iki müçtehid, erkek ve kadın mürted arasında miras bakımından bir ayırım yapmaz.

Şâfiî, Mâliki ve Hanbelilere göre, aslî inkârcıda olduğu gibi mürted mirasçı olamaz ve ona da başkası mirasçı olamaz. Bütün malı, beytü'l-mal için fey' geliri kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, İslâm toplumuna karşı harp ilân etmiş sayılır ve servetine de harbînin malına uygulanan hükümlerin uygulanması gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadı üzere ölürse uygulanır. Hayatta olduğu sürece malı bekletilir. İslâm'a dönerse, malı kendisine verilir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1315-/1317, IV, 390 vd.; İbn Rüşd, Bidayetü'l-Müçtehid, Mısır, t.y., II, 322-329; ez-Zühaylî, a.g.e, VIII, 263-266).

c) Tebealık Farkı (İhtilâfu'd-dâreyn):

Müslümanlar hangi devletin tebeası olurlarsa olsunlar birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman için başka başka devletin tebeası olmak miras engeli değildir. Meselâ; Türkiye'deki bir Müslüman, Mısır'daki Müslüman bir hısımına mirasçı olabilir. Çünkü Dârul-İslâm Müslümanlar için tek vatan sayılır. Daha sonra kâfirlerin Darul-İslam'a egemen olması ve buralarda ayrı sistemlerin ve rejimlerin olması veya bağlantının kopuk olması da sonucu değiştirmez. Bu yüzden, bir Müslüman Dâru'l-Harpte ölse, ona Dârul-İslâm'da yaşayan varisleri mirasçı olur.

Ülke ayrılığı gayri müslimler için bir miras engeli teşkil eder. Meselâ; İslâm tebeasındaki bir gayri müslim, yabancı tebealı gayri müslim bir hısımına mirasçı olamaz. Burada, mirasçılık "velayet bağı" esasına dayanır. Bu bağ kopunca mirasçılık hakkı da ortadan kalkmaktadır. Ancak ülkeler sulh anlaşmaları yaparak, karşılıklı miras ilişkilerini düzenleyebilirler.

Malikî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealık farkı hiçbir şekilde miras engeli doğurmaz (ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 266 vd.; es-Sibâî, Şerhu Kanuni'l Ahvâliş-Şahsiyye, Dımaşk 1959, II, 46-47).

d) Kölelik:

Kölelik hali de miras engelidir. Bu statüde olan kimse hısımlarına mirasçı olamaz. Çünkü köle, bir mala; mülk edinme sebepleriyle matik olamadığı gibi miras yoluyla da malik olamaz. Onun elindeki şeyler efendisine ait bulunur. Eğer o, mirasçı yapılırsa, mülk kendiliğinden efendisine geçeceği için sebepsiz yere, bir yabancı mirasa sokulmuş olur ki, bu icmâa göre bâtıldır:

Bu engellerden mûrisini öldürme ve kölelik tek yanlıdır. Bunlar yalnız kendileri başkasından miras alamaz. Fakat başkası kendilerine mirasçı olabilir. Bunlara, murisin ölüm tarihinin belirlenememesi ve mirasçının kim olduğunun bilinememesi gibi başka engeller de eklenmiştir (bk. el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ts., IV, 188, 197; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Motbaatü'l-Emiriyye tab'ı, VI, 239 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., V, 541-543).

(Şamil İ.A., Miras md.)

10 Alzheimer hastası olan bir kişinin tüm mal varlığının kullanımı hanımına verilmişse, bu malı çocuklarına paylaştırabilir mi yoksa ölümünü mü beklemelidir?

Alzaymır hastasının malının mülkiyeti kimseye intikal etmez, kendinde kalır. Mal üzerinde tasarruf için vasi tayin edilir. Vasi de malı dağıtmaz, korur ve devam ettirir. Sahibi ölünce malı varislere kalır.

İlave bilgi için tıklayınız: - VASÎ

Bk.
Mecmuu serhu’l-mühezzeb, 13/345.
el-Gurrerü’l-behiyye fi şerhi’l-behceti’l-verdiyye, 3/187.

11 Almanya'da torununu evlat edinen bir dede, vefat ettiğinde miras paylaşımı nasıl olur? Ayrıca devletin kanunlarına göre biriken emekli ödeneğini sadece bekar olan evlat alabiliyor...

Dedenin şer'i mirasçıları, evlatlığı olan sen değilsin, kendi doğumdan çocukları ve yakınlık derecesi uygun olan diğer akrabasıdır. O akraba da mirası, İslam'a göre paylaşmalıdırlar.

Dedenin Almanya'da biriken parasını alır, gerçek varislerine İslam miras hukukuna göre verirsin, eğer bu mümkün değilse onun adına hayır yaparsın, kendin yiyemezsin...

Bk. el-Fıkhu’l-menheci, 4/226; el-Mevsuatu’l-fikhiyye el-kuveytiyye, 10/121.

12 Ben şimdiki aileme evlatlık verilmişim ve evlatlık verildiğim aile vefat etti. Evlatlığa kalan mirası, evlatlığın kullanması caiz mi?

Bilindiği gibi, İslam öncesinden var olan "Evlatlık kurumu", İslam tarafından yasaklanmıştır.(bk. Ahzab, 33/40). Buna göre, evlatlık alınan kişi İslam açısından gittiği ailenin bir ferdi olamaz ve hukukî herhangi bir şeye sahip olamaz.

Ancak, evlat edinmiş olan aile fertleri, ölmeden önce evlat edindikleri kimseye herhangi bir malı vermişlerse bu geçerlidir. Zaten bu husus herhangi yabancı kimseler için de söz konusudur.

Bir de eğer evlatlık alan ailenin ölümleri halinde, geriye kalan malları veya belli bir bölümünü evlatlıklarına ait olacağını söylemişlerse, ispatı halinde tabii ki onun olacaktır.

Eğer böyle bir şey söz konusu değilse, ailenin mirasçı durumundaki fertleriyle konuşmak gerekir. Bir şekilde onların rızasını almak ve onlarla uzlaşmak şarttır.

13 Amcam emekli ve hiç kızı yok. Beni evlatlık almak ve öldüğünde emekli maaşını bana bırakmak istiyor. Bu maaşı almam caiz olur mu?

Devlet bu maaşı amcanıza ve mirasçılarına veriyor. Evlatlık şer'an mirasçı değildir, bu sebeple o maaş sana helal olmaz.

Bk. Buceyremi alelhatip, 3/305.

14 Bir kişi sağlığında, malından mirasçılarından birine hediye edecek olsa, kişinin vefatında diğer mirasçıların bu payı isteme hakları olur mu?

Dinimiz miras hukukuna büyük önem vermiştir. Gerek Kur’an-ı Kerim'de, gerekse hadis-i şeriflerde miras bırakan kimsenin durumu, nasıl hareket edeceği, mirası hak edecek kimselerin kimler olduğu, ne şekilde ve ne kadar miras alacakları teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.

Miras meselesi, ayrıca İslami ilimler arasında mühim bir mevki tutmuş, “feraiz” adıyla anılır olmuştur. Feraiz hakkında da müstakil olarak pek çok kitap yazıldığı gibi, fıkıh kitaplarında da başlı başına bir bölüm olarak işlenmiş, mirasın taksimi hususunda ince hesaplar yapılarak, yanlışlığa meydan verilmemeye gayret edilmiştir.

Miras meselesine dikkat etmeyen, bu vesileyle de mirasçılar arasında anlaşmazlıklara sebep olan kimseler, kul hakkına riayet etmediklerinden hem dini bir sorumluluk altına girerler, hem de akraba olan mirasçılar arasında devam etmesi gereken akrabalık bağına zarar verirler.

Miras meselesinde ilk önemli vazife, malını miras olarak bırakacak kimseye düşmektedir.

Hayattayken malının bir kısmını veya kıymetli tarafını çocuklarından birisine bağışlayarak, kardeşler veya diğer mirasçılar arasında bir kin ve nefretin doğmasına sebep olmak; yahut malının büyük bir kısmını sağlığındayken veya vasiyet ederek bir şahsa yahut bir kuruma bırakmak, mirasçılar arasında anlaşmazlıklara, kavgalara yol açar.

Bu husustaki Kur’an emirleri çok açıktır:

“Yapılacak vasiyet ve borç ikrarı hiçbir surette mirasçıları zarara sokmaksızın yapılmalıdır. Bütün bu emir ve hükümler Allah’tan birer fermandır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, Halimdir. “(1)

Bu ayeti takip eden diğer ayette ise Allah’a ve Peygamberine itaat ederek, Allah’ın koyduğu hudutlar içinde hareket edenlere ebedi saadet müjdesi vaad edilmektedir.

Bir hadis-i şerifte ise Peygamberimiz (a.s.m.) mirasçıları mağdur düşürecek şekilde vasiyet edilmemesini tavsiye etmektedir.(2)

İnanç bakımından bir insanın mirastan mahrum bırakılabilmesi için her şeyden önce, o kişinin -Allah korusun- dinden çıkmış, irtidat etmiş olması lazımdır. Yoksa bir insanın günahkar olması, birtakım dini vazifelerini ihmal etmesi mirastan mahrum bırakılmasını gerektirmez.

Kişinin çocuklarına böyle bir ceza vermesi, müsbet bir ıslah yolu değildir.

Diğer taraftan, mirası hak edecek kimseler ne kadar varlıklı olursa olsunlar, bu zenginlikleri, onları mirastan uzak kılacak bir gerekçe olamaz.

Ancak, insan, servetinde istediği gibi tasarruf etme hakkına da sahiptir. Lakin, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bazı haksızlıklara meydan vermemesi de gerekir.

Bu meselede şu şekilde hareket etmek mümkündür. İnsan, malının üçte birinin tayin ettiği bir şahsa veya hayır kurumuna verilmesini vasiyet edebilir. Böylece düşüncesindeki hayrı yapmış olur. Geriye kalan malını da mirasçılarına bırakır. Bununla beraber kişi hayatta iken malını hibe etmişse, artık varisleri bundan hak iddia ademezler.

Kaynaklar:

(1) Nisa Suresi,12.
(2) Tirmizi, Vasaya: 1; İbn-i Mace, Vasaya:3.

15 Babasından kalan miras hakkını, şartlı olarak erkek kardeşine devreden kadının ölümünden sonra çocuklarına mirastan pay verilir mi?

Kadın bu sözü söylediği zaman baba ölmediği için, mirasa malik değil. Malik olmadığı bir şeyi başkasına bağışlayamaz.

Baba ölünce, kadın ve kardeşi hayatta iseler ve o zaman "Hissemi sana şu anda hibe ediyorum, ama benim yerime birini bedel haccına gönder." demiş ise, bu akit muteber olur, miras erkek kardeşe geçer ve şartı yerine getirmesi onun borcu olur.

Eğer kadın, "Miras ben hayatta olduğum sürece benim, ben öünce şu şartla sana bırakıyorum." derse, bu da vasiyet olur ve hissesinin ancak üçte biri için geçerli olur; yani üçte biri vasiyet gereği kardeşin olur, geri kalanı kadının çocuklarına kalır.

16 Bir kadın, boşandığı kocasına varis olabilir mi?

Hangi mezhepten olursa olsun, miras ancak bir kimsenin öldüğünde geride bıraktığı varisleri için söz konusudur. Boşanma ile miras paylaşımı ve veraset intikali söz konusu olmaz.

Ölen kimsenin geride bıraktığı karısının mirastan payı, ölenin çocukları varsa 1/8, çocuk yoksa 1/4 oranındadır. (bk. Nisa, 4/12)

17 Redd-i miras yapmak caiz midir?

- Prensip olarak redd-i miras, İslam ahlakına uygun değildir.

- Bununla beraber, şunları söyleyebiliriz:

Birincisi: Bir kişinin bilinçli veya bilinçsiz, haklı veya haksız, hayırlı veya hayırsız yaptığı alışverişlerden ve diğer borçlarından varisleri sorumlu olmaz.

İkincisi: Varisler redd-i miras yapmasalar da İslam hukukuna göre, vefat edenin borcunu kendi (varisler) mallarından ödemek zorunda değillerdir. Ancak vefat edenin malı varsa, onun borçlarını ödemeden varisler onun mirasından paylarını alamazlar; önce vefat edenin borçları ödenir.

Üçüncüsü: Bu günkü kanunlara göre, redd-i miras edilmediği takdirde, bazı alacaklılar tarafından varislerin mallarına hatta oturdukları evlere bile haciz konulabilir. Bu açıdan bakıldığında, haksız yere mağdur olmamak için redd-i mirasta bir sakıncanın olduğunu düşünmüyoruz.

Dördüncüsü: Varisler redd-i miras etseler bile, ellerinden geldiği kadarıyla, vefat edenin borçlarını ödemeleri vicdani bir erdemliktir. Bir babanın, bir eşin, bir kardeşin veya başka bir yakın akrabanın kul hakkından dolayı muhtemelen içinde bulunduğu sıkıntısını gidermeye çalışmak, her vicdanlı evladın, eşin veya kardeşin görev bildiği bir husustur.

Şayet varislerin ödeyecek bir durumu yoksa, söylenecek bir söz de yok demektir.

Allah yardımcıları / yardımcımız olsun.

18 Miras konusunda babamın vasiyetine uymazsak günah işlemiş olur muyuz?

Babadan kalan miras çocuğun mülkiyetine geçtiği için, onu meşru ölçüler içerisinde dilediği gibi kullanabilir. Bu bakımdan babanızın bu vasiyetini yerine getirmemenizden dolayı günah işlemiş olmazsınız. Ancak ihtiyacınız yoksa babanızın bu tavsiyesine uyabilirsiniz.

Varlıklı bir kimse, malının bir kısmını fakir ve cami gibi hayır müesseselerine vasiyet edebilir. Şad bin Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet edilmiştir:

"Ağır bir hastalığa yakalandım, bunun üzerine Peygamber (sav) beni ziyaret etti. Ve bu münâsebetle:

- Ey Allah'ın Resulü! Benim malım çoktur. Bir kızımdan başka da varisim yoktur. Bütün malımı sadaka olarak vereyim mi, dedim. Peygamber (sav):
- Hayır.
- Üçte ikisini mi tasadduk edeyim?
- Hayır.
- Yarısını mı tasadduk edeyim?
- Hayır.
- Üçte birini mi tasadduk edeyim?
- Evet üçte biri, üçte biri de çoktur. Varislerini varlıklı olarak bırakman, insanlara el açacak kadar muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır." buyurdu.

Peygamber (sav), görüldüğü gibi varlıklı olan kimsenin malının üçte birini vasiyet etmesi için müsaade etmiştir. Fazlasını vasiyet etmek caiz değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

VASİYETİN HUKUKÎ HÜKÜMLERİ

VASİYETİN MEŞRUİYETİ

19 Ölüm döşeğinde yapılan tasarruflar (hibeler) geçerli midir?

Ölüm hastalığında olan bir kişi, varislerden birine mal veya para hibe etmişse, bu hibenin geçerli olması diğer varislerin rızasına bağlıdır. Diğer varisler razı olmazlarsa geçersiz olur. 

Ölüm Hastalığı

"Ölüm döşeği" diye ifade ettiğiniz duruma, maraz-ı mevt denir. Maraz-ı mevt, kişinin eda ehliyetini kısıtlayan ölüm hastalığı anlamında bir terimdir.

Sözlükte “ölüm hastalığı” demek olan maraz-ı mevt (marazü’l-mevt), örfte ve fıkıh literatüründe, tıbben ve hayat tecrübelerine göre ölümcül olan ve araya sıhhat hali girmeden ölümle sonuçlanan hastalığın adıdır.

Ölümle ilişkisi olmaksızın tek başına hastalık, kişiyi bedenen ve ruhen etkilese de iradeyi sakatlayan bir durum olmadıkça kural olarak edâ ehliyetine tesir etmez; Allah ve kul haklarını düşürmez. Ayakta namaz kılamayacak kadar hasta olan kimsenin namazını oturarak veya ima ile kılabilmesi, oruç tutmaya gücü yetmeyenin orucunu kazâya bırakabilmesi, hac ibadetinde hastalar için sağlanan kolaylıklar, kudret şartına bağlı dinî yükümlülüklerde hastalığın ruhsat sebebi sayılması sebebiyledir.

Ölümle sonuçlanan hastalığın vücûb (hak) ehliyetini olmasa da edâ (fiil) ehliyetini etkilemesi ve kısıtlamanın haklı bir sebebi görülmesi ise bundan farklı bir durumdur. Burada ölüm hastalığının kişinin iradesini ve bilincini zayıflatacağı ve yaptığı işlemleri bu sebeple sakat hale getireceği noktasından değil, kişinin böyle bir durumda irade ve akit hürriyetini normal zamandakinden farklı olarak üçüncü şahıslara beklenmedik bir yarar veya zarar getirecek şekilde kullanabileceği ve bu esnadaki irade beyanının gerçek iradesini ve durumu yansıtmayabileceği tezinden hareket edilir.

Ölüm hastasının ehliyetinin belli tür işlemler açısından kısıtlanması görüşünde olanlar, böyle bir ihtimale ve ilgili şahısların haklarını korumaya öncelik verirken; karşı görüş sahipleri, akit ve irade hürriyetiyle ilgili genel ilkeleri ve objektif ölçütleri işletmeye öncelik vermişlerdir.

Ölüm Hastalığının Şartları

Bir hastalığın ölüm hastalığı sayılabilmesi için onun hastanın ölümüne sebep teşkil etmesi ve hastanın bu hastalığın sonunda ölmesi yeterli olsa da fakihler konuyu kişinin eda ehliyeti, hastayı hukukî işlem yapmaya sevk eden sâik açısından ele aldığı için, klasik fıkıh literatüründe ölüm hastalığı “ölüme yol açan” değil “ölümle sonuçlanan” hastalık şeklinde tanımlanmış ve ölüm hastalığının tanıtımında "hastanın ölüm korkusu ve kanaati içinde olmasına" özel bir vurgu yapılmıştır. (Serahsî, VI, 168; XII, 97; XX, 84; Kâsânî, VII, 224, 371; İbn Kudâme, IV, 406; VI, 193, 202-203; X, 370; Osman b. Ali ez-Zeylaî, II, 250; VI, 196; Şemseddin er-Remlî, VI, 60-61)

Ölüm hastalığının tanımında hastanın öleceği kanaat veya korkusu içinde bulunması kaydı, konunun kişinin eda ehliyeti açısından ele alınması sebebiyledir. Hastalığın çoğu zaman ölümle sonuçlanması, hastanın tek başına günlük ihtiyaçlarını gidermekten ve ibadetlerini ifadan aciz olması gibi şartlardan söz edenler hem hastalığın tanımına objektif bir ölçüt getirmeyi hem de hastanın bu ruh halini açıklamayı hedeflerler. Hastanın yatağa bağımlı olması ise genelde aranmaz. (Bedreddin Simâvî, II, 238; el-Fetâva’l-Hindiyye, IV, 176, 402; İbn Âbidîn, III, 384-385; Mecelle, md. 1595)

Öte yandan ölümcül ve korkutucu olmakla birlikte ölümle sonuçlanmayan, hastanın iyileştiği hastalıklar da bu gruba girmez. Fakihlerin çoğunluğu hastalık süresiyle ilgili bir kayıt ileri sürmezken, bazıları hastalığın bir seneyi aşmamasını şart koşmaktadır. Bu görüş Mecelle’de de benimsenmiştir. (md. 1595)

Ölüm hastalığının ehliyeti kısıtlayan bir hal olarak görülmesinin asıl gerekçesi, hastanın irade beyanını iç iradesine ve gerçek duruma uygun biçimde kullanmama ihtimali olduğundan ölüm hastalığının tanımında hastanın genellikle ölüm korkusu / kanaati içinde bulunması önemli bir unsur olarak yer alır. (Kâsânî, III, 224)

Buna göre hastalık cinsinden olmasa bile ölüm korkusunun yaşandığı ve ekseriyetle ölüme götüren durumlar da kıyas yoluyla ölüm hastalığı hükmünde kabul edilmiştir.

Hukukî İşlemlere Etkisi

İslâm hukukçularının çoğunluğu, ölüm hastalığında ve bu hükümde olan durumlarda kişinin alacaklı ve vârislerinin haklarını ihlâl edecek şekilde bazı işlemler yapabileceğini göz önüne alıp, bu durumdaki kimsenin bir kısım tasarruflarının kısıtlanması gerektiğini bir tedbir olarak ileri sürmüşlerdir.

Ancak korunması gereken hakkın mahiyetindeki değişkenlik ve hastanın bir başkasına zarar verme niyetine muttali olma imkânının zorluğu sebebiyle bu konuda genel bir kısıtlama getirmek yerine, hukukî işlem türüne göre hastanın eda ehliyetine kısıtlama getirme yolu tercih edilmiştir.

İvazlı Akitler

Ölüm hastası kural olarak ticaretten, satım, kira vb. ivazlı akitleri yapmaktan menedilemez. Çünkü ivazlı akitler, asıl itibariyle tek taraflı kâr veya zarar sağlayan değil, karşılıklar arası dengenin bulunduğu akitler grubunu ifade eder. Ancak bu akitlerin geçerliliği genellikle alacaklıya ve vârise zarar vermemesi ve aldanmanın bulunmaması şartlarına bağlanmıştır.

Ölüm hastasının satım akdi, malını vârise veya üçüncü şahsa satması, değer bedeliyle veya düşük bedelle satması, borçlu olup olmaması gibi durumlara göre farklı hükümler alır. Borçsuz ölüm hastası malını yabancı birine değer bedelle veya az aldanma ile (gabn-i yesîr) sattığında bunda bir sakınca yoktur. Düşük bedelle satışı bir başkasına borcu bulunduğu halde yaptıysa ve borcu da bütün mallarını kapsayacak kadar çoksa, hak sahibi olan alacaklıların ölüm hastasının malları üzerinde hacr hakkı doğar; satış ancak alacaklıların icazetiyle geçerli hale gelir. Ancak borcu azsa, malını değer kıymetiyle veya gabn-i yesîr ile satması geçerlidir. Çünkü ölüm hastasının da malının üçte biri kadar vasiyet ve teberruda bulunma hakkı vardır.

Vârislerden birine malını değer bedeliyle satsa cumhura göre bu satış câiz, Ebû Hanîfe’ye göre ise ithama yol açacağı gerekçesiyle fâsittir. Ancak diğer vârisler bu satışı onaylarsa câiz olacağında herkes müttefiktir.

Eğer hasta değer kıymetinden daha düşük bir fiyatla vârise satış yaparsa, bu akit şeklen satım akdi ise de gerçekte teberru sayıldığından geçerli olmaz. Fakat diğer vârisler bu akdi onaylarsa bu durumda haklarından vazgeçmiş ve haklarını düşürmüş olacaklarından akit geçerlilik kazanır.

Hanefîlere göre menfaatler mal sayılmadığı, dolayısıyla miras olarak bırakılmadığı ve esasen kira akdi ölümle de sona ereceği için, ölüm hastası malını düşük değerle kiraya verebilir.

Cumhura göre ise menfaat mal sayıldığından icâre akdi satım hükümlerine tâbidir.

Teberru Akitleri

Kişinin bir başkasına yarar sağlama veya zarar verme niyeti öncelikli olarak teberru akitleri yoluyla gerçekleşir. Bunun için de ölüm hastasının teberru grubunda yer alan veya bu mahiyette olan tasarrufları ayrı bir dikkat konusudur. Borcu mal varlığına denk veya onu aşmış olan hastanın, gerek vârise gerek yabancı birine yapmış olduğu hibe, vakıf, vasiyet gibi teberru maksatlı tasarrufu geçerli olmaz ve alacaklılara bu tür tasarrufların iptalini talep hakkı tanınır. (Mecelle, md. 880)

Hastanın borçluyu ibra etmesinin veya alacaklılardan yalnız birine olan borcunun ödemesinin caiz görülmeyişi de alacaklıların hukukunu koruma düşüncesine dayanır.

Hasta iken aldığı malın bedelini veya borç aldığı meblâğı ödemesi ise, bu mahiyette olmadığından geçerli sayılmıştır. (Mecelle, md. 1604)

Aynı şekilde varisi bulunmayan hastanın terikenin borçtan fazla olan kısmını teberru etmesi, başka vârisi bulunmayan karı ve kocanın mallarını birbirlerine hibeleri de sahihtir. (Mecelle, md. 877, 878) Çünkü burada hakkı ihlâl edilen bir vâris ve alacaklı bulunmamaktadır.

Terikenin borçtan fazla olması durumunda alacaklılar için bir zarar bahis mevzuu olmamakla beraber, yabancılara teberruda bulunması vârisleri zarara uğratacağından, hastanın hibe ve vakıf gibi teberru maksatlı tasarruflarından mal varlığının üçte birini aşan kısmı vasiyete kıyas edilerek ancak mirasçılarının rızasıyla geçerli sayılmıştır. Terikenin borçtan fazla olması halinde hasta, vârislerden birine teberruda bulunursa bunun geçerliliği diğer vârislerin izin veya icazetine bağlıdır. (Mecelle, md. 879)

Hastanın vârisin borç veya alacağına kefil olması durumunda da hüküm aynıdır. (Mecelle, md. 1605)

İkrar

Hastanın, vârislerinden birine veya bir üçüncü şahsa bir mal (ayn) veya borç (deyn) ikrarında bulunması halinde fakihlerin çoğunluğu, diğer vârislerin ve alacaklıların haklarını korumaya öncelik vermek maksadıyla bazı kayıt ve kısıtlamalar getirmiştir. Meselâ borçsuz hasta yabancı bir şahıs lehine borç ikrarında bulunmuşsa, İbn Ömer’den gelen bir haberi esas alan cumhur bu ikrarı onun bütün malı hakkında geçerli kabul ederken Hanbelîler kıyası işletip ikrarı sadece malının üçte biri hakkında geçerli sayarlar.

Eğer hasta borçlu olduğu halde bir yabancı lehine borç ikrarında bulunmuşsa, Hanefîler bu ikrarın sıhhatini kabul eder, ancak hastalık halinde ikrar edilen borcun sağlıklı iken sabit olan borçlardan sonra ödeneceğini söylerler.

Şâfiîler önceliği bakımından iki borç arasında bir fark gözetmez. Hastanın malı hem sağlıklı hem hasta iken ikrar edilen borçları karşılıyorsa Hanbelîler’in görüşü de böyledir.

Mâlikîler ise böyle bir ikrarı töhmet ve şâibeden uzak olması halinde sahih sayarlar.

Vârislerden biri lehine yapılan ikrarın mal (ayn) veya borç (deyn) ikrarı olmasına, vârisin mirasçılık vasfını ne zaman kazandığına, ikrar edilen borcun beyyine ile ispat edilip edilmemesine göre farklı hükümler vardır. Fakihlerin ortak amacı hastanın vârislerinden birine olan gerçek borcunu ikrar etmesine imkân tanımak, fakat bu yolla bir vârise özel bir yarar sağlamanın ve vârisler arasında ayırımcılık yapmasının da önüne geçmek olmakla birlikte, yöntem ve öncelik farklılıkları bu konuda farklı görüşlere ve çözüm önerilerine yol açmıştır.

Evlenme ve Boşanma

Ölüm hastasının evlenmesi, yabancı bir kadını mirasçı ve mehir alacaklısı yaparak vârislere zarar verme kastıyla da olabileceğinden fakihler arasında tartışma konusu olmuş, çoğunluk böyle bir ihtimali değil dışa vurulan irade beyanını esas alarak mehr-i misille yapılan böyle bir evliliği sahih görmüş, aralarında miras hükümlerinin cereyan edeceğini söylemiştir. Mehr-i misli aşan kısmın ödenmesi vârislerin rızâsına bağlıdır.

İmam Mâlik’e göre ise, burada artık kastın esas alınması gerekir, onun için de bu nikâh fâsittir; aralarında miras hükümleri cereyan etmez.

Ölüm hastasının boşaması gerçek boşama iradesiyle yapılmış olabileceği gibi, eşini mirastan mahrum etmek maksadıyla da yapılmış olabilir. Bu ikinci durumu hayli yüksek bir ihtimal olarak gören fakihler, eşini boşayan hastanın talâkını geçerli kabul etmişse de boşama hakkını kötüye kullanmasını önleyici bazı tedbirler getirmeye çalışmışlardır.

Buna göre, meselâ hasta karısını ric‘î talâkla boşar ve iddet içinde vefat ederse kadın kocasına mirasçı olur. Boşama bâin talâkla yapılmışsa cumhura göre iddeti içinde, Hanbelîlere göre başka birisiyle evlenmedikçe, Mâlikîlere göre ise, iddeti sona ersin veya ermesin, iddet sonrasında evlensin veya evlenmesin kocasına mirasçı olur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Maraz-ı mevt md.)

20 Gayri müslimden miras kalan mal helal midir? Bir Müslüman bir gayri müslime ve bir gayri müslim de Müslümana mirasçı olabilir mi?

Din ayrılığı her iki taraf için de miras engelidir. Bir Müslüman bir gayri müslime ve bir gayri müslim de Müslümana mirasçı olamaz. Hadiste şöyle buyurulur:

"Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz." (Buhâri, Hacc, II, Meğazî, 48, Feraiz, 26; Müslim, Feraiz, l; Ebu Davud, Feraiz, 10; Tirmizi; Feraiz, 15).

Bu duruma göre, Müslüman bir erkekle gayri müslim olan karısı arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da babaya tabi olarak Müslüman sayılacaklarından, onlarla gayri müslim olan anneleri arasında da mirasçılık söz konusu olmaz. Çoğunluğun görüşü budur.

Ancak, bu hadisi başka bilgilerle birlikte değerlendiren Hz. Muaz, Hz. Muaviye gibi sahabilerle sonraki bazı müçtehitler, gayrimüslimin Müslüman akrabasına mirasçı olamayacağını ama Müslümanın gayrimüslim birisine mirasçı olabileceğini kabul etmişlerdir.

Günümüzde de tercih edilen bu görüşe göre; Müslüman, gayrimüslim anne-babasından kalan mirası alabilir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XII, 50; Azîmâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, VIII, 87; Mardînî, er-Rehâbiyye, s. 38)

İlave bilgi için tıklayınız: MÎRÂS

21 Babam sağ iken anneme, şu evi büyük oğlum için aldım, demiş. Miras paylaşımı nasıl olur?

"Şu ev ben ölünce oğlumun olsun." derse, bu vasiyet olur ve varise vasiyet geçerli değildir. Ölüm sonrasına bırakmadan bir malı varislerinden birine hediye ederse, bunu açıkça söyleyip malı (evi) ona teslim etmesi gerekir. Bu da olmamışsa hibe de geçerli olmaz.

Eğer şartlarına uygun olarak birine mal bağışlamış ise, bu mal başkalarına (diğer varislere) kalmaz. Başka mal kalmış ise, varisler arasında paylaşılır.

22 Hayra verilmek üzere sözlü olarak vasiyet edilmiş tarla, varislere intikal ettiğinde varisler nasıl davranmalıdır?

Tarlanın sahibi vasıyette bulunmuş: "Tarlayı hayra verin." demiş. Bir yere vakfetmemiş. Kadın ölünce, -başka malı yoksa sadece tarlası varsa- tarlanın üçte biri hayra verilecek, geri kalan kısmı varislerine kalacaktır. Varisler razı olmazsa, tarlanın tamamı hayra verilemez.

Şu halde mirasçılara düşen hissenin ancak üçte biri hayra verilmelidir. Şayet varislerin hepsi tarlanın hayra verilmesine razı olurlarsa, o zaman tarlanın tamamı hayra verilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

VASİYET...

MÎRÂS...

23 Nisa suresi 11. ayette, açık olarak kız çocuğuna yarım hisse verilmesi emredilmiyor mu?

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Allah size, çocuklarınız (ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Çocuklar sadece) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise, (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/11)

Ayette geçen “veled-evlad” kelimeleri, ister fiilen var olsun, isterse de annesinin karnında cenin olarak bulunsun, ister yakın, ister uzak olsun, erkek yahut dişi olsun, kafir olmayan bü­tün çocukları kapsamına alır. Veled (çocuk) kelimesi hakiki manada, erkeğin sulbünden olan çocuğa isim olarak verilen bir ifadedir. Söz konusu lafız ile ilgili usul açısından öteden beri tartışmaya medar olan durum, bahsi geçen lafzın kapsamına sorunuzda belirttiğiniz gibi kadınların dahil olmadığı değil; bu lafzın, oğulun çocuğuna (toruna) mecazi olarak mı, yoksa hakiki olarak mı verildiği hususundadır.

Buna göre, usul-u fıkıhtaki “tek bir lafzın aynı anda hem hakiki, hem de mecazi manada kullanılmasının caiz olmadığı” kaidesinden hareketle, yüce Allah’ın; “Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle emreder...” buyruğu ile hem sulbten olan çocuğu, hem de oğulun çocuğunu (torunu) murat etmiş olması imkansızdır. Ayrıca, Allah Teala’nın; “Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle emreder...” buyruğu, çocukların mevcut olmasını; yine O'nun; "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu da miras taksimi durumunda erkek ve kız evlatların bulunmasını gerektirir. Açıkça zeker (erkek evlat) ünseyeyn (kız evlat) ifadeleri mevcuttur.

Öte yandan, mirasın bölüştürülmesinde ilk önemli prensip, erkeğin hakkının, kadınınkinin iki katı olmasıdır. Bu durum, geçim mükellefiyetinden muafiyet, malda tasarruf hakkı, mehir hakkı, iddet süresideki nafaka hakkı gibi, kadının erkeğe nispetle daha avantajlı bulunduğu olanaklarından dolayı akla uygun ve adil bir paylaştırmadır. Bu sebeple İslam hukuku, ailenin ekonomik sorumluluğunu erkeğe yüklediği ve kadını bundan bağımsız kıldığı için, buradaki ifade edilen adalet, kadının miras payının, erkeğinkinden az olması gerektiğidir.

Buradan hareketle, erkek ve kadının mirastaki durumlarına bakalım.

Birinci durum; ölen kimsenin geride, hem erkek hem de kız evlat bırakması halidir. Allah Teala bu husustaki hükmünü; “Erkeğe, iki kadının payı miktarı vardır.” cümlesiyle beyan buyurmuştur. Bu ifadeye göre;

a) Ölen kimse, geride bir erkek ve bir kız çocuğu bıraktığı zaman, erkeğin mirastaki payı iki, kadınınki ise birdir.

b) Varis olacak kimseler, üç ve daha fazla sayıdaki erkek ile üç ve daha fazla sayıdaki kadın ise, her erkeğin hissesi iki, her kadının hissesi birdir.

c) Çocuklarla beraber, ana-baba ve zevceler gibi başka varisler de bulunursa, bunlar kendi hisselerini alırlar. Paylar alındıktan sonra geriye kalan mal, erkeğin payı iki olmak üzere, evlatlar arasında taksim edilir. Böylece, yüce Allah’ın; “Erkeğe, iki kadının payı miktarı vardır.” ayetinin, pek çok hükmü ifade ettiği sabit olmuş olur.

İkinci durum; ölen kimsenin, geride sadece erkek evlat bırakması halidir. Tek bir oğul, mirasta yalnız başına bulunduğunda, malın tamamını alır. Buna göre, Allah Teala’nın; “Erkeğe, iki kadının payı miktarı vardır.” buyruğu, erkeğin mirastaki payının, iki kadının mirastaki payı miktarı olduğuna delalet etmektedir. Yüce Allah, kızlar hakkında da; “(Kadın) tek ise, o zaman bunun yarısı onundur.” buyurduğundan dolayı, bu iki ayetin toplamından, mirasta yalnız başına kalan bir oğulun hissesinin, malın tamamı olması neticesi ortaya çıkar.

Üçüncü durum ise, ölen kimsenin geride sadece kız evlat bırakması halidir. Allah Teala, kız evladın ikiden fazla olması halinde, hisselerinin üçte iki olduğunu; tek olması halinde ise, bu hissenin yarım olduğunu beyan buyurmuştur. Söz konusu ayette, tek kızın ve ikiden fazla kızın payları belirlenmiş, ancak iki kızın payı sarih bir şekilde ifade edilmemiştir. Müçtehitler ve müfessirler, iki kızın payının da -ikiden fazlası gibi- üçte iki olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü ayetin başında, “Erkeğe, iki kadının payı miktarı vardır.” buyrulmuştur. Erkeğin bu payı (ölenin bir kızı ve bir oğlu olsa oğlunun alacağı pay) üçte iki olduğuna göre -erkek bulunmadığında da- iki kadının payının üçte iki olduğu buradan anlaşılmaktadır, öteden beri uygu­lama da böyle olmuştur.

Çünkü yüce Allah bahse konu surenin son ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Senden fetva istiyorlar. De ki: ‘Allah size ‘kelale’ (babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan bir kişi ölür de kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı onundur. Eğer kız kardeşi ölür ve çocuğu da bulunmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Eğer kız kardeşler iki iseler, (erkek kardeşin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkekli kızlı iseler, o zaman (bir) erkeğe, iki kızın hissesi kadar (pay) vardır. Sapmayasınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.’ ” (Nisa, 4/176)

Oysa kişinin kendisinin öz kızları, kız kardeşlere nazaran kendisine daha yakın ve dolayısıyla bu mirası almaya da kız kardeşlerden daha fazla hak sahibidirler. Bu itibarla İslam alimleri, iki kız kardeş için öngö­rülen hisseyi iki kız çocuğu için de aynen öngörüp, bunu geride kalan iki kız çocuğu için pay olarak kabul ederek bu hükme varmış­lar; iki kız çocuğunun alacakları payın, akrabalık bakımından kendile­rine göre daha uzak olan kız kardeşlerden az olmayacağını hükme bağ­lamışlardır.

Özetle, çocuklar erkek ve kız oldukları takdirde erkek, kızın iki katını alır. Eğer çocuk sadece bir kız ise, yarısını alır. Eğer iki ve daha fazla çocuk var­sa, cumhurun görüşüne göre üçte iki alır. Tek başına erkek çocuk bulunursa, terekenin tamamını alır. Onunla birlikte bir ve daha çok erkek kardeşi varsa, bu durumda te­rekeyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.

24 Abim, tapu kendi üzerine olduğu için mirastan hakkımızı vermiyor, mesuliyeti nedir?

Tapunun kimin üzerine kayıtlı olduğu önemli değil. Birçok sebeple mülkün sahibi başkasının üzerine tapu yaptırabiliyor.

Arsanın sahibi ve/veya binanın maliki babanız idiyse, o vefat edince sizin de hakkınız ve hisseniz vardır. Babanız şartlı olarak istifade etmesi için vermiş ise (mesela satarsan onlara da paylarını ver demesi) bu defa da o şartlara riayet etmesi gerekir.

O çocuklarını konuşmaktan menetmiş ise, siz etmeyin. Kapıyı açık tutun. Ama memnuniyetsizliğinizi de belli edin.

Bu kısa bilgiden sonra konunun detaylarına gelince:

Hibe

Resmi bir belge yoksa, babanın hayatta iken çocuklarından birine bir malı hibe ettiğinin iddia edilmesi tek başına yeterli değildir. Bunun ya şahitlerle ispat edilmesi gerekir ya da varislerin bu iddiayı özgür iradeleriyle kabule etmelidirler. Eğer şahitler yoksa veya varisler şahit olmadığı için bu hibe iddiasını kabul etmiyorlarsa, varisler bu hibe etme meselesinden haberdar olmadıklarına dair yemin ettirilirler. Yeminden sonra miras hukukuna göre bütün varisler hisselerine göre pay sahibi olurlar.

Konuyla ilgili bazı fetva örnekleri şöyledir:

1. Ardında bir oğul, iki kız ve hayvan ile zinet eşyasından ibaret terike bırakıp ölen bir kadının hali soruldu. Kızlar annelerinin hayatta iken kendilerine zinet eşyasını hibe ettiğini iddia etseler ama oğul bu iddiayı kabul etmezse ve kızların da iddialarını doğrulayan şahitleri olmazsa annenin bıraktığı terike bütün varisler arasında şer-i paylar nisbetinde taksim edilir mi?

Evet ölen annenin bütün terikesi varisler arasında şer-i oranlara göre paylaşılır. Şer’i usul ile iddiasını ispat etmedikçe hibe iddiasında bulunan kişi lehine hüküm verilmez şeklinde cevap verdi. (el-Fetava'l-Mehdiyye, 5/96)

2. Kişi himayesindeki kızlarına içinden gelerek hibede bulunup herkes de kendisine bağışlanan hibesini bilirse hibede bulunan kişi öldükten sonra diğer varisler bunu kabul etmezse kızlar babalarının hayatta iken hediyeleri verdiğine dair şahitleri getirdiklerinde bahsi geçen hediyeler onların namına babalarında bulunuyorsa o halde kızların bunları alma hakkı olur.

Aksi halde varislerin bunu bilmediklerine dair yemin etmeleri gerekir. (Buğyetu'l-Musterşidin, s. 367)

Temlik

Babanın ilgili yeri oğluna hibe ettiği şahitlerce ispatı veya diğer varisler tarafından kabul edilmesi gerçekleşmedikçe sadece tapu tescili ile hibe gerçekleşmiş olmaz. Zira oğluna mülk olarak verdiğinin ispat edilmesi gerekir.

Örneğin, Hanefilere göre bir kimse oğlu için bir bağ ekse bunu oğluma verdim derse hibe olur. Oğlumun adına kıldım derse hibe olmaz. (Reddu'l-Muhtar, 5/689)

Şafii mezhebine göre ise sadece yazı tüm akitlerde, haber ve inşa ifadelerinde dini bir delil değildir. Bizzat mülk olarak verildiğinin açıkça ifade edilmesi gerekir. Eğer mülk olarak verildiği açıkça bilinmiyorsa varislerin buna göre hareket etmesi gerekmez. Zira yok hükmünde olup dini bir delil niteliği taşımaz. (Buğyetu'l-Musterşidin, s. 385)

Diğer taraftan, ilgili oğlun bu evde yaptığı tasarruflardan, babası hayatta iken ve öldükten sonra evde oturuyor olmasından evin kendisine hibe edildiği anlamı da çıkmaz. Nitekim biri diğerine bu arsada tasarruf et dese diğeri de bu tasarrufa devam etse arsanın ona hibe edildiği anlamına gelmez. Aynı şekilde biri oğluna bir miktar dirhem verse oğul bununla ticaret yapıp kar etse sonra baba öldüğünde bakılır hibe yolu ile verse hepsi hibe olur, ticaret yapması amacı ile verse hepsi miras malı olur. (Düreru'l-Hukkam, 2/403)

Son olarak: Hibe iddiasında bulunan kişi şahit getirmek sureti ile iddiasını ispat edemezse varisler mezkur evin hibe edildiği ile ilgili bilgilerinin olmadığına dair yemin ederler. (Buğyetu'l-Musterşidin, s. 122)

Bu açıklamalardan vardığımız sonuç özetle şöyledir:

- Baba evi oğluna hibe etmişse, hibenin gerçekleşmesi için adil şahitler yahut geri kalan varislerin hu iddiayı yeterli görmeleri gerekir. Aksi halde hibe iddiası kabul edilmez, bütün mallar varisler arasında islami usule göre taksim edilir.

- Hibede bulunan birinden temliki yani mülk olarak verdiğini ifade eden bir söz olmadıkça ilgili oğlun adı üzerine salt tapu tescili ile hibe gerçekleşmez.

- Oğlun bu evde yaptığı tasarruflardan, babası hayatta iken ve öldükten sonra evde oturuyor olmasından dolayı evin kendisine hibe edildiği anlamı çıkmaz.

- Kendisine hibe yapılan kişi babasının hayatta iken evi kendisine hibe ettiğini ispatlar ve dini kurallara uygun olarak ondan alırsa hibe geçerlidir. O zaman diğer varislerin bundan pay isteme hakkı olmaz.

- Hibe iddiasında bulunan kişi şahit getirmek sureti ile iddiasını ispat edemezse varisler mezkur evin hibe edildiği ile ilgili bilgilerinin olmadığına dair yemin ederler. Şu halde ilgili ev, terikeden olup varisler arasında dini taksime göre pay edilir.

25 Avl ve reddiyede miras payları değişiyorsa, Allah’ın koyduğu sınır değişmiş mi oluyor?

AVL meselesi:

Bir miras hukuku terimi olarak avliye: Hisseleri ayet ve hadislerde belirlenen ashabu'l-ferâizin hisseleri toplamı, asıl meselenin ortak paydası (mahreci)'ndan büyük çıkarsa böyle meseleye "avl" veya "avliye" denir.

Burada hisseler toplamı mahrec kabul edilerek, bu eksiklik her vârise hissesi oranında yansıtılır. Başka bir deyimle hisseleri o nisbette azalmış olur. Ancak varisler Kur’an’da belirlenen “paylar”dan farklı bir şey almazlar.

- Avliye meselesine bir örnek: Vefat eden bir kadının mirasçı olarak; kocası anası ve iki tane öz kız kardeşi bulunsa miras hisseleri ve taksimi şöyle olur. Koca ikide bir; ana altıda bir; iki kız kardeş birlikte üçte iki hisse alırlar. Bu meselede ortak payda 6, hisseler toplamı ise 8 olur. 6 ortak payda ile 8 hisseyi vermek matematik bakımından mümkün olmadığından, hisseler 8 üzerinden verilir.

Dikkat edilirse, burada her varis Kur’an’da belirlenen payını almıştır.

Bundan anlaşılıyor ki, Kur’an’da bazı varislerin payları -oranları itibariyle-belirlenmiştir. Şayet matematik açısından bir miras (mahreç) bölünmeyecek durumda ise, bunu bölüşülebilir bir mahrece çıkarmak gerekir. Bu yeni mahreçten de herkes, Kur’an’daki payının oranına göre miras alacaktır.

- Mesela: Kur’an’da bazı payların oranları şöyle tespit edilmiştir:

(Annenin payı:) "Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir." (Nisa, 4/11)

(Kocanın payı:) "Eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir."( Nisa, 4/12)

(Birden fazla kardeşlerin payı:) "Eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar." (Nisa, 4/12)

Buna göre; anneye: 1/6 ; kocaya: 1/2 = 3/6 ; 3 kardeşe (toplam): 1/3 = 2/6

Görüldüğü gibi bu meselede toplam 6/6 = 1 çıkıyor. Yani pay ile payda eşittir. Ve miras aynen ayette yazılı olan oranlarıyla paylaştırılabiliyor.

Avliye meselesinde de Kur’an’da  “belirlenen payların oranı” olduğu gibi korunmaktadır. Sadece eksik kalan payda, çoğaltılarak pay’a eşitleniyor.

Bir örnek verecek olursak: Bir kimse ölür de arkasında üç kız çocuğu, anne, baba ve bir eş bırakırsa; kurala göre, bu miras 24 pay halinde bölüşülür.

Üç kız çocuğuna (toplam): 2/3 = 16/24 (Nisa:11)

Anneye: 1/6 = 4/24 (Nisa:11)

Babaya:  1/6 = 4/24 (Nisa:11)

Karısına: 1/8 = 3/24 (Nisa:12)

Toplam:  27/24

Ve bu taksim, tamamlanmamıştır. Çünkü payda, paydan eksiktir. Bu durumda eksik kalan payda, çoğaltılarak paya eşitleniliyor. (Bu yüzden bu işleme "avliye" denmiş. "avl", yükseltme, çoğaltma anlamına geliyor.)

Yani 24 sayısı, 27'ye dönüştürülüyor ve taksim 27 paydası üzerinden yapılır:

Üç kız çocuğuna (toplam): 2/3 = 16/24 =>  16/27 Anneye:  1/6 = 4/24 =>     4/27     Babaya:   1/6 = 4/24 =>    4/27  karısına: 1/8 = 3/24 =>    3/27

toplam:  27/24 => 27/27

Bu örnekte açıkça görüldüğü gibi, Avliye’de hiç bir surette Kur’an’da tespit edilen pay oranları asla değişmemektedir.

Reddiye meselesi, avliyenin zıddıdır. Avl ile farz/pay sahiplerinin payları noksanlaşır, red ile artar. Ayrıca avl'de payların toplamı meselenin mahrecinden fazla olur. Red'de ise azalır. Farz sahibleri paylarını aldıktan sonra meselenin mahrecinden red olunur. Burada da Kur’an’da “belirlenen payların oranı” değişmemektedir. İlk bölüşmeden fazla kalan miras mahreci, pay sahiplerinin aldığı pay oranlarına göre yeninden taksim edilir.

- Ne AVL ne RED meselelerinin hiçbiri, Kur’an’da belirtilen “pay oranları”ndan farklı bir sonuca götürmez. Hepsi de aynı çerçevede hesaplanıp taksim edilir.

Miras konusunun işlendiği Nisa suresinin 12. ayetinin son cümlesi, “Allah Alimdir, Hakimdir/her şeyi, hakkıyla bilir, her şeyi hikmetle yapar.” mealinde olması, özellikle miras konusunun son derece ilmi ve hikmetli bir hesaplama sistemi olduğuna vurgu yapılmıştır.

Surenin “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” mealindeki 13. ayetin bu ifadesinde ise, Kur’an’da miras konusunun sınırları çizildiği, hesaplama tablosunun ölçüleri verildiği, yapılacak hesaplamaların bu ölçüler dışına taşınmaması gerektiğine işaret edilmiştir.

Yoksa, Avliye ve Reddiye gibi meselelerin ortaya çıkmaması gerektiğine dair hiçbir ifade yoktur. Nitekim, İslam tarihi boyunca, “FERAİZ” adıyla bilinen eserlerde yer alan bütün miras hesaplamalardan hiçbiri Kur’an’da verilen ölçüler dışına asla çıkmamıştır.

26 Gayri müslim bir dostumuz, mirasçısı olmadığı için, vasiyetnamesinde mirasçısı olarak göstermesi caiz midir?

Din ayrılığı her iki taraf için de miras engelidir. Bir Müslüman bir gayri müslime ve bir gayri müslim de Müslümana mirasçı olamaz. Hadiste şöyle buyurulur:

"Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz." (Buhâri, Hacc, II, Meğazî, 48, Feraiz, 26; Müslim, Feraiz, l; Ebu Davud, Feraiz, 10; Tirmizi; Feraiz, 15).

Ancak başka varisi yoksa, o malı hibe (bağış) olarak alınabilir.

27 Nisa Suresi 11. ayete göre, vefat edenin mirasından annesi ne kadar alır?

Vefat eden çocuğunun mallarına mirasçı olan anne için, diğer mirasçıların yakınlık ve sayılarına göre değişen üç durum söz konusudur.

Eğer anne, ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ya da birden fazla kardeşi ile birlikte mirasçı olursa altıda bir, bunlar bulunmazsa üçte bir, ölenin babası ve eşi ile birlikte mirasçı olduğunda ise eş hissesini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır.

Sorunuzda geçen konulara gelince:

Sahabenin büyük çoğunluğuna göre, varisler eşlerden biri ve ebeveyn ise, eş (erkek veya kadın) Kur’an’da belirlenmiş olan kendi payını alır. Anneye ise, (terikenin tamamından değil) bu paydan geri kalan kısmının üçte biri anneye, bundan geri kalanı ise babaya verilir.

İbn Abbas ise, Allah’ın kitabında, “ma bakıye” diye bir şey olmadığını söyleyerek buna karşı çıkmıştır. Ona göre terikenin tamamından üçte biri anneye verilir. (bk. Razi, Zemahşeri, ilgili ayetin tefsiri)

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, ayette geçen “mimma tereke” ifadesindeki “min” harfi, beyaniye olarak da ibtidaiye olarak da anlaşılabilir.

- Müfessirler, genellikle “bir kız olduğu takdirde anne-babaya terikenin sı vardır” mealindeki ayetten “anne-babaya ölenin bıraktığı terikenin tamamından nın verileceğini” anlamışlardır. (bk. Taberi, Beğavi, Zemhaşeri, İbn Aşur, ilgili yetin tefsiri)

- Ayette yer alan “TEREKE”nin faili ayetin fahvasından/içeriğinden anlaşılan “el-Meyyitu”dur. Dolayısıyla, ayetten ilk anlaşılan, “meyyitin/ölünün bıraktığı terikenin tamamı” anlaşılmalıdır. Bir önceki cümlede “felehünne sülüsa ma tereke” ifadesinden de TEREKE fiilinin ölen kişi olduğunu göstermektedir.

- Beğavi de eşlerden biriyle beraber olan anneye terikenin değil, “ma bakıye” (ölünün eşi payını aldıktan sonra geriye kalan) den üçte biri; diğer bütün meselelerde anneye terikenin tamamının üçte biri verileceğini bildirmiştir. (Beğavi, ilgili yetin tefsiri) Yani o da “mimma tereke”den terikenin tamamını anlamıştır.

28 Bir kimse arsa alırken çocukları para yardımı yapıyorlar, bu kişi öldüğünde arsa nasıl paylaşılır?

Dedeniz arazi satın almış, bazı yakınları da ona yardımda bulunmuşlar (bir miktar para vermişler). Eğer bu işlem yapılırken "ortak alma, ortak olma" konuşulmamış, böyle bir akit yapılmamış ise arazi dedenin mülküdür, verilen paralar ona hibedir.

Arazi İslam hukuk kurallarına göre varislere paylaştırılır.

29 Hz. Davud, Hz. Süleyman'a miras bırakmadı mı?

Hz. Ebu Bekir’in Peygamberler miras bırakmazlar.” ifadesi Peygamberimiz Hz Muhammed (asm)’in hadisidir:

“Biz miras bırakmayız, bıraktığımız sadakadır.” (Buhârî, Humus, 1; Müslim, Cihâd, 49)

Bir hadisin Kur'an’a aykırılığının ortaya konulabilmesi için hiçbir tevile ve yoruma yer bırakmayacak kadar açık ve netliğin bulunması gerekti­ği bilinmektedir.

İlgili ayet meali şöyledir:

"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların mantığı (konuşma dili) öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Hiç şüphesiz bu, apaçık bir üstünlük­tür.” (Neml, 27/16)

Hz. Süleyman acaba hangi konuda babasına mirasçı ol­muştu?

Hz. Davud (as) da bir yönetici peygamberdi, onun da mül­kü (hükümdarlığı), orduları ve yönetimi vardı; Allah, ona da ilim, hikmet, peygamberlik ve hüküm vermede isabet etme yeteneği vermişti.

Demek ki, ayette geçen mirasçılık, mal mirası değildi. Zira, Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'dan başka çocukları da vardı.

Eğer miras alınan şey mal olsaydı, babanın malı evlatlar arasında eşit bir şekilde taksim edilirdi. O zaman da böyle bir taksimi özel olarak almanın bir anlamı olmazdı. Çünkü Hz. Davud'a -bu an­lamda- yalnızca Hz. Süleyman değil, bütün babalara mirasçı olan çocuklar gibi onun çocukları da mirasçı olurlardı.

O halde, ayetten öyle anlaşılıyor ki, Hz. Süleyman babasına daha özel, diğer kardeşlerin ulaşamadığı, onların varis olamadığı da­ha değerli bir şeyde mirasçı olmuştu.

Bazı alimlere göre, Hz. Süleyman babasına nübüvvet (pey­gamberlik) ve mülkte (hükümdarlıkta) mirasçı oldu. (Kurtubî, İbn Kesir, Meraği, ilgili ayetin tefsiri)

Hz. Süleyman yöneticilik­te ve peygamberlikte babasının makamına mirasçı oldu denirse, şüphesiz bu da uygun bir yorum olur. Zira ayetin devamında “kuş dilinin öğretilmesinden” bahsediliyor. Bu da Hz. Davud'un bıraktığı miras içerisinde sayılmaktadır. (Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Bazı alimlere göre, bu miras, Hz. Davud'a verilen ilim ve hü­kümdarlıktır, Hz. Süleyman bu iki konuda babasının makamına geçmiştir. (bk. Taberi, Tefsir; Ebu's Suud, İrşadu Akli-i Selim ilgili ayetin tefsiri)

Allah, Hz. Davud'u yeryüzünde, hak ve adaletle hük­metmesi için halife yapmıştı. (Sad, 38/26)

Hz. Süleyman da insanlar arasın­da hak ve adaletle hükmetmek üzere babasının yerine geçti. Böylece o ilimde, iyilik yapmakta, hakimiyet ve siyasette, halifelikte babasını takip etti, bu konularda babasına mirasçı oldu. (Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Konuyla ilgili başka bir ayet meali de şöyledir:

“Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyo­rum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki o bana varis olsun; Yakub hanedanına da varis olsun.” (Meryem, 19/5-6)

Ayetten anlaşıldığı gibi ihtiyarlayan Hz. Zekeriya, kendi yerine geçecek bir çocuğu olmadı­ğını düşünmekte, sulbünden olmayan varislerin kendi yolunda gitme­yeceklerinden endişe etmekte ve Allah’tan kendi yolunda yürüyecek salih bir akraba veya çocuk vermesini niyaz etmektedir.

Buna göre, Hz. Zekeriya Allah’tan malına varis olacak çocuk değil, yoluna, yani risaletine, nübüvvetine ve ilmine varis olacak çocuk istemektedir. Za­ten varis ve miras kelimelerinin Kuran’da birçok yerde maddi değil, manevî anlamda kullanıldığı bilinmektedir.

Tefsirlere baktığımızda, bu konuda ihtilafın var olduğunu görmekte­yiz:

Taberi, Abdurrezzak’ın Hasan el-Basri’den naklettiği bir rivayete da­yanarak, verasetin malla ilgili olduğunu kabul etmiştir. Bunun yanında tabiundan pek çok kimsenin verasetin nübüvvetle ilgili olduğunu nakletmiştir. Ayrıca ayeti “vefatımdan sonra benim malıma ve Al-i Yakub’un nübüvvetine varis olsun” şeklinde tefsir etmiştir. (Tefsir, ilgili ayetin tefsiri)

İbn Kesir ise, peygam­berlerin miras bırakmayacağına dair sahih hadisler olduğu için Taberi’nin tercihini eleştirmiş, nakledilen haberlerin mürsel olduğunu ve bunların sahih hadislere mukavemet edemeyeceğini belirtmiştir.

Ayrıca İbn Kesîr, iki yönden, ayette kastedilenin nübüvvet mirası olduğunu açıklamıştır:

Birincisi: Hz. Zekeriya’nın mal sahibi olduğu zikredilmemiştir. Bilakis marangoz olup kazandığını yerdi. Ayrıca, özellikle peygamberler kazandıklarını biriktirmezler. Zira onlar dünyaya karşı en zahid kimselerdir.

İkincisi: Peygamberlerin miras bırakmayacağı sahih hadislerle belirtilmiştir. Buna göre ayetteki miras, nübüvvet mirasına hamledilmelidir. Dolayısıyla “Yakub oğullarına da varis olsun.” ayetinde, “Süley­man, Davud’a varis oldu.” ayetinde olduğu gibi, peygamberliğin kastedildiği anlaşılmaktadır. (İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Kuşeyri, Beydavi, Ebu’s-Suud ve Alusi gibi müfessirler de, ayetin hadisle ilişkisine değinmeksizin ayetteki mirasla din, ilim ve nübüvvet  mirasının kastedildiğini söylemişlerdir.

Tahir b. Aşur ise, ayetteki mirası, mal mirası olarak anlamaktadır. O da Taberi’de olduğu gibi, bu durumu Abdurrezzak’ın naklettiği rivayetin teyid ettiğini belirtir. Bu duruma göre peygamberlerin miras bırakmayacağına dair hadiste sadece Hz. Peygamber’in kastedildiğini söyler. Buna Hz. Ömer’in Hz. Abbas ve Hz. Ali’ye söylediği “Hz. Peygamber 'bizler' ifadesiyle kendini kastediyordu, değil mi?” sözünün delil olduğunu ifade etmiştir. (İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Diğer taraftan, İbn Kuteybe, ilgili hadis ve ayetlerin arasını bularak telif etmiştir:

İbn Kuteybe’ye göre bu hadis, Hz. Zekeriya’nın sözüne aykırı olamaz. Onun maksadı, mala varis olmak değildir. İbn Abbas’ın tefsirine göre, Hz. Zekeriya’nın ilmine; Yakub hanedanının ise mül­küne varis olmuştur. Hz. Süleyman’ın veraseti de mülk, nübüvvet ve ilim verasetidir. Mülk ise mal değil, sultan, hüküm ve siyaset demektir.

Demek ki:

- Ayetlerde kastedilen varislik, nübüvvet ve ilim mirasıdır. Zira “Biz nebiler toplu­luğu miras bırakmayız.” hadisi hem sahihi hem de açık bir nastır. Bütün peygamberler hakkında umumî bir lafızdır. Bunu sınırlandırmaya gerek yoktur.

Bu durumda, ayetlerle hadisin çelişmesi söz konusu değildir.

- Ayette mal mirasının kastedilmesi ihtimaline göre ise, hadisi sade­ce Hz. Peygamber’le tahsis etmek gerekecektir.

Bazı sahabenin “bizler” ifadesini Hz. Peygamber (asm)’in kendisi olarak anlaması bunu desteklemek­tedir.

Her iki durumda da hadis ayetle çelişmez ve bir aykırılık da olmaz.

30 Mirasta, dede ile ana baba bir erkek kardeş asabe olsalar, hangisi diğerini mirastan düşürür?

Miras hukukunda sahih dede ile diğer dedeler iki ayrı statüde ele alınır ve dede kelimesiyle, ölenle arasına kadın girmeyen dedeler (sahih dede) kastedilir.

Sahih dede, İslâm miras hukukunda hem belirli payları olan mirasçılar (ashâbü’l-ferâiz) hem de asabe içinde yer alır. Asabe içinde de binefsihi asabe olanların ikinci sınıfında bulunur. Ölenin babası varken dedesinin mirasçı olamayacağı, baba bulunmadığında ise babanın yerine geçeceği konusunda görüş birliği vardır. Bu bakımdan dede:

a) Ölenin oğlu, oğlunun oğlu ile birlikte bulunuyorsa, mirasın altıda birini alır.

b) Ölenin kızı, oğlunun kızı ile birlikte bulunuyorsa, hem mirasın altıda birini hem de asabe sıfatıyla dağıtımdan artan kısmı alır.

c) Bunların dışında bir mirasçı varsa, o takdirde asabe sıfatıyla mirasın onlardan artan kısmına sahip olur.

Bu üç halde baba ile dedenin durumu aynı iken, dedenin mirasçılığı birkaç konuda babaya göre farklılık gösterir.

1. Babanın annesi baba ile mirasçı olamadığı halde dede ile mirasçı olabilir.

2. Anne, ölenin eşi ve baba ile birlikte mirasçı olduğunda eş mirastan hissesini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır. Burada baba yerine dede bulunursa, anne bütün mirasın üçte birini alır ve bu suretle de anne dede karşısında baba ile birlikte olduğu durumdan daha fazla pay almış olur.

3. Babanın, bütün kardeşleri mirasçılıktan düşürdüğü konusunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Halbuki dedenin anne bir kardeşleri mirasçılıktan düşüreceği kabul edilmekle birlikte, öz veya baba bir kardeşleri düşürüp düşüremeyeceği tartışmalıdır.

Hz. Ebû Bekir, Âişe, İbn Abbas, Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ‘b da dahil olmak üzere ashabın çoğunluğuna, birçok tâbiîn âlimine, Ebû Hanîfe, Dâvûd ez-Zâhirî, Müzenî, İbn Rüşd gibi hukukçulara göre bu konuda dede baba gibidir. Bu sebeple baba ile miras alamayanlar dede ile de alamazlar.

Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit ve İbn Mes‘ûd’a, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî hukukçularına, Evzaî, İbn Ebû Leylâ, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, dede bu durumda babadan farklı olup ölenin kardeşlerinin mirasçılığını önlemez.

Ancak dedenin hangi ölçü ve usulde mirasçı olacağında farklı görüşler vardır. İhtilâfın sebebi, konuyla ilgili bir nassın bulunmaması, ölenin dedeye mi kardeşlere mi daha yakın olduğu hususunda farklı tercihlerin olmasıdır. (bk. TDV İslam Ansilklopedisi, Dede, Ahkam, Ferazi md.)