1
İslam'ın insana verdiği temel haklar nelerdir?
İslam'da insan haklarına verilen değeri anlayabilmek için, dünyanın İslam'dan önceki durumuna kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır. Şöyle ki:
1. Dünya yüzündeki bütün devletler, monarşi ile idare edilmekteydi. Başta bulunan kral, hükümdar veya imparator, idare ettiği halk üzerinde tam bir yetki sahibiydi. İstediğini asar, dilediğini sürer, kimseye karşı yaptıklarından hesap vermek zorunda kalmazdı.
2. İnsanlar sınıflara ayrılmıştı. Hükümdarın yakın çevresi, akraba ve hısımları (asilzadeler) imtiyazlı bir sınıftı. Bunun yanı sıra horlanan, hakları çiğnenen geniş bir halk kitlesi de ayrı bir sınıfı meydana getirirdi. Sınıflar arasında derin uçurumlar vardı.
3. Kölelik en vahşi bir şekilde uygulanıyordu. İnsan haysiyeti, ayaklar altına alınmıştı.
4. İnsanlar ırk ve renklerine göre farklı muamelelere maruz kalır, soy-sop üstünlüğü, yegane üstünlük ölçüsü kabul edilirdi. İnsanlar akıl, bilgi, kabiliyet, ahlak ve faziletlerine göre değerlendirilmezdi.
5. Temel hak ve hürriyetlerin hiçbiri yoktu. Din ve vicdan hürriyeti, mülkiyet hakkı, mesken edinme hürriyeti, fikir hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetlerin hiçbirisi, sıradan bir vatandaş için söz konusu değildi. İnsanlar inanç ve fikirlerinden dolayı olmadık zulüm ve eziyetlere maruz bırakılır, vicdanlar baskı altında tutulurdu.
6. Hukukun temel prensipleri ayaklar altındaydı. Hukukta eşitlik, kanun hakimiyeti, cezaların şahsiliği ve kanuniliği gibi temel hukuki mefhumların hayal edilmesi bile imkansızdı. Bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz edilemezdi. Şahsi arzu ve emirler kanun yerine geçer, aynı suçu işleyen farklı sınıflara mensup kişilere farklı cezalar uygulanırdı.
İşte dünya böylesine karanlık bir tablo içinde iken, İslam dini gelmiş ve insanlık tarihinin en büyük inkılabını gerçekleştirmiştir.
İnsaflı bir gözle incelenirse, gerek Kur'an-ı Kerim'de, gerekse Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinde, Batı dünyasında neşredilen insan hakları beyannamelerinden asırlar önce, günümüzde ulaşılan en nihai insani hedeflerin tespit edilmiş olduğu görülecektir.
Nitekim, Hz. Peygamber (asm)'in Veda Haccı esnasında yaptığı konuşmanın (Veda Hutbesi) insan hakları açısından taşıdığı esaslar, bunun en açık misalidir.
Bu hutbe, M. 632 yılında 100.000'den fazla Müslüman’ın karşısında okunmuştur. Yani, İnsan hakları ile ilgili ilk yazılı metin kabul edilen 1789 İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesinden 1157 yıl önce...
İslam'ın insan haklarına getirdiği yeni esasların, Batı'daki insan hakları mücadelesi üzerinde de büyük tesiri olmuştur.
İnsan, diğer yaratıklardan farklı bir değere sahiptir. Bu kıymet, Allah'a iman ve O'nun emirlerine uymakla daha da artar. Bu sayede insan, kainatın en şerefli bir misafiri olur. İnsan, insanlık değerini, doğumu ile, hatta, ana rahminde teşekküle başlaması ile birlikte kazanır ve hayatı boyunca taşır.
İnsan olmaktan gelen değerlilik, herkesi kuşatmıştır. Kadın, erkek, büyük-küçük, siyah-beyaz, zayıf-kuvvetli, fakir-zengin hangi din ve milletten, ırk ve renkten olursa olsun, bu şefkat gölgesi hepsini içine almıştır.
Bu suretle İslam dini, her ferdin kanını kanunsuz olarak dökülmekten, ırzını çiğnenmekten, malını gasp edilmekten, meskenini tecavüzden, nesebini bozulmaktan, vicdanını baskıdan korumuştur. İnsanlık şeref ve haysiyetini, gerçek bir teminat altına almıştır.
İslam'ın insanlığa getirdiği temel hak ve hürriyetler şunlardır:
1. İslam, ırk ve renk ayırımına son vermiştir. Bütün insanlar Hz. Âdem'den gelmiştir. İnsanın ırkını ve rengini kendi seçmesi mümkün değildir. Bu, tamamen Allah'ın takdiri iledir. İnsanları böyle bir konuda farklı görmek, bazı ırk ve renkleri kınayıp bazılarını üstün kabul etmek, İslam açısından olduğu kadar, insani açıdan da son derece yanlış ve zararlıdır.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de insanları bir erkek ile bir dişiden yarattığını, sonra sayıları çoğalınca birbirleriyle kolayca tanışıp yardımlaşsınlar, ünsiyet ve ülfet etsinler diye onları kavim ve kabilelere, ırk ve milletlere ayırdığını beyan eder. (Hucurat, 49/13)
Görüldüğü gibi, insanların ayrı ırk ve renkten oluşu, birbirlerine üstünlük için değil, tanışıp yardımlaşmaları içindir.
İslam'ın bu anlayışına ışık tutacak bir hadise şöyledir:
Ashaptan Ebu Zerr Hazretleri Bilal-i Habeşi'ye bir gün kızmış ve ona: "Siyah kadının oğlu." diye hakaret etmişti. Annesinin renginin siyahlığından dolayı onu ayıplamıştı. Durum Hz. Peygamber'e (asm) haber verilince Peygamberimiz son derece kızmış ve Ebu Zerr'e şunları söylemişti:
"Ey Ebu Zerr!.. Sen Bilal'i, annesinin renginden dolayı ayıplamışsın öyle mi? Demek ki sen halâ cahiliye zihniyeti taşıyorsun!.."
Bir anlık öfke ile ağzından çıkan ve kendisinin de istemediği bu sözden dolayı Ebu Zerr Hazretleri çok üzüldü, pişman oldu. Ağlamaya başladı ve kendini yere atarak yüzünü toprağa yapıştırdı ve şöyle dedi:
"Bilal ayağı ile yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi yüzümü yerden kaldırmayacağım..." Bilal-i Habeşi'den tekrar tekrar özür diledi.
2. İslamiyet soy-sop üstünlüğüne ve bununla övünmeye de son vermiştir. Ashab-ı Kiram'ın bulunduğu bir mecliste, Sa'd bin Ebi Vakkas, sahabenin ileri gelenlerinden bazılarına neseplerini (soylarını) saymalarını teklif etti. Kendisi de bu arada kendi soyunu baştan sona sıraladı. Topluluğun içinde İran asıllı Selman-ı Farisi de vardı. Onun, Kureyş ileri gelenleri gibi övünebileceği meşhur bir nesebi yoktu. Soyunu teferruatlı olarak da bilmiyordu.
Hz. Sa'd, ona da nesebini saymasını teklif edince, O, bu teklifi son derece yadırgamış ve cevaben şöyle demişti:
"Ben İslamoğlu Selman'ım... Nesebimi sizin gibi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da Allah'ın beni İslam ile şereflendirdiğidir..."
Sa'd'ın lüzumsuz, aynı zamanda cahiliyet devri zihniyetini andıran bu nesep sayma teklifinden Hz. Ömer de rahatsız olmuştu. Selman'ın bu manidar cevabı o kadar hoşuna gitti ki, "Ben de İslam oğlu Ömer'im" diyerek Hz. Selman'ın cevabına nazire yaptı.
Hadiseyi Hz. Peygamber (asm) duyunca, o da Selman'ın cevabını çok beğenmiş, "Selman bendendir, benim ailem (ehl-i beytim)dendir..." buyurmuştur.
Hz. Peygamber, ayrıca Kureyş'in en soylu ailelerinin kızlarını, azatlı kölelerden olan bazı sahabilerle nikâhlayarak soy-sop üstünlüğüne dayanan cahiliye zihniyetini yıkmıştır.
3. İslamiyet, halka idarecilerini kontrol ve denetleme hakkı getirmiştir. Devlet idaresinde keyfi tasarruflara, zulümlere, haksızlık ve kanunsuzluklara son vermeyi hedeflemiştir.
Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir:
"Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, başınıza idareci seçildim. Vazifemi İslam'a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin."
Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün camide Müslümanlara: "Ben doğru yoldan ayrılırsam ne yaparsınız?" diye sormuştu. Onlar: "Seni kılıçlarımızla doğrulturuz..." cevabını verdiler. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmıştı.
4. Fikir ve vicdan hürriyeti. Fikir ve vicdan hürriyeti, insanın hayat hakkından sonra gelen en mühim hakkıdır. Kişinin bu hakkını tanımamak, onu öz benliğinden sıyırıp hayvanların seviyesine indirmek demektir. Bu sebeple İslam, fikir ve vicdanların baskı altında tutulmasına kesinlikle izin vermemiştir. "Dinde zorlama yoktur." prensibiyle İslam, inanç esaslarını kimseye zorla kabul ettirmeyi doğru bulmamıştır.
5. İslamiyet, kölelik müessesesine de büyük bir titizlikle eğilmiş, onu hukuki bir statüye kavuşturmuştur.
İslam Dini geldiği sıralarda bütün dünyada kölelik, en vahşi ve insanlık dışı tatbikatıyla hüküm sürmekteydi. İslamiyet’in bütün dünyada yaygın olan bu müesseseyi, tamamıyla ortadan kaldırması elbette beklenemezdi. Bu sebeple O, köleliği temelden ve bir anda ilga yoluna gitmemiş, fakat bu müesseseyi büyük bir ıslahata tabi tutarak, ona en insani ve en medeni şekli vermiştir. Ayrıca kölelikten hürriyete geçiş yollarını artırıp kolaylaştırarak, köleliğin dolaylı olarak ortadan kalkmasını sağlayacak formüller koymuştur.
6. Mülkiyet Hürriyeti. Allah'ın insana verdiği çeşitli duygular arasında mal sevgisi, mülk edinme arzusu da vardır. Kur'an-ı Kerim'de bu husus açıkça belirtilmiştir.
İslam, ferde mülkiyet hakkı tanımış, ona, bu duygusunu meşru şekilde tatmin etmesi için zemin hazırlamıştır. İslam'ın tanıdığı mülkiyet hakkına, sahibinin izni olmadan hiçbir şekilde müdahale edilemez.
7. Hukukta Eşitlik. İslamiyet bütün insanları hukuk önünde bir tarağın dişleri gibi eşit kabul etmiştir. Şahısların içtimai durumuna, soyuna göre imtiyazlı muamele yapılmasına müsaade etmemiştir.
İslam'da kanun hakimiyeti ve hukukun üstünlüğü esastır. Bir devlet reisi ile halktan biri kanun karşısında eşit muamele görür. Suçlu olan, devlet reisi bile olsa, mutlaka cezasını görür. Fatih Sultan Mehmet’in bir Rum mimarı ile Hz. Ali'nin bir Yahudi ile Selahaddin-i Eyyubi'nin bir Ermeni ile hakim huzuruna çıkmaları bunun en çarpıcı örnekleridir.
Mekke'nin fethi günü Mahzum kabilesinin soylu ailelerinden bir kadın hırsızlık yapmış, suçüstü yakalanmıştı. Cezalandırılması gerekiyordu. Fakat soylu bir aileye mensup olduğu için, ailenin şerefinin lekelenmesinden korkuluyor, bu yüzden kadının cezadan affedilmesi isteniyordu. Fakat bunu nasıl sağlayacaklardı? Hz. Peygamber (asm)'e bunu nasıl söyleyeceklerdi. Nihayet, Peygamberimizin çok sevdiği Üsame bin Zeyd'i O'na elçi olarak göndermeye karar verdiler. Üsame, Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna çıkarak durumu anlattı. Ondan suçlu kadını affetmesini istedi. Hz. Peygamber (asm) bu teklife çok kızdı. Derhal dışarı çıkarak şu tarihi konuşmayı yaptı:
"Ey Müslümanlar, sizden evvelki milletlerin yıkılıp helak olmalarının, tarihten silinip gitmelerinin sebebi nedir, biliyor musunuz? Onlar; ileri gelenlerden biri suç işlediğinde ona ceza vermezlerdi. Halktan biri suç işlediğinde ise, cezanın tatbiki için adeta can atarlardı. Bu zulüm onların yıkılıp gitmelerine sebep oldu. Yemin ederim ki, suçu işleyen kızım Fatıma bile olsaydı, onu cezalandırmakta hiç tereddüt etmezdim."
Bunun üzerine ceza hemen uygulandı.
Hz. Ebu Bekir'in, halife seçildiği zaman yaptığı konuşmasındaki şu cümleler de bu noktadan dikkat çekicidir:
"İçinizden zayıf olanlar, haklarını alıncaya kadar benim nazarımda en kuvvetlidir; kuvvetliler de ben onlardan başkalarının haklarını alıncaya kadar, benim yanımda en zayıftırlar."
8. Cezaların Şahsiliği ve Kanuniliği. İslam'da kanunsuz ceza olmaz ve ayrıca suç işleyenin yerine başka birinin cezalandırılması da söz konusu değildir.
Cezaların şahsiliği prensibi, En'am suresi 164. ayette şöyle ifade edilmiştir:
"Herkesin kazandığı, ancak boynunadır. Kimse, başkasının (günah) yükünü taşımaz..."
9. Mahkemelerin Bağımsızlık ve Tarafsızlığı. İslam'da adalet müessesesi olan mahkemeler, her türlü dış baskıdan, şahsi kin ve garazlardan, keyfi tasarruflardan uzak tutulmuş, hakimlerin tarafsızlıklarını kaybetmelerine müsaade edilmemiştir. İslam mahkemelerinde devlet reisleri sıradan vatandaşlarla birlikte hakim önüne çıkmışlar, suçlu görüldükleri takdirde de cezalandırılmışlardır.
10. Mesken Masuniyeti ve Hususi Hayatın Dokunulmazlığı. İslam'da şahsın hususi hayatına karışmaya, meskenine izinsiz girmeye kimsenin hakkı yoktur. İnsanların gizli hallerini araştırmak, İslam'da yasaktır.
11. Seyahat Hürriyeti. İslam'da seyahatin ibret almaya ve sıhhat bulmaya sebep olduğu kabul edilir. Bu sebeple seyahat yapılması teşvik edilmiştir.
12. Yaşama Hakkı, can, mal ve namusların tecavüzden korunma teminatı. Bu husus, Veda Hutbesinde Allah Resulü tarafından en güzel bir şekilde ortaya konulmuştur:
"İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, can, mal ve namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur."
13. Sosyal Güvenlik. İslam dini insanın, yaşlılık, hastalık, felaket ve kazalar karşısında mağdur ve perişan olmaması için, onu himaye etmiş, getirdiği sosyal güvenlik tedbirleri ile muhtaçların geleceğini teminat altına almıştır. İslamiyet, her şeyden önce insanları çalışmaya sevk ederek mali bakımdan kendilerini güvenceye almalarını teşvik etmiştir. Ayrıca getirdiği çeşitli tedbirlerle onlara aile içinde, komşu ve akraba muhitinde, ayrı bir güvenlik sağlamıştır. Bütün bu güvenlik tedbirleri yetersiz kaldığı yerlerde de devlet bizzat ferdin güvenliğini teminat altına almıştır. Zekat müessesesi ve vakıflar en mükemmel sosyal güvenlik kurumlarıdır.
14. Çalışma hürriyeti, ücret adaleti ve eşitliği. İslam'da çalışma, emek sarf etme büyük bir değer ve teşvik görmüştür. Dilenmek, başkasına yük olmak, hoş karşılanmamıştır. Hatta ailesinin nafakasını helal yoldan temin etmek için çalışmak, farzları yerine getirmek şartıyla ibadet bile kabul edilmiştir. "İnsan, ancak çalıştığının karşılığını alır." ayet-i kerimesi de İslam'ın emek ve çalışmaya verdiği ehemmiyeti gösterir...
Çalışma hürriyetini -meşru kazanç yolundan olmak şartıyla- tam bir teminat altına alan İslam, işçi ile işveren arasındaki münasebetleri de en güzel şekilde tanzim etmiştir.
"İşçinin ücretini, alın teri kurumadan ödeyin."
prensibi, işçinin hakkını en mükemmel şekilde teminat altına almıştır. İşçi de kendine tevdi edilen işi, eksiksiz, kusursuz yapmaya çalışacak, aldığı ücreti hak etmeyi prensip edinecektir.
15. Çocukların Himayesi. İslamiyet, doğumundan itibaren çocuklara sahip çıkmış, onların beslenme ve giyim masrafları için anne-babaya çeşitli yardımlar yapılmış, bu iş için hazineden ödenekler ayrılmıştır. Bugün çocuk parası adı altında bütün zengin devletlerde bu yardım yapılmaktadır. Resulullah Efendimiz, harpte kadınların ve bilhassa çocukların öldürülmemesini, İslam ordusuna ısrarla tenbih etmiştir.
16. Temel Eğitim Mecburi ve Parasızdır.
"İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslüman üzerine farzdır."
hadis-i şerifi, temel eğitim mecburiyetini getirmektedir. İslam'da temel eğitim müfredatı titizlikle hazırlanmıştır.
Temel eğitimin içine dini, ahlaki, edebi bilgilerin öğretilmesi yanında, mesleki eğitim de girmektedir. İslamiyet, dini bilgilerle birlikte çocuğun meslek sahibi kılınmasını da zaruri görmektedir.
2
Kadın-erkek eşitliği söz konusu mudur?
Bu soruya hemen "evet" veya "hayır" demek çok zor. Çünkü, soru bu hâliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. "Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?" gibi. Eğer, "hukukî açıdan" soruluyorsa, cevap olarak "evet" diyebiliriz.
Eğer, her hususta denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor; öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?
Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için, meseleyi sadece bir tek madde çözümlemek mümkün değil.
Şayet, "Kadınla erkek arasında iyi insan, üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?" diye sorulursa, o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakalem şu yahut bu üstündür, demek çok zordur. Çünkü kadın olsun erkek olsun, her insan Allah ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan Kur'an'a baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza cinsiyetin değil takvanın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır.
Nedir takva? En kısa ifadesiyle Allah'tan korkmak, günahlardan sakınmak, onun razı olmadığı hareket, tavır, hâl ve sözlerden uzak durmak. Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte, kim böyle yaparsa üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.
Takva dendi mi hemen salih ameli hatırlıyoruz. Salih amel, yani, hayırlı, güzel işler görmek. Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Mesela, okunan her Kur'an harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.
Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır?
Bu soruya hiç tereddüt etmeden "elbette" diye cevap veririz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.
Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa, sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok, iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.
Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.
Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam.
Bu iki cinsin zafiyetleri de farklılık gösteriyor: Erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belâsı.
Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyetidir. Buna "teessürilik" deniliyor. Kadın, çevreden etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait.
Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli. Değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta, yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç ile kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.
Kadın, hayat arkadaşına (ona nispetle) daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde erkekten çok ileri.
Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmek ve onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmak gerekir.
Etrafımıza şöyle bir göz atalım: Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder. Kadın ve erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek de en başta kadına zarar verir.
Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. "Hüküm çoğunluğa göre verilir." kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz:
Kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.
Maalesef, kadına layık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk yahut kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.
3
İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?
Kendimize bir bakalım. Siz iyi bir ressam veya heykeltıraş olsaydınız, bu özelliğinizi görmek ve başkalarına da göstermek için bir taş, bir ağaç, bir hayvan, bir kadın, bir de erkek resmi veya heykeli yapınız. Bunların içinden konuşacak ve anlayacak özelliği sadece insan şeklinde olanlara veriniz.
Şimdi bunlar içinden biri sana itiraz edip “Beni niye yaptın, bana, insan olmak ister misin, diye niye sormadın?” dese ne dersiniz ve ne yaparsınız? Her halde en azından "Seni yok iken ortaya çıkardım, seni taş, ağaç, hayvan değil de en değerlisi yaptım. Teşekkür etmen gerekirken bu itiraz niye?", demeyecek misiniz? Sonra da böyle bir itiraz karşısında onu parçalayıp çöpe atarsınız. Diğer hâline razı olanı ise en güzel yere asar, herkese seyrettirirsiniz.
Orada bulunanlardan taşlar da bunu duyunca “Hâlinden memnun değilse yer değişelim, bana insanlığı kendine taşlığı alsın." dese, haklı olmazlar mı?
İşte kardeşim. Bizim akıllı ve en değerli varlık olarak durumumuz aynen böyledir. Allah her şey içinde en güzel şekli ve özellikleri bize verdiği hâlde biz itiraz etsek, o zaman hayvanlardan biri, "Gel değişelim.” yahut da “Seni yok etsin, yerine beni geçirsin.” dese ne yapacaksınız?
Allah Teala, böyle bir itirazda bulunanı parçalayıp çöpe, yani cehenneme atsa, diğer hâline razı olanı cennetine koyup en güzel nimetlerle süslese, adaletin en güzeli olmaz mı?
Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye ölçülü ve dengelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir.
Fakat Allah’ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah’ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir. Oysa âlimlerimizin ittifakı ile Allah -la yüs'el- dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kâinatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kâinatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kâinatı didik didik araştıran bilim adamları, bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.
İşte tüm kâinatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kâinatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.
İnsanın Yaratılış Amacı
Bu soruyu esasen iki yönden incelemek mümkündür. Birincisi, insan dışındaki bütün varlıkların insan merkezli çalışmaları, insana hizmet etmeleri meselesi. Burada da iki durum akla gelir. Ya demek lazımdır ki insan dışındaki varlıklar insanı tanıyorlar, onun ihtiyaçlarını biliyorlar, ona şefkat edip acıyorlar. Bunun için de mesela; meyve ağacı insanın vitamin ihtiyacını gidermek için ona meyve veriyor, hayvanlar, protein ihtiyacını karşılamak için et, süt, yumurta gibi gıdaları insana takdim ediyorlar… Veya insan, bütün bunları kendi gücü, kuvveti ve kudreti ile yapıyor…
Hâlbuki dikkatle bakıldığında görülüyor ki tüm varlıkların insanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik çalışmaları, insanın onları emri altına almasıyla, onlara üstün gelmesiyle, onlarla çarpışmasıyla değil; bilakis hayatını devam ettirmek için gerekli olan ihtiyaçları topraktan, havadan, sudan, ateşten temin edemeyeceği için unsurları terbiye eden bir kudret; elmayı ağacın, yumurtayı tavuğun, sütü koyunun eliyle insana verdiği gibi, Güneşteki zararlı ışınları da atmosfer vasıtasıyla yine insan için süzüyor.
Demek bütün bu hadiseler, insanın çok güçlü, kuvvetli ve kudretli olmasından gerçekleşmiyor, tam tersine gücü, kuvveti ve kudreti, bütün bu muhteşem hadiseleri gerçekleştirmeye yetmediği için, yani güçsüzlüğü, zaafı ve aczi için ona yardım ediliyor, elinde olmadığı nimetlerden dolayı ona ihsan ediliyor, bilgisizliğinden dolayı ona ilham ediliyor, ihtiyaçları için ona ikram ediliyor.
Bu çıkarımdan şu soru akla geliyor: İnsan dışındaki her şeyi insana çalıştıran bu sonsuz kudret, insanı niçin yaratmıştır ve insandan ne istiyor?
Bu soruya cevap vermek için de insanın diğer varlıklardan farkını iyi tespit etmek gerekir.
Evet Allah, insanı bu kâinat içinde en seçkin bir surette yaratmıştır. Diğer bütün varlıklardan farklı olarak; ona varlıklardaki fayda ve amaçları algılayabilecek bir akıl, iyi ve kötüyü doğru ve yanlışı ayırt edebilecek bir vicdan, bütün ilimleri öğrenebilecek bir kabiliyet, bir çok gizli sırları anlayabilecek bir kalp, bütün tatları algılayabilecek bir dil, güzelliklerin bütün inceliklerini görebilecek bir çift göz, her çeşit nağme ve ilahî tespihleri işitebilecek bir kulak vermiştir.
Cenab-ı Hak seçkin olarak yarattığı insanı, kendisine dost ve muhatap kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.
İnsan kendisine verilen bu yüce his ve organların kıymetini bilmezse, onları vereni unutur ve ondan gaflet eder. Allah’ın mahluku ve sanat eseri olduğunu ve her an onun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu, onun vermiş olduğu nimetlerle beslendiğini unutur. Ona karşı yapması gerekli olan görevlerden yüz çevirir. Evet, kendini tanıyan ve yaratılış amacının Allah’a kulluk olduğunu bilen insan, bu gayeye uygun hareket eder.
Başka Bir Açıdan Konuya Bakış
- Evrende mevcut ve gözle görülen dengeler birer adaletin yansımasıdır. Kâinatın, ekoloji, astronomik, jeolojik dengeleriyle mutlak adaletine şahadet ettiği ve bir adı Hak olan Yüce Allah’ı adaletsizlikle itham etmek, hak ve hakkaniyete karşı büyük bir haksızlıktır.
Mevcut haksızlıkların, sömürmelerin, cinayetlerin faturasına Allah’a çıkarmak, bir kıyametin kopmasına sebep olabilecek kadar bir saygısızlıktır ve onun gazabını tahrik eder.
- Dünya bir cennet ve mükâfat yeri değil ki, herkes için bir zevk ve safa yurdu olsun. Dünyaya gelenlerin hızlıca göçüp gitmesi, gençlerin ihtiyarlaşması, insanların sürekli, bela ve musibetlerle karşı karşıya bulunması, firak ve ayrılığın şamarlarıyla sersemleşmesi gösteriyor ki, insanın dünyaya gönderilmesinin gayesi bir imtihandır. İmtihandan sonra başka bir memlekete yolculuk yapılacak, imtihanı kazanmanın mükâfatını ve kaybetmenin cezasını orada görecektir.
- İmtihana tabi tutulan bir varlık olarak insanoğlunun, içinde bulunduğu zamanın her dilimine / her karesine ya artı veya eksi kaydedilmektedir. İlahî imtihanın -genel olarak- iki sorusu ve iki cevabı vardır. Hayat bilgisinden sorulan bu iki sorudan biri sıkıntı, bela, meşakkat, musibet, mükellefiyet türünden şeylerdir. Diğer soru ise, ferahlık, bolluk, nimet, izzet-ikram türünden şeylerdir. Bütün hayatında insanlar ya sevinç ve huzur ortamında, ya da hüzün ve keder ortamında yaşamaktadır. Birinci sorunun cevabı sabır, ikinci sorunun cevabı ise şükürdür.
İnsanoğlundan, hayatın pratiğiyle sıkıntıyı yaratıp sorusunu soran da, sabır cevabını isteyen de; ferahlık yaratıp sorusunu soran da, şükür cevabını isteyen de Allah'tır.
İnsanlar, bu sorulara cevap verip vermemekte serbesttir; fakat imtihan şeklinin veya soru sitilinin değiştirilmesini isteme hakkına sahip değildir. Çünkü bu bir "sünnetüllah"tır/bir ilâhî kanundur ve asla değişmez (bk. Ahzab, 33/62). Unutulmamalıdır ki imtihanlar, öğrencilerin hevesine bırakılamayacak kadar önemlidir.
- Kader noktasında hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat imtihana tabi tutulanlar da birer kukla değildir. O kötülüklerin meydana gelmesinde onların payı vardır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsanları ilgilendiren konularda, her olayın iki yönü vardır:
Birisi: Allah'ın yaratmasına bakan icat noktalarıdır. Yani hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır. Tevhit/Allah'ın birlik sıfatı bunu gerektiriyor.
Diğeri: İnsanların kazancına bakan ve içinde yaratma işi olmayan tasarruflar, meyiller ve Allah'ın yaratmasına bir vesile hükmünde olan şeylerdir. Özgür bir iradeyle imtihanın yapılmasını sağlamak ve sonuçtan insanları sorumlu tutmak için, bu cüzî iradenin verilmesi şarttır ve adaletin gerçekleşmesi adına kula verilmiştir.
Bu perspektiften meseleye baktığımızda, işin zannedildiği gibi olmadığı anlaşılacaktır. Söz gelimi, ortada bir hastalık varsa, onun yaratıcısı Allah'tır. Fakat icat noktaları içermeyen yönleri ise insana aittir. Mesela, terli terli soğuk su içmek bir suistimaldir, neticesinden sorumlu olan insanın kendisidir. Bademciklerinin şişmesinden, grip olmasından kendisi sorumludur. Fakat hastalığı yaratan Allah'tır. Edepli olan kimse, Hz. İbrahim (as) gibi, vesilelik yönüyle kötülüğün kendisine, yaratıcılık yönüyle de iyiliğin Allah'a ait olduğunu düşünür ve der:
"Ben hastalandığım zaman bana Allah şifa verir." (Şuara, 26/80)
Eğer böyle düşünmezsek, o takdirde, kolumuzu, bacağımızı kıran, malımızı çalan, hatta bir insanı öldüren kimseye kızmamamız gerekir. Ve Allah'ın da bunlara ceza vermemesi lazım gelir.
"De ki: Rabbinizden gelen hak/gerçek budur. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29)
"Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Fakat onun azabı da suçlu olan toplumdan geri çevrilemez. Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah dileseydi ne biz ona ortak koşardık ne de atalarımız. Ve ne de bir şeyi haram kılardık.' Bunlardan öncekiler de aynı şekilde yalanlamışlar, sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: yanınızda bize çıkarıp göstereceğiniz bir bilgi / bir yazılı belge var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyor ve yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz. De ki: 'En kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.' ” (Enam, 6/147-149).
"Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi." cümlesinden şunu anlayabiliriz:
"Ey insanlar! İmtihan şeklini belirlemek Allah'a aittir. Eğer dileseydi, hepiniz sınıfı geçecek şekilde bir imtihan düzenleyebilirdik. Veya hiç imtihan etmeden hepinizi -hidayete erdirir- sınıftan geçirirdik. Bu konuda hiç kimse bize mani de olamazdı. Fakat, iyi insanlarla kötü olanları, çalışkan öğrencilerle tembel olanları, Ebu Bekir gibi hakkın hatırını sayan, doğruyu tavsiye eden, aklını kullanan insanlarla, Ebu Cehil gibi gururunu okşayan nefsinin peşine takılanları birbirinden ayırmak istedik. Bu adaletin de bir gereğidir."
"Bu düzenlemeyi yapmakla Allah'ın insanlara asla zulüm ve haksızlık yapmadığına dair, katında sizi kolayca ikna edecek delilleri pek çoktur. Onun için haddinizi bilin, ona güvenin. O herkesi sorumlu tutup, sorguya çeker, fakat hiç kimse onu sorguya çekemez. Onun sonsuz ilim ve hikmetinin denizi yanında sizin bilginiz bir damla bile değildir."
"Onun hikmetine inanın, rahmetine güvenin, affına karşı ümitvar olun, Onun haksızlık yapmayacağına iman edin, Müslüman olarak ona teslim olun ve öylece huzuruna varın...”
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ben yaratılmak istemiyordum, diyen birisine verilecek cevap ne olabilir?
4
İslam'da idam cezası var mıdır? Örnekleri var mıdır?
Ölüm cezası, evli olup da zina eden insanlarla, bir Müslümanı öldürmüş insan için geçerlidir. Yani öldüren öldürülür. Ayrıca, devlete başkaldıran, fitne çıkaran insanlar da hakimin uygun görmesiyle öldürülebilir.
Hadis-i şeriflerde recm cezasından bahsedilmekte ise de, bu ceza her zaman bir tartışma konusu olmuştur alimler arasında... Hatta Osmanlılar döneminde, yani altı yüz yıl içinde tek bir tane recm olayı olmuştur; o da şeyhülislamın "Bu konuda fetva veremem." deyip, görevini terketmesi ile sonuçlanır.
İslam kısas ile de insanlar arasındaki kin ve kan davası gibi zararlı şeyleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir insanı öldüren bir kişi için toplam üç hüküm vardır İslam’a göre:
1. Öldürülen tarafın ailesi adamı bağışlar: Adam serbest bırakılır.
2. Öldürülenin ailesi “kan bedeli“ alır. İstedikleri meblağ karşılığı adamı af ederler. Adam yine serbest kalır.
3. Öldürülenin ailesi kısas ister; “kana kan“ Bunun üzerine “ İslam devleti “ adamı idam eder. Kan davası da olmaz, çünkü idamı yapan devlettir. katilin ailesi itiraz edemez, Öldürülenin ailesi de ceza verildiği için intikama kalkışmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
KISAS...
5
Mahşer günü hesaba çekilmeden cennete girmeye neden olan özellik nedir?
Cevap 1:
Mahşer gününde hesap görmeden cennete gidenler, belli bir-iki hasletten ötürü değil, bütün hayatını ilahî rıza dairesinde geçiren kimselerdir.
Kur’an’ın bildirdiğine göre, kıyamet günü insanlar üç gruba ayrılır:
- Kitabı sağ tarafından verilenler,
- Kitabı sol tarafından verilenler,
- Mukarrebun = Allah’a en yakın olanlar.(bk. Vakıa, 56/ 7-11).
Kitabı sağından verilenler, belli bir hesaba tabi tutulduktan sonra, bağışlanıp cennete gidenlerdir. Sabıkun olan Mukarrebun ise, günahlardan, özellikle büyük günahlardan daima uzak durmuş, dünyada iken bütün iyiliklerde hep önlerde koşmuş olan kimselerdir. (bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).
Özetle: Dünyada iken Allah’ın emir ve yasaklarına en çok riayet edenler, cennete en önce girmeyi hak ederler.
Bir hadis-i şerifte hesap görmeden cennete gidenlerin özellikleri şöyle bildirilmiştir:
“Vücudunu dağlamayan, muska gibi şeyler taşımayan, bir şeylerin uğursuzluk getireceğine inanmayan ve Rablerine gereği gibi tevekkül edenler.” (bk. Buharî, tıp, 17; Müslim, İman, 371).
Burada vurgulanan dağlama ve muska / okuma gibi tedavi şekillerinde şirke götürecek yanlış bir algılamadan ötürü söz konusu edilmiştir. Cahiliye devrinde bu yanlışlıklar çokça olduğundan, Efendimizin (asm) bu uyarıları, bu konulara dikkat çekmesi, tevhit inancını pekiştirmeye yöneliktir. Yoksa, Efendimizin (asm) bizzat Kur’an'la ve dağlamayla tedavi olduğu, hatta bazen tavsiye ettiği bilinmektedir. (bk. Nevevî, İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)
Cevap 2:
İmanı olan ve bu iman ile ölen kimse elbette sonunda cennete girecektir. Kul hakkı yiyen kimse direk cehennemlikmiş gibi yanlış bir anlayış bulunmaktadır. Üzerinde kul hakkı olup da bu dünyada helalleşemeyen kimse ahirette helalleşecektir. Bu da iki şekilde olur: Ya kendi sevaplarından belli bir miktar hakkını aldığı kimseye verir veya sevabı yoksa hakkını aldığı kimsenin belli bir miktarda günahlarını yüklenir. Böylece haklar yerini bulur.
Şayet bu kimse, hakkını aldığı kimseye sevaplarından verdiği halde hala sevapları günahlarından fazla ise direk cennete gider. Eğer sevaplarından verdiği için günahları sevaplarından fazla duruma gelmişse bu durumda cehennemde cezasını çektikten sonra cennete gidecektir. Ehli iman bir kimsenin kul hakkından dolayı ebedi cehennemde kalması söz konusu değildir.
Ayrıca kul hakkı yiyen kişi samimi olarak tevbe ederse inşallah bu günahını Allahuteala affeder ve hakkını yediği kişiye de affetmesi için ihsanda bulunur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Helalleşme imkanı olmayan kul hakkı konusunda bilgi verir misiniz?
6
İslamiyet'te kişisel hak ve özgürlükler (Müslümanların dokunulmaz hakları / insan hakları) nelerdir?
İslâm inancına göre insan; aklî, bedenî, ahlâkî ve ruhânî en mükemmel meleke ve yeteneklerle donatılmış bir varlıktır. İnsan, maddî ve manevî her çeşit yükselmeye müsâit bir şekilde, günâhsız, tertemiz olarak doğar. Gerek dış görünüşü gerekse iç âlemi itibariyle varlıkların en güzelidir. Kur'an-ı Kerim'de:
“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık.”(1) buyurulmaktadır.
Bu sebeple insana saygı ve bireylere hizmet, temel felsefe ve irâde olarak kabul edilmelidir. Çünkü insan yeryüzünde Allah'ın bir memuru ve halifesidir. Onun bu özelliği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilmektedir:
"Hatırla ki Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dedi..." (2)
İslâma göre her insan Allah'ın kuludur. Bir tek kişi dışarıda kalmamak şartıyla bütün insanlar tabii haklara sahiptirler. Yalnız bu haklar, onun insan oluşu bakımından, doğuştan sahip olduğu haklardır. Bütün insanlar, bir ailenin üyeleri gibidirler. Asalet doğuştan değil, ahlâkî fazîlet, hak ve vazifeye bağlılıkla meydana gelir. Hangi ırka, hangi sınıfa, hangi mesleğe ve hangi rütbeye sahip olursa olsun, bütün insanlar eşit haklara sahiptirler. Böylece her bir fert de, diğerlerine aynı ailenin üyeleri gözüyle bakacak ve öyle muamele edecektir. Hiçbir fert, mensup olduğu sınıf, meslek, ırk veya cinsiyet dolayısıyla tabiî haklarının hiçbirinden mahrum edilemez.
Yine İslâma göre bütün insanlar adâlet karşısında eşittirler. Devlete karşı görevlerini, yerine getirdiği sürece bir Müslümanın gayri müslimden farkı yoktur. (3)
Sonuç olarak insan, mümin olsun olmasın, Allah'ın kulu ve güzel bir emânetidir. Bundan dolayı insan haysiyet sahibi olup hürmet edilmeye lâyıktır. İnsanlar arasında, insan olma bakımından herhangi bir fark görmemek, onları eşit hak ve vazifelere, kıymet ve değerlere sahip varlıklar olarak kabul etmek, İslâm'ın temel felsefesidir.
İnsan hakları açısından Veda Hutbesi, İslâm'ın önemli kaynaklarından birisi sayılır. Bilindiği gibi Veda Hutbesi, Hicretin 10. yılında Hz. Peygamber (asm)'in hac farizasını ifâ için Mekkeye gelip, Vedâ Haccı esnasında irâd ettiği hutbelere verilen bir isimdir. Şu kadar var ki, Vedâ Hutbesi yalnız Arafat'ta irâd edilen hutbe olmayıp, Arafat'ta arefe günü (Zilhiccenin 10. günü) ile yine Mina'da bayramın ikinci günü irâd edilen hutbelerin bütünüdür.(4) Bunlardan meşhur olana Arafat'ta, sayıları kadın-erkek 140.000 i aşan bir topluluğa irâd edilen hutbedir. Bu hutbe temel bir kanun olarak insanın hak ve vazifelerini özetlemektedir. Hz. Peygamber (asm) bu hutbeyi irâd ettikten üç ay sonra vefat ettiğine göre, bu Onun hakîkî vasiyyetidir.(5)
Hz. Peygamber (asm), bu mahşerî kalabalıkta hutbesine başlamadan önce Cerir b. Abdillah vasıtasıyla sükûneti temin etmiş ve sahabilerinden Rebia b.Ümeyye gibi gür sesli münâdîler görevlendirerek konuşmasının cümle cümle tekrar edilip, uzaklara kadar duyulmasını temin etmiştir ki, bu teknik anlamda bir bakıma hoparlör teşkilatından yararlanmak demektir.(6)
Şimdi İslâm tarihinde “Vedâ Hutbesi” olarak tescil edilen bu önemli ve evrensel tebliğin bazı bölümlerini verip, onun içerdiği konuları açıklamaya çalışalım:
”Hamd ve şükür Allaha mahsustur; biz Ona hamdeder, Ondan yardım talep eder, affımızı Ondan diler ve Ona yöneliriz. Nefislerimizin şerlerinden, hareket ve fiillerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah kimi sapıklığa sevkederse (artık) o kimse için doğru yola sevkedecek yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına göre Onun tekliğine ve eşinin bulunmadığına şehadet ederim. Yine şehadet ederim ki, Muhammed, Onun kulu ve elçisidir."
"Ey Allah'ın kulları! Sizlere Allah'tan korkup çekinmenizi tavsiye ve sizi Ona itaatta bulunmaya teşvik ederim. Bu suretle en iyi ve en hayırlı olan bir şey ile (sözlerime) başlamak istiyorum:"
"Ey insanlar! Sizlere açıkladığım (şeyleri) dinleyiniz. Zira bilmiyorum, bu yıldan sonra bulunduğum bu yerde belki de sizlerle tekrar buluşamayacağım."
"Ey insanlar! Kanlarınız (hayatınız), mallarınız, haysiyet ve şerefleriniz, Rabbinizle buluşacağınız (güne) kadar, bu mahalde (Mekke), bu ay da (Zilhicce) bu günün kutsallığı gibi kutsal ve saygındır. Dikkat ediniz! Tebliğ ettim mi? Ey Allah'ım, sen şahit ol!.."
"Emânet olarak eli altında bir şey bulunduran kişi, onu kendisine emanet etmiş olan kimseye iâde etmelidir."
"Bundan böyle cahiliyyet döneminde ödünçler üzerinden alınan fâiz kaldırılmıştır; şu kadar var ki, (ödünç olarak verdiğiniz) sermayeleriniz sizindir; (bu suretle) ne zulmedecek ve ne de zulme uğrayacaksınız. Allah (bundan böyle) fâizin kaldırılmasını hükmetmiştir. (Kaldıracağım) ilk fâiz, amcam Abbas İbn Abdülmüttalibin ribâsıdır."
"Yine cahiliyyet devrinin kan davaları kaldırılmıştır: (Kaldıracağım) ilk kan davası yeğenim Âmir İbn Rebia İbn el-Hâris İbn Abdulmuttalibin kan davâsıdır."
"Câhiliyyet devrinin (Mekke şehri ile ilgili) âdetleri kaldırılmıştır. Kâbe muhafızlığı (sidâne) ve hacılara su işleri (sikaye) vazifesi bundan müstesnâdır."
"Ey insanlar! Gerçekten şeytan, sizin bu ülkeniz üzerinde kendisine tapılmaktan ümidini kesmiş bulunuyor. Fakat o bunun dışındaki iş ve hareketlerinizden ehemmiyetsiz saydıklarınızda, kendisine tâbi olmaktan hoşnud olacaktır."
"Ey insanlar! Kadınlarınızın haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Kadınlara en iyi şekilde davranıp muâmele ediniz. Çünkü onlar, sizin himaye ve muhafazanız altına girmiş kimselerdir. Kadınlar hususunda Allah'tan korkup çekinin."
"Ey insanlar! Müminler kardeştirler. Bu kimse için kardeşinin malını yemek, onun tam rızasını almadıkça helal olmaz. Allah, her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir."
"Benden sonra küfre sapıp birbirinizi boğazlar hale gelmeyin. Gerçekte ben size öyle bir şey bırakıyorum ki; siz ona sarıldıkça dalâlet ve sapıklığa düşmezsiniz: Bu Allah'ın kitabı ve Onun Nebisinin sünnetidir."
"Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz, Âdem'den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en makbûl olanınız, Ondan en çok korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayana, -takva hariç- üstünlüğü yoktur."
Hutbenin sona ermesinden sonra Peygamberimizin (asm), huzurundaki o muazzam topluluğa:
”Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz?" diye sordu. Ashab-ı Kirâm:
"Allah'ın risaletini tebliğ ettin, risâlet vazifesini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun, diye şahâdet ederiz." dediler. Hz. Peygamber (asm), mübârek şehâdet parmağını göğe kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek üç kere:
"Şahid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Râb! Burada bulunanlar bulunmayanlara (bu sözlerimi) tebliğ etsinler.” (8) buyurdu.
Hz. Peygamber (asm) -görüldüğü gibi- hutbesine Allah'a hamd ve senâdan sonra: "Eyyühennas: Ey insanlar!" nidâsıyla başlamış ve önce dinleyenlerin dikkatini çekerek, oradan bütün dünyaya hitap etmiştir.
Bu hutbe, İslâmın temel konularına temas etmesi, cahiliyyet âdetlerinin ortadan kaldırılması, eşitlik, hürriyet, kan davâları, fâiz, emânet, özellikle insan hakları, âile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, nesep, zina, borç ve kefâlet gibi hukukî meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır.
Hz. Peygamber (asm)'in bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihî bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannâmesidir.
Hutbede 7-8 yerde geçen ve parağraf başlarını oluşturan "Ey nâs: Ey insanlar!" kelimesi bu hutbenin veya bu beyannamenin evrensellik yönünü, yani bütün insanlara şâmil olma özelliğini ortaya koyar. Çünkü bu kelime ile Hz. Peygamber (asm), sadece huzurundaki Müslümanları değil, orada bulunmayan gayri müslim; hatta inançsız, Allah'ı tanımayan bütün insanlara seslenmeyi hedeflemiştir. Zira "nas" kelimesi mutlak bir sözcük olup, inananı, inanmayanı; müslimi, gayri müslimi, erkeği, kadını, orada bulunanı, bulunmayanı; hâsılı akıl sahibi bütün mükellefleri içine almaktadır. Dolayısıyla bu mesaj, o gün orada hazır bulunan insan kitlelerine mahsus değildi; bilakis bütün dünyaya duyurulacak açık bir davetti. Hz. Peygamber (asm), orada bulunanlardan, ilân ettiği prensipleri kabul ve tebliğ edeceklerine dair söz aldı. Ve üç ay sonra da irtihal buyurdu.(7)
Hz. Peygamber (asm), bu hitabesinde birtakım sosyal reformlar telkin etmiştir. Fakirin zengin tarafından her türlü istismârı yasaklanmış, borç alınan paraya eklenen fâiz kaldırılmıştır. Erkeklere, hayat arkadaşları ve yardımcıları olduğu için hanımlarına iyi muâmele etmeleri emredilmiş, ırk ve memleket farkları tamamen ortadan kaldırılmıştır. Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur, çünkü bütün insanlık aslında tek bir ırka mensuptur. Ayrıca, canların, malların, namus ve şereflerin, mukaddes olduğu ilân edilmiştir.
Hz. Peygamber (asm) Veda Hutbesi'nde İslâm Dîninin âdetâ bir özetini vermiş gibiydi. Her konu, Allah, insan ve diğer varlıklar üçgeninde cereyan ediyordu. İnsanlar tarağın dişleri gibi eşit telâkkî edilmişlerdir. İnsanın kendi özüne, canına, malına, düşüncesine ve her şeyine dokunulmazlık getirilmiştir. Özetle bu hutbe, insanların kaybetmiş oldukları haklarını yeniden ortaya koymuştur.
Vedâ Hutbesinde diğer konular yanında, özellikle fert ve toplum hayatında son derece önemi olan şu hususlara dikkat çekilmiştir:
1. Herkesin can, mal ve namusu tecâvüzden korunmuştur.
2. Kimsenin, kimseye zarar vermeye hakkı yoktur.
3. Bütün Müslümanlar kardeştir.
4. Bütün borçlar iâde edilecek ve borç olarak alınanın dışında bir fazlalık (fâiz) ödenmeyecektir.
5. Kan dâvâları ve âdâleti şahsen yerine getirmek yasaklanmıştır.
6. Kadınlar, erkeklerin hayat arkadaşlarıdır, buna göre onlara iyi muâmele edilmesi emredilmiş, onların da tıpkı erkekler gibi mal ve mülke şahsî tasarruf hakları olduğu öngörülmüştür.
7. İnsanların ırk ve renk farkı gözetilmeksizin birbirine eşit oldukları belirtilmiştir.
8. Aile ve toplum hayatına zarar veren zina vb. davranışlar yasaklanmıştır.
9. Kur'an-ı Kerim'in, insanlara bir emânet olarak bırakıldığı ve sımsıkı sarılınması tavsiye edilmiştir.
10. Cahiliyyet döneminde Araplar arasında ihtilâf konusu olan gün, ay ve yıl hesaplamasına açıklık getirilmiş, çıkar için bazı ayların helâl, bazı ayların haram sayılması ve bunların yerlerinin değiştirilmesi yasaklanmış, bir yıl on iki ay olarak tespit edilmiştir. Ayrıca Mekke ve çevresinin kutsallığına işâret edilmiştir.
11. Emânetlerin, sâhiplerine mutlaka iâdesi vurgulanmıştır.
Vedâ Hutbesi'nin hukuk açısından insan haklarına getirdiği değerler açıktır. Dînî , ilmî, sosyal, idârî, siyâsî ve ailevî birtakım hak ve vazifeler getirmiştir. Bu hutbenin sosyolojik tarih açısından da önemi inkâr edilemez. Hz. Peygamber (asm) bu hitâbesinde cahiliyyet döneminin bütün âdet ve geleneklerini yıkmış, her biri bir devrim niteliğinde olan hak ve vazifelerle ilgili hükmünü bildirmiştir.
Bu hitabenin irad olunduğu gün, İslâmiyet, bütün kudret ve ihtişâmiyle, dünyaya hitap ediyor, cahiliyyet döneminin bütün karanlıklarıyla ve sapıklıklarıyla geçmiş ve kapanmış olduğunu bildiriyordu.
Vedâ Hutbesi, insan haklarını 632 yılında tüm dünyaya böylece ilân etmişken, bugün batılılar, insan haklarını, 1215 yılında İngilizlerin kendileri için kabul ettiği Magna Charta Libertatum (Büyük Hürriyet Akitnâmesi)na kadar götürmektedir. Ancak bu sözleşme, doğrudan kral ile vatandaşlar arasında değil, kral ile vatandaşı temsilen Lordlar arasındaki birtakım hak ve yükümlülükleri ihtiva etmektedir. Daha sonra 1789 tarihli Fransız İhtilali ile birlikte insan hakları gündeme gelmiş ve insan hakları beyannamesi neşredilmiştir. Nihayet Birleşmiş Milletler 1948 yılında hazırladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile nihaî şeklini almıştır. İnsan Hakları 1215 yılına kadar götürülse bile, Vedâ Hutbesi bundan 583 yıl önce, konuyu gündeme getirmiştir. Bu açıdan Veda Hutbesi'nin tarihi bir değeri de vardır. (9)
Yine Vedâ Hutbesi, geleceğin, hukuk, siyâset ve idâre dünyasının çok yönlü etki yapmış olan bir vesikadır. Bilhassa Müslümanlar, hayatlarında Hz. Peygamberi (asm) kendilerine örnek kabul ettiklerinden her alanda Onun izleri görülür. Hukukî, iktisâdî ve siyâsî alanlarda bunun örneklerini görmek mümkündür. Eğer dikkatle incelenirse; Hz. Ali (ra)'nin halife iken Mısır Valisi Mâlik b. el-Harîs el-Eştere yazıp gönderdiği siyâsî protokol-emirnâme Hz. Peygamber (asm)'in Vedâ Hutbesinden ilham alınarak hazırlanmış olduğu anlaşılır.(10)
İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet ettikleri, sevgi dolu bir dünyada yaşamak temennisiyle...
Dipnotlar:
1. Tîn, 4.
2. Bakara, 30.
3. Alâuddin Ebû Bekir b. Mesûd Kâsânî, Bedâıus-Sanaii, Lübnan, 1974, c. 7, s. 100.
4. Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, D.İ.B.Yayını, c.10, s. 396.
5. Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah; İslâm Peygamberi, (Terc. M. Said Mutlu) İst., 1966, c. 1. s. 175.
6. Miras, a.g.e., c.10, s. 396.
7. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İst., 1978, c. 1, s. 46.
8. Vedâ Hutbesinin tam metni için Bkz. Kâmil Miras, a.g.e., c. 10, s. 397-399; Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, a.g.e, c. 1, s. 175- 177; Diyanet İlmî Dergi, c. 28, sayı, 1, s. 3-6.
9. Prof. Dr. Osman Eskicioğlu, İslâm Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, İzmir 1996, s. 255, 256, 262, 263, 265, 269, 271.
10. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünün Garbı Medenîleştirmesi, Ankara 1975, s. 333.
7
Dünyada, insanın başına gelebilecek şeylerden korkması günah mıdır?
Korku duygusu, insanların en temel duygularından biridir. Korku dendiği zaman akla ilk gelenler, genel bir yaklaşımla; karanlık, kaza, ölüm, kan, acı verici hastalıklar, yakınların kaybedilmesi, deprem gibi doğal afetler, gelecek kaygısı vb.
Korkma nimeti insana hayatının devamı için verilmiştir. Yani insan kendi hayatını tehdit edecek ve hayatının devamına mani olacak sebeplere engel olabilmesi için kendisine korku nimeti verilmiştir. Ta ki tedbirini alıp gelebilecek kötülüklere karşı güvende olsun. Mesela, yırtıcı hayvanların kendisine zarar vermesinden korkan kimse tedbir alır ve belayı def eder.
Korkak insan, hayâl, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar, vesveseye kapılır. Aklında çeşitli senaryolar kurarak olmayan şeylerden dolayı telaşa kapılır. Böylece korkuyu yanlış yerde kullanmış olur.
Ancak bu duygunun istismarı, yani sebepsiz olarak her şeyden korkmak da doğru değildir. Hz. Peygamber (asm)'in:
"Allah'ım! Korkaklıktan sana sığınırım." (Müslim Tercümesi, VII, 188).
buyurması, korkaklığın kötü huylardan olduğunu göstermektedir.
Allah'ın yarattıklarından korkmamak, bir Müslüman için nasıl iyi bir özellik ise, aksine Allah (c.c.)'dan korkmak da o ölçüde üstün bir fazilettir.
Allah'tan korkmak, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir damlasıdır. Demek, Allah korkusunda büyük bir lezzet vardır.
Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"...Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah'tır." (Tevbe 9/13).
"İnsanlardan korkmayın benden korkunuz." (Maide, 5/44)
"Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır." (Tevbe, 9/18).
"Allah'a ve Peygamber'e itaat eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtulanlardır." (Nûr 24/52)
"Allah'ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter." (Ahzab, 33/39)
Mü'min Allah'tan korktuğu kadar O'na ümit bağlayan insandır da. Çünkü Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser." (Yusuf, 12/87) .
Dolayısıyla korkaklık Müslümana yakışmadığı gibi, hiç bir kınayıcının kınamasından, İslâm'a karşı olan insanlardan korkmamak yalnız ve yalnız Allah'tan korkmak gerekmektedir.
8
Allah'ın, insana bıraktığı beş kutsal emanet nedir?
Bu emanetler, bütün semavî dinlerde korunması gereken evrensel değerlerdir ki, şunlardır:
- Dini korumak,
- Canı korumak,
- Nesli korumak,
- Aklı korumak,
- Malı korumak.
Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması muteber maslahatlardandır. Bunlar üç mertebeye ayrılır:
1. Zarûriyyât: İnsanların dini ve dünyevî hayatlarının kendisine bağlı olduğu maslahatlardır. Zarûriyyât, maslahatların en kuvvetli mertebesidir. Bunlar, temin edilmediği takdirde, toplumda bozulma ve dağılmalar başlayabilir. İslâm dini, bu maslahatların korunmasına önem vermiştir.
Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması, bunların zayi olmasına yol açacak şeylerin giderilmesi zaruridir. Bu maksatla dinin korunması için cihat emredilmiş; canın korunması için adam öldürmek ve intihar etmek; aklın korunması için uyuşturucu ve alkol kullanmak; neslin korunması için zina ve iffete iftira etmek; malın korunması için hırsızlık ve dolandırıcılık yapmak haram kılınmıştır.
2. Hâciyyât: Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması için tedbir alınması, zorluğun giderilmesi ve genişliğin temin edilmesi ile ilgili insanların muhtaç olduğu maslahatlardır. Bu maslahatlar gözetilmediğinde sıkıntıya düşülür veya zarûri maslahatların korunması tehlikeye düşer. Mesela, yolculukta tanınan ruhsatlar; selem ve ıstısna' (sipariş) akdinin geçerli olması; alkollü içkilerin üretilmesi ve satılmasının, ihtikâr kastıyla malı stoklamanın yasaklanması bu tür maslahatlardır.
3. Tahsîniyyât (kemâliyyât): Bunlar; maslahatların aslını gerçekleştirmediği gibi, onlar için tedbir mahiyetinde de değildir; ancak dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması amacına yönelik maslahatlardır. Mesela, güzel giyinmek ve ahlakî kurallara uymak, bu tür maslahatlardır.
Zarûriyyât birinci, hâciyyât ikinci, tahsîniyyât ise üçüncü mertebeyi teşkil eder. Bunlar birbirleriyle çelişirse, mertebe sırasına göre, önce gelen sonrakine tercih edilir.
9
Gıybetini yaptığımız insanlardan helallik almaya gerek yok mudur?
İmam Gazalî, soruda işaret edilen bilgilere yer verdikten sonra, Ata b. Ebî Rabah’ın gıybetin tevbesi veya kefaretiyle ilgili olarak; “Gıybet ettiğin adama gidip diyeceksin ki; dediklerimde yalan söyledim, sana zulmettim ve kötülük yaptım. İstersen hakkını alırsın, istersen affedersin.” şeklinde ortaya koyduğu görüşüne de yer vermiş ve “En sahih görüş budur.” demiştir. “Gıybet gibi ırz/şerefle ilgili olan şeyler mal gibi değil, bedeli olmaz, onların tevbesinde helallaşmak vacip değildir.” diyenlerin sözlerine itibar edilmez diyen Gazalî, delil olarak da şu “sahih” hadisi (Buharî, Mezalim,10) zikretmiştir:
“Kimin yanında kardeşinin ırzı, manevi şerefi veya malı ile ilgili -yapılan haksızlıktan doğan- bir hakkı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı, kişinin varsa sevaplarından alınıp verildiği, sevabı olmadığı takdirde ise onun günahlarından alınıp kendi günahlarına eklendiği bir gün gelmeden önce sahibinden -bugün- helallik alsın.” (bk. İhya, 3/150).
Zeynu’l-Irakî, İhya’da -Hz. Enes’in rivayeti olarak- geçen “Gıybetini yapmış olduğun kimsenin gıybetinin kefareti, onun için istiğfar edip, af talep etmendir.” mealindeki hadisin zayıf olduğunu vurgulamıştır. (bk. Tahricu Ahadisi’l-İhya-İhya ile birlikte-3/150).
Hasan-ı Basrî ve Mücahid’in sözlerini, gıybet edilen adamı görüp de helallik almanın mümkün olmadığı zamana tahsis etmek daha uygundur.
Bu sebeple, kişi gıybet etse veya isteyerek gıybeti dinlese, meclisten kalkmadan “Allah’ım, beni / bizi ve gıybet ettiğim kişiyi affet.” demek, daha sonra karşılaştığında helalliğini almak esastır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Gıybet nedir; hangi konularda gıybet haram olmaz?
10
Rüya ve anlatılmasıyla ilgili hadis hakkında.
- Hadis kaynaklarımızda geçmektedir. (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/1,11; Ebu Davud, Edeb, 96; Tirmizî, Rüya, 6; İbn Mace, Rüya, 6; Darimî, Rüya, 11)
“Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." ifadesi, bir mecaz ifadeye benziyor: “İnsanın gördüğü bir rüya tabir edilmeden bir yere karar kılmaz.” anlamına gelir. (Hattabî, Maalimu’s-sünen, İbn Mace hadisinin şerhi).
- Bir kuşun ayağına talkı olan bir şey sallandığı zaman süratle düştüğü gibi, rüya da havada muallakta duruyor, tabir edildiği zaman hızla gerçekleşiyor. (Tuhfetu’l-Ahvazî, ilgili hadisin şerhi).
- Bu hadiste asıl anlatılmak istenen şey -Allahu a’lam-, rüyayı, tabirinden anlayan ve de hasetçi olmayan kimseye tabir ettirmenin önemine işaret etmektedir. Nitekim önemli rivayetlerin sonunda yer alan, “Akıllı veya sevgili / sizi seven kimselerden başkasına rüyanızı tabir ettirmeyiniz.” mealindeki ifade bu husussa işaret etmektedir. Rüyalar, kaderin varlığının birer göstergesidir. Rüyaların tabiri kaderi değiştiremez, fakat mukadder olan şeylerin varlığına, vukuuna bir işaret olur. “Bazen insan bilmeden de olsa bir gerçeği seslendirebilir.” Buna eskimez ifadeyle “intakı bil hak” denir. İşte hadiste, tabircilerin “intakı bil hak” nevinden ileride vukua gelecek bazı şeyleri kötü olarak tabir etmesinler ki, rüya sahibini üzmesinler. Olan ne ise zaten olacaktır.
- Bir rü'ya birden fazla yorumlanabildiği takdirde, bu işten anlayan bir kimse onu nasıl yorumlarsa o şekilde gerçekleşir ve artık diğer ihtimallere göre vuku bulması beklenemez. Bu itibarla bir kimse gördüğü rüyayı râstgele kişilere veya kendisini sevmeyenlere anlatmamalıdır. Sevenlerinden birisine veya ilim ve dirayetine güvendiği, ehil ve liyakatli bir zata yorumlatmalıdır ki, iyi biçimde bir yorum alabilsin. Hadisde geçen: "Vâddin" seven demektir, "zîre'y" sözcüğü ise akıllı veya alim manasına yorumlanmıştır.
Bu konuda daha geniş bilgi almak için tıklayınız:
RÜYA.
Rüya Nedir; Rüya ile Amel Edilir mi?
11
Doğal hukuk ile insan hak ve özgürlükleri gibi kavramların İslamiyet'teki yeri ve önemi nedir?
Doğal hukuktan biz şunu anlıyoruz; Allah’ın yaratılışta insanlara bahşettiği hak-hukuktur. Hatta bu hak-hukuk geniş anlamda diğer canlılılar ve varlıklar için de söz konusudur.
Belli bir memlekette, belli bir dönemde uygulanmakta olan değil, fakat uygulanması gereken yani sosyal ihtiyaçları adalete en uygun biçimde karşılayacağı düşünülen hukuka ideal hukuk veya doğal hukuk adı verilmektedir.
Gelenek (örf ve âdet) hukuku yazılı değildir. O toplumsal vicdanda yaşar. Toplum bireyleri arasında sosyal bir davranış kuralı olarak benimsenen bir geleneğin, hukuk kuralı haline gelebilmesi için üç unsurun bir araya gelmesi gerekir. Bunlar, süreklilik, genel inanç ve devlet yaptırımı.
Her şeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek/şekil vermek, her şeyi yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adalet, bir mizan, bir ölçü ile iş görüldüğünü gösterir. Her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, yani vücudun muhtaç olduğu bütün levazımatını, bekasının/varlıkta kalması için gereken bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adalet elini gösterir.(bk. Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat).
Allah’ın kâinat çapında koyduğu hak-hukuk, adalet kavramları, Kur’an ve sünnette de söz konusu edilmiştir.
İslam kültüründe yer alan ahlakî değerlerin büyük çoğunluğu doğal ve ideal hukuk kavramı çerçevesine girmektedir. Örneğin, dürüst olmak, başkasını aldatmamak, kendisi için istediğini/sevdiğini başkası için de istemek, komşusu aç iken kendisi tok yatmamak, gerekirse başkasın kendine tercih etmek, ırkçılık yapmamak, bir ırkı diğerinden üstün tutmamak, herkesin rengine, diline, meşru olan örf-adetlerine, kültürüne saygı göstermek, fitne-fesat çıkarmamak, büyüklere karşı saygı, küçüklere sevgi göstermek, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik duygularını beslemek, gayrimüslim de olsa hiçbir vatandaşa haksızlık etmemek, eziyet vermemek, hakir görmemek… Bunların hepsi ya ayet veya hadislerde vurgulanmıştır. İslam’da kul hakkı çok önemli bir yer tutar ve bu bir nevi doğal hukuk kuralıdır. Kul hakkı genel olarak insan hakkı, Müslüman hakkı, komşu hakkı, akrabalık hakkı gibi kavramlarla iç içe girmiş bir doğal hukuk olarak kendini gösterir.
Hülasa; İslam’da dinî terbiye ile ortaya çıkmış ideal/doğal hukuk yansımaları, normatif hukuk kurlarının kat kat üzerindedir. Her iki dünyanın saadetini bir arada temin etmeyi hedefleyen İslam’da en önemli amaç olan Allah’a ve ahirete imanın gücü nispetinde toplumlarda doğal hukuk güçlü bir şekilde kendini gösterir.
Bir karıncayı ezmeyi yasaklayan bir dinde insan hak ve hukuku göz ardı edilebilir mi?
Kâinat çapında adalet ölçüsünü gösteren dengeyi kuran, karınca toplumunu emirsiz, arı cemaatini yasupsuz bırakmayan Allah, yeryüzü halifesi olarak yarattığı mükerrem insanlık cemiyetini öndersiz/peygambersiz bırakır mı? “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” diyen Hz. Peygamber (a.s.m)’in hayatı, icraatı, sünneti, getirdiği kitabı bu doğal hukukun, insan hak ve özgürlüklerinin doğal güvencesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İslam'ın insana verdiği temel haklar nelerdir?
- HAK, HAKLAR.
- Veda Hutbesi ve insan hakları.
12
Çocuklara Allah'ın isimlerinden olan "Halık" isminin konulması caiz mi?
- Bir kimseye "Halık" isminin verilmesi uygun değildir. Çünkü yaratıcı tabirinin insanlar için kullanılması şirk kokusunu veriyor.
Eğer "Halık" kelimesini Türkçe olarak kullanırsanız, latin herfleri arasında “Hı-kaf” harfi olmadığından, bu isim "helak olan" kimse anlamına da gelebilir.
- "Abd" kelimesi Arapça’da erkekler için kullanılan kelimedir. Kadınlar için "cariye" kelimesi kullanılır. Bu sebeple kadın ismi “abd” ile başlamaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Çocuklara isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?
13
Birden çok evlilik mutlaka gerekli miydi?
“İlla ki evlilik şart mı idi?” şeklindeki sorunuza cevabımız: “Öyle bir şart, bir gereklilik yoktur. İslam’da bu evlilik, -ağır şartlara bağlanmış- sadece bir ruhsattır, izindir.”
“Diğer kadınlar düşünülürken beriki düşünülmüyor mu?” sorunuza karşılık deriz ki; şunu unutmamak gerekir ki, her şeyin dört dörtlük olacak şekilde bir düzenin varlığı, âdeta imkân haricindedir. Çünkü imtihanın gereği olarak, zıtlar karışmış, karanlıkla nur içi içe girmiş, yararlarla zararlar aynı dükkanda yer almış bir hayat söz konusudur. Onun için, her iyiliğin bazı kötü yan etkileri olabilir. İki zararlı şeyden birinin tercih edilmesi gerekirse, zararı az olanın tercih edilmesi, ehvenişer olarak bir adalet-i izafiyedir. Bir kadının tamamen mahvolması mı daha kötü, yoksa bir kumaya katlanmak mı daha zordur?
İnsanlık tarihi boyunca, çok evlilik -bazı pürüzleri olmuşsa da- normal bir yaşam biçimi olarak devam ede gelmiştir. İslam dini geldiğinde, bu sınırsız evlilik işini dörtle sınırlandırmıştır. Yani kadınların kumaya karşı bugünkü gibi öyle fazla alerjileri falan yoktu. Erkeklerin kadınlara karşı kıskançlık duygularının kadınlardan kat kat fazla olması, birden çok kadının bir erkekle ortak bir hayat sürdürebileceklerine dair fıtratın bir işaretidir.
Bu asırda, Avrupa medeniyeti çok evliliğin karşısında tam siper alırken, sayısız genel evler açmakta bir sakınca görmemiş, hatta açmaya mecbur olmuştur, diğer bir ifadeyle,
Şu Avrupa mimsiz medeniyeti, meşru dairede resmi olarak “tek kocalı çok karılı” bir yaşam tarzını yasaklarken, -gayrimeşru dairede- resmi olarak “tek karılı çok kocalı” bir hayat modelini reva görmüştür. Genel evler, bunun canlı şahididir. Bu mudur kadınlara saygı? Bu mudur kadınlara vad edilen huzur? Bu mudur kadınları onurlandırma? Bu mudur kadınları tasadan, kederden kurtarma formülü?
Kur’an’ın ifadesi çok açıktır: “Eğer eşler arasında âdil davranamama endişeniz varsa, mutlaka bir tek eş alın.” Ve Allah’tan daha âdil, daha merhametli, daha hikmetli, daha bilen kim olabilir ki!.. Hasılıkelam, imanında samimi olan her mümin, her konuda doğruyu anlamaya, işin hikmetini kavramaya çalışmalı, ama aynı zamanda -hikmetini bilmediği konularda bile- Allah’a dayanıp güvenmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Gizli nikâhla yapılan çok evlilik caiz mi?
- Birden çok evliliğin şartları nelerdir?
- Bir kadının birden çok erkekle evlenmesi iddası.
14
İsrailliler Mısır'dan çıkarken, Allah yardım etmiş midir?
Bildiğimiz kadarıyla, İsrailoğulları Mısır’dan çıkarken, Allah’ın onlara gecede ateş ile yardım ettiğine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Aşağıdaki ayetlerde onlara bulutla yardım edildiği ifade edilmektedir. Bu yardım, İslam alimlerine göre, Mısır’dan çıkış sırasında değil, Tih çölünde kaldıkları süre içinde olmuştur.(İbn Kesir, Beyzavî, ilgili ayetin tefsiri).
"(Ey İsrailoğulları! Siz;) Bir zaman: ‘Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!’ dediniz. Bunun üzerine derhal sizi yıldırım çarptı, siz de bakakaldınız. Siz bir müddet ölü vaziyette kaldıktan sonra, şükredesiniz diye sizi dirilttik."
"Üzerinize bulutları gölge yaptık. Size kısmet ettiğimiz helal hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Fakat nankörlük etmekle onlar bize değil, kendilerine yazık ediyorlardı." (bk. Bakara, 2/55-57).
Fakat, Kitab-ı mukaddeste hem buluta hem de ateş olayına yer verilmiştir:
“Gece gündüz ilerlemeleri için, RAB gündüzün bir bulut sütunu içinde yol göstererek, geceleyin bir ateş sütunu içinde ışık vererek onlara öncülük ediyordu. Gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu halkın önünden eksik olmadı.” (Kitab-ı Mukaddes, Çıkış; 13/21-22; 16/13-15).
15
İslam hukukunda, insanın evine izinsiz giren birisini ya da hırsızı öldürmesi caiz midir?
Bir kimsenin canını, malını veya namusunu kastederek tecavüze yeltenen (sâil) kimseye karşı tecavüze uğrayanın müdâfaa ve tecavüzü önleme hakkı vardır. Her çareye başvurarak ve başka çare yoksa, mütecavizi öldürerek bu hakkını kullanabilir. Çünkü tecavüze uğrayan meşrû müdâfaa hakkını kullanmaktadır, bu hal zarûret halidir, amme otoritesiyle değil, kendi gücüyle tecavüzü önlemek mecburiyetindedir. İbn Kudâme, sahibini öldürmek üzere bir eve giren kimseden bahsederken şöyle diyor:
"Öldürmeden başka önleme çaresi yoksa veya öldürmediği takdirde onun kendisini öldüreceğinden korkuyorsa, öldürecek veya bir uzvunu koparacak darbeyi vurabilir. Sakatlama ve öldürmeden dolayı diyet de gerekmez; çünkü -isyan edenlere karşı yapıldığı gibi- şerrini ve kötülüğünü önlemek için yapmıştır; mütecaviz ev sahibini, öldürmek zarûretiyle karşı karşıya getirmiştir ki bu kendi kendini öldürmek demektir... Bir kimsenin canına veya malına saldıran herkes için hüküm aynıdır..."1
Meşrû Müdâfaanın Şartları:
Öldürme pahasına da olsa tecavüzü önlemeyi mübâh kılan meşrû müdâfaa durumunun meydana gelebilmesi için bazı şartlar vardır:
a) Can, mal veya namusa tecavüz bulunacak,
b) Tecavüze uğrayan devlet ve emniyet kuvvetlerine sığınma imkânı bulamamış olacak,
c) Bu tecavüzü önleyebilmek için başka bir çare bulunmayacak.2
Fiil halinde tecavüzün gerçekleşmesi şart olmayıp, mütecavizin davranışlarından bunun anlaşılması kâfidir.3
Meşrû Müdâfaa Hakkının Hukuki Mesnedi:
İslâm hukuku kişinin canına, malına ve namusuna dokunulmazlık tanımış, bunlara saygı gösterilmesini istemiştir. Hz. Peygamber (sav) bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:
"Müslümanın her şeyi diğer Müslümana haramdır; kanı, namusu, malı. Bunun içindir ki Müslüman İslam Hukuku'nun himayesi altındadır; bu hususta zimmî (gayri müslim vatandaş) da Müslüman gibidir."
Hz. Ali'nin: "Onlar, malları bizim malımız gibi, canları da bizim canımız gibi olsun diye zimmet akdini yapmışlardır." sözü bunu ifade etmekdedir.4
İslâm Hukuku insanın canını, malını ve namusunu himaye ettiği, onlara dokunulamayacağını ilân ettiği için tâbilerine, başkalarına tecavüz etmeme vecîbesini yüklemiştir; bu vecîbeyi ihlâl eden kimse cezalandırılmayı hakeder.
Hakkı korumak, onlara yapılacak tecavüzü önlemek devletin vazifesidir, bu vazifeyi onun ifâ etmesi esastır; fakat zarûret halinde, tecavüze uğrayanın devlet kuvvetlerine sığınma imkânına mâlik olmadığı hallerde İslâm hukuku, tecavüze uğrayan kimseye, öldürme pahasına da olsa kendini koruma izni vermiştir. Şu hadîs mezkûr hükme delâlet etmektedir: Ya'lâ b. Ümeyye bir adamla kavga etti, biri diğerinin elini ısırdı, ısırılan elini çekince ısıranın ön dişi düştü, Rasûlullâh'a (sav) başvurarak dâva açtılar, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Azgın hayvan gibi ısırıyor musunuz? Buna tazminat yoktur!"5
Yine Rasûlullâh'tan (sav) rivâyet eden bir hadîste şöyle buyrulmuştur:
"Hayatı uğrunda öldürülen şehiddir; ailesi uğrunda öldürülen şehiddir; malı uğrunda öldürülen şehiddir."6
Müslüman ancak kavgasında haklı ise öldürüldüğünde şehid olur. Bütün bunların mânâsı şudur: İslâm Hukuku tecavüze veya tecavüz teşebbüsüne marûz kalan kimseye meşrû müdafâa hakkı vermiştir.
Başkası Namına Meşrû Müdâfaa ve Bunun Dayanağı:
Yukarıda açıkladığımız mânâda meşrû müdâfaa hakkı yalnızca kişinin bizzat uğradığı tecavüze mahsus olmayıp başkalarına da şâmildir; yani bir kimse başkasının can, mal ve namusuna yönelmiş tecavüzü de önleyebilir ve bunun için meşrû müdâfaa hakkını kullanabilir. el-Muğnî'de şu cümleye yer vermiştir:
"Bir kimsenin mal veya canına yahut da bir kadının namusuna tecavüze yeltenen kimseyi defetme ve tecavüzünü önleme mevzûunda başkaları da mağdura yardım edebilir."7
Remlî'nin Nihâyetü'l-Muhtaç isimli eserinde de şu ibâre vardır:
"Kendisi için bir tehlike bahis mevzûu olmadığı zaman, başkalarına vaki tecavüzü önlemenin caiz veya farz olması hükmünde kişi, tacavüz kendisine vaki olmuş gibidir."8
Başkası adına meşrû müdâfaa hakkı meşrûiyetini iki noktadan alır:
a) Fertler münkeri (meşrû olmayan davranışları) önlemekle mükellef kılınmışlardır. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurur:
"Kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmeyen diliyle; buna da gücü yetmeyen kalbi ile; bu ise en zayıf imanlının yapması gerekendir."
Şüphesiz bir kimseye tecavüz, önlenmesi gereken münker, gayr-i meşrû ve çirkin bir davranıştır.
b) Zulüm ve haksızlığa uğramış kimseye yardım etmek farzdır. "Kardeşine zalim de olsa mazlûm da olsa yardım et." buyurulmuştur. "Mazlûma (haksızlığa uğramış kimseye) yardım ederiz; fakat zâlime nasıl yardım edebiliriz?" sorusuna da: "Onu zulümden alıkorsunuz, zulmüne mâni olursunuz." cevabı verilmiştir. Şu halde mazlûma yardım, onun tarafını tutmak ve zarar görmesini önlemektir. Zâlime yardım ise haksızlık etmesi, dolayısıyla da hatâ ve günaha düşmesine mâni olmaktır; şüphe yoktur ki onu günahtan kurtarmak yardımların en büyüğüdür.
Hak mıdır, Vazife midir?
Meşrû müdâfaa meşrû olunca acaba bu meşrûiyetin hükmü nedir; hak mıdır, vazife midir? Yani tecavüze uğrayan kimse saldıranı öldürmek pahasına da olsa imkânlarını kullanarak tecavüzü defetme veya ölümüne mâlolsa bile müdafaaya teşebbüs etmeme şıklarından birini seçme hakkına mı sahiptir; yoksa iki taraftan birinin ölümüne mal olsa bile tecavüzü menetmeye çalışmak mecburiyetinde midir? Mesele üzerinde fukahânın ihtilâf ve çeşitli açıklamaları vardır; aşağıdaki pargaraflarda bunları özetleyeceğiz.
Hayatı Korumak İçin:
Hayatı korumak için meşrû müdâfaa konusunda fukahânın iki görüşü vardı; bu hususu İbn Teymiyye şöyle ifade etmiştir:
"Bilindiği üzere bir kimsenin hayatına yönelen tecavüzü defetmesi caizdir, bu sünnet ve icmâ ile sabittir. 'Kavga ederek önlemesi farz mıdır?' konusunda iki görüş ileri sürmüşlerdir; Ahmed b. Hanbel'den de her iki görüş nakledilmiştir."9
Ancak yine Hanbelî fıkıh bilginlerinden İbn Kudame bu mesele hakkında, Hanbelî mezhebine ait tek görüş zikretmiştir ki bu da "farz olmadığı"dır; herhalde kendisi bu görüşü tercih etmiş olacaktır. Şöyle diyor:
"Bir kimsenin canı veya malı kastedildiğinde bizzat müdâfaa etmesi farz değildir." Sonra bir itiraz ileri sürerek: "Denirse ki: Açlık zarûretine düşmüş kimse, bu zarûreti giderecek bir şey bulursa onu yemesi -iki görüşten birine göre- farzdır dediniz, burada aynı hükmü niçin benimsemiyorsunuz?" Buna şu cevabı veririz, diyor: "Çünkü onu yediği zaman başkasının canına kıymadan kendi hayatını devam ettirmektedir; burada ise kendini yaşatmak için başkasını öldürmesi gerekiyor, işte bunun için müdâfaa farz değildir."10
Remlî'nin zikrettiğine göre Şâfiî mezhebinde de bir Müslümanı öldürmek üzere saldıran kimseye karşı saldırıya uğrayanın müdâfaa etmesi farz değildir; hatta teslim olması sünnettir.11
Hanefî mezhebinde İmam Cessâs saldıranı öldürmeye mal olsa bile müdâfanın farz olduğunu ileri sürmüş ve mezhebine ait başka bir görüş zikretmemiştir. Cessâs bu görüşünü şöyle ta'lîl etmiştir. Saldıran "bâğî"dir; Allah Teâla bâğîler ile savaşmayı emretmiştir. Merhum şöyle diyor:
"Bir kimsenin öldürmek üzere saldırdığı şahıs imkân bulursa saldıranı öldürmek mecburiyetindedir; imkân bulduğu halde öldürmemesi caiz değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Eğer mü'minlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa (bağiy), saldıranlara karşı -Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar- savaşınız..." (Hucurât: 49/9)
Bu âyette Allah Teâlâ saldıranlara (bâğilere) karşı savaşı emretmiştir; haksız olarak bir kimseyi öldürmeyi kastetmekten daha büyük bağiy olmaz."12
Büyük fıkıh bilgini el-Cessâs'ın görüşü en kuvvetli görüştür. Onun zikrettiğine ilâve olarak mezkûr görüşün başka mesnedleri de vardır: İslâm haksız olarak kan dökmeyi yasaklamıştır; çünkü bu zulümdür ve yeryüzünü fesada vermektir. Allah Teâlâ bize zulüm ve fesadı kaldırmayı emrediyor. Tecavüze uğrayan kimsenin buna teslimiyet göstermesi zulme teslim olmak ve onu önlemek demektir ki bu caiz olamaz. Kezâ insanın hayatı kendi mülkü değildir, haksız olarak ona saldıran kimseye teslim olarak -def'i gücü olduğu halde- hayatını tehlikeye atmaya hakkı yoktur.13
Namusu Korumak İçin:
Namusa saldıran kimseyi ölüm pahasına da olsa önlemek farzdır. Bir erkek bir kadına tecavüz etmek istese kadın da onu öldürmekten başka bir çare ile kurtulma imkânı bulamasa -gücü yettiği takdirde- saldıranı öldürmesi farzdır. Çünkü saldıranın arzusunu yerine getirmesine imkân vermek haramdır, müdâfaayı terketmek ise "imkân vermek" demektir ve caiz değildir. Aynı şekilde bir kadına tecavüze yeltenen kimseyi gören bir başka kimseye de -başka çare yoksa- mütecavizi öldürmek farzdır.14
İbn Teymiyye'ye göre karısına tecavüz etmek isteyen kimseyi koca, başka bir yolla defetme imkânı bulunsa bile öldürebilir. Merhum şöyle diyor:
"...bunun içindir ki koca, karısına tecavüz etmek isteyen kimseyi -tecavüzü önleme maksadıyla- öldürebilir. Başka çare olmadığı takdirde öldürebileceği ittifakla sabittir. Başka çare bulunduğu takdirde dahi öldürebileceği ise kuvvetli olan görüştür."15*
Malı Korumak İçin:
Mala karşı tecavüzü önlemek farz olmayıp haktır. Malı tecavüze uğrayan kimsenin mütecavizi kendi haline bırakması veya kavga etmeyerek istediği malı vermesi caizdir.16 Aynı şekilde sonu öldürmeye de varsa meşrû müdâfaa hakkını kullanması da caizdir.17 İbn Ömer'den (ra) rivâyet edildiğine göre evine bir hırsız girmiş, o da kılıcı çekerek hırsızın üzerine yürümüştür. Eğer kendisine mani olmasalardı hırsıza kılıcı vuracaktı.18
Benim tercih ettiğim görüş tecavüze uğrayanın imkân bulduğu takdirde mala karşı tecavüzü -öldürmek pahasına da olsa- önlemesinin farz (vazife) olduğudur. Çünkü bu tecavüz de zulümdür, haksız saldırıdır, nizamı bozmaktır; İslâm Dini bunların izâle edilmesini emretmektedir. "Saldıranın veya saldırıya uğrayanın canı maldan kıymetlidir." denemez; çünkü biz buna şu cevabı veririz: Saldıran sadece başkasının hakkı olan mala değil, Allah'ın saygı gösterilmesini, korunmasını ve Müslümanların beklemesini emrettiği dinin sınırlarına da tecavüz etmektedir. Bu tecavüz yalnızca halkı korkuya düşürmek ve emniyeti ihlâl etmekle kalmıyor, aynı zamanda Allah'ın insanlara vazife kıldığı "halkın malını koruma" vazifesini de ihlâl ediyor. Meşrû müdâfaa esnasında bu hakkı kullanan kimsenin ölmesine gelince bu yolda ölen şehiddir ve Allah nezdinde şehidlikten üstün bir derece yoktur.
Meşrû Müdafaa Zarûret Ölçüsüyle Sınırlıdır:
Mütecavize karşı müdâfaadan maksat onun tecavüz ve kötülüğünü önlemektir; onu cezalandırmak değildir; çünkü tecavüze uğrayanı bu hakkı kullanmaya ve kendini bizzat müdâfaa etmeye mecbur eden mütecavizdir. Tecavüze uğrayanın da en hafiften ağıra doğru bir yol takip ederek meşrû müdâfaa hakkını kullanması gerekir. Aksi halde meşrû müdâfaanın zarûrî kılmadığı fiilerden mes'ul olur. Çünkü bizzat kendini koruması zarûret sebebiyle caiz kılınmıştır; zarûretler ise ölçülerini aşamaz. Daha hafif bir davranışla maksat hasıl oluyorsa, daha ağırını kullanmakta zarûret yoktur. Buna göre mümkün ise önce sözle ve başkalarını yardıma çağırarak kendini korur, bu olmazsa vurmaya geçer, vurarak defetmek mümkün ise yaralaması caiz olmaz ve yaraladığı takdirde mes'ul olur. Vurmakla maksat hasıl olmuyorsa yaralar, fakat öldüremez, zarûret bulunmadığı halde öldürürse mes'ul olur. Öldürmekten başka çare yoksa öldürür ve mes'ul olmaz. Eğer saldırıya uğrayan ölürse şehid olur.19
Ancak, saldırıya uğrayan mezkûr sırayı takip edememe durum ve zarûretinde olur, meselâ korkuttuğu veya başkalarını yardıma çağırdığı takdirde mütecavizin elini çabuk tutarak kendini öldüreceğinden korkarsa, duruma göre yaralaması ve öldürmesi caizdir; bunda mes'uliyet yoktur. Serâhsî, el-Mebsût'unda, saldırıya uğrayanın tedrice ve sıra takibine riâyet etmemesinin bu durumda caiz oluşunu şu esasa bağlıyor: "Gerçek durumun bilinmesine imkân bulunmayan yerlerde kuvvetli zan gerçeğin yerine geçer."20
Bir de "Kaçmak tecavüzden kurtulmayı temin ettiği takdirde, tecavüze uğrayan kimsenin kaçması gerekli midir?" meselesi vardır. Şâfiîler gibi bazılarına göre kaçması gerekir; çünkü böylece başkasına zarar vermeden kendini kurtarabilmektedir ve açlık halinde murdar hayvan yemek kabilinden bu da gereklidir. Bazılarına göre de kaçmak (farz) değil, caizdir. Çünkü bu bir meşrû müdâfaadır, farz olamaz. Hanbelîlerin iki görüşünden birisi bu merkezdedir.21
Saldırana karşı müdâfaadan maksat tecavüzü önlemek olduğundan mütecaviz kaçtığı takdirde onu takip etmek, peşine düşmek caiz değildir. Çünkü kaçmasıyla tecavüz de durmuş, maksat hasıl olmuştur. Fakat mütecaviz bir miktar mal alarak kaçarsa onun peşine düşmek ve gerekli kuvveti kullanarak malı geri almak caizdir.
Meşrû Müdâfaa Halinde Cezâî ve Hukukî Mes'uliyet:
Sınır ve prensiblerine uyularak kullanılan meşrû müdâfaa hakkı veya vazifesi onu kullanan için hiçbir cezâî mes'uliyeti gerektirmez. Çünkü yaptığı mübâh ve serbest olan bir fiildir, suç vasfı taşımaz, böyle bir fiil işleyene de ceza verilemez.22
Hukukî mes'uliyete gelince: Tecavüze uğrayan kimse, İslâm Hukuku'nun iznine dayanarak hakkını veya vazifesini kullandığına göre, bu nevi'den bir mes'uliyet gerekmez; bu cumhûrun (ekseriyetin) görüşüdür. İmam Âzâm'a göre saldıran çocuk veya akıl hastası ise, saldırıya uğrayan meydana getirdiği zarar ve sakatlanmayı tazminat ödeyerek karşılar. İmam'ın delili şudur: Böyle kimselerin fiileri de suç vasfı taşımaz; dolayısıyla fiil suç sayılmaz, bunlara karşı meşrû müdâfaa zarûrî olarak caiz olmuştur, şu halde saldırıya uğrayanın meydana getirdiği zarar için gerekli olan tazminatı düşürmez.23
Dipnotlar:
1. el-Muğnî, c. VIII, s. 330.
2. el-Muğnî, c. VIII, s. 330; Abdulkadir Udeh, et-Teşri'u'l-cinâî el-İslâmî, c. I, s. 478 vd.
3. Türk Ceza Kanunu 49. maddenin ikinci bendinde "meşrû müdafaa" halini tanzim etmiştir. Mezkûr madde, meşrû müdafaa mazeretinin kabûlü için şu şartları tespit etmektedir: a) Taarruz ve tecavüz haksız olacak, b) Müdafaa bahis mevzuu olacak, c) Zaman ve şiddet bakımlarından taarruz ile müdafaa arasında irtibat ve nisbet bulunacak. d) Taarruz cana veya namusa yönelmiş olacak. Mala yapılan taarruzun meşrû müdafaa hakkı doğurup doğurmadığı doktrinde tartışılmıştır. (H.K.)
4. el-Muğnî, c. VIII, s. 445; Kâsânî, el-Bedâyî, c. VII, s. 111; ed-Durru'l-muhtâr, c. I, s. 312.
5. Müslim, Sahih, c. I, s. 312.
6. İmam Ahmed rivâyet etmiştir; bkz. Câmi'u's-sâğir, c. II, s. 544.
7. el-Muğnî, c. VIII, s. 332.
8. Remlî, Nihâyet'l-muhtâc, c. VIII, s. 23.
9. İbn Teymiyye, Fetâvâ, c. IV, s. 559.
10. el-Muğnî, c. VIII, s. 331.
11. Nihâyetü'l-muhtâc, c. VIII, s. 23.
12. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. II, s. 401.
13. Irak Ceza kanunu meşrû müdafaa hakkını vazife değil, hak olarak telâkki ettiği için gerekli görmemiş, mağdurun, iradesine terketmiştir. (mad. 43).
14. el-Muğnî, c. VIII, s. 331; Nihâyetü'l-muhtâc, c. VIII, s. 22. Kadının namusuna tecavüzü öldürme pahasına da olsa önlemesi farz olduğu gibi, livâta yapmak isteyeni de aynı şekilde engellemek farzdır, çünkü livâta(homoseksüellik) ulemanın haram olduğunda ittifak ettikleri çirkin bir fiildir. Cumhûra göre bunu yapan bekâr olsun, evli olsun recmedilerek öldürülür. Hadis-i Şerif'te "Lût kavminin yaptığını yapanları bulunca faili de mef'ulü de öldürün" buyurulmuştur. el-Muğnî, c. VII, s. 187.
15. İbn Teymiyye, Mecmû'atü'l-fetâvâ, c. XV, s. 122.
* T.C.K. Madde: 43. fıkra: 2.
16. İbn Teymiyye, age., c. II, s. 202.
17. İbn Teymiyye, İhtiyârât, s. 91; el-Muğnî, c. VIII, s. 329.
19. el-Umm, c. VI, s. 31; el-Muğnî, c. VIII, s. 328; Fetâvâ, c. IV, s. 222; Nihâyetü'l-muhtâc, c. VIII, s. 24.
20. el-Mebsût, c. XXIV, s. 50.
21. el-Muğnî, c. VII, s. 331; Nihâyetü'l-muhtâc, c. VIII, s. 25.
22. Irak Ceza Kanunu (madde: 42) aynı görüşü benimsemiştir.
23. el-Muğnî, c. VIII, s. 328-330; Abdulkadir Udeh, et-Teşri'u'l-cinâî, c. s. 480,
(bk. Hayrettin Karaman, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, 2. Cilt, İslâm Hukukunda Zarûret Hali Bölümü.)
16
Timur’un mezarını açan lanetlenir mi?
- Önce bu söylenen hikayenin doğruluğunu tespit edemedik.
Aksine aşağıdaki şu bilgi, bu hikayenin doğru olmadığını göstermektedir.
“Timur, Şehr-i Sebz’de yazlık sarayı yakınlarında, genç yaşta ölen iki oğlu, Cihangir ve Ömer Şah için Mozeleum Kompleksi inşa ettirmişti. Bu kompleks içinde kendisi için de bir mezar odası inşa ettirdiği bilinmekle birlikte, bu konuda başka herhangi bir bilgi bulunmamaktaydı. Ta ki 1960 yılında küçük bir kız çocuğu Timurlu Mozelesi Kompleksi yakınlarda oynarken, üzerine bastığı yerin çöküp açılan çukura düşmesine kadar. Çocuk kurtarıldı ve aynı zamanda sadece varlığı bilinen Timur’un Mezar odası bulunmuş oldu.”
- Timur bir Müslümandır. Fakat büyük bir veli olarak bilinmemektedir. Bu sebeple Timur’un kabrini protesto edenlerin varlığı da kuşkuludur.
- Şayet öyle bir olay olmuş olsa bile, bunun savaşın bir sebebi olduğunu ilmen söyleyecek durumda değiliz. Bir tesadüf olabilir. Halk arasında bu gibi olayların merkezine konulan “Lanet” esprisinin dinde bir yeri yoktur.
- Bu gibi hikâyeler halkın hamasetinden doğmuş olabilir. İnternette yer alan aşağıdaki ifadeler bu hamaseti destekler mahiyettedir:
“...Hatta bu durum (Timur’un mezardan çıkarılması) yüzünden özbek Halkı bu durumun Rusya’ya uğursuzluk getirdiğine ve 1941'de başlayan Almanya'nın Rusya'yı işgal etmesinin altında Rusların Timur'un cesedini yerinden çıkarmış olduklarına inanıyorlardı. Sonra tarihin bir cilvesidir ki Timur'un cesedi yerine konulunca Rusya Almanlar üzerinde üstünlük kazanmaya başlamıştır.. Ve en sonunda da Almanya yenilmiştir!..”
17
İnsanların fıtri yetenekleri nasıl keşfedilebilir ve çocukları nasıl yönlendirmeliyiz?
Evvela bu mesele, uzmanlık işidir. Bu konuda hususi eğitim görmüş kimselerden yararlanmak gerekir. Bununla beraber, anne-baba kendi ferasetleri doğrultusunda bir kanaate varıp, çocuğu ona göre yönlendirebilirler. Mesela, ilkokuldaki bir çocuğun sosyal veya fen bilimlerine olan temayüllerini -bazı testler yaparak- gözlemlemek mümkündür. Ayrıca, bir insanın kabiliyetinin olduğu bir alanda pek çok ilim dalları olabilir. Onlardan bazılarını veya birini seçmek ve çocuğu ona yönlendirmek de mümkündür.
Çocuğu en çok gözlemleyen anne baba olduğu için, çocuğun yeteneklerini uzman kişilerle paylaşarak bir yönlendirme yapılması uygun olacaktır.
Şüphesiz bu yönlendirmeyi yaparken, öteki dünyayı da göz önünde bulundurmak gerekir. Demek ki sadece dünyevi kabiliyetleri değil, uhrevi kabiliyetleri de inkişaf ettirmek biraz da insanların elindedir. İnsan tamamen bir robot değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri bu konuya ışık tuttuğunu düşünüyoruz.
“Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun.' diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, 'Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?' diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.”(Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.)
18
Irkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Türkiye topraklarında yaşayanlara genel olarak Türk denilmektedir; bu doğru mudur?
Sizinde belirttiğiniz gibi, ortak kimlik olarak "Türk" adı kullanılmaktadır. Osmanlılar zamanındada İslâm devletinde yaşayanlar "Osmanlı" olarak adlandırılıyordu.
Burada herhangi bir zulmetme söz konusu değildir. Çünkü Türkiye'de Türk, Laz, Çerkez, Kürt,.. unsurların hepsi aynı haklara sahiptir. İslâm ülkesinde dahilde Müslümanlara karşı silah çekip savaşmak caiz olmaz. İslâm'da ırkçılığın yeri yoktur.
İslâm dini ırkçılık, bölgecilik ve renk gibi mefhumlara yer vermemiştir. Sadece imân ve güzel amele ehemmiyet vermiştir. Bir kimsenin itikadı sağlam ve ameli iyi olursa, Allah'ın nezdinde büyük değeri vardır. İmânı ve iyi ameli olmazsa; ırk ve rengi ne olursa olsun, kıyafeti ne kadar düzgün olursa olsun değersizdir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah'ın nezdinde en değerliniz Allah'tan en fazla korkanınızdır." (1).
Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyuruyor:
"Allah şekillerinize bakmaz. Ama kalb ve amellerinize bakar."
İslâm dini ırka, renge bakmaz. Çünkü bütün insanların aslı bir olup Hz. Âdem (as)'den türemiştir. Ve esâs itibariyle topraktan neş'et edip tekrar ona döneceklerdir. Bunun için İslâm dini ırk ve renk gibi mefhumları değer terazisine koyup tartmaz ve nazarı itibare almaz. Geçmişte nice insan; ırk ve renkleriyle böbürlenip gurur duydukları halde, bugün kimse onları nazarı itibare almaz, unutulup gitmişlerdir. Çünkü imân ve irfan gibi meziyetleri yoktu.
Nice insan da vardır ki, ırk ve rengine bakılmadan beynelmilel olabilmiş ve dillerden düşmemiş ve düşmemektedir. Çünkü kendilerini yükselten imân ve irfanlarıdır. Bu bakımdan ırk, renk ve bölgeden söz etmek cehalettir. İnsanın hüviyetini bilmemekten ileri gelmektedir. Renkleri veren, insanları çeşitli ırklara ayıran Allah Teâlâ'dır. İnsanın bu hususta hiçbir rolü yoktur. Bunun için hiçbir kimse -mesela Türk veya Arap veya rengi beyaz olduğu için- üstünlük iddiasında bulunamaz. Bulunsa da manasızdır. Irk ve rengini çalışmakla elde etmemiştir. Bunları çalışmak neticesinde elde etmiş olsaydı, belki bir yönden üstünlük iddiasında bulunması yerinde olurdu. Fakat iradesi dışında zâtı ve sıfatları yaratıldığına göre, onlardan söz etmemesi lazımdır.
Peygamber (asm) bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Hepiniz Âdem'den, Âdem de topraktandır. Arab'ın Arap olmayana, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir."
Bir gün Abûzer Gifârî (ra) Bilâl'e (ra),
"Ey siyahın oğlu!.." deyip ayıpladı. Bunu duyan Peygamber Efendimiz (asm):
"Ölçek olup taştı (yani iş haddini aştı). Beyazın oğlunun siyahın oğlundan üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." buyurdu.
İslâm dini bu menfi mefhumları yok etmek için beşeriyete çok seslendi ve çok şeyler söyledi. Biz burada bunlardan dört tanesini nakletmek istiyoruz:
l. "Ey insanlar, sizi bir tek insandan yaratan Rabb'inizden korkunuz." (2).
2. "Ey insanlar ben hepinize gönderilmiş Allah'ın Resulüyüm." (3).
3. "İnsanın çalıştığından başka bir şeyi yoktur." (4).
4. "Allah'ın nezdinde en değerliniz en fazla sakınanınızdır." (5)
Bütün bu âyetler insanların aslının bir olduğunu, aralarında fark olmadığını, ırk, renk, dil ve bölgenin insanın hüviyetini değiştirmediğini ifâde ediyorlar. Çünkü birinci âyet bütün insanların aslı bir olup bir tek babadan geldiklerini, ikinci âyet bütün insanların bir ümmet olduğunu ve İslâm dininin hepsi için gönderildiğini, üçüncü âyet, mükâfat ve cezaların ölçüsünün ırk, renk ve bölge değil âmel olduğunu; dördüncü âyet, şeref ve faziletin biricik ölçüsünün güzel âmel olduğunu ifâde ediyorlar.
İnsan, kendi akraba, aşiret ve milletini sevebilir ve sevmelidir. Ancak haksızlık hususunda onlara yardım edemez.
Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz (asm)'e:
"Kişinin kavmini sevmesi ırkçılık sayılır mı?" diye sorunca, Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu:
"Kişinin kavmini sevmesi ırkçılık sayılmaz. Zulüm ve haksızlık hususunda kavmine yardım etmesi ırkçılıktır."
Dipnotlar:
1. al-Hucurât. âyet: 13.
2. Nisa', âyet: l.
3. el-Araf: 158.
4. en-Necm, âyet: 39.
5. Hucûrât, âyet: 13.
(bk. Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II/307)
19
Habil, kardeşi Kabil’in cehennemde yanmasını nasıl ister?
- Kur’an’da, Kur'an "ayetleri açıklanmış kitap" (Hud, 11/1) olarak vasıflandırılmıştır. Ancak bu, onun herkes tarafından bilinebileceğini değil, konuların Allah tarafından gerçeğe uygun olarak açıklandığını ifade etmektedir.
Meşhur bir tâbirle ve daha doğru varyantıyla: "Hem Arapça hem de Rabça" olan Kur'an’ın ayetlerinin açıklığı da Rabçadır. Eğer öyle olmasaydı, Arapçayı bilen herkesin birer allame; birer Zemahşerî, Sekkâkî, Fahreddin Râzî, Kadı Beydâvî vs. olması gerekirdi.
"Şüphesiz, biz onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik." (A'râf, 7/52)
mealindeki ayette geçtiği üzere, Kur'an'daki bu "açıklama / açık-seçiklik" işi, ilmî kurallara bağlı olarak yapılmıştır. Onların bilinmesi ise ilmî birikimlere muhtaçtır. Kıyamete kadar gelen bütün insanlara hitap eden Kur’an’a, her çağda yeni bir takım yorumların getirilmesi, farklı bilgi birikiminin bir yansımasıdır.
- Kur’an sadece bizim gibi basit fikirli, bilgisi çok az olan insanlara değil, aynı zamanda başta ilk muhatap Hz. Peygamber (asm) olmak üzere en zeki ve en bilgili olan sahabe ve İslam alimlerine de hitap ediyor. Bu sebeple, kullandığı ifadelerin bir kısmını herkes anlamayabilir. Herkes, herhangi bir ilim dalındaki her meseleyi bilmediği ortada iken, Kur’an gibi her şeyin bilgisini ihtiva eden bir kitabın her konusunu kavrayamaması son derece normaldir.
Burada sözü fazla uzatmadan Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an’ın bu özelliğiyle ilgili şu ifadelerini görmekte büyük fayda olduğunu düşünüyoruz:
“Evet Kur'an'ın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî'nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev'-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın (Hz. Peygamberin) geniş makamından, hem umum nev'-i beniâdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs'atli makamından, hem dünya ve âhiretin ve arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat'ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ve ihatalı beyanatının geniş makamından aldığı vüs'at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i'caz ve şümul gösterir ki; ders-i Kur'an'ın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.” (Sözler, s. 451-452)
Bunun özeti şudur: Kur’an, bütün kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olan Allah’ın kelamıdır. Kâinatta cari olan bütün ilahi kanunların hakikatlerinden bahseden bir kitaptır. Bütün insanların, cin ve meleklerin, hatta bütün kâinatın bir nevi temsilci hükmünde olan Hz. Muhammed (asm)’in bu geniş temsil kabiliyetine bir hitaptır. Bütün insanların dünya ve ahiret hayatındaki en mutlu rotalarını çizen ve onları bu rotada durdurmak için irşat eden mürşit bir kitaptır… Bu yönüyle Kur’an’ın ifadeleri çok geniş, sözcükleri çok manalı, manaları çok kapsamlıdır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’ı bir ilkokul kitabı kadar açık olmasını beklemek yerden göğe haksızlıktır.
- Asıl sorumuza gelince;
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onların her ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine: 'Seni öldüreceğim' dedi. O da: ‘Allah, ancak (kurbanı) müttakilerden (Allah’a karşı gelmekten sakınan kimselerden) kabul eder.’ dedi. (Ve devam etti:) 'Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben isterim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!'” (Maide, 5/27-29)
Bu ayette bir kardeşin meal olarak zikredilen “Ben isterim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın.” ifadesini şöyle anlamak mümkündür:
a) Burada gerçekten kardeşinin onu öldürüp cehennem gitmesini istemek değildir. Bu ifade, karşılıklı düşmanca tartışan ve birinin diğerini öldürmek istediği bir ortamda “mübalağa sanatı” içerisinde söylenmiş bir sözdür. Çünkü, burada kullanılan bu ifadeden maksat, öldürülecek olan kardeşin, katili olacak kardeşine bunun cezasını hatırlatmaktır. Âdeta şöyle demiştir:
“Aslında ben seni öldürebilirim (ki Habil’in Kabil’den daha güçlü olduğuna dair kaynaklarda bilgi var). Fakat ben seni öldürmem. Çünkü ben cehenneme gitmek istemem. Eğer sen beni öldürürsen cehennemi boylarsın. Zaten ben de senin bu akıbetini görmek isterim...” Bu gerçek bir istek değil, sözün gelişi olarak kullanılan bir ifadedir.
b) Hz. Âdem’e gelen vahiyde katil olan kimsenin cehenneme gideceğine dair bilgi de yer almıştı. Bu iki kardeşin bu konuda bilgi sahibi oldukları bu ayetlerden de anlaşılıyor. Bu bilgi ancak vahiyle mümkündür.
O halde, burada Habil, Allah’ın iradesine uygun bir ifadeyi kullanmayı tercih etmiştir. Katil zalimdir; zalim ise cehennemliktir. Bu ayetlerin son cümlesi olan “Zalimlerin cezası işte budur.” mealindeki ifade bunu göstermektedir.
İşte Habil, Allah’ın bu cezasını ön gören iradesine uygun bir iradeyi ortaya koymuştur. Çünkü, Habil “Senin beni öldürüp cehenneme gitmeni istiyorum.” demiyor. “Eğer beni öldürürsen, cehenneme gitmeni isterim.” diyor. Habil’in bu isteği, Allah’ın isteğiyle örtüşmektedir. O da zalimlerin cehenneme gitme isteğidir. Dolayısıyla burada yanlış bir tutum söz konusu değildir. (krş. Zemahşeri, ilgili ayetlerin tefsiri)
c) İlgili ayetlerin ifadelerinden anlaşıldığı üzere, bu ortamda kavga öyle kızışmış ki, bu işin ancak ölümle biteceği görülmüştür. İşte bu manzara karşısında düşünmeye başlayan Habil kardeşine şöyle der: “Sen beni öldürmek istiyorsun. Fakat ben seni öldürmek istemem. Çünkü ben Allah’tan korkarım. Ve sen de -karar vermene rağmen- kolay kolay beni öldüremezsin, ancak bir gaflet anıma rast getirip de beni öldürebilirsin. Şunu unutma ki, böyle durumda beni öldürmen cehennemi boylaman anlamına gelir."
Burada iki seçenek var:
Habil kardeşine vaaz-u nasihat etmek istemiş ve şöyle demiştir:
“Ben, senin beni öldüreceğine dair kanaatimi esas alıp bu zanla seni öldüremem. Çünkü bu, Allah’a karşı bir isyandır. Ben bunu arzu etmem.”
“Böyle bir zanla hareket edip seni öldüremem. Tabii ki, bu tutumum, bir yönden senin beni öldürmene ışık yakmak anlamına da gelir. Ancak ben 'Katil olup Allah’a karşı isyan eden kimse olmaktansa, senin beni öldürüp cehenneme gitmeni tercih ederim.” (krş. Razî, İbn Aşur, ilgili yer)
Demek ki, burada ya katil veya maktul olmak gibi iki seçenek karşısında kalan Habil, kardeşinin katil olmasını tercih etmiştir. Yani Allah’a karşı gelmekten sakınmıştır. Bu seçeneğini, “istek” olarak ifade etmiştir.
d) Habil kardeşinin katil olmasını değil, onun katil olması durumunda cezasını çekmesini istemiştir. Bu ise meşru bir istektir. (bk. Razi, İbn Aşur, ilgili yer)
20
Müslümanların koruması altında olan bir gayri müslimi öldürmenin cezası nedir?
Bir başkasını kasden öldüren kişi, ölenin yakınlarının kısas talebi durumunda o da öldürülür.
Hanefilere göre; hür bir Müslüman, hür bir Müslümana karşı kısas edildiği gibi, zimmiye (gayri müslim vatandaş) ve köleye karşı da kısas edilerek öldürülür. Yani bir köleyi veya zimmiyi öldüren hür bir Müslüman da öldürülür.
Buna göre, İslam diyarında bir zimmîyi haksız yere öldüren kimseye öldürmenin niteliğine göre kısas veya diğer cezalar uygulanır. Öldüren kimse Müslüman, zimmî veya müstemen (pasaportlu yabancı) olsun hüküm değişmez.
İmam Malik, Şafii, Ahmed ve Leys'in de içinde bulunduğu alimlere göre ise, hür bir Müslüman zimmîye karşı öldürülmez.
Bir zimmî başka bir zimmîyi öldürse, öldüren daha sonra İslâm'a girse bile yine kısas uygulanır. Bu konuda görüş birliği vardır.
İslam dinine göre bütün insanlar; Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar.
Peygamber Efendimiz (asm)'in konuyla ilgili şu açıklaması özellikle konumuz açısından çok önemlidir:
“Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Biliniz ki Arabın Arap olmayan üzerinde, Arap olmayanın da Arap üzerinde; kızıl derilinin siyah derili üzerinde, siyah derilinin de kızıl derili üzerinde, hiçbir üstünlüğü ve fazileti yoktur. (Hepiniz eşitsiniz) Üstünlük ve fazilet ancak takva sayesindedir... Tebliğ ettim mi?" (Müsned, 5/411)
"İnsan için asıl olan hürriyettir." (Merginani, el-Hidaye, Kahire; 1965, 2/173) ve "kesin nassla beyan edilmiş meşru bir sebep olmadan, insanın kanını dökmek haramdır." Dolayısıyla "can emniyeti" ve "hürriyet" ispata muhtaç değildir. Fıtri haklardandır.
Şurası muhakkaktır ki; meşrû bir sebep yokken bir insanı öldürmek, bütün insanların can emniyetini hiçe saymak demektir. Böyle bir fiilin en ağır şekilde cezalandırılması, insana değer verme açısından zaruridir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de:
"Maktüller (öldürenler) hakkında size kısas farz kılındı.” ve
“Kısasta sizin için umumi bir hayat vardır.” (Bakara, 2/187-179)
hükmü beyan buyurulmuştur.
Kısas; yapılan bir fiilin, mislinin (aynısının) faile icra edilmesidir. Kısasta; bedel olma mahiyeti vardır. Bu sebeple, kasden adam öldürmede kısas, öldürmenin misli (aynı), ikinci öldürmedir. Yani öldürülene karşılık, öldüren öldürülür.
İslamî yönetimde; "kısas" ve "diyet" sadece Müslümanlarla ilgili bir hüküm değildir. Bir Müslüman, kasden bir gayrı müslimi (zimmiyi) öldürürse, kendisine kısas tatbik edilir. (Merginani, 4/160) Zira Peygamberimiz (asm) zimmet ehlinden bir gayri müslimi öldüren kimseye kısas cezasını tatbik etmiş ve;
"Elbette ben zimmetim altında bulunanların hakkını almaya en layığım." (Buhari, Diyet, 22) buyurmuştur.
Hz. Ali (ra):
"Zimmet ehlinin (gayri müslimlerin) cizye vermesi, malları bizim mallarımız gibi, kanları bizim kanlarımız gibi olması içindir" (Molla Hüsrev, Dürer, İst., 1307, 5/91)
diyerek, hukukî duruma dikkati çekmiştir.
Resûl-i Ekrem (asm)'in: "Kafire karşılık mümin öldürülmez." hadisi, zimmet akdi imzalamayan ve İslama karşı savaşan harbîlerle ilgilidir. Çünkü harbînin (İslam'a karşı savaşan kafirin) kanı masûm değildir. Hatta müstemen (pasaportlu yabancı) bile bir harbîyi öldürse, ona kısas cezası uygulanmaz. (bk. Merginani, 4/160)
Bu sebeble, bir İslam ülkesinde ikamet eden (gayri müslim) zimmî, darûlharpte ikamet eden müstemen Müslümandan, hukuk noktasından daha üstündür. (Molla Hüsrev, 2/ 363) Çünkü darûlharpte ikamet eden Müslümanı öldürdüğü için kısas cezası uygulanmaz. Fakat darûlislamda ikamet eden gayri müslimi (zimmîyi) öldüren kimse, kısas edilerek öldürülür!
Zimmiyi kasden öldüren Müslümanın da öldürüleceğini söyleyen alimlerin bazı gerekçeleri şöyle özetlenebilir:
a) Usuli gerekçeler:
- Kanun koyucunun bizden öncekiler hakkında verdiği hükümlerin yürürlükten kalktığına dair bir işaret yoksa, bu hükümler sonrakiler hakkında da geçerlidir. Bu anlamda Kur'an'da; "Orada onlara cana can,.. yazdık.” (Maide, 5/32, 45) denmektedir.
- Ehl-i kitap ve bunların dışındakilerin diyeti Müslümanların diyetinin aynısıdır. Zira zimmet akdi ile zimmiler hukuk sahasında islami hükümleri kabul etmiş olurlar. Dolayısıyla Müslüman birisi bir zimmiyi kasden öldürse kısas gerekir. (Şeybani, Kitabu’l-hucce, Beyrut, 1983, 4//322)
b) Nakli gerekçeler:
- "Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.” (Bakara, 2/178) ayeti kerimesinde yer alan ifade umumi olup, öldürülenlerin tamamını içine almaktadır.
- "Kafir karşılığında Müslüman öldürülmez." (İbn Mace, Diyet, 21) hadisinde geçen kafir sözcüğü, kendisiyle savaş halinde olunan kimseleri ifade etmektedir. Zira örfte, "kafir" dendiğinde özellikle "harbi kafir-savaş halinde olunan gayri müslim" anlaşılır. (Mevsıli, İhtiyar, 5/27)
- "Zimmi de zimmeti içerisinde kısas cezasına çarptırılmaz." ibaresi mümin üzerine atfedilir ki, bu durumda anlam şöyle olur: Kafiri öldüren mümin ve (harbi) kafiri öldüren zimmiye kısas uygulanmaz. (Kasani, Bedai, 7/237)
- İmam Muhammed'in rivayetine göre, Müslüman birisi zimmet ehlinden birini öldürmüştü. Konu Hz. Peygambere (asm) iletildiğinde şöyle dedi:
"Ben, onun zimmetini gözetenlerin başında gelirim.", sonra emretti ve Müslümana kısas uyguladılar. (Kitabu'l-hucce, 4/329-345)
c) Akli gerekçeler:
- Zimmiyi öldüren Müslümana kısas uygulamak, Müslümanı öldüren Müslümana kısas uygulamaktan daha haklı nedenlere dayanır. Zira insanlar arasında din farklılığı olduğunda normal kızgınlık halinde bile her zaman öldürme hadisesi olabilir. Dolayısıyla zimmiyi hasım olarak görüp, öldürme durumunda da kısas gerekli olur. Aksi halde zimminin can güvenliği tam korunmamış olur. Zimmet akdinin can, mal, din, namus ve diğer hakları korumada onları Müslümanlarla eşit hale getirdiği kabul edilmelidir.
- Zimmi ile zimmet akdi yapıldığından, tıpkı bir Müslüman gibi canı hukukun koruması altında sayılır. Ayrıca kısasın uygulanmasında din birliğinin olması da mutlak gerekli değildir. (Kasani, 7/237)
- Zimmiyi öldüren Müslümana kısas uygulanmaması, onları zimmet akdini kabul etmemeye götürür ki, böyle bir durumda İslam devleti için çok büyük zararlar söz konusu olur. (Mevsıli, 5/27)
İslam hukukçuları arasında bu yönde doğan ve gelişen uzun tartışınalar ve bilhassa Hanefilerin görüşü, Müslümanların ilk devirlerinden itibaren azınlık haklarına verdiği önemi ortaya koymaktadır. Müslüman halkın kamuoyunu meşgul ve tedirgin etse bile Hanefiler, insan haklarına saygıyı ikame ve toplum düzenini muhafaza için, bu görüşlerinde ısrar etmişlerdir. (bk. Bardakoğlu, Ali. İslam Hukukunda Metodolojik İhtilaflar ve Sonuçları, ders notları, Kayseri 1987, s. 64)
İslam konseyinin "İslamda İnsan Hakları Beyannamesi" adıyla neşrettiği bildirinin, "Hayat hakkı ve eşitlik hakkı" maddesi Hanefi mezhebinin konuyla ilgili görüşünün günümüze aksetmesi açısından önemli olup, "Devletler Özel Hukuku" sahasında temel alınacak prensipler getirmesi bakımından da dikkate şayandır. (Bildiri için bk. Diyanet Dergisi, Sayı: 1, Ankara 1992)
Sonuç
Zimmet akdi ile Müslümanlar arasında yaşayan bir yabancıyı öldüren Müslümana verilecek ceza konusunda Müslüman hukukçular farklı kanaatlere sahip olmuşlardır.
Farklı görüş sahiplerinin bu kanaatlere ulaşmalarında yaşadıkları toplumların anlayışları, yabancı devletlerle olan ilişkileri ve konunun dini kaynağı olan naslar (Kur'an ve Hadis metinleri) ve bunların yorum farklılıkları ile belli dönem uygulamalarının algılanış ve kaynaklık anlayışları etkili olmuştur.
Müslüman hukukçular içerisinde Hanefi mezhebi hukukçularının “zimmiyi öldüren Müslümana kısas cezası öngörmeleri” görüşüyle azınlıkta kalmaları söz konusu olsa da onların bu görüşü, hem pratikle uyuşması hem de İslam dininin insan eşitliği, hakları aynı ölçüde gözetme ve Müslümanların oluşturduğu devlette yaşayan azınlıklara tanınan hak ve hürriyetler açısından dikkat çekicidir.
Devletler arası ilişkilerin çok üst boyutlara ulaştığı, bazı hukuk dallarında uluslararası hukuk kavramının yaygınlaştığı ve din, ırk, dil gibi temel farklılıklara rağmen bütün insanların temel hak ve hürriyetlere sahip olma düşüncesinin hakim olduğu günümüzde Hanefi mezhebi görüşünün, bu çeşit düşüncelere katkılarda bulunabileceği düşünülebilir. (Geniş bilgi için bk. Dr. Menderes Gürkan, Zimmiyi Öldüren Müslümana Kısas Uygulanması, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 8, Yıl: 1999, s. 315-324)
21
Adalet ve merhameti nasıl ayırt etmeliyiz; bunun sınırı ne olmalıdır?
Adalet, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir. Bir hakim başkasına yapılan zulme merhameti ile yaklaşamaz ve bu yönde tasarruf edemez. Adaletin gereğini yerine getirir. Kendi şahsına ait bir mesele ise, o zaman merhamet edip affedebilir.
“Allah Rasulü kendi nefsi için, intikam almamıştır. Ancak Allah’ın yasaklarının çiğnenmesi durumunda Allah hakkı için öç almıştır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 4)
Birincisi merhamet diğeri ise adaletin tecellisidir.
22
Köle ve kölenin elindeki her şey, onun efendisinindir, sözü kime aittir?
Beyhaki’de Abdullah b. Ömer’in (mevkuf hadis) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Köle ve malı efendisinindir. O halde efendinin kölesinin malından bir şey almasında bir beis yoktur.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, 5/534)
- Hz. Abdullah’a ait olan bu sözün tashihine rastlayamadık. Ancak alimlerin büyük çoğunluğunun böyle düşünmesi, bu hadisin manasının doğru olduğunun delilidir.
Nitekim, İmam Şafii, Kur’an’da köle için verilen bir temsilde “hiçbir şeye kadir olmayan köle.” (Nahl, 16/75) nitelemesinin yapıldığı ayet ile bir rivayette yer alan Peygamberimiz (asm)'in “Bir kimse malı olan bir köleyi satarsa, -özel bir şart konulmadığı sürece- o mal satanındır.” manasına gelen ifadesini delil getirerek, kölenin malı efendisine ait olduğu bildirmiştir. (bk. Beyhaki, a.g.e, 7/246) Bu hadisi Buhari de rivayet etmiştir. (bk. Buhari, Musakat, 17; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 5/49-52)
Genellikle kabul edildiğine göre kölenin eksik bir vücûb ehliyeti vardır. Mülkiyet hakkına sahip olmadığı için mal edinemez, kazandıkları efendisinindir. Dolayısıyla köleye karşı yapılan haksız fiillerden doğacak tazminat da efendisine aittir.
Kendisiyle belirli bir bedel karşılığında hürriyet anlaşması yapılan mükâteb köle tam vücûb ehliyetine sahip olduğu için mülkiyet hakkına sahiptir ve edâ ehliyeti bakımından diğer kölelerden farklıdır. Belirlenen bedeli efendisine tam olarak ödemeden hür bir insan sayılmazsa da kendi namına ve hesabına hukukî işlemler yapabilir. Dolayısıyla vücûb ehliyetinin yanında esas itibariyle edâ ehliyetine de sahiptir.
23
Zinadan doğan çocukta hayır yoktur, ifadesi hadis midir?
"Zinadan doğan çocukta hayır yoktur…” rivayeti hadis kaynaklarında gelmektedir.(bk. İbn Mace, Itk, 9; İbn Hanbel, er-Risale, 1421/2001, 45/596)
Bu hadis rivayetinde yer alan “Ebu yezid ed-Dannî” adındaki ravi, Buhari, İbn Abdulağanî, Darekutni ve Zehebi gibi büyük hadis otoriteleri tarafından “münkerul-hadis” (hadisleri kabul edilemez) kişi olarak nitelendirilmiştir. (bk. ilgili kaynakların Zevaid ve diğer t’alikleri, a.y.)
el-Elbani de bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. Silsiletu’l-ahadis’d-daife, 9/286)
Bu açıklamalar gösteriyor ki, bu rivayet zayıf veya mevzudur.
Nitekim Hz. Aişe, bu bilginin aksine hüküm vermiştir. Zinadan doğan çocuğun sorumlu olduğunu söyleyenleri ayıplamış, “Zindan doğan çocuğun, ana-babasının işledikleri günahtan bir sorumluluğu yoktur.” demiş ve ardından “Hiç kimse başkasının günahından ötürü mesul olmaz.” (Enam, 6/164) mealindeki ayeti okumuştur.” (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 30714)
24
Ezanın insanları rahatsız etmesi, insan haklarına aykırı mıdır?
Her memleketin hukuku, orada yaşayan vatandaşların büyük çoğunluğunu oluşturanların arzularını yerine getirecek bir standartta olması şarttır. Yoksa ona hukuk denilemez. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye’de insan haklarından, hak-hukuktan söz edilecekse, büyük çoğunluğu teşkil eden bu vatandaşların arzularını gözetmek zorundadır. Ezan konusunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bir memlekette hem çoğunluğun, hem azınlığın arzu ve isteklerini yerine getirmek mümkün ise, iki topluluğun da bu arzuları hukuken teminat altına alınmak durumundadır. Mesela: Ülkemizde, Müslümanlar camide namaz kılacak, Yahudiler havrada, Hristiyanlar ise kilisede ibadetlerini yapacaklar. Bunların hepsine bu imkânı sağlamak hem İslam hukuku, hem Medeni hukuk açısından zorunludur. Keza Müslümanların ezan okumalarına imkân verildiği gibi, Hristiyanların da ibadetleri için çan çalmalarına imkân verilecektir.
Ancak, iki grubun isteklerinin aynı anda yerine getirmek mümkün olmadığı zaman ne yapılmalıdır?
Mesela: Türkiye’deki Müslümanlar beş vakit namaz için ezanın okunmasını arzu ederken, bazı kimseler özellikle sabah namazı için ezan okunmasını istemiyorsa, ne yapılır?
Evrensel insan hakları, medeni hukuk ve İslam hukukunun, haklardan söz ettiği yerde, -çoğunluk azınlık çatışması olduğu yerde- daima toplumun çoğunluğunun esas aldığı bilinmektedir.
Keza, çoğunluğun haklarını bir avuç azınlığın haklarına feda etmek büyük bir zulümdür. İslam’da hakkın büyüğüne, küçüğüne bakılmaz. Bütün haklar değerlidir ve riayet edilmesi gerekir. Ancak, birilerinin arzuları, çoğunluğun arzularına ters düşüyorsa, “Ehven-i şerreyn” denilen iki zarardan en ehveni olanı irtikap etmek prensibine göre harekete etmek, hem aklın hem hak-hukukun hem vicdanın emridir.
Cami-havra-kiliselerin açık olması meselesinde olduğu gibi, farklı kesimlerin arzularının hepsini bir anda yerine getirmek mümkün ise bu hakların büyüğüne, küçüğüne bakılmadan yerine getirilir ki, buna “adalet-i mahza” (mutlak adalet) denilir.
Ezan meselesinde olduğu gibi, bir taraftan birkaç yüz / veya birkaç bin kişinin arzusu, diğer taraftan yetmiş milyonun arzusu çatışıyorsa, burada çoğunluğun arzusunu yerine getirmek gerekir. Buna “adalet-i izafiye” (Nisbi adalet) denir.
Özetle: bu memlekette büyük çoğunluğun arzularını ortadan kaldıracak, onların sesini kısmak anlamına gelen Ezanın sesini kısmanın hiçbir dini, vicdani, insanî, hukuki temeli yoktur...
25
Hz. Ali, domuz sıfatında gördüm, diyerek bir adamı öldürmüş müdür?
Bu hikâyeyi kaynaklarda bulamadık. Bunun doğru olmadığını kanaatini taşıyoruz. Çünkü:
1) Bir insanın hanımı yanında yabancı bir adamı görüp de “kıskanmadım” demesi insanın fıtratına aykırıdır.
2) Böyle kıskanmayan bir adamın gelip de meseleyi Peygamberimiz (asm)'e arz etmesinin makul bir gerekçesi olamaz.
3) İslam’da kıskanmayan bir insanın cezası ölüm değildir. Bu durumdaki bir adamı öldürmek haksız yere bir katildir. Hz. Ali’nin böyle bir zulüm irtikap etmesi ve Peygamberimiz (asm)'in de bunu onaylamış görünmesinin hiçbir mantığı yoktur.
26
Kişinin suçluluğu mahkeme de isbatlanmadığı sürece, suçluymuş gibi basında lanse edilmesi caiz midir?
Din, hukuk ve ahlaka aykırı olduğu halde suçu sabit olmamış, hüküm giymemiş, hükmü temyizde tasdik edilmemiş insanlara, sırf itham ve iddialara dayanarak "suçlu" muamelesi yapılamaz.
27
Her insan imtihan oluyorsa, bebekler neden ölüp cennete gidiyor?
- İmtihanın ana unsuru akıldır. Akıl özürlü olanlar ve çocuklar, imtihana tabi değildir. Bunlar doğrudan cennete girerler.
- Dünyanın imtihan yeri olması genel olarak insanların durumuna bakar. Aklı olmayanlar ve peygamberlerin mesajını duymayanlar bu imtihanın dışındadır. Her kuralın istisnaları olduğu gibi, bunlar da bu imtihanın istisnalarıdır. İstisnalar ise kaideyi bozmaz.
- Allah’ın akıl özürlüler ve çocuklar gibi bazı kullarını hesap sormadan cennete koyması, onun bir ihsanıdır.
Allah’ın birilerine yaptığı özel lütufları -haşa- adaletsizlik değildir. Çünkü adaletsizlik demek, başkasının hakkının ihlali demektir. Oysa, akıl özürlülerin ve çocukların hesapsız cennete gitmelerinin hiç kimseye bir zararı yoktur. Onların cennete gitmelerinden ötürü hiç kimse mağdur duruma düşmez. Herkesin imtihan sonucu ne ise, yine odur..
- Kaldı ki, eğer çocuk ve deliler de imtihana tabi tutulsaydılar, asıl o zaman tam bir haksızlık olurdu. İlkokul öğrencisi çocukları üniversite öğrencileriyle birlikte imtihan etmek ne kadar yanlış ise, akıl özürlüleri akıllı kimselerle birlikte imtihan etmek bundan bin kat daha fazla bir haksızlıktır.
- Bununla beraber, çocukların ve delilerin varlığı ve ölümü, anne-babaları ve daha başka yakınları için bir imtihan vesilesidir. Akıllı büyüklerin bu aklı olmayanların durumu karşısında nasıl bir tutum takınacakları konusunda, hem hayatları hem ölümleri esnasında imtihan edilmektedir.
- Bu gibi manalar alanında daha pek çok şey söylenebilir...
28
Vahşi hayvanlar bile insanları seviyorsa, biz neden sevmeyelim? İslam bu konuda ne diyor?
Evvela şunu belirtelim ki, yırtıcı hayvanların özelliği parçalamaktır. Hayvanat bahçelerinde bazen bütün hizmetlerine rağmen, bakıcıların bu hayvanlar tarafından parçalanması bunun açık kanıtıdır. Fakat biz yine de bu soruyu ciddiye alıyor ve şunları arz ediyoruz:
- İslam dininde sevgi sadece bir edebiyat yapma unsuru değil, çok ciddi temelleri olan bir realitedir. Şöyle ki:
Her cemal ve kemal sahibi / güzellik ve kemalat sahibi, kendi güzelliğini ve mükemmelliğini sever. Çünkü güzellik ve mükemmel olmak (cemal ve kemal) sıfatları başka bir illet ve sebebe ihtiyaç duymadan, bizzat sevilirler. Örneğin; güzel şiir yazan bir kimse, şiirsel sanatını sever. Güzel bir mimari sanat yapan bir mimar bu sanatını sever. Güzel bir resim çizen bir ressam bu sanatını sever.
Bu misaller penceresinden bakıldığında, yüce yaratıcı olan Allah da, yarattığı şu harika evrendeki sanat tablolarını elbette sever. Birer kaside ve birer şiir gibi yarattığı insanı sevgisinin merkezine koyduğunu gösteren bir çok ayet vardır. Çünkü varlık aleminde en güzel sanat tablosu, canlıların oluşturduğu tablodur. Canlılar arasında en çok sevilmeye değer olanlar ise, cinler, melekler, insanlar gibi şuurlu varlıklardır. Şuurlu varlıklar arasında en mükemmel ve en güzel varlık ise insandır.
Demek ki, evrende en harika sanat insan tablosudur ve sanatkârı olan Allah tarafından en çok da sevilen insandır.
- “Biz insanı en mükemmel surette yarattık.” (Tin, 95/4) mealindeki ayette, “ahsen-i takvim” kavramı ile ifade edilen en güzel ve maddi-manevi donanımları itibariyle en mükemmel sanat tablosunun insan olduğu vurgulanmıştır. Mükemmellik sevilen bir özellik olduğuna göre, insan da bu özelliğe her varlıktan daha fazla sahip olduğuna göre, yaratıcı tarafından en çok sevilen de bu varlık olduğunu gösterir.
- Kur’an’ın ilk inen ayetleri, insanın Allah’ın özel bir iltifatına ve ihsanlarına mazhar olduğunu göstermektedir. Onu yarattığı gibi, insan onuruna yakışan bir şekilde ona okuma-yazmayı da ilmi de öğretmiştir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku, İnsanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yaratanın adıyla. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Kalem, 96/1-5)
- İnsanların bir nevi cenneti olan aile hayatına ve anne-babaya yönelik Kur’an’ın ifadeleri insanlara verilen sevginin, değerin ayrı bir tespitidir. Aşağıdaki iki ayette Allah’a en büyük düşmanlık eden, ona şirk koşmakla kalmayı çocuklarını da bu suça teşvik eden anne-babaya karşı gösterilen tolerans gerçekten Allah’ın büyülüğüyle ancak ifade edilebilen bir tavırdır.
“Biz insana, yapacağı en hayırlı iş olarak, annesine ve babasına iyi davranmasını bildirdik. Ama bununla beraber, onlar (anne-baban olarak) senden, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, Bana şirk koşmanı isterlerse, itaat etme! Hepinizin dönüşü Bana’dır ve Ben de yapageldiğiniz şeyleri bir bir bildirip karşılığını vereceğim.” (Ankebut, 29/8)
“Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer. İnsana buyurduk ki: Hem bana hem de annene babana şükret, unutma ki sonunda Bana döneceksiniz. Eğer onlar seni, şerik olduğuna dair hiçbir bilgin olmadığı şeyleri, Bana ortak koşmaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme! Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık! Bana yönelen olgun insanların yolunu tut! Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim.” (Lokman, 31/14-15)
Başta da ifade edildiği üzere, İnsan bir sanat tablosu olarak harika olduğu için değer verilmiş ve varlık sahnesine çıkarılmıştır. Ancak, onun bu harika sanat yönü yanında kendi iradesiyle yaptığı işlerden ötürü de değerlendirilmeye tabi tutulmuştur.
Örneğin, Kur’an’da ve Hz. Peygamber (asm)'in hadislerinde, Allah’a iman etmek, insanlara iyi davranmak, onlarla adil muamelede bulunmak, onlara yardım etmek, suçunu itiraf etme erdemliğini göstermek, onları sevmek gibi insanların onuruna yakışır hususlar övülmüş; onların haysiyet ve onurunu rencide edici olan küfür, zulüm, ateizm, nankörlük, başkasının hak-hukukunu çiğnemek gibi her türlü onur kırıcı tavırları da kötülenmiştir.
- İnsanların bir kısmının sevgiye layık, diğer bir kısmının buna layık olmadığı bir gerçektir. İnsanların nazarında böyle olduğu gibi, Allah katında da bu böyledir. Sevilmeyi hakketmeyen zalim insanları sevmek çok yanlış olduğu bilinen bir gerçektir. İşte Kur’an’da Allah bu gerçeği nazara alarak -belli vasıflarıyla- sevilmeye layık olan kullarını sevdiğini bir çok ayette açıkça ifade etmiştir. Bu ayetlerden bir kaçının meali şöyledir:
“Allah imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143)
“Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi ve Kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize verdi? Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O’nun izniyle düşebilir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Hac, 22/65)
“Ve güzel davranışları sergileyin; şüphesiz Allah güzel davranış sergileyenleri sever.” (Bakara, 2/195)
“Şüphesiz Allah (suçunu itiraf etme erdeminin gösterip) tövbe edenleri de sever, -maddî-manevî kirlerden- temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222)
“Kim ahde vefa gösterir ve haramlardan sakınırsa, bilsin ki Allah da o sakınanları sever.” (Âl-i, 3/76)
“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.” (Âl-i İmran, 3/134)
“Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber, kendisini Allah’a adamış birçok rabbanîler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever.” (Âl-i İmran, 3/146)
“Resulüm! De ki: Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir / çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir.” (Âl-i İmran, 3/31)
“Şayet (o insanlar arasında) hükmedersen, aralarında adaletle hükmet! Çünkü Allah âdilleri sever.”(Maide, 5/42)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir/ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir.” (Maide, 5/54)
- Şunu unutmamak gerekir ki, Kur’an baştan sona Allah’ın merhametinden bahseder. Surelerin başında kendini Rahman ve Rahim olarak takdim eder. Ayrıca, elli yedi defa Rahman, yüz on dört defa Rahim ismiyle kendini tanıtmaktadır. Rahmet ve şefkat sevgiden daha üstündür. Çünkü, -daha önce de ifade edildiği üzere- sevgi ancak sevgiyi hak edenlere gösterilir. Merhamet ve şefkat ise, sevgiyi hak etmeyen, cezayı hak eden suçlu kimseleri de kapsar. Kur’an’ın bu yerinde vurguları gerçekten şayan-ı takdir ve hürmettir.
ÖNEMLİ BİR NOT :
Sevgi tek başına sevilecek bir unsur değildir. Önemli olan sevgiyi yerinde sevmektir, sevgiye layık olanları sevmektir, sevginin ortak paydasını doğru seçmektir...
Buna göre, haksız yere adam öldürme eyleminde ortak olan iki katilin birbirini sevmesi yolsuz bir sevgidir. Birinin haysiyet ve namusunu çiğneyen iki serseri onursuzun birbirini sevmesi, insanlık değeri açısından ne kıymet ifade eder!..
Malını-mülkünü talan eden bir hırsıza sevgi gösterisinde bulunmak nasıl açıklanabilir..
Namusuna göz diken kimseye sevgisini göstermek için gözlerinden öpen kişiye ne denilir... Bu zinciri uzatmak mümkün...
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, her insan sevilmez. Hiç kimse kendisine düşmanlık eden düşmanlarını sevmez. Bunun belki de tek istisnası var, o da Allah’a ve ahiret gününe samimi inanan kimselerin Allah rızası için ön gördükleri affedici tavır...
İşte bu kahramanlardan biri olan ve “Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur.” diyen Bediüzzaman Said Nursi’nin fedakarlığı:
“Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların, hepsine hakkımı helâl ettim...” (Tarihçe-i Hayat, s. 687)
Bütün insanları sevmeyi öngördüklerini iddia ettiği halde, kendisini yaratanı inkar eden hümanistlere tavsiyemiz, önce kendilerini yaratan Allah’ı sevmeyi öğrensinler.
29
Kafir anne çocuğunu emzirdikçe, bebek anneye lanet mi eder?
Bu anlamda bir hadis bulamadık.
İslam’da şöyle bir kural var: Genel olarak kafirlere lanet okunabilir, fakat belli bir kâfir şahsa lanet okumak caiz değildir. Çünkü bu adamın daha sonra imana gelmesi ve imanla ölmesi muhtemeldir.
- Bu kural çerçevesinde bakıldığı zaman, ileride mümin oma ihtimali olan bir anneye bebeğinin lanet okuması İslam’ın ruhu bakımından makul değildir.
“Eğer anne ve baban, bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme. (Ama yine de) Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yolunu tut. Sonunda dönüşünüz yalnız banadır. O zaman ben size, yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31/15)
mealindeki ayette kafir de olsa çocuklar, anne-babaya karşı saygılı olmaya davet edilmiştir. Soruda geçen ifadeler bu ayetin hükmüne de aykırıdır.
- Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma Peygamberimiz (asm)'e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, müşrik olan annem yanıma geldi, kendisi hala İslam’a karşıdır. Yine de ona iyilik edip, yardımcı olup iyi davrana bilir miyim?” diye sormuş, Peygamberimiz, (o anda müşrik ve İslam düşmanı olan) annesine iyi davranmasını tavsiye etmiştir. (Buhari, Edeb,7, 8; Ebu Davud, Zekât, 34)
Hadisin bu ifadesi Ebu Davud’a aittir. Buhari’de daha kısacadır.
Sorudaki bilgiler, bu sahih hadislere de aykırıdır.
30
Neden her insanın iradesi farklıdır?
- Allah, imtihana tabi tuttuğu her insana imtihanı kazanabilecek kadar donanım vermiştir. Bu donanıma sahip olmayan, örneğin çocuk ve akıl özürlü insanları sorumlu tutmamıştır.
Bu sebeple, imtihan malzemesi olarak herkese imtihan alt yapısını sağlayacak şekilde donatmıştır.
- Her insana verilen irade gücü, imtihanı kazanabilecek kuvvete sahiptir. Aksi takdirde zaten âdil bir imtihandan söz edilemez.
Ancak Allah, insana verdiği özgür iradesini elinden alacak şekilde, herkesi doğruları yapmaya zorlamaz. Bu takdirde insanlar bir kukladan ibaret olur.
- Dünya imtihanında çalışanlar kazanır, tembeller kaybeder; din imtihanı da böyledir. Eğer Allah herkesi imtihandan geçirmek için planlar yapsa, bu takdirde imtihan ciddiyetini kaybedip bir oyun ve eğlenceden ibaret kaldığı gibi, çalışkanlarla tembelleri, aklını kullananlarla nefsini kullananları, ulvi duyguları tatmin etmeye çalışanlarla süfli duygularını tatmin etmeye çalışanları, hülasa faziletli insanlarla rezil insanları aynı kefeye koymuş olacaktır.
Oysa imtihanın varlığı zaten bu iki sınıf insanı ayırt etmek içindir.
“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir.” (Bakara, 2/286)
31
Müslüman bir ülkede farklı inançlara sahip kişilere devlet ibadet ve eğitim mekanı açabilir mi? Din görevlileri atayabilir mi?
Vergi almanın sebebi başkadır, onunla mabed yapma, papaz tayin etme arasında bir ilişki yoktur. Bu gibi haklar, barış yapılmış ise sözleşmelere bağlı olur.
Ayrıca İslam devletinde gayri müslimlere ve sapkın gruplara verilecek hakların Müslümanlara verebileceği zarar da göz önüne alınır.
32
Şahsın kendisinden ve yakınlarından izin alınmadan ölümü sonrasında, vücudundan tedavi amaçlı kullanılmak üzere bir parça alınması caiz midir?
İnsan organı para ile alınıp satılamaz. Bunu yapanlar için çalışmak da caiz olmaz. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
Organ Nakli ve Şartları:
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir.
Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır.
Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için, caiz görülmemiştir (Buhari, Libas, 83-87; Müslim, Libas, 33; Kasani, Bedaiu’s-sanai, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahru’r-raik, VI, 88).
Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir. İslam alimleri karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline, bilinmeyen hastalıkların teşhis tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi yapılmasının caiz olacağına fetva vermişler; canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir (Şafii, el-Üm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; Fetava-yı Hindiye, V, 360).
Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O halde bazı şartlara uyulmak kaydıyla hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, bazı şartlara uyularak kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir.
“Her kim bir hayatı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 5/33)
ayeti de buna ışık tutmaktadır.
Bu bağlamda organ naklinin caiz olması için şu hususlara dikkat edilmelidir:
a. Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi,
b. Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması,
c. Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa, bu organın alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması,
d. Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,
e. Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,
f. Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.
(Diyanet İşleri Başkanlığı)
33
Milletler kendi devlet ve sistemini kurma amacında olabilir mi?
- İslam’da “millet” (ümmet) kavramı, -hakiki manada- aynı dine mensup olan Müslümanlardan oluşan topluluk anlamına gelir.
Mecazi manada ise, İslam devletinin içinde yer alan, onun hakimiyetini kabul eden bütün vatandaşları kapsar.
Hz. Peygamber (asm)'in, “Medine Vesikası”ında yer alan “Beni Avf Yahudileri, müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler.” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II/503) ifadesi bunun göstergesidir.
Buna göre, İslam devletinin gerçek tarifi şöyle yapılabilir:
“İslam milleti (ümmeti), İslam devletinin siyasi hâkimiyeti altında birlikte yaşamayı kabul eden insan topluluğudur.”
- Yaklaşık bir-iki asır öncesine kadar dünyanın hiçbir yerinde “Ulusal devlet” diye bir düşünce yoktu. İslam alemi de bunun dışında değildir. Bu sebeple, “Milletlerin kendi, kaderini tayin etme” prensibi, XX. asırda “ulus devlet” düşüncesini kabul eden Batı dünyası tarafından ortaya atılan bir husustur. İslam’ın temel değerleri arasında “ulus devlet” mefhumu olmadığı gibi, söz konusu prensibe de yer yoktur.
- Bununla beraber, İslam’ın siyasi düşüncesinde, hadislerde ifade edildiği gibi, "Ne Arab’ın Arap olmayana, ne Arap olmayanın Arab’a; ne beyazın Zenciye, ne de Zencinin beyaza karşı bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ölçüsü sadece takvadır." Bu da dünya hayatı için değil, ahiret için bir ölçüdür. Yani, dünyada bir veli ile bir fasık aynı haklardan yararlanır.
Devletin yurttaşları -insan olarak- bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir. Hiçbir ırkın, makamın, dindarlığın hukuk karşısında ayrıcalığı yoktur. Peygamberimiz (asm)'in,
“Bir zimmiye/gayri müslim vatandaşa eziyet eden kimsenin kıyamet günü hasmı/düşmanı ben olurum.” (Kenzu’l-Ummal, IV / 618)
anlamındaki veciz ifadeleri, hukuk önünde din farkının da gözetilemeyeceğini göstermektedir.
- İslam dininde hiç bir milletin egemenlik hakkı diğerinden daha üstün değildir. Eğer İslam’da bir millete “kendi, kaderini tayin etme” hakkı verilmesini ön gören bir prensip varsa, bu bütün milletler için geçerlidir. Bugünkü İslam ülkesindeki İslam devletlerinin teşekkülü, İslam’a göre değil, gayri müslimlerin ortaya koyduğu “ulus devlet” çerçevesinde dizayn edilmiştir. Hatta aynı ulustan onlarca devlet görmek de mümkündür.
Demek ki bu durum, parçala yut oyununun nasıl uygulandığını ve dinden-dindarlıktan uzaklaşan Müslümanların bu oyuna nasıl geldiğini göstermesi açısından çok manidardır.
- “Ulus devlet” anlayışı ise,
“Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size ayetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 3/103)
mealindeki ayetin ifadesine aykırıdır.
- İslam âlemi birleşik devletler şeklinde sembolik bir halifeye bağlı olarak teşekkül edebilir ve bu eyaletler -maslahat olduğu takdirde- farklı milletlerin arzusuna uygun olarak dizayn edilebilir. Böyle bir tasnifin içerisinde her milletin girme hakkı vardır.
Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadesi, ileride İslam aleminin bu tarz bir sisteme geçeceğine bir işaret görünüyor:
“...Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşaallah nesl-i âti görecek.” (Hutbe-i Şamiye, s.62).
- Son olarak, Bediüzzaman hazretlerinin bir ifadesini (Divan-ı harb-i örfi, s.50-52) özetlemek istiyoruz:
Üstada göre, O günkü Osmanlı devleti veya genel olarak “cemahir-i müttefika-i İslâmiye” bir güneş sistemidir. Osmanlı saltanatına (veya tüm İslam alemine) bağlı olan her bir bölge bu güneş sisteminin birer gezegeni ve uydusu hükmündedir. Bu sistemin düzgün çalışabilmesi, sistemin merkezine bağlı olan bu gezegenlerin düzgün işlemesine bağlıdır.
Sözgelimi; o günkü Kürdistan bölgesi de bir gezegendir. Bu gezegen, ne kadar sağlam bir yörüngede hayatını devam ettirirse, bağlı bulunduğu Osmanlı güneş sistemi de o nispette düzgün, sağlam, hedefine doğru hareket eden bir nizama sahip olacaktır.
Güneş sisteminin gezegenlerinin yanlış rotalara girmeleri, güneşle aralarındaki cazibe kanununun bozulduğunu ve sistemin yavaş yavaş çökmeye yüz tuttuğunu gösterir.
Evet, Osmanlı devletinin güneşi ile bağlı bölgesel gezegenler arasındaki çekim kuvveti kaybolduğu için, bu sistem çökmeye mahkum olmuştur.
Aynı ifadeyi ülkemiz için kullanırsak; bu günkü “Türkiye güneş sistemi”nin de sağlam bir şekilde devam etmesi için, tüm gezegenlerinde/(bölgelerinde) marifet, meşveret, hürriyet, adalet, müsavat, diyanet, emanet/güvenlik ışıklarının yansıtıldığı bir vahdet, uhuvvet, samimiyet, emniyet cazibe merkezini oluşturması gerekmektedir.
34
Kuran'da her insanın hür olduğuyla, hür doğduğuyla alakalı bir hüküm var mıdır?
- Nisa Suresinin 25. ayetinin meali şöyledir:
“Sizden hür mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizdeki mümin cariyelerden alsın. Allah, sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem soyundansınız). Öyle ise, iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle ve mehirlerini örfe uygun bir şekilde vermek suretiyle onlarla (cariyelerle) evlenin. Eğer evlendikten sonra zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı uygulanır. Bu hükümler, içinizden günaha girme korkusu içinde olanlaradır. Eğer sabrederseniz, sizin için daha hayırlıdır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Meariç Suresinin 30. ayetin meali:
“Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında iffetlerini korurlar. Çünkü bunlara karşı (ilişkilerinden dolayı) kınanmazlar.”
- Nisa suresi 25. ayette cariyelerin nikahlanmasından söz edilmemiştir. “Sahiplerinin izniyle ve mehirlerini örfe uygun bir şekilde vermek suretiyle onlarla (cariyelerle) evlenin.” mealindeki ifadeden iki husus anlaşılmaktadır:
Birincisi: Sahiplerinin izni. Bilindiği üzere, cariyeler bir savaş ganimeti olabildiği gibi, bir alım-satım konusu da olabilir. Alım-satım konusu olduğuna göre, onların sahiplerinden izin almak, onlarla anlaşarak bunları satın almak kadar tabii bir şey olamaz.
İşte ayette “sahiplerinin iznine yer verilmesi” ifadesiyle (cariyelerin nikah akdine değil,) bu çok önemli hususa işaret edilmiştir. Eğer sahiplerinden izin şartı olmasaydı, toplumda anarşi doğardı. O zaman toplumda güçlü olanlar, istedikleri zaman sahiplerine rağmen bazı cariyeleri baştan çıkarır ve onlarla evlenebilirdi.
-Ayette “evleneme” sözcüğüyle ifade ettiğimiz cümlenin Arapça aslı: “Mülkünü elinizde tuttuğunuz” manasına gelir ki, bunun için fıkıh kitaplarında “milkü’l-yemin” ıstılahı kullanılır. Bu da cariyelerin “nikah” ile değil, “cariyelik akdi” ile helal olacağını göstermektedir.
- Nitekim, İslam alimlerine göre, bir kadınla birlikte olmak ancak iki şekilde helal olur; nikah akdi (hür kadınlar için) ve milkü’l-yemin (cariyenin mülkiyetini elinde tutma) akdi ile olur. (bk. Reddu’l-Muhtar, 3/163)
- Yalnız cariyelerin değil, kölelerin evlenmesi de efendilerinin iznine bağlıdır. (Kurtubi, ilgili ayetin tefsiri)
İkincisi: Mehirlerini vermek. Ayette “örfe göre” ifadesi alimler tarafından şöyle açıklanmıştır: Nikahlanmak istenen cariyelerin mehirleri -o günkü örfe göre- normal hür kadınların mehirlerinden çok az idi. Bununla beraber, ayetin “Ve içinizden kimin, mü'min ve hür kadınlarla nikâh yapmaya (evlenmeye) gücü yetmezse...” mealindeki ifadesinden de anlaşıldığı gibi, cariyelerin mehirleri yanında normal hayattaki geçimleri de hür kadınlarınkinden daha sade, daha az masraflıdır.
Dolayısıyla hür kadınların geçimini sağlamakta zorluk çeken birçok kimse, cariye olanların geçimini sağlamakta zorluk çekmeyebilirdi. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)
- Kölelik ve cariyelik İslam’ın getirmediği, ancak bir anda kaldırma imkânını bulamadığı, ama önce ıslah ettiği ve zamanla tamamen kalkmasını hedeflediği bir statü idi; dünya milletlerinin de aynı noktaya gelmeleri sonunda geri dönüşsüz olarak tarihe karıştı.
- İslam’ın, köleliğe “hitapta, insanlık kavramında ve onurunda, görev yüklemede, giyimde, yeme içmede” şefkat dolu ve insanlık onuruna yakışır yepyeni bir statü tanıması, yepyeni tanzim ve düzenlemelere yer verilmesi, değişik dini kefaretlerde köle-cariyelerin azat edilmesinin şart koşulması gibi emir ve tavsiyeleri, İslam’ın bu sınıfı zamanla tamamen ortadan kaldırmayı hedeflediğini göstermektedir.
İslam’ın maksadı açıkça bu olduğu halde, şu anda bütün dünyanın terk ettiği bu sisteme İslam’ın izin vermesi, sahip çıkması düşünülemez. Bu, onun temel prensipleri ve hakikat ruhuyla da çelişir.
- Kur’an’a göre bütün insanlar hürdür, hür doğar, hür ölürler. Böyle tabii, fıtri bir özelliği olan insanların özellikle “hür olduğu”, köle olmadığını vurgulamaya gerek yoktur. Çünkü “Eşyada asıl olan ibahe” olduğu gibi, insanda da asıl olan “hürriyet”tir.
- Kölelik, insanlar tarafından -fıtrata aykırı olarak- icat edilen arızi bir statüdür. Kur’an’da insanların mükerremliğinden, özgür irade sahibi olduğundan söz eden bütün ayetlerde insanların bu asli konumuna/hürriyetine işaret edilmiştir. Ancak bu asli konumunu bir statü olarak ele almamıştır. Çünkü asıl şey, genel kabul gören şeydir. Kölelik arızi olduğu için ondan özellikle söz edilmiştir.
- Aslında Kur’an’da “yalnız Allah kul olma”yı ön gören ve peygamberlerin ümmetlerine hep tavsiye ettikleri bu gerçek de dolaylı olarak “insanların yalnız Allah’a kul-köle” olduklarına, başka insanlara kul-köle olmamaları gerektiğine de işaret etmektedir...
35
Anadilde eğitim ve savunma (mahkeme) konularına İslam'ın bakışı nedir?
İslam toplumu, bütün ırkları içine alan müminler topluluğudur ve adı ümmettir. Devlet de ümmetin devletidir.
Tarihi zorunluluk Müslümanları ulus devletlere bölmüş olursa, bu geçici olmalı ve Müslüman ulus devletleri arasında bir çeşit birlik kurulmalıdır.
Ana dilde eğitim ve savunma ihtiyaca binaen olursa, buna kimsenin bir diyeceği olmaz. Nitekim geçmişte ümmet devletinde böyle olmuştur. Mesela, Türk Müslümanların eğitim dili Türkçe olmuş, ama aynı zamanda geniş ölçüde Arapça da öğrenilmiş, alimler eserlerini Arapça olarak yazmışlardır.
Ana dilde eğitim talebi ayrılma, bölünme, yabancılaşmanın adımlarından biri olursa, ümmet kavramına aykırı olur.
36
Tapınmayı reddetme yeteneğim varsa, bu yeteneği kullanmaktan dolayı neden ceza görmem gerekiyor?
"Ey Rabbimiz, biz söz dinlememek ve şeytana uymakla kendimize, birbirimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan, bize merhametinle muamele yapmazsan kesinlikle hüsrana, ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'raf, 7/23)
Seçme hakkının anlamı, olumlu ve olumsuz şıkların aynı anda bulunmasını gerektirir.
Doğru olanın seçilmesi ve bu seçmenin "doğru" değerine sahip olabilmesi ve anlamlılığı için doğru seçilirken aynı zamanda "yanlış" olanın da seçilmemesi gerekir.
Yaratıcınız olan Allah Teala'yı red ediyorsanız, sadece bu tercihinizin fiziki sonuçları ile karşılaşırsınız. Bunun anlamı ise, sonsuz hayatta bir kere var edilmiş bir enerji-madde formu olarak sahipsizliğin ve niteliksizliğin gerekleri ile baş başa kalmanızdır. Bu ise diğer enerji ve hareketliliklerin size galip olması anlamına gelecektir.
İşte cehennem olarak ifade edilen de budur. Allah Teala sadece bizim iyiliğimiz için kendi mükemmel varlık ve mevcudiyetine bağlanabilme imkanını bize sunmuştur. Varlıkta her eylemin bir karşılığı vardır.
37
Video kayıtları kesin delil olabilir mi?
İslam hukukunda söz konusu kayıtlar kesin delil sayılmaz. Özellikle ağır cezaları olan zina ve hırsızlık gibi konularda, bu fiillerin ispatı için ciddi, sağlam delillerin olması gerekir.
Dört mezhebin kaynaklarında da zinanın tespiti ancak iki şekilde mümkün olduğu belirtilmiştir: Dört şahit yahut kendisinin itiraf etmesiyle. [bk. Şerhu’l-Hidaye (Hanefi), Daru’l-fikir, 5/278; Muğni’l-muhtac (Şafii), Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, 5/451; Keşşafu’l-Kına’(Hanbeli), Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, 6/98-100]
Şahitler konusu için bk. Nisa, 4/15; Nur, 24/4; İtiraf için bk. Buhari, Maiz olayı.
- Bildiğimiz kadarıyla ne Asr-ı saadette ne de daha sonraki asırlarda “şahitlik” yoluyla bir zina suçu sabit olmamıştır. Nitekim İbn Teymiye de “Asr-ı saadetten kendi zamanına kadar şahitlik yoluyla bir zina suçunun tespit edilemediğini” bildirmiştir. (bk. Şeyh İbn Useymin, el-Mumetta’, 6/157)
- Zinanın ispatı konusunda yalnız bu iki delilin olduğu hususu alimlerin ittifakıyla kabul edildiğini bildiren araştırmacılar, bunların dışında yeni teknolojik alet-edevatla kayıt altına almak yolunun muteber olmadığını belirtmişlerdir. (bk. Daru’l-İftai’l-Mısrıye, Fetva: Tarih: 2009/Rakam: 54)
- Bununla beraber, şunu da belirtelim ki, bu iki delile ilave olarak “kocası olmayan kadının hamileliği" de bir delil olarak kabul edilmiştir. Örneğin;
- İbn Abbas’tan gelen rivayete göre, Hz.Ömer’in (recm cezasıyla ilgili daha sonra neshedilen bir ayetten söz ederken) söylediği şu
“Şüphesiz recim cezası evli bir adamın yaptığı zina haddidir. Bu da (dört) şahitlerin şahitlik etmeleri veya ortada bir hamilelik durumu veya itiraf söz konusu ise, gerçekleşir.”(Ebu İshka eş-Şirazi, el-Muhezzeb, 3/334)
manasına gelen sözleri sahabenin “hamileliği” zinanın delili olarak kabul ettiklerini göstermektedir.
- Bu hadis rivayeti için bk. Buhari, Hudud,31; Müslim, Hudud,15 (1691), Muvatta, Hudud, 8, 10.
- Ancak günümüzde değişik teknolojilerden yararlanarak gebe kalmak mümkündür. Bu sebeple, muasır alimlerin büyük çoğunluğu “hamileliği” de bugün bir delil kabul etmezler.
Çünkü, “şüphelerin bulunması durumunda hadleri (cezaları) tatbik etmemek” İslam hukukunda önemli bir prensiptir. Nitekim Hanefi alimlerinden el-Krabisi, “Suçun işlendiği kesin değilse, had cezalarının verilmeyeceği” açıkça ifade etmiştir. (bk. el-Kerabisi, el-Furuk, 1/296)
38
Ateiste idam cezası var mıdır?
Suudi Arabistan’dan bu soruları soracağımıza, doğrudan İslam dininden sormak daha uygundur. Çünkü Suudi’nin bu sorulara muhatap olmasını nedeni belli?
O halde sorular şöyle olmalıdır:
a) İslam dinine göre başörtüsüz gezilebilir mi?
Cevap: İslam’da başörtüsü farzdır. Bu hüküm Müslüman olmayan vatandaşlar için söz konusu olmaz.
b) İslam’da başı örtmemenin cezası nedir?
Cevap: İslam’da başını örtmeden gezen bir kadının -maddi müeyyide / had olarak- bir cezası yoktur. Hesabını Allah’a verecektir.
Ancak devlet, bunu genel ahlak kurallarına aykırı bulup da buna bir t’azir cezası ön görürse, bu insanların kamu düzenin sağlamaya yönelik beşeri bir inisiyatif kullanılmasıdır.
c) İslam’da ateiste idam cezası var mıdır ya da yaymak mı idam cezasını gerektirir?
Cevap: Ateist, eğer gayri müslim bir aileden geliyor ve mümin bir kimlik taşımıyorsa, öldürülmez. Ancak dinsizliğini yaymaya çalışırsa, devlet yine kamu düzenini ve İslam dinini himaye etmek maksadıyla idam cezasını verebilir.
- Eğer, bu ateist önce Müslüman olduğu halde sonradan İslam dinini terk edip ateist olmuşsa, bu kişi İslam hukukuna göre, “mürted”dir. Mürteddin ise hakk-ı hayatı yoktur.
Çünkü, mürtet dininden ve mensubu olduğu İslam ümmetinden ayrıldığı için, masumiyetini yitirmiş ve hain statüsüne girmiştir. Hainin cezası ise ölümdür.
- Keza, dinini terk eden, dinine karşı hainlik yapmış olur. Dinine karşı hainlik yapan, İslam dininin yürürlükte olduğu vatanına karşı da hainlik yapmış olur. Bu sebeple, mürtedin işlediği suç bir nevi “hıyanet-i vataniye”dir. Bunun cezası ise ölümdür.
Kuşkusuz, bu öldürme işini, devlet uygun görürse yapar. Ve devlet de ona her türlü düşünme payını verdikten ve yanlışlarını düzeltmeye yönelik bilimsel yardımları sunduktan sonra -yine de olumsuz cevap aldığı takdirde- bunu gerçekleştirebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Mürtedin öldürülmesi faydasız ve imkansız değil mi?
39
Namaz kılan biri, neden öldürülmek istenmiş?
Bu hadis, -bazıları uzun, bazıları kısa olmak üzere- değişik tariklerden rivayet edilmiştir.
- Bu rivayetlerin kaynağı için bk. el-Bezzar, 14/60; E bu Yala, el-Müsned,1/90, 7/154, 168; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 6/226; Keşfu’l-Estar, h.no. 1851.
- Hz. Enes’den rivayet edilen bu hadisin senedinde yer alan “Yezid er-Rikkaşi, alimlerin büyük çoğunluğuna göre zayıf bir ravidir. (Mecmau’z-Zevaid, a.g.y)
Sorudaki şeklinin de dahil olduğu Ebu Yala’nın üç rivayeti de -kitabı tahkik eden- muhakkik Hüseyin Selim Esed tarafından zayıf olduğu bildirilmiştir. (bk. Ebu Yala, ilgili yerler)
Ancak, Ebu Yala’nın -kısaca- Hz. Cabir’den naklettiği bu hadisin rivayeti sahihtir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 6/227)
Ebu Yala’nın ravilerinden Ebu Ubeyde’nin Muhammed b. Kab (el-Kurezi)’den aktardığına göre, bu adam Hz. Ali tarafından öldürülen “zu’s-südiyye”(kadın göğsü gibi göğsü olan veya -gelişmemiş, sakat- bir kolunun başı öyle olan kimse) lakabıyla bilinen bir haricidir. (bk. Ebu Yala, 7/168)
- Bununla beraber, bu konuda farklı görüşler de vardır:
- Bazı alimlere göre, “Hurkus b. Züheyr el-Beceli” ismi ayrı bir şahsa, “Zu’l-Huveysire et-Temimi” ismi ise başka bir şahsa aittir. (bk. Umdetu’l-Kari,16/142)
- Diğer bazı alimlerin bildirdiğine göre, bu adamın asıl adı “Hurkus b. Züheyr el-Beceli(zu’l-Huveysire et-temimi)”dir. Hz. Ali’ye karşı savaş açan, yeryüzünde fitne fesat çıkarıp masum insanların kanlarını döken ve Nehrevan’da Hz. Ali tarafından öldürülen kişidir. (bk. Umdetu’l-Kari,15/62, 230)
- Buhari ve Müslim’in rivayetine göre, Hz. Peygamber (asm) bir gün ganimeti taksim ederken, siyahi bir adam geldi ve ona: “Sen bu taksimatı adaletli yapmıyorsun.” dedi. Hz. Peygamber “Eğer ben adalet etmezsem, kim adalet eder? Eğer ben adalete uymazsam, o takdirde sen zarar ve hüsran içinde olursun.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer onu öldürmek için izin istedi. Peygamberimiz (asm) ise buna karşılık şöyle buyurdu:
"Bırak onu. Onun arkadaşlarından öyle adamlar çıkar ki, siz onların namaz ve oruçları yanında kendi namaz ve oruçlarınızı bir hiç gibi kabul ederseniz. Bununla beraber, onlar Kur’an’ı okurlar fakat Kur’an onların gırtlaklarından aşağı inmez. Bir okun yayadan fırladığı gibi, onlar da dinden öyle çıkarlar... Alametleri içlerinde pazularından biri kadınların göğsü veya bir et parçası gibi sallanan bir adamın varlığıdır.” (Buhari, h. no:3610, 6163; Müslim, h. no:148; Umdetu’l-kari, 16/142)
- Bütün bu açıklamaların ışığında denilebilir ki, Hz. Peygamber (asm), söz konusu adamın münafık olduğunu bilmiş ve bu sebeple öldürülmesini emretmiştir.
Kaldı ki, emir verdiği kişilerin onu öldüremeyeceklerini de biliyordu. Nitekim en son Hz. Ali çıkıp “Ben öldüreceğim.” deyince, Peygamberimiz (asm), “Haydi git bakalım; ama onu bulmazsın / eğer bulabilirsen!” demiştir ki, bu ifadesi o kişinin o anda öldürülemeyeceğini bildiğini göstermektedir.
Buna rağmen, Peygamberimiz (asm)'in böyle bir emri vermesinin hikmeti, bu adamın ilerideki durumunu ve arkadaşlarının durumunu bildirmektir. Ki, bu bir gaybi haberdir ve Nehrevanda doğruluğu tasdik edilmiştir.
Nitekim, bu hadiseyi anlatan Ebu Said el-Hudri, bizzat bu olayın başlangıcında olduğu gibi, en son Nehrevanda da orada bulunmuş ve “Hz. Peygamberin dediklerinin aynen çıktığını gördüğünü” bildirmiştir. (bk. Umdetu’l-Kari, 16/142)