1
Haç neden Hristiyanların sembolü olmuştur?
Haç, Hristiyanlıkta Hz. İsa (as)'nın çarmıha gerilişin ve insanlığı ezelî günâhından kurtarmak için çektiği acıları ve ölümünü hatırlatan en önemli sembol. Haç, hem İsa'nın bir işareti hem de Hristiyanların inançlarının ve dinlerine bağlılıklarının bir alâmetidir. Yani duruma göre; hayır duâ, takdis ve bir iman ikrarı hareketidir (Ancyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, VI, 811; S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London,1970; s. 217). Haç, Hristiyanlıktan önce de dünyanın pekçok yerinde dinî mânâda ve diğer hususlarda sembol olarak kullanılırdı. Ancak dinî inanç, ibâdet ve diğer konularda ne derece kullanıldığı kesin olarak bilinememektedir. (En. Britannica, VI, 812). Haç, Hristiyanlara göre, İsâ'nın çarmıha gerilişini tasvir eden dinî bir semboldür (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 230).
Haç ile ilgili olarak işaret edilmesi gereken hususlardan biri de çarmıha germe işidir. Çarmıh, Farsça, dört çivi demektir ve çapraz olarak üst üste konmuş iki tahtadan meydana gelen ve değişik şekilleri olan bir işkence aracıdır. Çok eskiden beri ölüm cezasına çarptırılanlar çarmıhın üzerine gerilerek işkence ile öldürülürdü. Çarmıh ile işkence usûlünü Yunanlılar pek az olarak, özellikle kölelere ve yol kesicilere uygularlardı. Romalılar da çarmıhı köleleri, yabancıları ve aşağı tabakadan olan kimseleri cezalandırmak için kullanırlardı (Brandon, a.g.e, s. 217).
Çarmıha gererek işkence etme geleneğini doğuya Romalıların getirdiği söylenmektedir. Onların doğuyu ele geçirmesinden önce, Asurlular ve İbrânîler suçluların ölülerini kazığa bağlarlar, böylece suçluları halka gösterirler ve adâletin kuvvetini belirtirlerdi.
Hristiyanlara göre çarmıha gerilmiş en ünlü kişi İsa'dır. Roma'lı hâkim Pontius Pilatus, İsa'yı ölüme mahkûm etmiş ve Roma askerlerine öldürtmüştür. Bu yüz den ilk Hristiyanlar, İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklini tasvir eden haç'ı, dinlerinin sembolü olarak kullanmışlardır. M.S. 312'de Hristiyanlığı kabul eden Konstantin, ölüm cezası olarak çarmıha germe geleneğini kaldırdı. Bu tarihten sonra; Hristiyanların Haç'a bağlılıkları daha da arttı (En. Britannica, VI, 812).
İsa'nın haça gerilişi üzerinde ısrarla ve özel bir şekilde duran ilk kişi Pavlus'tur (Brandon, a.g.e, s. 217). Dolayısıyla Pavlus'un teolojisinde haç fikri en mühim yeri işgal etmektedir. Çünkü Pavlus'a göre, Hz. İsa'nın yeryüzünde sürdüğü hayat pek önemli değildir: O yalnız enkarnasyon (ekmek-şarap âyini) sırrına ve haçta ölümüne ehemmiyet vermektedir. İsa'nın haç'a yükseltilmesi, aynı zamanda göklere yükseltilmesinin şartıdır. Haç, inananlar için, "hikmet, adalet ve kurtuluş" demektir. Hz. Âdem'in, cennette yasak meyveden yemek sûretiyle işlediği ve bütün insanlara sirâyet eden ezelî günâhtan kurtuluş ve nihâyet, Hz. İsa'nın şeytanî kuvvetlere karşı kazandığı zafer demektir (Schımmel, a.g.e, s. 127-128).
İslâm'a göre Hz. İsa haç'a gerilmemiştir. Onun hayatı gibi, son durumu ile ilgili en doğru ve en güvenilir bilgi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde verilmektedir:
"Bu, bir de inkârlarından Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarından ve 'Meryem oğlu İsa Mesih'i -Allah'ın elçisi- öldürdük.' demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler. Bu husustaki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti..." (Nisâ, 4/156-158).
Barnaba İncili'nde de konu ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:
"Askerler Yahuda'yla birlikte İsa'nın bulunduğu yere yaklaştıklarında, İsa çok sayıda kişinin yaklaştıklarını işitip, korkuyla geri eve çekildi. Ve on bir (havârî) uyumakta idiler. O zaman kuluna gelen tehlikeyi gören Allah, elçileri Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Uriel'e İsa'yı dünyadan almalarını emretti."
"Kutsal melekler gelip, İsa'yı güneye bakan pencereden çıkardılar. Onu götürüp, üçüncü göğe, daima Allah'ı tesbih ve takdis etmekte olan meleklerin yanına bıraktılar."
"Yahuda herkesin önünden hızlı hızlı İsa'nın yukarı alındığı odaya daldı. Ve şâkirtler uyuyorlardı. Bunun üzerine, mucizeler yaratan Allah yeni bir mucize daha yarattı. Öyle ki, Yahuda konuşma ve yüz bakımından İsa'ya o şekilde benzetildi ki, onun İsa olduğuna inandık. Ve o bizi uyandırdı. Muallimin bulunduğu yeri arıyordu. Bunun üzerine biz hayret ettik ve cevap verdik: 'Sen en sahibimiz, bizim muallimimizsin; bizi unuttun mu?' O gülümseyerek dedi: 'Şimdi, benim Yahuda İskariyot olduğumu bilmeyecek kadar budalalaştınız!'"
"Ve o bunu derken askerler girdiler, ellerini Yahuda'nın üzerine koydular; çünkü o, her bakımdan İsa'ya benziyordu..." (Barnaba İncili, 215-216).
(bk. Şamil İslam Ans., Md. HAÇ / SALİB)
2
Teslise inanan bir Hristiyan'ın Allah inancı ne derece makbul ve ne ölçüde geçerlidir?
İman bir bütündür. İmanın altı esasına birden inanan kimseye mümin denilir. Bunlardan birine iman etmeyen yahut bu inancı İslâm’a uygun düşmeyen bir insana, Kur’anî manada mümin denilmez.
Kur’an’da tevhit inancı esastır. Yani Allah birdir; zatında, sıfatlarında ve icraatında ortağa, yardımcıya muhtaç olmaktan münezzehtir. Bu tevhit esasına ters düşen her türlü inanç İslâm’a göre şirktir, Allah’a ortak koşmaktır. Böyle bir iman ise Allah katında makbul değildir.
Bilindiği gibi, dinler üçe ayrılıyor: semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.
“Doğrusu Allah katında din ancak İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19)
âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil’in bozulmasıyla semavîlik özelliğini kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir.
“Kim, islâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” (Âl-i İmran, 3/85)
Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.
“Bir şey sabit olursa levazımıyla sabit olur.” kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.
Diğer bir önemli itikat kaidesi: “İman tecezzi kabul etmez.” Yani iman rükünlerini birbirinden ayrı düşünerek, bir kısmına inanıp diğerlerine inanmamak olmaz. Meselâ, Allah’a inanan fakat âhirete inanmayan insan mü’min değildir. Bu adam için, “Allah inancında mü’min” fakat “âhiret inancında kâfir” gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da bölünme kabul etmez.
Yani, “Allah’ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem.” diyen bir insan Allah’a değil, kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.
Bu iki kaideye göre, Allah’a imanın sahih olabilmesi için imanın altı rüknünün tamamına, Kur’an’ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira ins ve cinne Allah’ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ikiye ayrılıyor: sıfat-ı selbiye ve sıfat-ı sübutiye olmak üzere.
Sıfat-ı selbiye; “vücut, kıdem, beka, muhalefetü’n li’l-havadis, kıyam binefsihi, vahdaniyet” sıfatlarıdır. ‘vacip bir varlık ile var olan’, ‘ezelî ve ebedî bulunan’, ‘hiçbir varlığa benzemeyen’, ‘varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan’ ve ‘bir olan’ ilâh ancak Allah’tır.
Sıfat-ı sübutiye ise; “hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam, tekvin” sıfatları. Zatî olarak, “hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvin (var etme)” sıfatlarına sahip olan ancak Allah’tır. Biz “lâ ilâhe illâllah” derken, bütün bu mânâları ifade etmiş oluruz.
Allah’a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur’anî mânâda bir iman değildir.
Kur’an-ı Kerim'de, “O’ndan başka ilâh yoktur.” hükmünün yer aldığı âyetleri gözden geçirdiğimizde, bu ilâhî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz. Sadece bir kaçını takdim edelim:
“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler, elbette inkâr ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide, 5/73)
Demek ki, teslise inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış oluyorlar.
“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür.” (Â’raf, 7/158)
O hâlde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah’a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah’a ortak koşan bir insanın bu inancı gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.
“Allah’tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır.” (Nisa, 4/87)
İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz.
“O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. O’ndan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmran, 3/6)
Ana rahminde Allah’ın dilediği gibi şekillendirdiği bir mahlûka ilâh denemez.
“Ondan başka ilâh yoktur. Onun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız onundur. Ve ancak ona döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)
Yok olmaya mahkûm hiçbir varlık ilâh değildir.
“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Ondan başka ilâh yoktur.” (Fatır, 35/3)
Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.
“De ki, o rahman benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Ben o’na dayandım. Tövbem de o’nadır.” (Ra’d, 13/30)
Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak, onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı Kur’anî mânâda Allah inancı değildir.
Tevhitle ilgili bir başka ayet:
“O, evvel’dir, âhir’dir, zahir’dir, batın’dır. Ve o her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3)
Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah’ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez.
Teslis’e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; ama risalet şerefiyle şereflenmiş bir kuldur. Annesi de peygamber validesi olma lütfuna ermiş saliha bir hanımdır. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur’anî mânâda Allah inancına sahip olduklarını söylemek güçtür.
3
Barnaba İncili hakkında bilgi verir misiniz?
Barnabas hakkında, Hz. İsa’dan sonra havarilerinin dinini tebliğlerinin ve bu uğurda başlarına gelenlerin anlatıldığı ve Kilise tarafından da kabul edilen “Rasullerin İşleri” bölümünde önemli bilgiler bulmak mümkündür. Burada anlatıldığına göre, Barnabas aslen Kıbrıslı olup asıl adı Yusuf’tur ve Levililerdendir. Barnabas “teselli oğlu” anlamına geldiğine göre, herhalde lâkabı olsa gerektir.
‘Kanonik İnciller’de Barnabas’ın adı havariler arasında geçmez. ‘Rasuller’in İşleri’nden anlaşıldığına göre, o çok erken bir dönemde Hakk dini kabul etmiş olsa gerektir. Barnabas’ın ismi Kanonik İnciller içerisinde ilk olarak şöyle geçer:
“İman edenlerin cemaati tek yürek ve tek can idi; ve hiç biri kendisinin olan şeyler için ‘benimdir’ demiyordu; fakat her şey onlar için müşterekti. Ve resuller büyük kuvvetle Rab İsa’nın kıyamına şehadet ediyorlardı; ve hepsinin üzerinde büyük lûtuf vardı. Çünkü aralarında yoksul kimse yoktu; zira tarlaları yahut evleri olanların hepsi satıp, satılmış olan şeylerin bedellerini getirerek resullerin ayakları önüne koyuyorlardı; ve her birine ihtiyacına göre dağıtılıyordu.» İşte bu zamanda resullerce çağrıldığı şekliyle BARNABAS tarlasını satmış ve parayı getirip resullerin önüne koymuştu.” (Rasullerin İşleri, 4: 32-37).
Bu olaydan sonra Barnabas adı Resuller’in İşleri’nde sık sık geçer. Şehir şehir dolaşan Barnabas Allah’ın sözünü her gittiği yerde ilân etmekte, kardeşlerine yardım için koşmakta ve pek çok kişinin Hakk Din’e girmesine vesile olmaktadır.
Barnabas ilk dönemlerde Pavlos’la birliktedir. Fakat, bir süre sonra aralarında, şehirleri dolaşırken Markos denilen Yuhanna’yı da yanlarına alıp almama konusunda şiddetli bir tartışma çıkar ve nihayet ayrılırlar. (Resuller’in İşleri, 15: 36 - 41).
İlginçtir ki, bu ayrılma olayından sonra Resuller’in İşleri’nde Barnabas adı bir daha geçmez ve sürekli Pavlos’tan söz edilir. Buradan, Barnabas - Pavlos ayrılığının köklü bir ayrılık olduğunu ve en azından bundan sonra ‘itikad’ alanında da derin bölünmelerin baş gösterdiğini tahmin edebiliriz. Nitekim, Barnabas, İncili’nin girişinde şöyle der:
“...Şeytan tarafından aldatılan pek çokları, dindarlık maskesi altında en dinsiz akideyi va’z ederek İsa’ya Allah’ın oğlu demekte, Allah’ın sonsuza değin emrettiği sünnet olmayı reddetmekte ve her türlü kirli etin yenmesine izin vermekte olduğundan ---bunlar arasında bulunan, kendisinden üzüntü duymadan söz edemediğim Pavlos da aldatılmıştır-- kurtulasınız, Şeytan tarafından aldatılmayasınız ve Allah’ın hükmü önünde hüsrana uğramayasınız diye, İsa ile yaptığım konuşma ve görüşmelerde gördüğüm ve duyduğum gerçeği yazıyorum.”
Barnabas’ın bizzat kendi yazdıklarından anladığımıza göre, o, Resuller’in İşleri’nde geçtiği gibi Pavlos’la bir süre arkadaşlık yapmış, fakat, daha önceki peygamberlerden sonra olduğu gibi, Hz. İsa’dan sonra da izleyicileri arasında ayrılıklar çıkmış, bu ayrılıklar dinin özüne de inmiş ve Pavlos, Tevhid’i Şirk’e çevirenlerin başında yer alırken, Tevhid’den kopmayan Barnabas ise, Hz. İsa’nın gerçek dinini, ona inananlar Şeytan’a kanmasınlar diye yazıya geçirme gereği duymuştur.
Barnabas, gerçekten yukarıdaki satırlarda geçtiği gibi, Hz. İsa’nın havarilerinden midir? Buna ‘evet’ de ‘hayır’da diyemiyoruz. Fakat, kesin olan bir gerçek varsa, Barnabas’ın İslam’ın peygamberlerinden Hz. İsa’ya inanmış bir mü’min olduğu ve en azından ‘Kanonik İnciller’in ilkinin yazıldığı günlerde ve hattâ ondan daha da önce ‘İncil’ini kaleme aldığıdır. Barnabas belki kendisi Hz. İsa’nın havarisi olmasa bile, en azından onun gerçek havarilerini dinlemiştir; bu yüzden onun İncil’i, İslâmi Hadis literatüründeki ifadeyle, Peygamber’i gören ve işiten bir sahabenin ‘sahih’i değilse bile, hiç olmazsa, sahabeyi görüp işiten bir tabii’nin ‘mürsel sahihi’dir.
Hz. İsa hakkında gerçekten değerli bir araştırma yapmış bulunan Muhammed Ata’ür-Rahim Barnabas’ın havariliğini kabul etmekte ve onun İncil’i hakkında özetle şu bilgiyi vermektedir:
“BARNABAS İNCİLİ, İsa’nın bir şakirdi, yani zamanının çoğunu, mesajını yaydığı üç yıllık süre içinde bizzat İsa’nın yanında geçiren bir adam tarafından yazılmış ve bugüne kadar gelmiş, bilinen tek İncil’dir.”
Kabul edilmiş dört İncil’in yazarlarının aksine, o İsa ile doğrudan teması olmuş ve öğretisini doğrudan İsa’dan almış biriydi.
Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır. M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis akîdesi, Pavlus hristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa Damasus'un (M.S. 304-384) da, İncil'in okunmaması için bir karar çıkarttığı söylenmektedir. Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa, basitçe "halktan gizlenmiş" demektir. Papa'nın, yasaklanmış kitaplar listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, İncil'in varlığını göstermektedir. Ayrıca Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir gerçektir (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s. 39-41 ).
Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama kararları ve İncil'in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı. İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki:
Barnaba İncili'nin İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus'ta (1589-1590) bulunuyordu. Sextus, İncil'den geniş çapta faydalanmış olan İraneus'un yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş oldu. Bir gün Marino, Sextus'u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa'nın özel kütüphanesindeki kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazmasını ele geçirdi. İncil'i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve Vatikan'a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam'da büyük bir ün ve otorite sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E. Kramer'in eline geçti. 1713'de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur Savoy'lu Prens Eugen'e takdim etti. 1738'de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma da Viyana'daki Hofbibliothek'e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747'de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: "Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir." (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).
Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs. Ragg tarafından İngilizce'ye çevrildi ve 1907'de Oxford Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. İngilizce çevirinin hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Bu çeviriden yalnız ikisinin varlığı bilinmektedir: Biri British Museum'da, diğeri de Washington Kongre Kütüphanesi'ndedir. Kongre Kütüphanesi'nden kitabın bir mikro-film kopyası ele geçirildi ve İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan'da yapıldı. Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42).
Barnaba İncili yirminci yüzyılın başında, Mısır'da, Dr. Halil Seâde tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi, Mukârenetü'l-Edyân, Mısır 1984, II, 215).
Son zamanlarda ülkemizde de İncil'in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir: Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma ", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35) Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.
Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en önemli noktalar şunlardır:
1- Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmez.
2-Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat'ta belirtildiği ve hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, İsmâil (a.s.)'dır.
3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed'dir.
4-Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir.
(Muhammed Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s. 105-107).
Gerçeğin uzun süre gizlenemeyeceği açıktır. İnsanlık eninde sonunda, belki tarihte eşine rastlanmadık biçimde Hakk Din’e yönelecek ve İbrahim’in Tevhid Dini Hatem’ül-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)’nın risaletinin tümden ihyasıyla yeryüzündeki muhteşem hakimiyetini gerçekleştirecektir. Batıl, mahiyeti gereği köpük gibi yok olucu, Hakk ise kalıcıdır.
Barnaba İncili’nin muhtevası, genel teması, metnin tahlili ve yapılan tenkitler, bunlara verilen cevaplar konusuna değinmek uygun olacaktır:
Barnaba İncili'nin Muhtevası
Barnaba İncili bir giriş ile doğumundan semaya urûcuna kadar Hz. İsâ'nın hayatının anlatıldığı asıl bölümden (222 bab) oluşmaktadır.
Giriş kısmında bu kitabın Allah'ın peygamberi Hz. İsâ'nın gerçek İncil'i olduğu ve onun havarisi Barnaba tarafından yazıldığı, şeytanın yanılttığı pek çok kişinin -ki aralarında Pavlus da vardır- tamamıyla yanlış bir akîdeyi yaydıkları, Hz. İsâ'ya Allah'ın oğlu dedikleri, Allah'ın ebedî ahdi olan sünnet olmayı kabul etmedikleri, temiz ve helâl olmayan her besinin yenilebileceğine hükmettikleri ifade edilerek insanların hataya düşmemeleri için bu İncil'in kaleme alındığı belirtilmektedir.
Asıl bölümde ise şu konular yer almaktadır:
1- Hz. İsâ'nın dünyaya gelişi ve çocukluğu (1-9). Bu bölümde kanonik İnciller'de olduğu gibi annesi Meryem'e Cebrail tarafından Hz. İsâ'nın doğumunun müjdelenmesi (1-2), Hz. İsâ'nın dünyaya gelişi (3-4), sünnet oluşu ve mabede takdimi (5), müneccimlerin ziyareti ve Mısır'a kaçışı (6-8), on iki yaşında Kudüs'ü ziyareti (9) anlatılmaktadır.
Barnaba İncili'nin bu ilk bölümünde kanonik İnciller'den Luka ve Matta'ya büyük benzerlikler görülmekle birlikte bazı farklılıklar da vardır. Luka İncili'ndeki (1/31-33), "Ve işte gebe kalıp bir oğlan doğuracaksın ve adını İsâ koyacaksın. O büyük olacak, ona yüce Allah'ın oğlu denilecek; rab Allah ona babası Davud'un tahtını verecek; Ya'kub'un evi üzerinde ebediyen saltanat sürecek ve onun melekûtuna hiç son olmayacaktır" ifadesi, Barnaba İncili'nde şu şekildedir: "Allah seni, samimi bir kalple şeriatında yürüsünler diye İsrail halkına göndereceği bir peygamberin annesi olarak seçti." Luka İncili'nde (1/35) babasız dünyaya gelmesi sebebiyle Hz. İsâ'ya Allah'ın oğlu denileceği bildirilirken Barnaba İncili'nde bu hadise şu şekilde anlatılmaktadır: "Ey Meryem! İnsan yokken insanı yaratan Allah, senden de erkek olmadan insan meydana getirmeye kadirdir". Luka İncili'ndeki (2/11), "Çünkü bugün Davud'un şehrinde size kurtarıcı doğdu, o da rab Mesih'tir" ifadesine karşılık Barnaba İncili'nde, "Dâvûd"un şehrinde rabbin peygamberi olan bir çocuk doğdu. O İsrail evine büyük kurtuluş getirmektedir" şeklindedir.
2- Tebliğ faaliyetinin ilk yılı (10-46). Hz. İsâ otuz yaşında iken Zeytindağında melek Cebrail kendisine İncil'i indirir. İsâ'nın kalbine dolan bu kitapta Allah'ın ne yaptığı, ne söylediği, ne dilediği bulunmaktadır (10). Böylece Hz. İsâ'nın peygamberliği başlamıştır. Bu kısım kanonik İnciller'deki İsâ'nın vaftiz olma hikâyesine tekabül etmektedir. Hz. Îsâ dağdan iner ve bir cüzzamlıyı iyileştirir (11).
3- Hz. îsâ'nın peygamberliğinin ikinci yılı (47-90). Roma askerlerinin İsâ'yı tanrı olarak kabul etmeleri, bu sebeple İsa'nın Nain'i terketmesi (47), hastaları iyileştirmesi, sinagogdaki vaazı ve ibadet için çöle çekilmesi (48-50), şeytan, nihaî hüküm ve cehennem hakkındaki vaazları (51-621, mucizeleri, çeşitli meselelerle ilgili tâlimleri (63-81), kendisinden sonra gelecek gerçek mesîhi müjdelemesi (82) nakledilir.
4- Hz. îsâ'nın peygamberliğinin üçüncü yılı (91-222). Romalı askerlerin İbrânîler'i İsâ'nın tanrı olduğunu söylemeye zorlamaları, İsâ'nın mesîh olmayıp sadece bir kul ve gerçek mesîhin müjdecisi olduğunu açıklaması (96), yetmiş iki kişiyi şâkird olarak seçmesi (98), on iki havari ile yetmiş iki şakirdin faaliyetleri (99-126), Hz. İsâ'nın Kudüs (127-131), Nain (133-138) ve Şam'daki faaliyetleri (139-143), Celîle'ye dönüşü, gerçek Ferîsîler hakkındaki beyanları (143-151), Nâsıra'dan Kudüs'e gidişi (151-162), kader hakkındaki tâlimleri ve bu konuda sadece Muhammed'in bilgi sahibi olduğu, çöldeki konuşmaları (163-179), Kudüs'te yazıcı Nicodeme ile karşılaşması (180-192), mesîhin İsmail soyundan geleceği (191], Lazar'ın dirilişi (193-200), Kudüs'teki son olaylar, Hz. İsâ'nın aranması, Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Uriel tarafından semaya kaldırılıp üçüncü semaya bırakılması (215), Yahuda İskaryofun işkence görüp çarmıha gerilmesi (217), İsâ'nın annesine ve havarilere görünmesi (219-220), Barnaba'nm İsâ'ya sorulan, Hz. İsâ'nın cevapları ve Barnaba'ya, "Bak Barnaba, benim dünyada kalışım süresince bütün olup bitenlerle ilgili olarak benim İncil'imi elbette yazmalısın" şeklindeki talimatı ve orada bulunanların gözleri önünde dört melek tarafından semaya çıkarılışı (221), Hz. İsâ'dan sonra havarilerin çeşitli bölgelere dağılmaları, bazı insanların -Pavlus da dahil- İsâ'nın ölüp dirildiğini, bazılarının ise ölüp dirilmediğini ileri sürmeleri, Barnaba'nın ise gerçekleri naklettiği bildirilir (222).
Barnaba İncili'nin genel teması
Barnaba İncili'nin genel teması şudur: Önceki kutsal yazılar tahrif edildiği için hakikati tekrar vazetmek üzere Tanrı İsâ'yı görevlendirmiştir. İsâ'nın vazedeceği hakikat ise mesîhin İsmail'in neslinden geleceğidir. Hz. İsâ ne tanrı ne de mesîhtir. O mesîh olarak gelecek olan Hz. Muhammed'in müjdecisidir.
Metnin Tahlili
Barnaba İncili Özellikle teslîsi ve Hz. İsâ'nın ulûhiyyetini reddedip onun sadece gerçek mesîhi müjdeleyen bir peygamber olduğunu belirtmesi açısından kanonik İnciller'den ayrılmakta ve bu sebeple de hıristiyanlar tarafından uydurma (apokrif) kabul edilmektedir. Hıristiyan araştırmacılar bu İncil'in XVII. yüzyılda kaleme alındığını, hatta müslüman olmuş bir hıristiyan tarafından yazılıp Barnaba'ya nisbet edildiğini ileri sürmekte, bunu ispat edebilmek için de çeşitli tenkitler yapmaktadırlar. Barnaba İncili'ne yöneltilen bu tenkitlerin bir kısmı mâkul olduğu halde çoğu peşin hükümle yola çıkıldığını göstermektedir. Tenkitlerin başlıcaları şunlardır:
1- Tarih ve coğrafya hataları.
Münekkitler Barnaba İncili'ndeki bazı ifadelerden bu İncil yazarının Filistin coğrafyasını bilmediğini ileri sürmektedirler. Barnaba İncili'ndeki (Bab 20), "İsâ Celîle denizine gitti ve bir gemiye binerek kendi şehri Nâsıra'ya doğru yola çıktı" ve aynı babdaki, "Nasıra şehrine gelince gemiciler..." ifadelerinden yazarın Nasıra şehrini deniz kenarında sandığını, yine aynı İncil'deki İsâ'nın Nâsıra'ya gittiği (141), daha sonra gemiye bindiği (151) ve Kudüs'e vardığı (152) ifadelerinden de gerek Nasıra gerekse Kudüs'ü deniz kenarında iki şehir olarak düşündüğünü ileri sürmektedirler (Benson, s. 14-15).
Barnaba İncili'ndeki bu bilgiler, "Nasıra ve Kudüs şehirleri deniz kenarındadır ve birinden diğerine gemiyle gidilmektedir" şeklinde yorumlanabileceği gibi yazarın yol güzergâhında katedilen merhaleleri tafsilatıyla anlatmayıp sadece bir hadisenin bittiği ve diğerinin başladığı yerleri bildirdiği şeklinde de yorumlanabilir. Üstelik bu yorum Barnaba İncili'nin genel üslûbuna daha uygundur. Zira aynı İncil'de İsâ'nın Nâsıra'ya yerleştiği, on iki yaşına gelince annesi Meryem ve Yûsuf'la birlikte Kudüs'e gittiği, tekrar Nâsıra'ya döndüğü (9), daha sonra annesiyle birlikte Zeytindağı'na çıktığı (10) belirtilmekte, ancak ne denizden ne de gemiden bahsedilmektedir.
Diğer taraftan Barnaba İncili'ndeki bu ifadeler bu İncil'in uydurma olduğuna delil olarak ileri sürülürken aynı olayla ilgili olarak Matta İncili'nde yer alan, "İsâ kayığa bindi, denizi geçti ve kendi şehrine geldi" (9/1) ifadesi, sırf kanonik kabul edilen bir İncil'de yer aldığı için normal karşılanmaktadır.
Barnaba İncili'ndeki bir ifade (bab 99) yanlış tercüme edilerek yazarın Sur (Tyr) şehrini Şeria nehrinin yakınında zannettiği ileri sürülmekte ve bu husus tenkit edilmektedir. Halbuki yazar İncil'in başka bir yerinde (21) Sur şehrinin bulunduğu bölgeyi göstermektedir. Diğer taraftan İtalyanca nüshada bulunan "in ti-ro apresso il giordano" ifadesindeki "in tiro", Fenike'deki Sur şehrini göstermemektedir. İtalyanca'da bu ifade "doğrudan" veya "müteakiben" anlamındadır. (Cirillo.s. 395)
2- Hz. İsâ dönemiyle bağdaşmayan çeşitli kavramlar
Münekkitler Barnaba İncili'nde bulunan bazı bilgilerin İsâ dönemini değil Ortaçağ Avrupası'nı yansıttığını, bu sebeple kitabın Ortaçağ'da kaleme alındığını ileri sürmektedirler.
Barnaba İncili'nde (54) 60 minutiye bölünen altın bir dinardan söz edilmektedir. Bu ise, "Hz. İsâ döneminde minuti (minuto) denilen bir para birimi yoktu; Roma İmparatorluğu'nda kullanılan dinar ise altından değil, gümüşten yapılmaktaydı" denilerek tenkit konusu olmuştur. Bir para birimi olarak minuto XIV. yüzyılda kullanılmıştır. Ancak bu tabir Barnaba İncili'nin mütercim veya müstensihine ait olamaz mı? Diğer taraftan İsâ zamanında altın veya gümüş paranın kullanıldığını Ahd-i Cedîd'den anlamaktayız. (Resullerin İşleri, 3/6; 20/ 33) Aynı şekilde, "İsâ zamanında şarap deriden yapılma tulumlara konmaktaydı" denilerek Barnaba İncili'ndeki fıçı tabirinin (152) tenkidi de bu ifadenin mütercime aidiyeti şeklinde çözümlenebilir. Yine İncil'de yer alan (121) mahkemenin işleyiş tarzı ve düello hadisesi (99), şekerin mevcudiyeti (119), taş ocaklarında çalışan işçiler (109) gibi hususların İsâ dönemini değil Ortaçağ Avrupası'nı yansıttığı ileri sürülmektedir.
Bu İncil'deki, "Bir hedefe atışta bulunanları fok atma talimi yapanları, gördünüz mü?" (110) ifadesinden hareketle bu tür askerî tâlimlerin o dönemden ziyade askerlerin çokça bulunduğu Ortaçağ Avrupası'na uygun olduğu şeklindeki tenkit de doğru değildir. Zira askerin bulunduğu her yerde atış tâlimlerinin olması tabiidir. Taş ocaklarında çalışan işçilerden bahsedilmesi de (109) gerçeklerle çelişmemektedir. Zira o dönem Filistin'inde, başta Süleyman Mabedi olmak üzere çeşitli yapıların mevcudiyeti taş ocaklarının bulunduğunu göstermektedir.
Bir başka tenkit de 222 bölümden oluşan bu İncil'in, XIII ve XIV. yüzyıllarda İtalya'da oldukça rağbet gören diatessa-ronları örnek alarak hazırlandığı iddiasıdır. "Dört kısmın uyumu" anlamına gelen diatessaron kelimesi, dört İncil'in tek bir kitap halinde özetlenmiş şekline verilen bir isimdir ve bu anlamda ilk defa milâttan sonra 150 yılında Tatien tarafından hazırlanan kitap için kullanılmıştır. Dolayısıyla XIII ve XIV. yüzyıllardan çok önce diatessaron mevcuttu.
Bu İncil'de Ahd-i Atîk'ten yapılan iktibaslarda, milâttan sonra IV. yüzyılda Aziz Jâröme tarafından yapılan Latince tercümenin (Vulgate) kullanıldığı da iddia edilmektedir. Fakat tam aksine Kitâb-ı Mukaddes'in Latince tercümesinin Barnaba İncili'ne dayandığı da ileri sürülmektedir. (The Gospel of Barnabas, s. XV)
Tenkitlerden biri de bu İncil'in müslüman olmuş bir hıristiyan tarafından yazılmış olduğu hususudur. Halbuki bizzat hıristiyan münekkitlerin de ortaya koydukları gibi Barnaba İncili bazı noktalarda Kur'ân-ı Kerîm'le çelişmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de göklerin yedi olduğu belirtilirken Barnaba İncili'nde dokuz olduğu ifade edilmektedir (105, 178). Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Meryem'in Hz. İsâ'yı dünyaya getirirken doğum sancısı çektiği bildirilmekte (Meryem 19/23), halbuki Barnaba İncili'nde onu ağrısız doğurduğu nakledilmektedir (3). Barnaba İncili'nde İsâ mesîh olmadığını ısrarla dile getirirken (96) Kur'ân-ı Kerîm ondan mesîh diye bahsetmektedir (Âl-İ İmrân 3/45; en-Nisâ 4/171-172).
Barnaba İncili'nin Kur'ân-ı Kerîm'le olan bu çelişkileri, bu İncil'in müslümanlar tarafından yazılmış olamayacağını göstermektedir.
Sonuç: Barnaba İncili'nde teslîs ve enkarnasyon (ilâhî kelâmın ete kemiğe bürünmesi, İsa'nın tanrılığı) reddedilmiş, Hz. Peygamber'in nübüvveti müjdelenmiştir. Tanrı'nın birliğini savunan Barnaba İncili (90) O'na çocuk nisbet edilemeyeceğini (17), Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu değil sadece bir peygamber olduğunu belirtmekte (1, 2, 4, 10, 11, 15, 19, 31, 44, 47, 52, 71, 82, 83, 96, 112, 156, 157), İsâ'ya Allah'ın oğlu diyenlerin lanetleneceğini haber vermektedir (53, 212). Bu İncil'e göre nûr-ı Muhammedî her şeyden önce yaratılmıştır (12, 35, 39, 43); kâinat ise onun için yaratılmıştır, o bütün dünyaya rahmet ve selâmet getirecektir (43). Hz. Âdem yaratıldığında kelime-i tevhidde onun adını görmüştür (39). Hz. Muhammed Allah'ın resulüdür 117, 72, 90) ve daha önceki peygamberlerin sözlerini açıklayacaktır (17). İsâ Hz. Muhammed'den önceki son peygamberdir (97). Muhammed İsâ'dan sonra gelecektir (17, 42) ve onunla ilgili yanlış kanaatleri ortadan kaldıracaktır (97). Tanrı'nın Hz. İbrahim'e yaptığı mesîhî vaad Hz. Muhammed ile tahakkuk edecektir (1, 12, 26, 29, 44, 63, 96, 97, 208) ve o mesîhtir (39, 41, 42, 44, 54,97, 136, 163,220).
Teslisi ve enkarnasyonu reddettiği ve Hz. Muhammed'in geleceğini müjdelediği için müslümanlar tarafından sahih kabul edilen Barnaba İncili, kanonik İnciller ve hıristiyan akîdesiyle çeliştiği gerekçesiyle hıristiyanlar tarafından reddedilmekte, uydurma olduğu, hatta XVI. yüzyılda müslüman olmuş bir hıristiyan tarafından yazıldığı ileri sürülmektedir. Barnaba İncili'nin bugün mevcut yegâne nüshası olan İtalyanca metnin, gerek kullanılan malzeme gerekse üslûp ve dil yönünden söz konusu dönem İtalya'sının bir ürünü olduğu açıktır. Ancak bu, Barnaba'ya nisbet edilen İncil'in o dönemde yazıldığını ve müellifinin söz konusu İncil'i İtalyanca yazıp kutsiyet ve otorite kazandırmak için Barnaba'ya nisbet ettiğini göstermez. Kaldı ki Ahd-i Atîk'teki bir çok kitap, hatta mevcut şekliyle Tevrat, nisbet edildikleri şahıslar tarafından kaleme alınmadığı, çok sonra yazılıp söz konusu yazarlara nisbet edildiği halde bugün kanonik ve kutsal kabul edilmektedir.
Bu İncil'in XVI. yüzyıldan çok önce yazıldığına, Barnaba'ya ait bir İncil'in mevcudiyetine dair deliller vardır. V. yüzyıla ait ve Papa Gelase tarafından neşredilen genelge Barnaba İncili'nin apokrif olduğunu belirtmekte ve okunması yasak kitaplar arasında zikretmektedir. VII. yüzyıldan önce kaleme alınan Grekçe Cataîogue des soixante livres canoniques adlı belgede apokrif yirmi beş kitap arasında Barnaba İncili de zikredilmektedir. Şu halde V. yüzyılda Barnaba'ya nisbet edilen bir İncil mevcuttu. Bu İncil'in bugün elde bulunan İtalyanca nüsha ile ilgisinin olmadığı şeklindeki tenkit ise indîdir. V. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar bu İncil'den hiç bahsedilmemesine, dolayısıyla söz konusu İncil'in XVII. yüzyılda ortaya atılmış uydurma bir İncil olduğu iddiasına gelince bunun izahı kolaydır. Tecsîd ve teslisi reddeden Mûsevî-hıristiyan geleneğinin yazıları nasıl yasaklanmışsa aynı çizgideki Barnaba İncili de kilise tarafından mahkûm edilip yasaklanmış, bu sebeple kilisenin mutlak baskı ve otoritesi sebebiyle ortaya çıkarılamamıştır.
Gerek teslisi reddetmesi gerekse Hz. İsa'nın ulûhiyyetini kabul etmemesi sebebiyle Barnaba İncili'nin İslâm'ın etkisiyle İslâm'ın gelişinden sonra bir müslüman tarafından kaleme alınmış bir kitap olduğunu iddia etmek tarihî gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zira mevcut Barnaba İncili'ndeki bazı hususlar İslâmî inançlara uymamaktadır.
Sonuç olarak Barnaba İncili'nin ana temasını teşkil eden ve Hz. İsâ'nın Tanrı'nın oğlu değil bir peygamber olduğu fikrini benimseyip teslîsi reddeden inanç, İslâm'dan çok önce ilk hıristiyanlar arasında mevcuttu. Buna göre Barnaba İncili, Pavlus tarafından sahte diye nitelendirilen, fakat taraftarlarınca tam aksi iddia edilen gerçek İncil'i, Hz. İsâ'nın vazettiği hakiki mesajını ihtiva etmektedir. Şu da bir gerçektir ki Barnaba'ya nisbet edilen bugünkü İncil, uzun tarihî seyri içerisinde birtakım ilâve ve müdahalelere mâruz kalmıştır. Ancak bunlar ana temanın orijinalliğini ve eskiliğini ortadan kaldırmaz.
Geniş bilgi için bk. Osman Cilacı, Barnaba İncili mad. İslam Ans. TDV.yay
4
Hristiyanlıktaki vaftiz inancının dayanağı var mıdır? İnsanlar dünyaya günahkar olarak mı gelirler? Hrıstiyan inancında her doğan çocuk Meryem anamız sebebiyle günahkardır ve vaftiz edilmeleri gerekir...
Evet, Hristiyanlıkta böyle batıl bir inanç vardır. Ancak bu inanış Hristiyanlığa göre Hz. Adem (as) ile Havva'dan intikal eden ilk (aslî) günahtan arınma olmakla beraber, kişinin yeni bir hüviyete bürünerek Allah'ın krallığına katılmasının takdisi anlamlarına da gelir.
İlk günah inancı Hristiyanlıkta önemli bir unsurdur; bir günahtan kurtulmanın tek yolu da vaftiz olmaktır.
Vaftizin yapılışı ve ona olan inanç bütün Hristiyan toplumlarınca aynı şekilde kabul edilerek değerlendirilmemiştir. Anabaptizm adlı bir Hristiyan tarikatına göre küçük iken yapılan vaftizin hiçbir değeri yoktur; büyüklerin yeniden vaftiz edilmeleri gerekir (O. Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, İstanbul,1975, 49).
Vaftizin bu şekilde yorumlanması, zamanla Hz. İsa'nın (as) cemiyet vaftizcisi olarak anlaşılmasına yol açmıştır.
Baptizm adı verilen bir başka Hristiyan mezhebine göre vaftiz, ergenlik çağında bütün vücudu suya sokarak yapılır. Bu mezhep özellikle İngiltere ve Amerika'da yaygındır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Hiristiyanların her yeni doğan çocuklarını vaftiz etmelerini nasıl açıklayabiliriz? Ve neden her yeni doğan çocuklarına günahkar derler?
Hz. Peygamber (asm)'in "Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” hadisini nasıl açıklarsınız?
5
Bazı Hıristiyanlar Allah'ın ancak sevileceğini iddia ediyor ve Allah korkusunu anlamsız buluyorlar. Bu görüş sahiplerine nasıl cevap verebiliriz?
Bir insan Allah’a iman ediyorsa, Onun bütün sıfatlarına, isimlerine de iman edecektir. Bilindiği gibi iman tecezziyi kabul etmez. Yani bazı iman hakikatlerine inanıp bazılarına iman etmemek olmaz.
Allah’ın Rahman, Rahim, Kerim, Rezzak, Şafi gibi cemali isimleri bulunduğu gibi; Kahhar, Aziz, Cebbar gibi celali isimleri de vardır. Nur Külliyatı'nda “Cemaline muhabbet etmek, celalinden havf etmek (korkmak)” şeklinde bir ifade geçer. Demek ki "Allah korkusu" denilince, Onun Celali isimlerinden korkmak anlaşılacaktır. Bu korkunun ölçüsü günahlardan sakınmaktır. Allah sevgisinin ölçüsü ise emirleri yerine getirmektir. Buna göre bir insan, “Allah sadece sevilir, Ondan korkulmaz.” diyorsa, bu iddiasının altında şu mana yatar:
"Allah’ın sadece emirleri dinlenir, fakat yasaklarından sakınılmaz."
Kaldı ki yasaklardan sakınmak da bir İlâhî emirdir. Yani, Allah sevgisi ve korkusu bir kalpte birlikte bulunurlar.
Mesela, İlâhi Ferman olan Kur’an'da bir çok emirler vardır ve bunları yerine getirmeyenler için de yine ilahi tehditler bulunmaktadır. Demek oluyor ki bir İlâhî emri yerine getirmekte Allah sevgisi ve korkusu birlikte bulunurlar. O emri tutmak, sevgiyi ifade, eder; o emri tutmamaktan sakınmak ise takvadır, Allah korkusudur.
En küçük bir idari birimde bile yapılacak ve yapılmayacak işler sıralanırken ve yine en küçük bir amirin bile emirleri ve yasakları bulunurken, Allah’ın sadece emirleri olacağını iddia etmek ve Onun yasaklarına uymayanların cezasız kalacağını düşünmek, gerçek manada bir Allah inancıyla bağdaşmaz.
Bu yanlış inanca sahip olanların aldandıkları en önemli nokta Allah’tan korkmayı dünya zevklerine ve sefalarına engel sanmalarıdır. Hâlbuki,
“Allah’tan havf eden (korkan), başkaların kasavetli, belalı havfından (korkusundan) kurtulur.” (Sözler)
Bakara Sûresi'nin başında, “Kur’an'ın muttakiler (Allah’tan korkanlar) için bir hidayet olduğu” beyan edildikten sonra, muttakinin sıfatları şöyle sıralanır:
“O takva sahipleri, gayba inanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”
Bu sayılanlar, iman ve salih amel olduğu halde muttakinin sıfatları arasında yer almışlardır. Bundan şu mânâlar açıkça anlaşılır: Her salih amel, bir yönüyle de takva içinde addedilebilir.
Nitekim, Al-i İmran Sûresi'nde de (134 ve 135. âyetler) muttakinin sıfatlarını şöyle sıralamaktadır:
“Bollukta ve darlıkta infak etmek.”
“Kızdıklarında öfkelerini yutmak.”
“İnsanların kusurlarını affetmek.”
“Kabahat yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı anmak ve günahlarından derhal tövbe etmek.”
“Yaptıkları günahlarda, bilerek ısrar etmemek.”
Görüldüğü gibi, bu sayılanlarda takva ile salih amel iç içedir. Zaten, takva insanı salih amel işlemeye götüren önemli bir sebeptir.
6
Ehl-i kitab ne demektir?
Yahudi, Hristiyan gibi semavi din mensuplarına "Ehl-i Kitap" denir. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaptan çokça bahisler vardır. Ehl-i Kitap, Peygamberimizi (asm) kabul etmediklerinden "kafir" sayılmakla beraber, "Allah'ı inkar eden" anlamında kafir değillerdir.
Kur'an-ı Kerim, ehl-i Kitaba bazı konularda, kafirlere nispetle ayrıcalık tanır. Mesela, onlardan kız almak caizdir ve kestiklerini yemek helaldir (Maide, 5/5) Onlara tanınan bu ayrıcalık, ehl-i küfre nispetle, imana daha yakın olmalarındandır. Kur'an, onlara şöyle seslenir:
"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin! Ancak Allah'a ibadet edelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp bazınız bazısını Rab edinmesin."(Âl-i İmran, 3/64)
Yani, birbirimizi Rab, Mevla, Hakim-i Mutlak tanımayalım. Bütün hareketlerimizi Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim... Hepimiz Allah'a kul olalım. Kendimizi ancak O'na mahkum bilelim. Birbirimize de ancak bu kural çerçevesinde tabi ve bağlı olalım. (1)
Kur'an, Ehl-i kitabın kendi alim ve ruhbanlarını, Rab edindiklerini bildirir.(Tevbe, 9/31) Hristiyanlıktan İslam'a geçen Adiy b. Hatem, "Ya Resulullah, biz onları Rab edinmiyorduk." deyince Resulullah (asm), şu açıklamayı yapar:
"Onlar, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal yapıyor, siz de onlara uyuyordunuz. İşte bu, onları Rab edinmektir."(2)
Yoksa, herhangi birini Rab edinmek için illa ona "Rab" namını vermek şart değildir. (3)
Şu ayet, Ehl-i kitapla mücadelede izlenecek yolu ifade eder:
"Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut, 29/46)
Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir: 1. Zalim olanlar. 2. İnsaflı olanlar.
İnsaflı olanlarla en güzel bir şekilde mücadele yapılması emredilir. Bu tarz yaklaşım, onları İslam'a çekecek, İslam'a girmekte zorlanmayacaklardır. Çünkü, İslam'a girdikleri zaman Hz. Musa (as)'ı, Hz. İsa (as)'ı reddetmeleri gerekmiyor... Böylece, son peygamberin dinine uyacaklar ve tahrif edilmiş bir dinin mensubu olmaktan kurtulacaklardır.
Kur'an-ı Kerim, Hristiyanların Yahudilere nisbetle İslam'a daha yakın olduğunu bildirir:
"Yahudi ve müşrikleri mü'minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü'minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler." (Maide, 5/82)
Tarih, üstteki ayetin bir ispatıdır. Yahudilerden İslam'a girenler parmakla gösterilecek kadar azdır. Fakat Hristiyanlardan pek çok kimse, araştırmaları neticesinde İslam'ı seçmişlerdir. Bugün Avrupa'da Hristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Yine Avrupa'da pek çok kilise, cami hâline getirilmiş ve bunlar İslami faaliyet merkezleri olarak hizmet vermektedirler.
Hristiyan ülkelerde İslami faaliyetlerin güzel neticeleri gözle görülen bir realite olduğu gibi, bu ülkelerin idarecilerinin İslam aleyhinde tutumları da yine bir realitedir.
İnsaflı Ehl-i Kitapla en güzel bir mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmü bildirir:
"Ehl-i Kitaptan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen ve Hak dini din olarak seçmeyenlerle, onlar zelil vaziyette kendi elleriyle ‘cizye’ verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)
Ayette sayılan özellikler, “Bütün Ehl-i kitabı içine alır mı, yoksa almaz mı?” meselesi zaman zaman tartışma konusu olmaktadır.(4) Ayetin "Ehl-i kitabın hepsiyle, onlar cizye verinceye kadar savaşın." demeyip, "Ehl-i kitaptan şu özellikte olanlarla savaşın." demesi, herhalde gözden uzak tutulmamallıdır.(5) Resulüllah’ın uygulaması da bu tarzda olmuştur.
Hz. Peygamber (asm), İslam'ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan'a göndermiş, orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiş, onlara Allah'ın dinini anlatmış, kendilerini iknaya çalışmıştır. Bunun neticesinde Ehl-i kitaptan İslam'a girenler olmuştur.
Kur'an'ın belirttiği gibi, "Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir." (Âl-i İmran, 3/113). Onların hepsini aynı kategoride görmek, Kur'ani ve tarihi realiteye muhaliftir.
"Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez."(Maide, 5/51)
ayeti, onlarla diyaloga ve beşeri ilişkilere mani değildir. Nitekim, ehl-i Kitaptan kız almak, Kur'an'ın hükmüyle sabit bir vakıadır. (Maide suresi,5).
Hamdi Yazır, üstteki ayetle ilgili şöyle der:
"Müminler, Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara idareci olmaktan men edilmemiş; onları veli ittihaz eylemekten, yardaklık etmekten nehiy edilmişlerdir. Çünkü onlar, müminlere yar olmazlar."(6)
Meseleyi şu şekilde özetlemek mümkündür:
Onlarla beşeri ilişkilerde bulunmak ayrı, onların din-örf ve adetlerine hayran kalmak ayrıdır. Birincisi Kur'an'ın nehyine dahil değilken, ikincisi kesinlikle yasaklanmıştır.
Kaynaklar:
1. Yazır, II/1132.
2. Razi, XVI/37.
3. Yazır, IV/2512.
4. Razi, X, 333; Kutub, III, 1631-1634
5. Ateş, III, 1133-1134.
6. Beydavi, II, 211.
7
Hristiyan Ebrehe, Allah'a şirk koşan ve puta tapanlara neden yenilmiştir?
Ebrehe, Kâbe'yi yıkmaya giderken, niyeti “putların merkezini yıkmak” değil, “Allah’ın tevhit simgesi olan Beytullahı” yıkmaktı. Çünkü Kâbe’de putların bulunması tâli derecede görülen bir durumdu. Kur’an’ın ifade ettiği gibi, Kureyş müşrikleri “Bizi Allah’a yaklaştırmaları için putlara tapıyoruz “ diyorlardı. Demek ki, Hz. İbrahim (as)’den beri Allah’ın yegâne mabedi olarak Mekke’de bulunan Kâbe, müşrikler için, her şeyden önce Allah’a kulluk yapılan bir yer konumundaydı. Müşriklerin Kâbe’ye gösterdikleri saygı, -yanlış bir şekilde de olsa- yaptıkları tavaf, hac ibadeti onların eskiden beri gelenek halinde gelen dinî bir inançlarını göstermektedir.
Her tarafta, Kureyşliler Kâbe sahipleri olarak saygı görüyorlardı. Kureyş Suresi bunu hatırlatmaktadır. Bu da siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak Kureyşlilerin lehine bir ortam hazırlıyordu.
İşte Eberehe’nin Kâbe’ye karşı hücuma geçmesi, Allah rızası için değil, Kureyşlilere bu imkânları hazırlayan bir kaynağı yok etmek, ekonomik, siyasal, sosyal konumunu üstün bir seviyeye çıkarmak içindi. Kaynakların belirttiğine göre, Ebrehe bu sebeplerden ötürü, Yemen / Sana’da Kâbe’ye benzer çok şaşalı bir kilise inşa ettirdi. Bundan rahatsız olan bazı Araplar bir gece orada abdest bozarak telvis etmişlerdi. İşte bu durum ortaya çıktıktan sonra Ebrehe de kızarak bu intikamı almak istemiştir.
Hz. Peygamber (a.s.m)’in dedesi Abdulmuttalib’in Ebrehe’ye söylediği “Ben develerin sahibiyim, onun için develerime sahip çıkmak istiyorum, onları almak istiyorum. Kâbe’nin de sahibi var elbette o da ona sahip çıkacaktır.” şeklindeki sözleri, güçlü bir imanı göstermektedir.
Teslis akidesine sahip Ebrehe’nin -şirk noktasında- Arap müşriklerinden pek farkı da yoktur. Fil olayı, Kur’an’la sabit bir mucizedir. Hz. Peygamber (a.s.m)’in doğumundan yaklaşık kırk gün önce vuku bulmuştur. Yahudilerin olduğu gibi, Hristiyanların da üstüne çıksın diye gönderilen İslam dininin peygamberinin, dininin merkezinde oturan bir mabedin böyle harika bir şekilde himaye altına alınması, Efendimizin (a.s.m) ırhas denilen (peygamberlikten önce onunla ilgili olarak) meydana gelen bir mucizesidir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Tarihte “fil vak’ası” diye muşhur olmuş hadise nasıl gerçekleşmiştir?
- FİL SÛRESİ.
8
Hristiyanların cinler hakkındaki görüşleri nasıldır?
Hristiyanlıkta da cinlere inanılır. Hatta insanların bedenine girdiğine veya değişik şekillerde tesir ettiğine inanılır. Bu yüzden insanları onun etkisinden kurtarmak için cinlere önem verilmiş, kilisede "cin çıkarma ayinleri" bile düzenlenmiştir. Bu konu gerek İncillerde gerekse Pavlus’un mektuplarında oldukça fazla yer tutar. Hz. İsa’nın delileri veya cin çarpmış kişileri mucize yoluyla iyileştirmesinin bunda büyük rolü olduğu açıktır. Yakub’un Mektubu’nda, cinlerin Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ettikleri kaydedilmektedir:
“Sen Allah’ın bir olduğuna inanıyorsun; iyi ediyorsun; cinler de inanıyorlar ve titriyorlar. Fakat, ey boş adam, imanın ameller olmayınca, faydasız olduğunu bilmek ister misin?”(1)
Bu ifadeler, o dönemdeki Hristiyanların, cinlerin Allah’ın emir ve yasaklarından sorumlu olduklarına inandıklarını göstermektedir. Yine Hristiyanlara göre Hz. İsa, deli ve mecnun ve saralı olan kimselerden cinleri kovup çıkarmış ve onları peygamberliğinin bir alameti olarak iyileştirmiştir.(2)
Hristiyanlık, cinlere tapınmayı yasaklamıştır. Pavlus:
“Fakat diyorum ki, milletler kurban ettikleri şeyleri Allah’a değil, cinlere kurban ediyorlar; cinlerle iştirak etmenizi istemem." (3) demektedir.
Hristiyanların kutsal metinlerinden, cinler hakkında olumsuz görüş sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Onlara göre, cinler murdardır, sapıklığa, küfre, dalalete çağırırlar ve cehenneme gitmeye layıktırlar. İslami görüşün aksine, cinleri tek sınıf olarak görmektedirler ki, o da kâfir cinlerdir. Halbuki, Hz. İsa’ya iman eden, imana destek olan cinlerden de bahsedilmektedir...
Dipnotlar:
(1) Yakub’un Mektubu, 2/19-20.
(2) Matta, 4/24; 9/32-34; 12/22-29; 17/14-20
(3) I. Korintoslulara Mektubu, 10/20-21.
9
Allah için "Allah Baba" ifadesini kullanmak doğru mu ?
İslamiyette Allah`a babalık ve oğul isnadı yapılamaz, caiz de değildir. Çünkü bu ifade Hristiyanların Hz. İsa` ya "Allah` ın oğlu" demeleri ve Allah`a da "Baba" demeleri ile bizim de dilimize geçmiş bir ifadedir. Böyle bir sözü, bir Müslüman’ın söylemesi düşünülmez. Çünkü mesele doğrudan doğruya Allah’ın birliği ile alakalıdır.
Bir kere bütün babaları ve oğulları, erkekleri ve kızları yaratan Allah’tır. Yaratıcı, yaratılan olamaz. İslamî deyimle Hâlık, mahluk olmaz. Böyle bir sözü ve inancı kesin olarak Kur’an reddeder. İhlas suresi Cenab-ı Allah`ı "O doğurmamış ve doğurulmamıştır" şeklinde anlatır. Yani, doğanlar ve doğurulanlar Yaratıcı ve Allah olamaz.
En’am Suresi’nde de, "O gökleri ve yeri yoktan ve benzersiz şekilde yaratandır. O’nun eşi olmaksızın çocuğu nasıl olur? Her şeyi O yaratmıştır, O her şeyi hakkıyla bilir." (6:101)
"Yahudiler, `Üzeyir Allah’ın oğludur` dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki, kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırılıyorlar." (Tövbe, 9:30)
Hıristiyanlar, Mesih İsa’ya "Allah’ın oğludur" demekle kalmadılar, daha da ileri giderek yine Kur’an anlatımıyla, "
`Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir` diyenler de kâfir oldular, Allah üçün üçüncüsüdür` diyenler de kâfir oldular." (Maide, 5:72-73)
Bu yanlış inancı, Kur’an aynı âyette düzeltir ve "Oysa tek bir Yaratıcı’dan başka hiçbir tanrı yoktur” der.
Yabancı filmlerdeki sözler olduğu gibi tercüme ederek söylendiği ve bazı eski Türk filmlerinde düşünülmeden bilinçsizce kullanıldığı için bu batıl inanç ve ifade, dilimize bu filmler ve içimizdeki Rum ve Ermeni vatandaşların kanalıyla geçmiştir. Böyle bir sözü söylemek –Allah korusun– insanı inançsızlığa ve küfre götürür.
Farkına varmadan, sözün nereye gittiğini, nasıl bir sonuç doğurduğunu bilmeden söyleyenler, meseleyi fark eder etmez, yanlışını anlar anlamaz, tövbe istiğfar eder, Allah’tan af ve mağfiret dilerlerse, inşaallah Allah affeder. Fakat anlamını bilerek söyleyen, "Ne yapalım, bir defa dil alışkanlığıdır" diyenler, imanlarını tehlikeye atacak kadar uçurumun kenarında olurlar.
10
Decretum Gelasianum nedir? Ebiyonitler (Ebionites) kimlerdir?
- Kaynaklarda verilen bilgiye göre, M.S. 496 tarihli, Papa I. Gelasius döneminde “yanlış ve dini düşüncelere aykırı kitaplar” adı altında bir liste hazırlanmıştır. Bu listenin orijinal adı “Decretum Gelasianum”dur. Bu listede altmış kadar isim olduğu bilinmektedir.
Bu listenin Müslümanları ilgilendiren yönü, İslam inancına en yakın olarak bilinen Barnabas İncili'nin adının da bu yasaklar listesinde geçmesidir.
Bu konudaki bilgiler çok farklı ve çok karmaşıktır. Şu anda elimizde bulunan bilgilere göre, bu konuda bilimsel olarak kesin bir hükme varmak mümkün değildir.
Barnabas İncili'nin tarih boyunca aslında var olmadığı şeklindeki iddialara değinen Avustralyalı bilim adamı Dr. Rodney Blackhirst, bir bilimsel makalesinde “Decretum Gelasianum” isimli listeye dikkat çekerek, şöyle demektedir:
“Bazıları, Orta Çağın sonlarında Barnabas İncili isimli yazıma rastlanılması öncesi süreçte, böyle bir İncilin tarihsel olarak var olmadığını kesin bir güvenle iddia ediyorlar. Oysa farklı yüzyıllardan, iki ayrı liste bunun tersini kanıtlıyor. İki listede de aynı yanlışın olması, aslında olmayan bir şeyin yanlışlıkla iki ayrı listede de "Barnabas İncili" adıyla yer alması mümkün müdür? 'Altmış kitap listesi' sadece bu tek konuda yanlış olabilir mi? Barnabas İncili'nin hiç var olmadığı iddiası kimilerinde, bu incilden bugüne hiçbir parçanın gelmediği iddiasına yerini bırakıyor.”
- Ebionitler, geniş bir ifade ile Yahudi-Hristiyan, Yahudi kanından olan bütün Hristiyanlardır. Fakat bir gurubun veya mezhebin tarifi olarak, bu isim çeşitli anlamlara gelebilir.
Bu isimden gaye, bir zamanlar putperestlikten dönen, Paulus taraftarı Hristiyanların büyük kilisesi yanında, ayrı bir gurup teşkil etmiş ve onlardan ayrılmış, özel kaderleri olan bir guruptur. Bunlar, özellikle Paulus teolojisi (teslis akidesi) üzerine bina edilen kiliselerce, zındıklıkla itham edilmişlerdir. Artık bu isim, Yahudi kökenli bir gurubu değil, bir mezhebi işaret etmektedir. Bunlara Ebionitler de denir. Büyük Kilise'de (teslis akidesine bağlı olarak) kalmış Yahudi kökenli kimseler için, bu isim söz konusu değildir.
Verile bazı bilgilere göre, bu mezhep Peygamber Efendimiz (asm)'in geldikleri çağda dahi mevcut, fakat son günlerini yaşamaktaydı ve mensupları gerçek İncil’de vadedilen son peygamberi beklemekteydiler. Mezhebin son günleriydi, zira Pavlos’un Roma imparatorluk dini haline gelen mezhebi, tüm rakip mezhepleri kan ve ateşle bir bir ortadan kaldırmaktaydı. Ebionitler (fakirler) mezhebi Irak ve Şam'da ufak ufak cemaatler halindeyken, İslam’ın buralara yayılmasıyla bekledikleri yeni dine girmişlerdir.
11
Horus'un Hz. İsa gibi babasız yaratıldığı iddiasına ne dersiniz?
- Önce şunu belirtelim ki, Hz. İsa’nın, bakire bir kadından babasız olarak doğduğunu, Kur’an’ın yanında İncil de ifade etmiştir. Bu iki semavi kitabın aynı konuda ittifakları, bu işin tartışmasız bir gerçek olduğunun kanıtıdır.
Vakıa, bunu sadece Kur’an dese bile bizim için aynı hakikattir. Fakat İncil’in de tasdiki, mümin olmayan insanlar için artı bir katkı sağlayabilir.
- İkinci olarak, Horus denilen bir kimsenin gerçekten tarih içerisinde bekar bir kızdan doğduğuna dair hiçbir ilmi kanıt yoktur. Varsa buyursunlar -sağlam kaynağıyla- ortaya koysunlar.
- Kaldı ki, bazı ateist sitelerde Horus şöyle tanıtılmıştır:
“Mısır mitinin şahin başlı gök tanrısı. Firavunlar kendilerini Horus’un yeryüzündeki cisimleşmiş halleri olarak gördükleri için, Mısır’ın en önemli tanrılarından biridir.” (bk. Talan Teoremleri)
Bu yalanın farkında olan yazar, şu komik sözleri söylemek zorunda kalmıştır:
“Aynı zamanda (Horus) Güneş tanrısı olarak gösterilmiştir ve Tanrı Osiris’in oğludur. Osiris ve İsis, Tanrı ve Tanrıça olarak evliydiler, bu nedenle bazı kaynaklar nasıl oluyor da Horus bir bakireden meydana geliyor diyerek itirazlarını öne sürmektedir. Ancak bilmedikleri şey Horus’un, Osiris’in ölümünden sonra meydana gelmiş olmasıdır.”
- Bu tür masallar, bir pagan / çok tanrılı ülke olan Roma ve Yunan gibi bazı kültürlerin mitolojilerinde yer aldığı bilinmektedir. Bugün biri kalkıp da “güneşin evlendiğini, eşinin olduğunu” söylerse, modern bilimimin tekzibinden kurtulamayacaktır.
- Bu tür spekülasyonları, maalesef yalan söylemekten asla çekinmeyen bazı dinsizler, semavi dinlere, özellikle de İslam dinine bir şüphe kondurmak için üretiyorlar.
- Bu tür dinsizlik hezeyanlarıyla vaktimizi zayi etmek de doğru değildir.
12
Orta Çağ İncillerinde "Dünya düz bir tepsidir." ibaresi yer alıyor muydu?
İncilin, -eski yeni arasında kalan- durumunu şu anda muvazene edecek durumda değiliz. Ancak şunu biliyoruz ki, İncil mensubu olan kilise adamları, güneş merkezli bir dünyayı kabul etmiyorlardı.
Bilindiği üzere, Galileo, kendisinden önce Copernicus'un öne sürdüğü güneş merkezli evren kuramını benimsemiş ve bu nedenle Vatikan kilisesi tarafından iki defa yargılanmıştır.
Kilise dünya merkezli bir evren anlayışını savunuyor ve Copernicus teorisini dine / İncil’e aykırı buluyordu. 1614'te ilk mahkemesinde bu bilim adamının ilgili görüşlerini yayması ve öğretmesi yasaklanmış, 1632-33'de yazdığı bir kitap nedeniyle yargılanması sonucu ömür boyu ev hapsine mahkum edilmiştir.
Bu olaylar nedeniyle Galileo tarihte bilim ve din çatışmasının bir sembolü haline gelmiştir. Yetmiş yaşında hapsedilen Galilei’nin gözleri kör oldu ve 1642 yılında hapiste öldü.
Bu tarihi olaya baktığımızda, papazların güneş merkezli bir dünyaya inanmamalarının sebebi, bunun dine aykırı olmasıdır. Dinin kaynağı İncil olduğuna göre, İncil’de böyle bir ifadenin olduğunu veya en az böyle bir yoruma müsait bir ifade tarzının olduğunu akla getirir.
13
İncil ne zaman tahrif edildi?
- İncil’in hangi tarihte tahrif edildiğini tespit etmek zordur. Fakat bu tahrifin Kur’an’ın inmesinden önce olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber, bu tahrifin bir defada değil, kendi heva ve heveslerine uygun gördükleri zamanlarda farklı tahriflerin devam ettiği bir sürecin söz konusu olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
- Meryem suresinin ayet sayısı 98’dir ve 101. ayet diye bir şey söz konusu değildir.
- Şunu unutmamak gerekir ki, Tevrat ve İncil’de bazı tahrifatın yapıldığını kabul etmek, onlarda doğruların olmadığı anlamına gelmez. Aksine büyük bir yekün doğru olabilir ve Kur’an’ın ifadelerine de uygun gelebilir. Nitekim, Hüseyin-i Cisri, Risale-i Hamidiye isimli eserinde, Tevrat ve İncil'den Ahirzaman Peygamberi olan Hz. Muhammed'e işaret eden 114 delil bulmuştur.
Şu var ki, Kitab-ı Mukaddesin büyük bir kısmı vahiy olmadığı ehl-i kitap alimlerince de kabul edilmektedir. Özellikle İncillerin dört tane olması ve bunların onlarca İncil’den tercih edilerek kabul edilmesi ve bu İncillerin yazarlarının belli olması ve bu yazarlardan -en doğru bilgiye göre- hiç birinin Hz. İsa’nın havarisi olmaması ve bunların çok sonralar yazılmış olmaları İncil’in bir vahiy olduğu düşüncesini tamamen ortadan kaldırır.
Fakat, bunların, İslam’da hadis literatürüne yakın bir benzerliği olabilir. Sahih hadislerin muanan senetlerle bize kadar gelmesi, İncil’de ise böyle bir şeyin olmaması önemli bir farkı gösterir.
- Kur’an’da (Neml suresinin 30. ayetindeki ile birlikte) 114 besmele vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, Neml suresindeki hariç, diğerleri müstakil birer ayet olmayıp, teberrüken surelerin başlarına konulmuşlardır.
İmam Şaffi gibi bazı alimlere göre ise, bütün Besmeleler birer ayettir. Diğer bir ifadeyle, Besmele bir tek ayet olarak 114 defa tekrar tekrar inmiştir.
- Şekli ne olursa olsun, Bu besmelelerin Kur’an’dan çıkarılıp tahrife uğratılması asla mümkün değildir. Çünkü, dünyanın her yerinde bulunan Kur’an nüshalarının hepsinde bu besmeleler vardır. Milyonlarca hafızların ezberinde de vardır.
Tahrifat daha çok, dışarıda fazla nüshaları olmayan ve matbuat dünyasında yer almayan eserler için mümkündür. Tevrat ve İncil’in tahrifi de bu şekilde olmuştur. Yani, onların fazla nüshaları olmadığı gibi, matbu baskıları da yoktu. Çok az miktarda el-yazma nüshaları vardı ve onlar da belli din adamlarının tekelindeydi. Zaten bu dört İncil’in akredite edilmesi, belli kilise-din adamları tarafından yapılmıştır.
- Asıl Tevrat’ın kaybolduğu bilinmektedir. Bununla beraber, değişik tercümeleri bulunan Eski Ahid’in her tercümede birbirine uymayan farklı yanları vardır. Örneğin, Seb’iniye olarak da bilinen Yunanca tercümesi ile, İbranice nüshası arasında açık bazı farklar vardır. İlk dili İbranice olan Eski Ahid’in Aramice ve Yunanca tercümeleriyle birlikte tahrifat da başlamıştır.
Keldanîce, Latince, Hebeşce, Gavtice, Ermenice, Arapça, tercümeler arasında da farklılıklar mevcuttur. (Geniş bilgi için bk. M. Ziyau’r-Rahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiyye, s.175-181)
Bu husus asıl nüshası mevcut bulunmayan İnciller için de geçerlidir.
- Şunu da belirtelim ki, Kitab-ı Mukaddesin tahrif edilmesinin lafız bazında mı, yorum bazında mı olduğu hususunda İslam alimleri arasında farklı görüşler vardır.
Tevratın tahrifatı iki şekilde mütalaa edilmektedir: Birincisi, ayetlerin lafzının tahrifi. İkincisi, mananın tahrifi.
Birinci şıkkın tahrif boyutu konusunda “hittetun / hintatun” gibi birkaç misal dışında fazla bir bilgimiz yoktur. İkinci tahrifat konusu, her zaman olmuş ve -Hz. Zekeriya ve Hz.Yahya dahil-, Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin önemli vazifelerinden biri de bu yanlış yorumları ve manevî tahrifleri tamir etmek olmuştur. Ancak, bu tahrif hastalığı, Yahudilerde her zaman yeniden nüks etmiştir.
- Son olarak şunu da belirtelim ki, şu anda elimizde ne Tevrat’ın ne de İncil’in asıl nüshaları mevcuttur. Şu anda mevcut olan bu iki kitabın içinde pek çok vahiy hakikati olmakla beraber, epey tahrifatın yapıldığını gösteren çelişkiler ve makul olmayan hususlar da vardır.
Şu anda elimizde bulunan bu iki kitabın çok sonradan yazıldıkları hususu Ehl-i kitap alimleri tarafından da kabul edilmektedir. Özellikle, İncil’in durumu çok daha kritiktir. Hz. İsa’dan üç yüz küsur yıl sonra, onlarca İncil arasından seçilmiş bugünkü dört İncil’in bu sayısı kadar, kabul olunmayan diğer İncillerin varlığı da bu konuda önemli tereddütler ortaya koymaktadır. Mevcut dört İncil’nin yazarları da bellidir. Tevrat ve İncil’i ihtiva eden Kitab-ı Mukaddesin önemli bir kısmı, insanlar tarafından yazılan tarihle ilgili bilgilerden meydana geldiği, tartışmasız bir gerçektir.
14
Maide, 114’deki bizden öncekilerden maksat kimlerdir? Hz. İsa peygamber olarak mı gelecek?
- Ayetin meali şöyledir:
“Meryem’in oğlu İsa: 'Ey büyük Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz için o gün bir bayram olsun ve senden bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır, zira rızık verenlerin en hayırlısı sensin.' dedi.” (Maide, 5/114)
Ayette “hem evvelimiz, hem âhirimiz için o gün bir bayram olsun” denilmektedir. Yani “evvelimiz ve ahirimiz” için denilen şey sofranın indiği günün bir “bayram” olmasıdır. “Ve Sen’den bir mûcize olsun” ifadesi genel bir hükümdür. (bk. Taberi, Maverdi, Zemahşeri, Razî, ilgili ayetin tefsiri)
“Evvelimiz-âhirimiz” (öncekilerimiz-sonrakilerimiz) den maksat, o anda hayatta olanlarla daha sonra gelenlerdir. “Evvelimiz”den maksat bu sofra mucizesini müşahede edenlerdir. Çünkü bunlar bu mucizeyi gören ilklerdir. “Ahirimiz”den maksat ise, o anda orada var olmayan daha sonra gelen kendi ümmetinin müntesipleridir. “ve Sen’den bir mucize olsun” ifadesi ise bütün insanlar için Allah’ın varlığı ve birliğinin, sonsuz ilim ve kudretinin bir delili olmasına yönelik bir duadır. (bk. Taberi, Maverdi, Razî, a.y)
Diyebiliriz ki, bütün tefsir kaynaklarında ayette yer alan "evvellerimiz”den maksat o anda mevcut olan insanlar anlamında algılanmıştır.
- Hz. İsa’nın gelişiyle ilgili sorunuza gelince;
İslam alimlerinin bu konudaki yorumları çok açıktır: “Hz. İsa ahir zamanda gökten indiği zaman bir peygamber olarak değil, İslam ümmetinin bir ferdi olarak gelir. Bu sebeple Hz. Muhammed’den sonra bir peygamberin gelmesi söz konusu değildir.
Bir hadis-i şerfite şöyle denilmiştir:
“İsa benim ümmetimde (ümmetimden) olacak, adaletle hükmedecek, âdil bir imam / önder olacaktır.” (İbn Mace, Fiten, 33; Sahihu Eşratı’s-saati, 1/130)
Bu hadisin ifadesi de yukarıda belirttiğimiz İslam alimlerinin genel kanaatlerini pekiştirmektedir.
Keza, “Hz. İsa’nın imam olmayı reddetmesi ve sabah namazında müslümanların önderi (Hz. Mehdi)'nin arkasında namaz kılması." (İbn Mace, Fiten,33) da onun bir peygamber olarak değil, İslam ümmetinin bir ferdi olarak geleceğini göstermektedir.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de bu hadisin bir açıklaması mahiyetindedir:
“Nasraniyet (Hristiynalık), ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet'e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi' olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır."
"İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: 'Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir." (Mektubat, s. 470)
15
İslamiyet ve Hristiyanlıktan çok öncelerde var olan İsis ile Hz. Meryem nasıl bu kadar benzeşmektedir?
Bu soruya şöyle cevap verilebilir:
a. Hz. Meryem’in olayı, çok yakın bir tarihte gerçekleştiği, babasız olarak İsa’yı dünyaya getirdiği hususu dünya-âlemin malumudur.
b. İSİS adı Mısır tanrıçası olarak geçmektedir. Kimi zaman başı üzerinde yer alan bir yıldız ve beyaz tacıyla, kimi zaman da kucağında çocuğunu emzirir, süt verir halde tasvir edilen ve Mısır metinlerinde Sirius gibi “vericilik” özelliğiyle nitelenen İsis, aynı zamanda Osiris’in beden parçalarını bir araya getirmeye çalışan bir ilahedir.
c. İslam literatüründeki Hz. Meryem’in profili ile İsis arasında hiçbir ilişki yoktur. Hiyeroglif yazıdaki ismi Aset ve Esi’dir. Hiyeroglif yazıdaki Aset ideogramı aynı zamanda, taht sözcüğünde kullanılan ilk ideogramdır. Mısır’daki Hiyeroglif yazıda Aset olarak bilinen İsis’in etrafında uydurulan hikâyelerle Hz. Meryem’in Kur’an’da çizilen profili arasında yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur.
Çünkü İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’a göre, Hz. Meryem ne bir tanrıçadır ne bir ilahedir ne taht sahibi bir kraliçedir. O sadece Hz. İsa’yı babasız dünyaya getiren Allah’ın müstesna bir kuludur.
Bazı Hristiyanların ona atfettikleri vasıfların gerçekle bir ilgisi yoktur. Belki de onlar da bu İsis efsanesinden esinlenerek bazı şeyleri, örneğin teslis akidesini uydurmuş olabilirler. Fakat gerçek anlamda böyle bir şey yoktur. Bunu Yahudi asıllı Pavlos’ın uydurması olduğu bilinen bir gerçektir.
Bir düşünceye sahip olmak için, o düşüncenin temel taşlarını sağlam koymak gerekir. On beş asırdan beri Allah’ın sözü olduğunu dava ederek ortaya çıkan ve bütün insanlara -bir benzerini getirmelerinin mümkün olmadığı haykırarak- meydan okuyan ve milyonlarca ilim adamının hayranlıkla tasdik ettiği Kur’an gibi semavi bir kitabın vurguladığı Hz. Meryem olayı gibi bir hakikati, hakkındaki malumatın büyük bir kısmı -bazı figürlerden yola çıkarak- yapılan bir spekülasyonlardan öteye geçmeyen İsis olayı ile kıyaslamak gerçekten ne ilim ne akıl ve ne de insaf ölçüleriyle bağdaşmaz.
Şunu da unutmayalım ki, mitolojik efsaneler hakiki semavi dinlerden kaynaklanmıyor. Aksine, mitolojik efsaneler, hakiki dini kaybeden insanların hayal dünyasında yer eden yapay dinin bir ürünüdür.
16
Hristiyanların üçlü birlik konusunda Kur'an’dan kanıt getirdikleri doğru mudur?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin. Meryem’in oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. Allah tarafından gelen bir ruhtur. Gelin Allah’a ve elçilerine iman getirin, 'Tanrı üçtür!' demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin. Allah ancak tek bir İlahtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Koruyan ve yöneten olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/171)
Görüldüğü gibi, ayette üçlü birliğin /teslis inancının yanlışlığına dikkat çekilmiştir. Örneğin:
a) “Meryem’in oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulüdür.” mealindeki ifadede bir hasır/bir sınırlandırma/bir tahsis vardır ki “İnnema” edatı ile (meallerde “sadece” sözcüğüyle) ifade edilmiştir. Arapçadaki dil kuralına göre bunun anlamı şudur: “Hz. İsa sadece peygamberdir... Onun ötesinde bir ilah veya Allah’ın oğlu değildir, olamaz da...”
b) “Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir” mealindeki cümle de iki yanlışa işaret eder:
Birincisi: Yahudilerin Hz. İsa için “gayr-ı meşru çocuk” iddialarının bir iftira olduğuna, gerçekte onun -babasız olarak- Meryem’den doğurtanın Allah’ın kudreti olduğuna, onun diğer insanlar gibi babadan kaynaklanan bir spermin yavrusu olmamakla beraber, Allah’ın kudretinin bir simge ifadesi olan “Kün=Ol” kelimesinin/emrinin mahsulü olduğuna işaret edilmiştir. “Allah yanında Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp 'Ol.' dedi, o da derhal oluverdi.” (Al-i İmran, 3/59) mealindeki ayette bu husus açıkça ifade edilmiştir.
İkincisi: Hz. İsa’nın da diğer insanlar gibi Allah tarafından yaratıldığına, onun bir ilah değil yaratılmış bir mahluk olduğuna dikkat çekilmiştir.
c) Daha ayetin başında bu gerekçelerin ortaya koyduğu gerçeklere dikkat çekilerek Hristiyanlar şöyle uyarılmıştır: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin.” Buradaki cümleleri şöyle anlayabiliriz:
- “Dininizde haddi aşmayın / taşkınlık yapmayın” mealindeki ifadede bütün semavi dinlerin ortak inancı olan tevhit akidesine dikkat çekilmiştir. Bütün dinlerin esas maksadı Allah’ın birliğini ortaya koymak iken kalkıp dinde aşırılık yaparak dinin esaslarına hıyanet ederek Allah’a çocuk isnat etmenin, ona “teslis” saçmalığıyla şirk koşmanın, Hz. İsa’ya aşırı sevgiden dolayı insanlık sınırlarını taşarak ona uluhiyet isnat etmenin çok açık bir yanlış ve bir iftira olduğuna işaret edilmiştir.
- “Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin” mealindeki ifadeyle, bütün semavi dinlerin bildirdiği hakikatlere ve Hz. Adem’den beri gelen 124.000 peygamberin öğretilerinde yer alan Allah inancına ters düşen böyle bir teslis saçmalığından vazgeçin.. Bu saçmalığın bir iddiadan öte hiç bir inandırıcı delilinin olmadığına vurgu yapılmıştır.
d) Ayette meal olarak yer alan “Allah tarafından gelen bir ruhtur” ifadesini bir kaç yönden açıklanabilir:
Birincisi: İnsanların örfünde nezafet, temizlikte mümtaz olan bir şey için “ruh” tabiri kullanılır. Hz. İsa normal tenasül kanununa göre dünyaya gelmemiş, bilakis Hz. Cebrail’in üflemesi sonucu olarak var edildiğinden onun bu nazif ve temiz durumuna bir işaret olarak Ruh sözcüğü kullanılmıştır.
- “Allah tarafından gelen bir ruh” mealindeki ifadenin kullanılmış olması, babasız yaratılmış şanlı bir peygamber olan Hz. İsa’ya şeref kazandırmaya yöneliktir.
İkincisi: Hz. İsa insanları vahiy mesajıyla manevi olarak hayatlandırdığı gibi, mucize eseri olarak da ölülere hayat vermeye vesile olmakla da şöhret bulmuştur. Maddi veya manevi olarak insanların dirilmesine vesile olan şeylere RUH sözcüğü kullanılır. Nitekim, Kur’an’da Hz. Peygambere indirilen Kur’an içinde RUH sözcüğü kullanılmıştır: “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.” (Şura, 42/52)
İşte Hz. İsa için de bu manada Ruh tabiri kullanılmıştır.
Üçüncüsü: Ruh kelimesi rahmet manasına da gelir. “İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22) mealindeki ayette ruh sözcüğü rahmet manasında kullanılmıştır.
Hz. İsa da pek çok mucizeleri ve ahlaki öğretileriyle insanlara bir rahmet olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple ayette meal olarak yer alan “Allah tarafından gelen bir ruh” ifadesi “bir rahmet” olarak anlamak mümkündür.
Dördüncüsü: Ruh kelimesinin Arapça’da RÎH (koku, rüzgar ve üflemek) ile yakın ilişkisi vardır. Bu sebeple bu makamda Hz. İsa’nın Ruh olarak ifade edilmesi, Hz. Cebrail tarafından babasız olarak annesinin rahmine üflenen bir insan olduğuna işarettir.
Beşincisi: Ruh kelimesi nekre olarak “RUHUN” şeklinde kullanılmıştır. Bu ise tazimi, büyüklüğü ifade eder. Buna göre bu kelimeyi “İsa kutsal, şerefli ruhlardan büyük bir ruhtur” şeklinde anlamak gerekir. (bk. Razî, ilgili, ayetin tefsiri)
- Şöyle bir manayı da kabul edebiliriz ki; Hz. İsa diğer insanlardan farklı olarak cismani bir varlık olan nutfeden/spermadan değil de, ruhani bir varlık olan Hz. Cebrail tarafından kendisine ruh üflenen ruhani tarafı ağır basan bir insan olduğu için onun ruhani yanına vurgu yapılmıştır.
Demek ki, onun babasız dünyaya geldiğine vurgu yapmak için Kur’an’da hep “Meryem oğlu İsa” ifadesine yer verildiği gibi, onun babasız ruhani bir varlık olan Cebrail tarafından anne rahmin üflenen bir insan olduğuna işaret olsun diye de ona ‘Ruh” vasfı izafe edilmiştir.
e) Her şeyden önce kendisinin getirdiği Hristiyanlık dininde Hz İsa’nın Mesih olarak anılması elbette çok doğaldır. Fakat bunun Hristiyanlık dininde kullanılması İslam’da kullanılmamasını gerektirmez. Bilakis semavi vahiylerin kaynağının bir olduğuna kuvvetli bir işarettir. Nitekim Kur’an’da da “Mesih” unvanı tam on bir defa tekrarlanmıştır.
f) Söz konusu ayette, Hz. İsa’yı yanlış anlayan Hristiyanların bu hataları delillere dayandırılmış olmasına karşılık, ardından gelen ayetin
“Ne Mesih, ne de Allah’a en yakın büyük melekler, Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar.” (Nisa, 4/172)
mealindeki ifadesinde ise, Hz. İsa’nın hayatı boyunca Allah’a kul olmaktan çekinmediği gerçeğine işaret edilerek onların teslis akidelerinin tamamen çürük olduğuna vurgu yapılmıştır. Hayatı boyunca annesiyle birlikte Allah’a kulluk eden kimselerin ilahlıkla yanından uzaktan bir ilgilerinin olmadığı açıktır.
“Keza ben (İsa), benden önceki Tevrat’ı tasdik etmek ve size (Mûsâ şerîatinde) haram kılınan bazı şeyleri mübah kılmak için geldim. Doğrusu ben size Rabbiniz tarafından bir mûcize getirdim. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah hem sizin hem de benim Rabbimdir. Öyleyse, yalnız O’na ibadet edin. İşte doğru yol budur.” (Al-i İmran, 3/50-51)
mealindeki ayette Hz. İsa’nın insanlara Allah’a kulluk ve ibadet etmelerini emrettiği görülmektedir.
- Yine Hz. İsa daha bebekken kulluğunu ilan etmiştir:
“Derken bebek: Ben Allah’ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi...” (Meryem, 19/30)
Hz. İsâ (a.s.)’ın bu sözü İncîl’de de yer alır.
“İsa bunu (Ferisilerin kendisini öldürmek istediğini) bildiği için oradan ayrıldı. Birçok kişi ardından gitti. İsa hepsini iyileştirdi. Kim olduğunu açıklamamaları için onları uyardı. Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: "İşte Kulum, O'nu ben seçtim. Gönlümün hoşnut olduğu sevgili Kulum O'dur. Ruhum'u O'nun üzerine koyacağım, O da adaleti uluslara bildirecek.” (Kitab-ı Mukaddes, Matta, 12/15-18)
- Keza, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in de kulluk yapmasına dair Allah’ın emirlerini görüyoruz:
“Meryem! Saygı dolu bir gönülle huzurunda durup Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.” (Al-i İmran, 3/43)
Eğer Hz. İsa tanrı olsaydı, tanrının annesi hiç kulluk eder miydi!..
Diyeceğimiz şu ki: “Kibriya-u azamet Hakka yarar / Kul olanda bu sıfatlar ne arar...”
17
Hz. İsa ne zaman doğmuştur? Eflatun ile Hz. İsa aynı zamanda mı doğdu?
- Hz. İsa, miladi takvimin başlangıç tarihinden beş veya altı yıl önce doğduğu kabul edilir. (bk. TDV Islam Ansiklopedisi, İsa md.)
- Eflatun ise, milattan yaklaşık dört yüz yıl önce yaşamıştır. (bk. Ömer Paksu, MORAL dergisi / Aralık 2007)
- İmam Rabbani soruda geçen bu bilgiye itibar etmiş olabilir. Neticede bu tarih bilgisiyle ilgili bir meseledir; yanlış da olsa İmam Rabbani için bir eksiklik değildir.
18
İncil’de geçen alemin reisi, şeytan mıdır?
Yuhanna İncil’inin ilgili ayetlerinin hiçbirinde şeytandan söz edilmemiştir. Ne ilgili ifadelerin öncesi, ne de sonrasındaki ayetlerden böyle bir şeyin zerresinin kokusunu almak bile mümkün değildir.
Her şeyden önce hiçbir semavi dinde şeytan için “dünyanın reisi” ifadesi kullanılmamıştır. Böyle bir söz dinlerin kendi kendilerinin inkârı anlamına gelir. Eğer şeytan dünyanın reisi ise, o zaman peygamberler de -haşa- kim oluyorlar? Böyle bir düşünce ciddi bir saçmalıktır.
Bu tespiti yaptıktan sonra şimdi İncil’deki ilgili ifadelerin tahliline geçebiliriz:
a) “Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyanın reisi geliyor; ve bende onun hiç bir şeyi yoktur.” (Yohanna, 14/30)
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Hz. İsa (Allah’ın yanına) gideceğini söylerken -daha önceki ayetlerde geçtiği üzere- insanların üzüldüklerini gördüğü için, onları sevindirmek adına kendisinden sonra dünyanın reisinin geleceğini müjdelemiştir.
- Acaba, “Bende onun hiç şeyi yoktur.” diyen Hz İsa’nın bu sözleriyle övdüğü ve saydığı kimse şeytan olabilir mi?
Kur’an’la İnciller karşılaştırıldığı zaman, bu sözün ne kadar doğru ve Hz. Muhammed’in getirdiği dinin, Hz. İsa’nın dininden ne kadar üstün olduğunu görmek mümkündür.
b) “Bu dünyanın hükmü şimdidir; bu dünyanın reisi şimdi dışarı atılacaktır.” (Yohanna, 12/31)
“İsa, ne türlü ölümle öleceğine işaret ederek, bunu söyledi.” (Yohanna, 12/33) ayetinde açıkça ifade edildiği üzere, bu ifadeler doğrudan Hz. İsa’nın ağzından alamadığımız için bunları aktaranlar tarafından nasıl aktarıldığını da anlayamıyoruz. Dolayısıyla yoruma açıktır.
Mesela, bu ayeti şöyle anlamak mümkündür: “Bu dünyanın hükmü şimdidir”; yani bu dünyanın şu andaki hükmü, gidişatı benim bu dünyayı terk etmeme neden olmaktadır. Onun için Ben rabbin yanına gidiyorum... Bugünkü gidişatın olumsuz etkisi dünyanın reisi geldiğinde de devam edecektir. Beni bugün -öldürmek suretiyle- dünyadan dışarı atan kötü insanlar, o zaman da dünyanın reisini de dışarı atalar. Yani Mekke’den kovarlar.
Demek ki burada Hz. Peygamber (asm)'in Mekke’den Medine’ye yaptığı zorunlu hicrete de işaret edilmiştir.
Demek ki, Peygamberliğin ilk günlerinde Hristiyan bir din adamı olan Varaka b. Nevfel’in aynı konuya vurgu yapması tesadüfi değildir. O da İncil’den aldığı bilgilere dayanıyordu.
c) “Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem tesellici size gelmez; fakat gidersem onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günah için salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir; günah için; çünkü bana iman etmezler; salah için; çünkü babama gidiyorum ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm için; çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir. Şimdi size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat hakikat ruhu, gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek işleri size bildirecektir. O beni taziz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.” (Yohanna, 16/7-14)
Bu ayetlerde Hz. Muhammed’in bazı vasıfları açıkça anlatılmıştır:
1) “Çünkü gitmezsem tesellici size gelmez; fakat gidersem onu size gönderirim.” ifadesinde, Hz. Muhammed (asm)’in en meşhur vasfı olan “tesellici, alemlere rahmet” vasfına işaret edilmiş ve onun Hz. İsa’dan sonra geleceğine vurgu yapılmıştır.
2) “Dünyayı ilzam edecektir” ifadesi, başka hiç bir peygamberde ve hiçbir semavi kitapta olmayan Kur’an’ın “tehaddi/meydan okuma” özelliğine işaret edilmiştir.
Gerçekten on beş asırdan beri Kur’an’ın, “ insanlar tarafından bir tek suresine bile bir benzerinin yapılamayacağına, ortaya getirilemeyeceğine” dair meydan okuması, hala yürürlüktedir. Ve bu ilan bütün insanları ilzam etmiştir.
3) “Ve o geldiği zaman günah için salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir; günah için; çünkü bana iman etmezler; salah için; çünkü babama gidiyorum ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm için; çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir.”
Burada dünyanın reisinin üç şey için geleceğine vurgu yapılmıştır:
Birincisi “günah”; ve bu şöyle açıklanmıştır: “Çünkü bana iman etmezler” Yani insanlar/Hristiyanlar bana (gerçek anlamda) iman etmedikleri için günah işlemişlerdir. O ise bu günahı ortadan kaldırmak için gelir. Yani, Teslis akidesiyle Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söyleyen günahkârların bu yanlışlarını düzeltmek için gelir. Kur’an’da bu konuya ayırdığı ayetlerin varlığı bu yorumu pekiştirmektedir.
İkincisi: “salah” ve bu da şöyle açıklanmıştır: “Çünkü babama gidiyorum ve siz beni görmezsiniz.” Yani (yukarıdaki ayetlerde bildirildiği üzere), Hz.İsa’nın babasına gitmesinden sonra ancak Hz. Muhammed gelecek ve onun gelmesiyle de dinlere karıştırılmış yanlışlar düzeltilecek ve salaha kavuşturulacaktır. Kur’an’ın bir vasfı “Müheymin”dir. Bunun anlamı, “daha önceki semavi kitapları kontrol eden, doğrularını tasdik ve -insanlar tarafından karıştırılmış- yanlışlarını da düzelten kitap” demektir. İşte Kur’an’ın bu vasfı, Hz. Muhammed (asm)’in “salah”ı, doğruyu getiren, hataları ıslah eden zat olduğunu göstermektedir.
Üçüncüsü: “Ve hüküm için” denilmiş ve bu da “çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir” (yani, Allah tarafından dünyanın reisinin geleceğine dair hüküm/karar verilmiştir) ifadesiyle açıklanmıştır. Bu ifadeyle aynı zamanda, gelecek peygamber Hz. Muhammed (asm)’in yalnız Hz. İsa gibi ahlaki prensipleri değil, aynı zamanda şer’î “hükümler” ihtiva eden Kur’an gibi bir kitapla geleceğine ve en son vahiy olan Kur’an’ın -kendine has prensipleri yanında-hem İncil hem de Tevrat’ın ihtiva ettiği hakikatleri de içerdiğine işaret edilmiştir.
d) “Şimdi size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat hakikat ruhu, gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek, ve gelecek işleri size bildirecektir” ifadelerinde şu noktalar ön plana çıkmıştır:
1) Dünyanın reisinin söz konusu edildiği ayet grubunda “hakikat ruhu” ifadesi dururken bunu şeytana yormak ilmen, mantıken ve aklen mümkün değildir.
2) Burada kavramlaştırılmış olan “hakikat ruhu” açıklanırken, “gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir, fakat her ne işitirse söyleyecek” ifadesine yer verilmiştir.
Bu ifadeler, Necm suresinde yer alan ayetlerle tamamen örtüşmektedir:
“O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O,(Kur’an) kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 53/3-4)
3) “ve gelecek işleri size bildirecektir” ifadesinde, açıkça Hz. İsa’dan sonra gelecek ve dünyanın reisi olacak olan Hz. Muhammed’in hem hadislerinde hem da Kur’an’daki ifadelerle gelecekten gaybi haberler vereceğine işaret edilmiştir.
Kur’an’da, Rum suresindeki “Rumların İranlılara galip geleceğini”, iki yıl önce inen Fetih suresinde Mekke’nin fethedileceğini” açıkça ifade eden ayetler gibi birçok ayet açık veya işari yolla gelecekten haber vermiştir.
Keza, Hz. Muhammed (asm), Müslümanlar tarafından, Kudüs’ün, Şam’ın, İstanbul’un fethedileceğine dair ifadeleri ve benzeri daha pek çok gaybi haberlere dair bilgiler hadis kaynaklarında on beş asırdır bilinmektedir.
İşte bu da, İncil’in bu ifadesinin Hz. Muhammed (asm) hakkında olduğunu göstermektedir.
Her vicdan sahibi bilir ki, Hz. İsa’dan sonra gelen ve işaret edilen bu vasıflara layık olan Hz. Muhammed (asm)’den başka hiçbir insan yoktur.
19
Hz. İsa geldiğinde Hristiyanlar helak mı olacak?
1. Sahih hadislerde verilen haberlere göre Hz. İsa yeryüzüne inecek. Bu gibi hadislerin müteşabih / başka manaları olup olmadıklarını bilemeyiz.
2. Hz. İsa kıyamet günü değil, ondan önce inecektir. Onun inmesi kıyamet alametlerindedir.
3. Hz. İsa’nın Hristiyanlığı kaldırmasından çok, onun teslis akidesi, domuzun helal hükmü, haç gibi yanlışları ve simgelerini ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla, bu hadislerle ilgili ayetler arasında bir çelişki yoktur.
- Hristiyanlar hurafelerden sıyrılacak, Kur’an’ın hakikatlerini kabul edecekler ve böylece hadislerde helak olacağı ifade edilen kâfirlerden sayılmayacaklardır.
- Konuyu Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:
“...İşte böyle bir sırada, o cereyan (deccalın temsil ettiği dinsizlik cereyanı) pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır (şimdiki) Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır."
"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır.”(bk. Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 57)
20
Hristiyanlık dininin İslam dininden daha iyi olduğu iddiasıyla Müslümanlıktan çıkılır mı?
Bu soruda özetle Hristiyanlık dininin İslam dininden daha iyi olduğu belirtilmiştir. Bu da dört maddede özetlenmiştir. Cevabımızda bu maddeler değerlendirilecek ve her maddenin hemen altında, bir dinin üstünlük kriteri olarak ortaya konulan bu konular çerçevesinde Hristiyanlık ile İslam dini karşılaştırılacaktır.
İddia:
“Birincisi: İsa'nın "Ben Tanrı'ya giden tek yolum." demesiydi. Öbür dinlerin hepsi Tanrı'ya başka yollarla da ulaşılabileceğini söylüyordu. Bu da beni "Hangisini izlememiz gerektiğini nereden bileceğiz?" sorusuyla başbaşa bırakıyordu. İncil'de gördüğüm bu güven ve kesinlik bana da bir içgüdüsel güven verdi.”
Cevabımız:
- Evvela, İncillerde "ben Tanrı'ya giden tek yolum" ifadesine rastlayamadık. Öyle anlaşılıyor ki bu söz, yazarın -İncillerde dolaylı olarak vardığı- kendi kanaatini yansıtmaktadır.
- Bu sözün tam tersini gösteren sözler İncillerde mevcuttur. Mesela İncil’in bir ayetinde Hz. İsa şöyle diyor:
“Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü, gitmezsem, Tesellici (Faraklit=Ahmed/Hz. Muhammed) size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için, ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.” (Yuhanna, 16/7-13)
Yine İncil’deki diğer bir ayet şöyledir:
“Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya yalvaracağım, ve o size başka bir tesellici, hakikat ruhunu verecektir; taki daima sizinle beraber olsun.” (Yuhanna, 14/15-16)
İncil’in bu ve benzeri ayetlerinde Hz. İsa: Kendisinden sonra gelen ve Allah’ın yolunu gösteren birinden söz ediyor. Demek ki, "ben Tanrı'ya giden tek yolum" ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır.
- Bununla beraber, eğer İncil’de Hz. İsa’ya ait böyle bir ifade açıkça bulunursa, bu takdirde bu farklı ayetleri ancak şöyle uzlaştırabiliriz:
"Ben Tanrı'ya giden tek yolum." ifadesi, Hz. İsa’nın peygamber olarak bulunduğu devri için söylenmiştir. Başka bir peygamberin geleceğini bildiren ifadeler ise, kendisinden sonra gelecek olan bir peygamber için kullanılmıştır. Ondan sonra gelen en son peygamberin Hz. Muhammed olduğuna hiç şüphe yoktur.
İddia:
“İkinci önemli nokta: İncil ve Hristiyanlık günah konusunu çok farklı bir şekilde ele alıyordu. İncil Tanrı'ya iman ettiğim takdirde günahlarımın affedileceğini söylüyordu. Bütün öteki dinlerde günahların bedelini bir şekilde ödemek gerekiyordu. Ben günahın gerçek anlamını anladığım zaman bunların bedelini ödeyemeyeceğimi de anlamıştım. Benim affedilmeye ihtiyacım vardı.”
Cevabımız:
Bu söz de önceki söz gibi, yazarın vardığı bir kanaatin ifadesidir. İncillerde doğrudan böyle bir ifadeye rastlayamadık. Bu bir...
İkincisi: Allah’a iman etmek, ancak isim ve sıfatlarıyla Ona doğru bir şekilde iman etmekle mümkündür. Allah’ı bu şekilde tanıtan ve böyle bir Allah tasavvuruyla iman etmeyi ön gören Kur’an’ı esas almak gerekir. Çünkü önceki kitaplarda bu tarzda arı-duru bir şuurla Allah’a iman konusu işlenmemiştir. Bunun sebebi, Hz. Adem’den Hz İsa’ya kadar eski zamanlarda -aralarında bazı farklar olsa bile- genel olarak insanlar soyut kavramlar hakkında detaylı bilgiyi kavrama kapasitesine sahip değillerdi. Onun için o kitaplarda Allah’ın vahdaniyeti/birliği kısa kısa anlatılmıştır. Ancak, hükmü kıyamete kadar gelen bütün insanlar için geçerli ve en son vahiy olan Kur’an’da Allah’ın isim ve sıfatları çok detaylı bir şekilde ortaya konulmuştur.
- Bu ifade hem dinlerin gönderiliş amacına, hem akıl ve mantık ölçülerine tamamen terstir. Dünyanın hiç bir yerinde imtihanlar boşuna yapılmaz. İmtihan, imtihana tabi tutulan insanlardan çalışkan olanlarla tembel olanların ayırt edildiği bir testtir. Herkese toptan “sınıf geçme” sonucunu doğuran bir imtihan abesle iştigaldir. Allah böyle bir işten sonsuz uzaktır. Eğer öyle olsaydı, cennet ve cehennemin ne manası kalırdı.
- Bununla beraber, böyle bir ifadeyi doğru kabul etsek bile, bunun anlamı şudur: “Hz. İsa’nın peygamber olarak gönderildiği İsrailoğullarından kim ona iman eder ve bu imanın gereğini yerine getirirse kurtulur. ” Bu hüküm, bütün peygamberler için geçerlidir.
- Kaldı ki, Hristiyanlar, maalesef bir olan Allah’a da inanmıyorlar. Onlar “TESLİS” denilen- “baba-oğul- kutsal ruh”- üçleme koalisyonundan müteşekkil bir “tanrı” tasavvuruna sahiptirler. Yani, sorudaki ifade doğru olsa bile (ki doğru değildir), şu andaki Hristiyanların teslis akideleri onları doğru yoldan saptırdığı için, gerçekte “Tanrıya iman”dan da mahrumdurlar.
İddia:
“Üçüncü önemli nokta: Cennete gitmek benim ne kadar çalıştığıma ve ne yaptığıma bağlı değildi. Seneler boyunca ben daha iyi yapmak mutluluğu ve iç-huzuru kazanmak için çabalamış ama sonunda bunun benim çabamla olamayacağını görmüştüm. Şimdi İncil'de gördüğüm, Tanrı'nın bana "ben sana o huzuru vereceğim, senin uğraşmana gerek yok" dediğiydi.
Cevabımız:
- İslam dininin hükmü çok açıktır: Hz. İsa dahil, daha önceki peygamberler döneminde bulunan ümmetlerden kim Allah’a iman ve onun emir ve yasaklarına riayet ederse, cennete girer. Hz. Muhammed’in ümmeti de aynı kurala tabidir. Hz. İsa’nın: “Yol ve hakikat benim; ben vasıta olmadıkça, Babaya kimse gelmez.” (Yuhanna,14/6) şeklindeki sözlerinden de bunu anlamak gerekir.
- Kur’an’da ehl-i kitabın bu tür iddiaları kesin olarak reddedilmiştir.
“Yahudiler ve Hristiyanlar; ‘Biz Allah’ın oğulları ve O’nun sevdikleriyiz.’ dediler. De ki; 'O halde niçin Allah size günahlarınızdan dolayı azap ediyor?' Hayır, siz O’nun yarattıklarından bir beşersiniz/insansınız. O, dilediğini mağfiret eder, dilediğine de azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. Ve en son dönüş yalnız Onadır.” (Maide, 5/18)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
- Kur’an’da onlarca yerde evrensel bir kural olarak iyi insanların cennete kötü insanların cehenneme gideceği vurgulanmıştır. Kur’an’ın bu konudaki özet olarak verdiği bilgi şöyledir:
“Şüphesiz iyi insanlar cennettedir/cennetliktir. Ve yine şüphesiz ki kötü insanlar cehennemdedir/cehennemliktir.” (İnfitar, 82/13-14).
Ve hiçbir ayette Hristiyanlar bu hükmün dışında bırakılmamıştır.
“(Allah vadettiği mükâfat) ne sizin kuruntularınıza, ne de Ehl-i kitabın kuruntularına tabidir. Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka ne bir veli/dost ve ne de bir yardımcı bulamaz. Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.” (Nisa, 4/123-124)
Kırk yönden mucize olan Kur’an’ın bu açık beyanı ortada iken, başka söz aramak akla ziyandır..
İddia:
“Dördüncü önemli nokta ise: Tanrı'nın beni ben olduğum için sevdiği, benim Tanrı'nın sevgisini kazanmak için hiç birşey yapmaya gereksinimim olmadığı idi. Bu benim ömrümde ilk kez karşılıksız sevgiyle karşılaşmamdı.
Bu dört önemli nokta bana Hristiyanlığın Yüce bir Tanrı dini olduğunu, insanlar tarafından yapılmış bir din olmadığını gösterdi. Bir gün İncil'i okurken Yuhanna 15:16 dikkatimi çekti. "Siz beni seçmediniz, ben sizi seçtim. Gidip meyve veresiniz, meyveniz de kalıcı olsun diye sizi ben atadım. Öyle ki, benim adımla Baba'dan ne dilerseniz size versin."
Cevabımız:
“Benim Tanrı'nın sevgisini kazanmak için hiçbir şey yapmaya gereksinimim (ihtiyacım) olmadığı...” ifadesi baştan sona yanlıştır. Çünkü, sevgi itaat etmeyi gerektirir. Seven sevdiğinin emirlerine göre hareket eder. İncil’in şu ayetleri de bunu göstermektedir:
“İsa(birisine) cevap verip ona dedi: Kim beni severse, sözümü tutar; ve Babam onu sever...” (Yuhanna, 14/23);
“Babam beni sevdiği gibi ben de sizi sevdim; benim sevgimde durun. Eğer emirlerimi tutarsanız, benim sevgimde durusunuz; nasıl ki ben babamın emirlerini tuttum ve onun sevgisinde duruyorum.” (Yuhanna, 15/9-10)
İncil’in bu ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, bir kimse Allah ve resulüne iman edip salih amel işlemeden onlar tarafından sevilmez.
Bu hususu Kur’anda da ifade edilmiştir:
“(Resulüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana (emirlerime) uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 3/31).
- İncil’deki “Benim adımla Baba'dan ne dilerseniz size versin." ifadesinin manası şudur: “Beni peygamber olarak kabul edip, bana iman edip, emir ve yasaklarıma göre hareket ederseniz, Allah arzularınızı yerine getirir ve (ahirette) size cennetin sonsuz nimetlerinden verir.”
Bu kural, bütün dinlerin temel mesajıdır. Bu mesajın özeti şudur:
a) Allah, kendisine şirk koşup tövbe etmeden -kâfir olarak- ölenleri asla bağışlamaz.
b) İyi kullarını cennete koyar.
c) İmanlı olarak öldüğü halde günahkâr olan kötü kullarından dilediğini cezalandırır, daha sonra cennetine koyar. Dilediğini affeder -cezalandırmadan- cennete koyar.
Teslis akidesine sahip olan Hristiyanların a şıkkını iyi düşünmelerini tavsiye ederiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "İncil'i özetle deseler 'sevgi' derim. Kur'an'ı özetle deseler 'Mekke ...
- Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?
21
Allah dağa tecelli ediyorsa, neden İsa'ya tecelli etmesin?
- Allah’ın dağa tecellisinden maksat, onun kudret, izzet ve azamet gibi celal sıfatlarının tecellisidir. Halbuki Teslis veya Üçleme, Hristiyan doktrininde tanrının Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan üçlü anlamına gelir ve Hristiyanlıktaki üç ilahî varlığı içeren akideleri tanımlayan bir ifadedir.
İslam gibi, Yahudi dininde de bu akide reddedilmiştir.
- Eğer Hz. İsa (dağa tecellisi olayında olduğu gibi) Allah’ın kudret kelimesinin bir mucizesi ve bu kudretin bir tecellisi olduğu söylenirse, bu husus zaten Kur’an’da vurgulanmıştır.
Bu üçleme akidesi kadar saçma bir düşünce olamaz...
22
Ahir zamanda Müslümanlarla Hristiyanların birleşip dinsizliğe karşı mücadele edeceğiyle ilgili hadis var mıdır?
Bu hadisler kuvvetli ihtimalle Hz. İsa ve Hz. Mehdi’den sözeden sahih hadis rivayetleridir. Çünkü Hz. İsa samimi Hristiyanları, Hz. Mehdi ise Müslümanları temsil eder. Örneğin, “Namazda Hz. İsa’nın Müslümanların emirine (Hz. Mehdi'ye) tabi olması" Hristiyanların Müslümanlarla Kur’an’ın hakikatlerinde ittifak eceklerine ve Hristiyanların Müslümanlara tabi olacaklarına işaret eder.
- Hz. İsa’nın gökten ineceği ve Hz. Mehdi'nin arkasında namaz kılacağı hususu, İslam ümmeti arasında mütevatir bir hakikattir.(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 6/493-494)
Mesela bir hadis-i şerifte, “Meryem oğlu (İsa)’nın Müslümanların yanına ineceği ve namazda Müminlerin imamına (Hz. Mehdi’ye) uyup namaz kılacağı” ifade edilmiştir.(bk. Buhari, Enbiya, 49; Müslim, İman, 244, 245, 246)
Bediüzzaman Hazretleri bu hadisi şöyle okumuştur:
“Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi olu.r" diye (yapılan hadis) rivayeti (Hristiyanlarla Müslümanlar arasında yapılacak) bu ittifaka ve hakikat-ı Kur'aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.” (bk. Şualar, s. 587)
"İsa Dımaşk (Şam)’ın doğusunda bulunan beyaz minareye iner ve Lud kapısının yanında deccalı öldürür.” (Ebu Davud, Melahim,14; Tirmizi, Fiten, 59, 62; İbn Mace, Fiten, 33)
Hz. İsa ile Müslümanların imamı/lideri (Hz. Mehdi) birlikte namaz kılarlar ve deccale karşı birlikte savaşırlar ve Hz. İsa deccalı öldürür (Mecmau’z-Zevaid, h. no. 12525) manasına gelen hadis ve benzeri rivayetlerden anlaşıldığı üzere, Hz. İsa ile Hz. Mehdi birlikte ahir zaman fitnesinin en büyüğü olan deccalle mücadele edecekler.
Bu hadis rivayetinden anlaşılıyor ki, ahir zamanın önemli bir deccal fitnesi Şam bölgesinde olacak ve Hz. İsa bu fitneyi bertaraf edecektir. Bu iş İslam aleminde olduğuna göre, -başka hadislerde birlikte hareket edeceği bildirilen- Hz. İsa ile Hz. Mehdi’nin temsil ettiği Müslümanlarla Hristiyanların ittifakına bir işaret sayılabilir.
- Bediüzzaman konuyla ilgili bir ifadesi şöyledir:
“Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet'e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi' olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki:
'Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.'” (bk. Mektubat, s. 470).
“Hz. İsa ahir zamanda gelecek ve onun zamanında İslam’dan başka dinler kalmayacak.” (Ebu Davud, Melahim, 14)
manasındakiş hadisten de bu hususu anlamak mümkündür.
“Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini (ahir zamanda) zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; (Kur’an’ın hakikatlerinde birleşen) din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” (bk. Mektubat, s. 57)
23
Hristiyanlıkta peygamber inanışı var mıdır? Hz. İsa ile peygamberlik arasında nasıl bir ilişki vardır?
Hristiyanlıkta da nübüvvet anlayışı vardır. Yeni Ahid’de Îsâ nübüvvet müessesesinin hem merkezinde hem de onu aşan bir konumdadır. Nübüvvetin en temel özelliği, havârilerle peygamberlerin kutsal ruhun aracılığı ile Tanrı ve Rab Îsâ adına tebliğle görevlendirilmesidir. Nitekim Îsâ’nın, “Sizi kabul eden beni kabul eder ve beni kabul eden peygamber karşılığını alacaktır.” cümlelerinde (Matta, 10/40-41) havâriler gibi peygamberlerin de onun otoritesini temsil ettiği vurgulanmaktadır.
Îsâ’nın, “Yanınızda dururken size bu şeyleri söyledim. Fakat benim ismimle Baba’nın göndereceği tesellici, Rûhulkudüs o size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir.” cümleleri (Yuhanna, 14/26; ayrıca bk. Yuhanna, 15/ 26; 16/7), hem kendi nebevî fonksiyonunun hem de kendisinden sonrakilerin tebliğ faaliyetlerinin kaynağı olarak Baba’nın göndereceği Rûhulkudüs’ü belirlemesi açısından önemlidir. Îsâ’nın söylediklerini Rûhulkudüs’ün tekrar hatırlatacak olması, Rûhulkudüs’ün aracılığının ve öğretilerinin Îsâ’nınkilerle sınırlı kalması, onun tebliğinin Îsâ’nın tebliğinden bağımsız olmayacağını göstermektedir.
Îsâ ilâhî görevini tamamlamaları için on iki havârisini görevlendirmiş, mesajlarını halka tebliğ etmeleri ve çeşitli hastalıkları iyileştirmeleri için onlara gerekli yetkiyi vermiştir (Matta, 10/1-4; Markos, 3/14; 6/7). Havâriler ve diğer peygamberlerin şahsında kilisenin görevi de bütün milletlere Tanrı’nın kelâmını tebliğ etmek olmuştur.(Mustafa Sinanoğlu, DİA, Nübüvvet Md. 33/286).
24
Noel, paskalya bayramlarına katılmak caiz mi?
Müslüman başka bir dinin ayinine katılamaz. Başka bir dinin sembollerini yapamaz.
Bunların dışında kalan işler ve işlemler caizdir.