Diğer Kitaplar konusunda en çok merak edilenler

1 İncil hangi dilde yazılmıştır; Yunanca mı, Aramice mi?

İlk dönem Hristiyan müellifleri, sözler anlamına gelen "Logia" isimli İbranice-Aramice adlı İncil'in varlığını haber vermektedirler. Bunun yanı sıra, XVIII. yüzyıldan itibaren İnciller üzerinde araştırma yapmaya başlayan bazı Batılı bilim adamları, günümüzde mevcut dört İncil daha ortaya çıkmadan önce, tek bir İncil'in mevcut olduğunu, mevcut İncillerin bu İncil'den istifade edilerek yazıldığını haber vermektedirler.

Bu araştırmacılardan Lessing, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru ortaya attığı bir tez ile dört İncil'den önce, aslî bir İncil'in var olduğunu, bunun dilinin Aramice olduğunu, Matta, Markos ve Luka'nın, İncillerini yazarken bundan istifade ettiklerini söylemiştir.

J. G. Eichon da bu ilk aslî nüshanın varlığını haber vermektedir. J. Wellhausen'e göre, bu ilk aslî nüsha Markos'a aittir. Markos Aramice olarak bu ilk nüshayı yazmış, bilâhare bunu genişleterek Yunancaya çevirmiştir. Ona göre, Matta ve Luka İncilleri, bu Aramice aslî nüsha ile bunun Yunancaya tercüme edilen nüshasından istifade edilerek yazılmışlardır. Zahn'a göre, bu aslî nüsha, Markos'a değil; Matta'ya aittir. Halen elde mevcut olan Matta ve Markos, bu aslî nüshadan istifade edilerek yazılmışlardır.

L. Waganay ise, aslî nüshanın Markos'a ait olduğunu söylemekte ve Markos'un bunu, Petrus'un vaazlarından istifade ederek yazdığını ileri sürmektedir. Ona göre bu Aramice aslî nüshadan, Aramice olarak Matta İncili kopya edilmiştir. Yunanca yazmış olan Matta ile Luka, bu Aramice yazılı olan Markos ve Matta'ya dayanılarak kaleme alınmıştır.

Yine bazı İncil araştırmacılarına göre, halen elde mevcut olan İncillerden önce Hz. İsa (as)'ın sözlerini ve mûcizelerini ihtivâ eden yazılı, küçük ve müstakil parçalar vardı. Mevcut İncillerin yazarları, eserlerini kaleme alırken bu parçalardan istifade etmişlerdir.

İncil nüshalarından aslına en yakın olan Barnaba İncilidir. 

Son zamanlarda Ülkemizde de İncil'in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir:

Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma ", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35)

Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir.(bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94).

Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde "Kültür Basın Yayın Birliği" tarafından neşredilmiştir.

2 Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir?

1. İnsanoğlunun yaratılması, Allah’a kulluk etmeleri içindir. Bu kulluğun nasıl yapılacağını göstermek için de birer rehber olarak elçiler ve kitaplar gönderilmiştir.

 Kitapların, peygamberlerin gönderilmesi, insanların âdil bir imtihan geçirmelerinin olmazsa olmaz şartıdır.

Gerçeği anlamak için insanlara akıl, şuur verildiği gibi, imtihanın âdil ve eşit şartlarda geçmesi için de onların her birisine özgür irade verilmiştir. Özgür iradesini kullanamayan, aklı olmayan çocuk, deli ve icbar altında olanlar bu imtihandan muaftır.

Bu tablo karşısında yer alan insanlar, bu gelen peygamberlere ve kitaplara iman edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılır.

“Dinde zorlama yoktur...”(Bakara, 2/256)

mealindeki ayetten iki şey anlıyoruz: Birincisi; dine girmelerini sağlama adına, insanlara hiçbir surette baskı yapılamaz. İkincisi; dine girmemelerini engelleme adına hiçbir surette baskı yapılamaz. Bu prensibi bize öğreten Allah, kendisi de aynı prensibe uygun hareket ediyor.

Buna göre Allah, peygamberlere iman edenleri engellemediği gibi, iman etmeyenleri, hatta onları öldürenleri de engellemiyor. Kitaplara iman edip sahip çıkanları engellemediği gibi, onları tahrif edenleri de engellemiyor. 

Eğer Allah, bütün katillerin, canilerin, hırsızların, dinsizlerin, tahrifçilerin ellerinden tutup onları yaptıklarından alıkoysa, bu takdirde dünyada kötülük namına bir şey kalmaz ve tabii ki, bu durumda imtihandan da söz edilemez.

2. Daha önceki peygamberler, belli kavimlere ve belli bir süre için gönderilmişlerdir. Onların kitapları da sadece o kavimler ve belli bir süre için geçerlidir. Onun için Allah onları koruma altına almamıştır. Çünkü o peygamberin gönderildiği süre dolunca veya kitabı tahrife maruz kalınca Allah peşinden başka bir peygamber ve başka bir kitap göndermiştir. Ama bizim Peygamberimiz (asm), bütün zamanlar ve mekanlar için gönderilmiş son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, eğer Allah O’na (asm) verdiği Kur’an’ı korumasaydı, daha sonraki asırlarda gelen/gelecek insanların doğru yolu bulmaları mümkün olmazdı.

3. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Hava'yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşten yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu, diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

4. Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır.

Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'a indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud (as)'a gelen Zebur da Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeple, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

«Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

"Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: 'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitap ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız.' " (Bakara, 2/136)."

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (as) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygamber (asm)'e gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.

Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebep, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..." (Hicr, 15/9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır; hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

(bk. Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 94-97)

3 İncil'de geçen Faraklit kelimesinin Peygamber Efendimize işaret etmediği iddia ediliyor; bu kelimenin gerçek durumu nedir?

Cevap 1:

Paraklit veya Faraklit (Yunanca: Parakletos), Hristiyanlık'taki Kutsal Ruh'un, Kitab-ı Mukaddes'in bazı Yunanca tefsirlerinde bazı bölümlerde kullanılan adı. Bununla beraber güncel tefsirlerde Kutsal Ruh ve Gerçeğin Ruhu tabirleri kullanılır. 

Paraklit sözcüğü Yuhanna İncili'nin 14:16, 14:26, 15:26 ve 16:7'inci ayetleri ile Yuhanna'nın Birinci Mektubu'nun 2:1 no'lu ayetinde Kutsal Ruh'u anlatmak üzere kullanılmıştır. Sözcük Yeni Antlaşma'nın bazı İngilizce çevirilerinde Tesellici (Comforter) ya da Yardımcı / Tavsiyeci (Advocate) olarak çevrilmiştir. Sözcük antik Yunanca'da mahkemede yardım eden kişi anlamında da kullanılmıştır. Kumran Yazıtları ya da Ölü Deniz Tomarları olarak bilinen metinlerde sözcük Gerçeğin Ruhu olarak geçer.(VİKİPEDİ ansiklopedisi).

Cevap 2:

İslamî görüşlere göre Paraklit ismi ile İslam Peygamberi Muhammed (asm) kastedilmektedir.

Yunanca Parakletos kelimesi en basit anlamıyla "yardımcı" demektir. Yine Yunanca bir kelime olan Periklutos ise "övülmüş" (İngilizce: praised one) anlamına gelmektedir. İslam Peygamberi Muhammed (asm)'in isimlerinden biri olan Ahmed de "övülmüş" anlamına gelmektedir. Bu nedenle bazı İslam alimlerince Parakletos sözcüğünün Periklutos ile aynı sözcüktür ve Ahmed ile anlam olarak örtüşmektedir (bk. a.g.e; ayrıca bk. Alusî, XXVIII/86-88;  Elmalılı Hamdi Yazır, VIII/12-17).

Yuhanna İncil'inden bir âyet:

“Mesih: ‘Ben, benim ve sizin Rabb’inize gidiyorum. Ta ki size Tevil’i getirecek olan Faraklit’i göndersin’ dedi.”

Faraklit, hakkın ruhu, hak ile bâtılı birbirinden tamamen ayıran mânâlarına gelir. Evet Allah Resûlü (asm), hakkın ruhudur. Çünkü ölü kalbler ancak O’nun (asm) getirdiği hak ile hayat bulmuştur. O insanların hidayete ermesi için kendini feda edercesine bir mücadele vermiştir ki; hak ile bâtılın birbirinden ayrılması, ancak böyle bir mücâdele ve mücâhede sonucu vuku bulmuştur. İşte Hz. Mesih’in haber verdiği bir Faraklit gelmiştir. O da Allah’ın (cc) son elçisi İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed (asm)’dir.

Yuhanna İncili bab: 14. âyet 15 ve 16 da şöyle deniyor:

“Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben Rabb’e yalvaracağım ve O size başka bir tesellici, hakikat ruhunu (Faraklit) verecektir; tâ ki daima sizinle beraber olsun.”

Şimdi de sırasıyla şu âyetlere bakalım:

“Faraklit, öyle bir Ruhu’l-Kudüs’tür ki, Rabb O’nu benim ismimle (yani peygamber olarak) gönderecektir. O size her şeyi öğretecek ve benim size söylediklerimi de tekrar hatırlatacaktır.” (Yuhanna, Bab: 14, Âyet 26).

“Faraklit geldiğinde benim için şahitlik edecektir ve siz de bana şahitlik edersiniz.” (Yuhanna, Bab: 15, Âyet, 26-27).

“Faraklit geldiğinde bütün âlemi, hataları sebebiyle kınar ve onları terbiye eder.” (Yuhanna, Bab: 16, Âyet, 8).

“Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü, gitmezsem, Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için, ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir. Günah için; çünkü bana iman etmezler. Salah için; çünkü Babama gidiyorum, ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm için; çünkü bu dünyanın reisinde hükmedilmiştir. Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o, hakikat Ruhu, gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir.”(Yuhanna, 16/7-13).

Yuhanna’nın bu ayetlerinde “Faraklit/Paraklit” kelimesi, "Tesellici, Hakikat Ruhu ve Ruhü’l-Kudüs" olarak tercüme edilmiştir. Bu son ayetler Necm Suresinin üçüncü ve dördüncü ayetleriyle tamamen örtüşmektedir:

“O, kendi  arzusuna göre  konuşmaz. Onun konuşması, (Allah tarafından) kendisine vahiy edilen bir vahiyden başka bir şey değildir.”

Yuhanna Arapça tercümesinde de Türkçedeki  ifadelerin aynısı kullanılmıştır.(bk. İncilu Yuhanna,  el-Eshahu’r-rabi aşer: 16, 26;  el-Eshahu’l-hamis aşer: 26;  el-Eshahu’s-sadis aşer: 7-8).

“Fakat benim ismimle Babamın göndereceği tesellici, Ruhu’l-Kudüs”(14/26) ifadesinin Arapça versiyonu “ve emma el muazzî er-Ruhu’ellezi yursiluhu ebi bi ismî”; İngilizce’deki versiyonunda ise, “But the Hepler, the Holy Spirit, whom tehe Father  will send in My name” şeklindedir.(Benim ismimle, benim adıma..).

Türkçedeki “Tesellici” kelimesi yerine,  İngilizce tercümesinde, “Hepler = yardımcı”, Arapça’sında ise, “Muazzî = Tesellici) kelimesi kullanılmıştır.

“Ben Babaya yalvaracağım” cümlesi,  Arapça’sında “Atlubu minel ebi = Babadan isteyeceğim”; İngilizce’sinde ise “ I Will pray Thr father” şeklindedir (yalvarmak, istemek, dua etmek). Görüldüğü gibi , üç tercüme arasında çok küçük nüanslardan başka bir fark yoktur.

Cevap 3:

Kur'an'a göre Hz. Muhammed (asm)'in gelişi Tevrat ve İncillerde müjdelenmiştir:

"Bir vakit Meryem oğlu İsâ şöyle dedi: 'Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın Resulüyüm, önümdeki Tevratın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek bir Resulün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed'dir'. Sonra o onlara açık delillerle gelince 'Bu apaçık bir sihir.' dediler." (Saff, 61/6)

Bu ayette  "Benden sonra gelecek" ve "Onun adı Ahmed'dir." cümlelerine özellikle vurgu yapılmış ve müjdenin doğruluğuna dair tevafuk penceresinden belgeler gösterilmiştir.
Şöyle ki: 

a. "Benden sonra gelecek" anlamındaki "Ye'tî min b'adî" ifadesinin kelime ve harfleriyle birlikte ebced değeri: 611'dir. Ki bu tarih Hz. Muhammed (asm)'in peygamber olduğu tarihtir. Bu tevafuk âyetin manasını pekiştirecek ve o cümlenin kullanılmasının hikmetini ortaya koyacak mahiyettedir.

b. İkinci vurgulu cümle  olan "Onun adı Ahmed'dir" mealindeki  ifadenin  ayetteki Arapça metninde yer alan ilk kelime "ismuhu"nun ebced değeri, 106= 2x53'tür. İkinci kelime "Ahmed"in ebced değeri  ise, 53'tür. Demek ki bu ayette bir taraftan Hz. Muhammed (asm)'in risalet tarihine,  diğer taraftan onun Ahmed ismine dikkat çekilmiştir.

c. Ebced değeri 53 olan  ve miladî 611'de peygamber olan Hz. Ahmed (asm)'in söz konusu yapıldığı bu ayet, Kur'an'daki sırası itibariyle de aynı rakamlara işaret etmektedir. Çünkü, bu ayet  Kur'an'ın 5169. ayetidir. Bu sayıdan Hz. Peygamber (asm)'in risalet tarihi olan ve "Benden sonra gelecek" cümlesinin de ebced değeri olan 611'i çıkardığımızda,  geriye 4558 rakamı kalır ki, bu sayı  "Ahmed" isminin ebced değeri olan 53'ün 86 katıdır. 86 sayısı ise, ayette yer alan "benden sonra" ifadesinin Arapçası olan "Ba'dî" kelimesinin ebced değeri olduğu gibi, Hz. Ahmed (asm)'in peygamberlik müddeti (23) ile vefat ettiği zaman ki yaşı (63)nı göstermektedir.

d. Elmalılı Hamdi Yazır, Fatih kütüphanesinde bu mesele ile ilgili bir eser gördüğünü, orada bir papazın İncillerdeki "Faraklit" müjdelerinin, Kur'an'ın bu âyetinde haber verilen "Benden sonra gelecek Ahmed isminde bir peygamberi müjdeleyeci olarakç..." şeklindeki müjdesi olduğuna kanaat getirerek Müslüman olduğunu ve bu hususa dair bir risale yazdığını belirten ifadelere rastladığını söylemiştir.(bk. Yazır, , VIII /16).

e. Bediüzzaman Said Nursi de Hz. İsa (as)'ın bu müjdesine dikkat çekmekte ve diğer peygamberlerden daha çok Hz. Muhammed (asm) ile ilgilenmesinin, diğer bazı peygamberlerin Hz. Muhammed (asm)’le ilgili olarak normal bir takım haberler vermelerine karşılık, Hz. İsa (as)'ın çok kuvvetli bir tarzda "Müjde" şeklinde ondan (asm) söz etmesinin hikmetini -mealeln- şöyle açıklamaktadır:

"Her şeyden önce, Hz. Muhammed (a.s), Hz. İsa (a.s)'yı, Yahudilerin dehşet verici tekzip ve iftiralarından, onun dinini müthiş tahrifattan kurtarmıştır. Bununla beraber, Hz. İsa (a.s)'yı peygamber olarak tanımayan İsrailoğullarının bir takım zorlukları ihtiva eden şeriatlerine karşılık, Hz. Muhammed (asm)'in getirdiği şeriatın hükümleri kolay, evrensel ve Hz. İsa (a.s)'nın getirdiği şeriatın prensiplerini de tamamlayacak mahiyettedir. İşte bu sebepledir ki, O çok defa "Alemin reisi geliyor" diye müjde vermiştir."( bk. Nursi, Muktubat, 171).

Cevap 4:

Tevrat ve İncil aslen vahiydir. Ancak değişik nedenlerden dolayı bu ilahi kitaplara ilaveler ve çıkarmalar olmuştur. Ayrıca değiştirmeler de yapılmıştır. Ancak "Göl yerinde su eksik olmaz." kabilinden Son Peygamberden bahseden bazı cümleler, kelimeler de kalmıştır.

Bu konuda yapılan en detaylı inceleme Hüseyin-i Cisriye aittir. Hicri 1261-1327 yılları arasında yaşayan ve anne ile babası Ehl-i beytten olan bu Suriyeli alim, söz konusu mukaddes kitaplardan Efendimiz (asm) ile Alakalı 114 işaret çıkartmış ve bunları Türkçeye de çevrilen Risale-i Hamidiyye'sinde neşretmiştir.
Eski mukaddes metinler arasında en çok tahrif edilmiş olma özelliğini taşıyan Tevratta bile, Peygamberimize (asm.) ait şu işaretler vardır:

“O, iki binici gördü, biri merkep üzerinde, diğeri deve üzerindeki binicilerdi. O, dikkatle dinledi.” (İşaya xxı, 7)

Burada peygamber İşaya tarafından bildirilen iki biniciden merkep üzerinde olanı Hz. İsa (as)'dır. Çünkü İsa peygamber, Kudüse bir merkep üzerinde girmiştir. Deve üzerinde olan kişiyle de Peygamber Efendimize (asm) işaret edildiği açıktır. Efendimiz (asm) Medine'ye girişte devesinin üstündeydi.

Ayrıca İncil tercümelerinde faraklit veya paraklit (perikletos) kelimeleri aynen muhafaza edilirken, yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercümelerinde bu kelime değiştirilerek Arapça tercümelerinde “muazzi”, Türkçe tercümelerinde ise “teselli edici” şeklinde verilmiştir.

Hazreti Şuayb (as)'ın suhufunda, Efendimiz (asm)'in ismi Müşeffeh şeklinde geçer ki, kelime olarak tam karşılığı “Muhammed” dir. Tevrat'ta geçen "Münhemenna" isminin karşılığı da, yine Muhammed'dir. (bilindiği gibi Muhammed kelimesinin lügat karşılığı da “tekrar tekrar methedilmiş” şeklindedir.)

Bunların dışında, Efendimizin (asm) ismi, Tevrat'ta çoklukla “Ahyed”, İncilde ise, ”Ahmet” olarak geçmektedir. (bk. Kenzu’l-ummal, h. no: 1021; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 108, 112; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1/35)

[Bilgi için bk. Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (Zerdüşt, Hindu, Budist), A. H. Vidyarthi; Çeviren: Kemal Karataş, İnsan Yayınları; İstanbul, 1997; Hüseyin Cisri, Risaletü'l-Hamidiye fi hakikati'd-Diyaneti'l-İslamiye ve Hakkiytü'ş-Şeriatü'l-Muhammediye.]

İlave bilgi için tıklayınız:

Eski kitaplarda peygamberimiz Hz. Muhammede (a.s.m) işaretler var mıdır?

4 Allah neden Kur'an-ı Kerim'i en son göndermiştir?

Hikmetini anlayamadığımız bazı şeyleri de Allah’a bırakmak, imanımızın kemalini ve dinimizdeki sadakatimizi gösterir.

Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz, vasıtasız yaratır. Mesela, insanların hepsi anne ve babadan gelirken, Hz. Âdem (as)'i hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'yı babasız, Hz. Havva'yı da annesiz olarak Hz. Adem'im kaburga kemiğinden yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimiz (asm)'in emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla, bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Allah, Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşten yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, "Neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim’i korudu?" diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılması olmasaydı, bu kadar insan terakki edemeyecekti. Tohumun ağaç olması için ambardan tarlaya girmesi gibi, insanoğlu da cennet ambarından dünya tarlasına inmiştir. Ta ki ağaç gibi terakki edebilsin.

Bunun gibi diğer kitaplar değiştirilmeseydi, o zaman Kur'an-ı Kerim'in gelmesi söz konusu olmazdı. Onlar değiştirilecek ki Kur’an’a yol açılsın.

Peygamberimiz (asm)'in diğer peygamberler arasındaki konumu bellidir. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve peygamberliği belli bir zamana ve belli bir döneme ait olmayıp, bütün zaman ve dönemleri içine alıyor. Hem de insan ve cinlere gönderilmiştir. Diğer peygamberler öyle değildir.

Öyleyse bu Peygamber (asm)'in kitabı da bütün zaman ve mekanları içine alacak şekilde olmalıydı. Eğer değiştirilemez mührü olmasaydı, insanlar bu kitabı da değiştireceklerdi. Bu mühür onu korumuştur.

Allah isterse, hiçbir kimse ona karşı bir şey yapamaz. İşte Kur’an’ı muhafaza ederek bunu göstermiş oluyor.

MÂdem ki en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse ilkokul çocuklarına da verilsin, diyebilir miyiz. İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir. Hz Âdem’den bu yana insanlık hocalarından ders alarak sanki üniversite seviye gelmiş ve İslâm dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlkokulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.

İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslâm dini ve Yüce Peygamberi (asm) gönderilmiştir. Burada deneme yanılma söz konusu değildir. Milletlerin seviyesine göre tamamen hikmete uygun bir şekilde kitap ve şeriat gönderilmiştir.

Kitapların Genel Bir Değerlendirmesi

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Hz. Davud (as)'a gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelikde bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle demiştir:

«Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm)
ashabına şöyle buyurdu:

«Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: 'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabbları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz.' " (Bakara, 2/136).»

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimiz (asm)'in vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimiz (asm)'e Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur.

Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimiz (asm)'e yeni baştan okurdu. Efendimiz (asm)'in vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimiz (asm)'in tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere (asm) gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1.400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belagatına erişilememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

«Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz...» (Hicr, 15/9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır; hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasip olmadığı gibi, semavi kitaplardan hiçbirine dahi nasip olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

(bk. Mehmed DİKMEN, İslâm İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 94-97).

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi hakkında detaylı bilgi verir misiniz?..

5 Kuran-ı Kerim, Tevrat, Zebur ve İncil'in anlamları nelerdir?

Kuran-ı Kerim

Son vahiy dini olan İslâm'ın kutsal kitabı. Kur'ân, tercih edilen görüşe göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir.

Tevrat

İbranice "tura" kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat kanun, ittifak, birlik, anlaşma, sözleşme, adlaşma gibi anlamları dile getirir. İslam geleneğinde Hz. Musa (as)'a nazil olan kitabı belirtir. Yahudi geleneğinde ise, bugün Ahd-i Atik (Eski Ahit) denilen kitaplar toplamının adıdır.

Zebur

Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s)'a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitap. Lügatte Mezmur, "Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud'a inen Zebur'un sûrelerinin her biri" anlamlarına gelir. Mezmur "yazılmış" manasına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur'un "Hikmetli kitap" manasına geldiğini; Âl-i İmran, 3/184 ayetindeki "Zebûr" kelimesinin "menetmek" manasına gelen "Zebr" kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da halkın hilâfına olan hususlardan meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır. (Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417).

İncil

Allah tarafından Hz. İsa (as)'a gönderilen; Tevrat'ın aslını doğrulayan Kur'an-ı Kerîm tarafından tasdik edilen ve bir anlamı da "yol gösterici, aydınlatıcı" olan (bk. Maide, 5/46-48), dört büyük kitaptan birisi. Yunanca "Evangelion"; iyi haber, müjde demektir. Esas itibariyle Hz. İsa'nın hayatını, mucize ve faaliyetlerini, söylediği hikmetli sözleri, tebliğ etmiş olduğu şeriat hakkındaki peygamberane hakikatları anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime ile ilk Hristiyanlar; İsa'nın insanlara bildirisini, onları kötülük ve günahtan kurtarmağa ve selamete götürmeğe geldiğine dair vaadini anlatmış ve adlandırmışlardı. Hz. İsa da onu; "Tanrı'nın Krallığı'nın müjdesini (iyi haberini) duyurma" olarak tanımlar. (Kitâb-ı Mukaddes, Matta, I, 1, 14; S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London, 1970, s. 310; Anne Merie Sechimmel, Dinler Tarihine Giriş Ankara 1955, s. 210).

6 Tolstoy Müslüman mıydı?

Tolstoy'un Müslüman olduğuna dair bilgiler vardır. Ancak yine de gerçeği Allah bilir. Ünlü Rus yazar Tolstoy'un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed'in (s.a.s.) hadislerini derlediği bir risalesi olduğu ortaya çıktı. Tolstoy'un bu eserinin, Rus halkında İslam'a ilgi uyandırmaması için komünizm döneminde gizlendiği belirtildi.

"Muhammed her zaman Evangelizmin (Hristiyanların) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O'nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur." Bu sözler, tanınmış Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy'a aittir.

1909 YILINDA NEŞREDİLDİ

Tolstoy, bu risalesini 1909 yılında neşretti. Ancak kitap Rusları etkilememesi için devlet tarafından bilinçli bir politikayla gözlerden uzak tutuldu. Sovyetler'in yıkılması ile 1990 yılında eser, Rusça olarak yeniden yayımlandı. Tolstoy'u bu kitabı yazmaya yönelten olay ise 1908 yılında Hindistanlı âlim Abdullah El Sühreverdi'nin "Hz. Muhammed'in Hadisleri" adlı kitabını okuması sonrasında gerçekleşti. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturdu. Tolstoy daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparladı. Tolstoy'un seçtiği hadislerden bazıları şöyle:

"Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da hakikati söyleyin."
"Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir."
"İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz."
"Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz." 

NAKŞÎ DERVİŞLERİYLE GÖRÜŞMÜŞ

"Hz Muhammed" risalesini Karakutu Yayınları için Türkçe'ye çeviren Arif ARSLAN Tolstoy'un yaşadığı dönemde Tataristan'da faaliyet gösteren Nakşî dervişleriyle görüştüğünü bu belgelerin Tatar Edebiyat Tarihi kitaplarında yer aldığını söyledi. Buna göre; Tatarlarda 1860 yıllarında çok ilginç bir sofi teşkilatı meydana gelir. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatına mensuptur. Bahauddin Vaisov, Tolstoy ile görüşmüş ve ona bu tarikatı anlatmıştır. Tolstoy'da onların fikirlerinin pek çoğuna katıldığını yazışmalarda ifade ediyor. Tolstoy bu yazışmalarda kendi çevirdiği hadislere de yer veriyor. Tolstoy'un Arap dilini bilmediği için İslam'ı Rus misyonerlerinden öğrendiği söyleniyor.

MÜSLÜMAN GİBİ DEFNEDİLDİ İDDİASI

"Hz Muhammed" kitabını Rusça'dan Azericeye çeviren Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev ise kitapta bir Arapla evlenip İslam'ı kabul etmiş Valeriya Porohova isimli Rus bir kadının anılarına da yer veriyor. On bir yıl eşiyle Suudi Arabistan'da yaşayan Bayan Porohova, Kur'an-ı Kerim'i Rusça'ya tercüme etmiş. Porohova, ünlü yazar Tolstoy'un son zamanlarında İslam'ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini iddia ediyor. Tolstoy'un İslami usullere göre defnedildiğini iddia eden Porohova, mezarının başında Hristiyanlığın sembolü olan Haç'ın da yer almadığını belirtiyor. Sovyet hükümetlerinin bu gerçeği uzun yıllar gizlemeye çalıştığını kaydeden Prof. Aliyev, Tolstoy'un Müslüman olduğunun öğrenilmesi halinde, Rus halkında İslam'a yönelme akımının başlamasından korkulduğunu ileri sürüyor.

Kitap, Rus Yelena Vekilova'nın Tolstoy ile oğulları üzerine yaptığı çarpıcı mektuplaşmaya da yer veriyor. Azeri kökenli General İbrahim Ağa ile evli olan Vekilova biri üniversitede, diğeri askeri okulda okuyan iki oğlunun babalarının dini İslam'a meylettiğini söylüyor. Bu durumda ünlü Rus yazara Rus ve Hristiyan olarak kendisinin ne yapması gerektiğini soruyor. Tolstoy şu cevabı veriyor:

 "Muhammediliğe, Hristiyan dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür."

Tolstoy, mektubun devamında;

"Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve O'nun peygamberini kabul ederdi."

VEREMDEN ÖLDÜ

1828'de doğan Tolstoy, önce annesini, sonra babasını kaybetti. Dokuz yaşından itibaren halasının gözetiminde büyüdü. Asil ve zengin bir ailenin çocuğu olan Tolstoy, çocuk yaşında Fransızca ve Almanca öğrendi. 1844'te Kazan Üniversitesi'nde Doğu Dilleri üzerine eğitim görmeye başladığı hâlde, bohem yaşama olan düşkünlüğü ile bu eğitimi yarıda bıraktı. On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan servetin vârislerinden birisi olarak genç yaşında büyük bir servete kondu. 1851'de Kafkaslara askeri eğitim almaya gitti. İki yıl sonra Osmanlılara karşı savaşmak üzere cepheye katıldı. 1856'da ordudan ayrıldı. Çocukluk anılarını anlattığı "Çocukluk"u 1851'de henüz yirmi üç yaşındayken kaleme almaya başladı. Kafkas halklarının yaşamını ele aldığı "Hacı Murat" ve "Kazaklar" romanlarını 1852'de, Kırım Savaşı'nı anlattığı "Sivastopol Hikâyeleri"ni 1855'te yayımladı. Ardından Fransa, İngiltere ve Belçika'ya seyahatler düzenledi. 1862'de evlendi. Ertesi yıl en önemli eserlerinden "Savaş ve Barış"ı yazmaya başladı, altı yıl sonra 1869'da tamamladı. 1873'te bir diğer klasik eseri "Anna Karanina"yı kaleme almaya başladı ve üç yılda bitirebildi.

Bir diğer güçlü eseri "Diriliş"i yirmi yıl sonra yazmaya başladı ve 1899'da tamamladı. Ara dönemde "Din Nedir"i, "Ölüm Manifestosu" ve "Üç Ölüm" gibi insan, yaratıcı ve ölümü ana tema olarak ele aldığı hikâye ve romanları yazdı. Tolstoy, seksen iki yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalara kızarak çocukluğundan beri yaşadığı Yasnaya Polyana'daki evini terk etti. 20 Kasım 1910'da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan'a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova'da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana'daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömüldü.

7 Bir Müslüman olarak Tevrat, İncil ve Zebur'u okumakta bir sakınca var mıdır?

Tevrat, İncil ve Zebur tahrif edildiği için, bu kitaplarla amel etmek caiz değildir. Müslümanlar Kur'an-ı Kerim ile amel ederler. Ancak bu tahrif olmuş kitapları şu anki durumu nedir, İslamiyete uygun yerleri var mıdır, Peygamber Efendimize (asm) işaret eden ifadeler nelerdir, diye merak edip bilgi sahibi olmak için okumakta bir sakınca yoktur.

Nitekim cünüp olan bir kimsenin Tevrat, İncil ya da Zebur okumaları hakkında farklı görüşler olmakla beraber, yetkili ilim adamlarımıza göre mekruhtur. Çünkü bu üç Kitap her ne kadar bir takım değişikliklere uğratılmışsa da içinde Allah (C.C.) Kelâmının izleri mevcuttur. Bu nedenle cünübün, ayhali ve loğusa kadının Se­mavî Kitapları okuması hürmetsizlik sayılmıştır. Fukahanm bu tesbit ve görüşü aslında İslâm'ın diğer semavî din­lere gösterdiği yakın ilgiyi yansıtmaktadır. Ne yazık ki Yahudilerle Hristiyan din adamları Kur'ân'a bu saygıyı hiçbir zaman gösterme­işlerdir.  (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/115.)

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'a indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud'a (as) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa'nın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:"

"Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: 'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz.' "(Bakara, 2/136)."

(Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 94-97.)

8 Semavi kitaplar bozulmasaydı İslam dini gönderilir miydi? Zebur ve İncil niçin gönderilmiştir? Her canlının Müslüman olarak doğduğunu belirten hadis ve ayetlere örnek verebilir misiniz? Zebur Hz. Davut (as)'a indirildi, peki o kitap hangi dini temsil...

"Diğer semavi dinler bozulmasaydı, İslam dini gelir miydi?" konusu bir varsayımdır ve varsayımlar hakkında yorum yapmak da yanlış olacaktır. Her şey Allah'ın ilmindedir ve gelecekte nasıl olacaksa Allah onu o şekilde bilmektedir.

Semavi kitaplar kendi zamanlarında gönderilmesi gereken en mükemmel kitaplardır. Nasıl ki, bir ilkokul çocuğuna çarpım tablosunun öğretilmesi, ne eksiktir ne de fazladır. Fakat üniversitedeki öğrenciye çarpım tablosunun öğretilmesi, abestir ve eksiktir. Bunun gibi, Kur'an'dan evvel gelen kitaplar, kendi zamanlarının en iyisidir ve o zamanlarda onların gönderilmesi hikmettir.

İncil, Hz. İsa (as)'a gönderilen, Tevrat'ın aslını doğrulayan, insanlar tarafından bozulan Tevrat'ın hükümlerini doğrusunu açıklamak üzere gönderilmiştir. Hz. İsa (as) döneminde tıp revaçta idi.

Hz. Davut (as) İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdârdı. Soy bakımından Yâkub aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna dayanır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti. Kendisine İbrâni dilinde Zebûr kitâbı verildi.

Zebur
manzum şekilde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur. Zebûr, meşhur dört ilâhi kitapdan biri olup, Tevrât'tan sonra gönderilmiştir. Vâz ve nasihat şeklinde olup, Tevrât'ı kuvvetlendirdi. Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından,Tevrât'ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı.

Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Mûsâ (as)'ın getirdiği dini kuvvetlendirmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Her insanın, İslâm fıtratı üzerine yaratılması ne demektir?..

9 Dört İncil hakkında bilgi verir misiniz?

Bugün dağıtılan İnciller, Kitab-ı Mukaddes olarak dört İncili de içerisine almaktadır.

Geçmiş peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa'nın (a.s.) sağlığında da İncil, yazılı kitap hâline getirilmemiştir. Çünkü İsa (a.s)'ın tebliğ süresinin kısa oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu. En erken yazıları İncil, İsa'dan sonra yetmişli yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazılan İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.

Bugün kilisece kabul edilmiş dört resmi İncil vardır: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bunların Havarilerden geldiği ve sahih olduğu kabul edilir. Bunlardan ilk üçü -birtakım ayrılıklara rağmen- ana mesele ve bölümlerinde birbirlerine yakındırlar. Bunlara, "aynı bakış açısıyla yazılmış anlamında, Sinoptik" İnciller adı verilir. Bu üç İncil, zaman bakımından dördüncü incilden öncedirler.(1)

Bu dört İncil'den Markos'un İncilinin en eskisi olduğu, Matta ve Luka İncillerinin, hem bunun eski şeklinden, hem de kaybolan ve "O" denilen bir kaynaktan metinlerini aldıkları söylenmektedir. Bu İncillerin dördüncüsü olan Yuhanna İncili ise, oldukça geç yazılmış mistik yönü ağır basan bir İncildir.(2)

Dört İncil ve yazarları şunlardır:

Matta İncili: Yirmi sekiz babtır. Matta, Havarilerden biri olup, M. 70 yılında Hristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Habeşistan'da ölmüştür. İncilde Hz. İsa (as)'ın Mesihliği üzerinde durur.

Markos İncili: Markos, Havarilerin reisi olan Petrus'un talebesidir. Hristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Mısır'da M. 62 yılında ölmüştür. İncili on altı bab olup Hz. İsa (as)'ın hayatından bahsetmektedir.

Luka İncili: Doktor veya ressam olduğu söylenen Luka, Pavlos'un talebesidir, Havari değildir. İncili M. 60 yıllarında yazmıştır. Yirmi dört babtır. İsa'nın hayatı ve tebliğ ettiği şeylerden bahsetmektedir.

Yuhanna İncili: Yirmi dört bab olan bu İncil'i yazanın Yuhanna'nın talebesi olduğu sanılmaktadır. Bu İncil'de Hz. İsa (as)'ın, Allah'ın oğlu olduğu tezi üzerinde ısrarla durulmaktadır. Aslında bugün elimizde bulunan İncil'de bu dört İncilin dışında yirmi üç İncil daha olup toplam yirmi yedi incilden meydana gelmiştir. Halbuki Allah'ın Hz. İsa (as)'a indirmiş olduğu İncil birdir. (Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, İst. 1968, s. 189).

Bir ilim adamının tespitlerine göre bugünkü İncillerin gayesi; Hz. İsa'nın sözlerini ve işlerini aktarmakla, onun yeryüzündeki risaletinin tamamlandığı sırada, insanlara bırakmak istediği talimatları onlara tanıtmak olmuştur. Talihsizlik, İncil yazarlarının bildirdikleri olayların görgü tanığı olmamalarından ileri gelir. Onlar, Hz. İsa'nın hayatı hakkında muhtelif Yahudi-Hristiyan cemaatlerinin, bugün kaybolmuş bulunan ve sözlü rivayetle nihai metinler arasında vasıta rolü oynamış olan, sözlü veya yazılı durumda korunan bilgilerin, o toplulukların sözcüleri tarafından anlatılmalarından başka bir şey değildir. (Maurıce Bucaılle, a.g.e., s. 369).

Dört İncil’de bulunan bazı tahrif belirtileri ve çelişkileri şöyle sıralayabiliriz:

1. Matta, Markos ve Luka İncillerine göre Hz. İsa (as)’ın risaleti bir yıl, Yuhanna’ya göre ise iki yıldan fazla sürmüştür.

2. Hz. Davud’dan (a.s.) Hz. İsa (as)’a kadar geçen kuşakların sayısı Matta’ya göre yirmi altı iken Lukaya göre kırk'tır.

3. İncillerin bazı yerlerinde Hz. İsa (as)’a uluhiyet isnad edilirken, bazı yerlerde de ona insanoğlu denmektedir. Bu ikisi arasında gözden kaçmayacak açık bir çelişki görülmektedir.

4. Hristiyanlığa göre Hz. İsa (as) çarmıha gerileceği sırada “Allah’ım! Allah’ım! Beni neden terk ettin!” diye Allah’a yalvarmıştır. Bu söz Tanrı İsa’nın ise, onun Tanrı olduğu halde kendini koruyamadığı anlaşılıyor. Peygamber İsa’nın sözü ise, onun Tanrı’yı hakkıyla tanımadığı anlaşılıyor. Çünkü bir peygamber “Allah’ım! Beni neden terk ettin?” demez. Bizim inancımıza göre ne Hz. İsa çarmıha gerilmiş ne de böyle bir yakarışta bulunmuştur.

5. Matta, Hz. İsa (as)’ın soy kütüğünü Hz. İbrahim (as)’e kadar kırk kişi olarak verirken, Luka bunun elli beş olduğunu söyler.

6. İncillerde Hz. İsa için sık sık “Allah’ın oğlu”, “Yusuf’un oğlu”, “Davudoğlu”, "Âdemoğlu” gibi ifadeler kullanılır. Bunların arasında açık bir çelişki vardır.

7. Markos İncil'inde, İncil Allah’a, Romalılara Mektub kitabında ise, Hz. İsa (as)’a nispet edilir.

8. Luka İncilinde bir yerde kurtarıcı Hz. Allah, diğer bir yerde de Hz. İsa (as) olarak verilmektedir.

9. İncillerde Tanrı'nın görülüp görülemeyeceği hususunda çelişkili bilgiler bulunmaktadır.

10. Bu İnciller, Allah Teala’ya nispet edilemeyeceği gibi Hz. İsa (as)’a da nispet edilemez. Allah’a nispet edilemeyeceğini, aslının korunamadığından, yazıya geçirilemediğinden, ortada, üzerinde ittifak edilen ortak bir metin olmadığından vb. durumlardan anlamaktayız. Hz. İsa (as)’a nispet edilemeyişini ise bu İncilleri onun yazdırmayışından, onu dinleyen ve dinleyenleri dinleyenlerin yazdıkları İnciller içinde bulunan tutarsızlık, yanlışlık ve çelişkilerden anlamaktayız. Bu İncillerin Hz. İsa (as)’a ait olmayışının diğer bir sebebi de çarmıh olayının İncil metinlerinde geçmesidir. Çarmıhın İncillerde zikredilişi, bu İncillerin sonrakiler tarafından kaleme alındığını gösterir.

Bu gibi çelişki ve tutarsızlıkların Allah’a nispet edilen bir kitapta bulunamayacağına, diğer taraftan bir peygamberin kendini tanrılaştırıp tanrıyı da insanlaştıramayacağına göre, Hristiyan kutsal kitabının sonradan insan eliyle yazıldığı ve tahrif edildiği ortaya çıkmaktadır.

Netice olarak;

Bugün Hristiyanların elinde bulunan farklı İncil metinleri yüce Allah tarafından gönderilen asıl vahiy ürünleri değildir. Çünkü Hz. İsa (as) peygamberliği döneminde ne yazmış, ne de yazdırmıştır. O semaya yükseltildikten sonra, bazı öğrencileri Hz. İsa (as)’dan dinlediklerini, Hz. İsa’nın öğrencilerinin öğrencileri ise hocalarından duyduklarını kendi metotlarına göre yazmaya başladılar. Böylece mübalağa etmeden söyleyecek olursak yüzlerce İncil metni ortaya çıktı. İşin içinden çıkmak maksadıyla oluşturulan komisyondan -İznik Konsili de- üç yüz yirmi beş İncil incelendi ve bu İncillerden dört tanesi sahih, diğerleri sahte sayıldı. Ancak tartışmalar bununla bitmedi. Örneğin Barnaba ve Ebionitler İncili sahte sayılan İnciller arasına dahil edildi. Halbuki bu İncillerde Hz. İsa (as)’ın tanrı olmadığı, çarmıha gerilenin de o olmadığı, onun ancak Allah’ın kulu ve resûlü olduğu, ondan sonra bir peygamber geleceği ve Allah’ın bir olduğu bildirilmektedir.

Bugün elde bulunan İnciller, Hristiyan müntesiplerine yol göstermekten uzak bulunuyor. Geçmişte ve günümüzde en çok Müslüman olanların Hristiyanlardan olması dikkat çeken bir husustur. Hristiyanlar, özellikle teslis akidesini -Tanrı'nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan meydana geldiğini- kabul etmekte zorlanıyorlar. Bunu akıllarıyla izah edemiyorlar. Çünkü Allah’ın birliği akidesi Hz. Âdem (as)’dan beri tüm peygamberlerde tartışma konusu bile yapılmamışken, Hristiyanlıkta korkunç bir sapmayla üçlü tanrı anlayışının ortaya çıkması, insanları ikna edememektedir.

Bugün dünya gündeminde insanlığın tüm dinî, akidevî ihtiyaçlarının yanında dünyevî, uhrevî ve ruhî gereksinimlerini tatmin edecek yegane kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü Yüce Allah İslam dinini tüm dinlere üstün kılmak ve nurunu cihana yaymak için göndermiştir. Bu dinin yeni tabirle yol haritasını Kur’an-ı Kerim belirlemektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

BARNABA  İNCİLİ (BARNABAS)

Dipnotlar:

1) Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi İstanbul 1983, s. 206 207.
2) Anne Merie Sechimmel, Dinler Tarihine Giriş Ankara 1955, s. 118; Bucaıller, a.g.e., s. 96.

10 Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) deyip Kur’an’ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da korunmuş olmalı değil mi?

1) Hicr suresi 9. ayette yer alan “ZİKR” kelimesi, Kur’an için kullanılmıştır. Bu konuda İslam alimleri ittifak halindedir. Buradaki Zikrin Tevrat için de kullanıldığına dair hiç bir yorum söz konusu değildir.

“Hiç şüphe yok ki o Zikri / Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9)

“Şu kesindir ki biz Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zeburda da 'Dünyaya salih kullarım varis olacaklar. Dünya onlara kalacak.' diye yazmışızdır.” (Enbiya, 21/105)

mealindeki ayette ise “ZİKR” kelimesi Tevrat için kullanılmıştır. Bazı alimlere göre bu kelime, bu ayette “levh-i mahfuz” için kullanılmıştır. (bk. Zemahşerî, Beydavî, ilgili ayetin tefsiri).

Bir ismin ortaklığı isimlenmiş olanların her konuda ortaklığını gerektirmez. Aynı adı taşıyanlardan biri yüz yıl yaşarken, biri bir yıldan sonra ölür. Aynı “Zikir” sözcüğüyle anılan Kur’an ve Tavrat, sadece “koruma” konusunda değil, muhteva açısından da son derece farklılık göstermektedir.

“ZİKR” kelimesi, Allah’ı hatırlatan, tanıtan, O’nun emir ve yasaklarını zihinlere yerleştiren kitap manasına gelir ki, iki büyük ahkam kitabı olan Tevrat ve Kur’an bu açıdan bu ortak ismi almıştır. Bu ortak vasıfta olmaları bütün diğer vasıflarında da müşterek olmalarının gerekliliğini iddia etmek hiçbir ilmî delile dayanmamaktadır. Realiteler de bunun böyle olmadığını göstermektedir. Sadece İsrail oğullarına gönderilen Tevrat’ın bütün insanlara gönderilen Kur’an ile bütün vasıflarda aynı ortak paydayı paylaştığını ileri sürenlerin bu iki kitabı da anlamadıklarını göstermektedir.

2) Allah’ın vahiyleri asırlara, insanların seviyelerine, ortadaki sosyal, kültürel ihtiyaçlara göre farklılık arz eder. Bu sebepledir ki, -bilindiği kadarıyla- 100 sayfa, dört büyük kitap ve 124.000 peygamber gönderilmiştir.  Eğer bu farklı ihtiyaçlardan olmasaydı, Hz. Âdem (as)'e gönderilen sahifeler kıyamete kadar devam edecekti. İnsanlık camiasının –teşbihte hata aranmaz- ilk okul, orta okul, lise ve Üniversite çağlarına göre farklı sahife ve kitaplar gönderilmiştir.

Kur’an, en son kitap olarak ve eski bütün vahiylerin temel esaslarını içine alan kapsamlı evrensel bir vahiy olarak korunması zorunludur. Kur’an’ın varlığı sebebiyle Tevrat’ın bazı yönlerden tahrif edilmesinde vahiy olgusu bakımından bir zarara yol açmaz. Fakat en son vahiy olan Kur’an’da böyle bir bozulmanın varlığı halinde bütün semavî kitapların ortaya koyduğu hakikatlerin dayanaksız kalmasına yol açar. Çünkü, Kur’an’ın dışındaki diğer semavî kitapların hiç biri üslup ve lafzî dizayn bakımından bir mucize değildir. Kur’an ise bu yönüyle mucizeliğini ispat etmiş ve “Müheymin” (kontrol eden, gözeten) vasfıyla eski kitaplardaki hakikatleri tashih ederek onları koruduğu gibi, insanlar tarafından karıştırılan yanlışları da tashih ederek onların semavî kimliklerini muhafaza etmektedir.

Aşağıdaki ayetlerden ilkinde yer alan “Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle...” ifadesi, Tevrat’ın ilahî koruma altında olmadığını, ikinci, ayette yer alan “onu koruyacak olan da biziz” ifadesi ise Kur’an’ın ilahî korumaya alındığını açık göstergesidir:

“İçinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi. Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi.” (Maide, 5/44).

“Hiç şüphe yok ki o Zikri / Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9).

Sonuç olarak “Kur’an’ın  ilahî korumaya” alınması,

“Allah seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden koruyacaktır.” (Maide, 5/67)

mealindeki ayette vurgulandığı üzere, ilahî korumaya alınmış olan Hz. Muhammed (asm)’in konumuyla da çok uygun düşmektedir. Hz. Musa (as) için böyle bir koruma söz konusu olmadığı gibi, Tevrat için de böyle bir koruma söz konusu değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir?

"Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur" ayeti, diğer ilahi kitapların da değiştirilemeyeceği anlamına gelmez mi?

11 Kur'an'dan önce gelen diğer semavî kitaplar, Tevrat ve İncil değişmiş midir?

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır.

Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud'a (as) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa'nın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa'nın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu heyet, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

İlâhi vahiy olan semâvi kitaplar her türlü tezat ve ihtilaftan uzaktır. Zira gönderilen elçiye verilen kitap kelâmullahtır. İncilin tahrif edilmiş olduğu dört İncilin bulunmasından, bu incillerin, birbiri ile çelişip tezata düşmesinden, farklı bilgiler vermesinden, alenen anlaşılır.

Yine Matta İncil'inin amacı; İsa (as)'ın yaşamı, ölümü, dirilişi üzerinedir. Markos en kısa İncil olup, insanların İsa Aleyhisselâma gösterdikleri ilgi ve İsâ Aleyhisselâmın hayatından çokca bahseder. Luka ise, daha kitabının başında amacının İsa Aleyhisselâmın yaşamını doğru ve ayrıntılı biçimde anlatmak olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. Kitabını Teofilosa hitaben (Luka: 1/3) yazdığını belirtmesi İsa Aleyhisselâma âit olmadığını gösterir. Yuhanna ise, İncil'i bizatihi kendisinin kaleme aldığını; Onun adıyla yaşama kavuşasınız (20/30-31) diyerek belirtmiştir.

İlâhi vahiy ise ancak Allah'ın kelâmı, sözü, beyanıdır. Peygamber ve ümmetine Allah'ın koyduğu kanunları, emirleri, nehiyleri içerir. Geçmiş peygamberlerden ve ölümden sonrasından haber verir.

Görüleceği üzere bu bahsedilen İnciller İsa Aleyhisselâmdan sonra yazılmış ve onun hayatını kaleme almışlardır. İlâhi vahyin nüshaları karışmış ve fakat İsa Aleyhisselâma inen gerçek İncil tahrif edilmiştir. İncelendiğinde, aklı selim ile düşünüldüğünde bu gerçek açıkça görülebilecektir.

- Bir kere İnciller, İsa Aleyhisselâmdan yüz yıl gibi bir zaman sonra yazılmışlardır, İsa Aleyhisselâmın dili ile yazılmamışlardır. Hatta Yeni Ahid'de yazıldığına göre İncil yazarları; sözlü söylentiyi saptayan ilk Hristiyan topluluğunun sözcülerinden başka bir şey değildir. İncil yazarlarından herbiri kendi uslûbuna, kendi kişiliğine, kendine özgün dini kaygılarına göre, çevrelerindeki gelenekten aldıkları sözler ile hikayeler arasında bir takım bağlar kurmuşlardır.

- Matta İncilinde (1/1-17) İsa Aleyhisselâmın babaları olarak verilen isimler toplamı (İbrahim Aleyhisselâm dahil) İbrahim Aleyhisselâma kadar kırktır. Luka İncilinin verilen isimler toplamı ise İbrahim Aleyhisselâm dahil elli beştir.

- Luka İncili (3/23-38), Mesihi Matat'a nisbet ederken. Matta İncili (1/16), Mesihi Dülger Yusufa nisbet etmiştir.

- Matta İncili (11/18) Yahya'nın yemiyerek ve içmeyerek geldiğini haber verirken, Markos İncili (1/6) Yahya'nın çekirge ve yaban balı yediğini söyler ki, bu iki haber birbirini çürütür.

- Matta (27/60); Markos (15/46); Luka (23/53)'ya göre ceset alınıp kaya içine oyulmuş bir kabre konulmuştur. Yuhanna (19/41)'ya göre ise, İsa'nın cesedi bahçede olan bir kabre konmuştur.

- Matta İncilinde (17/15) bir adamın saralı oğlunu kurtarması için İsa'ya geldiğini belirtirken, Markos İncili (9/17) dilsiz ruhu olan oğlunu İsa'ya getirdiğini söyler. Luka ise aynı olayı naklederken adamın, İsa'ya "Muallim! Sana yalvarırım, oğluma bak." dediğini belirtir.

- İnciller Yunanca yazılmışlardır. Yeni Ahidde orijinalliğini muhafaza eden bazı terimler Yunanca değil, İbranicedir. Bu dahi tahrife delildir. Zira İsa Aleyhisselâmın dili Âramice (İbranice)dir.

- Matta İncilinin bildirdiğine göre Hazret-i İsa, Musa Aleyhisselâmın şeriatını yıkmaya değil, yapmaya geldiğini beyan etmiştir. (Matta: 5/ 17-18) Halbuki bugünkü Yeni Ahid, Musa Aleyhisselâmın şeriatının İsa Aleyhisselâm tarafından tamamen kaldırıldığını öğretmektedir. Bu bir tenakuz, çelişkidir.

- Hristiyanlığın temeli sayılan teslisle ilgili âyet şöyle idi: Çünkü gökte şehadet edenler üçtür: Baba, kelime ve Ruhul-Kudüs ve bu üç birdir ve yerde şehadet edenler üçtür. Ruh ve su ve kan ve bu birde mutabıktır.(Yuhannanın Mek: 5/ 7-8)

- 1881'de basılan tashihli nüshadan birinci kısım çıkarılmış ve bugünkü yeni baskılarda bu yoktur. Bu misal bize, Hristiyanlığın kutsal kitabı üzerinde tahrifler yapıldığını ve bu tahriflerin devam ettiğini göstermektedir.

- Matta'nın (5/39-40) "Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir, bir mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abani da bırak." şeklindeki sözü ile yine (Matta: 10/34) "Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim." sözü arasında tezat vardır.

- Matta'ya göre (20/29) Eriha'dan çıkan İsa'ya, şifa için gelen körlerin sayısı ikidir. Markos'a göre (10/46) ise şifa için gelen körlerin sayısı birdir.

- Matta'ya göre (10/9) İsa Havârilerine yanlarına asâ bile almaya müsaade etmezken, Markos İncili'nin ifadesine göre (6/8), yanlarında asâ taşımalarını tavsiye etmiştir.

- Matta (25/15) hizmetçileri üç gösterirken, Luka (19/33) hizmetçileri on kişi gösterir.

- Göklerin melekutunda en büyüğün kim olduğu hakkında soruyu soran, Matta İncili'ne göre (18/1) İsa'nın talebeleridir. Markos İncili'ne göre (9/33-34) sorulan suali haber veren İsa'nın kendisidir.

- Markos İncili'nin bir yerinde (1/1) "İsa Mesih'in İncili" denilirken, diğer bir yerinde de (1/14) "Allah'ın İncili" denilmektedir.

- Luka İncili'nde bir yerde "Kurtarıcım Allah", (Luka: 1/47) diğer bir yerde de "Kurtarıcı İsa" denilmektedir. (2/11)

- Hazret-i İsa için sık sık hem "Allah'ın oğlu", hem de "Yusuf oğlu", "Davud oğlu", "Âdem oğlu" deyimleri kullanılmaktadır. Bunların hangisi doğrudur? İlâhi dinde böyle büyük tenakuzlar, kesinlikle olmaz. Bu ifadeler İncil'deki tahrifatın büyüklüğünü göstermektedir.

- İncillerde dipnot olarak sık sık (Matta: 17/20-21, 18/10-11; Markos: 7/15-16, 11/25-28; Luka: 8/45, 9-56) "Birçok eski metinlerde şu sözler de yer alır." denilmektedir. Veya Markos (16/20) de olduğu gibi, bu bölümün 9-20 ayetleri eski metinlerde yoktur, denilmektedir. Bu tahrifatı açıklayan alenilik Yuhannada (7/53 - 8/11)de de mevcuttur.

Bu gibi çelişki ve tutarsızlıklar Allah Teâlâ'ya nisbet edilen bir kitapta bulunmaz. Öte yandan Allah Teâlâ'nın kulu ve elçisi olan bir peygamber de kendini Allah yerine koymaz ve kendine taptırmaz. Binaenaleyh İsa Aleyhisselâma indirilen İncilin sonradan insan eliyle yazıldığı ve tahrif edildiği anlaşılmaktadır.

İncil'in tahrif edildiğini Kur'an-ı kerim şöyle haber vermektedir:

"Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katındandır.' derler. Onlar bile bile Allah'a iftirâ ediyorlar." (Âl-i imran, 3/78)

- Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

«Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

«Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:

'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabbları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz.' " (Bakara, 2/136).»

12 Hz. İsa Yahudi ırkından değil miydi?

1. Hz. İsa (as) Yahudi ırkına mensup ve onlara gönderilmiş bir peygamberdir. “Biz her peygamberi ancak kendi kavminin lisanıyla gönderdik.” (İbrahim, 14/4) mealindeki ayetin hükmü gereğince Yahudilere peygamber olarak gönderilen Hz. İsa (as)’a indirilen İncil’in dili de İbranice’dir. 

Ancak, Hz. İsa (as)’a indirilen asıl nüsha elimizde mevcut değildir. İlk defa (M. S. 80-100 yılları arasında) yazıldığı tahmin edilen Matta İncili'nin asıl dili konusunda ihtilaflar vardır. İbn Haldun’a göre bu İncilin asıl dili İbranice’dir. Kitab-ı Mukaddesin Kamusu yazan kişinin kanaati de budur. Arap tarihçileri de bu görüşü benimsemişlerdir. (bk. M. Ziyaurrahman el-a’zamî, el-Yahudiyetu ve’n-Nasraniye,  s. 320).

2. “Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz bir kadın değildi.” (Meryem, 19/28)

Hz. Ali ve bazı alimlere göre bu ifade, Hz. Meryem’in, Hz. Harun soyundan geldiğini göstermek içindir. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Buna göre, Hz. İsa aleyhisselam Hz. Harun aleyhisselamın soyundandır.

3. Kur'an'da Hz. İsa’dan “Meryem Oğlu İsa Mesih” diye söz edilmiştir:

"Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem Oğlu İsa Mesîh, ancak Allah'ın resûlüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı 'Kün = Ol!..' kelimesi(nin eseri)dir, ondan bir ruhtur..." (Nisa, 4/171)

"İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem Oğlu İsa -hak söz olarak- budur." (Meryem, 19/34)

Demek ki, Hz. İsa aleyhisselam annesine nisbet ediliyor ve annesinin soyundan geliyor.

İlave bilgi için tıklayınız: 

İncil hangi dilde yazılmıştır? Yunanca mı Aramice mi?

13 İncil'in tahrif süreci hakkında bilgi verir misiniz?

İncilinin tahrif olduğuna dair sayısız delil vardır. Tahrif olmuş bu incili inkâr etmek küfrü gerektirmez. Ancak içinde az da olsa değişmeyen hakikatlerin olduğunu kabul etmek lazım.

İncil’in Tahrif Süreci

İncil, esas itibarı ile Hz. İsa’ya Allah Teala tarafından vahyedilen ilahî bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim, İncil’in Hz. İsa’ya vahyedilen ilahî bir kitap olduğunu defaatle haber verir. Yerli ve yabancı kaynakların ittifakla bildirdiğine göre Hz. İsa kendisine vahyedilen bu İncil’i ne kendisi yazmış ne de yazdırmaya fırsat bulabilmişti. Çünkü Hz. İsa’nın tebliğ hayatı hem oldukça kısa sürmüş (üç yıl), hem de bu dönemde çile ve meşguliyetler had safhaya ulaşmıştı.

Bununla beraber, Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden evvel kendisine iman eden havarîlerin sayısı on iki kadardı; ne var ki bunların çoğu okuma-yazma bilmiyordu. Dolayısıyla İncil’i yazma imkânı oluşmadı. Ayrıca ilk Hristiyanlar, Hz. İsa’nın pek yakında geri döneceğini bekledikleri için İncil’i yazıya geçirme gereği duymamışlardı.

Bu hususla ilgili diğer bir olayı daha zikretmek gerekir ki o da İncil’in yazılı bir kitap olarak gönderilmeyişidir. Tevrat Hz. Musa’ya yazılı olarak levhalar halinde indirilmişti, İncil ise tıpkı Kur’an-ı Kerim gibi yazılı metinler hâlinde nazil olmayıp, Hz. İsa’ya şifahen vahyedilmiştir.

Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden sonra Hristiyanlar sürekli onun geri döneceğini beklemişler, onun dönüşü gecikince hiç olmazsa akıllarında kalan İncil âyetlerini yazıya geçirme gayreti içine girmişlerdir. Ne var ki Hz. İsa’yı gören ve mesajını dinleyenlerin sayısı oldukça azalmıştı.

Neticede ancak Hz. İsa’nın semaya yükseltilmesinden 30-40 sene sonra İnciller yazılmaya başlanabildi. Bu süre zarfında Hz. İsa’ya inananların sayısı kısmen artmış, Hristiyanlık az da olsa başka milletlere yayılmış bulunuyordu. Artık doğrudan Hz. İsa’yı dinleyenler veya Hz. İsa’nın tebliği kendisine ulaşanlar, hem kendi ihtiyaçlarını gidermek, hem de Hz. İsa’yı görmemiş ve Hz. İsa’nın tebliği kendisine ulaşmamış olanlara onun mesajını ulaştırmak istiyorlardı. Bu nedenle onlar, akıllarında kaldığı kadarıyla İnciller yazmaya koyulmuşlardır.

İlk dönemlerde “Hatırat” da denen bu İncillerin sayısı çok fazlaydı. Hristiyanlarca muteber sayılan İncillerin (Matta, Markos, Luka, Yuhanna ve Mektuplar) sınırlandırılması, diğerlerinin apokrif/sahte sayılması ta dördüncü asrı buldu (325 İznik Konsili). Bu dört İncilden ilk üçü 60-80, Yuhanna ise 90-100’lerde yazıldı. Görüldüğü üzere günümüzdeki İncillerden hiçbiri Hz. İsa hayatta iken yazılamamıştır.

Dikkat çekici bir durum da bu dönemde Grekçe dahi yazılan İncillerin günümüze ulaşmayışıdır. Zira elimizdeki en eski Grekçe İncil yazmalarının IV. asra ait olduğu bilinmektedir. Bu durumla ilgili olarak ayrıca ifade edilmesi gereken bir husus da şudur: İncillerin yazımı Hz. İsa’dan en az 30 yıl kadar gecikince Hristiyanlık akidesi nerdeyse teşekkül etmiş; Hz. İsa’nın tanrılığı tartışılmaya başlanmış, Tevrat’ın kutsal metin olarak kabulü benimsenmiş, kurtuluşun Hz. İsa’ya bağlı olduğu iddia edilmiştir.

İşin bir başka ilginç tarafı, Hz. İsa Aramice konuştuğu halde dört İncil de Grekçe yazıldı. İlk İncil olan Matta’nın Aramice yazıldığı söylense de günümüze ulaşmamıştır. Bundan daha da ilginci, Hristiyanlık tarihinde Matta ile Yuhanna İncilinin yazarlarının Matta ve Yuhanna olmayıp, onların yerine bu İncilleri başkalarının yazdığı iddiası ve tartışmasıdır.

Hristiyanlık âlemi Müslümanlardan farklı olarak, Hz. İsa’ya İncil adında bir kitabın vahyedildiğini kabul etmez. Onlara göre ete-kemiğe bürünmüş, yani insan suretinde bir tanrı olan Hz. İsa’nın bizzat kendisi vahiydir. Başka bir ifade ile Hz. İsa’nın her söylediği ve yaptığı vahiyden ibarettir. Dolayısıyla onların bu inançlarından şöyle bir netice çıkarılmıştır: Bu günkü İnciller, Allah tarafından vahyedilen âyetlerden ziyade Hz. İsa’nın söz ve davranışlarından ibarettir. Ne var ki bunda bile haddinden fazla eksiklik ve fazlalıklar vardır. Çünkü bu İnciller arasında ifade farkı, mana farkı ve hatta çelişkiler bulunmaktadır. Bunun da ötesinde aynı İncil’de bile birbiriyle çelişen ifadelere rastlanmaktadır.

Bugün İncil adı verilen eldeki kitaplar, Müslümanların anladığı manada vahiy eseri değildir. Onlar ilk devir havarilerinin ve onların öğrencilerinin sözlerinden ibarettir. Onlar nasıl inanmak istemişlerse öyle yazmışlardır. Hristiyanlar ise, İncil yazarlarının Tanrı’nın ve Kutsal Ruh’un himayesi altında bu İncilleri yazdıklarına inanırlar. Böyle bir himaye olsaydı, İncillerde çelişki ve tutarsızlık görülmezdi.

Batıda genelde Kitab-ı Mukaddes, özelde de Yeni Ahit içerisinde bulunan çelişkileri gidermek üzere Kitab-ı Mukaddes tetkik ve tenkitleri başlatılmıştır. Bu yeni bilimsel metoda göre Kitab-ı Mukaddes içerisinde Tanrı’ya ait olanla olmayan tespit edilecek, bu kitap tüm tutarsızlıklardan arındırılacaktı. Örnek vermek gerekirse, bir araştırmaya göre Hz. İsa’ya ait olduğu söylenen 518 söz tespit edilmiş, yapılan tetkik neticesinde bu sözlerin tam 1544 farklı şeklinin olduğu görülmüş, tüm bu sözlerden ancak 18 tanesinin Hz. İsa’ya ait olabileceği belirtilmiştir.

Yukarıda beyan edilenlere ek olarak dört İncil’de bulunan bazı tahrif belirtileri ve çelişkileri şöyle sıralayabiliriz:

1. Matta, Markos ve Luka İncillerine göre Hz. İsa’nın risaleti bir yıl, Yuhanna’ya göre ise iki yıldan fazla sürmüştür.
2. Hz. Davud’dan (a.s.) Hz. İsa’ya kadar geçen kuşakların sayısı Matta’ya göre 26 iken Lukaya göre 40’tır.
3. İncillerin bazı yerlerinde Hz. İsa’ya uluhiyet isnad edilirken bazı yerlerde de ona insanoğlu denmektedir. Bu ikisi arasında gözden kaçmayacak açık bir çelişki görülmektedir.
4. Hristiyanlığa göre Hz. İsa çarmıha gerileceği sırada “Allah’ım! Allah’ım! Beni neden terk ettin!” diye Allah’a yalvarmıştır. Bu söz Tanrı İsa’nın ise, onun Tanrı olduğu halde kendini koruyamadığı anlaşılıyor. Peygamber İsa’nın sözü ise, onun Tanrı’yı hakkıyla tanımadığı anlaşılıyor. Çünkü bir peygamber “Allah’ım! Beni neden terk ettin?” demez. Bizim inancımıza göre ne Hz. İsa çarmıha gerilmiş, ne de böyle bir yakarışta bulunmuştur.
5. Matta, Hz. İsa’nın soy kütüğünü Hz. İbrahim’e kadar 40 kişi olarak verirken, Luka bunun 55 olduğunu söyler.
6. İncillerde Hz. İsa için sık sık “Allah’ın oğlu”, “Yusuf’un oğlu”, “Davudoğlu”, "Âdemoğlu” gibi ifadeler kullanılır. Bunların arasında açık bir çelişki vardır.
7. Markos İncilinde İncil Allah’a, Romalılara, Mektub kitabında ise Hz. İsa’ya nispet edilir.
8. Luka İncilinde bir yerde kurtarıcı Hz. Allah, diğer bir yerde de Hz. İsa olarak verilmektedir.
9. İncillerde Tanrının görülüp görülemeyeceği hususunda çelişkili bilgiler bulunmaktadır.
10. Bu İnciller, Allah Teala’ya nispet edilemeyeceği gibi Hz. İsa’ya da nispet edilemez. Allah’a nispet edilemeyeceğini, aslının korunamadığından, yazıya geçirilemediğinden, ortada üzerinde ittifak edilen ortak bir metin olmadığından vb. durumlardan anlamaktayız. Hz. İsa’ya nispet edilemeyişini ise, bu İncilleri onun yazdırmayışından, onu dinleyen ve dinleyenleri dinleyenlerin yazdıkları İnciller içinde bulunan tutarsızlık, yanlışlık ve çelişkilerden anlamaktayız. Bu İncillerin Hz. İsa’ya ait olmayışının diğer bir sebebi de çarmıh olayının İncil metinlerinde geçmesidir. Çarmıhın İncillerde zikredilişi, bu İncillerin sonrakiler tarafından kaleme alındığını gösterir.

Bu gibi çelişki ve tutarsızlıkların Allah’a nispet edilen bir kitapta bulunamayacağına, diğer taraftan bir peygamberin kendini tanrılaştırıp tanrıyı da insanlaştıramayacağına göre, Hristiyan kutsal kitabının sonradan insan eliyle yazıldığı ve tahrif edildiği ortaya çıkmaktadır.

Netice olarak;

Bugün Hristiyanların elinde bulunan farklı İncil metinleri Yüce Allah tarafından gönderilen asıl vahiy ürünleri değildir. Çünkü Hz. İsa peygamberliği döneminde ne yazmış, ne de yazdırmıştır. O semaya yükseltildikten sonra, bazı öğrencileri Hz. İsa’dan dinlediklerini, Hz. İsa’nın öğrencilerinin öğrencileri ise hocalarından duyduklarını kendi metotlarına göre yazmaya başladılar. Böylece mübalağa etmeden söyleyecek olursak, yüzlerce İncil metni ortaya çıktı. İşin içinden çıkmak maksadıyla oluşturulan komisyonda (325 İznik Konsili’nde) bu İncillerden dört tanesi sahih, diğerleri sahte sayıldı. Ancak tartışmalar bununla bitmedi. Örneğin Barnaba ve Ebionitler incili sahte sayılan İnciller arasına dahil edildi. Halbuki bu İncillerde Hz. İsa’nın tanrı olmadığı, çarmıha gerilenin de o olmadığı, onun ancak Allah’ın kulu ve resûlü olduğu, ondan sonra bir peygamber geleceği ve Allah’ın bir olduğu bildirilmektedir.

Bugün elde bulunan İnciller, Hristiyan müntesiplerine yol göstermekten uzak bulunuyor. Geçmişte ve günümüzde en çok Müslüman olanların Hristiyanlardan olması dikkat çeken bir husustur. Hristiyanlar, özellikle teslis akidesini (tanrının Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan meydana geldiğini) kabul etmekte zorlanıyorlar. Bunu akıllarıyla izah edemiyorlar. Çünkü Allah’ın birliği akidesi Hz. Âdem’den beri tüm peygamberlerde tartışma konusu bile yapılmamışken, Hristiyanlıkta korkunç bir sapmayla üçlü tanrı anlayışının ortaya çıkması, insanları ikna edememektedir.

Bugün dünya gündeminde insanlığın tüm dinî, akidevî ihtiyaçlarının yanında dünyevî, uhrevî ve ruhî gereksinimlerini tatmin edecek yegane kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü Yüce Allah İslam dinini tüm dinlere üstün kılmak ve nurunu cihana yaymak için göndermiştir. Bu dinin yeni tabirle yol haritasını Kur’an-ı Kerim belirlemektedir.

Şu anda Hristiyanların kabul ettiği İncil'in, Allah'ın indirdiği vahye uymayan yönleri olduğuna Kur'an âyetlerinden bazı örnekler:

Aziz ve celil olan Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor:

“De ki: O Allah Bir Tektir.” (İhlâs, 112/1)

Hristiyanlar ise: “baba, oğul, kutsal ruh” diyerek üç ilâh kabul ediyorlar. Bu ne büyük bir sapmışlıktır. Allah Teâlâ ihlâs sûre-i şerifinde kesin olarak beyan buyurmaktadır:

“O doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs, 112/3)

Hristiyanlar ise: “İsa mesih Allah’ın oğlu” diyorlar. Halbuki İsa aleyhisselâm Kur’an-ı Kerim’de haber verildiğine göre şöyle söylemiştir:

“Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” (Meryem, 19/30)

Hristiyanlar ise İsa aleyhisselâm’ı ilâhlaştırdılar.

Allah Teâlâ Kehf sûresinin 4-5. Âyet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor:

“Ve ‘Allah çocuk edindi.’ diyenleri uyarmak için. Bu hususta ne onların ne de atalarının bir bilgisi vardır. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler.”

Hristiyanlar, Hazret-i Allah’a evlat isnat ediyorlar.

Allah Teâlâ âyet-i kerimde buyurur ki:

“Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, fakat o Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 33/40)

Hristiyanlar ise İncil’de haber verilmesine rağmen: “Biz İsa’dan ötesini tanımıyoruz.” diyorlar.

Peygamberlere ve İsa Aleyhisselâm’a iman etmek İslâm dininin iman esaslarındandır. Biz Allah Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberlere ve kitaplara inanırız.

“Hepsi Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız...' derler.” (Bakara, 2/285)

Müslümanlar İsa Aleyhisselâm’a ve ona indirilen bozulmamış İncil’e ve Allah’ın gönderdiği diğer bütün peygamberlere iman eder. İslam inancına göre İsa Aleyhisselâm Hazret-i Allah’ın büyük peygamberlerinden birisidir. Bakire Meryem’den babasız olarak dünyaya gelmiştir. Âdem Aleyhisselâm nasıl ki babasız olarak yaratılmışsa İsa Aleyhisselâm’ın yaratılması da bu şekildedir. Nitekim bugünkü tıp ilminin ulaştığı seviye bu durumun kavranmasını daha kolay kılmaktadır. Hazret-i Allah beşeri sıfatlardan ve çocuk sahibi olmaktan münezzehtir.

Bu hakikatleri anlamak ve kabul etmek istemeyen Yahudiiler, İsa Aleyhisselâm hakkında, babasız dünyaya geldiğini bahane ederek “zina çocuğudur” dediler, iftira ettiler, Hristiyanların bir kısmı “ilâh” dediler, bir kısmı “ilâhın oğlu”, bir başka fırka da “üçten biridir” dediler. Oysa hakikat Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibidir:

“Hiç şüphe yok ki, İsa’nın babasız dünyaya gelişi de Allah nezdinde Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona 'Ol!' dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmrân, 3/59)

Allah Teâlâ’nın Meryem Vâlidemiz hakkındaki beyân-ı ilâhisi de şudur:

“Irzını korumuş olan İmrân kızı Meryem de bir misaldir. Biz ona ruhumuzdan üflemiştik. Rabb’inin sözlerini ve Kitaplarını tasdik etmişti. O bize gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim, 66/12)

Hristiyanlar “Allah üçtür: Baba, oğul, ruhul kuds; üç esas, üç şahıs olarak tek esastır.” diyerek “Üç ilâh” anlayışına sapmışlardır.

“Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Şüphesiz ki Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/171)

Allah, İslâm dininin hak din olduğunu, Hazret-i Kur’an’ın Allah Teâlâ’nın indirdiği son kitabı olduğunu, Muhammed Aleyhissalatü vesselâm’ın da Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş hak ve son bir peygamber olduğunu bildirerek, bunu kabul etmeyi ve gizlememeyi emrediyor:

“Ey Ehl-i kitap! Niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?”  (Âl-i İmrân, 3/71)

“Allah’a ve peygamberlerine inanın. (Allah) üçtür demeyin!” (Nisâ, 4/171)

“‘Rahman çocuk edindi.’ dediler. Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Onlar o Rahman olan Allah’a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti. Halbuki Rahman olan Allah’a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz.” (Meryem, 19/88-92) 

“Allah benim de Rabb’imdir, sizin de Rabb’inizdir. Artık ona kulluk edin, bu doğru yoldur.” (Zuhruf, /64)

‘Allah, Meryemoğlu Mesih’tir.’ diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih onlara demişti ki: Ey İsrâiloğulları, benim de Rabb’im sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar. Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide, 5/72)

“Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” (Meryem, 19/30)

“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 5/73)

“Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de sıddîka (çok doğru) bir kadındı. Her ikisi de yemek yerlerdi.” (Mâide, 5/75)

“Ey Ehl-i kitap! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberidir. Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. Ve O’ndan bir ruhtur...” (Nisâ, 4/171)

Kendisinin yaratmasıyla meydana gelen bir ruhtur. O’nun “Kün” emri ile bir mucize olarak vücuda getirdiği için kendisine bir şeref olmak üzere “Kelimetullah” denilmiştir. Bu ruhun Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi şerefini yükseltmek içindir. Allah Teâlâ onunla birçok ölü kalplere hayat vermiştir. Şu halde;

“... Allah’a ve peygamberlerine inanın. (Allah) üçtür demeyin. Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Şüphesiz ki Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/171)

İsa Aleyhisselâm kendisine insan olmanın dışında bir sıfat yakıştırmak isteyenlere kul olduğunu hatırlatmak ihtiyacı duymuş ve:

“Ben ancak Allah’ın kuluyum.” (Meryem, 19/30) buyurmuştur. Muhataplarına: “Beni ilâh edinin.” dememiş, bilakis: “Şüphesiz ki Allah benim de Rabb’im, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin. İşte doğru yol budur.” (Meryem, 19/36) diye nasihatte bulunmuştur.

Allah Teâlâ, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize hitap ederek bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Rahman’ın çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki elbette ben olurdum. Göklerin ve yerin Rabbi, arşın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir. Bırak onları! Kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayıp dursunlar.” (Zuhruf, 43/81-83)

Allah Teâlâ bir âyet-i kerimesinde Zât-ı akdes’ine kullarından bir parça isnad edenler hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Kullarından bir kısmı, O’nun bir cüz’ü kıldılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür.” (Zuhruf, 43/15)

Kur’an-ı kerim’de Allah Teâlâ’nın çocuğu olmaktan münezzeh olduğuna dair beyanlar sık sık ifade buyurulmaktadır:

“Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ! O yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” (Bakara, 2/116)

Allah Teâlâ’nın çocuk edindiğini söylemek, O’nun insanlara benzediğini söylemek manasına gelir. O halde hiçbir şeyin kendisine benzemediği Zât-ı Zülcelalin çocuk edinmesi aslâ düşünülemez. O, başlangıcı ve sonu bulunmayan yegâne yaratıcıdır.

“Elinizde O’nun çocuk edindiğine dair hiçbir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? De ki: Allah’a karşı yalan uyduranlar aslâ iflâh olmazlar.” (Yunus, 10/68)

“Bak! Nasıl da Allah’a yalan yere iftira ediyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter!” (Nisâ, 4/50)

“O hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderatını tayin etmiştir.” (Furkan, 25/2)

“Yahudiiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler. Hristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek geveledikleri sözlerdir. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar?”  (Tevbe, 9/30)

Teslis inancı, Hristiyanlığın kaynağından gelen bir inanç değildir. Tahriften kaynaklanan bâtıl inancıdır.

İsa Aleyhisselâm’dan sonra ilk yazılan Markos incilidir. Bu İncil'de İsa Aleyhisselâm’a “Sen Mesih’sin.” (8/29) denilirken, Luka’da “Sen Tanrının Mesihisin.” (9/20) geçmekte, Matta’da ise “Tanrının oğlu Mesih’sin.” (16/16) ibaresi yazmaktadır. Halbuki Matta ve Luka birçok alıntıyı Markos’tan yapmıştır. Yuhanna ve Pavlusun mektuplarında da teslis inancı mevcuttur. Hristiyanlığa bugünkü teslis inancını sokan ve Hazret-i İsa’ya uluhiyet isnad eden fikirlerin babası Pavlus’tur.

Bugün Hristiyanların ilahi kitap olarak sahip çıktıkları İncil’in yaklaşık yarısı Yahudii dönmesi Pavlus’un mektuplarından meydana gelmiştir.

“Yahudii dönmesi Pavlus Romalı bir hahamdı ve Hristiyan olmadan önce birçok Hristiyana zulmetmişti. Hristiyan olduktan sonra kiliseye yazdığı mektuplar İncil’in 27 kitabının hemen hemen yarısını oluşturuyordu. ‘Tanrının oğlu’ ve ‘haç’ Pavlus’un öğretilerinin temelini oluşturuyordu.” (Us News and World Report, 20 Nisan 1992, sf. 70)

Hristiyanlıktan dönme eski bir pastörün (papazın) dediği gibi “Pavlus’un cin fikirli mektupları iftiracılık, dedikoduculuk, kıskançlık, ispiyonculuk, casusluk öğretir.” Özellikle bu mektuplar birçok zıtlık ve takiyyecilikle doludur.

“Hristiyanlığa üçlemeyi sokan Aziz Pavlus, asıl adı Saul olan Tarsuslu bir Yahudiidir. Aziz Pavlus, ‘İsa bana inerek üçlemeyi öğretti’ diyerek ortaya çıkmadan önce de Kudüs’te Kabbala öğretimi yapmaktaydı.” (The Concised Atlas of the Bible, sf. 124)

“Kilise Anadolu’ya yayıldıkça İsa Mesih ‘Tanrının oğlu’ olarak geçmeye başladı ki, bu Pavlus’un mektuplarının başlıca konusuydu.” (a.g.e, sf 70)

14 Allah, dört büyük kitap ve yüz suhuftan başka kitap veya suhuf göndermiş midir?

Her topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (Nahl, 16/32; Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiği, (Bakara, 2/213. göre) çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. 

Ne var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır.

Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Şit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim (a.s)'a ve onunun da Musa (a.s)'a [onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir], indirildiği belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya). 

Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a, İncil İsa (a.s)'a ve Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir. 

Geniş bilgi için bakınız:

KİTAPLARA İMAN 

15 Zebur Tevrat'ın hükümlerini nesh etmiş midir? Tevrat tahrif edilmiş ise Zebur'un onun hükmünü kaldırması gerekmiyor muydu? Şu an Zebur'u kimler kullanıyor?

Bilindiği üzere Zebur'la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Davud (as) Hz. Musa (as)'ın şeriatı ile amel etmiştir.

Hz. Dâvud (as)'a indirilmiş olan Zebur'da genellikle, O'nun Allah'a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur 'un İbranice asıl metni manzumdur. Allah'ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk ilâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen Yahudi kavmine Allah yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahudilerin, "Tevrat'tan sonra kitap gelmeyecektir." yolundaki iddiaları Zebur'un Hz. Davud'a verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır. (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV / 3081).

Zebur önceleri İbranice idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı; Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur'a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek Yahudiler, gerek Hristiyanlar ibadet ve âyinlerinde dua niyetiyle Zebur'dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle Hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur'dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur.

Temel hükümler bütün peygamberler için aynıdır; değişmez, nesh olmaz. Meselâ, imanın rükünleri bütün hak dinlerde aynıdır ve ibadet bunların hepsinde vardır. Ama ibadetin fer’î hükümlerinde, yani teferruatında farklılıklar görülür. İbadetin şekli, vakti, kıblenin yönü gibi hükümlerde nesh söz konusu olmuştur.

Gönderilen semavi kitaplarda esas bakımından kendisinden önceki kitaplarla imanın rükünlerinde aynıydı. Ancak ibadet ve muamelatta değişiklikler vardı.

Zebur Tevrat'ta gönderilen şeriatı nesh etmemiştir. Çünkü Tevrat o dönemde tahrif edilmemişti. Zebur'da insanlara dini ve ahlaki öğütler verilmiş ve bu anlamda Tevrat'ı tasdikleyici bir semavi kitap olarak gönderilmiştir.

16 Kur'an'ın diğer ilahi kitaplardan üstünlüğü nedir?

Allah, insanlara doğru yolu göstermek, onları dünya ve ahirette mutlu kılacak ilkeleri bildirmek, akıllarıyla cevaplarını bulmaları imkansız bazı konularda onları aydınlatmak üzere peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bazılarına insanlara tebliğ edilmek üzere yol gösterici kitaplar indirilmiştir. Allah Teâlâ'nın Kitap göndermesi, sahifeler halinde başlamıştır. İlk sahifeler, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (as)'e gönderilmiştir. Sayıları henüz son derece sınırlı olan, hayatları ve ilişkileri henüz kompleks hale gelmemiş o zamanın toplumlarının ihtiyacının görülmesinde bu sahifeler yeterli olmaktaydı.

Peygamberlerin getirdiği esaslarla ve bu esasların ışığında, insan aklının faaliyetleriyle uygarlık ilerledikçe, insanların hayat ve ilişkileri daha kompleks hale geldikçe, Allah Teâlâ da daha kapsamlı sahifeler ve kitaplar göndermiştir. İlahi kitaplar son kitap Kur'an-ı Kerim'le zirveye ulaşmış ve Kur'an-ı Kerim ilahi korumaya alınmıştır. Artık bundan sonra ilahi kitap gelmeyecek ve Kur'an-ı Kerim kıyamete kadar insanlığın rehberi olacaktır. Tevrat Hz. Musa (as)'ya, Zebur Hz. Davut (as)'a, İncil Hz. İsa (as)'ya indirilen büyük kitaplardır.

Müslüman, Allah tarafından peygamberlere indirilen kitapların hepsine inanır. Ancak bu kitaplardan, Allah'ın indirdiği gibi hiç bir harfi bile değişmeden günümüze kadar ulaşan yegane ilahi kitap, sadece Kur'an-ı Kerim'dir. Diğerleri ise ya tamamen kaybolmuş veya insanlar tarafından değiştirilmiş; böylece asli şekillerini kaybetmişlerdir. Bu yüzden bugün Kur'an-ı Kerim'in dışında elde mevcut bulunan diğer ilahi kitaplarda yer alan sözlerden hangilerinin Allah'a ait olduğu, hangilerinin ise insanlar tarafından bu kitaplara sokulduğunu ayırdetmek mümkün değildir.

Zaten Kur'an-ı Kerim indirildikten sonra ilahi kitaplara ihtiyaç kalmamıştır. Artık onların hükmü sona ermiştir. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim, diğer kitaplarında ihtiva ettiği Allah'ın birliğine peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi hak dinin temel esaslarını yeniden ve en mükemmel bir şekilde ortaya koymuş, daha önceki kitaplarda da yer alan gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususların doğrusunu açıklamıştır.

Kur'an-ı Kerim evrensel bir kitap olup tüm insanlara hitap etmektedir. Geçmiş kitaplarda bulunan iman esaslarını kendisinde bulunduğu gibi insanların dünya ve ahiret saadetini temin edecek yeni hükümleri de ihtiva etmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Kur'an-ı Kerim'in üstünlüğünü şöyle izah etmektdir:

"KUR'AN; asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî."

"Ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede Saadet-i ebediye. İçi, bilbedahe hâlis hidâyet. Üstü, bizzarure envâr-ı îman. Altı, bi-ilmelyakîn delil ve bürhan. Sağı, bittecrübe teslîm-i kalb ve vicdan. Solu, bi-aynelyakîn teshîr-i akıl ve iz'an. Meyvesi, bi-hakkalyakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinan. Makamı ve revâcı, bil-hadsi's-sâdık makbûl-ü melek ve ins ve cân bir Kitâb-ı Semâvîdir."
(Bediüzzaman, Sözler)

17 Hz. Ömer İncil okurken Efendimiz onu sakındırmış; bu doğru mudur?

- Bir rivayete göre Hz. Ömer (ra) Ehl-i kitaptan aldığı bir kitabı getirip Hz. Peygamber (a.s.m)’e okuyunca çok kızdı ve şöyle dedi:

“Ey Hattab’ın oğlu! Bu ne şaşkınlık? Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben size bembeyaz, dupduru tertemiz bir hakikatle geldim. Ehlikitaptan bir şey sormayın. Çünkü size söyleyecekleri bir gerçeği yalanlayabilir veya yanlış bir şeyi tasdik edebilirsiniz. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa (as) şimdi aranızda yaşamış olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı.”

Diğer bir rivayete göre, Hz.Ömer (ra) Arapça Tevrat’ı getirip okumuştu… Bu her iki rivayet de âlimlerce zayıf kabul edilmiştir.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/173; 8/262).

- Şayet bu konuda sahih bir rivayet varsa, onu şöyle anlamak gerekir:

Böyle bir açıklama, İslam’ın yeni doğduğu dönemde, özellikle Medine’de bulunan Yahudilerin İslam’a karşı düşmanlıkları ve Müslümanları İslam’dan soğutmaya çalışmaları karşısında yapılmış bir uyarıdır. Kur’an-ı Kerim daha tam olarak kalplere yerleşmemişken, insanlar daha eski kültürlerinden ve hurafelerinden uzaklaşmamışken, ehlikitabın muharref kitaplarını okumaları çok riskli olabilirdi. Nitekim hadiste geçen, “Onların size söyleyecekleri bir gerçeği yalanlayabilir veya yanlış bir şeyi tasdik edebilirsiniz...” uyarısında bu tehlikeye dikkat çekilmiştir. Kaldı ki, Kur’an’la karıştırılabilir endişesiyle, hadislerin yazılmasının da ilk zamanlarda yasaklandığı bilinmektedir. Bu tehlike geçtikten sonra yazılmasına izin verildi.

- Bu açıdan baktığımızda, bizim şu anda Tevrat ve İncil’i okumamızda herhangi bir sakıncanın olacağını düşünmüyoruz. Yeter ki, doğruların sağlamasını Kur’an ve hadis endeksli sağlam bilgi ölçüleriyle yapalım.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tevrat, İncil ve Zebur'u okumakta sakınca var mıdır?

18 Eski ilahi kitaplarda Allah'ın isimleri geçiyor muydu? Kur'an'dan önceki hak kitaplar hangi dilde inmiştir?.. Allah kelimesi ve diğer esmaü-i hüsnayı İslamdan önceki peygamberler ve ümmetleri biliyor muydu?..

Diğer ilahi kitaplar İbranice olarak gönderilmiştir. İbrânice ve Arapça aynı Sâmı aslından gelen iki dildir. Tevrat'ta İbranilerle ilgili olarak geçen bazı isimler Arapça'dır. Diğer ilahi kitaplarda da Allah ismi ve Allah Teala'nın diğer isimleri anılmaktadır.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerde geçen peygamberlerin sözlerinde bunlar görülmektedir.

"Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti." (Bakara, 2/31)

Bu ayette görüldüğü gibi Allah Teala Adem (as)'a Esma-i Hüsnayı ve onun kainattaki tecellilerini öğretmiştir.

Habil ile Kabil arasında geçen olayda ve Habil'in Allah lafzını kullanması:

"Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah ancak korkup-sakınanlardan kabul eder." (5/27)

Süleyman (as)'ın ifadeleri:

"Gerçek şu ki bu Süleyman'dandır ve 'Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla' (başlamakta)dır."(Neml, 27/30)

Kur'an-ı Kerim'de geçen daha bir çok ayeti kerime diğer kitap ve peygamberlerin de Allah Teala'nın Esma-i hüsnasını zikrettikleri görülmektedir.

19 Kitabi kime denir, Ehl-i kitap kimlerdir?

Kitabi, kitaba bağlı, kitapta yazılı olan, kitaba nisbet edilen, kitabla ilgili olan şey, Semâvî kitaplardan birine tabi olan kimse gibi anlamlar gelir. Kitap mutlak olarak zikredildiği zaman, Allah tarafından indirilen kitap ve Kur'ân'ın ismi kasdedilir. Ehl-i kitap Allah tarafından indirilen kitaba inananlardır.

Bazı âlimler -aşağıdaki ayette Ehl-i kitapla zikredilmelerinden ötürü- bunların da asıl dayanakları semavî kitaplar olduğunu söylemişlerdir.

“Şu bir gerçektir ki; iman edenler, Yahudi olanlar, Sâbiîler, Hristiyanlar, Mecûsîler ve Allah’a ortak koşanlar arasında, kıyâmet gününde Allah hükmünü verecektir. Çünkü Allah, her şeye hakkıyla şâhittir.” (Hac, 22/17).

Meşhur olan görüşe göre, Mecusiler biri hayır (Yezdan) diğeri şer ilahı (Ehreman / Ehrümün) olmak üzere iki ilaha inanan bir topluluktur. Müşriklerden farkları, onların taştan yapılan somut heykellere, putlara tapmayı kabul etmemeleridir. Bir de Zerdüşt, “Zendavesta” adında bir kitap yazıp hayatlarını bu kitaba göre tanzim etmelerini sağlamış ve onları putlara tapmaktan menetmiştir. İşte bu iki noktadan dolayı Ehl-i kitaba benzer tarafları olduğu için ayette yer almışlardır.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Mecusilere ehl-i kitap muamelesi yapın, onlardan cizye almakla yetinin, müşrikler gibi dine girmeye zorlamayın.” (bk. İbn Aşur, İlgili ayetin tefsiri)

Bazı alimlere göre, Mecusiler, Yahudi ve Hristiyanlık dininden bazı şeyler almış olduğundan Ehl-i kitap kategorisinde zikredilmştir. (bk. Ebu Suud efendi, ilgili ayetin tefsiri).

Sabiiler de Ehl-i kitaptan sapmış bir topluluk olarak değerlendirilmiştir. Alimler, Mecusiler konusunda olduğu gibi, Sabiiler konusunda da farklı görüşler serd etmişlerdir.

Ebu’l-Aliye, Rabî b. Enes, Dahhak gibi bir kısım âlimlere göre, Sabiiler Ehl-i kitaptan bir topluluk olup Zebur kitabını okurlardı. Bu sebepledir ki, Ebu Hanife ve İshak b. Rahuye onları Ehl-i kitap gibi kabul edip, kestiklerinin yenmesinin ve kızlarıyla evlenmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. (İbn Kesir, Bakara, 2/62. ayetin tefsiri; Elmalılı, Maide769, Hac/17. ayetlerinin tefsiri).

İlave bilgi için tıklayınız:

SABİÎLER.

MECUSÎLİK.

20 İncil, Hz. İsa hayatta iken yazılmış mıydı? İncil diye bir kitap var mıydı geçmişte; eger varsa nereye kayboldu, neden hiç bir tarihi kayıtta böyle bir kitap izine rastlanmıyor?

Geçmiş peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa (as)'ın sağlığında da İncil, yazılı kitap hâline getirilmemiştir. Çünkü İsa (a.s)'ın tebliğ süresinin kısa oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu. En erken yazılan İncil, İsa (as)'dan sonra 70'li yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa (as)'ın tebliğ ettiği hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazılan İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.

Bugün kilisece kabul edilmiş dört resmi İncil vardır: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bunların havarilerden geldiği ve sahih olduğu kabul edilir. Bunlardan ilk üçü -birtakım ayrılıklara rağmen- ana mesele ve bölümlerinde birbirlerine yakındırlar. Bunlar, "aynı bakış açısıyla yazılmış anlamında", "Sinoptik İnciller" adı verilir. Bu üç İncil, zaman bakımından dördüncü incilden öncedirler. (Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi İstanbul 1983, s. 206 207).

Bu dört incilden Markos'un incilinin en eskileri olduğu, Matta ve Luka incillerinin, hem bunun eski şeklinden, hem de kaybolan ve "o" denilen bir kaynaktan metinlerini aldıkları söylenmektedir. Bu incillerin dördüncüsü olan Yuhanna İncili ise, oldukça geç yazılmış mistik yönü ağır basan bir İncildir (Schimmel a.g.e., s. 118; Bucaıller, a.g.e., s. 96).

Dört incil ve yazarları şunlardır:

Matta İncili; 28 babtır. Matta, Havarilerden biri olup, M. 70 yılında Hristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Habeşistan'da ölmüştür. İncil'de Hz. İsa'nın Mesihliği üzerinde durur.

Markos İncili: Markos, havarilerin reisi olan Petrus'un talebesidir. Hristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Mısır'da M. 62 yılında ölmüştür. İncili 16 bab olup Hz. İsa (as)'ın hayatından bahsetmektedir.

Luka İncili: Doktor veya ressam olduğu söylenen Luka, Pavlos'un talebesidir, havari değildir. İncili M. 60 yıllarında yazmıştır, 24 babtır. İsa (as)'ın hayatı ve tebliğ ettiği şeylerden bahsetmektedir.

Yuhanna İncili: 24 bab olan bu İncili yazanın Yuhanna'nın talebesi olduğu sanılmaktadır. Bu İncil'de İsa (as)'ın, Allah'ın oğlu olduğu tezi üzerinde ısrarla durulmaktadır. Aslında bugün elimizde bulunan İncil'de bu dört incilin dışında 23 incil daha olup toplam 27 İncil'den meydana gelmiştir. Halbuki Allah'ın Hz. İsa (as)'a indirmiş olduğu İncil birdir (Ahmet Kahraman, Dinler tarihi, İst. 1968, s. 189).

Bir ilim adamının tespitlerine göre bugünkü İncillerin gayesi; Hz. İsa (as)'ın sözlerini ve işlerini aktarmakla, onun yeryüzündeki risaletinin tamamlandığı sırada, insanlara bırakmak istediği talimatları onlara tanıtmak olmuştur. Talihsizlik İncil yazarlarının, bildirdikleri olayların görgü tanığı olmamalarından ileri gelir. Onlar, Hz. İsa (as)'ın hayatı hakkında muhtelif Yahudi-Hristiyan cemaatlerinin, bugün kaybolmuş bulunan ve sözlü rivayetle nihai metinler arasında vasıta rolü oynamış olan, sözlü veya yazılı durumda korunan bilgilerin, o toplulukların sözcüleri tarafından anlatılmalarından başka bir şey değildir. (Maurıce Bucaılle, a.g.e., s. 369).

Kur'an-ı Kerim'de semavi kitaplardan ve İncil'den şöyle bahsedilmektedir:

"Sana kitabı hak ile ve kendinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil'i indirmişti. (Doğruyu ve eğriyi birbirinden) ayırdeden (kitaplar)ı da indirdi. Allah'ın ayetlerini inkar edenler için mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır." (Âl-i İmran, 3/34).

"Allah demiştir ki: Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Ruhu'l- Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana kitab'ı, hikmet'i Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacayı benim iznimle iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun ve İsrailoğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkar edenler; bu açık bir büyüden başka bir şey değil demişti." (Mâide, 5/110).

(bk. Şamil İA, md. İncil)

21 Tevrat'taki Paran (Faran) dağları ile Mekke ve Hz. Muhammed'in kastedilmediği iddiasına cevabınız nedir?

Tevrat’ta geçen ifade şöyledir:

“Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.”(Tesniye, Bâb 33, Ayet: 2)

1. Tevratın bu ifadesinde: “Sina’dan gelme”, Hz. Musa’ya ve Sina Dağı’nda ilahî hükümlerin ona verilmesine; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya ve ona İncil’in verilmesine; “Paran dağlarında parlama” ise,  Efendimiz Hz. Muhammed’in Mekke’de çıkacağına işarettir. Zira Paran, Arapça okunuşuyla Faran’dır; Faran ise Mekke’nin eski bir ismidir.

Ayrıca Paran’ın Mekke olduğuna, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümündeki, Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğunu anlatan cümleler de delildir.

Zira Hz. İsmail Mekke’de oturmakta idi. Demek, Kitab-ı Mukaddes’in işaretiyle de Faran, Mekke’dir.

Tevrat’ın ifadesiyle, Allah “Faran dağlarından parladığını” beyan buyurmuştur. Bu parlama, Hz. Muhammed’den başka kim olabilir?

2. "Mukaddeslerin on binleri içinden geldi.” cümlesiyle belirtilen mukaddesler ise Peygamberimiz’in âli, Ehl-i Beyti ve ashabıdır. Kısa bir zamanda bu mukaddes cemaat on binlere hatta yüz binlere ulaşmıştır.

3. “Sağda ateşli ferman” ifadesi ise, cihada ve gelecek peygamberin cihad ile memur olacağına işarettir. Efendimiz ve ümmetinin cihad ile vazifeli olması, bu cümlede işaret edilen zatın Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu ispat etmektedir...

Demek, Tevrat’ın bu cümlesi, üç işareti ile Efendimiz (asm)’den haber vermektedir.

Diğer taraftan, Tarihçi Ciron ve İlahiyatçı Yosepyos, Faran dağlarının, Arap beldelerine ve Eyle kentinin doğu tarafına üç günlük mesafede olduğunu, belirtir. (bk. Abbas Mahmud el-Akkad, Maalimü’n-Nur, s. 150) Bu açıklama da Faran Dağlarının Hicaz (Mekke) bölgesinde olduğunu göstermektedir.

Hicaz Dağları olarak bilinen ve bir kısmını Paran (Faran) Dağları oluşturan dağlar, Suudi Arabistan’ın batısında yer alan bölgedir. Arabistan Yarımadasının dağlık Kızıldeniz kıyısı boyunca, kuzeyde Ürdün’e, güneyde Asir bölgesine doğru uzanır. Hicaz toprakları coğrafi görünüş bakımından farklılık arz eder. Bölge içerisinde düz araziler, dağlar, alçak kısımlar, vadiler ve çöller yan yana bulunmaktadır. Bölgenin önemli özellikleri arasında yüksek dağlara ev sahipliği yapması başta gelir. Burada yer alan ve tedricen yükselerek zaman zaman 2.000 metreye ulaşan Serât Sıradağları kuzeyde Şam (Suriye), güneyde Yemen içlerine kadar uzanır ve bir anlamda yarımadanın omurgasını meydana getirir.

Ayrıca bölgedeki dağların bir kısmını da İslâm'ın doğuşunu haber veren kaynaklarda isimlerine sık sık rastlanan Mekke ve Medine çevresindeki dağlar oluşturmaktadır. Bu dağlara Faran Dağları da denir. İslâmî kaynaklarda Faran, İbranîcesi Paran kelimesinin Arapçaya yerleşmiş şekli olarak belirtilir ve Mekke’nin veya Mekke dağlarının Tevrat’ta zikredilen ismi olarak gösterilir.

Bu şekilde, beklenen Âhir zaman Peygamberin'in Hicaz bölgesinden çıkacağı Kutsal kitaplarda yer alırken, bu bilgilerden hareketle birçok kişi tarafından Faran Dağlarından çıkacağı müjdelenmiştir.

Bilindiği üzere, Hz. Muhammed (asm) Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. İlk vahiy bu dağda gelmişti (Buhârî, Bed'ü'l-vahy 3) Fârân eğer Mekke ve civarı değilse başka neresi olabilir ki, oradan İslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun.

Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevrat'ta geçen Fârân, Mekke'ye işarettir.

Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvin'in 21. âyetinde geçen ve Hz. İsmail'in yerleştiği yeri anlatan "Fârân'da yerleşti." ifadesi, dediğimizi ispatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu konuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki sahabe ve cihada memur olmaya işaret eden kısımlar, hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, o zâtın Hz. Muhammed Aleyhissalatü vesselâm olduğunu göstermektedir...

22 Yahudiler, Hz İsa'yı neden ihanetle suçluyorlar, "Tanrının oğluyum" dedi diye mi?

Yahudiler, Hz. İsa (as)’a böyle bir iddiada bulunduğundan dolayı karşı çıkmış değillerdir. Çünkü Hz. İsa (as), zaten böyle bir şey dememiştir. Kur'an ifadesiyle o "İnnî Abdullah = Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum." demiştir. (bk. Meryem, 19/30)

Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsa (as)'ın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, onun da tevhidi tebliğ ettiğini açıklar. (bk. Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür." (Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanları yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (bk. Mâide, 5/46).

Yahudiler, onun “beklenen Mesih” olduğu yolundaki iddiasında yalancı olduğunu/peygamber olmadığı halde peygamberlik iddiasında bulunan biri olduğunu ileri sürerek karşı çıkmışlardır.

Hz İsa (as)’a, isnat edilen teslis ve “oğul” akidesi, Yahudi asıllı Pavlos’un Hristiyanlığa girip sağa-sola mektuplar yazarak neşrettiği bir zaman dilimine rast gelmektedir. Bu da Hz. İsa (as)’dan yaklaşık dört asır (dört yüz yıl) sonraya tekabül etmektedir. O tarihten itibaren, tevhit inancını ve Hz. İsa (as)’ın -diğer peygamberler gibi- insan bir peygamber olduğunu savunan Eryusîler / Erisiler ile teslisi savunan Pavlos taraftarları arasında yıllarca savaşlar sürdü. Nihayet Roma kralı büyük Konstantin Hristiyan olduğunu açıkladı ve eski dini putperestlikten kalma çok tanrılı inancına uygun düşen Pavlos’un kitaplarını korudu, Eryous’un kitaplarını imha etti, okuyanları idamla yargıladı ve gittikçe teslis düşüncesi yaygınlık kazandı.(bk. Ziyaurrahman el-Azamî, el-Yahudiye ve’l-Mesihiye, s. 293-312).

İlave bilgiler için tıklayınız:

Hz. İsa ölmüş müdür, Çarmıha gerilmiş midir, ölmediyse ölümü tadacak mıdır?

Teslise inanan bir Hristiyan’ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?

HRİSTİYANLIK.

23 Allah sadece dört büyük kitap mı göndermiştir?

İlahi kitaplar Allah'ın peygamberlerine gönderdiği vahiyler toplamından oluşur. Her topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (Nahl, 16/32; Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğine (Bakara, 2/213) göre, çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. Ne var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır.

Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Sit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim (a.s)'a ve onunun da Musa (a.s)'a [onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir], indirildiği belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya).

Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a, İncil İsa (a.s)'a ve Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir.

(Şamil İslam Ansiklopedisi)

24 "... Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur..." ifadesi ne anlama gelmektedir?

Enam Suresi, ayet 34:

"Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir."

Ayette geçen "Allah'ın sözü" ifadesi Allah'ın peygamberlerine olan vaadi anlamındadır.

Ey Muhammed, kasem olsun ki senden önce birçok peygamber böyle zalimler tarafından yalanlandılar da yalanlanma ve ezâ edilmelerine karşı sabır ve sebat ettiler. Nihayet kendilerine yardımımız erişti.

Şu halde sen de bunları örnek al ve yardımımız gelinceye kadar sabret; böyle sabredenlere Allah'ın yardımı erişir. Allah'ın kelimelerini, vaadlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah şöyle buyuruyor:

"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: 'Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.'" (Saffât, 37/171-173)

"Allah, elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz diye yazmıştır." (Mücadele, 58/21)

Bu kelimeler, bu vaadler her halde yerini bulacaktır. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden, onların hallerinden ve mühim olaylarından hayli bilgi de geldi. (Elmalılı Tefsiri, İlgili ayetin açıklaması)

Hz. Muhammed (asm)'e, daha önceki peygamberlerin de yalancılıkla itham edildikleri, fakat onların, Allah'ın yardımıyla zafere ulaşıncaya kadar bu yalanla­malara, hatta uğradıkları eziyetlere sabırla göğüs gerdikleri haber verilmekte, böy­lece Resûlullah (asm) hem teselli edilmekte, hem de dolaylı olarak geçmiş peygamberle­rin bu olumlu tutumlarını örnek alması istenmektedir.

Âyetin "Allah'ın kelimele­rini değiştirebilecek hiç kimse yoktur" mealindeki kısmında geçen "kelimeler"den maksat, inkarcıların menfi ve haksız tutumlarına rağmen görevlerini sabır ve me­tanetle yerine getirmeye çalışan peygamberlere, sonunda Allah'ın "zafer" verece­ği yönündeki vaadidir. Ayette bunun Allah'ın değişmeyen kanunu olduğuna işaret edilmiştir. (Heyet, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II, 317.)

Yüce Allah'ın; "Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler" buyruğu da "sen de sabrettikleri gibi sabret" anlamındadır.

"Onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti." Sa­na da vadolunduğun şey gelecektir. "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur" buyruğu da ona gelecek yardımı açıklamaktadır. Yani Yüce Allah'ın vadettiği şeyi hiç kimse önleyemez, engelleyemez. Kimse onun hük­münü bozamaz, o vadinden asla caymaz.

"Her bir vade için yazılı bir va­kit vardır." (Râ'd, 13/38)

"Andolsun biz, peygamberlerimize ve iman edenlere... yardım ederiz." (Mu'min, 40/5)

"Allah: Andolsun ben ve peygamber­lerim elbette galip geleceğiz diye yazmıştır." (Mücadele, 58/21)

(bk. İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/575-577.)

25 Tevrat ve İncil de insanın canına kıyana idam cezası verilmeli diye yazıyor mu?

Kur'an-ı kerim'de bu konuyla alakalı şöyle buyuyrulmaktadır:

"Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak (karşılık ve cezadır). Yarala(mala)r da kısas(a bağlanmış)tır. Kim bunu (kısası) bağışlarsa, o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir." (Maide,5/44)

Tevrat’da kısas hükmü için şöyle denmektedir:

lev.24:17 cik.21:12 «`Adam öldüren kesinlikle öldürülecektir.

lev.24:18 Başkasının hayvanını öldüren, yerine bir hayvan vererek aldığı canın karşılığını canla ödeyecektir.

lev.24:19 Kim komşusunu yaralarsa, kendisine de aynı şey yapılacaktır.

lev.24:20 cik.21:23-25; yas.19:21; mat.5:38 Kırığa karşılık kırık, göze göz, dişe diş olmak üzere, ona ne yaptıysa kendisine de aynı şey yapılacaktır.

lev.24:21 Hayvan öldüren yerine bir hayvan verecek, adam öldüren öldürülecektir.

lev.24:22 say.15:16 Yerli yabancı herkes için tek bir yasanız olacak. Tanrınız RAB benim.'»

Kısas ve intikam konusunda İncil'in yaklaşımları Tevrat ve Kur'an'a göre oldukça farklılık gösterir.

Matta / Bab 5:

38. Göze göz, dişe diş' denildiğini duydunuz.

39. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.

40. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin.

43. ‘Komşunu sev, düşmanından nefret et' denildiğini duydunuz.

44. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.

Luka / Bab 6:

27.-28. Ama beni dinleyen sizlere şunu söylüyorum: Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin.

29. Bir yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin.

30. Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin.

31. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın.

32. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile kendilerini sevenleri sever.

33. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile böyle yapar.

34. Verdiğinizi geri almak umudunda olduğunuz kişilere ödünç verirseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile verdikleri kadarını geri almak koşuluyla günahkârlara ödünç verirler.

35. Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin. Alacağınız ödül büyük olacak, en yüce Olan'ın oğulları olacaksınız. Çünkü O, nankör ve kötü kişilere karşı iyi yüreklidir.

36. Babanız merhametli olduğu gibi, siz de merhametli olun.

26 Hristiyanlık yanlış öğretildiyse, İslam'ın gelişi neden bu kadar gecikti?

Evvela, bir mümin olarak Allah’ın işlerini sorgular tarzda bir yaklaşımda bulunmak yanlıştır. “O, yaptıklarından ötürü sorguya çekilmez.” mealindeki ayette bu dersi görmekteyiz. Bu sebeple, bu prensip -iç âlemimizde- her zaman bir prensip olarak hatırlanmalıdır.

- İkincisi, insan olarak Allah’ın yaptıklarının hikmetini öğrenmek üzere araştırmaya çalışma hakkımız vardır.

- Bu hikmet yönünü şöyle açıklayabiliriz:

a. Önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Kur’an, sırf Hristiyanların yanlışlarını düzeltmek için indirilmemiştir. Faraza onların hiçbir yanlışları olmasaydı, yine Kur’an indirilecekti. Çünkü, Kur’an’ın muhtevası, üslubu,  kıyamete kadar gelen insanlara ders verecek özelliktedir. Eski semavî kitaplardan çok farklı olduğunu -her işin ehli- anlar.

b. Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.m) arasındaki sürenin tespiti, Allah’ın hikmet ve iradesine bağlıdır. Bu konunun Allah’ın ezelî ilmindeki tayini bizim meçhulümüzdür. Bir çok şeyi bilmediğimiz gibi, bunu da bilmememiz gerçekte bir çok hikmetinin olmadığı anlamına gelmez.

c. Hristiyanların bazı yanlışlıklarının yanında, pek çok doğruları da vardı. Söz konusu doğrulara hizmet etmek için bir fırsat verilmiş olabilir. Bu süre, onların bir imtihanı olarak değerlendirilebilir.

d. İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a iman ve ona itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Allah'ın varlığını bilme ve anlama kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri layıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Hak dini duymayan insanlar Allah'ın varlığına inanmakla mükelleftir. Ancak ibadetlerle mükellef değillerdir.

e. Her nebinin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler herşeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki çok önemlidir.

İnsanlık hiç bir zaman peygamberlik nurundan mahrum kalmamış, ara sıra geçici bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her ferd az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmış ve doymuştur.

Ne var ki, tahrîfin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık tâkip edip dururken kendi irâdelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak rahmet müjdesini vermiştir:

"Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz." (İsrâ, 17/15).

f. Allah’ın ezelî ilminde İslam ümmetinin de belli bir süresi vardır. Bu süre kıyamete kadar devam eder. Öyleyse, bu ümmet öyle bir tarihten başlamalı ki, kendisine tayin edilen süre ne fazla ne de eksik olmadan tamamlanmış olsun. Bu perspektiften daha çok noktalara vurgu yapmak mümkündür. Ancak “arif olana işaret yeter.”

İlave bilgi için tıklayınız:

Diğer din mensuplarının ahiretteki durumu nasıl olacaktır? ...

27 Tolstoy Müslüman mıydı?

Tolstoy'un Müslüman olduğuna dair bilgiler vardır. Ancak yine de gerçeği Allah bilir.

Ünlü Rus yazar Tolstoy'un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed'in (asm) hadislerini derlediği bir risalesi olduğu ortaya çıktı. Tolstoy'un bu eserinin, Rus halkında İslam'a ilgi uyandırmaması için, komünizm döneminde gizlendiği belirtildi.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tolstoy Müslüman mıydı?

28 "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur." (Enam, 6/115) gibi ayetlere bakarak, Hristiyanlar kendi kitaplarının orijinal olduğunu söylüyolar. Cevap olarak ne söylemeliyiz?

"Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir." (Enam,  6/115)

Ve bizim kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bilirler ki, muhakkak o Kitab (yani Kur'ân) Rabb'ından hak ile indirilmiştir. Şu halde sakın şüphelenenlerden olma, şüpheliler gibi birtakımlarının inkârlarından etkilenip de başka hakem teklif edenlere rıza gösterme. "Allah'tan başka bir hakem mi isteyeyim?" de. Hiç şüphesiz bu kitap sana Rabb'ından indirilmiş hak bir kelimedir. Ve senin Rabb'ının kelimesi, doğru söz olmakta da tam, adaletçe de tam, son derece tamdır. Yani Kur'ân, ihbârî (haberle ilgili), inşâi (dilek kipine ait) iki yönü içine alan bir Allah kelâmıdır ki, birinde istenen doğruluk, birinde istenen de adalettir. Kur'ân haberleri ve vaadleri yönüyle tamamen doğrudur, gerçeğin kendisidir; yalandan, şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de tamamen adalettir, doğruluğun kendisidir, zulümden, eğri büğrülükten uzaktır. Rabbinin kelimelerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, ayırtmanlık, düzelticilik edecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O'nun kelimelerini kaldırıp yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de aynısını. Söz, O'nun sözü; kanun, O'nun kanunu; kitap, O'nun kitabı; hüküm, O'nun hükmüdür. Şu halde Allah'tan başka hakem isteği nasıl düşünülür ve caiz görülebilir ki, O, daima hem işiten, hem bilendir de. Gizli, açık her sözü işittiği, her şeyi bildiği gibi iddiacıların davalarını işitir, niyetlerini ve maksatlarını bilir. Ve bütün yargılanacakların görünüşlerini bildikten başka, görünmeyen yanlarını da bilir. Öyle yargılar ve öyle hüküm verir. Artık kim O'nun hükmünü bozabilir? Ve kim O'nun hükmünden kurtulabilir? Allah'ın hükmü böyle.

"Bu, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlerimiz hakkındaki sünnetimizdir. Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin." (İsra, 17/77)

Peygamberi yurdundan çıkarmak için rahatsız etseler kendilerinin de onun ardından fazla kalamayacakları, Allah'ın geçmiş peygamberlerin ümmetlerine uyguladığı kanunun böyle olduğu, Allah'ın kanunun değişmeyeceği belirtilmektedir. Peygamber (asm) Kureyş'in baskısından en çok maruz kalan zayıf, himayesiz kimseleri Habeşistan'a gitmelerini teşvik etmiştir. Heralde Kureyş'in amansız baskısı sonucu, kendisi de önceleri Habeşistan'a gitmeyi düşünmüş, fakat en çok baskıya uğrayan sahabilerini göndermekle yetinmiştir. Bundan sonra Kureyş'in baskısının dahada arttığı anlaşılmaktadır.

Müşrikler Peygamberi (asm) tedirgin edip Mekke'den çıkarmağa çalışıyorlar, böylece sesinin kesileceğini, sözlerini dinleyen kimse bulamayacağını düşünüyorlardı. İşte bu ayette Allah, Peygamberi (asm) teselli ederek kendisini yurdundan çıkarmak için tedirgin edenlerin, kendisinden sonra orada fazla kalamayacaklarını, Peygamberi (asm) çıkarmalarının cezası olarak azaba uğrayacaklarını bildirmektedir. Daha önceki milletlerde de böyle olmuş, peygamberleri yurttlarından çıkaranlar azaba uğramışlardı.

Gerçekten bir zaman sonra Peygamber (asm) aralarından çıkıp gitmiş, ardından onlarda fazla kalmamış, Peygamber (asm)'in ordusuyla savaşmak için yurttlarından çıkmışlar, fakat bir daha geri dönememiş Bedir'de can vermişlerdir.

"Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur." (Yunus, 10/64)

Dünya ve ahiret hayatında müjde onlarındır. Bu da onların özellikleridir ki, Allah'ın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. İşte "evliyaullah'ın kerâmeti haktır." meselesinin temeli de budur. Allah'dan başka dost ve veli tanımadıkları, Allah'a aykırı düşmekten korkup sakındıkları ve ondan başka hiçbir şeyden çekinmedikleri, Allah da kendilerine dost olduğu için artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Dünyada da müjdelenmişler, ahirette de müjdelenmişlerdir. Bu cümleden olarak dünyada.

"Muhakkak ki, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra doğrulukta ve dürüstlükte devam edenler üzerine melekler şöyle diyerek inerler: "Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin." (Fussilet, 41/30).

Ayrıca yine ahirette,

"Size selâm olsun size, hoş geldiniz cennete, ebedi kalmak üzere buyurun girin içine." (Zümer, 39/73)

müjdesine mazhar olacaklar.

Allah'ın kelimelerinde tebdil yoktur. Yani Allah'ın bu vaadlerinde, bu müjdeli sözlerinde hiçbir değişme olmayacaktır. Allah'ın sözünü değiştirecek, O'nun verilmiş hükmünü kararını uygulamadan kaldıracak hiç bir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Mesela: Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutacak, mahzun edecek hiç bir güç ve geçerli engel yoktur. Allah da asla verdiği sözden dönmez, verdiği sözü yerine getirir. Bundan dolayı,

"Allah, hiçbir kavmi, o kavim kendi kendini değiştirip bozmadıkça değişikliğe uğratmaz." (Ra'd, 13/11)

âyeti uyarınca, evliyaullah dahi kendilerindeki o velayet hasletini, o iman ve ittikayı değiştirip bozmadıkça Allah Teâlâ'nın, bu dünya ve ahiret için verdiği sözü, verdiği müjdeyi değiştirmesi ihtimali yoktur. Bunlar ebedi müjdelerdir. "İşte bu da büyük kurtuluşun kendisidir."

Madem ki, evliyaullah böyle müjdelerle müjdelenmiştir ve onlara hiçbir şekilde korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır, öyleyse peygamberlik rütbesi daha yüksek olduğu için ey hak peygamber! Bilesin ki, sana hiç korku ve hüzün yoktur.

"Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku! Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Ve O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın." (Kehf, 18/27)

Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in değiştirilemeyeceği ve Allah'tan başka sığınılacak kimsenin olmayacağı vurgulanmaktadır.

"Allah'ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu budur. Ve sen Allah'ın kanununu değiştirmeye asla çare bulamazsın." (Ahzab, 33/62)

Allah'ın bundan öncekiler hakkındaki adetine göre, yani adet etmiş olduğu kanun gereğince. Çünkü bir memlekette, bir yerde fitne ve fesada koşanlar öteden beri her millette öldürme ve uzaklaştırma ile cazalandırıla gelmişlerdir. Sen de Allah'ın o adetinde ve kanununda bir değişme bulamazsın. Yani geçmiş ümmetlerdeki birtakım hükümleri ve kanunları nesh eden İslam dini öyle zararlı ve fesatçı olanları savmak ve uzaklaştırmak kanununu, nesh etmek ve değiştirmek için gelmemiştir. Çünkü Allah fesatçıları sevmez ve Müslümanlık bozgunculuğu çoğaltmak için değil, rahatlık ve barışı çoğaltmak içindir.

İlâhi vahiy olan semâvi kitaplar her türlü tezat ve ihtilaftan uzaktır. Zira gönderilen elçiye verilen kitap kelâmullahtır. İncilin tahrif edilmiş olduğu dört İncil'in bulunmasından, bu incillerin, birbiri ile çelişip tezata düşmesinden, farklı bilgiler vermesinden, alenen anlaşılır.

Yine Matta İncil'inin amacı; İsa (as)'ın yaşamı, ölümü, dirilişi üzerinedir. Markos en kısa İncil olup, insanların İsa Aleyhisselâma gösterdikleri ilgi ve İsâ Aleyhisselâmın hayatından çokca bahseder. Luka ise daha kitabının başında amacının İsa Aleyhisselâmın yaşamını doğru ve ayrıntılı biçimde anlatmak olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. Kitabını Teofilosa hitaben (Luka: 1/3) yazdığını belirtmesi İsa Aleyhisselâma âit olmadığını gösterir. Yuhanna ise incili bizatihi kendisinin kaleme aldığını; Onun adıyla yaşama kavuşasınız (20/30-31) diyerek belirtmiştir.

İlâhi vahiy ise ancak Allah'ın kelâmı, sözü, beyanıdır. Peygamber ve ümmetine Allah'ın koyduğu kanunları, emirleri, nehiyleri içerir. Geçmiş peygamberlerden ve ölümden sonrasından haber verir.

Görüleceği üzere bu bahsedilen İnciller İsa Aleyhisselâmdan sonra yazılmış ve onun hayatını kaleme almışlardır. İlâhi vahyin nüshaları karışmış ve fakat İsa Aleyhisselâma inen gerçek İncil tahrif edilmiştir. İncelendiğinde, aklı selim ile düşünüldüğünde bu gerçek açıkça görülebilecektir.

Bir kere inciller, İsa Aleyhisselâmdan yüzyıl gibi bir zaman sonra yazılmışlardır, İsa Aleyhisselâmın dili ile yazılmamışlardır. Hatta Yeni Ahidde yazıldığına göre İncil yazarları; sözlü söylentiyi saptayan ilk Hristiyan topluluğunun sözcülerinden başka birşey değildir. İncil yazarlarından herbiri kendi uslûbuna, kendi kişiliğine, kendine özgün dini kaygılarına göre, çevrelerindeki gelenekten aldıkları sözler ile hikayeler arasında bir takım bağlar kurmuşlardır.

Matta İncil'inde (1/1-17) İsa Aleyhisselâmın babaları olarak verilen isimler toplamı (İbrahim Aleyhisselâm dahil) İbrahim Aleyhisselâma kadar 40'tır. Luka İncil'inin verilen isimler toplamı ise İbrahim Aleyhisselâm dahil 55'tir.

Luka İncili (3/23-38), Mesihi Matata nisbet ederken. Matta İncili (1/16), Mesihi Dülger Yusufa nisbet etmiştir.

Matta İncili (11/18) Yahya'nın yemiyerek ve içmeyerek geldiğini haber verirken, Markos İncili (1/6) Yahya'nın çekirge ve yaban balı yediğini söyler ki, bu iki haber birbirini çürütür.

Matta (27/60); Markos (15/46); Luka (23/53)'ya göre ceset alınıp Kaya içine oyulmuş bir kabre konulmuştur.Yuhanna (19/41)ya göre ise, İsa'nın cesedi bahçede olan bir kabre konmuştur. Matta İncil'inde (17/15) bir adamın saralı oğlunu kurtarması için İsa'ya geldiğini belirtirken, Markos İncili (9/17) Dilsiz ruhu olan oğlunu İsa'ya getirdiğini söyler. Luka ise aynı olayı naklederken adamın, İsa'ya Muallim! Sana yalvarırım oğluma bak dediğini belirtir.

İnciller Yunanca yazılmışlardır. Yeni Ahidde orijinalliğini muhafaza eden bazı terimler Yunanca değil, İbranicedir. Bu dahi tahrife delildir. Zira İsa Aleyhisselâmın dili Âramice (İbranice)dir.

Matta İncil'inin bildirdiğine göre Hazret-i İsa, Musa Aleyhisselâmın şeriatını yıkmaya değil, yapmaya geldiğini beyan etmiştir. (Matta: 5/ 17-18)

Halbuki bugünkü Yeni Ahid, Musa Aleyhisselâmın şeriatının İsa Aleyhisselâm tarafından tamamen kaldırıldığını öğretmektedir. Bu bir tenakuz, çelişkidir.

Hristiyanlığın temeli sayılan teslisle ilgili âyet şöyle idi: Çünkü gökte şehadet edenler üçtür: Baba, kelime ve Ruhul-Kudüs ve bu üç birdir ve yerde şehadet edenler üçtür. Ruh ve su ve kan ve bu birde mutabıktır.(Yuhannanın Mek: 5/ 7-8)1881 de basılan tashihli nüshadan birinci kısım çıkarılmış ve bugünkü yeni baskılarda bu yoktur.

Bu misal bize, Hristiyanlığın kutsal kitabı üzerinde tahrifler yapıldığını ve bu tahriflerin devam ettiğini göstermektedir.

Matta'nın (5/39-40) Kötüye karşı koma, ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir, bir mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abani da bırak şeklindeki sözü ile, yine (Matta: 10/34) yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim sözü arasında tezat vardır.

Matta'ya göre (20/29) Eriha'dan çıkan İsa'ya, şifa için gelen körlerin sayısı ikidir. Markosa göre (10/46) ise şifa için gelen körlerin sayısı birdir.

Matta İnciline göre (10/9) İsa Havârilerine yanlarına Asâ bile almaya müsaade etmezken

Markos İncil'inin ifadesine göre (6/8), yanlarında Asâ taşımalarını tavsiye etmiştir.

Matta (25/15) hizmetçileri üç gösterirken, Luka (19/33) hizmetçileri on kişi gösterir.

Göklerin melekutunda en büyüğün kim olduğu hakkında soruyu soran, Matta İncil'ine göre (18/1) İsa'nın talebeleridir. Markos İncil'ine göre (9/33-34) sorulan suali haber veren İsa'nın kendisidir.

Markos İncil'inin bir yerinde (1/1) İsa Mesihin İncili denilirken, diğer bir yerinde de (1/14) Allah'ın İncili denilmektedir.

Luka İncil'inde bir yerde Kurtarıcım Allah,(Luka: 1: 47) diğer bir yerde de Kurtarıcı İsa denilmektedir. (2: 11)

Hazret-i İsa için sık sık hem Allah'ın oğlu, hem de Yusuf oğlu, Davud oğlu, Âdem oğlu deyimleri kullanılmaktadır.

Bunların hangisi doğrudur? İlâhi dinde böyle büyük tenakuzlar, kesinlikle olmaz. Bu ifadeler İncil'deki tahrifatın büyüklüğünü göstermektedir.

İncillerde dipnot olarak sık sık (Matta: 17/20-21, 18/10-11; Markos: 7/15-16, 11/25-28; Luka: 8/45, 9-56) Birçok eski metinlerde şu sözler de yer alır denilmektedir.

Veya Markos (16/20)de olduğu gibi bu bölümün 9-20 ayetleri eski metinlerde yoktur denilmektedir.

Bu tahrifatı açıklayan alenilik Yuhanna'da (7/53 - 8/11)de de mevcuttur.

Bu gibi çelişki ve tutarsızlıklar Allah Teâlâ'ya nisbet edilen bir kitapta bulunmaz. Öte yandan Allah Teâlâ'nın kulu ve elçisi olan bir peygamber de kendini Allah yerine koymaz ve kendine taptırmaz.

Binaenaleyh İsa Aleyhisselâma indirilen İncil'in sonradan insan eliyle yazıldığı ve tahrif edildiği anlaşılmaktadır.

İncilin tahrif edildiğini Kur'an-ı kerim şöyle haber vermektedir:

"Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, 'Bu Allah katındandır.' derler. Onlar bile bile Allah'a iftirâ ediyorlar." (Âl-i imran, 3/78)

29 Tevrat'ta İncil'den bahsedilmesine rağmen, neden İncil'de Kur'an'dan bahsedilmiyor?

“Vakti geldi, Meryem’in oğlu Îsâ da: 'Ey İsrail oğulları!' dedi, 'Ben size Allah’ın Resûlüyüm. Benden önceki Tevrat’ı tasdik etmek, benden sonra gelip ismi 'Ahmed 'olacak bir resulü müjdelemek üzere gönderildim. Ne zaman ki o peygamber, açık açık delillerle kendilerine geldi: 'Bu, kesin bir büyüden ibarettir!' dediler." (Saff, 61/6)

mealindeki ayette İncil’de Hz. Muhammed (asm)’den söz edildiği ve onu müjdelediği açıkça ifade edilmiştir.

Bu konu için ayrıca, Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna 14/16; 16/13; Matta 4/15-16; İşaya 42/1-4, bölümlerine bakınız.

Hz. İsa (as) da Yahudi soyundandır. Yahudiler ahir zaman peygamberinin Yahudî olmayıp Araplardan olduğunu öğrenince, bunu içlerine sindiremediler ve ilgili ayetleri tahrif ettiler. Bunu anlamak sanırız çok zor olmasa gerekir. Nitekim Abdullah b. Selam gibi insaflı Yahudi âlimleri kitaplarında Hz. Muhammed (a.s.m)’in vasıflarını gördüğünü ve bu vesileyle Müslüman olduğunu, Yahudilerin ise bunu bildikleri halde iman etmeye yanaşmadığını belirtmiştir.

Eğer biz şu anda, Kur’an veya Hz. Muhammed (asm) ile ilgili bir ifadeyi elimizdeki İncillerde bulamıyorsak ve Kur’an’ın konuyla ilgili yukarıdaki ifadesine de iman etmişsek, tahrifi kabul etmekten başka bir düşüncenin bize yakıştığını düşünemiyoruz...

30 Tek tanrılı dinlerin çıkışı nasıl olmuştur?

Tek tanrılı dinler İsrailoğullarıyla başlamamıştır ki, böyle bir iddiaya değer verilebilsin. Üç semavî dinin tevhit beşiği kabul edilen Hanif dini, çok önceden gelip tarihe mal olmuş Hz. İbrahim (as)’in dinidir.
Kaldı ki, üç semavî dinin ittifakla söylediği inanç esaslarını; ilk insan olan Hz. Âdem (as) aynı zamanda ilk peygamber olup, tevhit inancını yaşamış ve öğretmiştir.

İnsanlık tarihi, milattan önce ancak 3000 yılına kadar sağlam gidebilir. Daha öncesine ait tarihi bilgiler pek noksandır. Dolayısıyla, tevhit inancının başlangıcını spekülasyonlara açık tahmini bilgilere değil, başta Kur’an olarak semavî kitaplardan öğrenmek gerekir.

Semavî kitapların sayısı 104 olarak bilinmektedir. Bunlardan yüz tanesi kitap değil, sahifeler olarak adlandırılmıştır. Hz. Musa (as) “ilk tek tanrılı dinin kurucusu” değil, ilk büyük kitap verilen peygamberdir. Hz. Musa (as)’dan önce ve sonra gelen bütün peygamberler, Allah’ın birliğini ders vermişlerdir.

Şu da bir gerçektir ki, İslam öncesi devirde -fetret döneminde- Arapların önemli bir kesimi Hz. İbrahim (as)’den kalma tevhit inancını ders veren Hanif dinine veya bu dinden bazı kalıntılara bağlıydı. Önce Hz. Âdem (as) tarafından inşa edilen, daha sonra Hz. İbrahim (as) tarafından yeniden yapılan Kâbe'nin varlığı, tevhit inancının İsrailoğullarından çok önce tarihe kazındığını göstermektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah isteseydi ilk gelen ilahi din tek din olabilirdi, ama neden üç farklı dinin oluşmasına izin vermiştir?

31 Tevratta "Nefilim" denen iri insanlardan bahsediliyor. Kur'an-ı Kerim'de bu tür insanlardan haber veriliyor mu?

Kur'an-ı Kerim'de:

"Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve 'Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!..' dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki o, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mucizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." (Fussilet, 41/15)

hükmü beyan buyurulmuştur.

Fizikî yapıları hakkında değişik rivayetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gayet kuvvetli oldukları bilinmektedir.

32 Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah olduğunu, değiştirilmediğini biliyor ve kabul ediyoruz. Orijinal Tevrat ve İncil hükümlerini değiştirenler, bu uygulamalarına nasıl ve ne amaçla cesaret etmişlerdir?

Bunu tahrif edenler -salih kimseler değil- dinini dirsek yaparak dünya menfaatini elde etmek isteyen fasık kimselerdir. Bilindiği üzere, bugün Müslümanlar arasında da dünyanın bir menfaati için dini araç olarak kullananlar vardır. Tarih boyunca, bu tip adamlar her zaman var olmuştur. Bu gün televizyonlara çıkıp bin yıllık Ehl-i sünnetin takip ettiği çizginin dışına çıkarak yorumlar yapanları hep birlikte görmekteyiz. Onlar da böyle idi.

Nefsanî arzuları ruhanî  zevklerin üstüne çıktığı zaman insanların yapmayacağı şey yoktur. Bütün günahların kaynağı bu tür nefsanî arzulardır. Şeytanların da telkiniyle daha da güçlenen nefs-i emmare, artık hiçbir kayıt tanımaz.

“Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (Araf, 7/176)

mealindeki ayette böyle bir insan tipinden söz edilmektedir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, yukarıdaki ayette de bir Yahudî din adamının portresi çizilmiştir. Orada o kişinin dünya menfaati için dinini sattığı ifade edilmiştir. Tefsirler bu kişinin hikâyesini uzun uzadıya anlatmaktadır. Arapça veya Türkçe bir tefsire bakılabilir.

Kur’an’ın Yahudî din adamları hakkında belirttiği bazı kötü vasıfları, aşağıda meallerini verdiğimiz ayetlerde görebiliriz. Bunlar aynı zamanda  sorduğunuz soruya da bir nevi cevap teşkil edecektir.

“Resûlüm! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla 'inandık' diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. 'Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!' derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” (Maide, 5/41)

mealindeki ayetten, Yahudi alimlerinin -yalancı dostlarına kulak vermeleri, onların hatırı için yalan yanlış yorumlarda bulunmaları, dinlerindeki bağnazlıkları sebebiyle- yoldan çıktıklarını anlamak mümkündür.

“Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler.” (Maide, 5/42) mealindeki ayette, nefsin hoşuna giden dünya malını rüşvet gibi haram da olsa almaktan çekinmediklerine işaret edilmiştir.

“Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür! Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!” (Maide, 5/62-63)

mealindeki ayetlerde, Yahudilerin günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıkları, din adamlarının da onları bu kötülüklerden menetmedikleri vurgulanmıştır. Onları menetmemelerinin altında ya korku, ya dostluk ya da menfaat gibi şeyler yatmaktadır.

“Şimdi (ey müminler!) onların / Yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.” (Bakara, 2/75), 

“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler...” (Nisa, 4/46)

mealindeki ayetlerden, Yahudilerin günah işlemekte pek de pervasız davrandıkları anlaşılmaktadır. Bu da tek kelimeyle inanç eksikliği, dünya menfaatinin ağır basması gibi hususlardır. Özellikle, Yahudilerin ırkçılık damarları, üstün ırk olma sevdaları, onları yoldan çıkarmaya yetmiştir. Onlara göre cehenneme gitseler bile orada birkaç günden fazla kalmazlar... Onun için keyiflerine bakabilirler...

“Yahudiler ve Hıristiyanlar "Biz Allah'ın (peygamberlerinin)oğulları  ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” (Maide, 5/18);

“Onların bu (şımarık) tutumları: 'Bize ateş, sadece sayılı günlerde dokunacaktır.' demelerinin bir sonucudur.” (Al-i İmran, 3/24)

mealindeki ayetlerde onların bu şımarık tavırlarına işaret edilmiştir.

Özetle şunu söylemeliyiz ki, ilim, bilgi kırıntılarından sıyrılıp marifet haline gelmediği sürece sahibini doğruya yönlendirme gücü pek cılız kalır.

Nitekim, Hz. Ömer (ra) bir gün minberin üzerinde şunları söyler:

“Benim bu ümmet için en korktuğum ilim ehli, münafıklardır.”
"
Yâ emirel-müminin! Kişi hem âlim hem de münafık olabilir mi?” şeklindeki soruya da
“Evet, diliyle âlim, kalbiyle ve amel yönüyle cahil olan kimse böyledir.” (diye cevap verir).(Kenzu’l-Ummal, 10/269).

33 Peygamber Efendimiz'in ölüm nedeni zehirlenme midir?..

Hz. Peygamber (asm) Hayber savaşı sırasında zehirlenmiştir. Bu savaş Hicrî 7. yılın başlarında vuku bulmuştur. (el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, s. 329)

Hz. Enes ve Hz. Aişe’den yapılan rivayetlere göre, Hz. Peygamber (asm) bu zehirlemeden sonra, hayatı boyunca zaman zaman bu zehirin etkisiyle hasta oluyordu, vücuduna ateş basıyor, acı hissediyor ve sıkıntı çekiyordu. (İbn Hacer, 10/247)

Hz. Aişe’nin rivayetinde şu ifadelere yer verilmiştir:

“Resulullah (a.s.m) ölüm hastalığı içinde iken bana ‘Ey Aişe! Hayberde yediğim (zehirli) yemeğin acısını hep hissedegeldim. Şimdi ise, onun tesiriyle sırtımın /şahdamarımın koptuğunu hissediyorum.’ buyurdu.”(Buharî, Magazî, 83; İbn Hacer, 8/131).

Buna göre, Hz. Peygamber (asm) bu zehirlemeden yaklaşık üç-dört yıl sonra vefat etmiştir. Bu da Hz. Peygamberin korumasını vaad eden Maide Suresinin 67. ayetinin bir mucize olduğunun ayrı bir yansımasıdır. Çünkü bir zehir ki, üç-dört yıl sonra dahi tesirini göstermişse, dört yıl boyunca sebepler dairesinde olması gereken bu öldürücü tesirini askıya alan ancak Allah olabilir. Bu ise onun verdiği sözünü yerine getirdiğinin bir göstergesidir.

Bu aynı zamanda sebeplerin bağımsız olarak hiçbir etkilerinin olmadığını, Allah’ın izni olmadan onların hiçbir şeyin oluşmasına katkılarının bulunmayacağını göstermektedir. Kim bilir, belki de Rahman ve Rahim olan Allah, habib-i ekremine nübüvvet, velayet ve şehadet mertebesini bir araya toplayarak huzuruna almak istediği için, o zehirin etkisini de vefatına bir vesile kılmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Maide suresi 67. ayette Allah Teala Peygamberimiz'i koruyacağını vaad ediyor, ancak Uhud harbinde Peygamberimiz'in dişi kırılmıştır. Bu durumu açıklar mısınız?

34 Hristiyanlığın yanlış tarafları nelerdir? Bir Hristiyanı Müslüman yapabilmek için hristiyanlığının hangi yanlış taraflarını belirtmeliyiz?

Hristiyanların şu anda içinde bulunduğu en büyük hata teslis inancıdır. Bu bakımdan teslis inancının yanlışlığı anlatılmalıdır.

İman bir bütündür. İmanın altı esasına birden inanan kimseye mümin denilir. Bunlardan birine iman etmeyen, yahut bu inancı İslâm'a uygun düşmeyen bir insana, Kur'anî manada mümin denilmez. Kur'an'da tevhit inancı esastır. Yani Allah birdir; zatında, sıfatlarında ve icraatında ortağa, yardımcıya muhtaç olmaktan münezzehtir. Bu tevhit esasına ters düşen her türlü inanç İslâm'a göre şirktir, Allah'a ortak koşmaktır. Böyle bir iman ise Allah katında makbul değildir.

Bilindiği gibi, dinler üçe ayrılıyor: semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.

"Doğrusu Allah katında din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)

âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil'in bozulmasıyla semavîlik özelliğini kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir.

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur." (Âl-i İmran, 3/85)

Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.

"Bir şey sabit olursa levazımıyla sabit olur." kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.

Diğer bir önemli itikat kaidesi: "İman tecezzi kabul etmez." Yani iman rükünlerini birbirinden ayrı düşünerek, bir kısmına inanıp diğerlerine inanmamak olmaz.

Meselâ, Allah'a inanan fakat âhirete inanmayan insan mü'min değildir. Bu adam için, "Allah inancında mü'min" fakat "âhiret inancında kâfir" gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da bölünme kabul etmez.

Yani, "Allah'ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem." diyen bir insan, Allah'a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.

Bu iki kaideye göre, Allah'a imanın sahih olabilmesi için imanın altı rüknünün tamamına Kur'an'ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira ins ve cinne Allah'ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları ikiye ayrılıyor: sıfat-ı selbiye ve sıfat-ı sübutiye olmak üzere.

Sıfat-ı selbiye; " vücut, kıdem, beka, muhalefetü'n li'l-havadis, kıyam binefsihi, vahdaniyet" sıfatlarıdır. 'vacip bir varlık ile var olan', 'ezelî ve ebedî bulunan', 'hiçbir varlığa benzemeyen', 'varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan' ve 'bir olan' ilâh ancak Allah'tır.

Sıfat-ı sübutiye ise; "hayat, ilim, irade, kudret, sem', basar, kelam, tekvin" sıfatları. Zatî olarak, "hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvin (var etme)" sıfatlarına sahip olan ancak Allah'tır. Biz "lâ ilâhe illâllah" derken, bütün bu mânâları ifade etmiş oluruz.

Allah'a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur'anî mânâda bir iman değildir.

Kur'an-ı Kerim'de, "O'ndan başka ilâh yoktur" hükmünün yer aldığı âyetleri gözden geçirdiğimizde bu ilâhî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz. Sadece bir kaçını takdim edelim:

"Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler, elbette inkâr ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur." (Mâide, 5/3)

Demek ki, teslise inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış oluyorlar.

"O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür." (A'raf, 7/158)

O halde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah'a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah'a ortak koşan bir insanın bu inancı gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır." (Nisa, 4/87)

İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz.

"O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. O'ndan başka ilâh yoktur." (Âl-i İmran, 3/6)

Ana rahminde Allah'ın dilediği gibi şekillendirdiği bir mahlûka ilâh denemez.

"Ondan başka ilâh yoktur. Onun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız onundur. Ve ancak ona döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/88)

Yok olmaya mahkûm hiç bir varlık ilâh değildir.

"Size gökten ve yerden rızık verecek Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? Ondan başka ilâh yoktur."(Fatır, 35/3)

Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.

"De ki, o rahman benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Ben o'na dayandım. Tövbem de o'nadır." (Ra'd13/30)

Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı Kur'anî mânâda Allah inancı değildir.

Tevhitle ilgili bir başka ayet:

"O, evvel'dir, âhir'dir, zahir'dir, batın'dır. Ve o her şeyi bilendir." (Hadid, 57/3)

Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah'ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez.

Teslis'e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; ama risalet şerefiyle şereflenmiş bir kuldur. Annesi de, peygamber validesi olma lütfuna ermiş saliha bir hanımdır. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur'anî mânâda Allah inancına sahip olduklarını söylemek güçtür. 

35 Tevrat'ın değiştirilmediğini ispat eden ayetler var mıdır?

Öncelikle söyleyelim ki, Kur’an’a göre Tevrat, Hz. Musa (as)’a, İncil ise Hz. İsa (as)’a indirilmiş semavî kitaplardır. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna iman etmek zorunlu olduğu gibi,  Tevrat ve İncil adında Yahudi ve Hristiyanların kitaplarına iman etmek de İslam dininde zorunludur. Ali İmran Suresi'nin üçüncü, Nisa Suresi'nin yüz otuz altıncı ayetinde bu gerçeğe vurgu yapılmaktadır.

Zaten İslam’ın bu tavrı bile tek başına onun Allah’tan gelen bir din olduğunu göstermektedir. Zira, yeni ortaya çıkan hareketler, ideolojiler, doktrinler genellikle müşteri/taraftar kazanma adına diğer düşünceleri tamamen yanlış sayma yoluna girerler. İslam dininin bu kitaplara sahip çıkması, o peygamberlere iman etmeyi kendine tabi olanlar için zorunlu bir şart olarak ortaya koyması, onun yanlış düşünceden kaynaklanan hiçbir kompleksinin olmadığının göstergesidir. Bu ise aynı zamanda Hz. Muhammed (asv)'ın hak peygamber olduğunu, davasında çok ciddi olduğunu, hakkın hatırını esas tuttuğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Maide Suresi'nin ilgili ayetlerinde Tevrat’ın bu kimliğine işaret edilmiştir. Bu her iki ayetin sonlarında yer alan fezlekeler/hükümler Tevrat’ın hükümlerine aykırı davranan Yahudilerin bulunduğunu göstermektedir. Bu da bir tahriftir.

İslam alimleri arasında “Tahrif” konusu, lafızlarda mı yoksa yorumlarla yapılan manalarda mı cereyan ettiğine dair farklı görüşler vardır. “Allah’ın hükümlerinden yüz çevirmek; Allah’ın ayetlerini dünya menfaatine satmak, Allah’ın indirdiğiyle amel etmemek” yorumsal bir tahriften haber vermektedir.

Ali İmran Suresi'ndeki ilgili ayetlerde de, Tevrat’ın aslî kimliğine vurgu yapılmıştır. Buna iman etmek zaten her müminin aslî görevidir. Bu surenin 93. ayetindeki ifadeler de Yahudilerin Tevrat’ta bulunan bazı hükümleri bile bile gizlendiklerine işaret etmektedir ki, bu da ayrı bir tahrif çeşididir.

Bakara Suresi'nin 113. ayetinde Yahudilerle Hristiyanların karşılıklı olarak birbirini yanlış yolda olmakla suçladıklarına işaret edilmiştir. Onlara “kitap okudukları”nın vurgulanması “ehlikitap” kavramını çağrıştıran bir yargıya götürmektedir. Kur’an’da bu iki din mensubuna “ehlikitap” denildiği halde onların çok kötü bir imtihan örneğini verdiğini de aktarmaktadır.

Bakara Suresi'nin 75, Nisa Suresi'nin 46, Maide Suresi'nin 13 ve 41. ayetlerinde “tahrifat” kavramına açıkça vurgu yapılmıştır. Bununla beraber, bu tahrifin lafzî  mı, manevî mi olduğu konusu tartışmaya açıktır.

Daha önce bir çok defa bu sitede ifade ettiğimiz gibi, XXI. asrın insanı olarak, semavî kitapların sahibi olduğunu kesin olarak kanaat eden üç semavî din mensuplarının “tahrif” gibi ferî konularda zamanlarını israf etmelerinin isabetli olmadığını düşünüyoruz.  Bu asrın akliyatı, dinleri bir futbol takımını tutar gibi bir fanatikliğe izin vermemelidir. Taassup gözlüğünü çıkarıp, ilimi irfanı hür, fikiri beyanı hür, düşünce ve tasavvuru hür bir kimlikle hakkı, hakikati araştırmak gerekir.

İnsanlığı ateşe atan materyalist felsefenin, bombardımanına maruz kalan bu üç semavî din mensuplarının en büyük görevi, fer’î ihtilaf konusu olan meseleleri bir kenara bırakıp, temel ortak referansları olan iman esasları konusunda omuz omuza vermelerinin gereğine inanıyoruz. Müslümanların Tevrat ve İncil’e iman ettikleri gibi, onların da Kur’an’a iman etmelerine engel hiçbir şey olmadığını düşünüyoruz. Çünkü peygamberlerin özellikleri ve semavî kitapların kriterleri olarak kabul edilen hususlar, Hz. Muhammed (a.s.m) ve Kur’an için çok daha fazla geçerlidir.

“De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.” (Al-i İmran, 3/64)

36 Günümüzdeki aslı bozulmuş Tevrat, Hz. İsa'nın geleceğinden bahsediyor mu?

Tevrat’ta açıkça Hz. İsa (as)’dan bahseden bir ifade yoktur. Hristiyanlar, bazı ifadelerden bu işaretleri çıkarabiliyorlar.

Yahudiler prensip olarak Hz. İsa (as)’a “Allah’ın oğlu” demezler. Onlarda da, Müslümanlarda olduğu gibi tevhit inancı bu tür kuruntulara izin vermez. Yine prensip olarak Yahudiler, Hz. İsa (as)’ın peygamberliğine de pek inanmazlar.

“Yahudiler, ‘Hristiyanlar hakiki bir din üzere değil.’; Hristiyanlar ise, ‘Yahudiler hakiki bir din üzere değil.’ dediler. Halbuki her iki topluluk da kitabı (Tevrat ve İncîl’i) okumaktalar. Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler. Allah, kıyamet günü anlaşamadıkları hususlarda hükmünü verecektir.” (Bakara, 2/113)

mealindeki ayette bu gerçek vurgulanmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

TESLİS.

37 Gayri müslim Ehl-i kitabın ahiretteki durumu nedir; Allah'a inanmaları cennete gitmelerine sebep olur mu?

Cehennemin dereceleri vardır. En aşağı derecesindeki bir münafığın veya hiçbir dine inanmayan ateistin azabıyla, en üstteki günahkâr Müslüman'ın azabı bir olmayacaktır. Gayri müslimler günahkâr Müslümanların bir alt katındadır. Ama cezası bittikten sonra cennet gidecek olanlar imanı olan ama günahkâr olan Müslümanlardır. Bunun dışındakiler cennete girmez. Ama Allah hiç kimsenin yabtığı hizmeti veya güzel davranışı mükafatsız bırakmaz. Cehennemde de olsa bunu verebilir veya azabını hafifletebilir. (En doğrusunu Allah bilir)

Bilindiği gibi, dinler -bir açıdan- üçe ayrılıyor: Semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.

“Doğrusu Allah katında din ancak İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19)

âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil’in tahrifiyle semavîlik vasfını kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir: 

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” (Âl-i İmran, 3/85)

Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.

“Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.

Diğer bir önemli itikat kaidesi: “İman tecezzi kabul etmez.” Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter. Bunlardan birine inanmayan insana mü’min denilmez. Mesela, Allah’a inanan, fakat âhirete inanmayan insan mümin değildir. Bu adam için, “Allah inancında mü’min” fakat “âhiret inancında kâfir” gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da tecezzi kabul etmez. Yani, “Allah’ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem.” diyen bir insan, Allah’a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.

Allah'a inanan bir mümin, O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebedi yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimiz (asm)'in risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (a.s.) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (a.s.m.) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir.

Bu iki kaideye göre, Allah’a imanın sahih olabilmesi için, imanın altı rüknünün tamamına Kur’an’ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira insanlara ve cinlere Allah’ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ikiye ayrılıyor: Sıfat-ı Selbiye ve Sıfat-ı Sübutiye olmak üzere.

Sıfat-ı Selbiye; “Vücut, Kıdem, Beka, Muhalefetü’n li’l-Havadis, Kıyam Binefsihi, Vahdaniyet” sıfatlarıdır. ‘Vacip bir varlık ile var olan’, ‘ezelî ve ebedî bulunan’, ‘hiçbir varlığa benzemeyen’, ‘varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan’ ve ‘bir olan’ ilâh, ancak Allah’tır. 

Sıfat-ı Sübutiye ise; “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’, Basar, Kelam, Tekvin” sıfatları. Zatî olarak, “hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvin (var etme)” sıfatlarına sahip olan ilah, ancak Allah’tır.

Biz “Lâ ilâhe illâllah” derken, bütün bu manaları ifade etmiş oluruz. Allah’a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur’anî mânâda bir iman değildir.

Kur’an-ı Kerim'de, “O’ndan başka İlâh yoktur.” hükmünün yer aldığı âyetleri gözden geçirdiğimizde, bu ilâhî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz.

Sadece bir kaçını takdim edelim: 

“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler, elbette inkâr ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide, 5/73)

Demek ki, teslise inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış oluyorlar.

“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür.” (A’raf, 7/158)

O hâlde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah’a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah’a ortak koşan bir insanın bu inancı, gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır.” (Nisa, 4/87)

İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz.

“O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. O’ndan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmran, 3/6)

Ana rahminde Allah’ın dilediği gibi şekillenen hiçbir mahlûka ilâh denemez.

“Ondan başka ilâh yoktur. Onun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız onundur. Ve ancak ona döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)

Yok olmaya mahkûm hiç bir varlık ilâh değildir.

“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Ondan başka ilâh yoktur.”(Fatır, 35/3)

Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.

“De ki, O Rahman benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Ben O’na dayandım. Tövbem de O’nadır.” (Ra’d, 13/30)

Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak, onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı, Kur’anî manada Allah inancı değildir. Tevhitle ilgili bir başka âyet:

 “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zahir’dir, Batın’dır. Ve O her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3)

Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah’ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez.

Teslis’e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; risalet şerefiyle şereflenmiş bir kul. Annesi de peygamber validesi olma lütfuna ermiş saliha bir hanım. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur’anî mânâda Allah inancına sahip olmadıkları açık bir gerçektir.

38 Tevrat'ın değişmesi nasıl olmuştur?

Diğer ilahi kitaplar değiştirilmiştir. Ancak içindeki bilgilerin tamamı zıddıyla değiştirildiği söylenemez.

Tevrat'ın nesilden nesile sağlam bir şekilde intikali konusunda Yahudi din adamlarının en büyük suçu, bu ilâhi kitabı okuma keyfiyetini kendi tekellerine almış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki Tevrat Yahudi halkının bildiği ve okuduğu bir kitap mahiyetini alamamış, halk bu Allah Kelâmından kopuk yaşamıştır. Daha sonraları Yahudiler arasında bid'at ve cehalete dayanan uygulamalar ortaya çıkınca, din âlimleri bir yandan bid'at ve cehaletle mücadeleye girişmiş, bir yandan da bozuk inanç ve uygulamalara karşı Tevrat'tan kanıtlar bulmaya çalışmışlardı. Tevrat'tan kesin cevap bulamadıkları hususları da bizzat kendileri Tevrat'a eklemişlerdir.

Yahudi âlim ve hahamları, kesin cevap bulamadıkları noktalarda Tevrat'ı yalnız kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamakla kalmamışlar, uygun gördükleri metinleri ekleyerek bazı yerleri de çıkarmışlardır. Sonuçta bu ilâve ve çıkarmalar gerçek Tevrat'ı tanınmaz hale getirmiştir.

Aynı tür bir tahrif hadisesine diğer ilâhi kitap olan İncil'de de rastlanmaktadır. Hristiyan râhipleri kendi yorum ve hayal mahsulü düşüncelerini, kendi ictihadları doğrultusunda geliştirdikleri din anlayışlarını Allah'ın kelâmı olan İncil'e ekleyerek bu ilâhî kitabı âdetâ anlaşılamayacak hale getirmişlerdir. Kur'an-ı Kerim, Yahudi ve Hristiyan din adamlarının ilâhi kitaplar üzerindeki bu çirkin tasarruflarını şöyle açıklıyor:

"Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engellerler..." (Tevbe, 9/34).

Bu ayetten anlaşıldığı üzere hahamlarla râhipler, mukaddes kitaplardaki ayetleri dünya menfaati karşılığında da değiştirmişler veya hükmünü kendilerine göre yorumlamışlardır. Bunlar özellikle Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliğiyle ilgili ayetleri tahrif etmişler, Kitab-ı Mukaddes'in, Hz. İsa (as)'dan sonra Hz. Muhammed (asm)'in geleceğini müjdeleyen ayetlerini yok etmeye çalışmışlardır.

Haham ve râhipler bununla da yetinmemiş, ilâhî kitaplara yaptıkları ilâvelerin aslî metin olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece haham ve râhiplerin tarih felsefesi, kelâm, fıkıh, tefsir ve diğer ilim dallarındaki görüş ve yorumları Kitab-ı Mukaddes Külliyâtı içine girerek âdeta Allah kelâmının bir parçası halini almıştır.

Yapılan araştırmalar Ahd-i Atik (Eski Ahit)'in ilk beş kitabının asıl Tevrat olmadığını ortaya koymuştu. Orijinal Tevrat'ın bir nüshası veya bölümü hiçbir yerde yoktur. Bu iddiayı bizzat Tevrat'ın kendisi de doğrulamaktadır.

Tevrat  ve  İncil  tahrif olsa da içinde hakikat ifade eden sözler de yok değildir. Ancak bunları da kendilerine göre uygulamaktaydılar. Tevrat'ın dinî hükümleri üzerinde de tahrifler yapılmıştır. Bilindiği üzere Hayberli Yahudiler, zina eden evli bir erkekle evli bir kadın hakkında hüküm vermesi için Hz. Peygamber (asm)'a gelmişler, o da suçluların recmedilmeleri gerektiğini, Tevrat (Tesnye, XXII, 23-24)'ın da bunu emrettiğini söylemiştir. Yahudiler ise bunu bildikleri halde o hükmü fakir ve kimsesizlere uyguluyor, aynı suçu işleyen zengin ve mevki sahibi kişileri de kırbaç cezasıyla veya eşeğe ters bindirerek halk arasında dolaştırıyorlardı. Böylece Yahudiler Allah'ın kitabından yüz çevirerek işlerine geleni alıyor, dolayısıyla da şeriatı tahrif ediyorlardı.

Hz. Peygamber (asm) da hadis-i şeriflerinde Yahudi ve Hristiyanların "Tefsir etmek suretiyle kitaplarını tahrif ettiklerini" (Dârim, Mukaddime, 56), "İsa'dan sonra meliklerin Tevrat'ı değiştirdiklerini" (Nesâ, Kudat, 12), "Kitaplarını hem tahrif ettikleri, hemde ilâveler yaptıklarını." (Tirmiz, Tefsir, 34/3) açıklamıştır.

39 Nuh Tufanı, Kızıl Deniz'in yarılması gibi olayların Sümer, Babil ve Mısır kaynaklarında geçtiği ve oradan kopya edildiği iddiasına ne dersiniz?..

Tufan olayı ve diğer hadiseler Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde, birbirine çok benzer şekillerde anlatılır.

Birbirinden ve Tufan bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tufan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?

Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkansız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.

Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası birçok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan, ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegane anlatımın Kur'an'daki olduğunu görüyoruz.

Allah hiç bir kavmi peygambersiz bırakmamış, onlara hakkı tebliğ edecek peygamberleri göndermiştir. Bu nedenle sümerlerin peygamber olmadan yaşadıklarını iddia etmek yanlıştır. Çünkü 124.000 peygamberin insanları tebliğ için gönderildiği hadiste belirtilen bir hakikattir.

Ayrıca tüm peygamberlerin en büyük davası tevhid ve iman hakikatlerini insanla tebliğ etmektir. Bu nedenle Sümerlerin destanlarında bahsedilen bazı şeyleri Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'da olması gayet normaldir. Çünkü peygamberlerin davası bir olduğu gibi, muhatapları da insan, o dinlerin sahibi de Allah'tır. Bunda garipsenecek herhangi bir taraf yoktur.

40 İncil'in tahrif edildiğini biliyoruz. Peki tahripten sonrada Peygamber Efendimiz'den bahseden konular çıkarılmamış, bunun nedeni nedir?

İncilin bir çok yerinde Peygamberimizin vasıflarını açıkça belirtilmiştir. Ancak bu kısımların bir çoğu değiştirilmiştir. Buna rağmen Peygamberimize işaret eden kısımlar bulunmaktadır. Tevratta da İncilde de Peygamberimiz anlatılmış ve hatta bir çok yahudi alimi Peygamberimizi gördükleri zaman bu Tevratta anlatılan ahir zaman Peygamberinin ta kendisidir demişlerdir. Hüseyni Cisri'nin yazdığı ve 114 işareti bulup kaydettiği bir "Risalet-i Hamidiye" isimli Türkçe basılmış eserinde Tevrat ve İncilde Peygamberimize işaret eden kısımlara bakmanızı tavsiye ederiz.

Kur'an'ın dışındaki mukaddes kitaplara zamanla insan elinin karıştığı halde Peygamber Efendimizin (asm.) bu mukaddes kitapların değişik nüshalarında yer alan isim ve sıfatlarında, büyük bir benzerlik mevcuttur.

Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın zaman zaman tebliğciler veya peygamberler gönderdiğini ve onlara vahiy suretiyle kanunlar, emirler veya kitaplar indirdiğini bildirir. Kur'an, bu ifadeye bağlı olarak Hz. İbrahim (as)in sahifelerinden, Hz. Musa (as)'a gönderilen Tevrat'tan, Hz. Davut (as)'a indirilen Zebur'dan ve nihayet Hz. İsa (as)'a gönderilen İncil'den bahseder. Kur'an'da beyan edilen “zuhurul-evvelin”, yani “eskilerin kitapları” şeklindeki ifade ise, Zerdüştler veya Brahmanların bazı kitaplarına (kesin olmasa bile) işaret eder denilebilir.

Eski İran mukaddes metinlerindeki işaretler:

İran dini, Hindu dininden sonra dünyanın en eski diniydi. Mukaddes yazıları, desatir ve zend-avesta adını taşıyan iki kaynakta toplanıyordu. Bunlardan Desatir No. 14 de, İslam dinine ait bazı prensipler dile getiriliyor ve Efendimizin ((asm.) geleceğine dair şu ifadeler yer alıyordu:

“İranlıların ahlak seviyesi düştüğünde, Arabistan'da bir nur doğacaktır. Takipçileri onun tahtını, dinini ve her şeyini yükseltecektir. Bir bina inşa edilmişti (Kabeye işaret ediyor) ve onun içinde, ortadan kaldırılacak pek çok putlar bulunmaktaydı. hâlk, yüzünü ona doğru dönüp ibadet edecektir. Takipçileri, İran, Taus ve Belh şehirlerini alacak ve İran'ın pek çok akıllı adamı, onun takipçilerine katılacaktır.”

Yukarıdaki satırlardan açıkça anlaşıldığı gibi, asırlar sonra doğacak İslam güneşi ve onun yüce peygamberi, son derece net bir şekilde tarif edilmiştir. Ve bu peygamberin (asm), “ziyadesiyle övülmüş”, “Ahmet” ve “alemlere rahmet” unvanlarıyla, putları kaldıracak birinin olduğu yazılıdır.

Bu kitabın hâlen mevcut olan kısımlarından Yasht 13 ün 129. Bölümünde, aynı hakikatler bir daha dile getirilir ve putları kıracak olan zattan, “herkese ve âlemlere rahmet” ismiyle bahsedilir. Bilindiği gibi Efendimizin (asm) bir ismi de, "rahmeten-lil-alemin" (alemlere rahmet olan) şeklindedir.

Hind mukaddes metinlerindeki işaretler:

Paru 8, Khand 8, Adhya 8 ve Shalok 5-8 gibi Hind mukaddes metinlerinde, Efendimizden (asm.) şöyle bahsedilmektedir:

“Arkadaşlarıyla birlikte bir mellacha (yabancı dil konuşan veya yabancı bir ülkenin mensubu) olan ruhi bir terbiyeci gelecek ve ismi Muhammed olacaktır. Onun gelişinden sonra Raja, Pencap ve Ganj nehirlerinde yıkanır... Ona der ey sen! Beşeriyetin iftiharı, Arap ülkesinin sakini, şeytanı öldürmek için büyük bir güç topladın.” (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

Yukarıdaki ifadede Efendimizin (asm.) has isminin aynen belirtilmiş olması, son derece dikkat çekicidir. Aynı satırlarda geçen “beşeriyetin iftiharı” kelimeleri ise, Peygamberimizin(asm) (fahr-i âlem) şeklindeki ismiyle aynı manadadır.

Buda (Gautama Buddha) kendisinin ölümünden sonra dünyayı şereflendirecek olan bir yüce kişiden bahseder. Palice lisanında adı “Matteya”, Sanskritçede “Maitreya”, Burmacada ise “Armidia” olarak geçen bu kişi müşfik ve iyi kalpli olup, insanları doğru yola çağıracaktır. Buda'nın çok önceden vermiş olduğu bu haberde geçen isimlerin manası da, ”rahmet” demektir. Bilindiği gibi Peygamberimiz (asm) için, Kur'an'daki 21. surenin 107. ayetinde, “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır.

Bu yazmalardan birinde, şu ifade geçer:

“Buda şöyle dedi. 'Ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. O da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: 'O nasıl bilinecek?' Buda cevapladı: 'O, maitreya (rahmet) olarak bilinecek.' ”

Pali ve Sanskrit yazılı metinlerinde, ileride gelecek olan o yüce kişinin isimleri Maho, Maha ve Metta olarak geçer. Bu isimlerden ilk ikisi, “yüce aydınlatıcı” sonuncusu ise “inayetli” manasına gelir ki, bunlardan her ikisi de Peygamberimizin (asm) sıfatlarıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, başka kutsi metinlerde geçen Efendimizin has ismini gösteren Mohamet veya Mahamet adının, maha ve metta kelimelerinden teşekkül ettiği açıkça görülecektir.

Araştırmamızı, şimdi de Tevrat, İncil ve Zebur üzerinde sürdürelim. Bu konuda yapılan en detaylı inceleme Hüseyin-i Cisriye aittir. Hicri 1261-1327 yılları arasında yaşayan ve anne ile babası Ehl-i beytten olan bu Suriyeli alim, söz konusu mukaddes kitaplardan Efendimizle (asm) alakalı 114 işaret çıkartmış ve bunları Türkçe'ye de çevrilen Risale-i Hamidiyye'sinde neşretmiştir.

Eski mukaddes metinler arasında en çok tahrif edilmiş olma özelliğini taşıyan Tevrat'ta bile, Peygamberimize (asm.) ait şu işaretler vardır:

“O, iki binici gördü, biri merkep üzerinde, diğeri deve üzerindeki binicilerdi. O, dikkatle dinledi.” (İşaya, XXI/7)

Burada peygamber İşaya tarafından bildirilen iki biniciden merkep üzerinde olanı Hz. İsa (as)'dır. Çünkü İsa peygamber, Kudüse bir merkep üzerinde girmiştir. Deve üzerinde olan kişiyle de, Peygamber Efendimize (asm) işaret edildiği açıktır. Efendimiz Medine'ye girişte devesinin üstündeydi.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, İncil tercümelerinde "faraklit" veya "paraklit" (perikletos) kelimeleri aynen muhafaza edilirken, yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercümelerinde bu kelime değiştirilerek Arapça tercümelerinde “muazzi”, Türkçe tercümelerinde ise “teselli edici” şeklinde verilmiştir.

Hazreti Şuaybın suhufunda, Efendimizin (asm) ismi "Müşeffeh" şeklinde geçer ki, kelime olarak tam karşılığı “Muhammed” dir. Tevrat'ta geçen "Münhemenna" isminin karşılığı da, yine "Muhammed"dir. (Bilindiği gibi Muhammed kelimesinin lügat karşılığı da, “tekrar tekrar methedilmiş” şeklindedir.) Bunların dışında, Efendimizin (asm) ismi, Tevrat'ta çoklukla “Ahyed”, İncil'de ise, ”Ahmet” olarak geçmektedir.

Konumuzu, bir hadis-i şerifle noktalıyoruz.

“Benim ismim Kur'an'da Muhammed, İncil'de Ahmet, Tevrat'ta ise Ahyed'dir.”

41 Orijinal İncil, bir kitap olarak mı vardı yoksa, Hz. İsa'ya bildirilmiş âyetler miydi? İncil'de geçen ve Peygamber Efendimizi haber verdiği söylenen âyetler için ne dersiniz?

Geçmiş peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa (as)'ın sağlığında da İncil, yazılı kitap hâline getirilmemiştir. Çünkü İsa (a.s)'ın tebliğ süresinin kısa oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu.

En erken yazılan İncil, İsa (as)'dan sonra yetmişli yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa (as)'ın tebliğ ettiği hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazılan İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.

İncil'deki "Kutsal ruh" ve Kur'an'da "Ruhu'l-Kudüs" olarak geçen, Peygamberimiz (asm) değil, vahiy meleği Cebrail (as)'dir. Peygamberimize (asm) ayrıca işaretler vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Eski kitaplarda Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'e işaretler var mıdır?..

42 İncil ve Tevrat'ın değişmemiş halleri var mıdır?

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kuran'dan önce gelen diğer semavî kitaplar, Tevrat ve İncil değişmiş midir?

43 Kâbe, İslam dışındaki kaynaklarda neden geçmiyor?

Taberî, Ata b. Ebî Rebah’dan aktardığına göre, Mekke’de bulunmuş bir taşın üzerinde şu yazı çıkmıştır:

“Muhakkak ki ben -Bekke’nin sahibi- Allah’ım. Güneşi, Ay’ı yarattığım günde onu da inşa ettim ve onu hanif olan yedi melekle doldurdum.” (Taberî, Bakara, 127. ayetin tefsiri)

Ahmed Muhammed Şakir, bu rivayet üzerinde yazdığı talikte; benzer ifadelerin İbn Abbas, Mücahid’den de nakledildiğini ifade etmiştir.(bk. Taberî, a.g.e).

İbn İshak’ın (Sîre, 1/208) verdiği bilgiye göre, Kureyşliler, Kabê'nin bir rüknünün üzerinde Süryanice yazılmış bir kitabe bulmuşlar, onu bir Yahudi’ye okutmuşlar. Üzerinde yaklaşık yukarıdaki yazıya benzer bir ifade bulmuşlardır. (Ahmed M. Şakir’in taliki, a.g.e)

İbn Kesir, Kâbe’nin daha önce Melekler veya Hz. Âdem (as) tarafından yapıldığına dair haberlere yer verdikten sonra, “Bu rivayetlerin çoğu -fazla itimada şayan olmayan- ehl-i kitabın kitaplarından alındığına” işaret etmiştir. (İbn Kesir, Bakara, 127-128. ayetin tefsiri) Bu ifadelerden de Kâbe’nin ehlikitap tarafından da söz konusu edildiğini göstermektedir.

İlave bilg için tıklayınız:

Kâbe’nin, dünyanın merkezi olduğu konusu...

KÂBE.

44 "İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleri ile hükmetsinler." (Maide, 5/47) ayetini Hristiyanlar delil göstererek İncil'in tahrif olmadığını iddia etmektedirler. Bunu nasıl değerlendiririz?

"Ve dedik ki: Ehl-i İncîl de, Allah’ın o kitapta indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıktırlar." (Maide, 5/47)

Burada İncîle ilk muhatap olanlara verilen emir naklediliyor. Kendilerinin uymaları istenen şeylerden biri de Hz. Muhammed (sav)’i müjdeleyen hususlardır.

"Artık İncil'e bağlı olanlar, Allah'ın onda indirdiğiyle hükmetsinler."

Bu emirin manası şudur: Son peygamber ve son kitap gönderilince, Hristiyanların İncil'de son peygamberle ilgili hükümlerle amel etmeleri emredilmektedir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, gerek mevcut dört İncil'de, ge­rekse daha sıhhatli kabul edilen BERNABA İncil'inde Hz. Muhammed (sav)'in geleceği çok açık biçimde birkaç belgeyle müjdelenmiştir.

Önce şunu belirtelim ki, Bernaba İncil'inin 42, 44 bölümlerinde Hz. Mu­hammed (sav)'in geleceği ismiyle, sıfatlarıyla müjdelenmiştir. Diğer İncillerde ise şöyle denilmektedir:

«Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de (Rabbe) yalvaracağım ve o size başka bir TESELLİCİ, Hakikat Ruhunu vere­cektir.» (Yuhanna: 14/15)

«Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem, TESELLİCİ size gelmez; fakat gidersem onu size gönderirim ve o geldiği zaman günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecek (susturacak, cevap veremez hale getirecek) tir.» (16/17)

«Size söyliyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakîkat ruhu gelince size her hakikate yol gösterecek; zira ken­diliğinden söylemiyecektir; fakat ne işitirse söyliyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni TA'ZÎZ edecek (şerefli ve kutlu kılacak)tır.» (Yuhanna: 16/18)

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine dü­şen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacak­tır.» (Matta: 21/40)

«Vakit tamam oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İn­cile imân eyleyin.» (Markos: 1/15)

İlave bilgi için tıklayınız:

İncil'in tahrif süreci hakkında bilgi verir misiniz? İncilin değiştiğine ait kanıtlar var mı, örnek verir misiniz?

45 İslam'a inanmakta şüphe gösterenlerin, ehlikitaba sormaları gerektiği belirtilmiş, neden?

İbn Abbas’tan gelen bilgilere göre, Hz. Peygamber (a.s.m)’in elçiliğine karşı çıkan Kureyş müşrikleri, gerekçe olarak da Allah’ın bir insanı elçi olarak göndermeye tenezzül etmeyeceğini söylüyorlardı.

Yüce Allah, onlara cevap olarak, daha önce birçok peygamber gönderdiğini ve onların da birer insan olduğunu, bu gerçeği önceki din sahiplerine sorup öğrenebileceklerini bildirmiştir. Konuyla ilgili olarak

; “Senden önce de gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer bu konuları bilmiyorsanız, ilim adamlarına / ehlikitaba sorunuz.” (Nahl, 16/43)

mealindeki ayeti indirmiştir.(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri).

Ehlikitapla, peygamberlik kurumuna ve onların birer insan olduğuna dair bilgilerin ortak paydasında birleşen İslam’ın, müşriklere bir gerçeği benimsetmek için, onları da davasına şahit göstermesi dikkate değer bir tavırdır. Çünkü o dönemde ehlikitaptan olanların büyük bir kısmı da Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamberliğine karşıdır. Bununla beraber, peygamberlerin birer insan olduklarını itiraf etmek zorundalar. Çünkü o güne kadar söz konusu ettikleri bütün peygamberleri insan olarak tanıtmışlardı. Böylece Kur’an, “Bir davada en çarpıcı olan şey, düşmanların dahi onu tasdik etmeleridir.” kaidesini uygulatmıştır.

Aynı mealdeki ayet, Enbiya Suresi'nin 7. ayetinde de tekrarlanmıştır. Bazı âlimlere göre, buradaki ehlikitaptan maksat, onlardan iman edenlerdir.

Şekli ne olursa olsun, bu ayetler, İslam dininin ilme ve ilim adamlarına  önem verdiğini, bilginin belli bir din veya bir millete mahsus olmadığı gerçeğine vurgu yaptığını, hakkın ortaya çıkması için her türlü sağlam bilgi kaynağının kullanılabileceğini göstermektedir.

46 İslam dinindeki yasaklar, öteki dinler için de geçerli midir?

Mâtürîdîler, Müslüman olmayanların ibadetleri ifa ile mükellef olmadıkları görüşündedirler. Onlar küfürlerinden dolayı ceza görürler. Fakat ibadeti ifa etmediklerinden dolayı cezaya çarptırılmazlar.

Eş’arîler, Müslüman olmayanların ibadetle mükellef olduğu görüşündedir. Onlara göre gayrimüslim bu sebeple, yani ibadetleri ifa etmediğinden dolayı da ceza görürler.1

Mâtürîdîler, Peygamber (asm)'in şu hadis-i şerifini kendilerine delil olarak gösterirler:

“Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman: "Onlar / Yemenliler Allah’tan başka ilah olmadığına şahadet getirmeleri için davette bulun, eğer buna icabet ederlerse, yani şahadet getirirlerse o takdirde Allah’ın onlara beş vakit namazı farz kıldığını bildir.” diye söylemişti.

Burada icabet etmeleri ve icabet ettikten sonra da üzerlerine ibadeti emretmek arasında bağ vardır. Yani Mâtürîdîler icabet yoksa ibadetin ifası da yokdiyor.

Eş’arîler ise, bu konuya şu ayeti delil göstererek meselelerine sağlam bir zemin bulmaya çalışıyorlar: (Kâfirlere) Allahuteâla sorar. Sizi Cehenneme sokan şey nedir? Onlar da biz namaz kılanlardan değildik, diye cevap verirler."2 Yani onların ibadetleri terk edişleri, ateşe girmelerine sebep oluyor.

Mâtürîdîler ise, cevaben diyorlar ki, ayeti kerimedeki, asıl mana şöyledir. “Biz namazın farz oluşunu itikat edenlerden değildik. Azap da itikadı terk ettiklerinden dolayıdır. Yoksa İbadeti terk etmelerinden dolayı değildir.”3

Dipnotlar:

1. Şeyhzâde, Nazmü’l-Ferâid, s. 58.
2. el-Müddessir 74/42-43.
3. Şeyhzâde, Nazmü’l-Ferâid, s. 58.

İlave bilgi için tıklayınız:

İlahi dinlerdeki emir ve yasaklarda farklılıklar var mıdır? İçki ve domuz eti ehli kitapta da haram mıdır?

47 İncil’de geçen, Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu'nu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun (Yuhanna 3:16), şeklindeki açıklamaya ne dersiniz?

Hz. İsa (as) Allah’ın oğlu değil, kuludur. Ayrıca Hz. İsa (as) öldürülmemiş, semaya yükseltilmiştir.

Soruda geçen iddianın tutarlı hiçbir tarafı yoktur. Çünkü;

a. İnsanın diğer varlıklardan daha kıymetli olduğu gerçeği herkes tarafından bilinmektedir.  Çünkü, şuurlu, canlı ve kâinatın bir fihristi, kâinat ağacının son meyvesi olan insandır. Tekâmül kanunun içerisinde yaratılan kâinatta en son insanın yaratılması da bu gerçeğin belgesidir. Durum böyle olunca, “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu´nu verdi...” ifadesi havada kalır. Çünkü bu ifadeye göre dünya / evren insandan daha değerlidir. Üstelik “Allah kendi biricik oğlunu verdi” ifadesine göre, Allah -haşa- dünyayı kendi biricik oğlundan daha fazla sevdi. Bunun mantıkla izah edilecek bir tarafı yoktur.

b. “Öyle ki, O´na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.” İfadesine göre, insanlardan sadece Hz. İsa (as)’a iman edenler kurtulur. Bu ise bütün semavî dinlerin ruhuna aykırıdır. Çünkü, Hristiyanların da kabul ettiği gibi, Hz. Adem (as)’den beri, Allah tarafından gönderilmiş bir çok peygamberler gelmiştir ve bunların gönderiliş maksadı iman edenlerin kurtuluşa ermelerini sağlamaktır. Onların bu iddialarına göre, örneğin Hz. İbrahim (as)’e, Hz. Musa (as)’a iman edenler de kurtulmayacaklardır. Bu ise, Tevrat, Zebur ve diğer eski kitapların metinlerini de içine alan  Kitab-ı mukaddesin varlık felsefesine aykırıdır.

c. Eğer Allah iman edenlerin kurtulması için “biricik oğlunu feda etmeyi” uygun gördüyse, Hz. İsa (as)’ı çok daha önceden göndermesi gerekmez miydi? Binlerce yıl içerisinde gelmiş gitmiş milyonlarca insanlar mahvolduktan sonra mı -haşa- Allah bu kurtuluş işini fark etti?!.

d. İsrail oğullarına da bildirilen ve Kur’an’da da yer alan “Bir tek insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur.” mealindeki Allah’ın hükmü ortada iken, “en sevdiği biricik oğlunu(!) kâfirlere öldürtmesi, bu hükmüne taban tabana zıttır.

e. Hristiyanların da kabul ettiği gibi, Hz. İbrahim (as) Allah’ın dostudur. Hz. İshak, Hz.İsmail, Hz. Yakub, Hz. Musa (Aleyhimüsselam) da Allah’ın sevdiği kulları ve elçileridir. Ve bunlar öldükten sonra cennete gidip kurtulmuşlardır. Semavî din mensuplarının kabul etmek zorunda olduğu bu gerçek, “bir fidye verilmeden de başka bir insan kurban edilmeden de” iman edenlerin kurtulabileceklerini göstermektedir. Durum böyle olunca, “en sevdiği biricik oğlunu(!) insanların kurtulması için feda etmesi”nin ne anlamı var?..

f. “Öyle ki, O´na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.” ifadesine göre,  insanların kurtulması,  Hz. İsa (as)’a iman etmeye bağlıdır. İnsanların neye iman edeceklerini bilmeleri ise, bunları öğreten Hz. İsa (as)’ın -ölmesini değil-, hayatta kalmasını gerektirir. Bir de iman ile Hz. İsa (as)’ın ölmesi arasında hiçbir bağlantı olamaz. Çünkü, bu iman Hz. İsa (as)’ın öldüğüne iman değil, onun Allah’tan aldığı vahye imandır. Vahyin anlaşılması için Hz. İsa (as)’ın ölmesi mi gerekirdi? Bunu izah etmek ve böyle bir gerekçe üretmek aklın almayacağı bir husustur. Üstelik başka insanlara şefkat ve merhamet eden, onların kurtulmasını isteyen Allah’ın, -sırf insanları sevdiği için-  şu “en sevdiği biricik oğlunu (!) öldürülmesini planlamış olması" O’nun şefkat ve merhametiyle bağdaşmamaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Teslise inanan bir Hıristiyan'ın, Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?

Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna ve çarmıha gerildiğine inananlara nasıl cevap verebiliriz?

Allah'a babalık isnad etmek, teslis ve ruhullah ifadesi?

Hristiyanların Hz.İsa (as) hakkında "Allah'ın oğlu derken onunla aynı özden olduğunu kastediyoruz" demelerine cevap ...

48 Tevrat ve İncil'e niye sorsun ki?

“'Eğer faraza, sana indirdiğimiz hususlardan herhangi birinde şüphe edersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Şüphesiz sana Rabbin tarafından  gerçek gelmiştir. Bunda en ufak bir tereddüdün olmasın.'' (Yunus, 10/94)

mealindeki ayette şu hakikate vurgu yapılmıştır:

Bilindiği üzere, Kur’an Hz. Peygamber (asm)’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiğini bildirir. Ehl-i Kitabın, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanıdıklarını söyler. Bu ayette ise, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (asm)'in peygamberliğinin doğruluğuna dair bilgileri yeniden seslendirip pekiştirmektir.

Ayette, gerçekten Hz. Peygamber (asm)’in kendisine gelen vahiyden şüphe ettiğini değil, Ehl-i kitap bilginlerinin, onun hakkındaki bilgileri çok iyi bildiklerinin altını çizmek için, bu farazî şüpheyi, ardından gelen bu hakikate bir çeşit ön hazırlık olarak sunulmuştur. Demek ki, ayetten maksat, Yahudî bilginlerinin, Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini ne kadar yakından ve güçlü olarak bildiklerini anlatmaktır. Yoksa Hz. Peygamber (asm)’in şüpheye düştüğünü bildirmek değildir.

Bununla beraber, “senden önce kitap okuyanlara sor” ayetindeki Ehl-i kitaptan maksat, Abdullah b. Selam gibi mümin olan kimselerdir; kâfir olanları değildir. Bir çok sahabi, bu ayeti açıklamaya çalışmış ve gerçek anlamda Hz. Peygamber (asm)’in herhangi bir şüphesinin söz konusu olmadığını dile getirmişlerdir.

Bu konuda bizzat Hz. Peygamber (asm)’in bu ayetin inmesi üzerine “Benim ne bir şüphem var, ne  de kimseye bir şey soracağım.” dediği rivayet edilmiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayette Hz.Peygamber (asm)’in o devrin en güçlü dinlerin mensubu olan Yahudi ve Hristiyan muarızlarına karşı çekinmeden nasıl meydan okuduğunu dünya-aleme ilan etmiştir.

Kur’an’da, yine gerçek anlamda muhatabı konu hakkında şüpheci olduğunu değil, gerçeği yeniden seslendirmek için söz konusu eden,  başka benzer ayetler de vardır:

Mesela; Allah kıyamet günü meleklere hitaben şöyle burur:

“Şunlar / müşrikler, gerçekten size mi tapıyorlardı?” Onlar ise, “Müşriklerin iddiasından Seni tenzih ederiz. Bizim dostumuz, koruyucumuz onlar değil, sadece sensin. Hayır, onlar bize değil, cinlere tapıyorlardı...” (Sebe’, 34/40-41).

Yine Allah, Hz. İsa (as)’ya:

“Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah edinin dedin.' diye sormuş, o da cevap olarak 'Haşâ! Sen şirkten ve her türlü noksandan münezzehsin. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem söylediysem, malumundur elbet…'” (Maide, 5/116).

Bu iki ayetten maksat, gerçek anlamda bilinmez bir konuyu sorgulamak olmadığı izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.(bk. Taberî, İbn Kesir,  Râzî, İbn Aşur, iligi ayetin tefsiri).

Kaldı ki, Kur’an’da bu tür ifadelerin var olması, Hz. Peygamber (asm)’in nübüvvetini destekleyen birer delildir. Çünkü, onu sorgulayan birinin varlığı, Kur’an’ın onun eseri olmadığının göstergesidir.

''Onlara tarafımızdan hak ve hakikat (Kur’an ve Peygamber) gelince, 'Musa’ya verilen mucizelerin benzeri ona verilse ya!' dediler. Oysa daha önce Musa’ya verilen vahyi de inkâr etmemişler miydi? Ve hatta bu: 'Bunlar, birbirini destekleyen iki sihir (aldatmaca), biz hepsini reddediyoruz.' demişlerdi. De ki: 'Bu iddianızda tutarlı iseniz, bana bu iki kitaptan (Tevrat-Kur'an’dan) daha doğru, daha muteber bir başka kitap gösterin, ona tabi olayım.'” (Kasas, 28/49)

mealindeki ayette ise, Hz. Muhammed (asm)’in davasındaki samimiyeti, güçlü imanı ve muarızlarına karşı dürüstlüğün ve doğruluğun belgesi olan dik duruşu nasıl sergilediğini dost ve düşmana beyan edilmiştir.

Tevrat ve İncil’de elbette semavî vahiyler vardır ve doğrudur. Nitekim, Kur’an’ın bir vasfı “Muheymin”dir. Kendisinden önceki kitapları kontrol etmek, içine karıştırılmış yanlışları düzletip doğru olanı göstermek; doğrularını da tasdik etmektir.

Ancak, burada Kur’an’ın önceki kitaplarla bir tutmak diye bir şey söz konusu değildir. Olan şey, muarızlarını susturmak amacına yönelik olarak onların elindeki bütün kozlarını almak, bütün bahanelerini çürütmekten ibarettir.(Taberi, Zemahşerî, İbn Aşur, Fi Zilal).

49 Kur'an'da İsrailoğulları kelimesi Yahudi dinine inanan anlamında kullanılmasının hikmeti nedir?

Yahudîlik dini İsrail milletiyle öyle kaynaşmış ki bir bütünlük arz etmiş ve İsrail milliyeti, Yahudilik diniyle o kadar iç içe girmiş ki, bu din millî bir kimlik kazanmıştır.

Hz. Yakup (as)'ın bir ismi de "İsrâil"dir. Bu kelimenin İbrânîce’deki anlamı, Abdullah (Allah'ın kulu) ve Safvetüllah / Allah'ın tertemiz kulu demektir.

Hz. Yakub (as)'ın çocukları olan Yahudiler,  Kur'an'da hep bu ikinci isim olan "İsrâil"le ilintili olarak anlatılmıştır. "Benî Yakub / Yakub'un çocukları" tabiri yerine "Benî İsrail /İsrailoğulları"  ifadesinin tercih edilmesi, muhatapları etkilemeye yöneliktir. Çünkü bu kelime Allah'a kulluğu ve itaati ifade etmektedir. Yahudilerin babası olan Yakub'un samimî bir İsrail/Allah'ın kulu olduğuna gönderme yapmaktadır.

Misal olarak, bir kimseyi Allah'a itaat etmeye çağırırken Ona: "Ey Filancanın oğlu, Allah'tan kork" demek ayrıdır; "Ey gece gündüz Allah'a kulluk eden o salih babanın oğlu! Sen de onun gibi Allah'a itaat et!" demek ayrıdır. Bu ikinci ifadenin muhatap üzerindeki tesiri çok daha büyüktür.

Kur'an-ı Kerim’de Yahudilerin, her fırsatta babalarının -özellikle- "Allah'ın kulu" anlamındaki "İsrâil" ismiyle; "Ey İsrâiloğulları" şeklinde çağrılmaları, irşat bakımından son derece güzel bir üslup inceliğidir.

50 Bugünkü İncil'in,Tevrat'ın ve Zebur'un Allah kelamı olmadığını nasıl anlayabiliriz?

Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm`a Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız.

Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur. Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır.

Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur`an`a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur`an`a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur`an`a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab, Tevrat`ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

"Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:

"Biz Allah`a, bize indirilen Kur`an`a; İbrahim`e, İsmail`e, İshak`a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa`ya ve İsâ`ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)`e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah`a) teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara, 2/136)."

İlave bilgi için tıklayınız:

TAHRİF...

51 "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüveriyorlar? Onlar inanıcı değillerdir." (Maide, 5/43) âyetini açıklar mısınız?

Tevrat, Hz. Peygamber (asm) döneminde de tahrif olmuştur. Ancak Tevrat'ın bütün âyetleri tahrif edilmemiştir. Ayrıca Yahudiler "Elimizde Tevrat varken Muhammed'in getirdikleriyle amel etmeyizi onun peygamberliğini kabul etmeyiz." diye söylenmekteydiler. Ancak başları sıkışınca Hz. Peygamber (asm)'e müracaat etmişlerdir. Âyet-i kerimede de bunların bu hali tenkid edilmiştir.

Konuyla ilgili âyetlerin tefsiri şöyledir:

NÜZUL SEBEBİ: Ebu Hureyre, Berâ b. Âzib, İbnü Abbas ve daha birçoklarından gelen rivâyetlerin özetine göre Tevrat'ta İsrailoğullarından zina edenlere recm (taşlanmak suretiyle öldürülme) emredilmişti ve bunu tatbik ediyorlardı. Nihâyet bir gün büyüklerinden birisi zina etmiş, recm için toplanmışlar, fakat ileri gelen seçkinler ve memleketin saygın kişileri kalkmışlar, yasaklamışlar. Sonra zayıflardan birisi zina etmiş, bunu recm etmek için toplanmışlar. Bu defa da düşkünler gürûhu kalkmış, "Arkadaşınızı recm etmedikçe bunu da etmeyin, ikisini de recm edin." demişler. Bunun üzerine, " mesele zorlaştı, geliniz bir çaresine bakalım" demişler. Recmi bırakıp tahmime karar vermişler ki, yünden örülmüş, zifte bulanmış bir kamçı ile kırk kamçı vururlar, yüzünü karalarlar, ters yüzüne bir eşeğe bindirip dolaştırır teşhir ederlermiş. Peygamberimiz Medine'ye şeref verinceye kadar böyle yapıyorlarmış.

Berâ b. Âzib (r.a.) den rivâyet edildiği üzere bir gün Resulullah (asm) Medine'de böyle bir Yahudi'nin dolaştırıldığına bizzat rastlamış, âlimlerinden birini çağırmış, "Sizde zina eden kimsenin cezası böyle midir?" diye sormuş, "Evet" demiş. "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah için söyle, kitabınızda zina edenin cezasını böyle mi buluyorsunuz?" deyince, "Böyle yemin vermeseydin söylemezdim, doğrusu recimdir." demiş ve kıssayı nakletmiştir.

Sonra Yahudi ileri gelenlerinden Yüsre adında bir kadın, Hayber ileri gelenlerinden bir Yahudi ile zina yapmış, tutmuşlar, Kureyza oğullarından bir takımlarını Resulullah'a göndermişler, "Sorunuz bakalım, zina hakkında ona indirilen hüküm nedir? Korkarız ki bizi rüsvay eder, şâyet celd (deynekle vurma cezası) derse tutunuz, recim (taşlamayla öldürme cezası) derse sakınınız." demişler. Gelmişler, sormuşlar. Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivâyetine göre:

"Şu adam ihsanından (namuslu yaşamasından) sonra namuslu bir kadın ile zina etti, seni hakem yapıyoruz, hüküm ver." demişler. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) kalkmış Yahudilerin dershanelerine gitmiş, "Ey Yahudi toplumu, bana en bilgininizi çıkarınız." buyurmuş, onlar da Abdullah b. Sûriya'yı çıkarmışlar. Kureyza oğullarından bazılarının rivâyetine göre o gün İbnü Sûriya ile beraber Ebu Yasir b. Ahtab'ı ve Vehb b. Yehûdâ'yı da çıkarmışlar ve "İşte bunlar bizim bilginlerimiz." demişler. Resulullah (asm) biraz konuşmuş, nihâyet "Kalanlar içinde Tevrat'ı en iyi bilen budur." diye İbnü Sûriya'yı göstermişlerdir ki, henüz genç ve yaşça diğerlerinden küçük ve tek gözlü imiş, Resulullah (asm) bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, "Ey İbnü Sûriya, Allah'a ve Allah'ın İsrailoğulları'na olan nimetlerine ant vererek söylüyorum. Namuslu hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah'ın Tevrat'ta recm ile hükmettiğini bilmiyor musun?" buyurmuş, o da: "Allah için evet, ey Kasım'ın babası (Muhammed)! Bunlar senin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin bir şekilde bilirler ve fakat haset ediyor (kıskanıyor) lar." demiş. Resulullah da oradan çıkmış, gelip hükmünü vermiş, zina eden erkek ve zina eden kadının ikisinin de recmini emretmiş. Beni Osman b. Galip, b. Neccâr mescidinin kapısı önünde recmedilmişler. Fakat İbnü Sûriya böyle dediği hâlde, sonradan düşük karekterli Yahudilerin saldırısıyle inkâr etmiş ve işte (...) âyeti ve tahrif olayı bunları hatırlatarak nazil olmuştur.

Bir de İkrime ve Katâde ve daha bazılarının rivâyetine göre, Beni Nadir Yahudileri Beni Kureyza'dan daha haysiyetli ve şerefli imiş. Bunun için Beni Kureyza'dan biri Beni Nadir'den birini öldürürse öldürülür. Fakat Beni Kureyza'dan birini öldürürse yüz vesak (1 vesak = 200 kg) hurma diyet alınırmış. İbnü Zeyd'in rivâyetine göre Huyey b. Ahtebî, Nadir'li için iki diyet, Kureyzalı için bir diyet hükmedermiş. Sonra Benî Nadir'den biri, Beni Kureyza'dan birini öldürmüş, Beni Kureyza da Peygamberimiz (asm)'in hükmüne müracaat etmişler. (...) Buna işaret olarak inmiştir.

Hasılı bu âyetler Müslüman olmayanların, İslâm'ın hükmüne müracaatı hakkında nazil olmuştur. Ve bu arada onların ahlâkı ve müracaattan maksatları da bildirilmiştir. Fakat bu âyetlerin siyakında zinaya dair açıklık bulunmadığına göre, asıl nüzul sebebi olan hadise ikinci rivâyet dolayısıyla bir öldürme olayı olmak üzere daha uygun görünüyor. Bundan dolayı önceki olay nüzul sebebi olmaktan çok âyetin istidrâd (bir konudan diğerine geçme) yoluyla işaret ettiği geçmiş olaylar cümlesinden olabilir. Bir de İbnü Atıyye, doğru rivâyete göre recm meselesini asıl meydana koyup Yahudi bilginlerini rüsvay edenin Abdullah b. Selâm olduğunu söylemiştir.

41. "Ey peygamber!" Peygamberlik ünvanıyla nidâ, şân yükseltmek ve kalbi takviye etmek suretiyle vazife yapmaya sevketmek ve "küfre koşanlar seni üzmesin" tecellisine güzelce hazırlamak içindir. Zira inkâra koşanlar seni üzmesin, demek, görünüşte kâfirleri Peygamber (asm)'i üzecek hareketlerden yasaklamakla beraber, gerçekte: "Sen bunlardan dolayı üzülme" diye Peygamber (asm)'i yasaklamadır.

Hüzün ise insanın elinde olmayan hareketlerden olduğu için, bundan maksat, yasaklama değil, teselli etmek ve üzüntüyü gidermektir. Ve bunda adaleti ve hakkı tanımayanlara karşı gerçeği anlatmak ve hüküm icra etmenin -âdet olarak- üzülmeye sebep olduğuna da işaret vardır.

"gerek ağızlarıyla "inandık" deyip, kalpleri ile inanmamış olanlardan ve gerekse Yahudilerden (olsun)" Bu ifade küfre koşanları açıklamaktır. Yani bunlar ağızlarıyla "biz inandık" diyen ve fakat kalblerinde iman olmayan münafıklarla Yahudilerden imiş. Hüküm, nüzul sebebine ve sayılı şahıslara tahsis edilmiş olmayıp âmm (genel) olmak için belirli vasıflarıyla tarif olunarak buyuruluyor ki, bunlar:

1. Yani pek çok yalan dinleyicidirler. Doğru söz bunların hoşuna gitmez, onu dinlemekten içleri sıkılır, fakat yalana gelince seve seve dinlerler, memnun olurlar. Yalanlar, romanlar, masallar, propagandalar, uydurmalar, iftiralar, ara bozuculuk, yağcılık bunların çok hoşlanarak dinledikleri şeylerdir. Ve bu hal onlarda bir alışkanlık olmuştur. Bunun için daima yalancılara mahkum olurlar. Bundan dolayı,

2. Yani sana gelmeyen ve geriden geriye insanları, şaşırtıp yanlış iş yaptıran diğer bir kavmi dinlerler ki asıl küfrün, yalanın kaynağı bunlardır. Bunlar öyle bozgunculuk yaparlar ki yerli yerine mahallesine konduktan sonra hak kelimeleri bozarlar, asli yerlerinden çıkarırlar. Güya bunlara göre söz doğruyu anlatmak, doğruyu ve gerçeği açıklamak için değil; hakikati örtmek, aldatmak için konulmuştur. Kendileri hep eğri söyledikten başka, belli ve açık sözleri hatta ilâhî kelâm ve kitapları da bozarlar. Baksanıza recm âyetine ne yaptılar!

Bu gelmeyenlerin Fedek Yahudileri oldukları da söylenmiştir. Bu fıkra bunların yalnız içerde, perde arkasında tahrik yapanlarına mahsus olmayıp siyasî durumlarına ve yabancı telkinlerine tâbi bulunduklarına da işareti içermektedir. Yani küfre koşanlar en çok yabancı telkinlerine kulak verenlerdir.

Böyle perde arkasından kelâm bozarak ve niyetine hile katarak yalan dinleyicileri tahrik edenler sana ve senin mahkemene gelenlere, şöyle hüküm verilirse tutun, verilmezse sakın yanaşmayın, derler, küfür telkin ederler. O yalan dinleyiciler de bunlara aldanır küfre koşarlar. Ve her kim ki, Allah onun fitneye düşmesini isterse, artık sen onun için Allah'tan hiçbir şey kurtarmaya sahip olamazsın. Şu halde bunlar seni üzmesin. Çünkü, bunlar öyle kimselerdir ki, Allah bunların kalblerinin temizlenmesini istememiştir. Kalblerini bu şekilde bozmuş ve mühürlemiştir. Şüphe yok ki Allah bu kalblerin de temizlenmesini isteseydi, bunların da kurtulması mümkün olurdu, fakat istememiştir. Bunu "Niçin istememiştir?" denemez. Zira Allah'ın iradesi illet (sebeb) lerin başlangıcıdır. (Bu sûrenin başına ve Bakara sûresinin 6.âyetinin tefsirine bk.) Bu her iki kısımın hakkı (...) dir. Yani, onlar için dünyada bir rezillik yine onlar için ahirette büyük bir azab vardır. Bunlar,

3. Yalan dinleyici, haram yiyicidirler. Rüşvet alırlar, yalan olduğunu bildikleri bir davayı dinler hükmederler veya ettirmeye çalışırlar. Basit bir menfaat için yalanı yağlarlar, arabozuculuk ve kandırma peşinde koşarlar, rüşvetle bile bile yalancı şahit dinlerler, yalan yere şahitlik ederler, para alır haksızların, yalancıların yalanını yayınlarlar, yalanlar uydurup para çekerler.

SUHT, (sin)in zammı (ötrüsü) ve  (hâ)nın sükûniyle ve İbnü Kesir, Kısâi, Ebu Cafer ve Yakûb kırâetlerinde (hâ)nın zammı (ötrüsü) ile şeklinde, haram mal demektir ki, bir şeyin kökünü kazımak mânâsına "saht" ten alınmıştır. Haram da bereketi olmadığı ve ev bark yıktığı için "suht" diye isimlendirilmiştir. Bir hadis-i şerifte

"Haramın bitirdiği her ete en layık olan şey ateştir."

diye rivâyet edilmiştir. Suht, her türlü haramı içine alır. Bununla beraber çoğunlukla sahibinin gizlemek zorunluluğunu duyduğu bir ayıp, bir âr olan, basit ve alçak menfaatlerde kullanılır. Nitekim Hz. Ömer, Osman, Ali, İbnü Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'ten rivâyet olarak suht, " rüşvet, fahişenin aldığı ücret, erkek hayvanın dölü karşılığı alınan ücret, şarap parası, kendi kendine ölmüş hayvan satışından alınan para, kâhine verilen ücret, masiyet için verilen ücret" diye açıklama yapılmıştır. Bazıları bunlara biraz daha eklemiş, bazıları da çıkarmıştır. İbnü Mes'ud hediye-i şefaat (aracılık hediyesin)i de açıkça ifade etmiştir.

Şimdi ey Muhammed, bunlar sana hükmün vermen için gelirlerse, dilersen duruşmalarına bak, aralarında hüküm ver, tartışmayı kes; dilersen bakma, yüzünü çevir, kendi kendilerine ne halleri varsa görsünler, yani serbestsin. Şâyet sen onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletli ve ölçülü hükmet, . Allah adalet yapanları elbette sever. Atâ, Nehâvî, Şa'bî, Katâde, İbnü Cerir, Esamm, Ebu Müslim, Ebu Sevr demişlerdir ki, "Müslüman hakimler için de bu ihtiyar (serbestlik) hükmü bâkidir, dilerlerse hükmederler, dilerlerse vazgeçerler." Fakat İbnü Abbas, Mücahid, İkrime, Hasen, Atâ-i Horasânî, Ömer b. Abdilaziz ve Zühri, "Bu serbestlik hükmü, gelecek olan 'aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet' emriyle kaldırılmıştır. Şu halde baş vurdukları zaman bunları kendi hakimlerine göndermek caiz değildir." demişlerdi. Halbuki bir iki noktada daha nesh sözü geçmiş idi.

Hanefi âlimleri de hüküm vermeyi reddetmenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İmam Şâfiî ehl-i zimmet (Müslüman devletin gayri müslim tebeası) duruşma istedikleri zaman, Müslüman hakimlerine hüküm vermek vacibtir. Fakat Müslümanlarla bir müddete kadar anlaşmış olan taraflar arasında hüküm vermek vacib değil, muhayyer (serbest)dir demiştir. Serbest bırakma hükmü bir tarafın başvurusu, vücûb hükmü de iki tarafın rızalarıyla müracaatları haline yorumlanırsa neshe ihtiyaç kalmaksızın yardım ve arabuluculuk mümkün görünür.

Şimdi bunların hakeme başvurmaları fikri doğruluktan ve iyi niyetten doğmayıp, sırf arzularına bir çare aramak maksadıyla olduğunu beyan etmek için buyuruluyor ki:

Yanlarında Tevrat, Tevrat'ta Allah'ın hükmü varken, onlar seni nasıl tahkim ediyorlar, ne diye hakem yapıyorlar? Sonra da nasıl dönüyorlar?

Hiç şüphe yok ki, Allah'ın hükmüne ve kendilerinin iman iddia ettikleri Kitab'a imanları yok da ondan. O halde bunlar asla mümin değillerdir. Ne Tevrat'a iman ederler, ne Kur'ân'a; ancak arzuları, şehvetleri arkasında koşarlar. Bunun için sen bunların küfre koşmalarından dolayı üzülme.

52 Buda'nın Peygamber Efendimizi bin yıl önceden müjdelediği doğru mudur?

“Bu Kur’ân’a, elbette öncekilerin kitaplarında da işaret edilmişti.” (Şuara, 26/196),

“Bu, elbette önceki sahifelerde, İbrâhim ile Mûsâ’ya verilen sahifelerde de bildirilmiştir.” (Ala, 87/18-19)

mealindeki ayet ve benzerlerinde, eski kitap ve suhuflarda Kur’an’a ve Hz. Peygamber (asm)'e işaretlerin olduğu açıkça ifade edilmektedir:

Hind Mukaddes Metinlerindeki İşaretler:

Paru 8, Khand 8, Adhya 8 ve Shalok 5-8 gibi Hind mukaddes metinlerinde, Efendimiz (a.s.m)'den şöyle bahsedilmektedir:

“Arkadaşlarıyla birlikte bir mellacha (yabancı dil konuşan veya yabancı bir ülkenin mensubu) olan ruhi bir terbiyeci gelecek ve ismi Muhammed olacaktır. Onun gelişinden sonra raja, pencap ve ganj nehirlerinde yıkanır... Ona der ey sen! Beşeriyetin iftiharı, Arap ülkesinin sakini, şeytanı öldürmek için büyük bir güç topladın.” (bk. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

Buda (Gautama Buddha) kendisinin ölümünden sonra dünyayı şereflendirecek olan bir yüce kişiden bahseder. Palice lisanında adı “Matteya”, Sanskritçede “Maitreya”, Burmacada ise “Armidia” olarak geçen bu kişi müşfik ve iyi kalpli olup, insanları doğru yola çağıracaktır.

Budanın çok önceden vermiş olduğu bu haberde geçen isimlerin manası da "rahmet" demektir. Bilindiği gibi peygamberimiz için, Kur'an'da Enbiya Suresi'nin 107. Ayetinde, “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır.

Bu yazmalardan birinde, şu ifade geçer:

“Buda şöyle dedi: Ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. O da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: O nasıl bilinecek? Buda cevapladı: O, Maitreya (rahmet) olarak bilinecek.”

Pali ve Sanskrit yazılı metinlerinde, ileride gelecek olan o yüce kişinin isimleri Maho, Maha ve Metta olarak geçer. Bu isimlerden ilk ikisi, “yüce aydınlatıcı” sonuncusu ise “inayetli” manasına gelir ki, bunlardan her ikisi de Peygamber Efendimiz (asm)'in sıfatlarıdır.

Zaten dikkat edilecek olursa, başka kutsi metinlerde geçen Efendimiz (asm)'in has ismini gösteren Mohamet veya Mahamet adının, Maha ve Moha kelimelerinden teşekkül ettiği açıkça görülecektir. [Bilgi için bk. Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (Zerdüşt, Hindu, Budist), A. H. Vidyarthi; Çeviren: Kemal Karataş, İnsan Yayınları; İstanbul, 1997]

Bazı ilim adamlarına göre, Tin Suresinde Buda’ya da bir işaret vardır.

Tin suresindeki ilk ayetlerinde şu ifadeler geçer:

"Sina'ya, Hira'ya, zeytin'e ve incire and olsun." Bu ayette dört mübarek yere işaret edilmiştir. Yerlerin en mübarek olanları Allah’ın vahyinin indiği yerlerdir.

Buna göre bu ayetlerde yer alan yerlerden Sina, Hz Musa'ya vahiy inen yer; Hira, Hz Muhammed'e vahiy inen yer; Zeytin ağacı/dağı, Hz. İsa'ya vahiy inen yerdir.
Bu durumda mübarek olan yerlerden incir ağacı ise Buda’ya vahyin indiği yerdir.

Çünkü, bu dört semavi dinden Budizmin kurucusu olan Buda, genel kanaate göre bir peygamberdir ve bir incir ağacının altında iken ilk defa vahye mazhar olmuştur.

53 Sağ yanağına vurana sol yanağını uzatmak, güzel ahlak gereği midir?

Bu sözün Hz. İsa (as)’a ait olduğu söylenir. Zaman ve zeminine göre, makam ve mevkiine göre güzel olabilir; ancak genel prensip olarak bakıldığında güzel değildir.

Diğer bir ifadeyle, kuvvetli ve de izzetli bir kimsenin zayıf, güçsüz birine karşı sol yanağını da çevirmesi bir cömertliktir, bir tevazudur, bir mertliktir. 

Fakat güçsüz olan birinin, güçlünün karşısında sol yanağını da çevirmesi, bir alçaklıktır, onursuzluktur ve bir korkaklıktır.

Vasıflar, hasletler, tutum ve davranışlar, yerlerine göre iyi veya kötü ahlakı temsil ederler. İş yerinde bir memurun ağırbaşlılığı, akıllıca bir vakar sayılır, fakat aynı tavrı ailesi içinde gösterirse bir kibir-gurur sayılır.

54 Barnabas İncili'ni Müslümanlar mı uydurmuştur?

Barnaba / Barnabas İncili'nin doğruluğu konusunda, lehinde ve aleyhinde pek çok şey yazılmıştır.

“el-Yahudiyye ve’n-Nasraniyye”(Yahudilik ve Hıristiyanlık) adlı eserde, Dr. Muhammed Zıyaurrahman el-Azamî, lehinde ve aleyhindeki deliller genişçe incelenmekte ve sonuç olarak; Barnaba İncili'nin, Barnaba lakabıyla meşhur olmuş Yusuf b. Lavî b. İbrahim adlı Hz. İsa (as)’ın bir havarisi tarafından yazıldığını söylemektedir.

Yazara göre, bu İncil bulunduktan sonra Hristiyan çevrede şok etkisi yapmış ve Papa GELASIUS-I tarafından tamamen yasaklanmıştır. Aslı İtalyanca olan İncil daha  sonra İngilizce ve Arapça’ya da çevrilmiştir.(bk. a.g.e, s.353-395).

İlave bilgi için tıklayınız:

- Barnaba İncili hakkında bilgi verir misiniz?..

55 "Kuran'daki ayetler nasıl ki tek başına bir kitap değilse, İncil de yalnız bir kitaptan değil, dört kitaptan meydana gelmiştir. " diyen bir rahibe nasıl cevap vermeliyiz?

Anladığımız kadarıyla adam şunu demek istemiştir: “Kuran’ın her bir ayeti tek başına bir kitap değildir. Bütün ayetlerin bir araya gelmesiyle ancak tam bir kitap / Kur’an meydana gelir...”

Bu söz bir açıdan doğrudur. Yani Kur’an sadece bir sureden değil, 114 sureden meydana gelmiştir. Yalnız bir iki ayetten değil, ayetlerden meydana gelmiştir.

“Bunun gibi İncil de yalnız bir kitaptan değil, dört kitaptan meydana gelmiştir...” ifadesi ise tamamen yanlıştır. Çünkü dört İncil’den hiçbiri diğer İncil’i tamamlamak için yazılmamıştır. Bilakis her biri tek başına bir “İncil” olarak yazılmıştır. Kaldı ki, bu dört İncil de onlarca yazılmış İncillerden seçilmiş ve doğru kabul edilmiştir. Diğerleri yanlış kabul edilmiştir. Bu İncillerin yazarları bellidir. Hz. İsa (as)’dan sonra bunları yazmışlardır. Hâlbuki Kur’an A’dan Z’ye Allah’ın kelamıdır.

Bu sebeple İncillerin farklı yazarlar tarafından yazılan ve birbiriyle çelişen ifadeler barındıran nüshalarını, Allah tarafından indirildiği andan itibaren Hz. Peygamber (asm) tarafından yazdırılan Kuran’ın ayetleri ile kıyaslamanın, çaresizliğin bir sonucu olduğunu düşünmek gerekir. Hz. İsa (as)’ın bazı öğretilerini de ihtiva eden, onun hayat hikâyesini anlatan biyografik kitaplar olan İnciller olsa olsa, bizdeki siyer ve İslam tarihi ile kıyaslanabilir. Hatta hadislerle bile kıyaslanamaz.

İncillere tefsir de diyemeyiz. Çünkü tefsir, belli bir metin üzerinde yapılır. Eğer bu İnciller -rahibin dediği gibi- birer tefsir ise, o zaman tefsiri yapılan İncil’in metni nerede?

Ancak şunu da tekrarlayalım ki, mevcut İncillerde Hz. İsa (as)’a ait semavi kimlikli, güzel öğütler, öğretiler de vardır. Fakat Kuran’ın işaret ettiği asıl İncil şu anda elimizde mevcut değildir.

56 Kutsal kitapların sayısı belli midir? Kutsal kitapların çoğunlukla İsailoğullarına gönderilmesinin hikmeti nedir?

1. Her topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (Nahl, 16/32; Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğinde (Bakara, 2/213) göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. Ne var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır. Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Şit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim (a.s)'a ve onunun da Musa (a.s)'a [onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir], indirildiği belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya). Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a, İncil İsa (a.s)'a ve Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir.

2. Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen ve geçmeyen peygamberlerin hemen hemen hepsi coğrafî tabiriyle Akdeniz Havzası (Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır), Mezopotamya (Irak, Ürdün, İran'ın bir kısmı) ve Arap Yarımadasında çıkmış ve tebliğ vazifelerini burada yürütmüşlerdir.

Esas itibariyle bu meseledeki gerçek sebep "kader-i İlâhînin bir remzidir."1 Yâni, Cenab-ı Hakk'ın takdir ve iradesi peygamberlerin Şark'ta gönderilmesini icap ettirmiş, gerektirmiştir. Peygamberleri, kendi emirlerini ulaştırmak maksadıyla Cenab-ı Hak gönderdiği gibi, hangi memlekete, hangi insanı peygamber olarak göndermeyi de yine O istemiştir. Bunda kulların bir tesir ve dahli yoktur.

Meselenin hikmet cihetine gelince; bu hususun pek-çok hikmeti olmakla birlikte, akla gelebilen ilk bir iki hikmeti şunlardır:

Bir defa insanlığın ilk atası olan Hz. Âdem (as), Havva validemizle bugün Mekke yakınlarındaki Arafat Dağı yakınlarında buluşmuşlardır. İnsan neslinin çoğalması da yine bu civarda başlamıştır. Hz. Âdem (as)'in oğulları ne kadar çoğalmış olsalar da, meselâ kendisinden sonra peygamber olan iki oğlu Hz. Şit (as) ve Hz. İdris (as), Mekke'de tebliğ vazifelerini yürütmüşlerdir. Yine Hz. Âdem (as) ile Hz. Nuh (as) arasında uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Hz. Nuh (as) bugünkü Küfe civarında yaşamış ve ümmetine tebliğ vazifesini orada yapmıştır. Hz. Salih, Hz. İshak, Hz. Eyyûb, Hz. İlyas'ın (aleyhimüsselam) Şam ve civarında, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. İsa (aleyhimüsselam) da Kudüs'te yaşamıştır. Hz. Hûd (as) Yemen'de, Hz. Musa (as) ve Hz. Yusuf (as) Mısır halkına peygamber olarak gönderilmiştir.

Diğer peygamberler de hep bu civarda gelmişlerdir. Zaten peygamberler insanlara ve insanlığın toplu olarak bulunduğu bölgelere gönderilmiştir. Çünkü, insanlık hep bu bölgelerde yaşıyordu. Peygamber kıssalarından, tefsirlerden ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerinden öğrendiğimize göre Hz. İsa (as)'ya kadar insanlık başta belirttiğimiz bölgelerde yaşıyordu. Zaten o zamanlar insanlığın nüfusu birkaç yüz milyon denebilecek kadardı. Bunun için dünyanın her tarafına yayılma, dağılma ihtiyacı da yoktu. Ne zaman ki, dünya nüfusu kalabalıklaştı, ondan sonra Avrupa ve Asya içlerine kadar yerleşilmeye başlandı.

Kutsal kitaplar olan Tevrat, Zebur ve İncil İsrailoğullarına gönderilmiş olsa bile, ekseriyetle insanlar o bölgede yaşamış olmaları hasebiyle diğer milletler de bundan haberdardırlar.

Dipnotlar:

1. Mesnevî-i Nuriye , s. 91.
2. İsrâ, 17/5.

(Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri - 1)

57 Allah Kutsal kitabın değiştirilmesine izin vermezse, o halde İncil nasıl tahrif oldu?

Allah'ın tahrifine izin vermediği tek kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Diğerleri için Allah böyle bir vaadde bulunmamıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah Kur'an-ı Kerim'in tahrif olmasına izin vermediği halde diğer ilahi kitapların tahrif olmasına neden izin vermiştir?..

58 Gayr-i Müslimlere İslam'ı nasıl tebliğ etmeliyiz?

Öncelikle bir Müslüman'ın görevi Hristiyan birisine sorular sorarak onu rencide etmek olmamalıdır. Bu durumda o kişi de hissi davranıp mantıklı hareket etmek yerine İslamiyet'in açığını aramaya çalışacaktır. Hakikatları kabul etmeye yanaşmayacaktır. Tebliğde bu gibi tavırlardan uzak durmak gerekir. Sonuçta tahrif olmuş bir dinin tutunacak bir yeri yoktur. Hakikatlar karşısında insaflı bir insan İslamiyet'i kabul etmek durumundadır.

Bilgi için tıklayınız:

Gayr-i Müslimlere İslam'ı nasıl tebliğ etmeliyiz?

59 Peygamber kıssalarının -haşa- diğer ilahi kitaplardan alıntı olduğu iddialarına cevap verir misiniz?

Esasen bir millette ya da kültürde bulunan herhangi bir haberin veya güzelliğin, hak dinlerden birinde de olması, o dinin o kültürden etkilendiğini değil, aksine onun kaynağının da vahiy olduğunu gösterir. Zamanla vahiyle ilgisi unutulmuş ve o milletin kültürü olarak anlaşılmıştır. Çünkü Allah insanlığa yünbinlerce peygamber (aleyhimüsselam) göndermiştir. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Bu açıdan dinlerin verdiği haberlerin başka bir kültürde de olması onun aslının bir vahye dayandığını gösterir. Ancak zamanla vahyin unutulup kültüre veya bir şahsa ait olduğu zannedilmiştir.

Sorunuza gelince; diğer semavî kitaplar da Allah’ın kitabı olduğuna göre, aynı kıssaların hepsinde söz konusu olması son derece doğaldır. Buna alıntı olarak bakmakta, Kur’an’a iman etmeyenler için fazla bir zorluk yoktur.

Ancak, Kur’an’ın bir özelliği de müheymindir. Bu kelime, başkasını denetlemek, kontrol etmek anlamına gelir. Kur’an’ın, daha önceki semavî kitaplar için bir muheymin/bir denetleyici olduğunu yine Kur’an’dan öğreniyoruz:

“Sana da daha önceki kitapları, hem tasdik edici hem de denetleyici olarak bu kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.”(Maide, 5/48).

Gerçekten Kur’an, Kitab-ı Mukaddes'te de bulunan aynı kıssaları işlerken, hem onları tasdik ediyor, hem de tashih ediyor. Kitab-ı Mukaddes’te var olan kıssaların da daha önceki mitolojik destanlardan alıntı olduğunu iddia eden; geçmişi ve geleceği bilen bir ilahın, bu hakikatleri ilahi kitaplarında dile getirmesini küçük akıllarına sığdıramayanların, Kur’an’a da iftira etmeleri normaldir. Bu noktayı gözden kaçırmayan her akıl ve vicdan sahibi, bu alıntı iddiasının bir hayal mahsulü olduğunu anlamakta zorlanmayacaktır.

Demek ki Kur'an’da geçen bazı kıssaların diğer ilahi kitaplarda da olması, bir alıntı değil, aynı ilahi kaynağa bağlı olduğunu gösterir. Eğer diğer ilahi kitaplarda geçenler, Kur'an’da geçen kıssaya uygun ise, Kur'an onu doğruluyor, demektir. Eğer aykırı ise Kur'an onu düzeltiyor, demektir...

60 Âl-i İmran suresi, 93. ayette "İddianızda samimi iseniz Tevrat?ı getirip okuyun!.." ifadesine binaen, bazı Hristiyanlar Tevrat'ın Peygamberimiz zamanında bozulmamış olduğunu iddia ediyorlar?..

Kur'an-ı Kerim'den önce gönderilen İlahi Kitaplara insan eli karışmış ve değiştirilmiştir. Ancak bu durum içindeki her bilginin yanlış olduğu ve aslında olanlardan hiçbir şeyin kalmadığı anlamına gelmez. Nitekim o kadar değiştirildiği hâlde Hüseyin Cisri Peygamber Efendimiz (asm)'e işaret eden yüz on dört tane delil çıkarmıştır.

Sizin sorduğunuz da Tevrat'ta kalan bazı doğrulardandır. Tevrat'ın değiştiirldiğine işaret eden bazı âyetler şöyledir:

"Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. 'Bu, Allah katındandır.' derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler." (Âl-i İmran, 3/78)

"Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas manasından kaydırıp; dillerini eğerek ve dine saldırarak, 'Sözünü işittik, emirlerine isyan ettik, dinle, dinlemez olası ve râinâ (bizi gözet)' diyorlar. Halbuki onlar, 'İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak.' deselerdi bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Artık onlar, pek azı müstesna, iman etmezler." (Nisa, 4/46)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Âl-i İmran suresi 93. ayetinin açıklamasını yapar mısınız?..

61 Tevrat'ta, kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz, şeklinde bir ifade var mıdır?

Evet, Yasa /Tesniye kitabının 20:14-17 de bu ifadeler yer almaktadır:

“Kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan (kentteki) her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin (yağmalayacaksın) Ve Allah’ın, Rabb'in sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin."

 "Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp senden çok uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın."

"Ancak Rabb'in miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinde nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın;"

"Fakat onları, Hittileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Prezzileri ve Hivileri ve Yabusileri Rabb'in sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin…”

62 Yahudi kutsal metinlerinde, Tevrat'da cariyelerin durumu nedir?

Yahudi dininde ailenin çoğalmayı sağlamaya hizmet eden rolünün yanında, bir diğer fonksiyonu da insanın fıtratında bulunan cinsel ihtiyacın meşru yönden tatmin edilme zemini olmasıdır. Kutsal metinlerde, her iki amaca da hizmet etmek üzere, birden fazla evlilik yapıldığının örnekleri verilmektedir.(1) Her ne kadar metinlerde

“Bir adam anasını babasını bırakacak ve karısına yapışacaktır.”(2)

gibi cümleler kadınlar ile erkekler arasında birebir eşleme yapıldığı izlenimini uyandırsa ve birden fazla evliliğe karşı bir yasaklama yapılmış olabileceği ihtimalini akla getirse de, Yahudi tarihinde iki ve daha fazla kadınla evliliği oldukça yaygın bir gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır.(3)

Eski Ahid’de, tek evliliğe işaret eden ayetlere rağmen, birisi çocuk doğurmak, diğeri de cinsel zevkleri tatmin etmek üzere iki hanım alma uygulamasına fazlasıyla rastlanılmaktadır. Bu geleneğe göre, çocuk doğuracak kadın bir dul gibi oturmakta ve kocası ona çok az ilgi göstermekte, diğer taraftan, sadece cinsel zevkleri tatmin için evlenilen kadın ise bazen çeşitli ilaçlarla, metotlarla -her ne kadar kısırlaştırmak tasvip edilmese de- kısırlaştırılmakta ve süslenerek kocasının yanında oturmaktaydı.(4)

Bu tarihi bilgilerin yanısıra dini metinlerde de erkeklere birden fazla evlilik için açık bir şekilde ruhsat verildiği görülmektedir. Bu hususta, örneğin, Talmud'da,

“Eğer bir erkek ihtiyaçlarına cevap verebileceğine inanıyorsa, istediği kadar kadınla evlensin.”(5)

hükmü yer almaktadır.(6) Bu hükümlerden de Yahudi dininde birden fazla evlilik yapmaya dinen bir engel olmadığı anlaşılmaktadır. 

Ayrıca, yine kutsal metinler bize Yahudilerin cinsel yaşamları ile ilgili bilgiler verirken resmi eşlerin yanında cariyelerin varlığından da haber vermektedir.(7)

Bu haberlere göre, savaşlarda erkekler öldürülmekte, kadınlar ise cariye olarak alınmaktaydı.(8) Fakat, bu cariyelerin nikahlanması gerekiyordu.(9) Şayet kocaları, ancak, nikahlayarak evlerine getirilebildikleri bu kadınlardan memnun kalmayacak olurlarsa, o takdirde onları serbest bırakmakta, ama kesinlikle satamamaktaydılar.(10)

Bu nedenle, cariye Yahudi dininde para ile alınıp satılan köle anlamına gelmemektedir. Aksine, normal yollarla evlilik yapılan kadın olarak karşımıza çıkmaktadır.(11) Hatta, haklar bakımından, her ne kadar birinci eşlerin statülerine sahip olmasalar bile, onlara tanınan imkanların bir çoğu cariyelere de verilmiştir.(12)

Temel anlayış böyle olmakla birlikte, cariyeler hür kadınlardan bazı hususlarda ayrılmaktaydılar.(13) Bu farklılıklar nedeniyle onlar tam anlamıyla bir hanım değil, fakat yarı eş (plegeshle) olarak kabul edilmişlerdir.(14)

İşte bu resmi statü kazandırılmış cariyeler de erkeklerin yanında hem çocuk yapmak(15) hem de cinsel ihtiyaçların tatmini için tutulmuşlardır.(16)

Dipnotlar:

1. Lockyer, Herbert, The Women of the Bible: The Life and Times of All the Women of the Bible, Zondervan Publishing House, Michigan, 1970, ss.15-16. 

2. Tekvin, 2:24. 

3.  Lockyer, a.g.e., ss.15-16. Bu konuda daha pek çok örnek Eski Ahid‟de yer almaktadır. Bunlardan bir kısmını görmek için bk. Tekvin, 29:21-30; 30:25; 31:17, 31, 41; 31:50; 32:22; 33:5; 36:6, 9, 17, 18; 37:2; Çıkış, 32:2; Sayılar, 14:3; Tesniye, 21:15; Hâkimler, 8:30, 31. 

4. Bu konuda bk. Yasdıman, Hakkı Ş., Yahudi Kutsal Metinleri Işığında Kadının Evlilikteki Yeri (Basılmamış Doktora Tezi), İzmir, 2000, s. 72-73. 

5. bk. TB, Yevamoth, 65a. Ayrıca birden fazla evlilikle ilgili olarak Talmud‟da şu bölümlere de bk. TB, Yevamoth, 65a; TB, Baba Metzia, 115a; TB, Sanhedrin, 20b,  21b, 22a; TB, Megillah, 13b. Yahudilikteki birden fazla evlilik sadece erkeklere özel bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalık Talmud'da şu şekilde vurgulanmıştır: “Bir kadın iki erkekle birden evlenemez." bk. TB, Pesachim, 49a. 

6. Talmud ve Eski Ahid‟de izin verilmiş olan birden fazla evlilik XI. yy‟da yasaklanmıştır. Bu hususta bk. Family, Ed. Schneid, Hayyim, s.90. 

7. Örneğin, Yakub'un iki hanımına ilâve olmak üzere, daha önceki hanımlarına hizmet etsin diye, iki de cariye ile evlendiği bildirilir (Tekvin, 35:22). İbrahim Peygamberin cariye Hacer'le evlendiği (Tekvin, 25:12), ayrıca onun cariyelerinin birden fazla olduğu Tekvin'de geçen cümlelerden anlaşılmaktadır (Tekvin, 25:6). Süleyman peygamberin cariyelerinin sayısı ise üç yüzü bulmaktadır (I. Samuel, 11:1-3). Kralların cariyelerinin bulunduğu ise açık bir konudur (Daniel, 5:2; 5:23; Ester, 1:9-12). Bu konuda daha fazla örnek için şu ayetlere bk. Tekvin, 24:35; 29:24, 29; 30:4, 9, 18, 43; 31:33; 32:5, 22; 33:1, 2, 6; 35:22; 36:12; Çıkış, 11:5; 20:17; 21:7; 21:20, 26, 27, 32; 23:12; Levililer, 19:20; 25:6, 44; Tesniye, 5:14, 21; 12:12, 18; 16:11, 14; 28:68; Hâkimler, 8:31; 19:1, 2, 9-10, 19, 24-30; 20:6; Rut, 2:13; I. Samuel, 1:16, 17; 8:16; 25:24; 26:41; 28:21; II. Samuel, 3:7; 5:13; 6:20-22; 14:6-7, 15-16, 19; 15:6; 16:21; 20:3, 17; 21:11; I. Krallar, 1:13, 17; 11:1-4; II. Krallar, 4:2, 16; 5:26; I. Tarihler, 1:32; 2:46; 7:14-16; II. Tarihler, 28:10; Ezra 2:64. 

8. bk. Tesniye 20:13-14. Bu konuda geniş bilgi için bk. Vâfî, Ali Abdu‟l-Vâhid, el-Yahûdiyye ve’l-Yahûd Bahsün fî Diyâneti’l-Yahûdi ve Târîhihim ve Nizâmihimi’l-İçtimâî ve’l-İktisâdî, Nehdâtu Mısr, Kâhire, ty., s.128. 

9. Tesniye, 21:10-13. 

10. Tesniye, 21:14. Ayrıca bk. Çıkış, 21:7-8. 

11. Savaşlarda ele geçirilen kadınlarla bir ay içinde evlenilmesi, şayet bu süre içerisinde evlenme gerçekleşmezse bu kadınların serbest bırakılması gerekmekteydi. bk. Cohen, Simon, “Captives”, Universal Jewish Encyclopedia, C.III., s.34. Ayrıca bk. “Captives”, Jewish Encyclopedia, C.III, ss..562-563. 

12. bk., Revel, Hirschel, “Concubine”, Universal Jewish Encyclopedia, C.III, s.324. 

13. Hür kadınlardan daha az hakları olan -metres olarak değerlendirilemeyecek- farklı bir statüdeki eşler. Bu konu için bk., Richards, Lawrence O., “Concubine”, Expository Dictionary of Bible Words, Ed. Lyman Rand Tucker Jr. & Gerard H. Terpstra, Marshall Pickering, Michigan, 1988, s.182. Hür kadınlarla cariyeler arasındaki farklılıkları görmek için ayrıca bk. TB, Sanhedrin, 21a. 

14. Bazı yorumcular plegesh kelimesini p‟lag ishah/ yarı eş olarak açıklarlar. Bu konu için bk. Lewittes, Jewish Marriage, s.217. 

15. Eski Ahid‟de yarı eşlerden çocuk sahibi olan bir çok isim geçmektedir. Örneğin bk. Nahor (Tekvin, 22:24), İbrahim (Tekvin, 25:6), Yakub (Tekvin, 35:22), Eliphaz (Tekvin, 36:12), Gideon (Hakimler, 8:31), Saul (II. Samuel, 3:7), Davud (II. Samuel, 5:13, 15:16, 16:21), Süleyman (I. Kırallar, 11:3), Caleb (I. Tarihler, 2:46), Manesseh (I. Tarihler, 7:14), Reheboam (II. Tarihler, 11:21), Abijah (II. Tarihler, 13:21). 

16. Her ne kadar, kutsal metinlerde cariyelik kurumunun varlığı açıkça görünse de -şehvette aşırı düşkünlüğe sebep olabileceği düşüncesiyle- cariyelik sisteminin yerleşik, geçerli bir gelenek haline gelemediğini iddia eden ve buna karşı çıkan din adamları da bulunmaktadır Bu konular için bk. Lewittes, Jewish Marriage, ss. 16-17. 

(bk. Dr. Hakkı Ş. YASDIMAN, YAHUDİ DİNİNDE AİLENİN YERİ, D.E.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIII-XIV, İzmir 2001, ss. 254-256)

63 Kur'an-ı Kerim'de gelecekle ilgili ayetler bulunuyor; Tevrat ve İncil'de de gelecekle ilgili haberler verilmiş mi?

Diğer ilahi kitaplarda da gelecekle ilgili bilgiler verilmiştir. Meselâ; Hz. Musa (a.s.), Tevratt’ta,

“Onlar için kardeşleri arasından senin gibi peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım, O’na emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek.” der (Kitab–ı Mukaddes, Tesniye, 18:18).

İsrailoğullarının kardeşi tabiriyle Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki; onun soyundan geldiği bilinen tek peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.

İncil’de Hz. İsa (a.s.);

“Artık ben sizinle çok konuşmayacağım; çünkü, bu âlemin reisi geliyor." (Yuhanna, 14:30)

diyerek Efendimizi (asm) müjdelemiş ve buyurmuş:

“Ben size hakkı söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü, ben gitmezsem Faraklit size gelmez. Ama ben gidersem O’nu gönderirim.” (Yuhanna, 16:7)

İşte, Kutsal Kitaplar’da geçen âyetler ve din adamlarının verdiği haberler sebebiyledir ki, Hz. Peygamber Efendimiz (asm)’den yıllar önce insanlar, “O gelecek” deyip beklemeye başlamıştır. Âmir İbn Rebî, senelerce önce Zeyd İbn Amr’ın kendisine Resûlüllah (asm)’ın vasıflarını ve yaşayacağı bazı hâdiseleri haber verdiğini, O’nu müjdelediğini ve “Eğer ömrün olur da O’na yetişirsen, benden O’na selâm söyle.” dediğini rivâyet etmektedir (İbn Kesir, 2:298).

Resûlüllah’ın, amcası Ebû Talip’le yaptığı ilk Şam yolculuğu esnasında rahip Bahîra Son Peygamber’le alâkalı Kitab–ı Mukaddes’ten öğrendiği sıfatları O’nun üzerinde görüp, Hz. Peygamber (asm)'i tanıyınca, amcasına “Sen bu yolculuktan vazgeç.” demiştir; zira Hâtemu’l–Enbiyâ’nın vasıflarını bilen ve gelmesini bekleyen kıskanç insanlar da vardır ve Nebî onların şerrinden korunmalıdır (İbn Hişam, 1:191).

Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Selâm gibi insanlar daha Allah Resülü’nü görür görmez “Bu O” demişlerdir (Buharî, bed’u’l–vahy 3). Ve hattâ, anneler çocuklarına “Muhammed” ismini koyup, O bereket kaynağının kendi soylarından gelmesi için dualar etmişlerdir (İbn Sa’d, 1:169).

Bütün bu bilgiler de gösteriyor ki Kutsal kitaplarda gelecekle ilgili haberler ve özellikle Peygamberimiz (asm) ile alakalı haberler verilmiştir.

64 Tâhâ suresi, 133. ayette geçen "önceki sahifelerde geçen belgeler, deliller" hangi anlamda kullanılmıştır?

Tâhâ Suresi, 133. Ayet: 

"(İnkarcı sapıklar) «O (Muhammed), Rabbinden bize bir mu'cize getirse ya.» dediler. Önceki sahifelerde geçen belgeler, deliller onlara gel­medi mi? (Kur'ân o mu'cize ve belgeleri onlara açıklamadı mı?)

"Önceki sahifelerde geçen belgeler, deliller onlara gel­medi mi?" buyurularak, Kur'an'ın önceki peygamberlere indirilenlerle aynı temel ger­çekleri dile getirdiği hatırlatılmakta, aynı zamanda önceki kitaplarda Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber veren işaretlere ilişkin bir imada bulunulmaktadır. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed'in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgiler İslâm kaynaklarında "beşâirü'n-nübüvve" veya kısaca "beşâir" diye anılır. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu:III/562.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Tevrat Ve İncil Peygamberimizin Nübüvvetine Delildir

Eski kitaplarda Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'a dair işaretler var mıdır?

Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere nasıl cevap verilebilir?

Bakara suresi 76. ayette, Tevrat'daki bilgilerin gizlenmesinden bahsediliyor. Müminlerin bu bilgileri delil olarak kullanması meselesini Bakara suresi, 75-76-77. ayetler bağlamında açıklar mısınız?

65 Ehl-i kitaba namaz ve namaz vakti verilimiş midir?

Sorunuzun cevabı için tıklayınız:

Diğer dinlerde namaz ibadeti var mıydı?

66 Dinler birbirinin kopyası mı?

- Hiçbir din önceki dinin bir kopyası değildir. Böyle düşünenler, -haşa- Allah’ı abesle iştigal etmekle suçlamış olur. Çünkü, aslı varken, onun kopyalarını çoğaltmak ya (ne yaptığını bilmediği için) cehaletten, ya da (aslını istediği yerlere ulaştıramadığı için) acizlikten kaynaklanır. Allah bundan münezzehtir.

- Bütün hak dinlerin kaynağı Allah olduğuna göre, farklı dinlerde benzer noktaların olmasından daha doğal ne olabilir?..

- İlk hak din Hz. Âdem’le başlamıştır. Bu sebeple semavi dinler arasında sayılmayan tarihteki bazı güzel ve hak dinlere uygun uygulamaların varlığı, daha önceki bir semavi dinden alındığından şüphe etmemek gerekir.

Bununla beraber, hiç vahiy etkisi olmasa da insanların fıtratında yaratılan güzel duyguların bir yansıması da olabilir.

Ne olursa olsun, bu ortak noktalara bakarak bir dinin falanca beşeri doktrinden alındığını söylemek, tam küfre imza atmak demektir...

67 Zenciler, Hz. Nuh'un oğluna bedduasından dolayı mı yaratıldı?

Bu kıssa kısaca Taberi tarihinde senetsiz-sepetsiz bir duyum olarak yer almıştır. İlgili bilgi şöyledir:

“Hz. Nuh, Sam, Ham, Yafes adlı üç çoğuyla birlikte gemiye bindi. Onlar da çoluk çocuğuyla bindiler. Ham gemide eşiyle birlikte oldu ve Hz. Nuh da “onun nutfesinin/sperminin renginin değişmesi” için ona beddua etti. Böylece Sudanlı (zenciler) ondan doğdular. (Taberi, Tarih, 1/188)

Bu hikâyenin “İbn Cureyc dedi ki: "‘Bana anlatıldığına göre…’  ifadesiyle başlaması, bunun sağlam bir haber olmadığının göstergesidir."

- Taberi bu hikâyeyi -İbn İshak’tan naklen- başka bir şekliyle de aktarmıştır. Burada anlatıldığına göre:

“Tevrat ehlinin/Yahudilerin iddiasına göre, Hz. Nuh uyurken, avret yerleri açılmış, Ham onu böyle gördüğü halde üstünü örtmemiştir. Daha sonra Sam ve Yafes onu görmüş ve üstünü örtmüşler. Hz. Nuh uykudan uyanınca, Sam ve Yafes için dua etti ve Ham için beddua etti. İşte bundan dolayı Ham’ın neslinden siyahiler oldu.” (Taberi, Tarih, 1/202).

- Mes’udi de “Tarihçiler,  Hz. Nuh’un,  renginin siyah olması için oğlu Ham’a beddua ettiğini, bildirmişler” diyerek bu konuya -duyumlara dayalı bir bilgi olarak- kıssaca değinmiştir. (bk. Ahbaruzzaman, 1/86)

- Bu bilgilerin aslı İsrailiyat olduğunda şüphe yoktur ve doğru da değildir.

- Nitekim, Taberi de tefsirinde kendi senediyle verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bundan dolayı, onun çocukları  kırmızı, beyaz ve siyah renkte ... oldular.” (bk. Taberi, Bakara: 31. ayetin tefsiri)

- Taberi’nin tefsirinde naklettiği aynı hadisi Ebu Davud (Sünnet,17) ve Tirmizi (Tefsir, 3) de rivayet etmiştir. Tirmizi bu hadisin “sahih” olduğunu bildirmiştir. (Tirmizi, a.y)

Görüldüğü gibi, sorudaki bilgiler, bu sahih hadisteki bilgilere aykırıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hepimiz Hz. Adem ve Hz. Havva'dan geldiğimize göre, zenciler nasıl ...