Dünya konusunda en çok merak edilenler

1 Kabenin içinde şu anda ne var?

Kâbe'nin içerisinde İslam dininden evvel 360 adet put vardı. Fakat İslam'dan sonra kabenin içerisine bir şey konmadı.

Şu anda Kabe'nin içinde tavana çıkmak için bir merdiven ve üç ağaç sütun bulunur. İç duvarlar ve yerler mermer kaplıdır. Tavanda altın ve gümüş kandiller asılıdır. Kapıya yakın bir yerde Hacer-ül Esved taşı yerleştirilmiş ve etrafı gümüş bir çemberle çevrilmiştir.

Kâbe sadece oradaki taş binadan ibaret değildir. Kâbe, yer altından gökyüzene kadar uzanan nurani bir direk gibidir. Kâbe'ye veya Kâbe'nin taşlarına tapınma söz konusu değildir. Puta tapanların niyeti tapınmaktır. Kâbe'ye yönelenlerin niyeti taşa tapınmak değil tapındıkları Allah'ın emrine uymak ve emredilen yöne yönelmektir.

Kâbe yeryüzünde inşa edilen ilk mesciddir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kâbe'nin, dünyanın merkezi olduğu iddiasına ne dersiniz?

KÂBE

2 Kerahet ne demektir?

KERAHET: İğrenme, nefret, tiksinme, zorla, mecburiyet yüzünden yapma. Harama yakın sayılan fiil veya şey.

Kerâhiye ve hazr da eş anlamlı mastarlardır. Bunların zıddı istihsan ve ibâha'dır. Aynı kökten ism-i mef'ûl olan "mekrûh"; Allah Teâlâ ve Rasûlü tarafından kesin olmayarak istenilen bir iştir. Temelde mekruh işler yasaktır. Ancak kesin haram anlamında bir yasak olmadığına dair bir işaret bulunur veya delilin kesin olmayışı böyle bir hükme neden olur. Kerih işin niteliği; sevimli olmaması ve hakkında rızasının bulunmamasıdır (İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1318, VIII/79, 80).

Kur'ân-ı Kerim'de çirkin görülen fiil ve davranışlarla ilgili birçok âyet vardır. Bazıları şunlardır:

"Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın."(Mâide, 5/101).

"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah ise, kâfirler hoş görmese de, kendi nûrunu tamamlamaktan başkasına razı olmaz." (Tevbe, 9/32).

"Sizin hoşunuza gitmese de, düşmanla savaşmanız size farz kılındı. Bir şey sizin hoşunuza gitmez de, o şey sizin için hayırlı olur. Bir şey de sizin hoşunuza gider, fakat o şey sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216).

"Onlar, Allah'a kendilerinin bile hoşlanmadıkları şeyleri isnat ederler, dilleri de yalan yere, en güzel sonucun kendilerine ait olduğunu söyler. Hiç şüphe yok ki, onların hakkı ateştir ve onlar cehennemin öncüleridir." (Nahl, 16/62).

Hz. Peygamber (asm)'in hadislerinde de sevilmeyen, hoşa gitmeyen, Allah ve Rasûlünün razı olmadığı amellere yer verildiği görülür. Ashab-ı kiramın hoşa gitmeyen davranışları olursa, Allah elçisi onları uyarır ve doğru olan davranışı da gösterirdi. Buna şu hadisler örnek verilebilir:

Hacc'ın, farz kılındığını bildiren âyet inince (bk. Äl-i İmrân, 3/97), Rasûlüllah (asm), ashabına;

"Şüphesiz Allah (c.c) size haccı farz kıldı, artık hac yapınız.", buyurdu. Birisi;

"Her yıl mı?" diye sordu. Hz. Peygamber sustu. Üç defa soru tekrar edilince ise şöyle buyurdu:

"Eğer evet deseydim, hac her yıl farz olurdu. Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın. Çünkü sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve verilen cevaplara uymamaları yüzünden helâk oldular." (Müslim, Hacc, 412).

Başka bir hadiste de şöyle buyurulur:

"Allah sizin için dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı boşa harcamayı hoş görmedi." (Buhârî, İstikrâz, 19).

Hanefilere göre, kesin delille sabit olan yasağa haram, zannî bir delille sabit olan yasağa ise mekrûh adı verilir. Meselâ, âyette şöyle buyurulur:

"O, size murdar ölmüş hayvan etini, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesilen hayvanın etini kesinlikle haram kıldı. Ancak kim darda kalırsa, saldırmamak ve sınırı da aşmamak şartıyla bunlardan zaruret miktarınca yemesinde bir sakınca yoktur." (Bakara, 2/173).

Burada, sübutu ve delâleti kesin olan âyetle konan yasak "haram" niteliğindedir. Haram; mütevatir veya meşhur hadisle de sabit olabilir.

Mekruh, bazı âyetlerde hoşa gitmediği bildirilen, fakat kesin haram olmadığına dair işaret bulunan fiiller olabileceği, bunlar âhâd haber veya mürsel hadis gibi zannî deliller de sabit olabilir. Delilin durumuna göre, mekruh ikiye ayrılır. Tahrimen mekruh, tenzîhen mekruh. Birincisi, harama yakın mekruhlar olup, zannî bir delil ile yapılmaması kesin olarak istenilen bir şey olup, vâcibin karşıtıdır. Erkeklerin ipekli giymesi, altın yüzük takması, karısına karşı adaletli davranamayacağına dair kuvvetli bir zanna sahip olan kimsenin evlenmesi, bu tür mekruhlar arasındadır. İkincisi ise, helâle yakın mekruh olup, hoşa giden, beğenilen fiilin (mendub) karşıtıdır.

Tahrimen mekruhu işleyen kimse kınanır, tenzihen mekruhu işleyen kınanmaz. Her iki mekruhu terkeden ise övülür (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VIII/80-91 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ı, t.y, s.45, 46).

Kerâhet Vakitleri

Beş vakit vardır ki, bunlara kerâhet veya mekruh vakitler denir. Bunlarda bazı ibadetlerin yapılması yasaklanmıştır.

Ukbe b. Âmir el-Cühenî'den şöyle dediği nakledilmiştir:

"Rasûlüllah (asm) bize üç vakitte namaz kılmayı ve ölülerimizi defnetmeyi yasaklıyordu. Güneşin doğmasından itibaren bir veya iki mızrak boyu yükselmesine kadar, güneşin gök yüzünde tam dik oluşundan batıya yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar." (Müslim, Müsâfîrîn, 293; Ebû Dâvud, Cenâiz 51; Tirmizî, Cenâiz, 41; Nesaî, Mevâkît, 31, 34, Cenâiz, 89; İbn Mâce, Cenâiz, 30; Dârimî, Salât, 142).

Bu hadiste belirtilen üç vakit şunlardır:

a. Güneşin doğmasından itibaren, kırk-kırk beş dakika sonrasına kadar.

b. Güneşin, başımızın üzerinde, tam dik bulunduğu vakit.

c. Batmazdan önce, güneşin gözleri kamaştırmaz hâle gelmesinden, batmasına kadar olan vakit.

Bu üç kerâhet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacip namaz, ne de daha önce hazırlanmış bulunan bir cenaze namazı kılınamadığı gibi, daha önce okunmuş bir secde âyetinden dolayı "tilâvet secdesi" de yapılamaz. Aksi takdirde iâde edilmeleri gerekir.

Ancak o günün ikindi namazına güneş batmazdan önce başlanmışsa, yarıda bırakılmayarak tamamlanır. Sabah namazını kılarken güneşin doğması ise, namazın bozulmasına sebep olur. Böyle bir namaz daha sonra iâde edilir.

Bunların dışında iki vakit daha vardır ki, yalnız nâfile namazları etkiler. Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği nakledilmiştir:

"Rasûlüllah (asm)'i şöyle derken işittim: Sabah namazı kılındıktan sonra, güneş doğuncaya kadar başka namaz yoktur. İkindi namazından sonra, güneş batıncaya kadar başka namaz yoktur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/19, II/42, III/95).

Bu iki vakitte yalnız nâfile namaz mekruhtur. Farz ve vacip bir namaz kılmak mekruh değildir. Cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi de yapılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

 - Kerahet vakitleri ne zamandır?..

3 Kâbe'nin, dünyanın merkezi olduğu iddiasına ne dersiniz?

“Dünyada kuruluşu en eski yapı hangisidir?” sorusuna şüphesiz “Kâbe'dir” cevabı verilir. Dünyada hiçbir merkez, Kâbe kadar ziyaret edilmiyor. Bu haliyle Mekke ve Kâbe, siyasî sınırları ortadan kaldırarak insanlar arasında birleştirici, bütünleştirici ve toplayıcı bir rol oynayan bir merkez olmuştur. Ve insanlar yine hiçbir dini merkezle günün 24 saatinde aralıksız bağlantı halinde değildirler.

“Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de alemler için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe'dir. Burada apaçık deliller vardır. İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse güvenlik içinde olur.” (Âl-i İmrân, 3/96-97).

İbadetlerde insanların yöneldiği Kâbe, Eski Dünyanın (Avrupa, Asya ve Afrika) merkezidir. Bu üç kıtaya hemen hemen aynı uzaklıkta bulunur. Stratejik önemi vardır ve ulaşım merkezlerinin de odak noktasında yer alır.

Elinize bir dünya haritası alır ve Kuzey Amerika'dan Avustralya'ya, Kuzeydoğu Asya'dan Güney Amerika'ya doğru birer çizgi çekerseniz, bu çizgilerin kesiştiği yerde, yani merkezde Mekke'yi, dolayısıyla Kâbe'yi görürsünüz. Bu çizimler yapılırken, kıtaların en uç noktalarından başlamalısınız.

- Karaların merkezi olan Mekke (veya daha doğrusu Kâbe), Dünyanın da merkezi midir?

Coğrafyacılar, Dünyanın herhangi bir noktasını kolaylıkla bulabilmek ve en pratik yoldan en doğru biçimde gösterebilmek için, dünyayı enlem ve boylam adı verilen çizgilerle sembolik olarak küçük karelere bölmüşlerdir. Ancak bu çizgilerin başlangıç noktaları, teorik olarak (keyfi) belirlenmiştir. Ortada kesin ilmi gerçekler yoktur. Mesela İngiltere'de Greenwich'ten geçtiği kabul edilen boylam çizgisi 0 (sıfır) kabul edilir. Yuvarlak olarak kabul edilen Dünyamızın, aslında basık ve ortasının şişkin olduğu bilinen bir gerçektir. Bu şişkin bölgenin tam ortasından geçen en büyük enleme ise, “0” enlemi denmektedir. Bu enlem, bilinen adıyla Ekvator'dur. Ve Ekvator'un nisbî olarak Dünyayı tam ortadan ikiye ayırdığı kabul edilir.

Kutuplar veya kutup noktaları, Ekvator'un oluşturduğu dairenin tam merkezinden geçen bir eksenin iki uç noktasıdır. Ama gerçek durum böyle değildir. Bu bir kabuldür. Dünyanın gerçek kuzey ve güney kutbu vardır. Dünyanın sıvı demir-nikel üzerinde bir dinamo gibi döndüğünü ve bu dönüş esnasında dinamo gibi elektromanyetik alan ve elektrik oluşturduğunu biliyoruz. İşte bu manyetik kuvvet, dünyanın kuzey ve güney kutup noktalarından çıkarak atmosferin en dış tabakasını teşkil eden manyetosfer denen manyetik koruyucu tabakayı oluşturur. Bu sebeple kuzey yarım kürede pusulalar, hep kuzey kutbunu gösterir.

- Enlem ve boylamların gösterdiği kutup noktaları ile pusulanın gösterdiği manyetik kutup noktaları neden birbirinden farklı yerlerdedir?

Dünyanın eliptik olarak 23,27’ lık bir eğime sahip olduğunu biliriz. Dünyanın başı böyle eğdirilmeseydi; tek bir mevsimi mesela hep yazı ya da kışı yaşardık. Günler, buna göre uzar ya da kısalırlar. İşte bu eğim, kutupların yerini de değiştirmiş olur. Gerçekte enlem ve boylamları çizerken Dünyanın bu eğimini, yani mıknatısların sürekli yöneldiği gerçek manyetik kuzey kutbunu ve güney kutbunu dikkate alırsak, yeni bir Ekvator çıkar. İşte o zaman '0' (sıfır) no'lu en büyük enlem olan Ekvator, bu yeni haliyle Mekke'nin tam ortasından geçecektir. Bu da Kâbe'nin dünyanın ortasında olduğunu ifade eder.

Öte yandan, bu düzeltilmiş şekilde çizilen Oğlak ve Yengeç dönenceleri de, yine Mekke'nin bulunduğu bloktan geçmektedir. Bu mantığa göre çizilen boylam ise, (iki kutbu birleştirerek), yine aynı blok içerisinde, dönenceleri ve Ekvator'u keser. Bu kesişme noktası yine Mekke'dir. Bu enlem ve boylamların Mekke'de kesişmeleri Kâbe'nin yerinin çok özel olarak belirlendiğini ve insanların ibadetlerinde niçin oraya yöneldiklerinin sırlarını taşır. Böylece anlaşılır ki Kâbe, kıtaların şimdiki halinde de eskiden tek bir parça olduğu dönemde de Dünyanın bir merkezidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

KÂBE.

4 Malayani ne demektir? Sadece dünyaya ait olup ahiretle ilgisi olmayan çalışmalarımız malayani midir?

Malayani, kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işlerdir.

Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan işler, konuşmalar, düşünceler” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgûl olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.

Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her hâlde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “Ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”

Nur Külliyatı'nda dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen (üçüncüsü) her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir.

Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş “boş” değildir; azap yüklü ve ceza doludur.

Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir.

5 Renkler (yeşil, krmızı, beyaz, siyah...) hakkında bilgi verir misiniz?

Her rengin kendine göre bir güzelliği vardır. Örneğin Peygamberimizin (a.s.m) beyaz, siyah, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri, çeşitli zamanlarda giydiği bilinmektedir. Ancak çoğu zaman beyaz rengi tercih ettikleri gibi, ashabına da tavsiye etmişlerdir. Kırmızı renk cübbe, hırka ve sarık giydiklerine dair rivayetler vardır.(İbn-i Sa’d, Tabakat, I/451; Buhari, el-Ebed 127 no: 348)

Bu nedenle, bazı renkleri şer ve şeytana yorumlamak uygun değildir. Nasıl ki her organımızın kendi yerinde bir mükemmelliği vardır. Göz, yerinde güzeldir, dil de yerinde güzeldir. Birinin güzelliği diğerinin güzelliğini yok etmez. Bunun gibi her rengin de kendi yerinde bir güzelliği vardır. Yine kainatta yaratılan tabii seslerin ve tadların da kendine göre bir güzelliği vardır. Sadece bir ses ya da sadece bir tad güzeldir, demek nasıl yanlış olursa, bazı renklerin güzel bazı renklerin de kötü olduğunu söylemek de öyle yanlış olur. Yeter ki her rengi yerinde ve zamanında kullanalım. Nitekim her meyvenin ve her çiçeğin rengi kendine göre en güzelidir.

Aşağıda renklerle ilgili ayetleri verdikten sonra hangi rengin neyi ifade ettiğine kısaca işaret edeceğiz:

"(Bu sefer) dediler ki: "Rabbine adımıza yalvar da, bize (kesilmesi emredilen ineğin) rengini bildirsin." O: "(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir." dedi." (Bakara, 2/69)

"Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Nahl, 16/13)

"Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl, 16/69)

"Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır." (Rum, 30/22)

"Allah'ın gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece biz onunla, renkleri değişik olan meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah yollar (kıldık)." (Fatır, 35/27)

"İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar içleri titreyerek korkar. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır." (Fatır, 35/28)

"Görmüyor musun; gerçekten Allah, gökyüzünden su indirdi de onu yerin içindeki kaynaklara yürütüp-geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra kurumaya başlar, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurumuş kırıntılar kılıyor. Şüphesiz bunda, temiz akıl sahipleri için gerçekten öğüt alınacak bir ders (zikr) vardır." (Zümer, 39/21)

"Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak. " (Meariç, 70/9)

"Ve dağların 'etrafa saçılmış' renkli yünler gibi olacakları (gün)." (Karia, 101/5)

Renkler ve Bazı Anlamları:

KIRMIZI: Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder. Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda; bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir.

YEŞİL: Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız olan kalp organının, bu rengin yaydığı enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve baharın rengidir. Güven veren renktir.

SİYAH: Duygusallığı ve hüznü simgeler. Gücü ve tutkuyu temsil eder.

MAVİ: Vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir.

LACİVERT: Kozmik renk olarak kabul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi, verimliliği simgeler.

MOR: Eskiden beri ihtişamın son basamağı olarak düşünülür.

PEMBE: Uyum, neşe, şirinliğin ve sevginin simgesi.

SARI: Sarı renk zeka, incelik ve pratiklikle ilgilidir.

BEYAZ: Temizliği ve saflığı temsil eder. İstikrarı, devamlılığı simgeler.

KAHVERENGİ: Gerçekçiliğin, plan ve sistemin rengidir.

6 Dünyada kaç tane boyut var; biz kaçıncı boyuttayız?

Uzmanların bildirdiğine göre, dünya üzerinde aynı anda aynı yaşam boyutlarında ÜÇ boyut vardır. Birinci boyut; bizlerin yaşadığı boyuttur. İkinci boyut; başka varlıkların yaşadığı boyuttur. Üçüncü boyut ise, bu dünyada ölen varlıkların yaşadığı boyuttur.

Bazı İslam âlimlerine göre, genel olarak hayatın boyutları beş çeşittir:

Birincisi: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlara bağlıdır. Yemeye, içmeye, havaya suya vb. muhtacız. Onlar olmadan yaşayamayız.

İkincisi: Hz. Hızır ve Hz. İlyas'ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Varlıklarını sürdürmek için, bizim gibi -sürekli bir şekilde- gerekli hayat şartlarına bağlı kalmaya mecbur değiller. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu hayat boyutunu ispat eder. Hattâ velâyet makamlarından bir makam vardır ki, "makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi, yanlış bir şekilde bizzat Hızır olarak kabul edilir.

Üçüncüsü: Hazret-i İdris ve Hz. İsâ'nın hayat boyutlarıdır. Bu hayat boyutuna geçenler, insanların duyduğu ihtiyaçları duymazlar. Melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet / bir incelik, bir şeffaflık kazanırlar. Âdetâ misalî bir beden gibi incelip şeffaflaşmış ve parlayan yıldızlar gibi nuranileşmiş olan dünyevî cisimleriyle semâlarda bulunurlar.

Dördüncüsü: Şehitlerin hayatıdır. Bizzat Kur'an'ın tasdikiyle, şehitlerin hayatı, kabirde yatan diğer insanlardan farklı ve daha üstün bir hayatları vardır.

Beşincisi: Normal ölülerin kabirdeki / berzahtaki ruhanî hayatlarıdır. Evet, ölüm, tebdil-i mekândır / yer değiştirmektir, ıtlak-ı ruhtur / ruhun beden kafesinden çıkıp daha özgür hale gelmesidir, vazifeden terhistir; idam, adem / yokluk ve fenâ / hiçlik değildir.(bk. Nursi, Mektubat, Birinci Mektup, s.5-7).

7 "Göbek bağını nereye gömerseniz çocuk ileride o mesleği seçer." sözü doğru mudur?

Bunlar batıl inançlardır. Bu tür anlatımlara itibar etmemek gerekir. Böyle bir sözün dinde aslı yoktur. İslâmiyet böyle mânâsız ve mantıksız ifadeleri kabul etmez. Bu anlayış da diğer batıl inançlardan İslâma sokulmak istenmiş olabilir.

İnsanın bedenine ait parçaları gömmek en güzelidir. Bu nedenle göbek bağını ayak altı olmayan bir yere gömmenizi tavsiye ederiz. Gömüldüğü yerin hiç bir önemi yok. Sadece ayak altı olmayan bir yer olsun yeterli.

8 Bilgisayarda oyun oynamak haram mıdır? Zamanı boşa israf mıdır?

Savaş, şiddet, ölüm, kan gibi oyunlar, zararlı ve bağımlılık yapıyor, zararlı olmadığında da faydası yok, vakit zayi ediliyor. Bu sebeple insanlara zarar veren bir iş yapılmış oluyor. Bu tür zararlara neden olmak caiz olmadığı gibi, bu yoldan para kazanmak da caiz değildir.

Boş yere geçen her ânın pek çok fırsatları da beraberinde götürdüğü kabul etmemiz gereken bir gerçektir. Çünkü insanın vakti dünyanın ömrüne nisbetle çok az ve kısadır. Bu bakımdan, tek bir saniyesi dahi altından daha kıymetli olan zamanın, ebedî hayata nur ve ışık tutacak meşguliyetlerle geçmesi gerekir. Bunun için, mü’minin ibadeti ve işi bir hayır üzere olduğu gibi, geriye kalan zamanı da manasız olmamalı, meşru dairede yaşanmalıdır. Ta ki, bir taraftan kazanırken, diğer yandan kaybetmiş olmasın.

Zamanımızda, insanın zamanını katleden o kadar lüzumsuz meşguliyetler vardır ki, bunlardan birçoğu maddî ve mânevî gelişmeye sahip olmadığı gibi, insanı yaratılış hikmetinden uzaklaştırdığı da bir gerçektir. İşte, insan bu çeşit gayesiz ve hedefsiz şeylerden kendisini ne kadar çekip çevirse o derece kâr içinde olur.

“İki şey vardır, insanların çoğu onun değerini bilmezler: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhari, Rikak 1; Tirmizi, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15)

Belli bir mesai sarf eden ve çalışan insanın dinlenmesi ve istirahat etmesi ne kadar hakkı ise, İslâm'ın yasakladığı sınırı aşmamak şartıyla, bazı oyun ve eğlencelerde bulunmak da mümkün ve normaldir. Ama bu oyun ve eğlencelerin bir ucu, dinimizin haram kıldığı şeyerden birisine yaklaşır ve bulaşırsa, o oyun meşruiyetini kaybetmiş olur.

Namaz ve ibadetlere engel olmamak ve harama girmemek şartıyla oyun oynamak caizdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Zaman tanzimi konusunda bilgi verir misiniz?

9 Bazı insanlar bu dünya hayatı bittikten sonra yeniden dünya yaratılacağını ve insanların orada hayatlarlarını devam ettireceklerini (reenkarnasyon) iddia etmektedirler. Bu konuya Kur'an-ı Kerim nasıl bakmaktadır?

Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere "iade" kavramıyla ifade edilen "yeniden diriltme"nin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir.

Reenkarnasyon lügatte tenasüh, tekammüs, tecessüd-ü cedîd(1), ölümden sonra rûhun bir bedenden başka bir bedene, kimi kez de insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, rûh göçü(2) manâlarına gelmektedir. Kelimenin kökü, bedenlenme, bir bedene bürünme manasındaki "enkarnasyon"dur. Buna göre reenkarnasyon, tekrar bedenlenme manasına gelmektedir. Renaissance (tekrar doğuş) da aynı manadadır.

Lügatte tenasühle aynı manaya gelmesine karşılık, bilhassa günümüzde bu fikri savunan bazı gruplara göre reenkarnasyon, tenasühten farklı ve daha husûsi bir manâda kullanılmaktadır. Buna göre, reenkarnasyonda bir gerileme ve hayvan bedenlerine intikal söz konusu değildir. Bu yönüyle reenkarnasyon, daha çok Doğu öğretilerinde görülen ruhun başka bir varlığın bedenine geçmesini ifade eden tenasüh ve ruh göçünden, başka bir ifadeyle métempsychose ve transmigration’dan(3) tamamen farklıdır. Yeni tenasühçüler olarak da isimlendirebileceğimiz bu kişilere göre, reenkarnasyonun Hint felsefe ve dinlerindeki tenasüh ile esas ve amaç bakımından hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü, tenasühte tekâmül fikri yoktur. Cezâ ve mükâfat esasına göre bir geliş-gidiş vardır. Reenkarnasyonda ise, dünyevî bağlardan kurtulamamış rûhların tekâmül için dünyaya tekrar gelmesi vardır. Varlık, dünyaya her bağlanışında geçmiş hayatlarının toplu ürünü olan bir durumla karşılaşır. Tekâmülde hiç bir zaman aşağı seviyelere dönülmeyeceği (tedennî olmayacağı) kabul edilmiştir.(4)

Günümüzde daha çok ruhçu akımlar tarafından desteklenen bu batıl iddiaya göre, ruhen tekâmül etmemiş ve olgunluğa ulaşamamış ruhlar, tekâmül edinceye kadar tekrar tekrar dünyaya geleceklerdir. Halbuki yakînen incelendiğinde günümüzdeki reenkarnasyon anlayışlarının da, daha çok Hint dinlerinde görülen ve eski bir hurâfe olan tenasüh inancının çağdaş kılıflar içinde sunulmuş yeni bir şekli olduğu görülecektir.

Türkiye’de reenkarnasyonu savunan bazı kimseler, Batı’da aynı fikrin temsilcileri olan insanların Tevrat ve İncil’in bir takım âyetlerini reenkarnasyon teorisine uygun düşecek bir tarzda yorumlamalarından etkilenerek, Kur’ân’dan bu konuya uygun bir şekilde tevil edebilecekleri âyetler arayarak, bu ayetleri gerçek manalarıyla hiç ilgisi olmayan tuhaf tevillerle kendi görüşleri istikametinde yorumlamaya çalışmışlardır. Geçmişte, tenâsüh için yapılan benzer çabalar da onlar için ayrı bir dayanak noktası olmuştur. Halbuki Kur’an, reenkarnasyonu açık bir şekilde reddetmekte ve hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Bu konuda apaçık âyetler ortada varken, onları görmezlikten gelerek başka âyetlerden zorlamalı yorumlarla bu teoriye destek aranmasının ne derece yanlış bir yaklaşım olduğu açıktır.

Doğru olan yaklaşım ise, bir konuda manası açık (muhkem) ve bunun yanında bazı kapalı (müteşabih) âyetler olduğu takdirde, manası açık olanları esas alarak diğer âyetleri onların ışığında yorumlamaya çalışmaktır. İşte bu makalede takdim edeceğimiz âyetlerin çoğu bu konuda açık olup dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade etmektedir.(5)

A. Dünyaya Tekrar Dönüş İsteklerinin Reddedilmesi

Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere iade kavramıyla ifade edilen yeniden diriltmenin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu hususta pek çok âyet vardır. Bu âyetlerin bazısında ölüm anında, bazısında mahşer yerinde hesap verme esnasında, bazılarında cehennem görüldüğü esnada, bazılarında ise cehenneme girdikten sonra inkarcıların dünyaya tekrar dönme istekleri dile getirilmiş, hepsinde de bu isteklere karşılık red (hayır!) cevabı verilmiştir.

     a. Ölümden Sonra Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

Birinci durum, yani ahiret aleminin giriş kapısı hükmünde olan ölüm anında dünyaya tekrar döndürülme isteğinin reddedilişi çeşitli âyetlerde ifade edilmiştir. Şu âyet bu konuda çok açık ve kesindir:

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, 'Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim.' Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100).

Dünyaya yeniden gelmenin asla söz konusu olamayacağını açık ve kesin bir şekilde ifade eden bu ayet-i kerimede, dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğu ifade edilirken, tekid sadedinde “o, söylediği boş bir laftan ibarettir” buyrulmuş,(6) böylece Allah’ın böyle bir va’di olmadığına ve bu yakarışın asla kabul görmeyeceğine dikkat çekilmiştir.

“Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır” ifadesi de, diriltilecekleri güne kadar önlerinde bir berzah(7) (dünyaya dönmelerine mani olan bir engel) olup böylece dünya ile ahiret arasında farklı bir hayat boyutunda olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir. “Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk tekrar oraya dönemiyorsa, bu dünya hayatından çıkarak kabir hayatına giden bir ruh da oradan çıkıp geriye tekrar dönemeyecektir.”(8) Böylece bu âyetteki berzah kelimesi de dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını bildirmektedir.

Nitekim, dünyaya tekrar dönüş inancının çok yaygın olduğu coğrafyadan bir insan olarak İkbal, “Kur’ân-ı Mübin’de iyice açıklanmış ve hiçbir fikir karmaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir.” dedikten sonra, ikinci noktada “Kur’ân-ı Kerîm’e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus aşağıdaki âyette gâyet sarih bir şekilde açıklanmıştır.”(9) diyerek yukarıda takdim ettiğimiz âyeti zikretmiştir.

Bu apaçık beyana rağmen “Bu âyet, ruhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil.”(10) veya “Reenkarnasyonun olmadığını değil sürekli dünyaya geri gidip açığını kapatmak isteyenlerin bu isteklerinin reddedildiğine delildir.”(11) gibi iddiaların tutarsızlığı açıktır. Çünkü âyette ne eski bedene dönme isteğine ne de bu sözü söyleyenin dünyaya birkaç defa geldiğine dair her hangi bir işaret yoktur. Eğer bu istek dünyaya birkaç kere gelmiş bir kimse tarafından yapılmış olsaydı o zaman cevap olarak, "Defalarca dünyaya gönderilmedi mi?!.." gibi bir üslup kullanılırdı. Nitekim benzer bir âyette pişmanlığını dile getiren inkarcıya şöyle cevap verilmiştir:

“Size düşünüp taşınacak kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?! Hem size peygamber de gelip uyardı.” (Fâtır, 35/37).

Bu âyette de insana düşünüp taşınacağı ve öğüt alacağı kadar ömür verildiğinden bahsedilmiş, birkaç kere dünyaya gelmekten bahsedilmemiştir. Böylece her insana öğüt alacağı, düşünüp taşınacağı miktarda –uzun veya kısa- bir süre verildiği belirtilmiştir. Eğer bu süre yeterli olmasa ve yeniden dünyaya gelme ihtiyacı olsaydı âyette bu ifadeler kullanılmazdı.

Yukarıdaki âyete benzer başka âyetler de vardır:

“Kendilerine azabın geleceği ve kâfirlerin 'Rabbimiz bize birazcık mühlet ver de davetine uyalım ve elçine tabi olalım.' diyecekleri gün hakkında insanları uyar.” (İbrahim, 14/44),

“Sizden birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasib ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: 'Ya Rabbî, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takvâ ehlinden olacağım!' diyecek olsa da Allah, vâdesi gelen hiçbir kimsenin ecelini ertelemez. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Münâfikûn, 63/10-11).

Bu âyetler dünyaya tekrar dönmenin olmadığını göstermektedir. Çünkü reenkarnasyondan maksat tekâmülü tamamlamak olduğuna göre, eğer bu iddia doğru ise, böyle bir talepte bulunana salihlerden olma fırsatı verilmeli değil miydi?! Halbuki değil dünyaya tekrar gelme, ecelin ertelenmesine dahi izin yoktur. Bu durum: “Allah, eceli gelmiş bir kimseyi asla ertelemez…” ayetiyle açık bir şekilde ifade edilmiştir. Şu âyet de bu hususu desteklemektedir:

“Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde artık ertelenmez.” (Nuh, 71/4).

Bu âyetler reenkarnasyon olmayacağını çok açık bir şekilde bildiriyor. Çünkü ölmek üzere olan kimsenin eceli tehir edilmediğine, ek süre verilmediğine göre, artık ölüm gelip çattıktan sonra yapılacak böyle bir talep asla kabul edilmez. Yani böyle bir istek kabul edilseydi, ölmeden önce gerçekleştirilirdi.

Allah tarafından dünyaya tekrar dönmeye izin verilmeyince, artık insanların kendi gayret ve çabalarıyla da böyle bir şeyi elde etmeleri mümkün değildir. Şu âyette ifade olunduğu gibi:

“Haydi görelim sizi, can boğaza geldiğinde, O vakit can çekişenin yanında bulunan sizler bakar durursunuz. Biz ise, ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz. Haydi bakalım eğer âhirette vereceğiniz hesap yoksa, iddianızda tutarlı iseniz, çıkmakta olan o rûhu geri döndürsenize!” (Vakıa, 56/83-87).

Dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade eden bu üslup, bu yöndeki ümit kapılarını tamamen kapamaktadır.

     b. Mahşer Gününde Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

Şu âyette ise, inkarcıların kıyamet gününde amellerinden hesaba çekildikleri sırada, dünyaya tekrar dönme isteklerinin boş bir temenniden ibaret olduğu dile getirilmektedir:

“… 'Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak.' Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti.” (A’raf, 7/53).

Böylece, inkarcıların mahşer meydanında iken dile getirdikleri dünyaya tekrar dönme talepleri bu ayetle de reddedilmiş, artık onlar için ne bir şefaatçinin ne de dünyaya tekrar döndürülmenin olmayacağı bildirilmiştir.

     c. Cehennem’i Görme Esnasındaki Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

“… Yahut azabı gördüğünde, 'Keşke bir kere daha dönme imkânım olsaydı da iyilerden olsaydım.' diyeceği günden sakının.” (Zümer, 39/58),

“Onların ateşin karşısında durdurulup, 'Ah! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!' dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) onlara göründü. Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” (En’am, 6/27-28).

Bu âyetteki “Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” ifadesi, mevzumuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifadeyle, faraza onlar dünyaya tekrar gönderilseler dahi yine aynı şeyleri yapıp Allah’ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu dünyaya neden bir daha gönderilmediklerinin gerekçesi ve hikmeti beyan edilmiştir.

     d. Cehennem’de İken Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

'Rabbimiz! Bizi cehennemden çıkar! Eğer bir daha (eski halimize ve günahlara) dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz.' Buyurdu ki, kesin sesinizi! Konuşmayın!..” (Mü’minûn, 23/107-108).

“Rabbimiz bizi çıkar da yapmadığımız salih amelleri yapalım.” (Fâtır, 35/37),

“(Kötülere) uyanlar şöyle derler: 'Ah! Keşke bir kere daha dünyaya gitseydik de şimdi onların (kötülerin) bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık!' İşte böylece Allah onlara, yaptıkları şeyleri pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara, 2/167).

Bu son âyet, onların dünyaya dönme talepleri bir yana, ölüp cehennem azabından kurtulma arzularının bile yerine getirilmeyeceğini, aksine, ölümsüz bir şekilde cehennemde ebedî kalacaklarını bildiriyor.

Görüldüğü gibi, bu dört durumun hepsinde dünyaya tekrar dönmek isteyen günahkar ve inkarcıların istekleri kesin bir dille reddedilmiş, böyle bir şeyin yapılmayacağı açık bir şekilde belirtilmiştir. Dolayısıyla bu apaçık âyetlerden sonra bir takım yanlış yorumlara saparak bazı âyetleri aksi manalara hamletmeye çalışmanın çok yanlış bir davranış olduğu ortadadır.

Burada, "Dünyaya tekrar dönmek muhal olduğuna göre, neden böyle bir temennide bulunuyorlar?" şeklinde akla gelebilecek soruya şöyle cevap verebiliriz: Onların bu temennileri, ya böyle bir şeyin imkânsız olduğunu bilmediklerinden, ya da imkânsız olduğunu bildikleri halde, aşırı derecedeki pişmanlıklarını ifade etmekten dolayıdır. Çünkü olmayacak bir şey de temenni edilebilir.12 Şöyle de düşünebiliriz; onlar her ne kadar dünyaya tekrar dönmenin muhal olduğunu bilseler de, karşılaştıkları dehşetli durumlardan kurtulmak için hiçbir çareleri olmadığından, muhal olduğunu bile bile bunu istemek durumunda kalmışlardır.

B. Dünyaya Tekrar Dönüşü Reddeden Diğer Ayetler

Yukarıdaki âyetlerin yanında dünyaya tekrar dönüş olmadığını açık bir şekilde veya dolaylı olarak ifade eden başka pek çok âyet vardır. Şimdi de bu âyetlerden tespit edebildiklerimizi sunmaya çalışacağız.

“Onlardan önce nice kavimler helak ettiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar bunlara tekrar dönüp gelmezler.’’ (Yâsîn, 36/31)

âyeti, helak edilen insanların, daha sonra dünyaya tekrar dönmediklerini açıkça ifade ediyor. Helak edilen kavimlerin kusurlu, manevi bakımdan tekemmül etmemiş insanlar olduğu düşünülürse, bu âyetin reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delil olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir başka âyette ise, bu manada,

‘’Helak ettiğimiz bir şehir halkına tekrar dönmek haramdır.’’ (Enbiyâ, 21/95)

buyrularak, dünyaya dönüşün kesinlikle olamayacağı haram tabiriyle tekitli bir şekilde bildirilmiş, haramdır, yani, yasaktır denilerek, dünyaya dönüş hakkındaki bütün ümit kapıları böyle bir beklenti içinde olanların yüzlerine kapatılmıştır.

“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir vaziyette çıkardı.’’ (Nahl, 16/78)

âyeti de reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delilidir. Çünkü bu fikri savunanlara göre, insanın yeniden dünyaya gelmesi tekâmül içindir. Tekâmülün olabilmesi için ise, önceki hayattaki birikimin mevcut olması gerekir. Halbuki bu âyet böyle bir şeyin olmadığını, doğan çocukların hiçbir şey bilmez bir halde dünyaya getirildiğini açık bir şekilde ifade ediyor.

Vakıa suresinin son âyetlerinde ölüm anındaki insanların durumları tasvir olunduktan sonra,

“(Ölen kimse) eğer mukarrebinden ise, eğer Ashab-ı yeminden ise, ve eğer yalanlayıcı ve dalalete düşmüşlerden ise…’’ (Vâkıa, 56/88-94)

buyrularak, öldükten sonra insanların gidecekleri yerler sıralanmış, fakat bunlar içinde tekâmül etmemiş, günahkar ve kusurlu kimselerin tekrar dünyaya döneceklerinden bahsedilmemiş, bilakis yalanlayıcı ve dalalete düşmüş olanların yerinin cehennem olduğu bildirilmiştir:

“Ve eğer yalanlayan ve dalalete düşenlerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme giriş vardır.’’ (Vâkıa, 56/92-94).

Kıyametin kopup insanların amellerine göre gruplara ayrılmalarının anlatıldığı şu âyette de benzer durum söz konusudur:

“Kıyametin koptuğu gün insanlar birbirlerinden ayrılırlar: İman edip salih ameller işleyenler cennet bahçelerinde sevinç içindedirler. İnkâr edip âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı yalanlayanlar ise azaba maruz kalacaklardır.’’ (Rum, 30/14-16).

Görüldüğü gibi insanların farklı gruplara ayrıldığından bahseden bu âyetlerde de dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.

Şu âyette de benzer bir tablo çizilmektedir:

“Kim Rabbinin huzuruna mücrim olarak gelirse, onun için cehennem vardır… Kim de mü’min olarak salih ameller işlemiş bir şekilde gelirse, onun için de üstün dereceler vardır: İçinde ebedî kalacakları, alt taraflarından ırmakların aktığı Adn cennetleri! İşte nefsini tezkiye edenlerin mükâfatı budur!” (Tâ-hâ, 20/74-76).

Görüldüğü gibi insanın ölümden sonraki durumunu anlatan bu âyette de cennet ve cehennem dışında başka bir yerden, dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.

Cennetlikler hakkındaki “Orada (cennette) ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.’’ (Duhan, 44/56) âyetinde ölümün bir kereye mahsus olarak yaşandığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla birkaç veya bir çok defa ölümü gerekli kılan reenkarnasyon bu âyet ile de reddolunmaktadır.

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürülürler.” (Ankebut, 29/57)

âyetinde de ölenlerin dünyaya değil de Allah’a döndürülmesinden bahsediliyor.

“Allah insanları yaptıklarıyla muaheze etseydi yeryüzünde canlı bir varlık bırakmazdı. Fakat onları belli müddete kadar erteliyor. Müddetleri geldiğinde ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Nahl, 16/61)

âyeti de bu dünyanın mücazat mahalli olmadığını, insanların yaptıklarının karşılığını tam olarak başka bir alemde göreceklerini ifade ediyor.

“Sudan, beşeri yaratıp onu akraba ve hısım yapan O’dur…” (Furkan, 25/54)

âyetiyle ifade edilen insanların akrabalık ve hısımlık bağlarıyla birbirleriyle bağlanmış olmaları gerçeği de reenkanasyonu reddetmektedir. Çünkü bu teoriye göre insanın babası yarın onun çocuğu olarak tekrar dünyaya gelmekte veya ölen bir çocuk başka bir ailede dünyaya gelerek -erkek olarak dönmüşse- kendi kız kardeşiyle, -kız olarak dönmüşse- kendi erkek kardeşiyle evlenebilmektedir!

Yahudilerin dünya hayatına aşırı düşkünlüklerini ifade eden

“Onlardan biri kendisine bin sene ömür vermesini ister.” (Bakara, 2/96)

âyeti de reenkarnasyon olmadığını bildirmektedir. Aksi halde bin sene ömür değil de tekrar dünyaya gelme isteğinden bahsedilirdi. Âyetin devamı da bu hususta ayrı bir delildir. Çünkü devamında “fazla ömür verilmesi onu azaptan uzaklaştırıcı değildir” buyrularak, dünyaya tekrar dönmek suretiyle ömrün uzatılmasının insanı terakki ettireceği iddiası yalanlanmakta ve fazla ömrün tekâmülün garantisi olmadığına işaret edilmektedir.

Bütün bu âyetlerin yanında, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin kopacağını, öldükten sonra dirilmenin cismanî olduğunu, cehennem hayatının ebedî olduğunu ve kâfirlerin affedilmeyeceğini bildiren pek çok âyet vardır. Bu âyetler ifade ettikleri manalarla reenkarnasyonu reddetmekte, bir defaya mahsus olan bu dünya hayatının ölümle son bularak artık ebedî bir hayatın başlayacağını bildirmektedirler. Mesela,

“Sonra sizi yerden dirilip kalkmak için bir kere çağırınca birden kabirlerinizden çıkarsınız.” (Rum, 30/25),

“Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden çıkıp rablerine doğru koşuyorlar.” (Yâsîn, 36//51)

gibi âyetlerde dirilişin, kıyametin kopmasından sonra, kabirlerden çıkmak suretiyle olacağı, böylece ruhun başka bir bedene intikal etmeyeceği açıkça ifade edilmiştir. Bu tür âyetler reenkarnasyonun olmadığının açık delilleridir. Çünkü reenkarnasyon iddiası bu inançlarla ters düşmektedir. Bu yüzdendir ki, bu iddiayı kabul edenler cismanî dirilişi kabul etmezler.(13) Cehennemin ebedî olmadığını iddia ederler.

Kâinatın ezelî ve ebedî olmadığını gösteren kevnî deliller ve âyetler de reenkarnasyon aleyhine bir delildir. Çünkü bu iddia sahiplerine göre bu alemin başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Yani kıyamet kopmayacak bu alem sonsuza kadar böylece sürüp gidecektir. Bu iddiayı Kur’ân âyetleri yalanladığı gibi bugünkü ilimler de er veya geç kainat çapında bir kıyametin koparak bu düzenin bozulacağını haber vermektedir.14

Görüldüğü gibi pek çok âyet dünyaya tekrar dönüş olmadığını çok net bir şekilde bildirdiği gibi, bir çok âyet de bu iddianın doğru olmadığına ve tutarsızlığına işaret etmektedir.

DİPNOTLAR

1- Munîr Ba’lebekkî, el-Mevrid-90, 24. bsk., Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut, 1990, s.773;
2- Tahsin Saraç ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.),
3- Gérard Encausse Papus, Reenkarnasyon, İstanbul, 1999, s. 20, 104; René Guénon, Ruhçu Yanılgı (L’Erreur Spirite), çev. L. Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 179, 180. Bu kavramlar hakkında daha geniş bilgi için bkz., a.e., s. 179-185. Transmigrasyonun lügât manası, göç, rûh göçü, başka bir varlığa geçmektir (bkz. Saraç, s.1413). Batı’da, başka bir bedene ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.),
4- Bedri Ruhselman. Ruh ve Kâinât, Ruh ve Madde Yayınları., İstanbul, 1977, s.152; Sinan Onbulak. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Dilek yay., İstanbul, 1975; Necati Tarıman, “Reenkarnasyoncu Ne Ola ki?”, Türkiye Günlüğü, sayı, 45, Mart-Nisan, 1997, s. 228.
5- Burada, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon adlı eserimizde çeşitli yönleriyle ele aldığımız bu konuyu yeniden gözden geçirerek sunmaya çalışacağız.
6- İbn Aşur, Tefsiru’-Tahrir ve’t-Tenvir, Daru’t-Tunusiyye, tsz., XVIII, 123.
7- Âyette geçen berzah hakkında sahabe ve tabiinden şu görüşler nakledilmiştir: Ölümle diriliş arasındaki perde, dünya ile ahiret arasındaki perde, ölüyle ölünün dünyaya dönmesi arasındaki engel, kıyamet gününe kadarki mühlet… (Maverdi, en-Nüket ve’l-Uyun, Beyrut, 1992, IV, 66-67).
8- Celal Kırca, Kur’ân ve İnsan, Marifet Yay., İstanbul, 1996, s. 175.
9- Muhammed İkbal, İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1984, s. 160.,
10- Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, VI, 118,
11- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’daki İslâm, Yeni Boyut, İstanbul, 1994, s. 312.
12- Meraği, Tefsir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, 1974, VII, 101.
13-Örnek olarak bkz. Haluk Hacaloğlu, Hayat Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 11, 26.
14- Bu konuda bkz. Paul Davies, Son Üç Dakika, Varlık Yay., İstanbul, 1994, s. 30; Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, Tübitak Yay., Ankara, 1996, s. 139; Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yay., İstanbul, 1969, s. 114 vd.

10 "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." (İbrahim, 14:3) ayetini nasıl anlamamız gerekiyor?

Bu ayet gösteriyor ki, pek çok insan ahirete inandığı halde, dünyayı ona tercih eder. Mesela, bir müşteriyi kaçırmamak için dükkanını kapatıp namaza gitmeyen kimse, dünyayı ahirete tercih etmiştir.  Faiz kullanan kimse, dünyayı ahirete tercih etmiştir.  Makam ve mevki için dininden taviz verenler dünyayı ahirete tercih etmiştir. İnsanların iltifatını kazanmak adına riyakârlık eden ve Allah’ın rızasını geri plana iten dünyayı ahirete tercih etmiştir. Bir menfaati için yalan söyleyen, müşteriyi aldatan kimse, dünyayı ahirete tercih etmiştir. Ufak ve de mevhum bir dünya sıkıntısı endişesiyle imanı güçlendiren, İslam’ı ders veren, takvayı, marifetullahı öğreten atmosferlerden uzak duran, dünyayı ahirete tercih etmiştir.

İnsan sadece maddeden ibaret bir yaratık olsaydı, elbise giydiğinde, midesi doyduğunda bütün meseleleri bitmiş olurdu. Ancak onda ruh, kalb, akıl, sır gibi bir kısım manevi duygu ve kabiliyetler vardır ki, havaya, suya, güneşe muhtaç olduğumuz kadar bunlar da gıdaya muhtaçtırlar. Bunun içindir ki, refah, lüks ve konfora ulaşmış nice insan, ruh ve kalpleri aç olduğu için gerçek doyuma ulaşamamakta, huzursuzluktan kurtulamamaktadırlar.

İşte, asrın insanının gündeminde maneviyat, gereken önem ve değeri bulamadığı içindir ki, problemler içinde problemler doğmaktadır. Bu problemlerden biri, hem de başta geleni, elması elmas bildiği halde kömürü ondan üstün tutmak, yani bir Yahudi hırsı içerisinde şu kısacık dünya hayatını ahirete tercih etmektir. Evet, hastalık derecesini alan bu büyük mesele, dünyayı esas kabul edip bütün duygu ve kabiliyetleri ona yöneltmek, adeta dünyada kaybolmaktır. O zaman insan ebedi hayatını tehlikeye atma pahasına, dünyanın zararlı, lüzumsuz ve fani işlerinde boğulmaktan kendini kurtaramaz. Bu müthiş hastalığa Kur’an-ı Kerîm soruda geçen ayetinde şöyle işaret etmiştir: “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler.”

Eğer insan ruh ve kalbine yabancılaşıp sadece ve sadece maddesiyle ilgilenir, dünyayı bile bile ahirete tercih eder, fani dünyanın kırılacak şişeleri hükmündeki değersiz işlerini ebedi hayatın elmas hükmündeki işlerine üstün tutar, geçici ve zehirli bala benzeyen gayrimeşru ve peşin bir kısım zevk ve lezzetler uğruna ahirette verilecek bitmez tükenmez lezzetleri elinin tersiyle iter, haram helal demeden bir hayat sürerse, böyle kimseler maddi ve manevi hayatlarını tehlikeye atıyorlar demektir. Hem dünya, hem de ahiret hayatlarını karartmaktadırlar.

İşte böylesine dehşetli hastalıklara yakalanmamak için İlahi ölçülerin dışına taşmamak, şu geçici hayat yerine ebedi hayatı ön planda tutmak gerekir.

Ne mutlu İslâm’ın kazandırdığı şuur içerisinde hayat sürebilenlere!..

11 Rızık nedir; çok çalışma ile elde edilebilir mi?

Helal dairesinde çalışmak ibadettir. Sebeplere uygun hareket etmek ise bir açıdan duadır. Ancak bu çalışma sonunda verilenleri de Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olarak bilmek gerekir. Bu iki ölçüye uymayan düşünce ve çalışma ise yanlıştır. Bu nedenle "aç kalırım" endişesi doğru değildir. Çalışmak bizden, muvaffakiyet Allah'tandır, anlayışıyla hareket etmeliyiz.

Elbette geleceğimizi de düşünmeliyiz. Ama bu endişe boyutunda ve Allah'ın rahmetine güvenmemek anlamında olmamalıdır. Dünyadaki geleceğimize verdiğimiz değerden daha fazlasını, ahireteki geleceğimize de ayırmamız gerekir.

Dieğr taraftan tevekkül çalışmamak değidlir. Tevekkül, sebeplere teşebbüs ettikten ve gerekli bütün tedbirleri aldıktan sonra, Cenab-ı Hakk'ın verdiği neticeye razı olmaktır. Böyle bir insan huzurlu yaşar, maişet noktasında endişeye kapılarak ruhuna elem çektirmez, Peygamber Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifi ona büyük bir ümit kaynağı olur:

"Eğer siz Allah'a hakkıyla tevekkül ederseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (bk. Tirmizi, Zühd, 33;  İbn Mace, Zühd, 14; İbn Hanbel,1/332)

Tevekkül hiçbir zaman çalışmayı, sebeplere teşebbüs etmeyi men etmez. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu, insan için kendi çalışmasından (gayretinin neticesinden) başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39).

Bir adam Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, "Ben devemi salı vererek mi tevekkül edeyim, yoksa bağlayarak mı?" demiştir. Efendimiz ise, "Deveni bağla sonra tevekkül et." (Tirmizi, Kıyamet, 60) buyurmuş, böylece tevekkülün ölçüsünü en güzel şekilde ortaya koymuştur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Rızık konusunda Allah'ın adaleti nasıldır?

12 Asr-ı saadet nedir?

Peygamber Efendimiz (asm)'den itibaren İslâm Tarihi, Hz. Peygamber Dönemi, Hulefâ-i Râşidûn, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır.

İşte bu dönemlerin başında yer alan Hz. Peygamber (asm) dönemine Müslüman âlimler "Asr-ı Saâdet" (Saadet Asır) adını vermişlerdir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

ASR-I SAÂDET.

13 Dünyanın yuvarlak oluşuna şahitlik edecek hadisler var mıdır?

Resûlüllah Aleyhisselam günleri iyice uzun olmayan yerden çıkacak olan Deccalı haber verirken, Deccalın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. Sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır, buyurduğunda sormuşlar:

Ya Resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz, o günde namazlar nasıl kılınacaktır?

Şöyle cevap vermiştir: Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak. (bk. Müslim, Kitabu'l-Fiten ve Eşrâtu's-Sâat, 20)

Bu hadis-i şerif dünyanın yuvarlak olduğunu göstermektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an'a göre dünya yuvarlak mıdır?

14 Cellatların İslam dinindeki yeri nedir?

- Cellatlık mesleği, fıtratın gereği olarak kalbin kasvetine sebebiyet verdiği kesindir. Bu açıdan arzu edilen bir meslek olmadığı da kesindir.

- Bununla beraber, Allah’ın hükmünün yerine getirilmesi gereken bir yerde infaz işlemini gerçekleştiren birilerinin de olması zorunludur. Bir açıdan bir devletin uygulaması gereken bir farz-ı kifâyedir. Çünkü böyle bir görevi üstelenen kimse olmadığı zaman, Allah’ın hükmünün icrası da söz konusu olmaz.

- Cellatlığın bir tehlikesi de, şayet mahkuma karşı bir husumeti varsa, garaz damarının devreye girmesidir. Halbuki sırf Allah için uygulanması gereken bir infaz muamelesinde, şahsî duyguların ortaya çıkması, adaletin mahiyetini altüst eder. İslam’da ihlas ve samimiyet esastır.

- Savaş esnasında kendisini öldürmeye çalışan hasmını yere sermiş ve onu öldürmek üzere olan Hz. Ali (ra), hiddete gelip fazla işkence etmeden bir an önce öldürmesini sağlamak için yüzüne tüküren hasmını öldürmekten vazgeçmesi, “Seni Allah için öldürecektim, bana hakaret edince nefsim devreye girdi, onun için seni öldürmekten vazgeçtim.” (Şemseddin Sivasi, Menakıb Osmanlıcası, s, 294) demesi, ve bu tavrıyla hasmının iman etmesine vesile olması, İslam’ın mensuplarından her zaman istediği bir tavırdır. Cellatların her zaman bu tavrı korumaları oldukça zor görünmektedir.

- Bir şey daha var ki, zalim yöneticilerin haksız yere öldürmek istediği masum kimselerle ilgili zalim kararlarını -bile bile- infaz etmekten çekinmeyen bir cellat, “katil” damgasını yemekten kurtulamaz.

- Kabirlerinin gizli tutulmasının sebebi, infaz edilen kimselerin yakınları tarafından çıkarılıp cesedine hakaret etme ihtimalinin yanında, onların yanında defnolmak istemeyen halkın bu arzusuna karşı bir tedbir de olabilir.

15 Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?

Asıl ismi, Ebü'l-Kâsım Cüneyd b. Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî (ö. 297/909) İlk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden olan meşhur sûfî.

Bağdat'ta doğdu ve orada yaşadı. Do­ğum tarihi belli değildir. Ailesi aslen Nihâvendli olup cam ticaretiyle uğraştıklarından Kavârirî nisbesiyle tanınmak­taydı. Bizzat Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Hazzâz lakabıyla tanınmıştır. Ailesinin Nihâvendden Bağ­dat'a ne zaman geldiği kesin olarak bi­linmemektedir.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri küçük yaşta tahsile başladı. Ebû Sevr el-Kelbi'den fıkıh okudu. Ebû Ali el-Hasan b. Arefe el-Abdî başta ol­mak üzere bazı âlimlerden hadis dinle­di. Dayısı Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdâdî gibi sofilerin sohbetinde bulundu. Zahirî ilimlere büyük önem veren Seri, onun önce şer'î ilimleri öğrenmesi­ni teşvik ettikten sonra. "Allah seni sûfî hadisçi değil hadisçi sûfi kılsın" şeklin­de dua etmiştir. Nitekim henüz yirmi ya­şında iken fıkıh hocası Ebû Sevr'in ders meclisinde fetva verecek seviyeye gel­mişti.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri şer'î ilimleri iyice öğrendikten sonra kendini zühd, ibadet ve tasavvu­fa verdi. Aslında küçük yaştan itibaren tasavvufa hevesli idi. Henüz yedi yaşın­da iken şükrün ne olduğunu soran Se­rîye, "Verdiği nimete güvenerek Allah'a âsi olmamaktır." diye cevap vermesi, onun bu alanda ne kadar yetenekli olduğunu göstermektedir. Başta dayısı olmak üze­re çevresinde büyük sûfîlerin bulunma­sı, onun küçük yaşta tasavvufa yönel­mesine sebep olmuştur denilebilir. Bununla birlikte Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri şer'î ilimlerle de sürekli meşgul oldu. Ca'fer el-Huldinin,

"Hâl ile ilmi Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde kendisinde birleştiren başka bir sûfî görmedim. Onu gören hâlinin il­minden üstün, konuşmasını dinleyen il­minin hâlinden üstün olduğu kanaatine varırdı."

demesi ilim ve tasavvuftaki mer­tebesini göstermektedir. Bundan dolayı "tâvûsü'l-ulemâ" ve "seyyidü't-taife" gibi unvanlarla anılırdı. Mu'tezile âlimi Ebü'l-Kâsım el-Kelbî ona hayran olmuştu. Zi­ra edipler onun sözünden, filozoflar fik­rinden, kelâmcılar ilminden faydalan­mak için etrafında toplanıyorlardı.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, tasavvufun derinliklerine dal­mak ve zihni sürekli ruhî konularla meş­gul olmakla birlikte geçimini sağlamak için ticaretle de uğraşıyordu. İbn Nüceyd, onun dükkânında perde ile ayırdığı bir köşede ibadete devam ettiğini söyler. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin irşad faaliyetine başlayacak bir duruma geldiğini gören Serî onu va­az vermeye teşvik etmesine rağmen, o kendisinde bu ehliyeti görmediğinden çekingen davranmış, ancak manevî bir işaret üzerine meclis teşkil edip konuşmaya başlamıştı. Bununla birlikte Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri fena ve tevhid gibi tasavvufun in­ce ve güç anlaşılan konularını kapalı ka­pılar ardında anlatmayı tercih ediyor(1), bazan da bunları fıkıh per­desi altında gizliyordu.

Birçok ünlü sûfî Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin sohbetin­de bulunmuş, onun müridi ve halifesi ol­muştur. Ebû Muhammed el-Cerîrî, Ebü'l-Abbas İbnü'l-Arabî, İsmail b. Nüceyd, Ali b. Bündâr es-Sayrafî, Ebü Bekir Şiblî, Mimşâd ed-Dîneverî, Abdullah eş-Şarânî, Muhammed b. Ali el-Kettânî. Ebû Be­kir el-Vâsıtî, Ebû Amr ez-Zeccâcî Cü­neyd'in sohbetinde bulunan tanınmış sûfilerdendir(2). Bu sebeple tarikatların tamamı­na yakın kısmı silsilelerinde Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'ne yer verirler(3). Mut­lak İmam. Küçük Şafii ve Sadr-i Kebîr gibi unvanlarla anılan fıkıh âlimi İbn Süreye de onun sohbetinde bulunmuş, ruhaniyetinin tesirinde kalmış ve manevî alandaki bilgilerini ona borçlu olduğunu ifade etmiştir.

İbnü'I-Mülakkın'ın kaydettiğine göre Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri ölüm döşeğinde iken oturarak namaz kılmış, bunun da bir nimet olduğunu ifade etmiş, istirahat etmesi ge­rektiğini söyleyenlere namaza durmak suretiyle cevap vermiş ve virdiyle meş­gul iken ruhunu teslim etmiştir. Ölümünden az önce hatim indirmiş, yeni bir ha­time başlayıp Bakara sûresinden yetmiş âyet okumuştu. 297 (909) yılında vefat etmiş olup cenaze namazında 60.000 ki­şinin bulunduğu rivayet edilir. 296 veya 298 yılında vefat ettiğine dair de riva­yetler vardır. Bağdat'ın Şünûziye Mezarlığı'nda dayısı ve şeyhi Seri'nin yanında toprağa verilen Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin çeşitli İslâm ülkelerinde makamları mevcuttur.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tasavvuf terimlerini, usul ve esaslarını tesbit ederek tasavvufun or­taya çıkışını sağlayan büyük sofilerden biridir. Tasavvufî görüşleri hem kendi risaleleri hem de kaynak eserler yoluy­la günümüze ulaşmıştır. Süfiliğin temel konularından biri, insan ile Allah arasın­daki mesafeyi kapatma meselesidir. Ona göre bu mesafe ancak tasavvuf köprüsüyle kapatılabilir. Bundan dolayı tasav­vufu, "Her şeyden alâkayı kesip Allah'la olmaktır." şeklinde tarif eder(4). Bu tanımıyla Allah'la kul arasındaki mesafeyi aşmak için insanın Allah'tan başka her şeyden kopması gerektiğini anlatmaktadır.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin tasavvufî görüşleri, hem çağdaşı sûfîler hem de daha sonraki mu­tasavvıflar üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Onun açtığı yoldan gidenlere Cüneydî denildiğini kaydeden Hücvîrî, ken­di şeyhlerinin de bu zümreye mensup ol­duklarını belirtmektedir. el-Münkız mine'd-dalâl adlı eserinde belirttiğine gö­re Gazzâlî'nin tasavvufa yönelmesinde de Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin tesiri olmuştur. el-Lüma', et-Ta'anuf, Kûtü'l-kulûb ve er-Risâle gibi tasavvufun temel kaynakları Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin fikirlerine geniş yer ayırır, onun tasavvufî konulardaki sözlerini delil sa­yarlar. Süfi tabakat kitaplarında da önem­li bir yer tutan Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'ne bütün tarikat mensupları büyük bir velî nazarıyla ba­karlar.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin bazı mektupları günümüze kadar gelmiştir(5). Bu mek­tupları Ali Hasan Abdülkâdir The Life Personality and Writings of al-Junayd(6) adlı eserinin içinde İngi­lizce tercümeleriyle birlikte yayımlamış­tır. Aynı mektuplar bazı yeni mektupla­rın ilâvesiyle Süleyman Ateş tarafından da Cüneyd-i Bağdadî Hayatı, Eserle­ri ve Mektupları(7) adıyla yayımlanmıştır.(8)

Dipnotlar:

1. Câmî,Nefahat, s. 87.
2. İbnü'I-Mülakkın, Tabakatül Evliya, s. 137, Ateş,Süleyman, Cüneydi Bağdadi: Hayatı Eserleri ve Mektupları s. 47.
3. Ma'sûm Ali Şah, Tara'ik, II, 440-442.
4. Kuşeyrî, er-Risale, Kahire s. 551, 552.
5. Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1374.
6. Ali Hasan Abdülkâdir, The Life Personality and Writings of al-Junayd, London 1962.
7. Ateş,Süleyman, Cüneydi Bağdadi: Hayatı Eserleri ve Mektupları, İstanbul 1970.
8. DİA, CÜNEYD-İ BAĞDADİ Md.

16 Kazancımızın, rızkımızın bereketi yok, neden?

Bereketsizliğin en müessir sebeplerinden biri de kanaatsizliktir, hırs ve ihtirastır, tul-i emeldir. İsraf etmek, kanaat etmeyip hırs göstermek şükürsüzlüktür. Nimete şükredilmediğinde ise, bereket kaçar.

Sabah kerahat vaktinde uyumak da bereketi kaçırır.

"Gaylule uykusu", fecirden itibaren güneş tamamen doğuncaya kadar geçen sürede uyumaktır. Bu zamanda uyumak sünnete uygun düşmez. Çünkü birçok iş kolunda sabahın erken saatlerinde işe başlamak rızkın bolluğuna ve berekete sebeptir.

İnsanın işe motive olacağı en aktif zaman dilimi fecirden sonraki zaman dilimidir. Bu dilim, uykuyla geçmemelidir. Çünkü o saatte uyumak işe geç başlamak demek olacaktır ki, bu da iş kaybı, emek kaybı, zaman kaybı, kazanç kaybı, performans kaybı gibi kazancı bereketlendiren birçok ana unsurun devre dışı kalması mânâsına gelecektir. Bereketsizliğin sebebi budur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Rızkın artması, bereketlenmesi için yapılabilecek şeyler nelerdir, rızıkla ilgili okunabilecek dualar var mıdır?

17 Cehennemde cezamı çeker cennete giderim?

1. Allah'ın bir kimseyi bağışlaması, onun imanla kabre girmesi şartına bağlıdır. İmanla kabre girmeyenlerin affedilmesi asla söz konusu olmaz. İmanla kabre girme garantisi sürekli Allah'a kulluk edenler için bile söz konusu değilken, günah işleyerek bu garantiyi elde etmeye çabalamak için akıldan istifa etmek gerekir. Çünkü her günah içerisinde küfre gidecek bir yol var.

Hadiste belirtildiği üzere, her günah işlendiğinde sahibinin kalbi üzerinde siyah bir leke oluşur. Günahlardan meydana gelen bu lekeler kalbi siyahlandıra, siyahlandıra, artık iman nuruyla cilalanması mümkün olmayacak bir hal alacak ve Kur'an'da belirtildiği üzere, bu gibi insanlar kalplerinde oluşan kirden dolayı iman etme kabiliyetini yitirmiş olacaklardır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kul günah işlediği zaman kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul günahı terkedip bağışlanmayı dilerse, bu leke kaybolur. Şayet tövbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, o zaman bu siyah nokta büyüyerek onun bütün kalbini kaplar. İşte Allah Taâlâ'nın, 'Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.' (meâlindeki) ayetinde ifade ettiği kararma ve pas tutma budur." (Müslim, "İmân", 231; Tirmizî, "Tefsîr", 75).

2. Biz deneyci bir çağda yaşıyoruz. Cehennemde dayanacağını söyleyenler, bir ateşte yanma dayanıklılıklarını ölçsünler, bakalım ne kadar dayanabilecekler!

İlginç bir tevafuktur ki, şu anda bu satırların yazarının iki parmağı yanıktır. Bu sabah kahvaltıda tostla uğraşırken yanlışlıkla iki saniyelik ateşe temasları sonucu krem sürmemize rağmen acısını hala içimde hissediyorum. Sizi temin ederim ki, karşılığında bütün dünyayı bana verseler, kendi isteğimle yarım saat, hatta yirmi dakika, hatta on dakika, hatta beş dakika ateşe girmeye razı olmam, olamam da.

Buna dayanırım diyenler, cehennemi hayal bile edemeyenlerdir. İnsanda, az da olsa hazır bir lezzeti, ilerideki çok daha fazla bir lezzete tercih eden, ufacık hazır bir sıkıntıyı ilerideki ondan kat be kat fazla olan bir sıkıntıdan daha çok önemseyen kör duygular vardır. Duyguları aklına, nefsi ruhuna, kör hissiyatı uyanık vicdanına, alçak arzuları yüksek arzularına galebe çalan kimsenin gerçekleri olduğu gibi görmesi çok zordur. Böyle kimseler, kalplerinin derinliklerinde feryat eden imanlı şuurun iniltilerine rağmen, kör, sağır ve akıbeti görmeyen nefsin süflî / alçak arzuları doğrultusunda zevk almaya çalışıp sarhoşçasına bir gaflet sergileyebilirler.

İslam dininin emirlerini hafife alanlar -şayet inançlı kimseler ise- işin şakasındadırlar. On yaşındaki bir çocuk, şu yolda canavar, ejderha veya eşkıyanın olduğunu söylese -çocuğun yalan söyleme ihtimali yüksek olmasına rağmen- onu dinlemeyip o yolda yürüyen kimsenin korkuları, en az onun yemek iştahını kaçıracaktır. Acaba 124.000 peygamberin, yüz dört kitabın Allah'tan getirdikleri haberlere, uyarılara kulak asmayanları normal düşünceli kabul etmek mümkün mü?

Kaldı ki, vicdanı bozulmamış insanlar, Allah'a kulluğu yalnız cennet sevdası veya cehennem korkusuyla yapmazlar. Kendilerini yoktan var eden, bin-bir nimetlere gark eden yaratıcılarına karşı kulluk yapmayı bir şükran borcu olarak telakki ederler.

Bir kutsî hadiste Allah, bu noktaya dikkat çekmek için "Şayet cennet ve cehennemi yaratmasaydım, ben yine de ibadet ve itaat edilmeye layık bir İlah değil miydim?” diye buyurmuştur. (İhya, 4/297-98).

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah affeder diyip ibadet etmemek ne kadar doğru?

"Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak" ne demektir?

Zevk nedir; niçin verilmiştir?

Dünyanın geçici zevklerine aşk ile bağlanan bir kimse, sonuçta ne gibi durumlarla karşı karşıya kalır?

İnsan hürriyetini sınırlandırmak, insana bir sıkıntı ve azap değil midir?

Dünya ve ahiret sevgisi... Bu iki ucun bir orta noktası yok mu?

İnsanın, kendi nefsine zulmetmesi ne demektir?

18 Enbiya suresi 44'üncü ayette geçen "artık görmüyorlar mı ki biz yeryüzünü çevresinden eksiltiyoruz" ifadeleri ile anlatılmak istenen nedir?

"Doğrusu biz onları ve atalarını yaşattık, hatta o ömür onlara uzun geldi. Fakat şimdi görmüyorlar mı ki, yeryüzünü etrafından eksiltip duruyoruz? O halde üstün gelen onlar mıdır?" (Enbiya 21/44)

Bu ayette belirtilen "yeryüzünün etrafının eksilmesi" hususu Ra'd suresinde de ifade buyrulmuştur. Şöyle ki:

"Onlar, bizim yeryüzüne (kudretimizle) gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmediler mi?" (Ra'd 13/41)

Bu âyetin mânası, etraf kelimesine verilecek mânaya göre değişir. Bu kelime ise birçok anlamda kullanılır. "Yerin etrafının eksiltilmesi" olayını müfessirler hakikat ve mecaz olmak üzere iki şekilde yorumlamışlardır

1. Müslümanların kuvvet kazanıp kâfirlerin topraklarını elde edip fetihler yapmaları.

2. Yerin ileri gelen insanları, âlimleri veya en iyi insanları gittikçe azalmaktadır.

3. Fennî yönden tefsir eden bazı zatlar; yağmurların, sellerin, rüzgârların etkisiyle dağların aşınmasını veya kutup bölgelerinin basıklığını düşünmektedirler.

4. Toprak aşınması, kapalı denizlere dökülen nehirlerin sürükleyip getirdikleriyle düz ovaların meydana gelmesi; yanardağların harekete geçmesi ve böylece bazı yerlerin silinmesi, kasırga, tayfun ve benzeri afetlerin gelmesiyle bazı köy ve kasa­baların yıkılıp silinmesi gibi fizik âleminde meydana gelen olaylar...

5. Yeryüzündeki madenlerin, ürünlerin ve insanların yok edilmeleri...

6. Râzî'ye göre ise, yeryüzünde talihin değişmesidir; yani başa­rı ve yükselişin çöküşe, hayatın ölüme, gurur ve ihtişamın aşağılanmaya, kemalin acze ve eksikliğe dönmesi, birinin diğeri ile yer değiştirmesidir.(Razi, Tefsir, XIX, 67)

7. İlgili âyet bir yandan yeryüzünün müşriklere iyice daraltıldığını belir­tirken, diğer yandan ilim adamlarına ipucu ve temel bilgi olacak ilmî bir hakikatten haber veriyor; o da yerkürenin kutuplardan basık olması konu­sudur. Bilindiği gibi. Dünya şekli itibariyle küreye çok yaklaşu. Kutuplarda basık, ekvatorda şişkindir. Bunun da, hem gece ile gündüzün ve mevsimlerin oluşmasında, hem de kuzey yarımküre ile güney yarımkürenin güneş ışınlarından düzenli ya­rarlanmasında olumlu tesirleri söz konusudur. Onbeş asır önce dünya coğrafyası üzerinde henüz bilimsel bir araştır­ma yapılmadığı tarihî bir gerçek iken ve Dünya'nın bir küre biçiminde boş­lukta belli bir yörüngede hareket ettiği bilinmezken, Kur'ân'da Dünya'nın kutuplarda basık olduğundan söz edilmesi, onun ilâhî kaynaktan indiril­diğinin bir başka delili değil midir? (Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3105.)

Konumuzla ilgili şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz.

"Bizim arzı (yeri) alıp uçlarından nasıl eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Allah öyle hükmeder ki, onun hükmünü denetleyecek hiçbir merci yoktur. O, hesabı çabuk görür." (Rad, 13/41) 

"...Fakat, bizim (ilim, irade ve kudretimizle) yerde tasarrufta bulunup, onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" (Enbiya, 21/44)

Bu âyetlerde geçen 'yerin eksiltilmesi' ifadesiyle; erozyon (bozunma, aşınma, taşınma), volkanlar yardımıyla lâvların dışarı atılması, atmosferin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılarak Dünya'nın dış katmanlarından madde kaybına uğraması, buzulların eriyerek okyanusların yükselmesi neticesinde karaların yüz ölçümünün azalmasının işaret edilebileceği belirtilmiştir. Burada şu soru sorulabilir: Bir küre olan arzın etrafı neresidir ve bu 'etraf' nasıl eksiltilmektedir?

Yerkabuğu on iki tektonik levhadan müteşekkildir. İlk defa Alman meteorolog Alfred Wegener 1912'de "Kıtaların sürüklenmesi" hipotezini ileri sürmüştür. 1960'larda ise "Levha tektoniği teorisi" geliştirilmiştir. Bu teoriye göre, yerkabuğu levha (plâka) denen çok büyük parçalar hâlindedir. Bazıları okyanus, bazıları kıta levhası olan bu parçalar, manto üzerinde yüzer hâlde bulunduğundan derinlerden gelen ısı akımları sebebiyle birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Yaklaşık 225.000.000 yıl önce kıtalar tek bir plâka (Pangea) hâlindeydi. Yeryüzünün geri kalan kısmı, Büyük Tetis Okyanusu'ydu. Kıtaların arasındaki boşluklara suların dolmasıyla okyanus ve denizler meydana geldi. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtanın birincisinden Afrika, Avustralya, Antarktika ve Hindistan; ikincisinden ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya'nın Hindistan dışındaki kısımları oluşturuldu. Son safhada yerkabuğu tekrar kırılıp yarılarak on iki büyük levhaya ayrıldı. Kur'ân-ı Kerîm'deki "Dönüşlü olan göğe andolsun. Yarılan yere de." (Tarık, 86/11–12) mealindeki âyetlerde buna da bir işaret olduğu söylenebilir. Ayrıca "Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır..." (Rad, 13/4) mealindeki âyet de arzın tek bir kara parçasından oluşmadığına işaret buyurmaktadır.

Yerbilimciler tarafından XX. yüzyılda yeni keşfedilen bu yarılma (bölünme) ve yayılma hâdisesi Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde defalarca zikredilmektedir:

"O, yeri yayıp döşeyen..." (Rad,13/3)

"Yeri de yaydık, genişlettik ve oraya sağlam dağlar çaktık... " (Hicr, 15/19)

"Onu (yeryüzünü) da biz döşedik; gerçekten ne de güzel döşedik." (Zâriyât, 51/48)

"Bunun ardından yeri (iskâna hazır hâle getirmek için) yumurta biçiminde yaydı." (Nâziât, 79/30)

"Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?" (Gàşiye, 88/20)

"Yemin olsun... yere ve onu yayıp döşeyene." (Şems, 91/6)

Sürüklenerek hareket eden on iki plâka arasında üç çeşit sınırın var olduğu belirtilir. Bunlardan birincisi, ayrılan sınırlardır. Burada magma yükselerek plâkaların iki parçası arasından yeni bir okyanus kabuğu oluşturulur. İkincisi, çarpışan sınırlardır (dalma-batma bölgesi). Burada da plâkalar birbirine zıt hareket eder ve biri diğerinin altına dalar. Üçüncüsü ise, doğrultu atımlı sınırlardır. Burada ise, iki plâka sınırı birbirine sürtünerek hareket eder ve bu hareket, sınırları aşındırarak öğütür. Şekil 2'deki siyah çizgiler, 12 plâkayı birbirinden ayıran sınırları göstermektedir. Bu plâkalar, kendilerini ayıran sınırlar boyunca, manto katmanı üzerinde yüzen bağımsız kıtalardır. Bu durumda âyette geçen arzın etrafı (çevresinin) kelimesinin, bu plâkaları birbirinden ayıran sınır çizgilerine de işaret ettiği söylenebilir.

Plâkalar arasındaki çarpışan sınırlar veya dalma-batma olarak tanımlanan bölgelerde litosfer, eğilerek astenosferin içerisine dalmaktadır. Litosferin (yer kabuğu) eğilerek okyanus çukurlarındaki yarıklardan içeri dalmasına, Kur'ân-ı Kerîm'de mealen;

"Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Hz. Davud) Allah'ı tesbih ederlerdi." (Sad, 38/18) ve

"... yer yarılacak ve dağlar yıkılıp yerlere geçecekti." (Meryem, 19/90)

şeklinde işaret edilmektedir.

Dalan plâka uçlarının manto içerisinde 670 km'ye kadar ilerledikleri tespit edilmiştir. Bunlar, yerkabuğunda en çok deprem, çarpışan ve dalan plakaların olduğu kesimlerde meydana gelmektedir. Yer üzerindeki depremlerin % 95'i ve volkanizmanın % 90'dan fazlası plâkalar arasındaki okyanus ortası bu sırtlarda meydana gelmektedir. Plâkalar arasındaki okyanus ortası sırtların uzunluğu 64.000 km'dir ve bu ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında tespit edilebilmiştir.

Hindistan levhasının kuzeydeki Avrasya levhasına bindirdiği sınırda, derinlerdeki eski okyanus levhası her yıl ortalama 3,7–5,4 cm. hızla mantoya dalarak parçalanmakta ve erimektedir. Yine Nazca plâkasının Güney Amerika plâkası ile çarpışarak altına daldığı yaklaşık 20.000 km. uzunluğundaki dalma-batma bölgesinde her yıl ortalama 9,2 cm. ile 11,1 cm. arasındaki okyanus levhasının ucu mantoya dalarak parçalanmakta ve eriyerek dağılmaktadır.

Yerkabuğundaki dalma-batma bölgeleri, 1.500 kilometrelik kesit güzergâhları boyunca, Arason & Van der Hilst (2001) tarafından P-dalgası tomografisi ile 1.500 km. derinliğe kadar ölçülmüştür. Bu kesitlerdeki mavi kısım, dalan okyanus kabuğunun manto içerisindeki yayılma hâlini, yaklaşık 660 km. derinlikten sonra parçalanıp eriyerek dağıldığını göstermektedir. Bu durum, arzın çevresinden eksiltildiğine önemli bir işaret kabul edilebilir.

(Doç. Dr. Halil Murad)

19 Yıldırım ve şimşek gibi tabiat olayları ile Cebrail’in kırbacı hakkında.

- İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre, Yahudilerin sorusu üzerine Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Râd (gök gürültüsü), buluta müvekkel, meleklerden bir melektir (yani mevcut fiziksel gök gürültüsünün işlemesini, bulutla olan ilişkisinin tanzimini üstlenmiş meleklerden -müvekkel- bir melektir.  İsmini ondan alarak R’ad / gök gürültüsü olarak anılıyor). Beraberinde / Elinde ateşten kırbaçlar vardır ki, onlarla bulutları -Allah’ın dilediği yere- yürütür. Duyduğumuz ses (gök gürültüsü) ise, adı geçen meleğin bulutları emredilen yerlere yürütürken onları sıkıştırmasından (süratle sevk etmesinden) ileri gelmektedir.” (Müsned, 5/385-Şamile-; Tirmizî, Tefsiru Sureti’r-Rad -hadis hasen, gariptir-).

Rad kelimesi, hem yıldırım, hem gök gürültüsü hem de bulut için kullanılır.

- Bu hadiste geçen ifadelerin, bugünkü fen bilimcileri tarafından tespit edilen hususlarla çelişen bir yanı yoktur. Kâinatta var olduğu kabul edilen kanunlarının itibarî olduğu, elle tutulan haricî vücutları olmadığı bilinmektedir. Elbette, Allah’ın kudretinin birer yansıması olan bu itibarî kanunlara dayandığı kabul edilen varlıkların, gerçek anlamda melek denilen -haricî vücut sahibi- şuurlu varlıklar tarafından tanzim edilmesi ve işletilmesi gerekir. Bu, ilahî hikmetin zarurî bir sonucudur. Ayrıca, on beş asır önceki insanlara, elektrik, şimşek, gök gürültüsü, bulut kompozisyonu ancak bu kadar anlatılabilir.

- Hz. Ali (ra)’ın konuyla ilgili şu açıklaması, bugünkü bilimsel bilgilerle aynıdır:

“Allah’ın en güçlü mahluku dağlardır. Demir ise, dağları yontar. Ateş demiri yer / eritir. Su ateşi söndürür. Gök-yer arasında bulunan bulut, su taşır. Rüzgâr bulutu taşır. İnsan rüzgârdan eliyle korunmaya çalışır. Sersemlik insanı mağlup eder. Uyku sersemliğe galebe çalar. Gam ise uykuyu engeller. Demek ki, Allah’ın en güçlü mahluku gamdır.” Taberanî’nin naklettiği bu bilgi Heysemî tarafından sahih olarak değerlendirilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 8/132).

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah her şeyi bildiği halde neden amellerimizi melekler yazıyor? 
Allah'ın ne ihtiyacı var ki melekler ve insanlar onun zikir ve tesbih ediyor? 

20 İmam Gazali/Gazzali'nin dünyanın dönmesi hakkında görüşleri nelerdir?

İmam Gazzâlî'nin dünyanın dönmesi hakkında açık bir ifadesine rastlayamadık. Ancak yerin yuvarlaklığından söz ederken dolaylı da olsa bu konuda görüşünü ortaya koyduğu söylenebilir. Konu ile ilgili ifadesi şu merkezdedir:

"Felsefenin kabul ettiği prensiplerin bir kısmı İslâm dininin temel esasları ile çelişmez. Meselâ diyorlar: Ay'ın tutulması olayı, arzın güneşle ay arasına girmesiyle ay ışığının görünmemesinden ibarettir. Çünkü ay, ışığını güneşten alır. Arz ise yuvarlaktır ve gök her taraftan onu çevrelemiştir. Matematik hesaplarla ispatlanmış bu çeşit gerçekleri din namına inkâr etmek dine karşı bir cinâyettir. Metotsuz bir tarzda dini savunanların zararları, metotlu bir şekilde dine hücum edenlerin zararından daha fazladır. Darb-ı meselde denildiği gibi: Akıllı düşman, ahmak dosttan daha iyidir." (Gazzâli, Tehâfutu'l-Felâsife, 80)

Bir taraftan dersler verirken, diğer taraftan da pek çok kıymetli kitap yazan İmam Gazzali’nin sahip olduğu üstün ilimler, döneminin Avrupalı filozoflarını her açıdan geride bırakır nitelikteydi  Örneğin, dünyanın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tazelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını ve tüm bunlar olurken dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sağlığın bozulacağı gibi detaylı bilgilerini, bugünkü fizyoloji kitaplarında yer aldığı şekilde delilleriyle açıklıyordu  Bunlar gibi daha birçok ilmi konu hakkında kitaplarında bilgiler bulunuyordu

Kur’an-ı Kerim’de dünyanın yuvarlak olduğu ve döndüğü ifade edilmektedir:

"Dağları görürsün de onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 27/88)

Kur'an, dünya merkezli bir evren modelinin benimsendiği bir çağda, dünyanın aslında bulutlar gibi hareket eden bir cisim olduğunu belirtmektedir. Ayette dünya kelimesi yerine dağ kelimesinin yer alması da ilgi çekicidir. Çünkü dağlar dünyadaki sabitliğin simgesidir. Sabit gibi gözüken dağların hareket etmesi demek, dünyanın hareket halinde olması demektir.

Resûlüllah Aleyhissalatü vesselam da günleri iyice uzun olmayan yerden çıkacak olan Deccalı haber verirken, "Deccalın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. Sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır", buyurduğunda sormuşlar: Ya Resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır?

Şöyle cevap vermiştir: "Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak." (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20)

Bu hadis-i şerif dünyanın yuvarlak olduğunu göstermektedir.

İslam Alimleri ise, dünyanın yuvarlak olduğunu, ya ifadelerini yazmak ve belirtmek suretiyle ya da sükut etmek ve susmak cihetiyle ittifak açıklamışlardır.

İmam-ı Şafii Hazretleri, "Dünyada bir vakitte beş vaktin namazı kılınır." demekle dünyanın yuvarlak olduğunu da ifade etmiş olmaktadır. Ayrıca namazın tüm rükünlerinde, kıbleye dönmek farzdır. Bu nedenle rüku ve sücudda da insanların kıbleye dönmeleri, ancak dünyanın yuvarlak olması ile mümkündür. (bk. Nursi, Muhakemat, Birinci Makale; Şualar, On Dördüncü Şua)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'de Dünyann yuvarlak olduğunun belirtilmesi...

21 Ölümler konusunda sebep ve kader ilişkisi nasıl değerlendirilir; ecel, kader, katil?

Sizin bu sorunuzu evet veya hayır şeklinde cevaplamak yanlış olur. Çünkü evet dersek Cebriyeci olur insanın iradesini reddetmiş, hayır dersek Mutezileci olur, kaderi inkâr etmiş oluruz.

Zaten ortada bir cenaze var. Bu nedenle kısaca açıklamayı uygun ggörüyoruz:

Soru: "Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?" sözüne karşı ne dersiniz?

Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?"

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." (Sözler, s.467)

Yani, Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeble müsebbebe bir taalluk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebebdir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir. İşte Cebriye, sebeble müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, madem ki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatalı bir fikre sapmaktadır.

Mutezile ise sebeblere te'sir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeble müsebbebe bir baktığını ve sebeblerin yokluğu farzedildiğinde, müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, "Eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?" sorusuna Ehl-i sünnet âlimlerinin cevabı, "Ne olacağı bizce meçhuldür." şeklindedir. Zira, ortada bir vak'a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farzedilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

İşte, bu misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader, sebeble müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi, şeklindedir. Adamın ateş etmediği farzedilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebeb yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez. Öldürme olayında katilin kabahati Cenâb-ı Hakk'ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebeb olmasıdır.

22 "Sizin Rabbiniz Kutupları unutmuş mu da Kur’an’da bahsetmiyor?" diyenlere ne demeliyim?

Evvela, Kur’an’da -insanların heva ve hevesleri değil- Allah’ın sonsuz ilim ve hikmeti hâkimdir. Allah neyi nazara vereceğini, insanlar için neyin faydalı olduğunu en iyi bilendir. 

Kur’an’ın en temel maksadı, Allah’ın birliğini, Hz. Peygamberin nübüvvetini, haşrin varlığnı ispat etmek ve insanlık camiasında adalet ve kulluğu tesis etmektir. Kur’an’da yer alan diğer bütün hususlar, bu maksatlara hizmet etmek üzere söz konusudur. 

"Delil iddiadan daha açık olmalıdır" ki, muhataplar için ikna edici olsun. Kur’an’da fen bilimlerinin bahsettiği gibi, fenni bilgilerden detaylı bir şekilde bahsetmemesinin hikmeti budur. Eğer Kur’an on beş asır önce bugünkü fizik, astronomi, kimya, coğrafyanın meselelerini söz konusu etseydi, delil davadan daha kapalı olurdu ki, bu belagat açısından mantıkî bir üslup olmaktan çıkardı. Kutuplar konusu da buna dahildir.  

Bununla beraber, Kur’an’da kutuplara da işaret eden ayetler olduğu gibi, hadis-i şerifte de bu konuda bilgiler vardır.

Niyazi Beki’nin "Rahman Suresi Tefsiri"ndeki şu bilgileri alıntılamakta fayda görmekteyiz:

“(O) iki doğunun ve iki batının Rabbidir.”(Rahman, 55/17)

Ayetteki "iki doğu-iki batı" ifadesi, birden çok gerçeğe işaret etmektedir:

a) Yukarıda geçen "Güneş ve Ay, bir hesap iledir." ayetinden anlaşılacağı gibi, “Güneş ve Ay’ın doğu ve batıları” demektir. (krş el-Hazin, VI/139; el-Alûsî, XXVI/105)

b) “Yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmalarına göre doğular ve batılar” demektir. (ez-Zemahşerî, IV/445; el-Beydavî, VI/139)

Buna göre, ayette mevsimlerin her iki tarafı zikredilmiş ve bu iki uç kısımlar arasındaki her günkü doğu ve batı mefhumu insanların aklına havale edilmiştir.

"Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun!" (Mearic, 70/40)

ayetinde ise doğu ve batı kelimeleri çoğul kullanılarak her günkü durumlarına işaret edilmiştir.

c) Yer’in küre şeklinde yuvarlak olması sebebiyle her yarım küre parçasına göre bir doğu, bir de batıya işaret edilmiştir. Buna göre, ayet, Dünya’nın yuvarlak olduğuna da delâlet etmektedir. Bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı, batı kabul edilen bir nokta ise aynı zamanda doğu kabul edilir. (krş. İbn Aşur, XXVI/247; Yazır, VII/370-371)

d) Şafağın doğuşu ile güneşin doğuşu, güneşin batışı ile şafağın batışı... Bu görüş, İbn Abbas'a izafe edilmiştir. (krş. el-Alûsî, XXVI/105)

Bunu şöyle açıklamak mümkündür:

Yerküre’den çok büyük olan Güneş’in ışınları, Yerküre’nin kendisine dönük olan yüzüne isabet ettiğinde o taraf gündüz olur. Güneş ışınları, aynı zamanda Yerküre’nin iki yanından geçer gider. Bundan dolayı kürenin iki yanı, ışınların oraya tam isabet etmemesinden dolayı yarı aydınlık hâlde kalır. Yerküre’nin Güneş ışınlarına dönük olmayan kısmının ortaları ise tam karanlıktır. Neticede, yuvarlağımsı biçimde olan Yerküre’de tam aydınlık ve az aydınlık, tam karanlık ve az karanlık şeklinde bölümler ortaya çıkar. Böylece iki aydınlık ve iki karanlık meydana gelir ki iki doğu ile iki batı manası da anlaşılmış olur. (krş. Eminoğlu, Kur'an Işığında Kâinat, s. 88)  Kur’an’ın bu ifadesinden altı ay gündüz, altı ay gece olan kutup yerlerini anlamak da mümkündür.

Deccal hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

 “Deccal yeryüzünde kırk gün kalacaktır. Bu kırk günün bir günü bir yıl, bir günü bir ay, bir günü bir hafta, diğer günleri ise normal günleriniz gibi olacaktır.” (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20)

Bilindiği üzere, Kuzey kutup bölgesinde bütün sene, altı ay gece altı ay gündüzdür. Güneye doğru gelinse bir ay güneşin batmadığı yerler görülür. Güneye doğru ilerledikçe, bir hafta boyunca güneşin batmadığı yerler görülecektir.

23 Beyaz altın yüzüğümü, rodyum adı verilen alaşımla kaplatmamın bir sakıncası olur mu?

Hadiste altın yüzük takmanın yasaklandığı bilinmektedir.(bk. Nesaî, Zinet, 43). Altın yüzük kullanmanın erkekler için haram olduğunu gösteren birçok sahih hadis vardır. (bk. Nasbu'r-raye, 4/222-225, 235)

İslam âlimlerinin cumhuru / büyük çoğunluğu bu gibi sahih hadislere dayanarak, altın yüzük kullanmanın erkekler için haram olduğuna karar vermişlerdir. (krş. V. Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslamî, 3/547)

Altının beyaz olması, takmasını caiz kılmaz. Buna göre şu anda takmakta olduğunuz beyaz altın yüzük zaten haramdır.

Bu yüzüğü gümüş, radyum veya başka bir alışımla kaplatmak -var olan altını ortadan kaldırmadığına göre- altın yüzüğün haramlılığını ortadan kaldırmaz.

24 "Dünya ile ahiret iki kumadır, birisini razı ettiğin oranda diğerini küstürmüş olursun." sözü kime aittir ve ne demektir?

“Dünya ile ahiret iki kumadır, birisini razı ettiğin oranda diğerini küstürmüş olursun, mealindeki söz Hz. Ali (ra)’e aittir.” (bk. Gazalî, İhyau’l-Ulum, 3/204).

Gazaliye göre, Malik b. Dinar’ın “Dünya için üzüldüğün nispette ahiret kaygısı kalbinden çıkar; ahiret için üzüldüğün oranda da dünyanın kaygısı gönlünden çıkıp gider.” mealindeki sözleri, Hz. Ali’nin yukarıdaki ifadesinin bir açıklaması hükmündedir.(bk. a.g.y.).

Bilindiği üzere, dünyanın üç yönü vardır:

Birinci yönü, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir aynası olarak onun mesajlarını aktaran bir mektup hükmündedir.

İkinci yönü, hadiste belirtildiği gibi, ahiretin bir tarlası olmasıdır. (Sehâvî, Makâsıd, s. 497; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/1320)

Üçüncüsü, Allah’ı ve ahireti unutturan yönüdür. Hz. Ali’nin ifadesinde kötülenen ve ahiretin bir kuması olarak tasvir edilen dünya, ahirete mani olan, ahiret hayatı için hazırlık yapmamıza engel teşkil eden, Allah’a giden yolu tıkayan dünyadır. Yoksa dünya, ahiretin tarlası ve Allah’ın mesajlarını ileten ilahî bir mektup/ bir kitap olarak çok sevimli ve pek çok övgüye layıktır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Şeriat nedir ve nasıl yaşanır?

Tebliğ ve Peygamberimizin tebliğ metodu...

25 Akşemseddin Hazretlerinin hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Akşemseddin (ö.863/1459) Fâtih'in hocası, mutasavvıf, âlim-tabip ve şair’dir. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur.

792 (1390) yılında Şam'da doğdu. Baba tarafından nesebi Hz. Ebû Bekir'e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu'ya gelerek, o zaman Amasya'ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler (799/1396-97). Kur'an'ı ezberleyip kuvvetli bir dinî tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesine müderris oldu. Yine bu arada iyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır.

Enîsînin Menâkıbnâme'sine göre “İlm-i bâtın lezzeti dimağından gitmediği için”, tahminen yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid aramak üzere Fars ve Mâverâünnehir'e doğru yola çıktı; ancak arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayrâm-ı Velîye intisap etmeyi düşündüyse de vazgeçti ve şöhreti Anadolu'ya kadar yayılmış bulunan Zeynüddin el-Hâlifi’ye intisap için Halep'e gitti. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram'ın elinde olduğunu görünce Ankara'ya döndü.

İntisap tarihi belli olmayan Akşemseddin sıkı bir riyazet ve mücahededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilâfet aldı. Akşemseddin'in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır. Şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velînin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti (833/1429-30).

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram'ın II. Murad'la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti. Fâtih 1453 yılı baharında İstanbul'u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne'den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun manevî gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin'in bu sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fâtih'e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğunu belirtmektedirler.

Fetihten sonra Ayasofya'da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahabeden Ebû Eyyûb el-Ensâr’nin kabrini de Fâtih'in isteği üzerine yine o keşfetti.

Hayatının son yıllarını Göynük'te geçirdiği tahmin edilen Akşemseddin, Menakıbnâme'ye göre 863 Rebîülâhirinin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgâhtır.

Kaynaklarda aynı zamanda “Tabîb-î ebdân” olduğu, devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserleri bulunduğu belirtilen Akşemseddin'in, tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir.

(Kaynaklar ve geniş bilgi için bk. Diyanet İ.A. Akşemseddin Md.)

26 Hz. Adem ve Hz. Havva cennetten dünyaya indirildiklerinde, dünya hayatına nasıl alışabilmişlerdir?

Bilindiği üzere, Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva, kendi istekleriyle cenneti bırakıp dünyaya yerleşmiş değiller. Ancak, ilahî hikmet onları ve nesillerini yeryüzünde bir hilafet makamına oturtmaları için, onların kabiliyetlerini dünyaya alışacak ve oradaki hayata uyum sağlayabilecek şekilde yaratmıştır.

Aslında cennette yaratılmış olsalar bile, insanlık camiasının imtihana tabi tutulacak bir aile olduğunu ezelî ilmiyle tespit eden Allah, onları imtihanın yapılabileceği bir ortam olan dünya imtihan salonuna yerleştirmiştir. Hayat için gereken atmosfer hazırlandıktan sonra Hz. Âdem (as) yaratılmıştır. Yani, önce evren yaratılmış, sonra yeryüzü hayat şartlarına uygun düzenlenmiş, insana hizmet edecek Ay, Güneş, deniz, hava, toprak, ateş, çeşitli yönden faydalı olan hayvanlar yaratılmış ve yeryüzü bir nimet sofrası halinde kurulduktan sonra Hz. Âdem ve eşi dünyaya yerleştirilmiştir ki, nesilleri daha kolayca bu hayata alışsınlar diye.

Bununla beraber, insanlık ailesinin bir imtihan dünyası olan yeryüzüne gelmeden önce cennette bir süre kalmaları, imtihanda güzelliğini gördükleri cenneti kazanmaya gayret göstermelerini sağlamaya yönelik bir teşvik olmuştur. Bu sebeple, dünya hayatının bazı sıkıntılarına katlanmayı öğrenmek için de asıl vatanları olan cennetin güzelliklerine hasret çekmeleri de önemli bir unsurdur.

27 Zamanında alınamayan tazminattan dolayı alınan gecikme faizi caiz mi?

Parayı faiziyle birlikte almanız caiz değildir. Ancak bu paranın enflasyon kaybından doğan değer kaybı alınabilir.

28 Zina ve hırsızlık suçu işleyenlerin cezasını kim verir?..

1. Büyük günah işlenen bir mekanda namaz kılınabilir. Günah işlendiği anda namaz mekruh olur. Ancak namaz kılındığı esnada günah işlenmiyorsa, bir mahzuru yoktur.

2. Zina veya hırsızlık yapan insanların cezasını devletin yetkili organları verir. Eğer devlet yetkilileri bu cezayı vermiyorsa / vermiyorsa, halktan birileri bu cezayı veremez. Bu durumda şahsın tövbe etmesi gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çok fazla zina yapan bir insan, sonra tövbe edip af dilerse, doğru yolu bulursa af olunur mu?

29 Devlet hastanesinin personeline hediye vermek rüşvete girer mi? Bazı hastalar ve hasta yakınları, işleri bittikten sonra, özellikle ameliyat olacak hastalar ameliyat olup taburcu olunca doktoruna hediye getiriyorlar...

Hastaların tekrar hastaneye gitme durumları olabileceğinden, doktorların bu hediyeleri almaları caiz değildir. Kontrole geldiğimizde hastamıza daha iyi bakılsın diye de bu şekilde hediye verilmektedir. Çok hastanelerde müşahede edilmiştir ki, hastamıza iyi bakılsın diye hemşireye, hasta bakıcılara hediyeler götürülür. Bunlar doğru değildir.

Hastane personelinin hasta yakınlarının verdiği hediyeleri almaları doğru değildir. Ancak hediye vermediği için hastası mağdur edilen bir kimse, hak ettiği hizmeti görebilmek için mecburiyetten hastane personeline hediye verecek olsa veren değil alan mesul olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hediye olarak verilenler rüşvete girer mi? Karşılğı verilmeyen bir hediye, mesela bir elbiseyi giymek caiz mi?

İş bitiminde verilen hediye rüşvet midir?

30 Yakın zamanda, insanların ruhunda esaslı bir değişim yaşanacağı, algılarının inanılmaz bir şekilde açılacağı, farkındalığın artacağı ve artık maddenin hakikatini anlayacağı doğru mudur?

Ayet ve hadislerin açık ifadelerinde böyle “algılarının inanılmaz bir şekilde açılacağı, farkındalığın artacağı” bir altın çağın olacağına dair bir bulguya rastlayamadık. Ancak, bu ahir zaman inkılapları içerisinde en gür seda İslam’ın ve Kur’an’ın olacağını müjdeleyen Bediüzzaman Hazretlerinin bu müjdesi gösteriyor ki, ileride Kur’an’ın hakikatlerinin anlaşılmasına yardımcı olacak pek çok ilmî gelişmeler de olacaktır.

Maddenin yaratılmış bir unsur olduğu, yaratmaya gücü bulunmadığı ve dolayısıyla sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının bulunduğu gerçeği, insanların çoğu tarafından idrak edilecektir.

Şu bir gerçektir ki, insanlar gittikçe daha fazla algılayan zihinsel gelişmeyi yakalayacaktır.

Nitekim Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki ifadeleri çok açık ve (özetle) şöyledir:

“Hz. Muhammed (asm)’in en büyük mucizesi olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine tam mazhar olduğunu, hak ve hakikat olan ilimlerin ve fenlerin doğru hedeflerini, dünyevî ve uhrevî mükemmellikleri ve saadetleri vâzıh bir şekilde gösteriyor... Hz. Âdem’in talim-i esma mucizesinden bahseden ayet-i celile âdeta şöyle diyor: 'Ey insan! Şu kâinatın yaratılışının en yüksek gayesi, Allah’ın Rab isminin tecellisi olan tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın varması gereken en yüksek zirvesi, o ubudiyete/ o kulluğa ilimler ve kemâlatla yetişmektir.'"

"Hem 'Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti.' (Bakara, 2/31) mealindeki ayet, kullandığı ifade ile şöyle işaret eder ki: 'Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.'"

"Hem o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, cezâlet ve belâgat-i Kur'âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: 'Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en mergup bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-i edâdan alacaktır.'" (bk. Mektubat, Yirminci Mektup)

Eğer söz konusu ilmî, fikrî gelişmelere mazhar olan insanlar doğru yolu bulursa, Kur’an’ın hakikatlerini anlamaya koyulursa, manevî açılımını hızlandıracak, zahirden hakikate geçen ilmî yolda imanın zirvesine ulaşacak ve “altın çağ”ı yakalayan altın bir nesil olacaktır.

Nitekim, Bediüzzaman Hazretlerinin -ayet ve hadisin işarî manalarına dayanarak- özetle “hicrî 1506’ya kadar gittikçe Kur’an nurları küfre galebe etmeye devam edecektir” şeklindeki sözleri ilmî, fikrî, zihnî gelişmelere paralel olarak, Kur’an’ın gösterdiği istikameti muhafaza eden altın bir neslin olacağını göstermektedir ve biz de Allah’ın rahmetinden bu müjdenin tahakkuk edeceğini ümit etmekteyiz...

Fakat eğer -Allah korusun- gelecek nesiller bu fikrî, ilmî, zihnî gelişmeleri materyalist bir akımın emrine verirlerse, o zaman maneviyattan bütün bütün uzaklaşacak ve kıyametin kopmasına sebebiyet vereceklerdir. "Kıyamet kâfirlerin ve insanların en şerirlerinin başına kopacak." manasındaki hadislerin haberleri tahakkuk edecektir.

İlave bilgi içi tıklayınız:

-  Kur'an-ı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir.

31 Devlette görevli bir memur, kaçak olarak özelde de çalışabilir mi?

Devlet dairelerinde işçi ya da memur olarak girenler, devletle (kamuyla) kendileri arasında veya özel sektörde herhangi bir iş yerinde çalışanlar yapılan bir akit gereği iş ve hizmet üretip, karşılığında, maaş/ücret almaktadırlar.

Bu itibarla, verilen görevleri hakkıyla yapıp istenilen hizmetleri dürüstlükle gerçekleştirmeleri gerekir.

Dinimizde insanların kamu/kul haklarına saygılı olması emredilmektedir. Bunun yanında kamu ve kul hakkı ihlalinin, hakkı ihlal edilenler affetmedikçe, kimse tarafından affedilemeyeceği belirtilmiştir.

Veda hutbesinde Resulullah (asm) şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır. (dokunulmazdır)." (Buhari, Hac,132)

Bir Müslümanın en önemli özelliği doğru, dürüst ve güvenilir olmaktır. Doğruluk, dürüstlük ve güvenilirlik hiçbir dünya menfaati karşılığında feda edilemez. Bu konudaki duyarlılığınız için de teşekkür ederiz.

Sonuç olarak: Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak görev yapan öğretmenlerin dersanelerde çalışması yasaklanmış ise, devlet tarafından konulan kuralları ihlal ederek öğretmenlerin kaçak olarak dersanede çalışması caiz değildir.

32 Dünya daha önce yaratılmış mıydı? Yani Âdem (a.s)'den önce bir dünya, bir yaşayış var mıydı?

Dünyanın daha önce iki kez yaratıldığı düşüncesi doğru değildir. Ancak dünyamız insanların yaratılmasından önce de vardı ve mahluklar yaşamaktaydı.

Ehl-i sünnet inancına göre cennet ve cehennem de yaratılmışlardır ve şu an mevcuddurlar.(1) Kur’an’ın ifadesine göre, genişliği yer ve gök arası kadardır.(2) Yine Kur’an’ın ifadesine göre cennet müttekılere, (3) cehennemse kâfirlere(4) hazırlanmıştır. Her ikisi de Miraç gecesi Peygamberimize (s.a.v.) gösterilmiştir. (5) Olmayan bir şey sakinleri için hazırlanabilir ve gösterilebilir miydi? Ayrıca cennetin varlığı Âdem kıssasıyla da sabit olmakta, cehennemin halen mevcudiyeti de onunla kıyaslanmaktadır.(6) Madem cennet ve cehennem bu gün vardır, ama acaba bunlar nerededirler?

Cennetin yukarıda arşın altında, cehennemin aşağıda yerin altında(7) olduğunu söyleyenler olmuş ise de kesin şuradadır, demek mümkün olmamıştır. Her ne kadar Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)

“Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.”(8)

buyurmuş ise de bunu, her şeyden önce kendisini ve kabr-i şeriflerini ziyaretin önemi ve fazileti noktasında söylenmiş bir hadis olduğu şeklinde anlamamız lazım geldiğine inanmaktayım. Bununla beraber kıyametin kopup, yerin başka bir mahiyet almasından sonra cennetin, hadiste işaret edilen yerde veya o yerin doğrultusunda a’la-i ılliyyinde olabileceği de ihtimalden uzak görülmemelidir.

Bediüzzaman’a göre cehennemin yeri.

Bediüzzaman,

“De ki: her şeyin bilgisi Allah katındadır.”(10)

“Gaybı Allah’dan başka kimse bilmez.”(9)

mealindeki âyetleri dersinin başına koyduktan sonra “Cehennem nerededir?” diye bi soru sorar.

"Cehennemin yeri bazı rivayetlerde “yerin altı” denilmiştir. Yer küresi, yıllık hareketiyle ileride haşir meydanının etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ikidir. Biri küçük cehennem, diğeri de büyük cehennemdir. Küçük cehennem büyük cehennemin çekirdeğidir. İleride küçük cehennem büyük cehenneme inkılab edecek ve büyük cehennemden bir menzil olacaktır."

"Küçük cehennem yerin altında, yani merkezindedir. Çünkü kürenin altı merkezidir. Coğrafya alimlerince bilinmektedir ki, her otuz üç metre kazıda bir derece sıcaklık artar. Yerin yarı çapı altı bin küsur kilometre olduğuna göre, merkeze kadar bu sıcaklık iki yüz bin dereceyi bulur. Bu ateş, dünya ateşinden iki yüz defa daha şiddetlidir. Küçük cehennem, büyük cehenneme ait bir çok görevleri dünyada ve berzah âleminde yapmıştır. Âhiret âleminde ise yer küre, sakinlerini yıllık hareketiyle etrafında daire çizdiği haşir meydanına döker. Tabii ki içindeki küçük cehennemi de büyük cehenneme teslim eder. Mu’tezilenin bazı imamları: “Cehennem sonradan yaratılacaktır.” Demiş olsalar da, onların bu sözleri yanlıştır. Cehennem yaratılmıştır. Fakat hal-i hazırda tamamiyle inbisat ve sakinlerine tam münasip bir tarzda henüz inkişaf etmemiştir."

"Kaldı ki gayb perdesinin içindeki ahiret âlemine ait menzilleri bu dünya gözümüzle görmek ve göstermek için ya kâinatı küçültüp iki vilayet şekline getirmeli, ya da gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalıdır. İkisi de şu an mümkün olmadığına göre öyleyse âhiret âlemine ait menzilleri de, bu dünya gözümüzle görmek mümkün olmayacaktır. Fakat bazı rivayetlerin işaretiyle ahiretteki cehennemin bu dünyamızla münasebeti vardır. Mesela, yazın şiddetli sıcaklığına “min feyhi cehennem” yani “cehennemin kaynamasındandır” denilmiştir."

Sözün özü: Cehennemin yerini tesbit noktasında Bediüzzaman’ın görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Kadîr- i Zülcelâl’in mülkü çok geniştir. Allah’ın hikmeti nereyi uygun görmüş ve göstermişse büyük cehennem oraya yerleşir.

2. Büyük cehennem, yerin yıllık dönüşünün çizdiği dairenin altındadır. Bu cehennem, kimi zaman yerin merkezindeki küçük cehenneme görevlerini yaptırmıştır.

3. Yerin merkezindeki küçük cehennem, büyük cehennemin çekirdeğidir. Hikmetli Yaratıcı, dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte sakladığı ve vakti geldiğinde de çekirdekten ağacı çıkardığı gibi; yer kürenin kalbindeki küçük cehennem çekirdeğinde de büyük cehennemi saklar ve vakti geldiğinde de ondan büyük cehennemi çıkarır.

4. Cennet ve cehennem hilkat ağacından ebediyyet tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise dalın en uç noktasıdır. Hem kâinat silsilesinin iki neticesidir. Neticelerin yerleri silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, ağırı aşağı tarafında; nurlusu ve ulvisi de yukarı tarafındadır. Hem şu işler selinin ve yerin manevî ürünlerinin iki ambarıdır. Ambarın yeri ise ürünün çeşidine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede akan seyyal mevcudatın iki havuzudur. Havuzun yeri ise, selin durduğu ve biriktiği yerdir. Yani pislikleri ve zirzibili aşağıda, temizleri ve güzelleri ise yukarıdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâh ise her yerde olabilir. Rahman-i Zülcemal ve Kahhar-i Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını orada açar.(11)

Dipnotlar:

1. Ömer en-Nesefî, a.g.e.s.8; Ebü’l- Münteha, Şerhu fıkhi’l- ekber, s.26
2. Al-i İmran, 3/133
3. Al-i İmran,3/133
4. Bakara,2/24; Al-i İmran,3/131
5. Buharî, Nikâh, 88; Rikak, 16; Tirmizî, Cehennem,11; Ahmed b. Hanbel, IV, 429
6. TDV İslâm Ansiklopedisi,VII, S.185
7. A.e,VII,S.229
8. Buharî, fî mescid-i Mekke,5
9. Mülk,67/26 10-bkz.Neml, 27/65
11. Daha geniş bilgi ve orijinali için bk. Nursî, Said, Mektubat, 8-10.

Yeryüzünde insanlardan önce kimler vardı?

33 Bazı eserlerde geçen “Avrupa’nın kâfir zalimleri, Asya’nın münafıkları..." ifadesinde kastedilen kimlerdir?

Kâfir iki manada kullanılır: Biri, Allah’ı inkâr eden ateist inkârcılar hakkında; diğeri ise, Hz. Muhammed’in nübüvvetini inkâr edenler hakkında kullanılır.

Soruda yer alan ifadede geçen kâfir kavramı bu ikinci manada olup gayri müslim manasınadır. Buna göre gayri müslim bir kimse, ister Ehl-i kitap olsun ister olmasın kâfir kavramı içerisinde yer alabilir.

Dolayısıyla Avrupa’nın kâfirleri bellidir. Bu kâfirlerin bir de zalim kısmı vardır. Çünkü zalim olmayan, başkasına haksızlık etmeyen kâfirler de vardır. Nitekim,

“Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”(Ankebut, 29/46)

mealindeki ayette de bu ayırımı görebiliyoruz.

Münafık ise, adı Müslüman kendi kâfir olan iki yüzlü kimsedir. Avrupa’da gayri müslimler hâkim olduğu gibi, Asya’da da İslam hâkim olmuştur. Bu sebeple Asya İslam diniyle anıldığı için, oradaki kâfirler, daha çok münafık tipindeki iki yüzlü kâfirlerdir. Yani İslam aleminin değişik ülkelerinin başına geçmiş olan münafıklar veya Müslümanlarla barış içerisinde görünüp de alttan onların kuyusunu kazan kâfirlerdir. Bu tavır da iki yüzlülük olduğu için münafıklar listesine dahildir.

Ayrıca, Asya münafıkları ifadesinden, İslam ülkelerinde yaşayan, kendi gerçek kimliklerini saklayarak Müslümanları aldatan, bir kısmı yabancı devletler adına, oralardaki localar, dernekler ve teşkilatlar hesabına faaliyet gösteren yöneticiler, yazarlar ve bilim adamları da akla geliyor.

İlgili ifadenin biri, Risalede şöyle geçmektedir:

“Âyâ zanneder misin ki; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusi ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.”(Mesnevî-i Nuriye, Zühre, Yedinci Nota; Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Nota).

34 Dünya hayatı sıkıntısız olabilir mi?

İnsanların sevgi ve hoşgörü içerisinde yaşadığı toplumlar olmuştur. Ancak tarih boyunca bütün insanlığın bir anda böyle bir ortamda yaşadığı bir dönem var mı bilmiyoruz.

Hz. Âdem (as)'den beri insanlık tarihi iyi ve kötülerin mücadelesi ile süregelmiştir. Elmas ruhlu insanlar ile kömür ruhlu insanlar hep mücadele etmişlerdir. Bu kıyamete kadar böyle gidecektir.

Bu dünya müminlere, cennetteki hayatına nazaran bir zindan hükmündedir. Zindanda olunca sıkıntıların bitmesi elbette düşünülemez. Önemli olan bu musibetlere karşı duruşumuzdur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cenâb-ı Hak bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah'ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi? O halde, böyle bir takdirin hikmeti nedir?..

35 İslam kaynaklarında, insanın yeryüzünü imar etmesi, hayatı sürekli geliştirip, kolaylaştırması gerektiğine yönelik bir görevlendirme var mıdır?

İnsanların yeryüzü halifesi olarak yaratılmış olması, onların dünyayı imar etmek gibi önemli bir görevlerinin de olduğunu göstermektedir.

Kur’an’da takdir edilir ki,  karayollarının nasıl yapılacağına, kaç metre genişliğinde, kaç metre eninde olacağından, otoyolların durumundan bahsedilmez. Keza deniz yolunun, hava yollarının rotası çizilmez. Kur’an’da genel prensipler olarak ortaya konan hususlar vardır. Her asır kendi payına düşeni alır ve faydalanır. Eğer “500 km. hızla giden bir otomobil yapma” reklamına (!) yer verseydi, bu otomobillerin olmadığı, olma imkanının bulunmadığı on üç asırdaki insanları hayal kırıklığına uğratırdı... “Çalıştık, çabaladık fakat bir şey yok...” diyeceklerdi.

İslam’da, insanlara faydalı olmak, dünya veya ahiretine faydalı olacak işlerde yardımcı olmak ibadet kabul edilmektedir. Bir rivayette Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların hayırlısı, başka insanlara faydası dokunan kimsedir.” (bk. Aclunî, 1/393).

Bu hadisin genel ifadesi, insanlar için her türlü faydalı olan işi kapsamaktadır. Bu manaya, yolculuğu kolaylaştıran, güzel yollar, güzel arabalar, gemiler, uçaklar gibi vasıtaların hepsi dahildir.

Bunun gibi, elbise ihtiyacı gideren tekstilcilik, ayakkabıcılık, fırıncılık, bakkal-marketçilik gibi insanların zarurî ihtiyaçlarını gideren mesleklerin hepsi halis bir niyetle ibadet olur. Yeter ki, Allah’ı tanısınlar, kulluk görevlerini yerine getirsinler, müşteriyi aldatmasınlar..

Tabii ki, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan işlerde, örneğin faiz ve içki işlerinde, başka herhangi haram işlerde çalışmak kişiye günah getirir. İslam’da bir işin “faydalı” hüviyeti kazanması için; Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen bir konumdan uzak olması, bir de insanların ihtiyaçlarını giderecek bir özelliğe sahip bulunması gerekir. Haram olan veya insanlara fayda sağlamayan bir iş “faydalı iş” özelliğini kaybedecektir.

Kur’an’da (Kehf, 18/93-98) Zülkarneyn Hazretlerinin mazlum insanları zalimlerden korumak için sed yapmasından övgüyle söz edilmesi, faydalı işlerin boyutunu göstermektedir.

Keza,

“Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı. Davarların derilerinden de gerek göçtüğünüz, gerek konakladığınız günlerde sizin için taşınması kolay evler (çadırlar, portatif evler) nasip etti. O davarların yünlerinden, tüylerinden veya kıllarından bir süreye kadar faydalanacağınız giyilecek, döşenecek ve kullanılacak eşyalar yapma imkânı verdi. Allah yarattığı şeylerin bir kısmında size gölgelikler, dağlarda da sizin için barınaklar yaptı. Sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar var etti. Böylece Allah üzerinizdeki nimetlerini tamamlar ki ona teslimiyetle itaat edesiniz.” (Nahl, 16/80-81)

mealindeki ayette de bu imar ve bayındırlığın önemli boyutlarına işaret edilmiştir.

Kur’an’da “Hadid = Demir” adında bir surenin varlığı, teknolojinin önemine önemli bir referanstır. Hz. Süleyman (as)’ın havada uçmasını bildiren ayette (Sebe, 34/12) uçakların yapılmasına önemli teşvik söz konusudur. (Kur’an’ın mevcut teknik ve teknolojiye işaret ettiğini görmek için bk. Nursi, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimiz döneminde bilim ve teknoloji olmadığı halde Kur'an-ı Kerim'de ...

Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu?

36 Fakirlik zenginlikten üstün müdür; zenginlerin de fakirlerden üstün olanları yok mudur?

"Fakirlik zenginlikten üstündür." diye bir kaide bulunmamaktadır. Ancak zenginlik zor bir imtihan olduğu için, çoğu zenginler üzerlerine düşen vazifeleri gereğince yerine getirememekte, dünya işlerine dalıp ahireti unutmaktadırlar. Bu sebebten cennete gidecek olanlardan fakir olanlar zengin olanlardan daha fazladır.

Zengin olduğu halde Allah rızası için çalışan, kendisini dünyaya kaptırmayan insanlar da bulunmaktadır. Bu şekilde kendisini dünayaya kaptırmadan Allah rızası için çalışan zenginler de fakirlerden üstündür. Her insanın imthanı farklıdır. Fakirin imtihanı ayrı zengininki ayrıdır. Her insan kendi konumunda en doğru olan davranışları sergilediği ve ihlasa muvaffak olduğu ölçüde Allah katındaki mevkii belli olur.

Zenginlik ve fakirlikle ilgili hadis-i şerifler:

"Cibril (a.s.) bana geldi ve buyurdu ki: 'Ya Muhammed (s.a.s.) Rabbin sana selam ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Kullarımdan öyle kimse vardır ki, onun imanı ancak zenginlikle salah bulur. Eğer onu fakir kılsa idim, o küfranı nimet ederdi. Ve yine kullarımdan öyle kimse vardır ki, onun imanı ancak fakirlikle salah bulur. Eğer onu zengin kılsa idim o küfrederdi. Kullarımdan öylesi de vardır ki, onun imanı ancak sıhhatta olması ile tamam olur. Eğer ona hastalık versem, o küfrederdi. (Diğer bir nüshada şu ilave vardır) Kullarımdan öyle kimse de vardır ki, onun imanı ancak kendisinin hastalık içinde bulunması ile tamam olur. Eğer onu sıhhatte kılsam, o küfranı nimet ederdi."

"Cennete girecek ilk üç kişi şunlardır: Biri şehid, birisi çoluk çocuk sahibi ve fakir olduğu halde, iffetini muhafaza edip dilencilik ve yüzsüzlüğe düşmeyen adam, diğeri de Rabbına ibadeti güzel yapıp efendisinin hakkını da eda eden köledir. Cehenneme girecek ilk üç kişi ise; halka musallat olan emir, Allah'ın hakkını eda etmiyen zengin ve mağrur fakirdir."

"Aziz ve Celil olan Allah lanet etsin o fakire ki, zengine malından dolayı tevazu gösterir de bundan dolayı dininin üçte ikisini kaybeder." (bk. el-Makasıdu'l-hasene, no: 1055, rivayet zayıfıtr.)

"Kıyamet gününde fakir-zengin herkes: 'Dünyada keşke kıt kanaat geçinseydik.' derler." (Ramuzu'l-Ehadis, h.no: 12, s. 379)

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda sarfeden zengin kimse." [Buhari, İlm 15, Zekat 5, Ahkam 3, İ'tisam 13; Müslim, Salatu'l-Müsafirin 268, (816)]

İlave bilgi için tıklayınız:

Fakirlerin zenginlerden önce cennete girer hadisini açıklar mısınız?

37 Futbol ve mahzurları hakkında bilgi verir misiniz? Dinimizin futbol, basketbol gibi sportif oyunlara bakışı nasıldır?

Oyun, eğlence ve müzik ne kadar insanî bir olay, yaratılış gereği bir etkinlikse, spor da en azından o kadar insanî bir etkinliktir. Çünkü insan hareketli, heyecanlı ve mücadeleci bir psikolojiye sahiptir.

Spor, "fizik kondisyonu iyileştirmeyi amaçlayan oyun, yarışma ve mücadele anlayışıyla yapılan fiziksel etkinlikler" olarak tanımlandığına göre, hangi yaşta ve seviyede olursa olsun, hiç kimse kendisini spordan uzak tutamaz, şu veya bu şekilde bir spor türü ile ilgisi vardır; az veya çok yapıyordur veya uzaktan da olsa ilgileniyordur.

İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişe dayanan spor etkinlikleri, günümüzde artık çok daha farklı boyutlar kazandı; uluslararası bir faaliyet, evrensel bir dil ve etkin bir tanıtım aracı oldu. Her millet ister istemez bu ortak dili konuşur hâle geldi. TV ve internet gibi kitle iletişim ve haberleşme araçlarının desteğiyle de, ilgi alanını iyiden iyiye artırdı.

Bazı spor etkinlikleri, özellikle millî futbol karşılaşmaları sonunda halkın büyük çoğunluğu tek noktaya kilitlendi. Eğitimi, düşünce yapısı ne olursa olsun, spor insanları kendi ilgi odağına çekti. Zaman zaman milletçe, bazı zamanlar da ümmetçe kendimizi içinde ve arasında buluverdik.

Her etkinlik gibi, spor da bir disiplin ve kurallar bütünüdür. “Oyunu kuralına göre oynamalı” prensibi en çok sporda geçerlidir. Meseleye insanî boyutun girmesi zaten böyle bir düşünceyi zaruri kılıyor.

Hayat ve inanç disiplini içinde baktığımızda sporun da dayandığı bir geleneği ve mazisi vardır. Bu mazi sünnet çerçevesinde incelendiğinde esaslı, köklü, kalıcı ve o nisbette bağlayıcı yönleri bulunmaktadır.

Saadet Asrının kendine has medenî disiplini içinde sporun belli başlı türlerini görmekteyiz. İşin güzel ve ilginç yanı, o zamanlarda var olan spor türlerinin hemen hepsi bugün de kısmen mahiyet değiştirmiş olarak veya aynen yaşamaktadır.

Peygamberimiz (asm)'in bizzat meşgul olduğu, teşvik ettiği ve esaslarını belirttiği spor türlerinin belli başlıları şunlardır: güreş, koşu, müsabaka, at ve deve yarışları, yüzmek, ok atmak, avlanmak ve bu spor faaliyetlerini ferdî olarak veya toplu halde seyretmek, kazananları ödüllendirmek.

Güreş: Dönemin ünlü pehlivanlarından Rükâne b. Abdülyezid, İslâm’a girmek için Peygamberimiz (asm)'in kendisini güreşte yenmesini şart koştu ve yapılan karşılaşmada Peygamberimiz (asm) onu birkaç defa yendi. Rükâne de bunun üzerine Müslüman oldu.1

Siyer kaynaklarında Peygamberimiz (asm)'in Rükâne’den başka bazı kimselerle de güreştiği, ergenlik çağına gelmiş olan sahabe çocuklarının askere alınmaları için her sene düzenlenen merasim sırasında birbirleriyle güreştikleri, ayrıca Hz. Hasan ve Hüseyin’in de Resûlullah (asm)’ın huzurunda güreş tuttukları yer almaktadır.

Güreş Osmanlı’da da geliştirilmiş ve bizzat saray tarafından desteklenerek dünya çapında bir ün kazanmıştır. Güreşçilerin pîri olarak da "Allah’ın ve Resûlünün arslanı" olarak bilinen ve şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza (ra) kabul edilmiştir.

Atıcılık ve ok atmak: Bir savaş sporu ve cihad aleti olan ok eğitiminin sünnette çok önemli bir yeri vardır. Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde,

“Sizden hiç kimse oklarıyla eğlenmekten geri durmasın.”2

buyurmuştur. Bir başka hadiste, sahabilerden bir grubun eğlenmeye gittikleri söylenince, Peygamberimiz (asm) önce memnuniyetsizlik gösterirken, daha sonra ok atışı için gittiklerinin açıklanması üzerine,

“Atış eğlence değildir. Atış eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısıdır.”3

buyurmuşlardır. Hatta, bir hadiste,

“Sizden birinizi üzüntü ve sıkıntı bastığı zaman, yayını kuşanıp üzüntüsünü onunla dağıtmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur.”

buyurmakla da, sporun insanı psikolojik olarak rahatlığa kavuşturacağını belirtmiştir.

Peygamberimiz (asm) iyi ok atan sahabilere iltifatlarda bulunurdu. Uhud Savaşında, hedefe isabetli atışları sebebiyle, başka hiç kimseye kullanmadığı “Annem babam sana feda olsun.” tabirini Sa’d b. Ebi Vakkas için kullanmıştı.4 Bütün bu teşviklerden dolayıdır ki, sahabe atıcılığa önem vermiş, her fırsatta, hatta akşam namazından sonra hava kararıncaya kadar bile ok atışları yapmıştır.5

Peygamberimiz (asm) ok atış müsabakalarında taraftar bile olurdu. Peygamberimizin bu taraftarlığını, bakınız, Seleme bin Ekvâ ne güzel anlatıyor:

Resûlullah çarşıda ok yarışı yapan Benî Eslem’den bir grupla karşılaştı. Onlara,

“Ey İsmailoğulları! Atın, zira atalarınız atıcı idiler. Atın; ben falan kabileyi tutuyorum.” dedi. Bu söz üzerine bir grup atıştan vazgeçti. Efendimiz,

“Ne oldu, niye atmıyorsunuz?” diye sordu. Şöyle cevap verdiler:

”Nasıl atalım, siz öbür tarafı tutuyorsunuz.” Bunun üzerine, Peygamberimiz:

“Atın, ben hepinizi, her iki tarafı da tutuyorum.” buyurdular.6

Peygamberimiz (asm)'in taraf oluşu da kendine hastı. En ufak bir şekilde kimsenin gönlünü kırmıyor, her başarıya sahip çıkıyordu.

At ve Deve Yarışları ve Kazanana Ödül Verilmesi:

Peygamberimiz (asm) ata çok önem verir, at yetiştirmesine ayrı bir özen gösterir ve teşvik ederdi. Rivayetlere göre belli zamanlar içinde kendilerinin on dokuz kadar atı var olmuştu.

İbn Ömer’in ifadesine göre, Resûlullah atını antrenmana tâbi tutar, sonra da onunla yarışa katılırdı.7

“Şu üç şeyde armağan vardır. Deve yarışı, at yarışı ve ok yarışı.”8

buyuran Peygamberimiz (asm), yarışta birinci gelenlere ödüller vererek başkalarını teşvik ederdi.

Bir cihad unsuru olan atı asıl olarak Kur’ân çok güzel övmektedir. Âdiyat suresinin ilk beş âyetinde at şöyle anlatılır:

“Yemin olsun nefes nefese koşan atlara.
Ve çarparak kıvılcım çıkaranlara.
Ve sabah vakti baskın yapanlara.
Ve tozu dumana katanlara.
Ve düşmanın ortasına dalanlara ...”
(Âdiyat, 100/5)

Yüzme:

Peygamberimiz (asm) çocukluk döneminde Medine’de yüzmeyi öğrenmiş, Mekke döneminde Habeşistan’a hicret eden sahabilerine yüzmeyi öğrenmeleri konusunda teşvikte bulunmuş, yüzmeyi bilenlerden memnun olduğunu da ifade etmiştir. Hz. Ömer (ra) de, “Çocuklarınıza yüzmeyi öğretin.” diyerek bu konu üzerinde önemle durmuştur.

Yürümek ve Koşu:

“İki hedef arasında koşan kimsenin her adımı için bir sevap vardır.”

buyuran Peygamberimiz (asm),

“Ok yarışı yapın, bedenen sertleşin, yalınayak yürüyün.”9

ifadeleriyle yürümenin faydasına dikkat çekmiştir. Peygamberimiz (asm)'in bizzat kendileri Hz. Âişe (ra) annemizle birlikte iki sefer koşu yapmış, ilkinde Hz. Âişe kazanmış, ikincide ise kilo alması sebebiyle Hz. Âişe kaybetmiş, ve koşuyu kazanan Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Bu, önceki koşuya bedeldir; ödeştik.”10

Dikkat edildiğinde görüleceği üzere, sünnette var olan bu örneklerde öne çıkan ölçü ve prensipler; insanın kendi fiziksel kondisyonunu koruması yanında, asıl olarak hayatını, hayatiyetini, şerefini ve inancını koruması için, yaşadığı çağı itibarıyla bedenen güç kazanmak, güçlü olmak, savunma için ve dış düşmana karşı gücünü kullanma zarureti hasıl olduğunda buna önceden hazırlıklı olmaktır. Yani, sünnette yer alan spor çeşitleri gayeli, faydalı, hedefi belli oyunlardır. Bu arada kişi bundan hem zevk almakta, hem sağlıklı kalmakta, hem de dolayısıyla bir sünneti işleyerek sevap kazanmaktadır.

Yine, sünnette yer alan bütün bu spor çeşitlerinde genel İslâmî ölçüler de yer almaktadır. Yarış ve müsabakalarda taraflar arasında kine, nefrete ve düşmanlığa sebep olacak davranışlara meydan verilmemektedir. Ok atışı ve at yarışlarında kazanan ve kaybedenler birlikte gözetilerek dereceye girene teşvik mahiyetinde ödüller verilmekte, yarışı kaybedenlerin de kazanma gayreti içine girmeleri istenmektedir. Bu tür yarışlar hiçbir şekilde kumara yol açacak bir hale girmemektedir.

Sahabiler, işlerinde güçlerinde insanlardı, bir kısmı bilim ve eğitimle uğraşıyorlardı. Çoğu çoluk-çocuk sahibiydiler. Bu etkinlik ve meşguliyetler onların günlük işlerini, normal hayat seyirlerini, ibadet görevlerini ihmale götürmediği gibi, şimdiki tabirle "fanatik" bir taraftarlığa da yol açmıyordu. Çünkü onlar ne yaptıklarının farkındaydılar, niçin yaptıklarının şuurundaydılar ve ne kadar zaman ayırmaları gerektiğinin bilincindeydiler.

Sünnetteki genel ölçüler çerçevesinden bakılırsa yarış, koşu, yüzücülük, binicilik, atıcılık, güreş; günümüzde ise birer Uzak Doğu sporu olan judo, tekvando, karate ve eskrim gibi spor dallarından her biri, hem geliştirici, hem de geleceğe hazırlayıcı bir özellik taşıması açısından imkânlar ölçüsünde gençlere öğretilmelidir. Bu spor dalları ve meşru çizgide kalan diğer oyunlar çocukluk döneminde bir gelişme ve eğlenceye vesile olurken, gençlik döneminde bir hareketlilik ve deşarjı temin eder, ileri yaşlarda ise durgunluğun doğuracağı çeşitli rahatsızlıklara karşı bir savunma ve korunma görevi yapar.

Bu oyun çeşitlerinden atıcılık, binicilik, yüzücülük, koşuculuk; gençlerimizi ilerideki mücadeleye hazırlaması itibarıyla samimi bir niyet ile yapılırsa bir tür ibadet de sayılacağından, diğer sporlara göre daha bir önem taşımaktadır.

Bugün hepimizin karşı karşıya olduğumuz, gözardı edemediğimiz ve görmezden gelemediğimiz bir spor gerçeği vardır. Spor etkinlikleri üzerinde düşünülürse, şu faydaları da temine vesile olduğu görülür.

Sporun Birleştirici Rolü:

Spor değişik düşüncede ve inançta yer alan insanları birleştiren, biraraya getiren, yer yer sevindiren, zaman zaman eğlendiren ve bazen de ağlatan bir özelliğe sahiptir. Ancak bunun da kendi sınırı içinde kalması gerekir. Bu sınır aşıldığı zaman fanatik taraftarlıklar sonucu kavgalara, bazen öldürmelere kadar varan olumsuzluklara sebep olunabiliyor. Bu sınırın korunmasında en önemli esas ise iman ve ahlâkın yapıcı ve birleştirici yönüdür.

Özellikle futbol karşılaşmalarından sonra görülen bu taşkınlıklar sokaklarımızı istenmeyen manzaralarla doldurup taşırmaktadır. Dünya Kupası maçında yenilgiye uğrayan Japonya ve Güney Kore’nin centilmenliği, sükuneti ve sakinliği bize çok şey öğretmiş olmalıdır.

Bu faydalarının yanında, spor, insana yaşama azmi, ibadet aşkı, ve çalışma şevki verir, gönül rahatlığı sağlar. İnsanın belli kabiliyetlerini geliştirir. Gençlerin enerjilerini boşaltmalarına vesile olur. Yerine göre bir tebliğ aracı olarak bile değerlendirilebilir. Dinî ve manevî değerlerine sahip olan sporcunun inancı, ahlâkı ve yaşantısı gençler için iyi bir örnek olabilir.

Şuurlu hareket edilirse kolektif sporlar insanın medenîleşmesine sebep olur. Birlikte iş görmeyi, yardımlaşmayı, ortak hareket etmeyi temin eder. Ortak duygu ve düşüncenin ortaya çıkmasını ve paylaşımını sağlar. İnsanı disiplinli olmaya alıştırır, hareket ve faaliyet altında tutar. Ayrıca, spor iyi bir tanıtım ve reklam vasıtası olarak kullanılabilir. Spor sayesinde belli seviyede bir milletin kendine olan güveni tesis edilebilir. Devletlerin dış dünyada kendi gücünü göstermede bir araç olarak kullanılabilir.

Bu hususa bir misal olması açısından, son zamanlarda meselâ futbol, mazlum milletler, Asya ülkeleri ve Müslüman toplulukları için birbirlerine destek olma, sahip çıkma, birbirinin yanında yer alma, Batılı ülkelere karşı varlık gösterme gibi bir özellik de taşıdı. Dünya Kupası maçlarında Türkiye’nin kazandığı maçlar Müslüman ülkeleri ve milletleri ne kadar sevindirmişti.

İnsanın bedenen zarar görmesine yol açtığı için, İslâm âlimleri tarafından makbul bir spor olarak görülmeyen boks maçı bile bir tarihte İslâm dünyasında çok büyük bir heyecan oluşturmuştu. Altmışlı yıllarda Cassius Clay boks ringlerinde fırtına gibi eserken Müslümanlığını ilan etmiş, Cassius olan ismini Muhammed Ali olarak değiştirmiş, kendisini mazlum milletlerin, İslam dünyasının temsilcisi olarak görmüş ve gecenin geç saatlerinden sabaha kadar büyük bir ilgiyle izlenmiş, özellikle Müslümanları heyecandan heyecana taşımıştı.

Bugün dünya çapında oynanan spor oyunları, hangi adı taşırsa taşısın, asıl vatanı hangi ülke olursa olsun, gerek ferdî olarak, gerekse takım hâlinde oynanmasında bir sakınca söz konusu değildir. Ancak İslâm uleması yine insanın huzuru ve rahatı için şu hususlara dikkatimiz çekmiştir (Yani oyunlarda dikkat edilmesi gereken konular):

1. Oynarken ve seyrederken kötü sözlerin söylenmesine meydan verilmemeli.

2. Oynayanların ve seyredenlerin eğitimlerini ve zaruri işlerini terk etmeye varacak kadar zaman israfına yol açmamalı.

3. Oynanan oyunlar hiçbir şekilde (sportoto, sporloto ve altılı ganyan gibi) kumara alet edilmemeli.

4. Namaz ve oruç gibi farz ibadetlerin zamanında yapılmasına engel olmamalı.

5. İnsanın bedenen zarar görmesine ve ölümüne sebep olacak kadar tehlike arz etmemeli.

6. Çevreyi rahatsız edecek kadar aşırılıklara meydan vermemeli.

7. Kıyafet ve sair noktalarda, Kur'ân ve sünnetle ruhsat verilen ölçülerin dışına çıkmamalı.

Dipnotlar:

1. Ebu Dâvûd, Libas 21.
2. Müslim, İmaret 168.
3. Kenzü’l-Ummâl, 4:292.
4. Buhârî, Megazi 18.
5. Ebu Dâvûd, Salâ 6.
6. Buhârî, Cihad 78.
7. Ebu Dâvûd, Cihad 67.
8. Ebu Dâvûd, Cihad 67.
9. Mecmaü’z-Zevâid, 5:136.
10. Ebu Dâvûd, Cihad 67.

İlave bilgi için tıklayınız:

Futbol oynamak, takım tutmak caiz midir?

38 İslami düşünce açısından insanın yolculuğu nedir ve nasıldır?

İslamî düşünce açısından insanın yolculuğu: Ruhlar aleminden başlar, anne rahminden, dünyadan, berzahtan, mahşerden, sırattan ta cennet veya cehenneme kadar devam eder. Bu güzergah, her insanın yapacağı yolculuğun ana rotasıdır. Ancak, yolculuğun nasıllığı kısmı ise, daha çok manevi boyutuyla kendini gösterir.

Bu yolculuğun şeklini ise, Allah’ın emir ve yasakları belirler. Bu emir ve yasaklara göre hayatını tanzim eden kimsenin bu yolculuğu doğru istikamette cereyan eder ve netice itibariyle insanların asıl vatanı olan cennetle sonuçlanır. Aksi istikametteki yolculuğun son durağı ise cehennemdir.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. Herkes yarın âhireti için ne gönderdiğine dikkat etsin. Allah’ın azabına dûçar olmaktan korunun. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Haşir, 59/18)

mealindeki ayet ve benzerlerinde insanların yolculuk esnasında en çok muhtaç oldukları (Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekten ibaret olan) “TAKVA” azığını hazırlamanın önemine vurgu yapılmaktadır.

İnsanı manen olgunlaştıran, ruhunu ulvileştiren, aklını eğiten, kalbini safileştiren, nefsini emmare derekesinden çıkartıp  levvame, mutmainne, raziye, marziye derecelerine yükselten yegâne âmil TAKVADIR.

Dünyada iken insanın hayat felsefesiyle çizdiği rotanın doğru veya yanlış olduğunu şu hadis-i şeriften öğrenebiliriz:

“Akıllı insan, nefsini hesaba çeken/her zaman hesap-kitabını iyi yapan ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan kimsedir. Âciz/tembel/ahmak kimse ise, nefsinin heva ve hevesinin peşine takılan ve -buna rağmen- Allah’tan güzel  mükafat bekleyen kuruntu sahibi kimsedir.” (Tirmizi, İbn Mace, İbn Hanbel, Hakim’in rivayet ettiği bu hadis için bk. Acluni, 2/144)

Cenab-ı Hak yoktan var ettiği ve dünyaya ticaret için gönderdiği insana her iki hayatı kazanmak için kısa fakat çok kıymetli bir ömür vermiştir. İnsan çok kere o sermayenin kıymetini bilmediği ve gaflet ettiği için tamamını bu fânî ve geçici hayata sarfediyor.

Halbuki ömrün, zamanın en az onda birini dünya hayatına, dokuzunu sonsuz hayata sarfetmek gerektir.

Madem dünya fanidir ve madem insan da onun içinde az duracak bir yolcudur. Bu kısa dünya hayatında ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek davası her insanın başına açılmıştır. Onun, bu ebedî hayatı kazanmanın gayreti içerisinde olması en akıllıca bir iştir.

Abdullah b. Ömer (ra) şöyle diyor:

Allah Rasülü aleyhissalatü vesselam, kolumdan tuttu ve

“Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.” buyurdular. İbn Ömer Hazretleri devamla:

“Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun dönemde hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken ölüm için hazırlık yap.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 3)

İnsan, iman ile Rabbine intisap eder. Böylece, sahipsiz ve hamisiz olmamanın zevkini tadar. "Beni yapan, yaratan, her organımı yerli yerine koyan ve ruh dünyamı en güzel şekilde tanzim eden, hissiyatımın her birini ayrı bir vazifede çalıştıran bir Hâlıkım var. Kan deveranım O’nun rahmetiyle olduğu gibi, dünyamın dönmesi de O’nun kudretiyle. Öyleyse, ben başıboş değilim, kimsesiz değilim, sahipsiz değilim." der ve sahibinin izni dairesinde bir yolculuk yapar.

Ne mutlu, sahibini bilip, misafirhane sahibinin izniyle yolculuğuna devam edenlere ve ebedi saadete erişenlere...

39 Otların, ağaçların yapraklarını gerekli gereksiz koparmak, onların zikirlerini engellemek midir?

Bütün kâinat yaratılalı beri, arşdan ferşe, zerreden küreye ne varsa Mevlâ'yı tesbih etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle bururulur:

"Yedi kat gökler ve yer ve onlarda olanlar da O'nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerinin farkında değilsiniz. Şüphe yok ki O Halîmdir, Gafûrdur."(İsra, 17/44)

Semavat, nebatat, bütün mahlûkat her şey Allah'ı zikrediyor. Suyun çağlaması, yaprağın hışırtısı, kapının gıcırtısı, damın tıkırtısı, hep Allah'ı zikirdir. Havada uçan her kuş, denizde yüzen her balık, ağaçtaki her yaprak Mevlâ'yı zikreder. Zikretmeyen ise, sadece gafil olan insandır...

Bir Hocaefendi, talebelerine imtihan niyetiyle "Çiçek getirin." diye emretti. Talebeleri hepsi dağıldılar ve bir müddet sonra ellerinde birer çiçekle hocalarının huzuruna çıktılar. Fakat onlardan bir tanesi elinde sapı kırık bir çiçekle geldi. Bu Hocanın en çok sevdiği, diğer talebelerin ise, çok kıskandıkları biriydi. Bu durumu gören diğerleri "Şuna bak! Hocamıza sapı kırık bir çiçeği lâyık görmüş." diyerek onu kınadılar. Hocaefendi, talebelerinden çiçekleri kabul ederken sıra o müridine gelince, "Niçin sapı kırık çiçek getirdin evladım?" diye sordu. O: "Efendi Hazretleri, hangi çiçeğe vardıysam Allah'ı zikrederken buldum, yalnızca bu zikretmiyordu; onun için bunu getirdim." diye cevap verdi.

Çiçek dalında olduğu müddetçe Allah'ı zikrediyor. Evimizdeki kapılar, pencereler, tavanlar, lambalar, halılara varıncaya kadar hepsi Allah'ı tesbih etmektedir. "Peki, biz bu zikirleri niçin duymuyoruz?" dersen, tüm bunlar kendi lisan–ı hâliyle Mevlâ'yı zikrederler. Nitekim âyet–i kerimenin sonunda "…siz onların tesbihinin farkında değilsiniz." buyrulmuştur.

Demek ki her şey Allah’ı tesbih ediyor, ama her şeyin durumuna göre de tesbihi farklıdır. Örneğin bir bitkinin canlıyken yaptığı tesbih ile kuruyunca yapacağı tesbih de bir değildir. Bu açıdan ihtiyaç olmadan bitkilere zarar vermek, onun ibadetine engel olmak demektir.

Bununla beraber ihtiyaç durumunda onları kesmek ya da başka maksatla kullanmak da helaldir. Örneğin hayvanlara yedirmek, budamak ya da bir işimizde kullanmak maksadıyla ağaçları kesmek gibi...

40 Dünya dışında yaşam alanı aramak ayete aykırı değil mi?

- Bu gibi çalışmaların olumlu bir netice vereceğini düşünemiyoruz. İnsanların bu dünyadan başka bir yerde yaşadıklarına veya yaşayabileceklerine dair şimdiye kadar hiçbir ilmi delil bulunmuş değildir. Bir gezegende su sızıntılarının bulunması, orada hayatın olduğunu veya olabileceğini göstermez.

- Bununla beraber, Bediüzzaman Hazretleri, “Allah O yüce Yaratıcıdır ki yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır…” (Talak, 65/12) mealindeki ayeti açıklarken, yerküresine benzeyen ve hayat sahiperinin yaşamasına uygun olan “yedi küre” daha var olabileceğine işaret etmiştir. İlgili ifadeleri şöyledir: 

 “..hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur'aniyeden fehmedilmiştir...” (Lem'alar, s. 65).

- Üstad'ın bu ifadesini, “insanların dışında bazı canlıların yurdu olan yedi küreyi” anlamak mümkün olduğu gibi, hayatın devamına müsait yerlerin olabileceğini anlamak da mümkündür. Yoksa şu anda insanların yaşadığı -bir değil-, “Yedi adet küre”nin varlığını düşünmek pek makul görünmemektedir.

- Her şeye rağmen, eğer insanların yaşayabileceği yeni bir koloni keşfedilirse, söz konusu

“(Allah) Buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin! Size dünyada bir süreye kadar kalma ve yararlanma imkânı veriyorum: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan çıkarılacaksınız.” (A'raf, 7/24-25)

mealindeki Kur’an’ın ifadesini, bu hitaba muhatap olan Hz. Âdem ve Hz. Havva için yorumlamak zorunlu hale gelir.

41 Toplumdaki sosyal çöküntü ve huzursuzluğun sebebi nedir?

Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle nazarımıza sunulmuş:

“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Sünuhat)

“Ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi mânâsına geliyor. Gözün vazediliş, yâni yaratılış gayesi: görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız, o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.

Her duygusunu ve hissini rıza dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.

Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa, bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.

Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin nazarları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.

Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.

Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.

“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.” (Sözler)

Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.

Ve Üstad Bediüzzaman’dan bir Kur’anî reçete:

“Hem (Kur’an) mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (Sözler, Otuz İkinci Söz)

Erzurum'un itibarlı alimlerinden biri de Mehmet KIRKINCI Hocaefendidir. Eserlerinden de anlaşılacağı üzere Hocaefendi hoş sohbet, yumuşak yaklaşımlı, nüktedan bir irşad üslubuna sahiptir. Kimseyi itham etmez, ayıplayıp suçlamaya yönelmez. Mutlaka bir nükte, bir fıkra ile konuyu rahatlatır, tatlı bir yaklaşımla irşadını etkili kılar.

Nitekim günün birinde oldukça zengin biri müracaat eder Hocaefendiye.

- Her şeyim var; fakat huzurum yoktur. Bana bir çare bul, der.

Sözlerine şunu da ilave eder: Doktorlar muayene ediyorlar, hiçbir rahatsızlığın yok diyorlar. Hatta vücudumda vitamin eksikliği dahi olmadığını söylüyorlar.

İşte burada Hocaefendi öze karışır:

- Dur bakalım dur, der. Birde biz bakalım şu vitamin eksikliğine. Eğer dedikleri gibi vitamin bolluğu olsaydı, sende bu rahatsızlık olmayacaktı, mutlaka işin içinde bir eksiklik söz konusu…

Sorusunu şöyle sorar:

- Saçlarda yaşlanma belirtisi olan beyazlanma başlamış. Namazlarını kılıyor musun? İbadetle aran nasıl?

Adam zorlada olsa gerçeği itiraf eder:

- Hayır, henüz namaz kılmaya başlamadım.

Hocaefendi:

- Bak der, sende manevi vitaminlerden (A) vitamini yok, gördün mü?

Sonra tekrar sorar:

- Oruçla aran nasıl? Tutuyor musun?

Adam yine zorlanır:

- Hayır, der, henüz oruç tutmaya başlamadım.

Oooo, der Hocaefendi, sende (B) vitamini de yok.

Sormaya devam eder: Zengin olduğunu söyledin, zekatını nasıl hesap ediyorsun?

- Şey, der, yani henüz zekat filan da vermiyorum.

Hocaefendi büsbütün hayrettedir:

- Bak hele, der, sende (C) vitamini de yoktur. Nasıl huzur bulacaksın bu kadar vitamin eksikliğiyle?

Aralarındaki diyalog şu şekilde sürer gider:

- Hacca gittin mi?

- Henüz hacca gidecek vaktim olmadı.

- Neler söylüyorsun sen. Demek sende (D) vitamini de yok.

- Peki, bir de aldığın gıdalara bakalım. Kazancına haram karışıyor mu?

- Evet, azda olsa karışıyor.

- Gördün mü, der Hocaefendi. Sen mikroplu gıdalar da almışsın. Elbette huzurun olmaz, rahattan mahrum kalırsın.

Hocaefendi sözlerine şunları da ekler:

Bütün bunlara rağmen senin kurtulman yine de mümkün. Çare vardır. Yeter ki sen bu vitamin eksiklerini tamamla. Bir de mikroplu gıda alma. Allah'ın izniyle sende en küçük bir rahatsızlık, huzursuzluk kalmayacak, turp gibi olacaksın.

42 Nükleer enerjisi santralleri kurmak, İslami bakış açısıyla nasıl değerlendirilmelidir?

Teknoloji, prensip olarak Allah’ın insanlara lütfettiği bir nimettir. Ancak bu nimeti nikmete çeviren / bu faydalı şeyleri zararlı hâle getiren insanlardır.

Şunu kesin olarak ifade edebiliriz ki, Allah tarafından insanlık alemine ilham edilen ve ilahî bir ikram olarak yerini alan her türlü teknoloji, insanlar için  faydalıdır fakat insanlar tarafından yanlış kullanılarak zararlı hale getiriliyor. Deyim yerindeyse ortada bir icat hatası yok; imal veya kullanım hatası vardır. 

Bunlardan biri de konumuzla ilgili olan nükleer santrallerdir. Bu teknoloji icadı, insanlara yararlı olan elektrik ve benzeri üretimlerde faydalı olmaya yöneliktir. Ancak insanlar, bu santralleri inşa ederken, depremleri, fay hatları, tsünamileri göz önünde bulundurarak gereken hassasiyeti göstermezlerse, bu suistimalin sorumlusu olurlar. Ve bu bir imal ve kullanım hatası olur.

Bu genel prensipler çerçevesinde meseleye bakıldığında, işi işin uzmanlarına bırkamanın elzem olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır. Bununla beraber, ilkeler bazında bir-iki noktaya işaret etmekte fayda vardır.

Birincisi: “Yakîn şüphe ile zail olmaz.” manasındaki fıkhî prensiptir. Bu prensibe göre, bir şeyin faydası muhakkak, zararı şüpheli ise, ona olumlu bakmak gerekir.

İkincisi: “Ehven-i şerreynin ihtiyar edilmesi.” prensibidir. Bu prensip çerçevesinde meseleye bakıldığında, bu sanatrallerin yapılması mı yoksa yapılmaması mı daha zararlı olduğuna bakmak gerekir. Bu santrallere ihtiyacın olup olmadığı konusunda hükmü verecek olanlar elbette işin uzmanlarıdır.

Yan etkisi olmayan hiçbir ilaç yoktur. Ama ilaç fabrikları harıl harıl çalışıyor. Bunun yanında, zararı yararından daha fazla olduğu tespit edilen ilaçlar piyasadan kaldırlır ve imalatı yasaklanır.

43 Karşı cinslerin birbirleriyle İslami konularda chatleşmesi İslama göre doğru mu?
44 İslam'ı kabul etmiş Batılılar kimlerdir?

Konuyla ilgili yazılmış bir eser vardır, bundan geniş bilgi alacağınızı ümit ediyoruz:

"Dünyada İslam'a Koşanlar" Vehbi VAKKASOĞLU.

45 "Araplık ne babanızda vardır ne ananızda, o sadece bir isimdir." hadisi milletleri inkar mı ediyor?

İlgili hadisin doğru tercümesi şöyledir:

“Ey insanlar! Şüphesiz sizin Rabbiniz birdir; babanız birdir; dininiz birdir. Arapça herhangi birinizin ne babasıdır, ne de anasıdır. O sadece bir dildir. Dolayısıyla kim Arapça konuşursa o Arap’tır.” (İbn Manzur, Muhtasaru tarihi Dimaşk li ibni Asakir, 14/41; İbn Asakir’den naklen, Kenzu’l-Ummal, h. no: 33936)

Hz. Muaz’dan nakledilen bu rivayet mürseldir.

Bir münafığın, Hz. Suheyb-i Rumi, Hz. Bilal-i Habeşi; Hz. Selman-ı Farisi gibi Arap olmayan sahabilere dil uzatmasını şikayet eden Hz. Muaz’ın bu şikayeti üzerine peygamberimiz bu hususları dile getirmiştir.

Burada milletlerin inkârı diye bir şey söz konusu değildir. Vurgulanan husus, bir toplumda bulunan bazı kimselerin dilleri farklı da olsa, yine o toplumun  birinci sınıf fertlerinden sayılacaklarıdır.

Dilden ziyade, aynı Allah’a, aynı dine iman etmek önemlidir. Kaldı ki, bütün insanlar netice itibariyle aynı babanın / Hz. Âdem’in ve aynı ananın / Hz. Havva’nın çocuklarıdır.

“Kim Arapça konuşursa o Arap’tır.” ifadesinden; “Aslı Arap olsun olmasın, kim içinde bulunduğu bir toplumda yaşıyorsa, o yabancı sayılamaz." diye anlamak gerekir.Hadisin asıl konusuna uygun söylemek gerekirse: "Arap toplumunda olanlar aslen Arap olmasa da her Arap gibi toplumun birinci sınıf vatandaşı olduğunu” anlamak gerekir.

Şunu unutmayalım ki İslam, cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder. (Nursi, Sözler, s.133) Buna göre, tolumların irtibatları ve bağları, din biriliği, meslek birliği ve vatan birliğidir.

Kaldı ki, “Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: 'Dil, din bir ise; millet birdir.' Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” (Nursi, Mektubat, s. 326)

46 Kiraladığımız kişinin eve evli olmadığı kadınlarla girip çıkmasının ev sahibi açısından bir sakıncası var mıdır?

Önceden bunu yapacağını bilirseniz, evi ona kiraya veremezsiniz. Bilmeden verdiyseniz, ilk fırsatta çıkarırsınız.

Bir menkul veya gayr-i menkulün, İslam'da kesin olarak haram kılınmış bir işte kullanılmak üzere kiraya verilmesi uygun değildir.

Mesken olarak kullanılacağı taahüd edilerek kiralanan bir yerin taahüdlere uygun olarak kullanılması gerekir.

Kiracının, taahüdlerine sadık kalmayarak İslam ahlak ve adabına uymayan eylemlerini kiraladığı yerde gerçekleştirmesinden doğrudan kendisi sorumlu olsa da buna müsaade eden mülk sahibi de dolaylı olarak bu olumsuz davranışlardan mesul olur. Çünkü yasaklanan bir şeyi yapmak günah olduğu gibi, bu suça yardım ve yataklık da günahtır.

47 Yaratıcı beni imtihan etmekle, aslında kendini sınamış olmuyor mu?

- Allah’ın insanları imtihan etmesi ile insanların birilerini imtihan etmesi her açıdan aynilik göstermez.

Şunu unutmayalım ki, Allah’ın bizim taleplerimiz doğrultusunda imtihan açmasını düşünmek muhal olan imkânsız bir şeyi istemek demektir. Çünkü insanları yoktan var eden Allah’tır.

İnsanın var edilmesi projesi içinde, onun imtihanı da vardır.  İnsanoğlu daha var olmadan önce nasıl bir imtihanı talep edebilir ki!..

- Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetine, mutlak adalet ve merhametine inanmak, ona  iman etmenin zorunlu bir sonucudur. Çünkü Allah bu vasıflara haiz bir yaratıcıdır.

Bu sebeple, Allah’a gereği gibi hakkıyla iman etmek ve bu imanı sağlamak için gereken bilgilerle donanmaya çalışmak yerine, nefis ve şeytanımıza, heva ve hevesimize kapılıp bahanelere sığınmanın, imtihanı kazanmak için hiçbir olumlu katkısı olmaz; bilakis sınıfta kalmak için olumsuz etkisi oldukça  fazladır.

- Bütün evren bütün detaylarıyla tek bir mülktür, tapusu tek bir malike aittir, o da Allah’tır.

Bütün varlıkların yegâne sahibi olan Allah’ın kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etme hakkı vardır. Onun için O, yaptıklarından sorulmaz, sorgulamaya tabi tutulamaz.

Detaylı bilgi için tıklayınız:

İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu? Neden dünyaya gönderildik?

48 Peygamberimiz, gelecek için neden karamsar bir tablo çizmiştir?

- Hz. Peygamber gerek Kur’an lisanıyla gerek kendi diliyle olsun -insanları uyaran sözleri yanında- yüzlerce müjdeler de vermiştir.

- Uyarıların yapıldığı aynı yerde müjdelerin verilmesi, Kur’an’ın takip ettiği önemli bir prensibidir.

- Bununla beraber, esas hayat ve esas gelecek; ebedi saadettir ve ölümsüz, sonsuz gelecektir. Bu nedenle, imtihandaki müjdelerden daha çok, başarılı bir imtihanın sonundaki müjdelerden bahsedilmesi kadar güzel bir şey olabilir mi? Peygamberimizin verdiği müjdeler de öncelikle, bu dünya imtihanından başarıyla çıkanlar için olmalıdır. Bunun asla gözardı edilmemesi gerekir. Gerçekten dikkat çekilmesi gereken yön de her zaman bu olmalıdır.

- Dünya bir imtihan salonudur, bir hizmet yeridir, bir kışladır, ebediyet yolculuğu için gerekli ihityaçların temin edileceği bir yerdir. Bu özelliklere saihp olan bir yerde, her zaman sıkınıtı, problem, düşman gibi şeyler eksik olmayacaktır.

İşte bütün bunlara hazır olmak, gerekli tedbirleri almak ve asla ümitsizliğie düşmemek için uyarılan yapılması gerekmektedir.

- Hayat her zaman sıkıntılarla doludur. Kişi ister mümin olsun ister olmasın bu insanın kaderidir. Öyleyse gelecek bazı sıkıntılara işaret etmek ve onların karşısında sabırlı olmasını tavsiye etmek nebevi irşadın bir gereğidir.

- İslam nazarında ebedi bir hayat yurdu olan ahiretin mutluluğunu kazandırmak, iki günlük dünyanın konforunu sağlamaktan bir milyon defa daha önemlidir. Bu aynı zamanda akl-ı selimin de gereğidir.

Bu sebeple İslam’ın asıl maksadı insanların ahiret hayatını kazanmaları için gereken dersleri vermek, gereken uyarıları yapmaktır. Zira bütün dünyanın serveti bir tek kişinin olsa ahiretteki cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak için bir an bile tereddüt etmeden verecektir.

Bu nedenledir ki, İslam, dünyanın maddi teknik ve teknolojisi yerine daha çok ahiret yolculuğunda gereken manevi teknik ve teknolojiyi ön plana çıkartmıştır. Nitekim işin uzmanları tarafından her zaman “Kur’an’nın bir fen kitabı olmadığı.”, bir irşad kitabı olduğuna vurgu yapılmıştır.

- Bununla beraber, Kur’an’da -asli maksadı doğrultusunda- fen bilimlerinin konusu olan bazı gerçeklere de işaret edilmiştir. Şaravi, Abdurrazak Nevfel, Abdulmecid Zendani gibi bir çok ilim adamı bu konuda özel eserler yazmıştır. Ayrıca “Tıbb-ı Nebevi” unvanıyla eserler yazılmıştır. Bediüzzaman hazretlerinin  bilimsel keşiflere işaret eden “mucizat-ı enbiya...” adlı eseri (bk. Sözler, Yirminci Söz'ün İkinci Makamı) bu konuda çok önemli bir eserdir.

- Son olarak şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber (asm) İslam aleminin “nübüvvet, raşit hilafet, saltanat, ceberut” devrinden sonra (ahir zamanda tahakkuk edecek olan) Asr-ı saadete benzer bir hayata kavuşacağına dair müjdesi oldukça önemlidir.

49 Her şeyi senin için yarattım, diyen Rabbine, her şeyden senin için vazgeçtim, diyebilmektir aşk, sözü ne demektir?

Bu sözün Şems-i Tebrizi’ye ait olup olmadığını tespit edemedik.

Bunun anlamı şudur:

Aşk: Her şeyi Allah için terk etmektir. Çünkü her şeyi senin için yaratan odur. Madem o, seni sevip de ayı, güneşi, yeryüzünü ve benzeri şeyleri senin istifadene sunmuş, sen de bütün bu eşyayı onun için terk et. Yani onların sevgisini gönlünden çıkar at, yalnız Rabbinin sevgisini kalbinde bırak.

Evet, dünyayı fiilen terk etmek imkânsızdır. Çünkü dünya hayatı, dünyalık eşyaya bağlıdır. Demek ki, bu terkten maksat, kalben terk etmektir. Onların sevgisini kalbine yerleştirmemektir.

Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demektedir:

“Dört şey için dünyayı kesben (fiilen) değil, kalben terk etmek lâzımdır…” (Mesnevi-i Nuriye, s. 125)

İlave bilgi için tıklayınız:

Tasavvufta, dünyayı terketmenin gereği üzerinde duruluyor. Sizce ...
"Dünya için ahireti, ahiret için dünyayı terk eden sizin hayırlınız ...
Dünya zevklerini kullanmakla terk etmek arasında nasıl bir denge ...

50 Müslüman bir genç olarak gündemle ne kadar iç içe olmalıyız?

- Gündemle, siyasetle ilgilenmenin çoğu malayani denilen lüzumsuz işlerle ilgilenmek manasına gelir.

Doğrudan siyaset ve sosyal hayatla ilgilenenlerin bu gündemle iştigal etmeleri ile fiilen hiçbir ilgisi olmayanların ilgilenmesi arasında büyük fark vardır.

“Kişinin lüzumsuz işlerle meşgul olmaması, onun imanının güzelliğini, mükemmelliğini gösterir.” (Mecnau’z-Zevaid, h. no.12636, 12637)

 manasındaki hadis-i şerif bize iyi bir derstir.

Güncel konuları, Bediüzzaman Hazretlerinin açıklamalarına göre değerlendirmek mümkündür:

“Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev'-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var.”

“Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir.”

“Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”

“Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.” (bk. Asa-yı Musa, s. 20).

- Demek ki, “gündemi takip etmeyen onun yerine Kur'an’la ilgili olan kişi, şüphesiz daha iyi bir gündem” takip ediyordur. Zira en iyi gündem Allah’ın kitabında yer alan gündemdir.

- Şunu da unutmamak gerekir ki, bu asrın müceddidi olan Bediüzzaman Hazretlerinin ısrarla “Kur’an’dan mülhem” olduğunu bildirdiği Risale-i Nur Külliyatı'ndan bu asrın dünyevi hayat gündemini takip etmek de mümkündür.

Yine unutulmamalıdır ki, gündemle meşgul olmaktan asıl maksat, gündemden istifade etmek ve başkalarına faydalı olmaktır. Bu sebeple, ulu-orta rastgele günlük gündemlerle meşgul olmak yerine, gündemin faydalı rotasını öğrenmek ve ona göre tavır belirlemek büyük önem arzeder. Bu ise bilgiye bağlıdır.

Bilginin temel kaynağı Kitap ve sünnettir. Bu iki kaynağın bu asrındaki en sağlam açıklaması Risale-i Nur olduğu kanaatindeyiz.

51 Dünya, depremler ve tsunamilerle gerçekten mükemmel mi?

- Yalnız dindarlar değil, dinden uzak vicdan sahibi filozoflar ve bilim adamları da mevcut evrenin çok mükemmel bir şekilde yaratıldığını kabul ederler.

- Bir şeyin mükemmel olması, onun bazı ateistlerin arzularına uygun olması anlamına gelmez. Bilakis, o şeyin varlık sebebi olan amaçlar doğrultusunda işlev yapıp yapmadığına bağlıdır.

Mesela: Bir gözün varlık nedeni görmektir. Eğer bir göz görüyorsa, mükemmel, görmüyorsa noksan demektir. Güneşin varlık sebeplerinden biri de onun ısındırıcı bir soba ve aydınlatıcı bir lamba olmasıdır. Dolayısıyla bu görevi yapmadığı zaman güneş noksan bir varlık olur. Buna yüzlerce konuyu kıyas edebiliriz.

İşte ilim adamları “bu dünyadan/varlıklardan daha güzeli olamaz” derken, varlıkların fiziki yakışıklıklarını değil, varlık amaçlarıyla olan uygunluklarını esas almışlardır.

- Allah kâinatı yaratırken insanların aklını mühendis olarak tutmamıştır. Onların aklını da o yaratmıştır. Âdeta sonsuz hikmetlere bakan varlıkların değişik manzaralarının hepsinin hikmetini bilmek insan aklının kapsam alnının dışındadır.

Örneğin volkanların varlığı, kâinatın sonradan yaratıldığını, yerküresinin daha önce göklerle bitişik olup onlar arasındaki ortak unsur olan ateş kütlesini barındırdığını, yerküresinin feza boşluğunda yüzerken alabora olmaması için dağların menfezinden volkanik nefes aldığını göstermektedir.

Demek ki, volkan olayları bu ve benzeri hikmetlerin şahidi olarak vardır. Allah’ın kâinatı yaratması ve peygamberleri göndermesinin en büyük amacı kendi varlığı ve birliğini göstermektir.

İşte volkan gibi hadiseler bu gayeye hizmet eden harika olaylardır. Bu harikalık ve bu hikmetlerin varlığı mükemmellik ölçüsü değil de nedir?

- Bir deprem uzmanı televizyonda “Deprem bir doğa harikasıdır.” demişti. Demek ki deprem olayı da çok mükemmel ölçülere göre tanzim edilen, belli fay hatlarına yerleştirilen sonsuz bir ilim ve kudretten haber veren mükemmel bir olaydır. Ancak bazıları bu mükemmelliği görmeyebilir, bazıları da bu harikalığı yanlış olarak tabiata verebilir.

- Tsunami olayı gerçekten bambaşka bir mükemmelliktedir. Çok sakin olarak görülen bir su kütlesinin birden kabarıp coşması, hakikat nazarında tesadüfe verilmeyecek kadar hikmetli ve güçlü bir fenomendir.

Üstelik, deprem, kasırga, tsunami, sel gibi olaylar aynı zamanda zalim ve haddini aşan şımarık insanları düşünmeye, hizaya gelmesini sağlamaya birer uyarıdır.

Buna göre, bu olayların insanlara olan zararlarını düşünüp mükemmel değil, demek son derece yanlıştır.

Başta da arz ettiğimiz gibi, mükemmellik; varlıkların, olayların varlık nedenlerine uygun olup olmamamsıyla ilgilidir.

Deprem ve benzeri olaylar, her şeyden önce arızi, sonradan olan ve belli gayeler taşıyan hususlardır. Görevlerini yaptıkları nispette mükemmel olurlar.

Mesela: Karşı tarafın ağlarına gol atmak o takım ve taraftarları açısından mükemmel bir olaydır. Oysa gol yiyen taraf ve taraftarlar için bu oldukça zararlıdır. Fakat insanlar zararının olup olmamasına değil, golun şekline ve isabet kaydetmedeki başarıya bakarak “Çok mükemmel!” diyorlar. Öyle  anlaşılıyor ki, söz konusu ateistler işin gerçek yüzünü düşünmeden, yalnız insanlara olan zararlar yönüne bakarak konuyu değerlendiriyorlar... Zaten ateistlerden fazla bir şey de beklenmemelidir.

Oysa, bir şeyin kârlı olması kendi konumunda mükemmel olduğu gibi, zararlı olması da kendi konumunda mükemmeldir. Arı su içer bal yapar;  yılan su içer zehir kusar. İkisi de kendi alanında mükemmeldir. Zira, aynı suyun bir tarafta bal, bir tarafta zehir olması insan aklının ötesinde bir harikalığa sahiptir.

- Bununla beraber, bir şeyin mükemmel olması, onun her yönden faydalı olmasını gerektirmez. Çünkü dünyanın yaratılış amacında farklılıkların olması vardır. Bu ise faydaların  yanında zararların da olmasını gerektirmektedir.

O halde hangi şekilde olursa olsun, saf/salt faydayı, hayırları gözeten bir yapı ilahi hikmete aykırı olur. Çünkü, bu imtihan dünyasında her halükârda hayır ile şerrin, iyilikle kötülüğün birlikte bulunduğu bir ortamın olması gerekir. Hatta itim-çekim, artı-eksi gibi zıtlıklar bir fizik kanunu olarak atomlar aleminden güneş sistemine kadar geniş bir sahada cereyan etmektedir. İyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin, fayda-zarar gibi zıtlıkların varlığı gece-gündüz realitesi kadar zorunludur.

Burada asıl prensip şudur: “Şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez; terk edilse şerr-i kesir olur.” Yani, “Az bir kötülük olmasın diye pek çok iyilik terk edilmez. Terk edilirse çok kötülük olur.”

Mesela: Yüz yumurtayı tavuk altına koyduğumuz zaman kuluçkada yirmi tanesi bozuk çıkar diye bu işlemden vazgeçmek, seksen civcivi heba etmek anlamına gelir. Hatta bazen doksan tanesi cılk çıksa, yalnız on tanesi civciv olsa, yine bu işlemi yapmak gerekir. Çünkü on tane civciv yarına tavuk olur, yüzlerce yumurta yapar.

İşte kâinattaki varlıkların hepsi ya sayısal ya da kalite itibariyle hayırlıdır. Her hayır mükemmeldir. Öyleyse kâinat mükemmeldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah, neden işkence-zulüm-vahşet-sakatlık-körlük-tecavüz gibi bir ...

Şu dünya imtihanı tam olması gerektiği gibi midir? İmtihanın en ideal ...

Allah bu kâinatı veya insanı daha mükemmel yaratabilir miydi ...

52 Bugün yaşadığımız sıkıntıların, ırkçılığın ve ölümlerin sebebi nedir?

Bizler Müslüman olarak, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan, ama İslama uymayan bazı uygulamalar, İslamiyete ve Müslümanlara zarar vermektedir. İşin özü ve özeti budur.

Güncel konulara ve gelecek endişelerimizle ilgili değerlendirmelere gelince:

Her hadisede, hem insan eli hem de kader müdahalesi olduğundan, insanlar genellikle zahire ve sebeplere bakarak, Allah’ın aynı rahmet ve adaletine karşı şüpheye düşerler ve hatta düşünce ve kanaatlerinde zulüm de edebilirler.

Dolayısıyla âlemin ve içindeki bütün olayların bir mülk yönü vardır ki, insana bakar ve sebeplerle iş görür. Bir de melekût yönü vardır ki, Allah’a bakar, kaderin planıyla hareket eder ve Allah’ın muradını gerçekleştirir.

Demek ki bazı şeyler bizzat güzeldir, bazı şeyler ise neticeleri ve sonuçları itibariyle güzeldir.

Burada dikkat edeceğimiz konu; hangi olaylar ve hangi konular olursa olsun, hoşumuza gitsin veya gitmesin, tamamı netice itibariyle Allah’ın adaletini ve rahmetini gerçekleştirmekte ve ilahi muradın tahakkukuna hizmet etmektedir.

Günümüzle ilgili bütün olay ve hadiselere bu noktadan bakarsak; hakikatle buluşur, isabetli fikir beyan eder ve olayların altında ezilmekten kurutuluruz.

Aksi halde gazete haberleri, bazı köşe yazıları ve sığ fikirli insanların sebeplerle bağlantılı olan görüş ve kanaatleri; moralizmiz bozar, huzurumuzu kaçırır ve bizleri istikbal endişesi ile sıkıntıya sokar.

Bizler dünyaya şekil vermek isteyen siyasetçilerin, menfaat zebunu insanların, kuvvete dayanan zalimlerin, varlıkları ve zevkleri için dünyayı ve İslam alemini perişan etmek isteyen güç odaklarının fikirlerini, düşüncelerini ve politikalarını bilmiyoruz.

Fakat onların da bilemedikleri ve hesaba katamadıkları kaderin planı ve Allah’ın muradını gerçekleştirme hakikati vardır.

Onların vaziyeti işin zahiri ve görünen yönüdür. Fakat İlahi muradın ve kaderin planı ise bu meselenin hakikati ve görünmeyen iç yüzüdür.

İşin hakiki ve batıni yönü ise, Allah’ın lütfu ile O’na yakın vazifeli insanlara ikramen bildirilir. Onlar da müminlerin manevi kuvvetlerini güçlendirmek, takviye etmek ve gelecek endişelerini giderecek fikirleri beyan ederler ve müjdeli haberler verirler.

Bu müjdeli haberler ve fikir beyanları ise; ne gariptir ki müminlerin en zayıf olduğu, düşmanların ittifakla hücum ettiği ve sebeplerin tamamen bittiği zamanlara denk gelir. Zira "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” cümlesi bir hakikatin ifadesidir. “Kararan gecelilerin, sabahının yakın olması", ıstırab ve imtihanlar şiddetlendikçe, rahmetin tecelliyatını artması da tecrübe ile sabittir.

Bir mümin olarak bu gerçekleri dikkate alıp, günümüz olaylarına en sağlıklı bakmanın, istikametli ve emniyetli fikir beyan etmenin bazı kurallarını özetle ifade edelim:

1. Her zaman Allah’ın muradı ve hükmü esastır.

2. Olaylarla ilgili, ilahi muradı teyid edecek Resul-i Zişan Efendimiz (asm)'in beyanları ve müjdeleri ayrı bir kuvvettir.

3. Fıtratın kanunları bu konuda bir kuvvet ve dayanaktır.

4. Zamanın gidişatı ve bir müfessir olması ayrı bir nimettir

5. Bilimsel gerçekler ve onlardan gelen destek bir kuvvettir.

6. Zamanın sahibi ve mücedditlerin verdikleri haberler ayrı bir ilham kaynağıdır.

Eğer bu hakikatler ve gerçekler; kararlarımızda ve doğru fikir beyan etmekte bir boşluk bırakırsa, o zaman meslek sahibi insanların fikir ve kanatları de dikkate alınabilir

Şimdi bu şartlar çerçevesinde günümüzdeki olaylara ve hadiselere bakacak olursak yeis değil ümit, huzursuzluk değil saadet, istikbal endişesi değil emniyet, şerler ve çirkinlikler değil hayırlar ve güzellikler bizi beklemektedir.

Verdiğimiz kaideler açısından olayları değerlendirmeye tabi tutarsak:

1. Allah nurunu ve muradını tamamlayacaktır, kafirler istemese de. Bu murada ve kaderin planına aykırı hareket etmek, insanı rezil-rüsva eder. Zira ilahi murada aykırı olanlar muvaffak olamazlar.

“Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O’dur.”(Saff, 61/8-9)

2. Resul-ü Kibriya Efendimiz (asm), kıyamet kopuncaya kadar İslam'ın nurunu devam ettireceğini ve kıyamet kopmadan yeryüzüne hakim olacağını müjdelemiştir:

“Ümmetimden bir grup, kıyamet kopuncaya kadar, Allah'ın yardımına mazhar olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyecekler.”(Tirmizi, Fiten 27)

“Ümmetimden bir grup (taife), hak üzerine savaşmaya devam edeceklerdir. Onlar kendilerine meydan okuyanlara karşı muzafferdirler. Öyle ki, bunların sonuncuları Mesih-Deccal ile de savaşırlar.” [Ebu Davud, Cihad 4, (2484); Nesâî, Hayl, 1]

Bunlar ve benzeri hadisler istikbale ümitle bakmayı ve ümitsizliğe kapılmamamızı göstererek İlahi muradı teyid etmektedir.

3. Yaratılışta ve fıtratta çirkinlikler ve şerler gaye değildir. Hakikatin ve davanın gerçekleşmesi için ara sıra olayların içerisine katılmış ve serpiştirilmiş olan tesadüfi değil kasti ve tevafuki meselelerdir.

Sadece şer olan vesileler açısından bu olaylara bakarsak, bizleri yanlış kanaate sevk eder. Ancak hadiselere bir nizam ve düzen içerisinde, genel manada bakarsak, hoşumuza gitmeyen ve şer gibi görünen hadiselerin dolayısıyla hayır olduğu ve güzel sonuçlar doğuracağı anlaşılır.

4. Zaman iyi bir müfessirdir. Hükmünü ortaya koyarsa ona itiraz edilmez.

Alemin yaratılışından zamanımıza kadar her neye bakarsak bakalım, umumi bir mülahaza ile tefekkür edebilirsek, basitten mükemmele doğru her şeyde bir tekamül kanunu vardır. Bu kanun hem teknoloji hem sanat hem kültür ve medeniyet hem de ahlak, fazilet ve dinler için geçerlidir.

İlk çağlarda kağnı arabası ile idare eden beşer, bugün uzay gemisini icat etmiştir. Yine ilk devirlerde post giyinerek örtünme ihtiyacını gideren beşer, bugün nano teknolojiyle tanışmıştır. Tıp son noktasına gelmiş mühendislik ise kendi  alanında kemale doğru gitmektedir.

İnsanlık maddi ve manevi terakkide vahşet ve bedeviyet, memlukiyet ve esaret ve ecaret dönemini geçmiş bugün malikiyet dönemi ile tanışmıştır.

O halde zamanın gidişatı, insanlığın, İslam âleminin ve İslamiyet’in lehine tecelli edecektir. Her şey mükemmele ve ideale giderken, insanlar bunun rağmına olarak tersine ve vahşete değil; mükemmele ve kemale kavuşacaktır.

5. Bilimsel açıdan insanlık üç hakikat için çalışıyor ve ona doğru mesafe alıyor:

    a. Hakikati ve doğruyu bulma arzusu.
    b. Sergi odaklı ve muhabbet merkezli yapılanmalar.
    c. İnsafla ve merhametle hadiselere ve olaylara yaklaşma.

Bu üç bilimsel hakikat; kıyametten evvel Allah’ın muradının gerçekleşmesine vesile olacaktır. Ve bu insanlık; üzerinden şerrin dumanlarını ve tozlarını kendi eli ile kaldırıp atacaktır.

6. Zamanımızın hizmet erlerinden ve bir nevi vazifeli olanlar içerisinde bulunanlardan olan Üstad Bedüzzaman Hazretleri de “Neden herkese terakki dünyası olsun da sadece bizim için mi tedenni dünyası olsun.” diyerek, bizleri ümitsizlikten kurtarıp geleceğe ümitle ve emniyetle bakmamızı istemektedir.

Ayrıca; “Ben acele ettim kışta geldim sizler Cennet asa bir baharda geleceksiniz.” diyerek, Müslümanların kış mevsimini atlattığını ve önlerinde bahar ve daha sonra yaz mevsiminin geleceğini müjdelemektedir.

Bu altı hakikat, gelecekle ilgili her şeyin Müminlerin ve Müslümanların lehine gerçekleşeceğini müjdelemektedir.

Günümüz hadiselerine genel manada bu çerçeveden bakabilirsek, ümitsizliğe ihtimal vermeye hiç lüzum yoktur.

Hadiseleri ve olayları biraz daha somutlaştırarak bu kuralları dikkate alarak değerlendirmeye tabi tutalım:

a. Kürtlerin Türkler ile ittifakı başlangıçta barışla başlamış, nihayette barışla sonlanacaktır.

b. Bu ittifak İslam aleminin birliğinin ve beraberliğimizin anahtarı olacaktır.

c. Fikri sefahat olan kominizm yıkıldığı gibi, fiili sefahatin kaynağı olan kapitalizm de çökecektir.

d. İnsanlık alemi, Hz. İsa’ın ahir zamanda yer yüzüne nüzulü ile hakikati bulacak ve görecektir. Bütün semavi dinlerin haklı ve doğru mensupları ittifak ederek bir güç oluşturup, Allah’ın nurunu tamamlama muradına hizmet edeceklerdir.

e. Dünyayı karıştıran ve krize sevk eden Yahudiler tarihte olduğu gibi; biriktirdikleri günahların ve isyanların akıbetini göreceklerdir. Çünkü küfür devam eder, ama zulüm asla devam etmez.

Ülkemizdeki bütün olay ve hadiselerin sebebi ve kaynağını mutlaka dışarıda aramalıyız.

Bulunduğumuz alan yani Orta Doğu bir çok açıdan bereketli olduğundan burada kavga ve mücadele bitmeyecektir. Zira dünyaya hükmetmenin ve üstün gelerek idare etmenin yolu, bu topraklara direk veya dolayısıyla hakim olmaktan geçmektedir. Hep tarih boyu da, meseleler bu minval üzere gitmiştir.

Bu topraklar:

1. Peygamberlerin çoğunun hayat alanları ve davalarını başlatıp mücadele verdiği coğrafyalar olması hasebiyle ideolojik olarak mübarek ve önemlidir. Dolayısıyla Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler bu açılardan buralara hükmetmek isteyeceklerdir.

2. Enerji ve toprak gücü itibariyle maddeten çok güçlü ve kuvvetli olma noktasında ve menfaat açısından bereketli alanlar olduğundan yine her kuvvet sahibi buralardan istifade etme adına mücadele edecektir.

İşte ülkemizdeki hikmetini anlayamadığımız hadiseler, dünya çapındaki bu düşünce ve fikirden kaynaklanan güçlerin ve kuvvetlerin mücadelelerinin, bizlere bir çeşit uzantıları ve sızıntılarıdır.

Fakat, insanların niyetleri ve düşünceleri ne olursa olsun, ya doğrudan veya dolaylı, adilane veya zalimane de olsa sonuç itibariyle Allah’ın nurunu tamamlamasına vesile olacaktır.

İnsanlar zulüm de etse Allah’ın adalet ve rahmetinin tecellisine hizmet edeceklerdir.

Ülkemiz ise; bu mücadelede inşallah yüzü ak olarak çıkacak ve ecdadımızın bin yıldan beri İslam’a bayraktarlık yapma davası, mahiyeti itibariyle nüksedecektir. Üstad Bediüzzamanın da dediği gibi, Allah, o kahraman ecdadın evlatlarını ve torunlarını muvakkat arızalarla sıkıntıya sokmayacak ve zayi etmeyecek, yine nurunu parlatacaktır. İstikbal sarayında tahtnişin, İslamiyet ve hakikat olacaktır.

Büyük davalar büyük mücadele ve bedellerle tahakkuk eder. Bunlara, geçici arızalar olarak bakmalıyız. Fakat bu geçici arızalar; kalıcı ve istikrarlı istikballe ve güzellikle neticelenecektir inşallah...

53 Dinler, dünyayı her gün daha yaşanılmaz hâle getiriyor?

- İslam’da güneşin, ayın, denizlerin insanlar için yaratıldığını söylerken, insanların istifadesine sunulduğunu anlatıyor. Yoksa bunların yalnız insan için yaratıldığını düşünmez.

- Dünyanın kendi istifadesine sunulmuş büyük bir nimet sofrası olduğunu düşünen müminler, bu nimetlere daha fazla saygı gösteriyorlar. Bunların sahibinin Allah olduğunu ve bunların kendilerinin istifadeleri için sunulan birer emanet olarak verildiğini bilirler ve bu emanetlere saygı göstermenin gereğine inanırlar. Bu sebeple, hayvanlara, çevreye en çok saygı gösterilmesini emreden İslam dinidir.

- Bununla beraber, İslam’a göre, canlı cansız bütün her şey Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir. Bu açıdan da müminler çevreye, dünyaya sevgi beslerler.

Ayrıca, iman edenler dünyanın, Allah’ın isimlerinin tecellilerini iman şuuruyla mümine okutan birer mektup olduğunu düşünürler. İlahi birer mektup olan varlıklara bu açıdan da saygı ve sevgi beslerler.

Üstelik, İslam dinine göre, dünya cennetin kazanılması için var olan bir zemin, bir tarla, bir bahçe mesabesindedir. Müminler bu açıdan da dünyaya sevgi ve saygı gösterirler, kıymetini bilirler.

Özetlersek; Allah’a inanalar her şeyin sahibinin Allah olduğunu bilirler. Allah’a inanmayanlar ise, her şeyin sahibi kendileri olduğunu tevehhüm ederler, onun için her şeye fütursuz ve saygısızca yaklaşırlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allahı inkar edene saygı gösterilir mi? Kafir olan anne babayla dost ...
Peygamberimizin hayvanlara olan merhametini açıklar mısınız?
Hayvan hakları konusunda bilgi verir misiniz?..
Hz. Peygamberin Çevre Korumaya Yönelik Tedbir Ve Uygulamaları
İslam'da çevre ve komşuluk konusunda bilgi verir misiniz?

54 Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et, anlamında kudsi bir hadis var mıdır?

Rivayete göre Cafer-i Sadık şöyle demiştir:

Allah dünyaya şöyle vahiy etti:

“Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de yorup yıprat.” (bk. Ebu Nuaym, el-Hilye, 3/194)

- Sorudaki şekliyle  gelen “Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de hizmetinde çalıştır (istihdam et)” rivayetinin kaynağı kabul edilen Hüseyin. b. Davud el-Belhi, çok zayıf bir ravidir. Zehebi, Mizanu’l-İtidal adlı eserinde Hatib-i Bağdadi’den naklen bu şahsın sika/güvenilir olmadığını ve hadisinin de uydurma olduğunu bildirmiştir. (bk. Zehebi, Mizanu’l-İtidal, 1/534)

Nesai de bu şahsın sika/güvenilir bir kimse olmadığını bildirmiştir. (bk. Zehebi, 2/236)

55 Allah, dünyaya yaratıldığı günden beri bakmamıştır rivayeti sahih midir?

İmam Gazali, bu hadisi İhya’da rivayet etmiştir. (bk. İhya, 3/204)

Ancak İhya’nın hadislerini tahric eden Zeynu’l-Iraki, “Bu rivayetin ilk cümlesi 'Mursel' (bir nevi zayıf) olarak rivayet edilmiştir. Geriye kalan kısmına rastlayamadım.” demiştir. (bk. Tahricu ehadisi’l-İhya-İhya ile birlikte- a.y)

- el-Iraki’nin söz konusu ettiği mürsel rivayette ise şu ifadelere yer verilmiştir:

“Muhakkak ki Allah, yarattığı mahlukları arasından dünyadan daha fazla buğzettiği bir varlık yoktur. Nitekim, o dünyayı yarattığı günden beri ona bakmamıştır.” (bk. İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, 1/37; Zemmü’d-Dünya, 1/29; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 13/102; İhya, 3/203)

Bu kaynakların hiçbirinde, soruda yer alan “Kıyamet günü...”nden itibaren başlayan bilgiye rastlayamadık.

Hadisin senedi munkatı/kopuk olduğu için bu rivayet zayıftır.

Esasen dünyanın üç yüzü vardır:

Birinci yüzü: Esmâ-i Hüsnâ'ya bakar, onların nakışlarını gösterir, onlara âyine olur. Dünyanın bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil, aşka lâyıktır. Dünyanın bu yüzünü sevmek Allah'ın isimlerini sevmektir.

İkinci yüzü: Ahirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Cennetin mezraasıdır. Rahmetin çiçek bahçesidir. Burada ekilir, âhirette biçilir. Şu yüzü de evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü: Haramlara, günahlara, nefsin hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan yüzüdür. Şu yüz çirkindir, fenadır, pistir, zaildir, elemlidir, aldatıcıdır. İşte Müslüman bundan kaçınandır. Dünyanın bu yüzünü sevmek, hadisteki ifadesiyle bütün hataların başıdır.

Dünya sevgisinin tehlikeli olanı, ilk iki yüzü unutarak dünyanın sadece üçüncü yüzüyle oyalanmaktır. Hadislerde kötülenen ve yerilen de dünyanın bu üçüncü yüzüdür. (bk. Tirmizi, Zühd: 14; İbn-i Mâce, Zühd: 3; Dârimî, Mukaddime: 32; Deylemî, Müsned 1:141-142; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 1:492; Nursi, Sözler, 32. Sözün, 2. Mevkıfı)

56 Dünya bir saattir, sözü hadis midir?

Bu söz, kelam-ı kibardır. Arapça internette bazıları Hz. Ali’nin sözü olarak göstermişlerdir. Fakat, İmam Maverdi, bunun bazı mutasavvıflara ait olduğunu bildirmiştir. (bk. Edebu’d-Dünya ve’d-Din, 1/121)

Manası şöyle anlamak mümkündür:

1) Dünyanın ömrü kısadır. Onu da Allah’a itaatte sarf et.

2) Dünyanın ömrü bir saattir; yani insanın içinde bulunduğu andır. Bu sebeple onu iyi değerlendirmek gerekir.

3) Dünyanın ömrünü uzun düşünüp de ibadet etmekte bıkkınlık gösterme! Senin ömrün içinde bulunduğun andır. Bir saat / bir dakika sonra ölebilirisin!

4) Bu sözün ne anlama geldiğini Bediüzzaman Hazretlerinden öğrenebiliriz:

“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: 'Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor'."

"O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: 'Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.'"

"Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil 'beş ikaz'ı benden işit."

"Birinci ikaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir."

Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur...” (bk. Sözler, s. 269-270)

57 Kalû belâda Rabbimize söz verdiysek ve onu tanıyorsak neden bu dünyaya geldik?

- Maalesef, “kalû belâ”da tanıdığımız Rabbimizi insan olarak unuttuk. İnsanların çoğu bu unutkanlık belasıyla kendi yaratıcısını unutmuştur. Onun için yeni bir imtihana tabi tutulmaları gerekir.

- Bununla beraber, kâinatın ve insanın yaratılmasının en büyük gayesi Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli etmesini sağlamak ve onları tanımak olmakltır. Bu tanımanın ve bu imtihanın bir sonucunun olması da önem arz eder.

Böyle bir sonucun olabilmesi için imtihana tabi olanların hem bu imtihanı kazanmak hem de kaybetmek gibi bir statünün olması gerekir.

Yoksa, neticesi olmayan, kazananı ve kaybedeni belli olmayan bir imtihanın varlığı abesle iştigaldir. Ve aynı zamanda iyilerle kötüleri aynı kefeye koyduğu için de büyük bir haksızlık olur.

İşte imtihanın bu yönü çok önemlidir. Çünkü bu imtihan Allah’ın sonsuz merhametinin, lütfunun, adaletinin bir göstergesidir. İmtihan, tembellerle çalışkanları, aklını kullananlarla kullanmayanları, ulvi duygularını rehber edinenlerle süfli duygularını rehber edinenleri fark edip ayırmaya yöneliktir.

Böyle bir imtihanın yeri dünyadır. Çünkü, imtihanın temel esprisi olan iman esaslarına inanıp inanmamak, bunların görünmeyecek bir gayb perdesinde saklanmaları gerekir. Gerekir ki, inanmakla inanmamak gibi bir tercihin yapılması mümkün olsun.

Onun içindir ki, din imtihanında akla kapı açılır, fakat özgür iradesi elinden alınmaz. Zorunlu istikamet gösterilmez. “Dinde zorlamanın olmaması” da bu gerçeğin bir tezahürüdür.  

Demek ki, insan olarak biz sağlıklı, âdil ve anlamlı bir imtihana tabi olmak için bu dünyaya geldik, daha doğrusu gönderildik.

Detayli bilgi için tıklayınız:

Kâlu belâ ve misak hakkında bilgi verir misiniz?

58 Allah'ın yaşlanmamayı vadettiği tek insan Firavun mudur?

Sahih kaynaklarda bu bilgiyi doğrulayan herhangi bir ifadeye rastlayamadık.

Bazı menkıbelerde Fıravun’un hayatında pek hasta olmadığı, çok nadir olarak tuvalet ihtiyacını hissettiğine dair bazı bilgiler varsa da bunların sahih olup olmadığını tespit etmek zordur. Sorudaki husus da bunlardan biri olabilir...

59 Dinler bir kültürel alışkanlık mıdır?

- İlk İnsan ve insanlığın babası olan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir. Allah insanı yarattığı zaman onu kendine muhatap olacak şekilde donatmıştır. Akıl, fikir, gönül unsurları bu donanımlardan bazılarıdır.

İlahi hitaba kabiliyetli yarattığı insanlarla iletişim kurmak için -elçi olarak seçtiği bazı kimselere- melek vasıtasıyla vahyini göndermiştir. Böylece insanlık tarihi hiçbir zaman peygambersiz kalmamıştır.

“Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; çünkü hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.” (Fatır, 35/24)

mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.

Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, Türkler dahil  her bir millet, her bir topluluk mutlaka Allah tarafından gönderilen bir peygamberin mesajını almıştır.

Ancak, zamanla dindar olan insanların çocukları heva ve heveslerine kapılarak hak dinden uzaklaşmış ve yaratılıştan var olan dini duygularını tatmin etmek için bildikleri bazı dini ritüelleri de canlı tutmuşlardır.

Bu cümleden olarak, güneşe, Aya, yıldızlara, ağaca, ateşe tapmış olmalarına rağmen, edindikleri bu totem ve putların yanında hak dindeki atalarından kalma bazı gerçekleri de unutmamışlardır. Kur’an’da Cahiliye Araplarının putlara taptıklarını , fakat Allah’ı inkâr etmediklerini bildirmiştir:

“İyi bilin ki halis din, yalnız Allah için olandır. Ondan başka hâmiler edinenler ise, 'Allah katında yakınlığa vesile olsun diye onlara tapıyoruz.' derler.” (Zümer, 39/3)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Demek ki, hangi topluluk olursa olsun, İslam’dan önce -putlara taptıkları halde- yine hakiki dinin bazı unsurlarını taşımışlarsa, bunlar peygamberler vasıtasıyla gelen hak dinlerin birer kalıntılarıdır...

Hiçbir hak din, bir gelenek ve kültürle bağlantılı olarak ortaya çıkmamıştır. Bunun en açık delili, Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçekler, o günkü müşrik topluluğun bütün dini geleneklerini ve kültürlerini altüst etmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözlerini güzelce anlayarak okuyan bir kimse, hak olan semavi dinlerin, mevcut kültürün etkisinden çok uzak oldukları gibi, o kültürü ortadan kaldırmak için pek çok prensipler vazettiklerini rahatlıkla kavrayacaktır:

“Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir."

"Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor."

"İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?” (Sözler, s. 237-238)

60 Ölüme yakinen inanana şaşarım, nasıl sevinçli olabiliyor, sözü hadis midir?

İmam Gazali’ye nispet edilen “Mecmü'atü'r-resail” isimli eser, müellif tarafından bu isimle yazılan bir kitap değildir. Bazı yayın evleri, Gazali’nin 20’den fazla eserini bir araya getirip aynı kitapta basmış ve bu ismi vermişlerdir. Türkçedeki tercümede de bunu kullanmışlar.

1)  “Ey İnsanlar!” diye başlayan uzun bir hadisin bir bölümü soruda yer almıştır. Bu rivayetin uydurma olduğu bildirilmiştir. (bk. Merkezu’l-Fetva, rakam: 213121)

- Değişik başlangıca sahip olmakla beraber, aynı ifadeleri kullanan kaynakların rivayet ettiği sened zincirinin hepsinde “Cisr b. Ferkad” adında -yaramaz- bir ravi vardır. (Örneğin bk. Bezzar, el-Bahru’z-zehhar, 9/43; Taberani, el-Kebir, 18/160; İbnu’l-Cevzi, el-Mvduat, 3/252-53;  Beyhaki, el-Ba’s:1/178 ).

- İbn Cevzi, bu rivayetin uydurma olduğunu açıkça ifade etmiştir. (bk. a.g.y)

- Hafız Heysemi de Taberani’den naklettiği bu rivayet için “İçinde Cisr b. Ferkad adında zayıf bir ravi var.” diyerek, rivayetin zayıflığına işaret etmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 7/31)

2) “Ey Âdem oğlu” diye başlayan hadis rivayetine gelince, bunu sahih hadis kaynaklarında bulamadık.

Bununla beraber bu rivayet bazı tarih kaynaklarında yer almış ve bunun Hz. Musa’nın sahifelerinde zikredildiği belirtilmiştir. (Örneğin bk. Tarihu’t-Taberi, 1/451-452)

Ancak senedinde yer alan “el-Madi b. Muhammed” adlı ravinin çok zayıf olduğu bildirilmiştir.

- İbn Abbas’tan gelen rivayette “bunun altından bir levha içinde yazılı olduğu” bildirilmiştir. (bk. Beyhaki, ez-Zühdü’l-kebir, 1/214)

- İbn Hibban bunu “Sahih”inde zikretmiştir. (bk. 2/76) Bazı alimlere göre bu eserde en “münker” hadis budur.

- Bezzar da Ebu Zer’den yapılan bu rivayet için “bunun başka bir senedi yoktur” demek suretiyle rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (bk. el-Bezzar, Müsned, 9/ 454; Keşfu’l-Estar, 3/57)

Özetlersek, kutsi hadis olarak bildirilen bu iki hadis rivayeti, meviza ve rikak kitaplarında yer almasına rağmen, muhakkik araştırmacıların büyük çoğunluğu bunların zayıf olduğu görüşündedir.

61 İslam'ın iktidara bakış açısı nedir?

İktidar devleti yönetme yetkisidir. Bu yetki İslam'a göre ehline verilir. Ehli olanın bilinmesinin zorlaştığı zamanlarda, ehil kişilerin kendilerini tanıtarak vazifeye arz etmelerinde bir sakınca görülmemiştir.

Birçok yetki ve imkan insanı özünden uzaklaştırabilecek imtihanları içinde barındırır, ama bu sonuç kaçınılmaz değildir. Kul, özüne sadık kalma mücadelesi vererek kul olur.

"Âdil yönetici" hakkında Peygamberimiz (asm)'in övgüleri vardır; yani iktidar aynı zamanda büyük ecir alma imkanı da verir...