1
Emir bi’l-maruf nehiy ani'l-münker nedir, kimlere ve nasıl yapılmalıdır?
İslam toplumu dahilinde yapılacak cihatla, dışa karşı yapılacak cihad, elbette farklı olacaktır. Dışa karşı, gerekirse sıcak savaş yapılır, zulme engel olunur. Dahilde ise, müspet bir şekilde din tebliğ edilir, kötülüklere karşı mücadele edilir(1). Buna, emir bi’l-maruf nehiy ani'l-münker denilir. Yani, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak. Şu ayet, ümmet içinde bunu yapacak bir topluluğun bulunmasını gerekli kılar:
"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun..." (Âl-i İmran, 3/104)
Böyle bir topluluk, toplumun manevi asayiş muhafızları olacaktır. Nasıl ki, maddi asayiş için emniyet teşkilatı görev yapar; hastalıkların tedavisinde sağlık bakanlığı mensupları çalışır; onun gibi, ülkenin manevi asayişi ve manevi yaralarının tedavisi için de böyle bir topluluk gayret gösterecektir.
Resulullah, şu ifadeleriyle emr-i bil-ma'ruf, nehy-i ani'l-münkerin önemini vurgular:
"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder kötülüğe engel olursunuz ya da Allah, yakında umumi bir bela verir. O zaman dua edersiniz, fakat duanız kabul olmaz."(2)
İyiliği emir, kötülükten sakındırmayı kendine şiar edinen bir toplum; sağlam, dengeli, kuvvetli bir birlik meydana getirir, "fazilet toplumu" olur. Böyle bir toplumda, zararlı akımlar boy gösteremez, yangınlar seyredilmez, yavru yılanların, birer kobra haline gelmesine göz yumulmaz. Kamu vicdanı, duyarlı olur...
Allah yoluna davet, muhatapların durumuna göre farklı metotlar gerektirir. Şu ayette, buna dikkat çekilmiştir:
"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125)
İlim sahibi zatlar kesin delillerle, avamdan olan insanlar, güzel öğütlerle Allah'ın dinine davet edilirler. Dine muhalif inatçı kimselerle ise, en güzel bir şekilde mücadele yapılır. (3)
Ehl-i kitapla yapılacak mücadelede de, "en güzel bir şekilde mücadele" metodu emredilmiştir:
" Ehl-i kitapla , zalim olanlar dışında, en güzel bir şekilde mücadele ediniz 'Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahınız birdir. Biz, ancak ona teslim olan kimseleriz.' deyiniz..." (Ankebut, 29/46)
Görüldüğü gibi, ayette Ehl-i kitap iki kısma ayrılmıştır:
1. Zalim olanlar.
2. Söz dinleyenler.
"En güzel bir şekilde mücadele", onların sözden anlayanlarıyla yapılması gereken bir mücadeledir. Mesela, muhataba yüklenmeden, onu kınamadan, ayıplamadan anlatmak... Ta ki muhatap insafa gelsin, tebliğcinin gayesinin kendisini hakka ulaştırmak olduğunu hissetsin. Zira, muhatabın kibir ve inadı, ancak yumuşak muameleyle aşılabilir.(4)
"Ben İlahım" diyen Firavun'a, hakkı anlatmak için giden Hz. Musa ve Harun'a Cenab-ı Hakk’ın,
"Ona kavl-i leyyinle (yumuşak bir dille) anlatın. Olur ki, öğüt alır veya korkar." (Taha, 20/43-44)
buyurması, meselemiz noktasından düşündürücüdür.
Nitekim, günümüzde Avrupa'da çeşitli sebeplerle bulunan Müslümanların, Hristiyanlarla müspet bir diyalog içine girmeleri, pek çok Hristiyan’ın, İslam'a girmesine vesile olmuştur. Bu gün Avrupa'daki Hristiyan asıllı müslümanların sayısı yüz binlercedir. Eskiden kılıçla ancak Viyana önlerine kadar varılmışken, bugün tebliğ hareketleri sayesinde İslamiyet Avrupa'nın hemen her yerine ulaşılmıştır.
Bediüzzaman, Kur'an'ın "Ehl-i kitap" ifadesinin günümüzde "ehl-i mektebi" yani ilim tahsil eden kesimi de içine aldığını söyler.(5) Son yıllarda memleketimizde görülen karşılıklı diyalog ortamı, daha önce din düşmanı olan nice ehl-i mektebin, İslam'a teslim olmalarını sağlamıştır. Zira,
"Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi, icbar ile değildir."(6)
"Dinde zorlama yoktur..." (Bakara, 2/256)
ayeti, mühim bir gerçeği bildirir. Kimse zorla Müslüman yapılamaz. Fakat, dinde tebliğ vardır, dinin hakikatlerinin anlatılması vardır. Kendisine hak din tebliğ edilen kimse, kabul etmekte veya etmemekte serbesttir.
Kaynaklar:
1. bk. Nursi, Emirdağ Lahikası, s., 481-482.
2.Tirmizi, Fiten, 9.
3. Razi, XX,138-139; Beydavi, I, 561.
4. Kutub, IV, 2202.
5. Nursi, Sözler, s., 378 - 379.
6. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s., 88.
2
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır?
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar
Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle mü'minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O'nun İslâm'ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü'minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm'ı tebliğ ederken, "Şeriat-ı Tekviniye" dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm'a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.
Allah Resûlü'nün (s.a.s.) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O'nun gönül verdiği dâvâ uğrunda "kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri" yetişmiştir.
Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) insanları İslâm'ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz:
1. Sabır,
2. Yumuşak davranma ve hoşgörü,
3. Tedrîcilik,
4. Neticeleri Allah'tan bilme,
5. İç derinliği,
6. Tevazu,
7. Muhasebe.
Şimdi bu esasları tek tek incelemeye çalışalım:
1. Sabır
Kâinatta, en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi (s.a.s.)'nin başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.
İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir:
"Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39)
Bu hususta Peygamber Efendimiz'e de Cenab-ı Hak, tebliğle alakalı olarak şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Mâide, 5/67)
Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.
Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı!.. O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu...
O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.
Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "Hayır!" diyordu...
Ve sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu:
"Allah'ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin... Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, sen razı olasıya kadar senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece senin elindedir."
O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder. (İbn Hişam, Sire, 2:60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, 3:166)
Günümüzde de İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü'minlerin ona ittibaları emredilir.
"Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153)
âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü'min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz:
a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar.
b) Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur.
c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah'ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, s.353)
a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır.
b) Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir.
c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, 2:69).
Bu sabır çeşitlerine şunlar da ilâve edilebilir:
- Dünyanın cazibedar güzelikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır.
- Zaman ve vakit isteyen işlerde zamanın çıldırtıcılığına sabır.
- Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak “ircî” fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır.
Müslüman, Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah'ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır. (Bediüzzaman, Lem'alar, 21.Lem'a).
İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali'ye "İlk bakış lehine, gerisi aleyhinedir."buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır.
İmtihan, hayatta Allah'ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk'ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır.
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü
Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz'in İslâm'ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz'e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/159)
Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti.
Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular.
Burada merhametle ilgili birkaç hadis-i şerif zikretmeyi faydalı buluyorum. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor:
"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez." (Buhâri, Tevhid, 2; Müslim, Fezâil, 66)
"Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin." (Hâkim, el-Müstedrek, IV/277)
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." (Buhâri, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 65)
Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke'nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuştur. Ebû Süfyan'ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi'yi ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir.
İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.
Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur
Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ediyorlar: Zü'l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem'e (s.a.s.) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle dedi: "Ya Muhammed, adaletli ol!." (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.)
O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: "Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!" der.
Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra, bu adama döner ve sadece şunu söyler:
"Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?" (Buhari, Edep, 95; Müslim, Zekât, 142)
Efendimiz (s.a.s.)'in bu mukabelesi, başka rivâyetlerde şu mânâya da gelebilecek şekildedir ki, bu da onun nasıl bir muhasebe duygusuna sahip bulunduğunu gösterir:
"Ben adalet etmezsem vah bana, ben mahvoldum demektir. Benim adaletsizliğimden dolayı vah sana, çünkü sen, peygamber olarak benim arkamdan geliyorsun!"
...
3. Tedricilik
Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm'ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz'in (s.a.s) İslâm'ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim'in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.
Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke'deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır:
"Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir." (Nahl, 16/125)
Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir.
Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu's-Sîre s. 95).
Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm'a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır.
Allah Resûlü'nün bu düsturu da kıyamete kadar mü'minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900'lü yılların başında Japonya'yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
"Benim İslâm'ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon'a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz'in sünneti olduğunu söyledim. 'Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?' diye sordu. Ben de 'İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi.' cevabını verdim. 'Haklısın'. dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı." (Abdürreşid İbrahim, Japonya'da İslâmiyet, 1:156).
4. Neticeleri Sadece Allah'tan Bilme
Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk'a bırakırdı. Cenab-ı Hakk'ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O'ndan geldiğini ve O'nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.
Efendimiz'in (s.a.s.) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır.
Mü'min kendi vazifesini yapmalı ve Allah'ın "vazifesi"ne karışmamalıdır. Bu hususla alakalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir:
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler:
"Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek."
Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş:
"Ben, Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir. (Nursî, Lem’alar, On Yedinci Lem'a)
Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda "ene"lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır.
5. İç Derinliği
Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah'tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz'dir (s.a.s.).
Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O'dur.
Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a):
"Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (r.a.) şu karşılıkta bulunur:
"İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun." (Buharî, Tefsir, 21)
Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar:
"Dünya ile benim ne alakam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu." (Tirmizî, Zühd, 44; İbn Mâce, Zühd, 3)
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmişti. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alakasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı...
Evet O, ümmetine tebliğ edeceği hususları öncelikle kendi hayatında yaşayarak temsil ediyor ve her hâliyle ümmetine örnek oluyordu. Aslında, O'nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O'nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. Tabii ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O, yaptığı her işi ibadet şuuruyla yapıyordu (a.g.e., 2:478)
Defalarca, dünya O'na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 2:231) İşte asrımızın hizmet erleri de, Efendisini kendisine örnek alarak içe doğru derinleşmeli ve dış fethin yanında iç fethi ihmal etmemelidir.
Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa, onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân'ın ifadesiyle
"Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." (Nisa, 4/71)
O hâlde mü'min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.
6. Tevazu
Allah Resûlü'nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. Bir gün melek geldi ve sordu: "Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?" Cibril kulağına fısıldadı: "Rabb'ine karşı mütevazı ol!" Ve Allah Resûlü cevap verdi: "Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim..." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 9:19-20.) O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır.
Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:
"Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum..." (İbn Mâce, Et'ime, 30)
Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimiz'i örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.
Kâinatın Efendisi Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş'a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti...
Hz. Aişe Validemiz'den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır:
"Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." (Tirmizi, Şemâil, 78)
O, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu.
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alakalı olarak, Kâinatın Efendisi (s.a.s.), şöyle buyurur:
"Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti'nin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu cehennemin en alçak derecesine indirir." (Münziri, et-Tergîb, IV/339)
7. Muhasebe
Hayatını sürekli bir muhasebe ve mesûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi'dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alakalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.
"Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz..." [bk. Tirmizi, Kıyamet, 25 (h.no: 2459)] Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alakalı olarak Efendimiz'le Hz. Âişe Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum:
Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bir gün Hz. Âişe Validemiz'in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca,
"Ya Âişe, seni ağlatan nedir?" diye sorar. Hz. Âişe Validemiz:
"Ya Resûlellah, Mahşer Günü'nü düşündüm de o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?" der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir:
"Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat'tan geçerken." Zira herkes, "Acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?" diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, "Acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?" diye, "Sırat'tan geçip, Cennet'e ve Cemâlullah'a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem'in derinliklerine mi düşeceğim?" diye merak içerisinde olacaklardır."
İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alakalı olarak da Efendimiz (s.a.s.), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir:
"Ey Abdimenafoğulları! Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira ben sizin için bir şey yapamam."
Allah Resûlü halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder:
"Ey Haşimoğulları, siz de Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira ben sizin için de bir şey yapamam."
Efendimiz (s.a.s.), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler.
Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet'te değil dünyada kazanılır. Efendimiz'in mübarek beyanları içerisinde,
"Dünya âhiretin tarlasıdır." (Aliyyülkârî, el-Masnû', I/135; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I/1320)
Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz.
Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı." buyurmuştur. Hûd Sûresinde O'na:
"Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol." (Hûd, 11/112)
buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...
Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...
Mes'ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile, komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine, devlet işlerini aksatmamak için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, "Benden sonraki halifeye verilsin." diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu: "Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır." Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve "Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın." demişti.
Hz. Ömer de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayri müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O'ndan asırlar sonra gelen Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu.
"Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer'i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum." (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları)
Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de birer mü'min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır.
3
Abdulkadir Geylani, Allah'ın izniyle ölüyü diriltmiş midir?
- Şunu çok iyi biliyoruz ki, Allah’ın izni olmadan, ilim ve kudreti devreye girmeden bir yaprak bile yere düşmez. Buna iman ettikten sonra, Allah’ın, bazı insanların eliyle ölüye ruh vermesi mümkün ve vakidir. Aşağıdaki ayetlerde bu gerçeğe vurgu yapan ifadeler vardır:
“İbrahim bir zaman 'Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.' demişti. Allah da 'İnanmadın mı?' dedi. İbrahim: 'Evet inanıyorum, fakat kalbimin iyice mutmain olmasını istiyorum.' dedi. Allah, öyle ise dört tane kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra da onları çağır, koşarak sana geleceklerdir. Bil ki; 'Allah her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir' diye buyurdu." (Bakara, 2/260).
“(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: 'O yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruk altına alınmayan, salma gezen (kusursuz) ve hiç alacası olmayan bir inektir. Bunun üzerine onlar (Yahudiler); işte şimdi gerçeği tam anlayabileceğimiz tarzda bildirdin, dediler ve ineği kestiler. Ama neredeyse bunu yapmayacaklardı (ineği kesmeyeceklerdi).' Hani bir zamanlar bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, gizlediğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Bundan dolayı dedik ki; “İneğin bir parçasıyla ona (öldürülene) vurun! İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye âyetlerini size gösterir." (Bakara, 2/71-73).
“(Melekler Hz. İsa hakkında Meryem ile konuşurken onun şu vasıflarını da saydılar) “Allah, onu İsrailoğullarına elçi olarak gönderecektir. O da onlara şöyle diyecektir: Şüphesiz ben size Rabbiniz tarafından bir mucizeyle gönderildim. Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar içine üflerim. O da Allah’ın izniyle derhal bir kuş oluverir. Ve Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalananı iyileştiririm ve ölüleri diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri de size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için elbette bir ibret vardır." (Al-i İmran, 3/49).
- İslam alimlerine göre, peygamberler için mucize olan şeylerin, veliler için de keramet olarak ortaya çıkması, caizdir ve mümkündür.
Abdulkadir Geylanî’nin bu kerameti ile ilgili hususu, Bediüzzman Said Nursi’den dinleyelim.
“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
"Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillâh!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." (bk. Geylânî, Gunyetü’l-Tâlibîn s. 502; Nebhânî, Câmiu Kerâmâtü’l-Evliyâ 2:203)
İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.” (bk. Lem'alar, On Dokuzuncu Lem'a)
İlave bilgi için tıklayınız:
- KERÂMET.
4
Ebu Talib imansız mı ölmüştür, yoksa takiye yapıp imanını gizlemiş midir?
Tevbe Sûresinin 113. âyet-i kerimesinin Ebû Talib’in îmanı hakkında nâzil olduğu bildirilmektedir. Başta İmam-ı Buharî olmak üzere pekçok muhaddisin rivayetlerinde ve tefsirlerde yer aldığına göre olay şöyle cereyan etmiştir:
Müseyyeb bin Hazn rivayet ediyor. Ebû Talib’e ölüm alâmetleri geldiği sırada ona Resulullah geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehil bin Hişam ile Abdullah bin Ebî Ümeyye’yi buldu. Resulullah (a.s.m.) Ebû Tâlib’e, “Ey amca! ‘Lâ ilâhe illallah’ de. Allah katında kendisiyle sana şehadet ve şefaat edeyim. Bu mübarek kelimeyi söyle.” buyurdu.
Ebû Cehil ve Abdullah bin Ebî ümeyye: “Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin?” diye onu vazgeçirdiler.
Resul-i Ekrem (a.s.m.) amcasına Kelime-i Tevhidi arza devam ediyordu. Bu ikisi de mütemâdiyen o sözlerini tekrar ediyorlardı. Nihayet Ebû Talib bunlara söylediği son söz olarak:
“O, yâni ben, Abdülmuttalib milleti üzeredir.” dedi ve Lâ ilâhe illallah demekten çekindi.
Resulullah (a.s.m.): “İyi bil, amcacığım! Yemin ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehyolunmadıkça her halde Allah Teâlâ'dan senin için af ve mağfiret dilerim.” dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu meâldeki âyet-i kerimeyi indirdi:
“Akraba bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah’tan af dilemek, ne Peygambere ne de îman edenlere uygun düşmez.”(1)
Ayrıca başta Tefsir-i Kurtubî olmak üzere, diğer tefsirlerde ve sahih hadis kitaplarında kaydedildiğine göre, Kasas Sûresinin 56. âyeti yine Ebû Tâlib’in imanı hakkında nazil olmuştur. Âyet-i kerimenin meâli şöyledir:
“Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.”(2)
Bu meseleye açıklık getirmesi bakımından Sahih-i Müslim’de rivayet edilen bazı hadis-i şeriflerin meâline bakalım:
Peygamberimiz (asm)'in amcası Hz. Abbas sorar:
“Yâ Resûlüllah! Gerçekten Ebû Talib sizi korur ve yardım ederdi. Acaba bu ona bir fayda verdi mi?”
Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdular:
“Evet, verdi. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığ bir yere çıkardım.”(3)
Bu hususta bir başka hadisi Ebû Saîd el-Hudrî rivayet ediyor: Resulullahın huzurunda amcası Ebû Talib’in bahsi geçti. Resulullah (a.s.m.) onun hakkında şöyle buyurdu:
“Umulur ki, kıyamet gününde benim şefaatim ona bir fayda verir de cehennemin sığ yerine konur. Topuklarına kadar erişir, ondan beyni kaynar.”(4)
“Cehennemliklerin azap itibari ile en ehveni Ebû Talib’dir. O dahi iki ayakkabı giyecek, onlardan beyni kaynayacaktır.”(5)
Bu hususta gerek tefsir ve hadis âlimleri, gerekse fıkıh ve kelâm âlimlerinin ve Ehl-i Sünnetin dışında bulunan âlimlerin farklı izahları bulunmaktadır.
Sahih hadis kitaplarında yer alan ve Peygamber Efendimiz (asm)'in Ebû Tâlib’e Kelime-i Tevhidi arz etmesine mukabil, onun ölüm anında bunu söylememesi hususundaki hadisi delil olarak zikreden Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi Ebû Talib’in îman etmeden öldüğünü söylerler. İmam Âzam Ebû Hanife de aynı hadisi zikrederek, “Resulullahın (a.s.m.) amcası ve Hazret-i Ali’nin babası Ebû Tâlib kâfir olarak ölmüştür.” der. (6)
Yine yukarıda Sahih-i Müslim’den naklettiğimiz hadiste Peygamberimiz (asm), Ebû Tâlib’i cehennemin sığ bir yerine çıkardığını bildiriyordu. Hadis âlimleri, “Bu işi Peygamberimizin ya Mîrac gecesinde cehennemi gezerken gerçekleştirmiştir veya kıyamet günü yapacaktır.” demişlerdir.
Ebû Tâlib’in îmanlı olarak öldüğünü söyleyen bazı âlimler de İbni İshak’ın İbni Abbas’dan rivayet ettiği bir hadisi delil olarak getirirler. Bu hadise göre, Ebû Tâlib ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz (asm.) onun Kelime-i Tevhidi söylemesini o kadar telkin etmesine rağmen Ebû Tâlib, “Kureyşliler, ‘Ebû Tâlib ölümden korktu da o sözleri söyledi.’ dememeleri için söylemiyorum.” dedi. Fakat bir müddet sonra Hz. Abbas kulağını Ebû Tâlib’in dudaklarına yaklaştırdığında kıpırdadığını gördü ve Resulullaha dönerek, “Ey kardeşimin oğlu, kardeşim senin o söylemesini istediğin sözleri söyledi.” dedi. Fakat Resulullah, “Ben işitmedim.” buyurdu.
Fakat gerek senedinin zayıflığı, gerekse sahih hadislere aykırı oluşundan dolayı muhaddisler bu rivayeti çürütürler.
Hem bu hadisi, hem de Ebû Talib’in Peygamberimizi (asm) yıllar boyu yardım ve himayesini belirten ve sadece Ehl-i Beytten gelen hadisleri sahih olarak kabul eden Şiî âlimleri, Hz. Ali’nin babası Ebû Tâlib’in imanlı olarak öldüğünü söylerler.(7)
Bu arada, “Resulullahın amcası Ebû Talib’in imanı hakkında esah nedir?” sualine, Bediüzzaman Said Nursî, “Ehl-i teşeyyû imanına kâil (Şiîler imanlı öldüğünü kabul ederler), Ehl-i Sünnetin ekserisi imanına kâil değiller.” şeklinde cevap verir ve Ebû Talib’in îmanı ve âhiretteki durumu hususundaki rivayetleri de göz önüne alarak şu izahı getirir:
“Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun o gayet ciddi, o şahsî şefkati ve muhabbeti elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir sûrette Cenab-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib’in inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir îman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de yine cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir (yaratabilir). Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda uyku vasıtasıyla bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususi cehennemi, hususi bir cennete çevirebilir.”(8)
Ebû Tâlib’in öldükten sonra dirilmesi ve Peygamberimiz (asm)'in ona îman telkin etmesi üzerine îman etmesine gelince; bu hususta çeşitli rivayetler vardır. Meselâ Tefsir-i İbni Kesir’de Kurtubî şöyle der:
“Peygamberimizin anne ve babasının diriltilmesi ve Peygamberimizin onlara îman telkin etmesi aklen ve şer’an imkânsız değildir. Hatta ben şöyle bir şey de işitmiştim: Allah Teâla, Peygamberimizin amcası Ebû Talib’i diriltti ve o da îman etti.”(9)
Fakat bir meselede bir iki rivayeti zikrederek Ebû Tâlib’in diriltildikten sonra îman ettiği kanaatine varıp, bu hususta bir kısmını vermeye çalıştığımız sahih kaynakları görmezden gelmenin meseleyi eksik değerlendirme olacağını da ifade etmiş olalım.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İmam Suyuti, Ebu Talib’in iman ettiği konusunda kitap yazmış mıdır?
- Neden Ebu Talib Hz. Hamza gibi iman etmemiştir? “Hidayet Allah’tandır.” sözü nasıl anlaşılmalıdır?
- Peygamberimiz'in (s.a.v.) amcası Ebû Talib'in imanı konusundaki görüşler nelerdir, makbul bir imana sahib olarak vefat edebilmişmidir?
- Ebu Talib’in Peygamberimiz Hz. Muhammed hakkında yazdığı şiiri söyler misiniz?
Kaynaklar:
1. Tevbe Sûresi, 113; Hadis için: Buhari, Menâkıb-ı Ensar: 40; Tefsir-i Sûre 9; Neşet, Cenâiz: 2; Müsned, 5:438; Tefsîr-i İbni Kesir,2:393; Tefsir-i Kurtııbî, 8:272.
2. Âyetin tefsiri için, Bııharî, Tefsir-i Sûre 28; Tefsir-i Kurtubî,13:299.
3. Müslim, İman: 358.
4. Müslim, îman: 360.
5. Müslim, İman: 363.
6. el-Fıkhü'1-Ekber, s. 108
7. Âlıısî, Rûhü'l-Meânî, 11:33.
8. Mektubat, s. 362.
9. Tefsîr-iİbni Kesir, 2:374.
5
Allah, dinini bazen zalimlerin eliyle yüceltir, şeklindeki sözün kaynağı nedir, neyi ifade ediyor?
“Allah, bu dini facirlerin / fasıkların eliyle de güçlendirir."
manasına gelen hadis, bir çok tarikle rivayet edilmiştir. Hafız Heysemî, Taberanî’nin -Amr b. Numan tarikiyle- yaptığı rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/303).
Konuyu daha detaylı olarak ifade eden rivayetler de vardır. Buharî ve Müslim’in aktardıklarına göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir:
Bizler (Hayber'de) Rasûlullah'ın beraberinde hazır bulunduk. Resûlullah, İslâm'ı iddia etmekte olanlardan bir kimse için:
"Bu adam ateş ehlindendir." buyurdu.
Savaş başlayınca bu adam şiddetli bir şekilde -düşmanla- çarpışmaya başladı ve kendisine büyük bir yara isabet etti. Bunun üzerine (bir sahâbî tarafından):
"Yâ Rasûlallah! ‘O, ateş ehlindendir.’ buyurduğun şu kimse, bugün gerçekten çok çetin bir savaş yapmış ve ölmüştür.” denildi. Peygamber (a.s.m) bu söze karşılık:
"O, ateşe gitmiştir." buyurdu.
Bu haberden dolayı insanlardan bazıları şaşkınlık içerisindeydiler. Onlar bu şaşkınlık hâli üzerinde bulundukları sırada birdenbire:
“O adam ölmemiştir, lâkin onda şiddetli bir yara vardır.” denildi.
Geceden bir vakit olunca o yaralı adam, yaranın acısına sabredemedi ve kendi kendini öldürdü. Sonra bu durum Peygamber (asm)'e haber verildi. O da:
“Allâhu Ekber, ben kendimin Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuma şahâdet ederim." buyurdu.
Sonra Bilâl'e emretti de Bilâl insanlar içinde:
"Şu muhakkak ki cennete ancak Müslümân nefis girer. Ve muhakkak ki Allah bu İslâm Dîni'ni (dilerse) elbette fâcir kişi ile de te'yîd edip kuvvetlendirir." sözlerini bağırıp ilân etti.(Buharî, Cihad, 182; Müslim, İman, 178)
Vakidî'nin Megâzî'si, hâdisenin Uhud'da cereyan ettiğini, olayın kahramanın adının Kuzman olduğunu belirtir. Ona göre, "Kuzman, Uhud'dan geri kalır. Kadınlar bunu (savaş kaçkını diye) alaya alırlar. Bunun üzerine ilerler ve ön safta yer alır; ilk oku atar, sonra kılıcını çeker ve acaib kahramanlıklar gösterir. Müslümanlar dağılınca kılıcın kınını kırar ve "Ölüm, kaçmaktan daha iyi!" diye bağırarak ileri atılır. Bu esnada kendisine uğrayan Katade İbnu'n-Nu'man: "Şehidlik sana mübarek olsun!" diye tebrikte bulunur. Kuzman ise: “Vallahi ben bir din için savaşmadım, kavmimin itibarı için savaştım!" diye mukabele eder ve yaranın ızdırabına dayanamayarak intihar eder." (bk. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ, 14/147-148)
Nur Müellifi, ilgili hadis-i şerife istinaden şöyle demiştir:
"Sen, ey riyakâr nefsim! 'Dine hizmet ettim.' diye gururlanma 'Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder.' hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucub ve riyadan kurtul." (bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime)
Demek ki, nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de o racul-ü fâcirin akıbetine uğrayabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lütfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile baş başa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah'a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet ve ubudiyet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir.
Şüphesiz, bu mülahazalarla dolu olan bir insan, yapılan hizmetlerden dolayı nefsine hiçbir pay çıkarmaz, muvaffakiyetleri kendisine mal etmez. Hem hizmet edenlerle beraber bulunmayı hem de bu yoldaki başarıları Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir çeşit tecellisi ve ilahî merhametin farklı bir dalga boyu olarak değerlendirir. Hata ve günahlarına rağmen, daire dışına atılmamış olmayı, O'nun rahmetinin ve inayetinin enginliğine bağlar; dolayısıyla, O'na karşı saygısını her zaman yeniden gözden geçirir, daha bir aşk u iştiyakla hizmete koşar. Zira, "Onca günahıma ve şu perişan halime rağmen, beni bu kutlu insanların arasına dahil eden Rahmeti Sonsuz, demek ki dine hizmet sayesinde temizlenmem ve arınmam için bana fırsat veriyor!" der. Sonra da "Şu anda adanmış ruhların arasındayım, ama yarın akıbetim nice olur bilemiyorum; öyleyse, yaptıklarımla şımarmamalı, asıl eda etmem gerekli olan vazifelere daha gönülden sarılmalıyım." düşüncesiyle sâlih amellere yapışır.
Aslında, Cenâb-ı Hakk'ın muradı her zaman kullarını günah lekelerinden kurtarmak, arındırmak, saflaştırmak ve huzuruna tertemiz olarak almak yönündedir. Erzurumluların "Bahane Tanrısı" sözünde de bu mana vardır. Evet, Allah Teâlâ, kimi kullarını gönülden tövbe ile kimisini namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerle ve bazılarını da musibetlerle arındırmakta ve dergah-ı ilahiye gönülden teveccüh edenleri çeşit çeşit vesilelerle, hatta çok küçük bahanelerle cennete ehil hale getirmektedir.
Nitekim Mevlâ-yı Müteâl şirk, cana kıyma, zina, israf gibi kötülükleri tek tek sayıp, bunları işleyenlerin cezalarının "büyük buluşma" gününde katmerli olacağını haber verdikten sonra -meâlen- şöyle buyurmuştur:
"Ancak günahlardan vazgeçip Hakk'a yönelen, gönülden iman eden, sonra da güzel ve makbul işler yapanlar bundan müstesnadır Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)." (Furkan, 25/70)
Bu ayet-i kerimede, günahlardan uzaklaşıp yeniden Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eden, sonra imanını bir kere daha gözden geçirip tecdîd-i imanda bulunan ve akabinde büyük bir azimle sâlih amellere bağlanıp hayatını hayırlı işler peşinde değerlendirmeye çalışan kimselerin "seyyiâtının hasenâta çevrileceği (günahların sevaba dönüştürülmesi)" vaat edilmektedir.
Allah Teâlâ, bazen tek iyilikten dolayı insanın o ana kadar yaptığı bütün hataları affeder; denebilir ki, onun rahmet ve inayetiyle, bir iyilik bütün hataların hakkından gelir, onlara kendi rengini içirir ve günahları sevaplara çevirir İşte, "kötülüklerin iyiliklere tebdil edilmesi"nin bir manası budur.
Özetle:
1. Nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de o racul-ü fâcirin akıbetine uğrayabileceğini düşünüp titremelidir.
2. İnsan, kulluk adına yaptıklarından dolayı asla gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki gayretlerini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lütfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir.
3. Allah Teâlâ, kimi kullarını gönülden tevbe ile kimisini ibadetlerle ve bazılarını da musibetlerle arındırmakta ve dergâh-ı ilahiye gönülden teveccüh edenleri çeşit çeşit vesilelerle, hatta çok küçük bahanelerle cennete ehil hale getirmektedir.(bk. Zaman, 18 Temmuz 2008, Cuma)
6
Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
"Habîbim! İnsanları Rabb-i Teâlâ'nın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin)." (Nahl, 16/125)
Peygamberimiz (asm) bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.
İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı.
Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekke'nin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.
İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve hâlindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı hâline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allah'ın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.
Tebliğ mesleğinin yolu, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabb'inin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresi'ni okurken, mealen, “Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diyerek, âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için, bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı.
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatı'nda kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
Her Müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle (düzeltiniz), ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.
Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allah'a bırakmalıdır.
Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder:
Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması, her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.
Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslam'a uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.
İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.
Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.
Diğer taraftan, İslamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.
Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman, üzerine düşenleri yaptıktan sonra, o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır?..
7
Müspet hareket nedir?
Müspet ve menfi kelimeleri önemli. Müspet: İspat edilen, olumlu. Menfi: Nefyedilen, olumsuz.
Müspet harekette, kendini ifade etme, gerçeği ve doğruyu ortaya koyma öne çıkıyor. Menfi de ise yanlışı ve yalanı reddetme, karşı tavır sergileme esas. Şu hâlde müspet hareket etmek demek, hakikati ve hakkı ispat etmek, anlatmak, ortaya koymak, kendini ve kendi inandıklarını ifade etmek demektir.
Menfi harekette bir karşı koyuş, muhalefet, muaraza, çatma, çatışma, cedel, olumsuzlama, reddetme var. Müspet hareket etmek mücadeleyi tamamen terketmek değildir, ancak dolaylı yoldan bir mücadele yolu tutmaktır. Düşmanlık uyandırmadan, kızdırmadan, damara basmadan, tahrik etmeden kendi değerlerini anlatmak ve ortaya koymak.
"Karanlığa küfredeceğine bir mum yak."
sözü müspet hareketi anlatıyor. Maksat, kendi fikir ve fiillerinin doğruluğunu ortaya koymaksa tutulması gereken en kestirme ve en selametli yol budur. Hakikatı ispat etmek, kabul ettirmek, dolaylı yoldan yalanı ve yanlışı yıkmak, yok etmek demektir. Onlarla "zihnen dahi meşgul olmamak" ve "mesaisini kudsi hizmete hasretmek" bu mananın en veciz ifadeleri.
Bu sözler, "onlar"ı hiç tanımamak gerektiği manasında anlaşılamaz. Bilmekle meşgul olmak aynı şey değildir. Keza, bilmekle karşı tarafın olumsuzluklarını reddetmeye çalışarak zaman kaybetmek de aynı şey değildir.
Şahıslarla uğraşmamak da müspet hareketin önemli bir unsurudur. Fikirler hedef alınmalı, bunların reddine değil, mukabil hakikatlerin ispatına gayret sarf edilmeli.
8
Hz. Muhammed hangi hükümdarlara İslam'a davet mektubu yazmıştır?
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dini ve dâveti umumidir. Hitabı, bütün insanlığadır. Diğer peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir bölgeye münhasır değildir.
Cenâb-ı Hak, bir çok âyet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:
"De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın gönderdiği peygamberim..." (Araf, 7/158)
Buna binâen Peygamber Efendimizin (asm) dâveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, bir takım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu iman ve İslam dâveti sesinin duyrulması gerekiyordu. Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası en müsait bir zamandı. Zira, anlaşma gereğince 10 yıl harp yapılmayacaktı.
Sorunuzun cevabı ve ilave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimiz'in hükümdarları İslama daveti nasıl olmuştur? ...
- PEYGAMBERİMİZİN, HÜKÜMDARLARI İSLÂMA DÂVETİ.
- YEMÂME EMÎRİNİN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
- UMMAN HÜKÜMDARI VE KARDEŞLERİNİN İSLÂMA DÂVET EDİLİŞİ.
- HALİD BİN VELİD`İN NECRAN`A GÖNDERİLMESİ.
- HABEŞ NECÂŞİSİ`NİN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
- HERAKLİUS`UN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
- KİSRÂNIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
- MUKAVKIS`IN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
- GASSAN HÜKÜMDARLARININ İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ.
9
Mükatebe için bir köle ile efendisi anlaşmaya oturduklarında, efendi köleden dilediği miktarı talep edebilir mi?
Konuyla ilgili ayetin meali:
"Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir." (Nur, 24/33)
Mükatebe, köle veya cariye ile efendisi arasında yapılan bir akid olup, bu akidde köle veya cariye, belli bir bedel ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya varılan bu bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödemek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur.
Yukarıdaki ayette, “Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin.” buyurulmakla, insanın elindeki malın asıl sahibinin Allah olduğu, şu halde Allah’ın malından köle ve cariyelere de vermek suretiyle onların hürriyete kavuşmalarını kolaylaştırmanın dini, ahlaki ve ictimai bir vazife olduğu ortaya konmaktadır. Bu vazife, İslam’ın, asırlarca uygulana gelen ve bir çırpıda tasfiyesi mümkün olmayan kölelik müessesesini ortadan kaldırmak için almış olduğu bir dizi tedbirden biridir.
Bu konuda temel kural, mukatebe yapılacak kişinin hürriyeti lehine olacak bir uygulamanın esas olmasıdır. Hatta diğer Müslümanlar da yardımcı olacaklar, gerekirse devlet destek verecektir. Miktarı ise kölenin bedelidir.
İnsan hürriyetine ve saygınlığına büyük önem veren İslâm dini, eski çağlardan beri varlığını sürdüren kölelik kurumunu kesin olarak ortadan kaldırma şeklinde sosyal gerçeklikle bağdaşmayacak bir düzenleme yapmak yerine, bir yandan zaman içinde köleliği destekleyen toplumsal dinamiklerin zayıflatılmasını, öte yandan olabildiğince insanî esaslara uygun hale getirilmesini sağlayacak tedbirler alma yolunu tercih etmiştir. Câhiliye döneminde de bilinip uygulanan mükâtebenin (Bedreddin el-Aynî, XIII, 116) özendirilmesi bu tedbirlerden biridir. Nitekim, "Bedelini ödeyerek hür olmak isteyen köle ve cariyelerinizin kendilerinde hayır görürseniz tekliflerini kabul edin. Allah'ın size verdiği maldan onlara da verin" mealindeki âyetle (Nûr, 24/33) hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve cariyelerin mükâtebe taleplerinin kabul edilmesi ve kitabet bedelini ödemelerine yardımcı olunması emredilince ilk aşamada kölelere iktisadî hayatta hür kimseler gibi hareket etme imkânı veren, ardından köleliği sona erdiren mükâtebe statüsü kısa sürede kurumsal bir karakter kazanmıştır.
Değişik vesilelerle köle azadını teşvik eden Hz. Peygamber (asm), bazı hadislerinde Allah'ın mükâteb köleye yardımda bulunan kişiler için büyük ödüller vaad ettiğini haber vererek bu yolun işletilmesini özel olarak istemiştir. (Müsned, II, 251, 437; İbn Mâce, "Itk", 3; Tirmizî, "Fezâilü'l-cihâd", 20; Nesâî, "Nikâh", 5) Ayrıca mükâtebe sözleşmesi yapan bazı kölelerin kitabet bedelini tedarik etmeleriyle bizzat ilgilenmiş ve onlara maddî destek sağlamaya çalışmıştır. (Müsned, V, 443, 444; Bedreddin ei-Aynî, XIII, 116)
Mükâtebe sözleşmesinin hükümleri genel olarak muâvaza akidlerinin tâbi olduğu prensipler çerçevesinde belirlenmekle beraber kölenin kolayca ve bir an önce hürriyetine kavuşabilmesi hedeflendiği için onun lehine sayılacak bazı özel hükümlere de yer verildiği görülür.
İlave bilgi için tıklayınız:
- MÜKATEBE.
10
İslamiyeti nasıl tebliğ etmeliyiz?
İslam dinini anlatırken, ilk olarak Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak gerekir. Çünkü Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden insana diğer konuları anlatmak daha kolay olur.
Özellikle Hristiyan olanlara tevhid inancını ve Hz. İsa (as)'ın Allah'ın peygamberi olduğunu ifade etmek gerekir.
Ayrıca diğer konularda aklına takılan sorular sitemiz vasıtası ile cevaplandırılabilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın varlığının delilleri nelerdir? ...
- Teslise inanan bir Hristiyan’ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?
- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? ...
11
Günümüz insanına İslam'ı anlatmak isteyen bir kişinin, sahip olması gereken en önemli özellik sizce nedir?
Böyle bir insanın, öncelikle, İslam’ı bütünüyle yaşaması, her işine, her davranışına ve her hâline özenilen örnek bir şahsiyet olması gerektir.
Bu örnek insanın sahip olması gereken sıfatlardan bizce en önemlisi şefkattir. Biz, dünyaya geldiğinde, “ümmetî ümmetî” diyen bir Peygamberin (asm.) ümmetiyiz. “Annem” demeden önce “ümmetim” diyen; evlâtlarım, torunlarım demeden “ümmetim” diyen bir Peygamberin (asm.) ümmeti.
Bu “ümmetî” feryadında, en büyük pay, âhir zaman olan bu dehşetli asra düşse gerek.. Bir baba, bütün evlâtlarını sever ama, onlar içerisinde hasta olanı, ölümle pençeleşeni daha çok yâd eder. Kalbi onun için daha fazla çarpar. İşte bu “ümmetî” feryadından, asrımıza düşen büyük payı çok iyi değerlendirmeye mecburuz. Nasıl mı? Onun (asm.) ümmetinden olan kimselerin işlediği bunca günah ve isyanların ıstırabını kalbimizde duyarak.
İsyanla küfrü birbirine karıştırmamak gerek. İsyan ve günah kelimeleri, müminler için kullanılır. Kâfirin isyanından değil, küfründen, şirkinden söz edilir. Zaten, imanı dışarıda bırakan küfür karanlığı, her türlü koyu rengi örter; göze göstermez.
Madem ki günah ve isyan, Müslüman için söz konusu... Öyle ise, bunları işleyen kimse Peygamberimize (asm.) ümmet olma özelliğini kaybetmiyor demektir. Bu özellik ancak inkârla gider.
Bu noktada şöyle düşünmemiz gerekmiyor mu? Peygamberimiz (asm.) bugün hayatta olsaydı, bu âsi ümmetine nasıl muamele ederdi? Onları huzurundan mı kovardı, yoksa tedavilerine mi bakardı? Onları ret mi ederdi, yoksa kendilerine nasihatte mi bulunurdu? Bunun şuurunda olmak her Müslüman’a, bilhassa İslâm’a hizmeti dâvâ edinen kimselere vacip...
Tebliğin iki kolu olan “tebşir” ve “tenzir”; yâni “saadetle müjdeleme” ve “azapla korkutma” birlikte çalışmalı, beraber iş görmeli, ama, bir ölçü dairesinde. Her ikisinde de ölçüsüzlük kalbi yaralar. Fazla korkutmak ümitsizliği, fazla ümitlendirmek ise tembelliği ve günahı netice verir.
Halbuki asrın insanına yardımcı olmak isteyen adam devrin her türlü yanlış telâkkilerinden, tahribatından azade olmalıdır. Bataklıktan çıkmalıdır ki, başkasına el atabilsin. Bu iş çamurun içinde olmaz... Bu iş, belki ilimsiz olabilir; bilmediğimizi öğrenir, muhatabımıza naklederiz. Yahut onu bir bilenin yanına götürürüz. Ama bu iş, şefkatsiz asla olmaz.
Acımayan imdada koşamaz... Şefkatsiz, gayretsiz olur. Merhametsiz, himmetsiz olur. Muhatabımızı bir anne şefkatiyle bağrımıza basmadıkça onu emziremeyiz. Ama onu öldürmeyi çok uzak mesafeden de yapabiliriz.
12
Afrika'da dinden habersiz yaşayan bir insan sorumlu mudur?
Eş'ari'ye göre, Allah'ın vahiy mesajını alamayan, peygamberlerin tebliğlerine muhatap olamayan bir kimsenin sorumluluğu yoktur.
"Biz bir peygamber göndermeden kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15).
Maturidi'ye göre ise, Allah'ın varlığına inanmak, -peygamber gönderilmeden de- gereken bir görevdir. Buna göre, bu insanlar da Allah'a iman etmekle imtihan edilmektedir.
Ayrıca, bu insanların yaratılması, din, ekonomi ve benzeri yönlerden diğer insanlar için bir imtihan olabilir. Ancak her şeyin en önemli gayesi ve neticesi onu yaratanına bakar.
Varlıklar, Allah'ın sonsuz kudretini, ilmini ve diğer sıfatlarını göstermektedir. İmtihana katılamamış olanların bu açıdan varlıkları önemlidir.
Her eser sahibi kendi eserini önce kendisi temaşa eder ve sanatını kendisi takdir eder. Sonra da başkalarına göstererek onların takdir ve tebriklerini alır. Misal de hata olmasın, Allah Teala Hazretleri yarattığı her mahlukunu, yazdığı her mektubu önce Kendisi Zatına uygun olarak temaşa etmektedir. Ayrıca bu eserini ve sanatını diğer şuurlu varlıklara da göstermektedir.
Bu açıdan İslamiyet'ten haberi olmayan insanlar da aynı şekilde boşuna yaratılmamıştır.
"Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca..." ifadeleri de bize her sanatkarın, her ustanın ruh halini yansıtır. Demek ki insana bu duyguyu veren Allah da kendi sanatını görmek ve göstermek istiyor.
"Hüner sahibi her sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder." (bk. Nursi, Otuzuncu Lem'a)
Yine "Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever."
İşte İslamiyet'ten haberi olmadığı için sorumlu olmayan o insanlar, büyük bir sanat eseridir. Bu yönüyle onun Yaratıcısı o sanatını kendine layık mukaddes ve münezzeh olarak temaşa ediyor, seyrediyor. Ayrıca melaike gibi şuurlu varlılara da seyrettiriyor.
Diğer taraftan her varlığın iki yönü vardır. Biri Yaratıcıya diğeri ise yaratılana bakar. Var olmak yaratılan hakkında tam bir rahmettir. Zira varlık mutlak hayırdır. Yaratılan her şey, bu varlık nimetini tadıyor. Çünkü yoklukla mukayese ettiğimizde var olmanın bir rahmet olduğu muhakkaktır.
Allah'ın, sonsuz nimetlerinden bir tanesi de hidayettir. Bu nimetin verilmemesi, varlık nimetini anlamsız kılmaz. Camit olan bir taşın dahi varlığı yokluğuna tercih edildiği için, sadece var olması bile büyük bir nimettir. İslamiyet'ten haberi olmayan bir insana hidayet nimeti tattırılmasa bile, Allah'ın ona varlık mimetini, hayat nimetini, yaşama nimetini tattırmak için onu yaratması hikmet ve rahmetin gereğidir. Zira o insanın vücudu, hücreleri kafir olmadığı için yine lisanı halle Rablerine ibadet edeceklerdir. Nitekim bütün hayvanların ibadetleri de böyle değil midir? Bir çiçeğin, bir hayvanın varlığını gereksiz görmüyorsak, İslamiyet'ten haberi olmadığı için hidayeti bulamasa dahi bir insanın da yaratılışını anlamsız görmemek gerekir.
Hayvanların, bitkilerin varlık nimetinin dışında, insanlara ve diğer varlıklara faydası vardır, onlara hizmet ediyorlar denebilir. Bunun için de Fâtır-ı Hakîm: "İnanmayan insanları dünyanın imârâtı için halk etmiştir. Mü'min kullarına ihsan ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapmıştır." denilebilir.
Bilim ve teknoloji sahasında insanlığa hizmet etmek için iman etmek şart değildir. Nitekim nice bilimsel ve teknik buluşlar kafirlerin elleriyle insanlığın hizmetine sunulmuştur. Kısacası insanın yaratılışının tek gayesi, bilinçli bir hidayet değildir. Elbette insanın yaratılışının en önemli gayesi imandır. Ancak o gaye tahakkuk etmeyecek diye, insanın yaratılmasının diğer gayeleri yok olmayacaktır ve yaratılmasına engel değildir.
Bununla beraber, çocuklar gibi, Allah'ın bu insanları imtihana tabi tutmadan, hayatta çektikleri çeşitli sıkıntıları değerlendirmeye alarak onları cennete alması onun sonsuz rahmetini göstermekten başka bir şey değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Fetret ehlinin, İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?
13
Evlerimizde, dinimizin anlatıldığı sohbetleri yapmanın önemiyle ilgili ayet ve hadisler var mıdır?
“Bu kandil, Allah’ın yükseltilmesine ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Oralarda, sabah-akşam onun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaretler ne de alışverişler onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla eda etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, altüst olacağı bir günden korkarlar. Allah, onları -yaptıklarına karşılık olarak- en güzel şekilde mükâfatlandıracak ve kendi lütfundan onlara çok fazlasıyla verecektir. Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.” (Nur, 24/36-38).
Müfessirler, ayette geçen “evler” den maksadın mescitler ve müminlerin evleri olduğunu söyler. (bk. Maverdî, Şevkânî; İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Ebu Hayyan’a göre, ayetteki “evler” sözcüğü içinde namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan bütün evler için geçerlidir. (bk. Ebu Hayan, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İkrime’ye göre de bu evler, içinde iman meşalesi yanan bütün mescit ve evlerdir. Lambaların ışığında geceleri namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan her yer buna dahildir. (bk. İbn Atiye, ilgili ayetin tefsiri). Bir yandan evleri nurlandıran elektrik ışığı, bir yandan da kalpleri nurlandıran iman ışığı...
Diğer taraftan, Ayette “mescid” yerine “ev” sözcüğünün kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bundan,
“Biz de Musa’ya ve kardeşine ‘Kavminiz için Mısır’da evler edinin.’ diye vahyettik. Evlerinizi mescid haline getirin. Namazlarınızı dosdoğru kılın. Müjdele o müminleri.” (Yunus, 10/87)
ayetindeki emrin gösterdiği hedefe uygun şekilde, müminlerin evlerinin içlerinde Allah’ın anıldığı ve sabah akşam Onu tesbih eden adamların bulunduğu birer mescide benzemesi gerektiği sonucunu çıkarmak daha uygundur. Bu da, ideal bir Müslüman aileye yakışan şeyin, sabah ve akşam vakitlerini Allah’ı anarak, Onu tesbih ederek, Onun kitabını okuyarak ve Onun rızasına ulaştıracak bilgileri kazanmaya çalışarak değerlendirmek olduğunu ve bunda başlıca sorumluluğun evin reisine düştüğünü gösterir.
Yine dikkat çekicidir ki, âyet hayatın dışında bir model önermemekte, ticaret ve alışverişi devre dışı bırakmamaktadır. İbni Abbas’ın da dediği gibi,
“Allah’ın nurunu kendilerine misal olarak verdiği bu kimseler, halk içinde en çok ticaretle uğraşan, en fazla alışveriş yapanlar da olabilir; ancak bu meşgaleler, Allah’ı anmaktan onları alıkoymaz.” (Müstedrek, 2:432, no. 3506.)
Bu âyetlerle ilgili olarak yine İbni Abbas’tan şu sözü rivayet edilmiştir:
“Mescidler Allah’ın yeryüzündeki evleridir; yeryüzü ahalisi için gökte parlayan yıldızlar gibi, onlar da gökyüzü ahalisi için ışık saçarlar.” (bk. Razi, Tefsir, ilgili ayetler)
Mescid ise, sınırsız, açık veya kapalı her yeri, diğer deyişle yeryüzünün her tarafını gösterir. Nitekim hadiste;
"... Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı."
buyurulmuş olması da bunun böyle olduğunun en güzel delilidir. (Buhârî, Teyemmüm, 1; Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5)
“Evlerinizde namaz kılmayı ihmal etmeyin; bilmelisiniz ki, kişinin farz namazların dışındaki namazlarını evinde kılması daha faziletlidir.” ve
"Evlerinizi kabristana çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar." (bk. Müslim, Salatü'l-Müsafirin, 212-213; Tirmizi, Fedail, 2)
mealindeki hadis-i şerifler, evlerin de bir mescit haline getirilmesinin, Allah’ın aziz şanının orada da yüceltilmesinin önemine işaret edilmiştir.
Özellikle, fitne-fesadın çoğaldığı, nefs-i emarenin hâkim olduğu, heva ve heveslerin kol gezdiği bu asırda, Allah’ın noksansız sıfatları, ahiret akidesi, Hz. Muhammed (a.s.m) peygamberliği, Kur’an’ın semavî kimliği, İslam’ın tavsiye ettiği güzel ahlakın söz konusu edildiği evlerin nurdan birer huzme, ışık saçan birer kandil hükmünde olacağına şüphe etmemek gerektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an okuyanın yanına melekler gelir mi? ...
14
"Size bakıp Müslümanlığa özenen insanlar yoksa imanınızı gözden geçirin!" sözü hadis midir?
Bu ifadeyi kaynaklarda bulamadık. Bir kelam-ı kibar olabilir.
“İmânınızı gözden geçirin” ifadesi, imansızlığa değil, imanının yansıtması gereken güzellikleri yansıtamadığından zayıf bir konumda olduğuna işarettir.
Ancak soruda geçen sözün manası sahihtir. Çünkü bu manayı destekleyen değişik hadis rivayetleri vardır:
“Birlikte oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah’ı hatırlatan, sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle / güzel fiil ve davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir.” (Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/14).
Suyutî, İbn Abbas’tan rivayet edilen bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir (bk. a.g.y).
"Dostun hayırlısı; Allah'ı zikrettiğinde sana yardım eden, Onu unuttuğunda sana hatırlatandır.” (Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/11).
İbn Ebî’d-dünya’nın Hasan-ı Basrî’den rivayet ettiği bu hadis mürseldir (bk. a.g.y).
“Bazı insanlar Zikrullahın anahtarlarıdır. Bunlar görülünce, Allah zikredilir /hatırlanır /anılır.” (Mecmau’z-Zevaid, 10/78).
Bu hadislerdeki ortak tema şudur: İnsanların en büyük görevi Allah’ı tanımak, ona kulluk etmek, onu sevmek onu saymaktır. Bunların yerine getirilmesi de için sık sık Allah’ı hatırlamakla mümkündür.
Allah’ı hatırlatan, onu zikretmeye vesile olan şeyler güzel unsurlardır. O halde, Allah’ı hatırlatanlar da insanların en hayırlısıdır.
Allah’ı hatırlatmak, tevhit inancını, onun azamet ve yüceliğini, manevi cemal ve kemalini, Allah’ın kitabını, emir ve yasaklarını hatırlatmakla olur.
Buna göre, söz ve ifadeleriyle, fiil ve davranışlarıyla, emir ve yasaklara riayet ettiğini gösteren duruşuyla insanlara Allah’ı hatırlatan kimseler, gerçekten çok önemli insanlardır.
Hadislerde, sözlü, fiili-kavli, ameli olarak Allah’a kul olduğunu göstermenin değerine işaret edilmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de müminlerin nasıl örnek olmalarının gerektiğine dair güzel bir mesajdır:
“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri, elbette cemaatler halinde İslamiyete girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyete dehalet edecektir.” (Tarihçe-i Hayat, Envar Nşr, s. 90)
15
"İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre hitap edin." hadisinden hareketle, muhatabın seviyesine göre konuşmanın ölçüsü nedir?
Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecelli buuduyla ortaya koymuştur.
Bu açıdan, Kur’an beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun olarak gönderilmiş umumi bir muallim ve herkes için bir mürşittir. Malumdur ki, mürşidin nazarında az, çoğa tâbidir; o, genel irşadını azınlıkta kalanlara tahsis etmez. Bununla beraber, onun avamı gözeterek yaptığı konuşmalardan havas da kendi hissesini alır. Aksine, mürşit, sadece iyi eğitilmiş kimseleri hedef alarak hitap etse, halkın ekseriyeti o üst seviyedeki konuşmaları anlayamadığından dolayı hakikatleri öğrenmekten mahrum kalır.
Kur’an-ı Kerim, meseleleri zihne yaklaştırmak ve anlaşılır kılmak için pek çok misale yer vermektedir. Mesela; haşir gerçeğini anlatırken herkesin kavrayabileceği bir misale dikkatleri çekmektedir: Tohum toprağın bağrına atılmakta, orada önce çürümekte ve akabinde yeni bir hayata başlamaktadır. Zamanla ağaç haline gelmekte, dal budak salıp semalara ser çekmektedir. Yapraklarla süslenip, meyvelerle donatılmaktadır. Daha sonra da bütün zinetini döküp kupkuru bir kemik gibi olmaktadır. Fakat yeni bir baharda tekrar süslenip kendisini mahlukatın nazarlarına arz etmektedir. Bazı hayvanlar ve haşerat sonbahardan itibaren kış uykusuna girip, ölüm gibi bir hale maruz kalmakta, ama ikinci bir baharda yeniden canlanmaktadır. Bütün varlıklarda cereyan eden bu kanundan insanın müstesna tutulmasına ihtimal verilebilir mi? Onun da bir baharı, bir kışı ve ikinci bir baharı vardır. Zira o da bir tohumdan meydana gelmekte, bir ağaç gibi olgunlaşmakta; fikir, sır, hafî gibi meyveler vermekte ve daha sonra da bir tohum gibi yeniden toprağa düşmektedir. Mevsimi geldiği ve Sûr’a üflendiğinde o da kendi “ba’sü ba’delmevt / ölümden sonra dirilme”ye erecektir. İşte, Kelam-ı ilahî meseleleri zihne yakınlaştırmak için bu türlü misallerle doludur.
Diğer taraftan, Kur’an’ın aynı anda ve aynı ifadelerle farklı seviyelere hitap ettiği de bir gerçektir. Zira o, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. İmam Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in sarîh ve zâhirî manalarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli manalar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’an’ın “İlimde kök salıp, derinleşenler...” (Âl-i İmran, 3/7) diye tavsif ettiği Kur’an deryasının dalgıçları, o ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Ne var ki, herkes o hikmet denizine dalmaya güç yetiremez, her fert ondaki cevherleri görüp takdir edemez.
Allah Rasûlü'nün (asm) devrindeki bir bedevî Kur’an’ı dinleyince hem kalbiyle hem de aklıyla doyuyordu. Aynı dönemde yaşayan ve şiirleri Kâbe’nin duvarlarına asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’an’dan istifade edebiliyorlardı. Lebid ve Hansâ gibi o devrin en güçlü şairleri de Kur’an’ın muhataplarıydı ve Kelam-ı ilahî hem akılları hem de kalpleri açısından onları da tatmin ediyordu. Sonraki asırlarda İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd, Farabî, İmam Gazalî, Fahreddin Râzî, Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik... gibi daha nice muhteşem dimağlar da hep Allah’ın Kitabına muhatap olmuşlar ve O’nun rahle-i tedrisinde yetişmişlerdi.
Demek ki, Kur’an, sıradan bir insana hayat üflediği aynı anda ve aynı şekilde, büyük bir âlimin aklına, ruhuna, kalbine ve latife-i rabbaniyesine de can olmaktaydı. Çünkü, İlahî Kelam, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği ve istifade edebileceği bir tecellî dalga boyunda indirilmişti.
Kur’an-ı Kerim’in beşerle konuşması böyle bir tenezzül çerçevesinde gerçekleştiği gibi, onun müstesna tebliğcisi, mürşidler mürşidi olan Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir.
Bu itibarla, hakiki bir mürşit ya da olgun bir rehber, ilim ve marifet ufku itibarıyla ne kadar aşkın olsa da, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini mutlaka gözetmeli; insanların duygu, düşünce ve hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak yazmalı ve konuşmalıdır. Halkın efkârını bulandırabilecek, yanlış anlamalara ve kafa karışıklıklarına sebebiyet verecek ifadelerden her zaman uzak durmaya çalışmalı ve sözlerinin çoğunluğun istifadesine açık olması için gayret göstermelidir.
Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır.
Muhatabın seviyesine inerek konuşma İlâhî bir ahlâktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır. Kur'ân, baştan sona kadar beşer aklına tenezzül etmiş, İlâhî bir kelâmdır. Eğer Kur'ân beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?..
Evet, eğer Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ında, Tur'un bir yanında Hz. Musa (as)'a konuştuğu kelam ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur'ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu Kur'ân'dan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki mesele hiç de öyle değil; Cenâb-ı Hakk azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O'nun kelâmı Kur'ân'dan ibaret değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk'ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların idrâk ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir.
Günümüzdeki gençlik, dînî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına uygun konuşmamızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve onun gibi davranırız; öyle de, irşâd ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan debdebeli konuşmalar, sadece onları güldürecek ve fakat malûmat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir.
Neslimize İslâm'ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflâtun ve Descartes'in felsefe yüklü tarzlarına değil; Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşâd ve tebliğ tekniğine ihtiyaç vardır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, hep beşerin anlayış seviyesine uygun konuşuyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu sistem ve bu İlahî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde:
إنّا معاشرَ الأنبياء أُمرْنا أن نُكلّم الناسَ على قَدر عُقُولهم
“Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk." (Zebidî, İthaf'u Sade, 2/65)
Diğer bir beyanında da:
أَنـزلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ
“İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75)
buyurmakla, bizlere tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaideyi fısıldamaktadır.
Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır.
a) Muhatabın Tanınması
İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah'ı, Resûlü'nü (asm), Kitabı'nı ve âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın -Allah korusun- ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu da ötede biz çekeriz.
Bakın, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), fertleri suçluluk psikozuna sokmamak için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet O, ne kafiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umûmî irşatta bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım:
Bir sahabi, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu yere yakın bir mekanda duâ ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle yükseltmişti. Bu durum, duâ edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle buyurmuştu:
“Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine duâ etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duâda i'tidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve duâlara icabet eden bir Zat'a duâ ediyorsunuz ki, O sizin duâlarınızı (her hâlükarda) işitir ve icabet eder." (Buhari, Mağazi, 38; Müslim, Zikir, 44,45; Müsned, 4/403)
Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikayetiyle O'nun huzuruna gelmişti. Bunlar arasında, “Ya Resûlallah! Neredeyse cemaati terk edecektik.”diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'nün canı çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş; mescitte, herkese hitaben umûmî bir irşâdda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ مِنْكُمْ مُنَفِّرِينَ فَأَيُّكُمْ مَا صَلَّى بِالنَّاسِ فَلْيُوجِزْ فَإِنَّ فِيهِمُ الْكَبِيرَ وَالضَّعِيفَ وَذَا الْحَاجَةِ
“Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.” (Buhari, Ahkâm, 13; Müslim, Salat, 182)
İşte Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve en yapılır şekliyle takdim ediyordu.
أَيُّهَا النَّاسُ قُولُوا لا إِلَهَ إِلاّ الله تُفْلِحُوا
“Ey insanlar! 'Lâ ilahe İllallah' deyin ve felaha erin.” (Müsned, 3/492; 4/63) diyordu. Zaten O'nun bi'setinin gayesi de buydu.
Evet, irşâd ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, kat'iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin kapatılması çok zordur.
b) Münazaradan Sakınmalı
Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır.
Gerçi Saadet Asrında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir iki defa münazara zeminine çekilmiş, muhatabını iknaya çalışmıştır. (Tirmizi, Daavat, 69; Müsned, 4/444) Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan gelmiş olmasıdır. Böyle bir durumda elbette Efendimiz (asm)'in suskunluğu söz konusu olamazdı. Çünkü O'nu dinleyenlerin kuvve-i maneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) münazara gayesi ile gelen bu insanlardan ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur. İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek değildir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), senelerce bir kısım Benî İsrâil ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Halbuki O, arşın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kainat kendisi için yaratılmış olan bir Peygamberdi (asm). Etekleri mucizelerle doluydu. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (r.a) da bir Yahudiydi. Fakat, hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelmişti. İçinden: “Eğer Tevrat'ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona îman edeceğim.” diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da o daha Efendimiz'i (asm) görür görmez, O'nun sîmasında yalan olamayacağını anlamış ve îman etmişti. (Tirmizi, Kıyâme, 42; İbn-i Mâce, İkâme, 174)
Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk'ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, -orada konuşulanlar ne olursa olsun- Cenâb-ı Hakk razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah'ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır.
c) Benlikten Sıyrılmalı
Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira, nice defalar görülmüştür ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hak onu, bir kısım insanların hidayetine vesile kılmıştır.
d) Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi
Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat etmelidirler. Meseleyi daha husûsî bir dairede ele alacak olursak: Bugün İslâm'a hizmet noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vakıadır. Böyle bir vak'ayı tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul etmeyip, görmezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve mübelliğler, çevrelerinde kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve, tabiî herhangi bir topluluğu küçük düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat'iyen girmemelidirler.
Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hakk razı değildir ve o, râzı olmadığı davranışlar içine girenlerin irşat ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir. Evet, her mürşit, imana ve Kur'an'a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının irfanına riayet etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler olmalıdır. Zira Allah (celle celâluhu), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri, mü'minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhit ile dahi olsa kendisiyle münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan râzı olmaz.
Zaten Allah (celle celâluhu) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir bakıma her insanın, Cenâb-ı Hakk'la kendi münasebetinin de derecesini gösterir. Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hakk'la olan münasebetleri nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de doğrudan doğruya İslâm'a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları tek vücut hale getirecek en önemli faktör de işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek.
Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimâî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve kavramakla mümkündür. Bu durum, tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet tebliğ ve irşâd bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Mesela karşınıza topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı, falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi top yekûn Müslümanlara zarar veriyorsa!..
Tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması gereken mesele, herhalde "teheccüt namazının faziletleri" değildir. Ona, îmanî esasların anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar yapılmakta!.. Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle, ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmeler ini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir.
Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl okuyamazsınız. -Haşa, bu, Mızraklı İlmihâl'i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde olmadığını anlatmak içindir- Ve yine karşınızdaki insan âhireti inkâr edip dururken, siz ona evliya menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır... ve onun mantık açısından da ikna olması oldukça mühimdir. Sadeddin Taftazâni îmanı anlatırken: “Sen delilleriyle anlatacaksın, Cenâb-ı Hak da onun gönlünde îman nurunu yakacak. İşte îman budur.” der. Zaten böyle îmandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dînî hayatı bir bütün olarak yaşamaya sevkedecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal dahilindedir.
Kur'ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur'ân bir fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umûmî irşâd için bu ilim dallarına da ihtiyaç olduğundan, Kur'ân yaptığı işâretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder. Astronomi ilmine az da olsa vakıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir insanın, Kur'ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim: Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşâdı, umumî ve herkesi içine alan bir irşâd olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur.
e) Devrin Kültürünü Bilme
Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak hâli, biraz da irşâd adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey anlatmaları mümkün değildir.
Akla gelmesin ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına birşeyler anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden “emir bi'l-maruf / iyiliği anlatma” vazifesi düşüyor mu?
Hayır, aslâ ve kat'a!. Eğer, nesli irşâd etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve irşatla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icab etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira, neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de eli kolu bağlı kalmamalısın. Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup kaldırman, onun maddî-manevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah'a (celle celâluhu) îman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvinî âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvinî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise, mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Halbuki Kur'ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde işte bu tekvinî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün baştan sona Kur'ân'ı okusa da, gerçek mânâsıyla O'nu okumuş sayılamaz. Kur'ân, bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir.
Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün idrak, anlayış ve üslubuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl, muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur'ân'ı takdim etmek, sadece neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır.
Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı. Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi sayılan İmam Gazâlî'nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu. Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi batılıların onun hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattır: “Biz, Gazâlî kadar devrinin kültürüne hakim ikinci bir insan görmedik.” İmam Rabbânîler, Mevlânâ Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için de söyledikleri şeyler gönüllerde makes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu.
f) Mürşit Esnek Olmalı
Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek, bazen de tâ minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü, muhatapları arasında her iki noktada bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşâd yolunu kapayan bir kısım tâlihsizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki; hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin.
Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: “Bir gencin îmansızlığı karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması gerekir...” İşte muzdarip kalb budur. Neslin îmansız oluşu karşısında aynı ızdırabı duymayan insanların ise, irşâd ve tebliğe aslâ liyakatleri yoktur.
g) Devrinin Perspektifinden Bakmalı
Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden bakarak anlatmalıdır. O, evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vakıf olmalı; ama aynı zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsn-ü kabul görsün ve muhatabının hem kalbinde hem de mantığında makes
Kur'ân: اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Seni yaratan Rabbi'nin adıyla oku!” (Alâk, 96/1) diyerek daha ilk âyetinde, âyât-ı tekviniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir. Bütün feylesoflar; Epikür'den, Demokrit'e, ondan Sokrat'a, ondan Eflatun'a ve ondan tâ Efendimiz (asm) devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgûl olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı.
Fakat Kur'ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara:
قُلْ سِيرُوا فِي الأرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da hilkat nasıl başlamış bir bakın?” (Ankebût sûresi, 29/20)
diyordu; diyordu zira şimdiye kadar kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah'a (celle celâluhu) isnat edilmeden hilkati izah etmek mümkün değildir.
Halbuki Kur'ân-ı Kerim, herkesin izahtan aciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvinî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O tekvinî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kainatın boynuna takılmış müzeyyen bir gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir.
Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki, bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak istemektedirler.
Dindar aile kendi evladına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet'i anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden dolayı da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur.
Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini halledebilirse, çocuk İslâmiyet'i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün şartlarına göre öğretilmiştir. Halbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı, taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî îman işe yaramaz hâle gelmiştir.
16
Gayri müslimlere İslam'ı nasıl tebliğ etmeliyiz, tebliğ metodu nasıl olmalı?
“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle (hal ve hareketlerimizle) izhar etsek (göstersek), sair dinlerin tabileri, elbette cemaatlerle İslamiyete girecekler.”
Öyleyse kendi nefsimize dönüp muhasebe yapalım:
“Acaba İslamı nasıl anlıyor, nasıl yorumluyor ve hayata nasıl geçiriyoruz?
Halimiz nasıl? Etvarımız nasıl? Biz nasılız?
Hal ve hareketimizle İslam güneşini parlatmak yerine perde mi çekiyoruz?
İman bahçelerinin güllerini ihtiyaç sahiplerine sunacağımıza hoyrat bir el mi oluyoruz?
İnsanları Kur’an sofrasına davet edecekken; o sofradan kovup uzaklaştırıyor muyuz?"
Bütün bu sorulara cevap verelim. Hep suçu ötekilerde aramayalım.
Nerede ne yanlış yapıyoruz? Niçin insanları İslam'dan ve Müslümanlıktan korkutup ürkütüyoruz?..
Gerçekten çevremize güzel örnek olabiliyor muyuz? “İşte Müslüman dediğin böyle olmalı." dedirtebiliyor muyuz?
Yoksa bizim Müslümanlık anlayışımız sadece baş örtüp, namaz kılıp, oruç tutmaktan mı ibaret?
Komşularımızla ilişkilerimiz nasıl?
Onlara iyi bir örnek miyiz? Ya da onların açık başları ve kot pantolonlarından dolayı yüzümüzü mü çeviriyoruz? İslam dininde sadaka olan tebessümü onlardan esirgiyor muyuz? Sonra da arkamızdan “Ne olacak canım, işte gerici ve yobaz!..” mı dedirtiyoruz?
Kızımın arkadaşı:
“Sen farklı bir Müslümansın. Senin yaşadığın İslamiyet farklı bir İslamiyet.” dediğinde kızım:
“Hayır, İslam bütün her yerde aynıdır ve aynı yaşanır.” cevabını verir. Arkadaşı ısrarla:
“Bizim apartmanda iki tane dindar kadın var. Bizi gördüğü zaman kapıyı yüzümüze kapatıyor. Oysa annem bana ‘Gittiğin yerde o başörtülü arkadaşın varsa git. Yoksa sana izin vermiyorum, etraf çok tehlikeli.’ diyor. Annem o kadınlardan korkuyor. Fakat sana güveniyor. Peki bu nasıl bir İslamı yaşamak? Tabii ki onlarınkiyle seninki çok farklı.”
Evet, o kadınları da suçlamamak gerek. İslamı onlara öyle öğretmişler. Onlar öyle biliyor. Belki mizaç farkı, belki taassub…
Bu sebepten dolayı Bediüzzaman, "Aklın nurunun fen ilimleri, vicdanın ışığının da din ilimleri olduğunu, ikisinin birleşmesiyle hakikatin tecelli edeceğini, ayrıldıklarında birincisinde hile ve şüphe ikincisinde taassub olacağını" söylüyor.
Bizler Müslümanlar olarak dünyaya açılmalıyız. Kur’an'ın manasını anlayarak hayatımıza geçirmeliyiz. Rahmet peygamberi olarak gönderilen Peygamber (asm)'in sünnetine uymalıyız. Hem fen ilimlerini, hem de din ilimlerini öğrenmeliyiz. Kulaktan duyma sözlerle yaşanan İslamiyet sadece taassuptur.
Artık kılıçla cihat zamanı geçti. Cihat dilimizle, halimizle fiillerimizle ve yaşayışımızla çevremize güzel örnek olarak yapılmaktadır. Ötekilere tek bir tebessüm, tek bir güzel söz vermek ve iyi bir davranışta bulunmak. İşte budur cihat...
Bir vakit Hollanda İslam Üniversitesi'ndeki bir konferansta Hollandalı genç bayanla tanıştım ve bana takdim edilen çiçeği takdim ettim. O, çok şaşırdı ve: “Ama sizin için özel hazırlanmış, nasıl alabilirim!..” dedi.
Ben, kendisinin de özel olduğunu söylediğimde gülerek aldı ve Hollanda’ya gelen bir Türk öğrencisiyle tanışıp, onda gördüğü güzel ahlak, fazilet, yardımlaşma ve insani duygulardan ötürü Müslüman olduğunu söyledi.
Bu sebeple; "Benim bir davranışımdan ne çıkar!.." demeyiniz. Çünkü bazen bir cümle, bir davranış ve bir hareket, bir insanın ebedi hayatının kurtuluşuna vesile olabilir.
“Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başiyle küçük bir millettir.”
“Kim bir insanın imanını kurtarırsa, sahralar dolusu kırmızı altından hayırlıdır.”
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
- İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?
- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? ...
- Tebliğ ve Diyalog.
17
Din afyondur / uyuşturucudur, diyen insanlara nasıl cevap verebiliriz?
Dinin afyon olduğunu söyleyenler, Allah’a, peygamberlere inanmayan kimselerdir. Bu durumda olan kimselerle “dinin afyon” olup olmadığını tartışmak yersizdir. Çünkü bunların bu ifadelerinin altında materyalist felsefe akımlarının etkisi yatmaktadır.
Bunlarla mücadele verirken, Allah’a, Hz. Muhammed (asm)’e ve Kur’an’a iman etmelerini sağlayacak bilgilerle donanmak ve bu bilgilerini güzel bir üslupla -karşı tarafın damarına basmadan- paylaşmak lazımdır.
“Din afyondur.” iddiasına gelince, bu yargıda şu yanlış ve hatalı düşünceler yatıyor:
"Din kurumu gerçekte zenginlerin fakirleri, ezenlerin ezilenleri, yönetici kadroların yönetilenleri uyuşturmak, beyinlerini yıkamak ve böylece onların gerçekleri görmelerini engellemek için uydurdukları bir masaldır. Ayrıca din, dünyaya çalışmayı engellediğinden terakkiye mani olduğu için bir afyon görevini yapmaktadır."
Bu iddiaların ve iftiraların hiç birisinin doğru olmadığını gösteren binlerce kanıt vardır. Ancak burada genel bir yaklaşımla evrensel bir din olan İslam’ın bazı kriterlerine bakıp, konuyu açmakla yetineceğiz:
a. Kur’an’da defalarca küfrün karanlık, imanın ise bir nur / aydınlık olduğu vurgulanmıştır. Bunun anlamı şudur: İslam dinine iman edenlerin akılları, gönülleri, basiretleri, duyguları gerçekleri görüp kavrayacak bir konuma gelir. İnkârcıların bu tür donanımları körleşip, körelip çalışmadığı için onlar karanlıkta kalmaya mahkûmdur. Demek ki, din değil, dinsizlik bir afyondur.
b. İslam’a göre, insanlığa faydalı olan her türlü çalışma ibadettir. “Kıyamet kopmak üzere olsa bile, elinizden gelirse bir ağaç dikin.” tavsiyesine sahip bir din mi afyondur, yoksa ahirete inanmadığı için -kişinin kendi menfaatine olmayan- hiçbir şeyi yapmaya teşvik etmeyen dinsizlik mi afyondur?
c. İlk ortaya çıktığı günden itibaren mazlumları, fakirleri korumaya alan, zekât kurumunu kurarak zenginlerin mallarının bir kısmını muhtaç olanlarla paylaşmayı emreden, mazlumların haklarını ararken, mallarını müdafaa ederken ölenleri şehit kabul eden, her türlü haksızlığı, despotluğu, zalimliği şiddetle lanetleyen İslam dini mi, yoksa kendi menfaati için başkasının ayaklarını öpecek kadar rezilliği kabullenen, mükâfat yeri olan ahirete inancı barındırmadığı için “Bana değmeyen yılan bin yaşasın.. Ben tok olduktan sonra bütün insanlar acından ölse bana ne!” fikrini telkin eden dinsizlik mi afyondur?
d. İnsanlık tarihi boyunca insanlara yardım elini uzatan, merhamet eden, şefkat eden, “haksız yere bir tek adamı öldürmeyi bütün insanları öldürmek” kadar çirkin bir cinayet kabul eden Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve, Hz. Muhammed (Aleyhissalatü vesselam ecmain) gibi peygamberlerin yolu olan din mi; yoksa tarih boyunca, Kabil gibi katilleri, Firavun gibi zalimleri, Karun gibi -asla paylaşmayı istemeyen- zenginlik sarhoşları, koltukları için yüz binlerce insanı öldüren Lenin, Stalin, Mao ve benzeri çağdaş despotları yetiştiren dinsizlik mi bir afyondur?
e. Allah’tan geldiğine dair binlerce mucize ve delilleri ortaya koyan, mensuplarına her zaman ölüm ötesi ahiret hayatını vad ederek ölüm endişesini ortadan kaldıran veya pek çok hafifleten din mi; yoksa her zaman oyun-eğlence ve uyuşturucularla mensuplarının kafalarını uyuşturan, ölüme yaklaştıklarını hissettikleri andan itibaren adım adım darağacına gittikleri duygusunu belleklerine kazıyan, özellikle kırk yaşlarından sonra her gün biraz daha toprak altına girip yok olacaklarını telkin ederek insanları insanlıktan çıkaran dinsizlik mi afyondur?
f. Son olarak şunu da belirtelim ki, “Din afyondur.” sözünü ortaya atanların bir kısmı da sosyolojik birçok parametre gibi, din olgusunun da, toplumları yönetip kontrol etmek ve diktatörlükler oluşturmak için kullanılan bir halk uyuşturucusu olduğunu ima etmektedirler. Zaman zaman inançlı kimseler de bu sözü, bu manada kullanıyor olsalar da, elbette sözün asıl bağlamı, “din” kavramını hak ettiği güzellik makamından düşürmek olduğundan, biz bu soruya yukarıdaki yaklaşımımızla cevap vermeyi uygun gördük. Yoksa dinin bizzat kendisi, dini kullanarak oluşturulan riyakar diktatörlükleri yerle bir edip, Karunların, Firavunların saltanatını yıkıp, zalimler yerine mazlumların ve zayıfların haklarını müdafaa etmek üzerine kuruludur. Dinin hakikatini anlayan her kişi, bu sözün haklılığını teslim edecektir.
Not: Bu konuları en kısa yoldan -çok güzel bir şekilde- öğrenmek için Risale-i Nur Külliyatını okumanın çok yararlı olacağını düşünüyoruz.
18
Emir bi'l-maruf, nehiy ani'l-münker yapmadığı için helak olan kavim hangisidir?
Maide, 5/78-79:
"İsrâil oğullarından inkâr edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!"
Onların isyankârlıkta ve günah işlemekte ısrar etmelerinin sebebini Cenab-ı Allah şu sözü ile açıklamaktadır:
Onlar, birbirlerini, işledikleri günahtan ve yaptıkları suçlardan alıkoymamayı adet haline getirmişlerdi. Aksine, onların isyankâr ve günahkârları, ellerini tutacak bir kimse görmezlerdi. Zalim, yaptığı kötülükten dolayı kendisini engelleyecek bir kimse ile karşılaşmazdı. Bu nedenle aralarında anarşi yayıldı. Kötü ahlâk her yeri kapladı. Bunlar ise yok oluşun ve helakin habercisi olan uyarıcılardır. Allah'a and olsun, onların yaptıkları ve işledikleri şeyler ne kötüdür. Bir millette pislikler ve hoş olmayan hareketler yaygınlık kazanır da bunları kınayıp protesto edecek kimseler bulunmaz, bu yapılan rezillikleri herkes görürse; işte o zaman nefislerdeki heybet, kalplerdeki haya duygusu gider. Bu kepazelikler de, insanlar için alışkanlık haline gelir. Doğal olarak, dinin gönüllerdeki egemenliği de ortadan kalkar. Kötülüklere engel olmak, dini korur ve muhafaza altına alır. İşlenen kötülüklere aldırmamak, özellikle din adamları ve dindarlar için bîr suçtur. Bu korkunç zamanda, son kertesine varan yaygın haldeki kötülükler, ancak toplumdaki bireylerin el ve güç birliği ederek fesadın kökünü kazımalarıyla giderilebilir. Ben milletimi, kötülükten alıkoyup iyiliği emretme ruhu ölmüş olan her topluluk için doğal olan bir cezanın, kendilerine de inmesinden sakındırırım. Bizleri sakındırıp uyarmak amacıyla bu ayetlerin ileri sürülmelerindeki neden de bu olsa gerek.
Ebu Davud ile Tirmizi, Abdullah İbn Mes'ud (ra)’un şöyle bir rivayette bulunduğunu aktarırlar:
Resulullah (asm) buyurdu ki:
"İsrailoğullarına giren ilk noksanlık şuydu: Adamın biri, (günah işlemekte olan) birisine rastladığında ona: Ey adam, Allah'tan sakın ve yapmakta olduğun (kötü) işi bırak. Bu sana helal değildir, derdi. Ertesi gün tekrar o adama aynı haldeyken rastladığında, onun bu durumu, kendisiyle beraber yeyip içmesine ve oturmasına engel olmazdı. Onlar böyle yapınca, Cenab-ı Allah kalplerini birbirlerininkine vurdu."
Sonra Resulullah (asm) şu ayeti okudu:
"İsrail oğullarından küfredenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsâ'nın diliyle lanetlendiler..."
Bundan sonra da Resulullah (asm) şöyle dedi:
"Hayır, Allah'a and olsun ki sizler mutlaka iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracaksınız. Sonra da zalimin elinden tutacak, onu hakka meylettireceksiniz. Ona hakkı zorla kabul ettireceksiniz. Ya da (böyle yapmadığınız takdirde Cenab-ı Allah) kalplerinizi birbirinizinkine vuracak (benzetecek) sonra da onlara lanet ettiği gibi, size de lanet edecektir." (Prof. Dr. Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, 2/93-95)
İbn Kesir, bu ayetin tefsiri çerçevesinde yukarıdaki hadisin yanında, başka hadisler de rivayet eder. Bunlardan biri İmam Ahmed'in Adiy b. Umeyre'den rivayet ettiği şu hadistir:
"Resulullah (asm)'in şöyle dediğini duydum:
'Yüce Allah ferdi günahlar için topluma azap etmez. Ama toplum kendi içinde bir münker işlendiğini görür de bunu inkara, reddetmeye gücü yettiği halde inkâr etmezse ve münkeri işlemeye devam ederseler -Hadisin akışından anladığımız kadarıyla inkâr etmezlerse- Allah ferdin işlediği münker için toplumu cezalandırır."
Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Rasulullah'in şöyle söylediğini duydum:
"Dua edip de dualarınız kabul edilmezden önce marufu emredin, münkerin önüne geçin."
Tirmizi Hüzeyfe b. Yeman'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (asm) buyurdu ki:
"Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, ya ma'rufu emreder ve münkerin önüne geçersiniz ya da yüce Allah'ın katından üzerinize bir azap göndermesinden korkulur ki, o zaman ona dua edersiniz de sizin dualarınıza icabet etmez."
Ebu Davud İbn Ümeyre kanalıyla Resulullah (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Yeryüzünde bir günah işlendiğini görmediği halde, bundan (günahtan) memnun olan kimse de onu bizzat gören gibidir.”
İbn Mace Ebu Said el-Hudri kanalıyla Resulullah'dan, şöyle buyurdu: Haberiniz olsun, insanların heybeti, bir kimsenin bildiği hakkı söylemesine engel olmasın.
Tirmizi, Ebu Davud ve İbn Mace, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ederler: Resulullah (asm) buyurdu ki:
“En üstün cihad, zorba yöneticiye karşı söylenen hak sözdür.”
Burada Kur'anî direktiflerle nebevi direktiflerin son derece güçlü, etkileyici, göz kamaştırıcı bir uyumu ile karşı karşıyayız. Geniş ve göz alabildiğine uzanan bir ufka sahip bu ahenk, özellikle zalim sultan ve zorba yöneticiye, günaha ve haksızlığa karşı çıkmayı telkin eden direktiflerle olağanüstü etkileyiciliğe sahiptir. (İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, 7/153-154.)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Emir bi'l-maruf, nehiy ani'l-münker nedir, kimlere ve nasıl yapılmalıdır?
19
Bir erkek, başını örtmeyen, namazını kılmayan eşini, hadiste geçen tabirle eliyle düzeltemez mi?
Konuyla ilgili rivayet şudur:
“Bir çirkinlik gördüğünüzde gücünüz yetiyorsa elinizle, yetmiyorsa dilinizle düzeltin, ona da yetmiyorsa içinizden –o eyleme- buğzedin. Buğzetmek imanın en zayıf mertebesidir." (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)
Bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:
- Alimlerimize göre, hadiste geçen “çirkinliğe el / güçle müdahale etmek” şahısların değil, elinde mutlak gücü olan devletin işidir. Çünkü, bu tür olaylara fertler kendi başlarına müdahale ettikleri takdirde, toplumda kargaşa olur. Devletin icraatına gösterilen tahammül, fertlere gösterilmez.
- Her hadisi kendi bağlamında değerlendirmek gerekir. Söz konusu hadiste ifade edilen hükümler, başka ayet ve hadislerde gösterilen hükümlerle sınırlandırılmıştır. Örneğin, “Anne-babanıza of demeyin.” ayetiyle ebeveynler bu hükmün dışında bırakılmıştır. Bir evlat marufu emir, münkeri nehiy etmek çerçevesinde, başka insanlara karşı göstereceği sert ifadeleri, anne-babasına karşı gösteremez. Bir hanım kocasına karşı, bir öğrenci hocasına karşı aynı tavrı takınamaz. Demek ki istisnalar olabilir.(Gazalî, İhya,2/314)..
- Bir nasihatte fayda umulmuyorsa, nasihatin neticesi bilakis olumsuz netice doğuracaksa, o takdirde iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gereği ortadan kalkar.
- Asıl olan Allah’ın emirlerine muhalif hareket eden kimse üzerinde kalıcı bir etki meydana getirmektir. Herkes biliyor ki, kalıcı etki zorlama ile değil, ikna ile hasıl olur. Elbette devlet kendi işini güç kullanarak da yapar. Fakat fertlere düşen kalpleri fethetmektir. Bu da ilim, irfan, yumuşak söz, samimi şefkat, nefsanî arzulardan ve gururdan uzak bir tavırla mümkündür. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” mealindeki hadisten çıkaracağımız önemli dersler vardır.
- Aile içerisinde dini görevlerini yerine getirmeyen eşine zorla yaptırım uygulamak -kanaatimizce- olumlu sonuçlara götürmez. Namaz kılmak, başörtüsünü takmaktan çok daha önemli bir emirdir. Kur’an’da Hz. Pegamber (a.s.m)’e ailesini namaz kılmaya çağırmasını talep ederken, zor kullanmasını öğütlememektedir. İlgili ayetin meali şöyledir:
“Resulüm! Ailene namaz kılmalarını emret, kendin de namaza devam et.” (Tâhâ, 20/132).
Bu ayetin nüzulünden sonra Hz. Peygamber (a.s.m) aylarca Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (r.anhuma) evlerine giderek onları namaz kılmaya / namaza devam etmeye davet etmiştir. (Râzî, ilgili ayetin tefsiri).
- Sonuç olarak, diyebiliriz ki, bu asırdaki insanların durumunu çok iyi bilmek gerekir. Adeta bir Mekke devri kadar islamî bilgilere, imanlarını takviyeye muhtaç olan bu günkü insanları toleranslı, ama sabırla gerçekleri -tiksindirmeden- hatırlatmayı büyük bir ferasetle öğretmek gerekir. Hz. Ali (ra)’nin “İslam’ı öyle anlatın ki, Allah ve Resulü yalanlanmasın.” altın tavsiyesini rehber edinmek lazımdır. Bunun anlamı şudur:
“Her dediğin doğru olmalı, ama her doğruyu her yerde söyleme hakkına sahip değilsin.”
“Medenilere galebe çalmak, söz anlamayan vahşiler / bedeviler gibi icbar ile değil, ikna iledir.”
Çünkü mühim olan üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir.
Müslümanların bir vazifesi de tebliğdir. Her Müslüman bilgisi nisbetinde hak din olan İslamı anlatmalıdır. Anlatacağı kişi eşi, çocuğu veya veya bir başkası olabilir. Bu konuda bir sınırlama yoktur.
Şunu da unutmamalıyız ki bizim vazifemiz sadece tebliğdir. Halimizle ve dilimizle anlatmaktır. Neticeyi veren ise Allah'tır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bir yanlışlık gördüğümüzde düzeltmezsek günaha girer miyiz?..
- Tebliğ ve Peygamberimizin tebliğ metodu hakkında bilgi verir misiniz?
20
Tebliğ metodu nasıl olmalıdır?
Her insanın durumuna göre irşâdın yapılması gerekir. Bu bakımdan tebliğ ederken belli kalıplarla sınırlı kalınmamalı, muhatabın durumuna göre tebliğimiz şekillenmelidir.
1. Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlere mi râcî bulunduğu hususunun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım gelen meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.
2. Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilinmesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.
Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlûmatı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günümüzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muhatap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.
Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mühimdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde yaşayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsurlar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gönlünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, kendilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan, zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodolojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getirmektedir.
Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabelerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.
3. Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır.
4. Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna katiyen girilmemelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zamanda neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât’la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O’nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar, hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat’iyen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yüksek gerilimle geliniyorsa... Böyleleri münazaracıdan daha ziyade birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kalkarken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık... Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıracak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yapmak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.
5. Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona ermelidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet (kabalık, sertlik), anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıracağı gibi, muhatabı da küstürecektir.
Mürşit, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ızdıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fethettiğimizden emin olabiliriz.
Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.
Burada; şu nokta da asla hatırdan çıkarılmamalıdır:
Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamzeden davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudumuzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikinci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.
6. Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, başkalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmekse, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin “demine-damarına” dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de kat’iyen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.
7. Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.
8. Bunun aksi olarak, davranışlarında gayri ciddî; düşüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı’ya karşı teveccüh ve huzuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mütedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geçmesine kat’iyen mâni olunmalıdır.
9. Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı verilmelidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.
Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi vermeden başka bir şeye yaramaz.
Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.
Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlatmayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hususta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.
Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!
10. Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, kadîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündüğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inanmayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı olduğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret olarak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.
11. Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: “Kelime-i Tevhid”in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şeylerle, kalben inanç ve iz’âna erdiği hissedilirse, başka hususlara geçilebilir.
İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, inkârcının her zaman tenkidine cür’et gösterebileceği meselelerin anlatılmasından kat’iyen sakınılmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, kişinin durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler, iman esasları ve namaz olmalıdır. Bunlarda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, “ata et, ite ot” vermelere veya yemek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya hoşafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim, karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğ üslubumuz nasıl olmalıdır? İslami değerlerimizi küçümseyenlere nasıl tebliğde bulunmalıyım?
21
İslam fitrat dini ise neden insanların İslama girmesi bu kadar zor oluyor?
Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır.
Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir.
İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir. Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar.
İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır.
"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162).
Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır. "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır.
Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu Yahudi, Hristiyan, Mecusi, vb. yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir. Halbuki Allah:
"Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir. Allah'ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30) buyurmaktadır.
Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah'ın azabına da müstahak olurlar. Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir. Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını keserlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe'de Allah'a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu. Hiç kimse Allah'ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İnsanı aldanmaya götüren sebebler nelerdir?
- İnanmak ihtiyacı doğuştan mıdır?
22
Güzel konuşmanın önemi nedir?
Lahn, bir harfin veya kelimenin yanlış okunması anlamına gelir. Böyle bir özrü bulunan kimsenin -şayet mümkün ise- bunu gidermesi farzdır, namazın sahih olmasının da şartıdır. Normal zamanlarda lahn yapan örneğin, “t” harfini “s” olarak telaffuz eden kimse aynı harfi Kur’an okurken de namaz kılarken de öyle yanlış çıkarır. Hz. Peygamber (a.s.m)’in verdiği önemi de bu açıdan değerlendirmek daha uygun olduğunu düşünüyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla, “beyanda sihir”, kelime ve harflerin düzgün çıkarılmasından ziyade, kullanılan ifade ve üslupla alakalı bir tespittir. Nitekim rivayete göre, adamın biri bir gün Efendimizin (a.s.m) yanında komşusunu övmüş, ertesi gün onu yermiştir. Efendimizin (a.s.m) bunu hatırlatması üzerine, adam “Ya Resulallah! Dün de doğru söyledim, bu gün de. Dün aramız iyiydi, onun güzel hasletlerini övdüm, bugün aramız bozuk olduğu için, onun kötü olan yanlarını yerdim.” deyince, Efendimiz (a.s.m) “Gerçekten beyanda sihir vardır.” diye buyurdu.
Meramını güzel ifade etmek, elbette son derece önemlidir. Çünkü yaratılışları gereği sosyal hayatı başkalarıyla paylaşmak durumunda olan insanlar birbiriyle iletişim kurmak zorundadır. Kullanılan dil ne kadar güzel, açık ise karşı taraftan anlaşılması o kadar kolay olur. Her vahiy, ilgili toplumun diliyle gelmiş olması bunun açık delilidir. O halde denilebilir ki, insanların maddî hayatı için olduğu kadar, manevî hayatını temsil eden ilahî vahyin tebliği, açıklaması, emir ve yasakların bildirilmesi, iyi ve kötünün öğretilmesi için de dil yegâne iletişim aracıdır.
Rahman Suresi'nin başında Kur’an’ın taliminden sonra “insan beyanın öğretilmesi”nin vurgulanması bu önemin altını çizmektedir.
Yine Sad Suresi 20. ayette, Rabbimizin Hz. Davud’a meramını güzel bir şekilde ifade edebilecek bir hitabet kabiliyetine sahip kılındığını vurgulaması, büyük bir peygamberine büyük bir nimet sadedinde açıklaması, lisan ve beyanın ne kadar önemli bir nimet olduğunu göstermektedir.
Bu sebeple, İslam’a hizmet etmekle, Kur’an’ın ve sünnetin hakikatlerini anlatmakla yükümlü olduğunu düşünen insanların -fıtrî kabiliyetlerine mütenasip olarak- kendilerini yetiştirmeleri, “lahin”lerini düzeltmeye çalışmaları son derece önem arz etmektedir. Şüphesiz, lisanî edebiyattan önce kalbî edebe ve aklî edebiyata, yani doğru bilgi ve malumata, ihlas ve samimiyete ihtiyaç vardır.
23
Zorla, savaşla inandırılmaya çalışmak konusunda ne dersiniz?
İlgili ayetin meali şöyledir:
"Arkada kalan bu bedevi topluluklara de ki: Yakında çetin güç sahibi bir topluluğa karşı çağrılacaksınız; ya kendileriyle savaşacaksınız yahut müslüman olacaklar. Bu çağrıya uyarsanız Allah size güzel bir karşılık verecek, daha önce olduğu gibi geri durursanız sizi acı bir şekilde cezalandıracak." (Fetih, 48/16)
Müminlerin kendileriyle savaşmaya çağırılacaklan bu çetin ve güçlü düşmanın hangisi olduğu konusunda farklı belirlemeler yapılmış; Huneyn'de savaşılan Sakîf ve Hevâzin, Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında kendileriyle savaşılan mürtedler, İran, Bizans gibi isimler ileri sürülmüştür.
Mealde geçen "Ya kendileriyle savaşacaksınız, yahut Müslüman olacaklar." cümlesi bu çetin düşmanı belirlemede önemli bir ipucu vermektedir. Bilindiği gibi Ehl-i kitap ile Müslümanlar üç farklı ilişki içinde bulunabilirler: İslâm'a davet, savaş, vergiye ve diğer şartlara bağlı barış ve antlaşma.
Arap müşrikleri ile mürtedlere gelince seçenek ikiye inmektedir: Ya Müslüman olacaklar yahut da savaşı göze alacaklar. Şu halde âyette sözü edilen çetin ve güçlü düşman ya Arap müşrikleri yahut da mürtedlerdir. (Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 4/1705)
İlave bilgiler için aşağıdaki konuları okumak için tıklayınız:
- "Onları bulduğunuz yerde öldürün" ayetinin açıklaması.
- Dinde zorlama konusu.
- Cihad da bir tür zorlama değil midir?
24
Haramları terketmek mi yoksa helalleri yapmak mı daha sevaptır?
Aslında her ibadeti yapmanın ve her haramı terk etmenin sevap ve mükafatı farklıdır. Bunlar kişinin içinde bulunduğu duruma göre de artabilir. Ancak özellikle büyük günahlardan sakınmak, ibadetlerden daha da önceliklidir. Bu nedenle haramlardan sakınmayı öne almakla beraber farzları da zamanında yapmak gerekir. Zehirden kendini koruyan bir kimsenin, susuz ve yemeksiz yaşaması düşünülemez. Haramları terk etmek ruhumuzu zehirlerden koruması, ibadetleri yapmak da ruhun havasını ve suyunu alması gibidir.
Bilindiği gibi "Zararları gidermek, maslahatları celb etmekten evladır." diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslâm'ın yasaklara gösterdiği itina, emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür.
Hz. Peygamber (asm) bir hadîsinde şöyle buyurur:
"Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz." (Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-131)
25
Kur'an-ı Kerim'in şarkı söylercesine okunup haz duyulduğu, hatta kişi alim olmadığı halde bu okuyuşundan dolayı itibar gördüğü bir zamanın geleceği, haberi doğru mudur?
1. İmam Ahmed, Bezzar ve Taberânî’nin verdiği bilgiye göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim için altı şeyden korkuyorum; Çocuk yaştakilerin âmir olmaları, güvenlik güçlerinin çoğalması, yargıda rüşvetin kol gezmesi, sıla-i rahmin kesilmesi, kan dökülmesinin hafife alınması ve (bir rivayette: ahir zamanda)Kur’an’ı mizmar edinen gençlerin türemesi; öyle ki, -onların en fakihi / alimi, en faziletlisi olmadığı halde, sırf teğannî ile Kur’an okuduğu için adama herkesten daha çok itibar göstermeleri”(Ahmed b. Hanbel’in rivayeti ile, Taberanî’nin iki rivayetinden bir rivayeti zayıftır. Bk: Mecmau’z-zevaid, 5/245).
Mizmar kelimesi, hadis kaynaklarında hem övülen hem de yerilen anlamlarda kullanılmıştır. Buradaki ifadede, Mizmar; şarkı, türkü okur gibi teğannî etmek anlamında kullanılmıştır.
Aşağıdaki hadiste, güzel bir sesle okumayı ifade eder:
- Hz. Peygamber (a.s.m) -Kur’an okurken dinlediği- Ebu Musa el-Eşarî ve Abdullah b. Kays için “Ona, Davud’a verilen mizmarlardan bir mizmar verilmiştir.” diye buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bu hadis rivayetleri sahihtir. bk. Mecmau’z-zevaid, 9/359-360).
Bu hadislerden de anlaşıldığı gibi, Kur’an’ın -tecvit kurallarına uygun olarak- güzel bir sesle okunması, sünnettir. Kötülenen şey ise, Kur’an’ın tertiline yakışmayan, tecvit kurallarını ihlal eden, âdeta şarkı-türkülerin notalarına uydurarak okumaktır. Kur’an’ın haşmetine uygun bir tonla okumaktan ziyade, onu çocuğumsu bir hevesle şarkı gibi okumaktır.
2. İlahîlerin okunması Kur’an’la kıyaslanmaz. İlahîler herhangi bir şekilde okunabilir. Yeter ki, dinleyenlerin kalbini fethedecek güzel bir nağme ile okunmuş olsun.
26
Bir yanlışlık gördüğümüzde düzeltmezsek günaha girer miyiz?
Her Müslüman, üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğzediniz.” (Müslim, İman 78; Tirmizi, Fiten 11) buyuruluyor.
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve dayak atsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir. Buna göre sizin yapabileceğiniz en fazla tavsiye niteliğinde uyarıda bulunmaktır. Bunun dışında kalben buğz etmek gerekir.
Buna göre devlete ihanet eden insanların cezasını vermek devleti yönetenlere aittir; yetkili olmayan birisinin bunu yapması doğru değildir.
Ayrıca, mecbur kalmadıkça böyle yerlerde bulunmamak gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Emir bi'l-maruf nehiy ani'l-münker nedir, kimlere ve nasıl yapılmalıdır?
27
Cennetin, saatte yetmiş renk değiştirdiğine dair bir rivayet var mıdır?
“Cennetin, saatte yetmiş renk değiştirdiğine” dair kaynaklarda bir ifadeye rastlayamadık. Ancak, yetmiş hulle giyen hurilerden, yetmiş renkte nimetlerle donatılmış sofralardan bahsedilir.(bk. Mecmau’z-zevaid, 3/141; 7/31).
Bununla beraber, istenilen her şeyin içinde olacağı ebedi ve sınırsız bir hayatta, elbette her güzel şeyin olacağında şüphe yoktur. Her an binlerce değişikliğin olmasını isteyen olursa, elbette bu isteğin karşılığı verilecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Cennet nasıl olacaktır?
28
"Üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın." ayeti, barışı yasaklıyor mu?
“O halde gevşemeyin de sizler daha üstün durumda iken, zillet gösterip barış olması için yalvarmayın. Allah sizinle beraberdir. O, asla sizin gayretinizi kuvvetten düşürmez, emeklerinizi zayi etmez.” (Muhammed, 47/35)
mealindeki ayet doğrudan savaşla alakalıdır.
Bilindiği gibi Asr-ı saadet'te yapılan bütün savaşları ilk başlatanlar gayr-i müslimlerdir. Az da olsa bir kısım Müslümanlar sayıca az olduklarından kendilerini zayıf görüyor, hatta bazen savaşa karşı gönülsüz davranıp düşmanlara karşı eziklik hissediyor ve bir an önce barışın olmasını istiyorlardı. İşte söz konusu ayette bu kimselerin kalplerini güçlendirme ve zillet içerisinde bir zaaf göstermemeleri, düşmana boyun eğmemeleri için onları cesaretlendirme adına savaşa teşvik etmeye yönelik tavsiyeler yer almaktadır.
Yoksa karşı taraf barışı istediği halde, Müslümanların savaşı tercih etmelerini isteyen bir hüküm söz konusu değildir. Nitekim başka bir ayette savaştan çekinmemeleri ve gereken hazırlıklarını yapmaları yönündeki teşvik yanında, düşmanın barış çağrısına “evet” demeleri için Müslümanlara Allah’ın açık emri vardır:
“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip de ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah semîdir, alîmdir/her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (Enfal, 8/60-61)
Bu ayetlerden birinin diğerini neshettiğine dair yapılan bazı yorumlar varsa da bunların isabetli bir yaklaşım olduğunu düşünmüyoruz. (krş. Taberi, Razî, Semerkandi, Kurtıbî, ilgili ayetlerin tefsiri)
- Bazı alimlere göre, Muhammed suresi Bedir savaşından sonra ve Uhud savaşından önce indirilmiştir. Buna göre, ilgili ayette doğrudan fiili bir savaştan çok Müslümanlar arasında bulunan münafıklara ve bazı zayıf Müslümanlara psikolojik olarak, olabilecek bir savaşa karşı morallerini yüksek tutmalarını gevşeklik göstermemelerini tavsiye edilmiştir. (krş İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
- Burada belki şunu da diyebiliriz ki, bu ayette -yaklaşık bir yıl sonra- meydana gelecek ve Müslümanlar açısından en kritik bir savaş olan Uhud savaşına bir moral takviyesi yapılmıştır.
Nitekim bu ayette işaret edilen noktalar tahakkuk etmiş, üç yüzden fazla olan münafıklar yarı yoldan dönerek Müslümanları güçsüz bırakmıştır. Tepede mevzilenmiş olan okçular ise, düşmanın mağlup olduğunu, artık barış yapma ve ganimet toplama zamanı olduğunu düşünerek yerlerini bırakmış ve savaşın -Müslümanların aleyhine- seyrinin değişmesine sebep olmuşlardır. Ve Peygamberimiz (asm) etrafında bir avuç sahabeden başka kimse kalmamış hepsi de sağa-sola kaçmışlardır.
İşte bu ayette “gevşeklik göstermeyin!” ifadesi ileride olacak bu duruma işaret edilmiş gibi görünüyor. Bu açıdan ayetin gelecekten haber veren bir yönü olduğu da söylenebilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "İncil'i özetle deseler 'sevgi' derim. Kur'an'ı özetle deseler 'Mekke'deki ayetlere sevgi, Medine'dekilere ise kin, nefret, düşmanlık, öldürme, savaş ve kılıç' diye özetlerim." Acaba bu konuda beni bilgilendirebilir misiniz?
- İslàm'da esas olan savaş mıdır yoksa barış mı?
29
Dinimiz köle dövmeye nasıl bakar?
Peygamberimiz (a.s.m)’in şu emirleri konuyu aydınlatıcı mahiyettedir:
“Köleleriniz kardeşlerinizdir. Onlarla uzlaşın / barışık olun. Zorlandıkları konularda onlara yardımcı olun.” (bk. Mecmau’z-zevaid, 2/168).
“Köleleriniz güzel işler yaptıklarında onları kabul edin, kötülük yaptıklarına onları affedin, onlara tahammul etmediğiniz zaman ise onları satın.” (bk. a.g.y)
Köle dövme konusuna gelince:
Önce konuyla ilgili bir-iki hadisi zikretmekte yarar vardır.
- Hz. Ammar anlatıyor. Resulüllah (asm) şöyle buyurdu:
“Kim kölesini döverse, kıyamet günü mutlaka kısasa tabi tutulacak / kendisinden hakkı alınacaktır.” Bu hadis sahihtir (bk. Mecmau’z-zevaid, 10/353).
Abdullah b. Ömer anlatıyor: Resulüllah (asm) şöyle buyurdu:
“Kim bir köleyi / cariyeyi döverse onun kefareti, onu azat etmektir.” (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 25020).
Bu hadisi, Ahmed b. Hanbel, Müslim (Eyman, 29), Tirmizî ve Ebu Davud rivayet etmiştir.
Ebu Mesud el-Ensarî anlatıyor:
Ben değnekle bir kölemi dövüyordum. Arkadan bir ses “ Ebu Mesud! Ebu Mesud!” diye bağırıyordu. Kızgınlığımdan önce sesini alamadım. Yaklaşınca, bir de baktım ki, Hz. Peygamber (asm)’dir... Ve şunu söylüyor:
“Ebu Mesud! Şunu bil! Ebu Mesud! Bilesin ki...”, ben hemen değneğimi elimden yere attım. O şöyle devam etti:
“Ebu Mesud! Bilesin ki, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla, Allah’ın gücü sana yeter.” Bunun üzerine ben “Ya Resulallah! Onu Allah için azat ettim.” dedim. “Eğer öyle yapmasaydın, muhakkak ateş sana dokunur, seni yalardı.” buyurdu. (Müslim, Eyman, 34, 35)
Ebû Ali Süveyd İbni Mukarrin radıyallahu anh şöyle dedi:
Ben, Mukarrinoğullarının yedinci çocuğu idim. Bizim hepimizin sadece bir kölesi vardı. (Bir gün) en küçüğümüz onu tokatladı. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize o köleyi âzâd etmemizi emretti. (Müslim, Eymân 32-33)
Kölelik ve câriyelik dönemi resmen ve hukuken ortadan kalkmıştır. Ancak bunun kaldırılmasında yüce dinimizin getirdiği esasların son derece önemli rolünü görmezden gelmek hiç kimse için mümkün değildir. Kaldı ki günümüzde de köle ve câriye adıyla olmasa bile, çalışma şartları ve hakları bakımından çok kötü durumda olan toplumların veya toplum kesimlerinin bulunduğu da inkar edilemez.
Köle, uşak, hizmetçi gibi insanlara hiçbir hakkın tanınmadığı bir ortamda, bu insanları sebepsiz yere dövme veya tokatlamanın cezası ve kefâreti olarak onların kölelikten âzat edilmesini tavsiye etmek, kölelik uygulamasının tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik çok ciddî ve dinî bir tedbirdir. Yedi kardeşin ortak mülkü olan bir kölenin, onlardan biri veya en küçükleri tarafından sebepsiz yere tokatlanması üzerine durumdan haberdâr olan Sevgili Peygamberimiz (asm), aynı suçu hepsi işlemiş gibi, başka köleleri de olmamasına rağmen o kölenin âzat edilmesini emretmiştir. Bu, konuya ait İslâmî hassâsiyetin boyutlarını, yani köle ve hizmetçilere iyi muamele edilmesi gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemli bir olaydır. Hadis şârihleri, Efendimiz (asm)'in diğer kardeşleri de cezalandırma anlamı taşıyan bu tavsiyesinin temelinde, o tokatlama işine müdâhale etmemek suretiyle onların buna râzı olmalarının yattığını söylemektedirler.
Diğer bir hadiste ise, kölesini gereksiz ve sebepsiz yere kamçı ile döven bir sahâbînin anlattıklarını okuyoruz. Öfkesinden, kendisine söylenen sözü anlayamıyacak ve söyleyeni farkedemiyecek duruma gelmiş Ebû Mes'ûd el-Bedrî, Efendimiz (asm)'in "Ey Ebû Mesud! Bilesin ki Allah'ın gücü sana, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla yeter!" ihtar ve ikazıyla karşılaşınca ancak aklı başına geliyor, kamçı elinden yere düşüyor ve "Bundan böyle asla köle dövmiyeceğim." diyordu. Hatta bu da yetmiyor, haksız yere kırbaçladığı kölesini oracıkta âzat ediyordu. Efendimiz (asm)'in "Böyle yapmasaydın mutlaka ateş seni yakardı." buyurması, yapılan hiç bir haksızlığın cezasız kalmayacağını zihinlere pekiştiriyordu. Zayıfları, fakirleri, kimsesizleri, hizmetçileri sebepli sebepsiz azarlayan, döven, kötü muamele edenler, Efendimiz'in bu hadîs-i şerîfteki ikaz ve ihtarını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar.
İbni Ömer radıyallahu anhümâ, konuya ait prensibi Peygamber Efendimiz (asm)'in bir beyânı ile bize haber vermektedir: "Kim, işlemediği bir suçtan ötürü cezalandırmak maksadıyla kölesini döver veya sebepsiz yere tokatlarsa, bunun kefâreti o köleyi âzat etmesidir." İbni Ömer, Müslim'in bir rivayetinde (Eymân 30) görüleceği gibi, vücudunda darb izi tespit ettiği kölesine "Canını acıttım mı?" diye sormuş, köle "hayır" demiştir. Buna rağmen, içi rahat etmeyip köleyi âzat ettikten sonra, yerden bir çöp almış ve "Benim için bu işte şu kadar bile bir sevap, bir ecir yoktur." demiştir.
Daha sonra da Efendimiz (asm)'den duyduğu bu hadisi zikretmiştir. İbni Ömer hazretleri bu sözleriyle, bu kölesini âzat etmekten dolayı bir hayır işlemiş olmadığını, ancak bir hatasının kefâretini ödediğini anlatmak istemiştir. Kefâret olarak köle âzat etmek, kazandıracağı sevap bakımından asla Allah rızâsı için köle âzat etmek gibi değildir. İyilik olarak köle âzat etmeyi emreden dinimiz, birtakım hataların kefâreti olarak da köle âzat etmeyi tavsiye etmiştir. Böylece toplumun zayıf kesimlerinin hem haklarını korumuş hem de onlara nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir. Bu durum karşısında "İslâmiyete göre köle almak demek, köle olmak demektir" sözü ne kadar yerindedir değil mi?
Bu açıklamalara göre:
1. Köle, uşak, hizmetçi, kapıcı, işçi gibi toplumda sosyal ve ekonomik durumu zayıf olanlara şefkat ve merhametli davranmak gerekir.
2. Sebepsiz yere kölesini tokatlayan o köleyi salıvermek suretiyle hatasının kefâretini ödemiş olur.
3. İslâm dini toplumda yerleşik bir kurum olarak bulduğu köleliği, aldığı tedbirlerle zaman içinde ortadan kaldırmayı hedeflemiş ve bunu başarmıştır.
4. Kefâret olarak köle âzat etmek, Allah rızâsı için köle âzat etmek gibi kişiye sevap kazandırmaz. Çünkü biri ceza, diğeri hayırdır.
5. Yapılan haksızlık kime yapılmış olursa olsun, onun hesabı mutlaka sorulur.
30
Müslümanları eleştirenlere nasıl cevap vermeliyiz?
Özellikle yetmişli yıllardan beri dünyada takva yolunda İslam’ı gerçekten yaşamak, başkalarına canlı bir güzel örnek olmak yerine, onu siyasallaştıran, sloganlarla sahnede yer almak isteyen, gönülleri sevgiyle fethetmek yerine, maddi eylemlerle kendileri gibi düşünmeyenleri ötekileştiren akımların varlığına şahit oluyoruz.
Bu insanların mümin olduklarında, davalarında samimi olduklarında tereddüdümüz yoktur. Ancak, dinî hassasiyetleri kuvvetli, aklî muhakemeleri zayıf olan bazı insanlar, zaman zaman kaş yaparken göz çıkarmışlardır. Bir müminin duygusal hareket etmek yerine, aklî muhakemesini düzgün kullanabilmesi için, Kur’anî ve nebevî tebliğ stratejisini çok yakından bilmek, akıl ve vicdanı onların ışığında eğitmek gerekir.
Kur’an’ın savaşla alakalı bazı sert ifadeleri dışında, genellikle yumuşak nazik bir üslubu kullanmasından iyi dersler çıkarmak gerekir. Allah’ın Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)’a,
"Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Onunla yumuşak konuşun, belki de bu sayede gerçekleri düşünecek...” (Taha, 20/43, 44)
manasına gelen tavsiyesi hikmet dolu bir üsluptur.
Şunu unutmamak gerekir ki, İslam dininin yüzde doksan dokuzu şahsî ibadetlerdir. Devletin fazladan yapması gerekenler, bunun yüzde biridir. Her gün, her zaman, her an şahsen yapılması gereken yüzde dopksan dokuzu ihmal edip, gücünün haricinde olan ve bu açıdan kendi görevi bile olmayan o yüzde biriyle uğraşmak, çok büyük bir yanılgıdır. İlahî vahyin yüzde doksan dokuzunun teşkil eden bölümünü, yüzde birin gölgesinde bırakıp önemini arka plana atmak çok ciddi bir vebaldir. Özellikle, dünyanın her tarafında bu tür akımların akamete uğradığını gördükten sonra, hala o metotta ısrar etmek, iman şuuru bakımından izahı güç bir olaydır.
Müslümanlara terörist damgasını vurdurmaya kimsenin hakkı yoktur.
“Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, güçleştirmeyin.” (Müslim, Cihad 6-7)
manasına gelen nebevî uyarıyı kulak ardı edemeyiz. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir... Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur...”
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Filistinli Müslümanlar, şimdiki durumda en iyisi ne yapmalı ve başka Müslümanlar onlara ne yapmalıdırlar?
- Müslümanlara yapılan saldırılardan sorumlu muyuz?
- İslama yapılan saldırılara karşı cihad nasıl yapılır?
- Bazıları, cihadın sadece savaştan ibaret olduğunu söylüyor. Ayet ve hadislerin ışığında cihadı anlatır mısınız?
- Cihadın kısımları nelerdir?
- Manevi cihad nedir, nasıl yapılmalıdır?
- Günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır?
31
İslâm'a ve ilme hizmet etmek ne demektir nasıl olur? Bu yolda hizmet ederek hayatımızı geçirmek istersek neler yapmamız gereklidir?
I. İlim ve amel
Her konuda olduğu gibi İslam'a hizmet konusunda da en önemli şey, doğru İslamiyeti ve İslamiyet'e layık doğruluğu ögrenmek ve yaşamaktır. Biri ilim diğeri ise ameldir. Bu nedenle ilk işimiz İslamiyeti Ehl-i sünnet inancına göre öğrenmek ve her öğrendiğimiz şeyi de yaşamak gerekir.
Bu konuda örnek Peygamber Efendimizin (asm) hayatıdır. Bu hayatı yaşamanın kendisi İslam'a en büyük hizmettir. Bundan sonra eğer zarar vermezse başkalara da nasihat etmektir.
II. Hz. Peygamber’in (asm) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar
Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle mü'minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O'nun İslâm'ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü'minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (asm) İslâm'ı tebliğ ederken, "Şeriat-ı Tekviniye" dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm'a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.
Allah Resûlü'nün (asm) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O'nun gönül verdiği dâvâ uğrunda "kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri" yetişmiştir.
Hz. Resûl-i Ekrem (asm) insanları İslâm'ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz:
1. Sabır,
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü,
3. Tedrîcilik,
4. Neticeleri Allah'tan bilme,
5. İç derinliği,
6. Tevazu,
7. Muhasebe.
1. Sabır
Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nn, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (asm) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.
İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir:
"Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39)
Bu hususta Peygamber Efendimize (asm) de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Mâide, 5/67)
"Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu."
"Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son safada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü (asm) bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı!.. O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu..."
"O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı."
"Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "hayır!" diyordu..."
Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu:
"Allah'ım, güçsüzlüğümü, za'fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin... Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir."
"O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar... Senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur ve iman eder. (İbn Hişam, Sire, II/60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, III/166).
Günümüzde de İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü'minlerin ona ittibaları emredilir.
"Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153)
âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü'min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar. b) Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah'ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, s.353)
a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır.
b) Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir.
c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, II/69).
Müslüman, Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah'ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır. (Bediüzzaman, Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a).
İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali'ye "İlk bakış lehine gerisi aleyhinedir." buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır.
İmtihan, hayatta Allah'ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk'ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır.
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü
Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz'in İslâm'ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimize (asm), yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmran, 3/159)
Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti.
Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular.
Allah Resûlü (asm), şöyle buyuruyor:
"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez." (Buhâri, Tevhid, 2; Müslim, Fezâil, 66)
"Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin." (Hâkim, el-Müstedrek, IV/277)
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." (Buhâri, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 65)
Hz. Peygamber (asm), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke'nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuştur. Ebû Süfyan'ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi'yi ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir.
İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.
Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur.
Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ediyorlar:
Zü'l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem'e (asm) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle dedi:
"Ya Muhammed, adaletli ol!." (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.)
O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve:
"Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!" der.
Allah Resûlü (asm), Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: "
"Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?" (Buhari, "Edep", 95; Müslim, "Zekât", 142)
3. Tedricilik
Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm'ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz'in (asm) İslâm'ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim'in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.
Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke'deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır:
"Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir." (Nahl, 16/125)
Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir. Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu's-Sîre s. 95).
Kâinatın Efendisi (asm), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm'a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır.
Allah Resûlü'nün bu düsturu da kıyamete kadar mü'minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900'lü yılların başında Japonya'yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
"Benim İslâm'ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon'a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz'in sünneti olduğunu söyledim. 'Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?' diye sordu. Ben de, 'İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi' cevabını verdim. 'Haklısın' dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı." (Abdürreşid İbrahim, Japonya'da İslâmiyet, 1:156).
4. Neticeleri Sadece Allah'tan Bilme
Efendimiz (asm), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk'a bırakırdı. Cenab-ı Hakk'ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O'ndan geldiğini ve O'nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.
Efendimiz'in (asm) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır. Mü'min kendi vazifesini yapmalı ve Allah'ın "vazifesi"ne karışmamalıdır. Bu hususla alâkalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir:
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler:
"Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek."
Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş:
"Ben, Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir." (Nursî, Lem’alar, 17. Lem'a)
Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda "ene"lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır.
5. İç Derinliği
Hz. Peygamber (asm), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah'tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz'dir (asm). Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O'dur.
Peygamberimiz (asm), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a):
"Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (r.a.) şu karşılıkta bulunur:
"İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun." (Buharî, Tefsir, 21)
Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar:
"Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu." (Tirmizî, Zühd, 44; İbn Mâce, Zühd, 3)
Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân'ın ifadesiyle
"Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." (Nisa, 4/71)
O hâlde mü'min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.
6. Tevazu
Allah Resûlü'nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti.
Bir gün melek geldi ve sordu:
"Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?" Cibril kulağına fısıldadı:
"Rabb'ine karşı mütevazı ol!" Ve, Allah Resûlü cevap verdi:
"Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim..." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX/19-20.)
O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır.
Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:
"Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum..." (İbn Mâce, Et'ime, 30)
Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimizi (asm) örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.
Kâinatın Efendisi Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş'a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti...
Hz. Aişe Validemiz (ra)'den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır:
"Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." (Tirmizi, Şemâil, 78)
O, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu.
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alâkalı olarak, Kâinatın Efendisi (asm), şöyle buyurur:
"Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti'nin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu Cehennem'in en alçak derecesine indirir." (Münziri, et-Tergîb, IV/339)
7. Muhasebe
Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes'ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi'dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.
"Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz."
Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz (asm) ile Hz. Âişe (ra) Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum.
Kâinatın Efendisi (asm), birgün Hz. Âişe Validemiz'in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca,
"Ya Âişe, seni ağlatan nedir?" diye sorar. Hz. Âişe Validemiz:
"Ya Resûlellah, Mahşer Günü'nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?" der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir:
"Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat'tan geçerken."
Zira herkes, "acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?" diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, "acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?" diye, Sırat'tan geçip, Cennet'e ve Cemâlullah'a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem'in derinliklerine mi düşeceğim?" diye merak içerisinde olacaklardır.
İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alâkalı olarak da Efendimiz (asm), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir:
"Ey Abdimenafoğulları! Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için bir şey yapamam."
Allah Resûlü (asm) halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder:
"Ey Haşimoğulları, siz de Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için de bir şey yapamam."
Efendimiz (asm), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler.
Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet'te değil dünyada kazanılır. Efendimiz'in mübarek beyanlan içerisinde "Dünya âhiretin tarlasıdır." (Aliyyülkârî, el-Masnû' 1:135; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 1:1320) Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz.
Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı." buyurmuştur. Hûd Sûresinde O'na:
"Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol." (Hûd, 11/112)
buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...
Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...
Mes'ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer (ra) ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, "Benden sonraki halifeye verilsin." diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu:
"Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır."
Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve "Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın." demişti.
Hz. Ömer (ra) de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayri müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O'ndan asırlar sonra gelen Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu.
"Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer'i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum." (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları)
Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü'min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır.
III. İslam’ın tebliğinde hangi yol takip edilmelidir?
Tebliğ mesleğinin yolu, dört adımda özetlenmiş: “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarikı.” Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı.
Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için, bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.
Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Nur'un Muazzez Müellifi, tefekkürün “Hakîm ismine îsal” edeceğini ifade buyurur. Risale-i Nur Külliyatı harika bir tefekkür hazinesidir. Bu külliyatta tefekkür iki safhada ortaya konulur: Enfüsî ve âfâkî tefekkür. “Nefsî tefekkürde tafsilât, âfâkî tefekkürde ise icmâl” tavsiye edilir. Yâni, insan bir nutfe ile başlayan yolculuğunun safhalarından, aklının anlamasına, kalbinin inanmasına kadar her şeyi tafsilâtıyla tefekkür etmeli, Rabbinin ilim ve hikmetinin sonsuzluğunu bunlarda okumalıdır. Ama aynı insan, yıldızların faydalarını, bedenindeki hücreler kadar, yahut dağların şekillerini organlarının şekilleri kadar rahat tefekkür edemeyeceği için, âfaktaki bu İlâhî tasarrufları icmâlen, özet olarak düşünmekle yetinmeli. Zaten, belli bir sahada ihtisas yapmış olan insanlar bile, ancak o sahayı tafsilâtıyla tefekkür edebiliyor, diğer ilim dallarında icmâlî düşünüyorlar.
Nur Külliyatı hem enfüsî, hem de âfâkî tefekkürün harika misalleriyle dolu. Bu yönüyle Hakîm ismine en güzel bir mazhar. Hakîm isminin tecellisi Büyük Üstad’da değişik şekillerde kendini gösterir. Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı./ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatı'nda kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da. Nur Külliyatı'nın bu hususiyeti Üstad'ın Hakîm ismine mazhariyetinin bir ciheti.
Bir başka cihet de şu: Harf inkılâbıyla âlimler köşelerine itilmişler, yeni harflerle yeni bir neslin yetiştirilmesine başlanılmış. Körpe dimağlar, Köy Enstitülerinde beyinleri yıkanan Marksist, Materyalist ve tabiatperest öğretmenlerin eline teslim edilmişler. Garplılaşma adı altında ahlâksızlığın kapıları ardına kadar açılmış. Hasta ve perişan gençlik şüphe ve tereddütlerle başbaşa bırakılmış. Onların dertlerine deva bulacak insanlar, ihtiyaca kâfi gelmeyecek kadar az. Mevcut âlimlerin, câmiden uzak gençlere ulaşmaları, onların barındıkları yurtlara gitmeleri, kantinlerine girmeleri imkânsız.
İşte bu çaresizlikler arasında Üstad Bediüzzaman ortaya çıkıyor. Gençlerin şüphelerini giderecek ve sorularına tatminkâr cevaplar verecek bir Külliyatın telifine başlıyor. Ve fedakâr talebelerinin akıl almaz himmet ve gayretleriyle, hapislere ve zindanlara rağmen, bu eserlerini muhtaç gönüllere ulaştırmaya muvaffak oluyor.
İşte bu hâl, Hakîm ismine mazhariyetin bir başka tecellisi.
Konunun bir diğer cephesi de şu: Mutlakıyet ve meşrutiyet dönemlerinde devlet yetkililerini çoğu zaman basın yoluyla, bazan da bizzat görüşerek ikaz eden ve onlara hakkı, hakikatı en uygun biçimde tebliğ eden Üstad, cumhuriyet döneminde bu gibi içtimaî hizmetlerden çekilir. Menfî cereyanların, inançsızlığın, ahlâksızlığın birer şahs-ı mânevî hâline geldiği ve dünya çapında teşkilâtlanmış odaklarca yürütüldüğü bu dönemde, bunlara karşı iman cephesinde de bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirmek gerektiğine karar verir ve siyasî, içtimaî faaliyetlerle vakit kaybetmeden bütün kuvvetiyle iman hakikatlarının neşir ve ilânına çalışır. Nur Külliyatının telifiyle, bir İlâhî inayet olarak, dâvâsını kalplere hâkim kılmakla yeni bir nesil yetiştirmeye muvaffak olur. Bu da Hakîm ismine mazhariyetin ayrı bir tezahürü.
Nur Külliyatı'ndaki imanî bahisler bu asrın dertlerine tam deva olacak muhteviyatıyla Hakîm ismine âyine oldukları gibi, Kur’an ve ezan okumak dahil her türlü dinî faaliyetin lâiklik bahanesiyle yasaklandığı bir dönemde, Nur talebelerine bu mayınlı yolda yürüyebilmeleri için gerekli bütün tedbirleri, temkinleri, prensipleri fevkalâde bir incelikle ortaya koyan, başta İhlâs ve Uhuvvet risaleleri olmak üzere bütün içtimaî bahisler ve bütün lâhika mektupları Hakîm ismine mazhariyetin bir başka cilvesini taşımakta.
Bu mazhariyeti ayrı bir yönden seyredebilmek için şu iki tespiti birlikte değerlendirelim:
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”
“Her mü’min îlâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.” (Hutbe-i Şamiye)
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
32
Kur’an ve sünnette geçen hitabet ilkeleri nelerdir?
Dinî hitabetin amacı, Allah’ın emir ve yasaklarının insanlara öğretilmesi, İslam dininin iyi anlatılıp benimsetilmesidir.
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tebliğ ve irşat görevi, inananlara yüklenmiş ve bu konuda yapılması gerekenlerin neler olduğu bildirilmiştir. Bu da iyi bir hitabetle gerçekleşebilir.
Dinin temel kaynakları, dinî hitabetin de kaynağıdır. Dinî hitabetin nasıl olacağı, insanlara nelerin anlatılması gerektiği ve bu konuda uyulması gereken kurallar temel kaynağımız Kur’an-ı Kerim ve sünnette yer alır.
Kur’an’da Hitabet İlkeleri
Sözlerin en güzeli Kur’an-ı Kerim’dir. İslam dininin prensipleri ve uyulması gereken kurallar, en güzel şekilde bu kitapta sunulmuştur. Kur’an-ı Kerim’in muhatabı tüm insanlardır. Onu en güzel şekilde tebliğ eden ise Hz. Muhammed (asm)’dir. Din görevlisinin, tebliğ ve irşatta benimseyeceği metot Kur’an’ın ve Peygamberimiz (asm)'in yaklaşımı olmalıdır.
Kur’an-ı Kerim’de hitabetle ilgili birçok ilke yer almaktadır. Bu ilkelerin başında; güzel bir sözle hitap, yerinde ve zamanında konuşma (hikmet), ikna edici konuşma, konuşurken nazik olma, muhatabın anlayışına göre ölçülü ve dengeli olma, akla ve vicdana hitap etme, düşünmeye sevk etme, duyguları harekete geçirme gibi özellikler yer alır.
Kur’an-ı Kerim’den çıkarılabilecek hitabet ilkelerinden bazıları şunlardır:
Hakkı batıldan ayıran söz söyleme: Kur’an-ı Kerim’de doğrular, bütün açıklığıyla ortaya konulmuş ve yanlış olanlar gösterilmiştir. Bir ayette, “O Kur’an, elbette (hak ile batılı) ayırt edici bir sözdür.” (Târık, 86/13) buyrulmuştur.
Din görevlisi vermek istediği mesajı doğru, anlaşılır ve açık bir şekilde vermelidir.
Etkili ve güzel konuşma: Kur’an-ı Kerim’de, “…Onlara öğüt ver ve onların içlerine tesir edecek söz söyle!” (Nisâ, 4/63) buyrularak hitabette öğüt vermenin esas olduğu ve konuşmanın tesirli olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu nedenle hatip konuşmasında samimi olmalı, akıcı ve etkileyici bir üslup kullanmalıdır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim farklı yerlerde, farklı ifadelerle insanlara hitap etmiştir. Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de muhataplar dikkate alınarak, “Ey insanlar!”, “Ey inananlar!”, ve “Ey Nebi” diye hitapta bulunulmuştur.
Kırıcı olmama, saygılı olma: Hatip konuşurken kırıcı ve itham edici olmaktan sakınmalıdır. Kendi görüş ve düşüncelerini güzel bir şekilde anlatmalı, muhataplarının görüşlerine de saygılı olmalıdır. Bu konu bir ayette şöyle belirtilmiştir:
“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44)
Delillerle konuşma: Anlatılanların inandırıcı olması ve kabul görmesi için delillerle konuşmak gerekir. Bu konuda bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“…Eğer doğru sözlü iseniz hadi getirin delilinizi.” (Bakara, 2/111)
Ayrıca bilgimiz olmayan konularda görüş bildirmekten kaçınmalıyız. Bu konuda bir ayette şöyle belirtilmektedir:
“İşte siz böyle insanlarsınız! Hakkında bilginiz olan konuda tartışmaya girdiniz. Peki, hakkında hiçbir bilginiz olmayan konularda neden tartışmaya giriyorsunuz?..” (Âl-i İmrân, 3/66)
Konuşurken birleştirici olma, dışlayıcı ifadelerden kaçınma: Din görevlisi konuşurken birleştirici olmalı, toplumda ayrılıklara sebep olacak ifadelerden kaçınmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulmuştur:
“Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 8/46)
Anlatılacak konuyla ilgili bilgileri güvenilir kaynaklardan alma: Hatip, vereceği mesajı sağlam kaynaklara dayandırmalıdır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 49/6)
Söz ve davranışların birbirine uygun olması: Hatibin sözlerinin etkili olabilmesi için davranışlarının sözleri ile çelişmemesi gerekir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Siz kitabı okuduğunuz hâlde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?” (Bakara, 2/44)
İnsanları düşündürmeye yöneltme: Kur’an-ı Kerim bu konuya birçok yerde değinmiştir. Birçok ayette, “Düşünmezler mi?” ve “Bilmezler mi?” şeklindeki ifadelerle insanların düşünmesi ve aklını kullanması istenmiştir. Bu nedenle hatip, öncelikle insanları düşünmeye sevk etmelidir. Bir ayette, “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler…” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrulmuştur.
Sünnette Hitabet İlkeleri
Hz. Peygamber (asm), kendisine nazil olan ayetleri insanlara tebliğ etmiş, İslam dininin esaslarını açıklamış ve insanlara örnek olmuştur. İnananlar da onu örnek alarak İslam’ı yaşamaya çalışmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz (asm)'in örnekliği konusunda şöyle buyrulmaktadır: “Gerçekten Allah Resulü, sizin için güzel bir örnektir…” (Ahzâb, 33/21)
İnanan insanlar her konuda Peygamberimiz (asm)'in görüşlerine başvurarak fikir danışmışlar ve onun söylediği şeyleri aynen uygulamaya çalışmışlardır. Peygamberimiz de değişik vesilelerle insanlara hitap etmiş, onlara dini doğru bir şekilde ulaştırmıştır.
Peygamberimiz (asm)'in tebliğ, irşat ve hitabette takip ettiği yollardan çıkarılan prensiplere din hizmetlerinde sorumluluk taşıyan herkesin önem vermesi gerekir. Sünnetteki ilkeler ışığında yapılacak bir hitabet, dinî konuları anlatmada en etkili yol olacaktır. Peygamberimizin hitabeti, Kur’an-ı Kerim’in prensipleri doğrultusunda idi. Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize, insanlarla nasıl konuşması gerektiği konusunda şöyle tavsiyede bulunmuştur:
“Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel tarzda mücadele et...” (Nahl, 16/125)
Peygamberimiz (asm) bu prensipler doğrultusunda çevresindekilerle iletişim kurmuş ve dine ait prensipleri insanlara ulaştırmıştır.
Peygamberimizin sünnetinden çıkarılabilecek hitabet ilkelerinden bazıları şunlardır:
- Peygamberimiz (asm), dürüst ve olgun bir tavır içinde konuşur, sözcükleri özenle seçer, muhataplarının ilgi ve ihtiyaçlarını gözetirdi. O, edebî bir konuşma üslubuna sahipti. Konuşmasında topluluğun durumunu dikkate alır, ona göre sesini ve duruşunu ayarlardı. Sözcükleri tane tane söyler, dinleyenlerin onun sözlerini ezberleyebileceği şekilde net konuşurdu.
- Peygamberimiz (asm), konuşurken muhatabın anlayış ve kavrayış seviyesine göre konuşurdu. Bir hadisinde, “Halkın seviyesine ininiz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20) buyurarak, bunu dile getirmiştir. İnsanların anlayabilecekleri bir üslup kullanırdı.
- Peygamberimiz (asm)'in en önemli konuşma özelliği; az ve öz konuşma anlamına gelen, cevamiü’l-kelim olmasıydı. Birçok hadisinde iki veya üç sözcükle önemli hakikatleri ifade ederdi. Peygamberimizin hutbeleri de insanları usandırmayacak derecede kısa idi. O, kısa, öz ve samimi konuşmayı uzun konuşmalara tercih ederdi. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Ben cevamiü’l-kelim ile gönderildim…” (Buhârî, Ta’bîr, 22)
- Peygamberimiz (asm), konunun daha iyi anlaşılması için çeşitli örnekler verir, hikâye diliyle insanlara hitap ederdi. Böylece anlatılması ve anlaşılması güç konuların daha kolay kavranılmasını sağlardı. Peygamberimizin pek çok hadisinde bu usulü kullandığı görülmektedir.
Örneğin, arkadaş seçiminde dikkat edilecek hususları anlatırken şöyle bir benzetme yapmıştır:
“İyi bir kimseyle dostluk kuran adamla, kötü birisi ile arkadaşlık yapanın benzeri, yanında güzel koku bulunduran bir şahısla demirci körüğü çeken kimse gibidir. Yanında güzel koku bulunan arkadaşın ya sana güzel koku verir veya onun güzel kokusundan faydalanırsın. Körük çekene gelince o, ya senin elbiseni yakar veya körüğün çıkardığı pis kokudan rahatsız olursun.” (Buhârî, Zebâih 31)
- Peygamberimiz (asm), konuşurken insanların dikkatini çekmek için farklı metotlar kullanırdı. Bazen soru-cevap yöntemini kullanır, insanları düşündürür ve onların dikkatini çekerdi. Bir defasında sahabilerden birine, “Yezid b. Esed! Cennete girmek ister misin?” O da "Evet, Ya Resulullah!" deyince Peygamberimiz ona, “Kendin için istediğini kardeşlerin için de iste.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/70) buyurmuştur.
Bir konuyu anlatırken konunun daha iyi anlaşılması ve dikkatleri toplamak için jest ve mimiklerini kullanırdı. Bazen yüzünün şekliyle bazen de elleriyle ifadeye canlılık katardı. Bir defasında, “Müminler birbirine kenetlenmiş bir bina gibidir.” (Kenzu’l-Ummal, 1/147) derken parmaklarını birbirine kenetlemiş ve ne demek istediğini elleriyle de ifade etmişti. Bazen de şekiller çizerek konuyu anlatmaya çalışırdı.
Örneğin, kader konusunu yere şekiller çizerek anlatmıştır.
- Peygamberimiz (asm), konuşmalarında zamanlamaya dikkat ederdi. Dinleyenlerin dikkatlerinin yoğun olduğu ve istekli oldukları zamanlarda konuşurdu. Abdullah b. Mesud, bu konuyu şöyle anlatıyor: “Sahabiler usanıp sıkılır düşüncesiyle Hz. Peygamber bize her gün değil, ara sıra vaaz ve nasihat ederdi.” (Buharî, İlim, 11-12) İnsanların hatalarını söylemez, onları küçük düşürmez, onlara olumlu ve yapıcı bir üslupla hitap ederdi. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! ” (Buharî, İlim, 11)
O, konuşmalarında hep sevdirmeyi ve müjdelemeyi tercih ederdi. Hiçbir kimseyi suçlamaz, insanların hatalarını yüzlerine vurmazdı. Örneğin, Hz. Muhammed, hata yapanı, “Sana ne oluyor.” diyerek uyarmazdı. O kişinin bulunduğu bir toplumda, “Size ne oluyor ki...” gibi genel uyarılarda bulunurdu. (Müslim, Fedail, 35)
- Peygamberimiz (asm), sorulara verdiği cevaplarda şahısların durumlarını dikkate aldığı kadar, zaman ve mekânın şartlarını da göz önünde bulundururdu. Örneğin, “Amellerin en hayırlısı hangisidir?” diye soran birine, “Vaktinde kılınan namazdır.” (Buharî, Mevakit, 5) derken aynı soruyu soran bir başkasına ise, “Ana, babaya iyilik etmektir.” (Buharî, Edep, 2) şeklinde farklı cevaplar verirdi.
Ayrıca barış zamanlarında en değerli amelin vaktinde kılınan namaz olduğunu açıklarken, savaşta Allah yolunda cihadın en değerli amel olduğunu vurgulamıştır.
Kaynak:
- İmam-hatip liseleri Hitabet ve Mesleki Uygulama, Heyet, MEB, 2012.
- Ömer Demir, İmam Hatip Liselerinde Hitabet ve Mesleki Uygulama Dersi Öğretimi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversite Sosyal Bilimler, 1997.
33
İslamiyet cahil bir topluma getirilmeseydi bu kadar yayılamazdı; şu anki Japonya gibi bir millete gelseydi yine bu kadar tebliğe ulaşabilir miydi?
Kur’an’da Arap toplumu için “ümmi” tabiri kullanılır. Bundan maksat, onların ilahi bir kitaba sahip olmadıklarını belirtmektir. O devirde ümmi olan Arapların İran, Bizans, Habeşistan toplumları gibi bir kitabî geleneğe sahip olmadıkları ve onlar gibi bir devlet kültürüne sahip olmadıkları doğrudur. Fakat, onların diğer milletlerden daha edip, daha şair, daha zeki olduklarını da inkâr edemeyiz. Onların medar-ı iftihar saydıkları bütün tarihî bilgilerini hafızalarında tutmaları, onları şiirle zabt-u rabt haline getirmeleri başka topluluklarda bulunmayan bir şifahî kültür hazinesine sahip olduklarını göstermektedir.
Bu açıklamalar gösteriyor ki, “Arapların ümmiliği, o devirdeki diğer insanlardan çok daha cahil, bilgisiz, akılsız, zekâsız, ferasetsiz, bir şey anlamaz, kavramaz insanlar olduğu" anlamına gelmediğini göstermektedir. Aksine mevcut toplulukların bir çoğundan daha zeki, daha bilgili, daha ferasetli olduklarına tarihleri şahadet etmektedir. Demek ki, İslam’ın yayılışını Arapların cahilliği ile ilinti kurmak bir kuruntudan ibarettir.
Arapların cahiliye devrindeki cahillikleri, akla hitap eden, prensiplerini ilim üzerine kuran İslam’ın yayılmasına -katkı sağlaması şöyle dursun- engel olması gereken bir özelliktir.
Çünkü “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” gelir. Bundan da anlaşılıyor ki, cahillik, İslam dini gibi ilk emri “oku” olan bir öğretinin yayılması sırf kendinde bulunan harika cazibe kuvvetidir. İslam’ın iki kutsal kaynağı olan Kur’an-ı kerim ve Hz. Muhammed (a.s.m) birer güneş gibidir; bulundukları çevrenin durumu ne olursa olsun, onları aydınlatmıştır.
Yalnız kabiliyetsiz olan bazıları bu ışığı görünce çürümeye, tefessüh etmeye yüz tutmuşlardır. Nitekim, güneşin ışığını alan bitkilerden bazıları da kabiliyetsizlikleri yüzünden çürüyor. Yarasa kuşu güneşin ışığı karşısında dayanamadığından kamaşan gözlerini ışıktan korumak için gece karanlığını tercih eder.
Bediüzzaman’ın -özet halde sunduğumuz- şu açıklamaları da konumuzu aydınlatacak mahiyettedir.
“Bakınız Hz. Peygamber (a.s.m), şu Arap yarımadasında vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı / değişik topluluklara ait o vahşi adetlerini, kötü ahlaklarını çok kısa bir zamanda ortadan kaldırarak, yerine çok güzel ahlakı yerleştirmiştir. O medeniyetten uzak yaşamış olan insanları bir anda öyle bilgilerle teçhiz etmiş ki, onları bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstat eylemiştir. Bu işleri bir kaba kuvvet, bir şiddet kullanarak değil, bilakis akılları, ruhları, kalpleri fethederek, hatta hisleri, duyguları ve nefisleri de arındırarak bu eğitimi gerçekleştirmiştir. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber (a.s.m) kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve ruhların sultanı olmuştu.” (Sözler, On Dokuzuncu Söz. Yedinci Reşha).
İslam tarihinde her biri birer yıldız gibi insanlık semasında parlamış olan yüz binlerce İslam alimleri, velileri, filozofları ortada iken, bu gün Batı dünyasının bir çok vicdan sahibi bilim adamı, aydınlanma çağını İslam alimlerinin ilmine -özellikle Endülüs İslam devletine- borçlu olduğunu ilan ederken, tarih boyunca pek çok Yahudî ve Hristiyan ilim ve din adamının İslam dinine girdiği bilinirken, günümüzde de her gün -içinde ilim ve din adamlarının da bulunduğu- binlerce gayri müslim insanlar -ilimlerine ve akıllarına dayanarak- İslam’a girerken, İslam dinini güya cahiller arasında yayılma imkânını bulan bir din olduğunu ima etmeye çalışmak, doğrusu ne insafa ne vicdana ne akla ne irfana ne hikmete ne ferasete sığar.
34
Taiflilerin Müslüman olur iken şartları nelerdi?
Tâifliler aralarında toplantı yapıp şöyle dediler:
"Bütün Araplar Müslüman oldular, tek başımıza ne yapabiliriz?"
Sonunda birkaç kişiden oluşan bir heyet belirleyerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna göndermeye karar verdiler.
Heyet mensupları, Müslüman olmaya niyetli olduklarını ifade ettiler. Ancak şu şartları ileri sürdüler:
1. Zina caiz görülsün. Çünkü insanlarımızın çoğu tek başına yaşadıklarından onsuz yapamazlar.
2. Kabilemizin ana geçim yolu faizdir. Dolayısıyla faiz caiz görülsün.
3. Şarap haram kılınmasın. Şehrimizde üzüm bol olur. Bu en önemli ticaret malımızdır.
Bu isteklerin hiçbiri kabul edilmedi. Sonunda "Peki bu şartları geri alıyoruz, ilahımız 'Lât' hakkında ne dersiniz?" dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "O, kırılacak" buyurdu. Bunu duyduklarında, en büyük ilahlarına el sürmeye bile kimsenin cesaret edemeyeceğini söyleyerek şaşkınlıklarını belirttiler. Ardından da şöyle dediler: "Eğer böyle düşündüğünüzü mabudumuz duyarsa, bütün şehri altüst eder!" Hz. Ömer (ra) kendini tutamayarak şöyle dedi: "Ne kadar câhilsiniz! O taştan ibarettir." Bunun üzerine, "Ey Ömer! Biz sana gelmedik." dediler. Böyle dedikten sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Biz Lât'a el süremeyiz. Siz, istediğinizi yapın, ama bizi bu konuda mazur görün." dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bu isteklerini kabul etti. (Zâdü'l-Meâd, Musa b. Ukbe'nin el-Meğazi adlı eserine dayandırılarak)
Heyettekiler, kendilerinin, namaz, zekât ve cihâddan müstesna tutulmalarını da istediler. Namazdan müstesna tutulmaları hiçbir şekilde mümkün olamazdı. Namaz, her gün beş kere kılınacak bir ibadetti. Ama zekât senede bir kez verilecekti. Cihâd ise, kifâye türü bir farz olup herkese gerekli değildir. Gerekli olduğu kimseler için de bir takım özel şart ve durumlar vardı. O, günübirlik yapılan bir amel değildi. Bu bakımdan o sırada, bu iki esasa mecbur tutulmadılar. Çünkü, biliniyordu ki, İslam’ı kabul ettikleri takdirde bunlara dönük istek, gün geçtikçe kendiliğinden içlerinde doğacaktı.
Câbir (ra)'dan şu rivayet edilmiştir: "Bu olaydan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğunu işittim:
"Bunlar iman ettikten sonra kendiliklerinden zekât da verecek, cihâd da edeceklerdir." (Ebu Davûd, lmâret/27)
Nitekim sadece iki yıl sonra Veda Haccı yapılırken, Îslâm’ı kabul etmemiş bir tek Sakîfli kalmamıştı. (el-îsâbe fî temyîzi's-sahâbe, Cüheyr b. Hayy es-Sekaff bölümü)
Elçi heyeti geri döndüğünde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ebu Süfyân ile Muğîre b. Şu'be'yi şart gereği büyük put Lât'ı kırmak üzere Taife gönderdi. Muğîre, Taife vardıktan sonra puthaneyi yıkıp putu devirmek isteyince, kadınlar ağlayarak başları açık evlerden dışarı fırladılar ve şu şiiri okumaya başladılar:
"Ey insanlar! Erkeklerimize ağlayın, çünkü cesaretsiz olan onlar, Putlarını düşmana terkettiler ve savaştan kaçtılar."
Araplar arasında çok evlilik yaygındı. Sakîf kabilesinin ünlü reisi Gîylân b. Seleme'nin on karısı vardı. Müslüman olunca, İslâm hükümlerine uygun olarak dördü dışındaki eşlerini bırakmak zorunda kaldı. (Tirmizî, Nikâh, 33; ibn-i Mâce, Nikâh, 35)
(bk. Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 411-414.)
35
Çevremdeki insanlara İslamiyet'i nasıl tebliğ etmeliyim?
İnsanlara sürekli ibadet yapmalarını telkin etmek ve baskı altına almak ters tepki yapabilir. Bediüzzaman, insanlara "şu ibadeti yapın, şu günahı işlemeyin" tarzı bir yaklaşım yerine, İslamiyetin güzelliklerini öylesine güzel anlatmıştır ki, insanlara "ibadet yapın" demeye gerek kalmadan insanlar ibadet yapmaya günahtan kaçınmaya başlamıştır.
Zamanımız enaniyetin doruk noktaya ulaştığı bir zaman. Bu sebeple insan kendi çocuğuna dahi zorla hiçbir şey yaptıramıyor. Bir şeyin bir kimseye kabullendirilmesi için illa ki güzellikle anlatılması gerekiyor.
İnsan aklen ve kalben ikna olduktan sonra ibadetlerini yapar. Ancak tatmin olmazsa yapsa da gösteriş için yapar; siz olmadığınız zaman yapmaz.
Bu sebeple insanlara İslami ve imani konuları çok güzel bir şekilde anlatmak gerekir. Anlatmakta sınır yoktur, istediğiniz kadar anlatabilirsiniz. Ancak onların dinlemeye istekli oldukları zamanlarda anlatmanız, isteksiz olduklarında ise fazla anlatmamanız daha uygun olur.
Bir kimsenin istekli olarak beş dakika sizinle sohbet etmesi, isteksiz olarak bir saat sohbet etmesinden daha faydalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğ metodu nasıl olmalıdır?
36
Namaz kılmayan birisi, başkasına namaz kılmasını söyleyebilir mi?
İnsan doğru, iyi ve güzel olan şeyleri kendisi yapmalı, başkalarını da bunları yapmaya davet etmelidir; kendisi kötü, çirkin, günah ve yararsız şeyleri bırakmalı, başkalarına da bunları terk etmelerini söylemelidir. İdeal olanı budur.
Ancak, insan kendisi iyi olan şeyleri yapamıyor, kötü olan şeyleri terk edemiyor diye, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini terk edemez, ederse bir görevi terk etmiş, böylece kusuru ikiye çıkmış olur.
Birinci kusur, iyi olan şeyi yapmamak, haram, günah fiili işlemek; ikinci kusur ise, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevini terk etmektir. Dolayısıyla insan kendisi uygulayamasa bile öğüt vermek, iyilikleri emretmek, kötülükleri nehyetmek görevini yapmalıdır.
Nitekim konuyla ilgili aynı endişeyi taşıyan sahabe-i kiram da bunu Peygamber Efendimize (asm) sormuşlar:
Hz. Enes anlatıyor: Biz Hz. Peygamber (asm)’e sorduk:
“Ey Allah’ın Resulü! Biz kendimiz her şeyi tam yerine getirmedikçe, başkasına iyiliği emretmeyecek miyiz? Veya kendimiz bütün kötülüklerden sakınmadıkça, kimseyi kötülükten sakındırmayacak mıyız?”
Hz. Peygamber (asm) buyurdu:
“Hayır! Kendiniz her şeyi / emredilen bütün iyilikleri yerine getirmeseniz dahi, yine de başkasına iyiliği emredin / tavsiye edin. Bütün kötülüklerden sakınmazsanız bile, yine de başkasını kötülükten sakındırmaya çalışın.” (bk. Gazali, İhyau’l-Ulum, II/329).
Söylediklerini kendisi yapmayan kimsenin başkasına tesiri olmaz, diye düşünmenin her zaman doğru olmadığını da söyleyebiliriz. Çünkü insanın görevi iyilikleri anlatmak, emretmek, kötülüklerden sakındırmaktır; başarı ve tesir Allah'a aittir. Bazen bir kötülüğü yapanın sözü daha tesirli olabilir.
Söz gelimi alkol, sigara, uyuşturucu vb. kötü alışkanlığı bulunan bir kimsenin, başkasına "Ben bunların zararını, kötülüğünü çok gördüm, sakın siz bunlara alışmayın." demesi, böyle bir alışkanlığı bulunmayan kimsenin sözünden daha etkili olabilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
- Yapmadığınız şeyleri niçin anlatıyorsunuz, anlamında ayete göre, kişinin yapmadığı şeyleri emretmesinin mesuliyeti var mıdır?
37
Bazı kişiler kellelerinin uçmasından korktuğu için Müslüman olmuş; Talha, Ümmü Süleym ile evlenmek için Müslüman olmuş, açıklar mısınız?
Bazı kimseler korkularından veya başka maksatlardan ötürü Müslüman olmuş olabilir. Önemli olan, bu isteksiz imandan sonra tekrar yeniden gönül rızasıyla iman edip etmemeleridir. Etken sebep ne olursa olsun, eğer bir kimse içinden samimi olarak değil de, sırf görünürde iman etmiş ise İslam terminolojisinde bunun adı münafıktır. Münafık; kalben inanmadığı halde, diliyle Müslüman olduğunu söyleyen iki yüzlü kimse demektir.
Kur’an’da samimi olarak iman etmeyip sırf korku veya başka menfaatler sebebiyle mümin olduğunu söyleyenler hakkında şu uyarı yapılmıştır:
“Bedeviler 'İman ettik!' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk / size teslim olduk / emrinize boyun eğdik!” deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir.'” (Hucurat, 49/14).
İslam’da niyet çok önemlidir. Niyet ve bakış açısı öyle bir iksirdir ki, elması kömüre, kömürü elmasa çevirir. Allah için yapılan secde ibadet iken, başkası için yapılan secde dalalettir.
Hz. Ömer (ra.) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) buyurdu ki:
“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Buhari, Nikah, 5; Müslim, İmaret, 155)
Bu hadisin vürud sebebi olarak şöyle bir olay nakledilmektedir: Hz. Peygamber (asm) Medine’ye hicret ettikten sonra, Müslümanlar da bu yola koyuldular. Hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: “Hicret etmezsen seninle evlenmem!” demesi üzerine, onunla evlenmek için hicret eder ve Medine’ye gelip onunla evlenirler. Herkes Allah ve Resulünün rızasını kazanmak için hicret ederken, sırf Ümmü Kays’la evlenmek için hicret eden bu şahsın niyeti herkesçe bilindiği için, adama Ümmü Kays’ın Muhaciri manasında “Mühaciru Ümmü Kays” lakabı takılmıştır.
Tabii ki, bu zat daha sonra samimi bir Müslüman olmuştur. Yukarıda da arzedildiği üzere, bir kimse kalbiyle içten inanarak Müslüman olmazsa, görünürdeki tavır ve sözleriyle Müslüman görünmesi onu mümin kılmaz. Ancak, bu gibi insanların daha sonra gerçekten iman etmeleri durumunda da sağlam bir mümin konumuna geçmeleri söz konusudur.
Korkudan Müslüman olanların durumu da böyledir. Sonradan hiç bir korku hissetmedikleri halde gerçek mümin olmaları her zaman geçerlidir.
38
Tebliğ vazifesini yapmayan mesul olur mu?
Allah Teala mutlak adalet sahibidir. Her insanın mesuliyetini bulunduğu ortama göre belirlemektedir. Elbette ki İslamın yaşandığı bir ortamda yetişen birisinin mesuliyeti ile ahlaki değerlerin kaybolduğu yerde yetişen birisinin mesuliyeti bir olmaz.
Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır.
Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu ilahi taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi "zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı" orada görülecektir.
Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.
İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mesuliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir ayette, Hz. Musa (as) ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
"İçlerinden bir topluluk, 'Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğe bulunuyorsunuz?' dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle." (Ârâf, 7/164).
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın "Ben bunu bilmiyordum." şeklinde mazerette bulunmasını engeller (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34).
Merhum müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şöyle buyurmuştur:
"Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiçbir hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiçbir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313).
Hz. Peygamber (asm) Veda Hutbesi'nde İslâm'ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, "Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!.." diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. (Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157).
Peygamber (asm) ve onun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır.
İslâm, sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah'a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir.
İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm'da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına, İslamiyeti yaşayarak ve zarar vermeden anlatarak tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinde önemle durduğu "davet" ve "Emr bi'l-ma'ruf ve nehy ani'l-münker" de tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.
39
Çevremdeki insanlara tebliğ ederken nasıl bir yol izlemeliyim?
Her insanın durumuna göre irşâdın yapılması gerekir. Bu bakımdan tebliğ ederken belli kalıplarla sınırlı kalınmamalı, muhatabın durumuna göre tebliğimiz şekillenmelidir.
1. Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlere mi râcî bulunduğu hususunun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım gelen meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.
2. Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilinmesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.
Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlûmatı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günümüzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muhatap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.
Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mühimdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde yaşayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsurlar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gönlünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, kendilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan, zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodolojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getirmektedir.
Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabelerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.
3. Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır.
4. Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna kat'iyen girilmemelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zamanda neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât'la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O'nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat'iyen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yüksek gerilimle geliniyorsa... Böyleleri münazaracıdan daha ziyade birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kalkarken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık.. Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıracak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yapmak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.
5. Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona ermelidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıracağı gibi, muhatabı da küstürecektir.
Mürşit, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ızdıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fethettiğimizden emin olabiliriz.
Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.
Burada şu nokta da asla hatırdan çıkarılmamalıdır:
Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamzeden davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudumuzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikinci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.
6. Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, başkalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmekse, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin "demine-damarına" dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de katiyen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.
7. Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.
8. Bunun aksi olarak, davranışlarında gayri ciddî; düşüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı'ya karşı teveccüh ve huzuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mütedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geçmesine kat'iyen mâni olunmalıdır.
9. Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı verilmelidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.
Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi vermeden başka bir şeye yaramaz.
Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.
Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlatmayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hususta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.
Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!
10. Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, kadîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündüğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inanmayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı olduğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret olarak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.
11. Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: "Kelime-i Tevhid"in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şeylerle, kalben inanç ve iz'âna erdiği hissedilirse, başka hususlara geçilebilir.
İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, inkârcının her zaman tenkidine cür'et gösterebileceği meselelerin anlatılmasından kat'iyen sakınılmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, kişinin durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları ve namaz olmalıdır. Bunlarda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, "ata et, ite ot" vermelere veya yemek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya hoşafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır?
40
İslam'da seküler bir hayatın olmayışı ile ilgili Kur'an ve hadis dayanaklı neler söylenebilir?
Seküler hayattan maksat dünya hayatı ise, bunun irdelenmesi gerekir. İslam’a göre, insanlar hem dünya hem ahiret hayatı için çalışmalıdır. Yok eğer seküler hayattan maksat, dinin içinde yer almadığı bir düyevileşmek ise, bu tamamen dinsizlik anlamına gelir.
Bugün sekülerlik veya laisizm kavramlarıyla ifade edilen dünya hayatının tanzimi konusunda üç zihniyet mücadele etmektedir.
a) Sekülerliği dinsizlik anlamında algılayan ve dini hayata yer vermeyenlerin ön gördüğü zihniyet. Türkiye, tek parti ve milli şef döneminde laikliğin bu uygulamalarına şahit olmuş bir ülkedir.
b) Sekülerliği / laikliği bütün dinlere aynı mesafede durmak olarak gören, bu ilkeyi fert olarak insanlara uygulamayan, bunu sadece devletin, dindar-dinsiz bütün vatandaşlarına karşı eşit mesafede olduğunu gösteren bir zihniyet.
c) Dinde zorlamayı kabul etmeyen, insanların kendi dinlerini özgürce yaşamalarına imkan veren, laiklikte var olduğu kabul edilen bütün vatandaşlara hak-hukuk bazında aynı mesafede duran İslami perspektif. İslam tarihi gayri müslimlere gösterdiği hadsiz tolerans örnekleriyle doludur. İslam Şeriatı, yani İslam dini bunu tekeffül etmektedir.
Sekülerlik konusu sadece bir devlet düzeni için değil, bugün artık toplumlar hatta fertler için de söz konusudur. Bu sebeple bundan sonra, fert fert insanları ilgilendiren bir dünyevileşmeden, seküler bir hayattan söz edeceğiz.
- İslam’ın seküler bir hayata bakışını anlamak için İslam’ın ihtiva ettiği emir ve yasaklara, insani değerlere, evrensel ahlaki değerlere, dünyaya verdiği değere bakmak gerekir. Bu konuda pek çok hadis ve ayeti zikredebiliriz. Fakat sözün özü şudur: Kur’an’ın temel maksatları iman esaslarını zihinlere nakşetmek, insanlık camiasında adalet ve kulluk şuurunu tesis etmektir. Buna göre, dünya hayatı bu maksatlara hizmet ettiği sürece çok büyük bir değere sahip olur ve cenneti kazanmanın yegâne bir hizmet alanı, hadisin ifadesiyle ahiretin bir tarlası olur.
- Değişik konularda farklı versiyonlarıyla kullanılan bir söz var: “Savaş, askerlere bırakılamayacak kadar önemlidir. Din ilahiyatçılara bırakılamayacak kadar önemlidir.” gibi.
Bu argümanı kullanacak olursak: “İki dünyayı kazanmak zorunda olan insanların hayatı, insanlara bırakılamayacak kadar değerlidir.”
Evet, insanın dünyada ve ahirette mutlu ve kazançlı bir hayatı barış içinde sürdürebilmesi için, her şeyi bilen, her iki dünyanın kanunlarını vazeden ve insanları yaratan Allah’ın emir ve yasaklarına uyması gerekir.
İslam esasları zenginliği emreder. İslam’ın temel esaslarından zekât ve hac gibi vecibelerin emredilmesi, dolayısıyla zengin olmaya yönelik de bir emirdir.
Bilindiği üzere, dünyanın üç yönü vardır:
Birinci yönü, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir aynası olarak, onun mesajlarını aktaran bir mektup hükmündedir.
İkinci yönü, hadiste belirtildiği gibi, ahiretin bir tarlası olmasıdır. (Sehâvî, Makâsıd, s. 497; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/1320)
Üçüncüsü, Allah’ı ve ahireti unutturan yönüdür. Hz. Ali’nin ifadesinde kötülenen ve ahiretin bir kuması olarak tasvir edilen dünya, ahirete mani olan, ahiret hayatı için hazırlık yapmamıza engel teşkil eden, Allah’a giden yolu tıkayan dünyadır. Yoksa dünya, ahiretin tarlası ve Allah’ın mesajlarını ileten ilahî bir mektup / bir kitap olarak çok sevimli ve pek çok övgüye layıktır. (bk. Mektubat, s. 289-290)
- Bu perspektiften konuya bakıldığı zaman denilebilir ki, ahiret mihverinde dönen hiçbir iş seküler kalmaz, uhrevileşir. Ahirete endeksli, Kur’an’ın çizdiği rotayı takip eden, Allah’ın rızası yörüngesinde boy gösteren bütün işler, bir nevi ibadettir, sekülerlik özelliklerini kaybeder ve ahiret hesabına çalışmaya başlar.
Din ve dünya hayatını değerlendiren bazı ayetlerin mealleri şöyledir:
“Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.” (Bakara, 2/256)
“Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir. Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.” (Ğaşiye, 88/21-22)
“Bazı kimseler: 'Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!' derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur. Bazıları da 'Ey bizim (Yüce) Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!' derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler. Allah hesabı çok çabuk görür.”(Bakara, 2/200-202)
“Kâfirlere dünya hayatı süslü gösterildi; bu yüzden iman edenlerle eğlenirler. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyamet günü öbürlerinin üstündedir. Allah dilediğine hesapsız nimetler verir.” (Bakara, 2/212)
“Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felâhı bulanlar bunlar olacaklardır.” (Âl-i İmran, 3/104)
“Kim dünya mutluluğunu isterse, bilsin ki dünya mutluluğu da âhiret saadeti de Allah’ın yanındadır. Allah hakkıyla işitendir, görendir.” (Nisa, 4/134)
“De ki: 'Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?' De ki: 'Onlar (rızıklar, nimetler) dünya hayatında (iman etmeyenlerle birlikte,) iman edenlerindir. Kıyamet günü ise (bu rızıklar ve nimetler) yalnız müminlere mahsustur. İşte biz, bilip anlayan kimseler için, ayetleri bu şekilde açıklıyoruz.'” (A'raf, 7/32)
“Yoldan sapanlardan biri olan Karun da Mûsa’nın ümmetinden olup, onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı. Halkı ona: 'Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri sevmez!' demişti. 'Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma! (ihtiyacına yetecek kadarını sakla). Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, sakın ülkede nizamı bozma peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.'” (Kasas, 28/76-77)
41
Siz, öldürülmenizin emredildiği bir dine saygı duyar mıydınız?
Kur'an-Kerim ancak insanlığa bir öğüt ve uyarı olarak gönderilmiştir:
“Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna onları çıkarman için, iyice öğüt alıp düşünmeleri için Allah katından gönderilmiş hak kitabımızdır.” (İbrahim, 14/1)
Bu nedenle de bir kitap olarak, sonsuz hayatın mutluluğuna ulaşan yolu göstermek için gönderilmiştir.
Kur’an, dünya hayatına geçici ve değersiz bir şey olarak bakar. Ancak ahiret yurdunun gereklerinin kazanılması noktasında dünya hayatına da önem verir. Ölüm ötesi hayat, asıl maksat ve hedefidir. Bu nedenle insanları inanan ve inanmayan olarak dünyevi anlamda ayırmaz. Kur’an onları, sonsuz hayat ve mutlak bir ilahlık gibi dünya ötesi alanlarda inananlar ve inanmayanlar olarak ayırmaktadır.
Kur’an’da müşrikler ile ilgili cezalar, onların inançsızlıklarını cezalandırmak için değildir. Bu ayetlerin indiriliş sebeplerinden de anlaşıldığı üzere, kimi müşrik grupların müminlere karşı imanlarına duydukları düşmanlıktan dolayı, yollarını kesmek, mallarını yağmalamak, can ve ırzlarına tasallut etmek gibi fiillerini cezalandırmak ve böylece bu bozgunculuğu ortadan kaldırmak içindir.
Kaldı ki Hz. Peygamber (asm) Kur’an’ın emri gereği kıtlık zamanı inançsızlara yiyecek yardımını da bizzat organize etmiştir.
İnsanlar arasındaki doğal barışın kurallarına riayet edildikten sonra, inançsızların inananlarla birlikte yaşamasında Kur’an açısından bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (asm)'in yaşadığı toplumda yüzlerce inançsız insan vardı. Üstelik bunlar yer yer açıkça düşüncelerini ortaya koydukları halde bunlarla birlikte yaşanılmıştır.
Ancak bunlardan kendileri ile savaş durumunda bulunulan müşrikler ve kendi içinde yaşadıkları toplum aleyhine işbirliği yapanlar bundan hariç olmuştur. Bu ise yine inançsızlık sebebi ile değil de savaş hukukunun gereği olarak açığa çıkan geçici durumlardır.
Sonuç olarak insanın kısa dünya hayatına aldanıp kendisini bekleyen sonsuz ahiret yurduna hazırlanmaması kendi tercihine kalmış bir iştir. Ancak Kur’an, insanların iyiliğini ister.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Barış Dini İslam
- Bazıları "İslam savaş dinidir" diyorlar, öyle midir?
- Enfal Sûresi, 39. ayette "O müşriklerle hiçbir fitne kalmayıncaya ve ...
- Peygamber Efendimiz döneminde diyalog ve diğer Din mensuplarına gösterdiği hoşgörüler...
- Gayri müslimlerle münasebetteki ölçüler nelerdir, ticaret ortaklığı ...
42
Kur'an’ın, hem nazire yapın deyip hem de nazire yapanın öldürülmesi nasıl açıklanabilir?
- Unutmayalım ki, Kur’an’a bir nazire yapmak ayrıdır, peygamberliğe soyunmak ayrı bir şeydir. Müseyleme’den çok daha edip olan bazı Arap edip ve şairleri, Kur’an’ın belagatine secde etmiş ve imana gelmişlerdir. Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha, Kâb b. Zuheyr, Mütenebbi gibi meşhur olan şairler bu gruptandır.
- Müslümanların Müseyleme gibi kâfirlerle savaşması, onların Kur’an’a gerçekten uygun bir nazire getirdiği için değil, çevrelerine topladıkları bazı menfaat şebekeleriyle birlikte fitne-fesat çıkardıklarından dolayıdır.
- Müseyleme’nin uydurduğu ve Kur’an’ın ayetlerine benzetmeye çalıştığı bazı sözleri kaynaklarda yer almıştır. Tam da Müseyleme’ye “Kezzab” damgasını vurmaya bu sözleri sebep olmuştur. Kızının dahi babasının bu sözlerinin yakışıksız olduğunu itiraf ettiğine dair bilgiler mevcuttur.
- Müseyleme’nin yalancı olduğunu gösteren belgelerden biri de içinde taşıdığı korku ve aşağılık kompleksidir. Örneğin Hz. Peygambere (asm) gönderdiği bir mektupta şunları söyler:
“Allah’ın resulü Müseyleme’den Allah’ın resulü Muhammed’e... Ben de senin (peygamberlik) işine ortak edildim. Bundan böyle yeryüzünün yarısı bizim, yarısı da Kureyşindir…” (Bir rivayette: yarısı benimdir, yarısı da senindir).
Burada Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini de kabul ediyor ve ilk işi yeryüzünü ikiye bölmek ve yarısını alıp yarısını da Hz. Muhammed (asm)’de bırakma...
Psikolojiden az çok haberdar olan biri, bu ifadelerin, tereddüt eden, kendine güveni olmayan, aşağılık kompleksi taşıyan yalancı bir kimseye ait olduğunu anlayabilir.
Buna mukabil, Hz. Muhammed (asm)’in cevabı şöyledir:
“Allah’ın resulü Muhammed’den yalancı Müsleyleme’ye... Selam hidayete tabi olanlara olsun... Yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Şüphesiz güzel akıbet takva sahiplerine aittir." (İbn Hişam, 2/600-601)
- Müseyleme’nin bazı sözlerinin anlamı şöyledir:
“Keçi ve sütü, hele kara keçilerin sütü bambaşkadır. Kara keçi ve beyaz süt; bu gerçekten acâib bir şeydir…” (Taberi, Tarih, 2/276)
Şimdi gel de “KEZZAB” deme!
- İbn Hişam’ın bildirdiğine göre, bazı münafıklar Kur’an’ın bazı surelerini Müseyleme’ye öğretiyorlar ve o da buna bir nazire yapmaya çalışırdı.
Mesela: Fil suresine şunu nazire yapmıştır:
“el-Fîlu me’l-Fîlu ve mâ edrâke me’l-fîlu lehu zenebun kasirun ve hurtumun tavil.” / "Fil, filin ne olduğunu bilir misin? Onun kısacık bir kuyruğu ve uzun bir hortumu var..."(el-Amidi, Gayetu’l-Meram fi ilmi’l-kelam, 344; el-Îcî, el-Mevakıf, 3/393)
Şimdi Fil suresinin bahsettiği tarihi olay ve Kâbe’ye hücum eden Ebrehe ordusunun nasıl harikulade bir şekilde Ebabil kuşları tarafından yok edildiği ve bu yok oluşun manzarasını çizerken, bu surenin ortaya koyduğu harika bir edebî üslup ve belagat örneğini bir tarafa koyun, sonra da Müseyleme’nin bu saçmaklarına bakın!..
Emin olun, bu işin erbabı iseniz, ona söyleyeceğiniz tek söz vardır, o da: “Vay seni kezzab! Hay gidi kezzab!” olacaktır.
43
Bizi değiştiren etrafımızdaki algı sistemi midir? Her şey zihnimizdeki olayların bir yansıması mıdır?
“Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hıristiyan, Mecusî yaparlar.”(Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
manasına gelen hadisin ifadesine göre, insanın düşüncesi üzerinde çevre faktörünün etkisi vardır.
Bu gerçek, aklın yanıltılabileceği ve yanılabileceğini göstermektedir. Aklını yanıltılabilecek bir atmosfere sokan kimsenin sorumlu olmaması düşünülemez. Gece-gündüz dinsizce yazılmış eserleri okuyan, hep kumarhane, meyhane çevresinde dolaşan kimsenin, bu yanlış düşüncelere kapılmasından doğan sorumluluk elbette kendisine aittir.
Evet, her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış tesirlere açıktır. Ancak bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan ise kişinin özgür iradesidir. Ayrıca fıtrattaki bu doğru kodlar -imtihanın adil yapılması için- zorunlu bir istikameti göstermez. Bilakis, insanın özgür iradesine bağlı olarak değişik formatlara sokulabilir.
Nasıl ki, dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı bir hâl almaya müsait olduğu; ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabildiği gibi, yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabul etmeye, bulanıklığı ve dalaleti ise reddetmeye uygun ve müsait bir haldedir.
Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Söz gelişi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu kâinat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah'tır.” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazit yapmadan söylediklerinizi kaydediverir.
- Görüldüğü gibi, sorudaki düşüncelerin hadiste belirtilen konuyla alakası yoktur. Hadiste insanın çevre, eğitim ve kazanılan belli alışkanlıklarının olabileceğini söylüyor. Soruda ise, insanın iradesini devre dışı bırakan, aklını diskalifiye eden, vicdanını “Kaf” dağına sepetleyen, insan algısına ambargo koyan bir algı operasyonu söz konusudur.
Bu düşünceye göre insan, özgür iradesi olmayan, tesadüf rüzgârlarının istediği tarafa savurduğu bir kukladır.
- Bu yazılanların hepsi birer palavradır. İlmi, mantıki hiçbir tarafı yoktur. Gerçeklere tamamen aykırı hezeyanlardır. Bu söylenenlerin doğru olmadığını gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Eğer dedikleri gibi insanın algı mekanizması dış dünyanın o andaki mevcut etkisiyle meydana gelseydi; aynı şartlarda yaşayan insanların hepsinin aynı algıya sahip olmaları gerekirdi. Bu düşünce realitelere terstir.
b) Aynı evde yaşayan aile fertlerinden birinin dinsiz, birinin dindar olması söz konusu düşüncenin safsata olduğunun delilidir.
c) Yüz binlerce insan var ki, ömrünün bir bölümünü -söz gelişi- Türkiye’de, diğer bölümünü Amerika’da geçiriyor ve din konusunda kendisinde hiçbir değişiklik olmuyor. Bugün Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yüz binlerce Müslüman Türk, Arap vardır. Bunlar daha önce dindar oldukları gibi oralarda da dindarlığını devam ettiriyorlar.
Keza, daha önce dindar olmayan onlarca kişi oralarda da bu hallerini devam ettiriyorlar. Demek ki, bu dış dünyanın algıyı değiştirdiği iddiası, dinsizler tarafından üretilen materyalistçe bir hezeyandır.
d) Hiçbir algılama sistemi, kişinin ilim ve akıl ile sağlamca benimsediği bir düşünceyi otomatikman devre dışı bırakamaz. Böyle bir düşüncenin hiçbir bilimsel tarafı yoktur.
e) Bu düşünce, tamamen “ateizm” / tanrıtanımazlık veya “deizm” / peygamber tanımazlıktan kaynaklanan bir “agnostik” / bilinmezlik felsefesi safsatasıdır.
f) Allah Kur’an’ın pek çok ayetinde kendini “âdil” bir ilah olarak tanıtmaktadır. Bu adaletinin bir tezahürü olarak da insanları peşin suçlu veya suçsuz ilan etmemiş, onlara kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Ve özellikle kıyamete kadar hükmü devam eden Kur’an’ın üzerine mucizelik mührünü vurmuştur. Kırk yönden mucize olduğu ispat edilen bu Kur’an’da insanların aklına hitap edilmiştir. Aklı olmayanlar muhatap kabul edilmemiştir. Nitekim delierin hiçbir sorumluluğu yoktur.
İşe karar veren akıldır, fakat o işi yürürlüğe koyan ise özgür iradedir. İnsanın herhangi bir iş seçiminde bu özgür iradesini ortadan kaldıran bir olayın varlığı o kişiyi sorumluluktan kurtaran bir faktördür. Bu sebepledir ki, İslam hukukunda “Mükreh” (iradesi dışında zorla kendisine kötü bir iş yaptırılan kimse) sorumlu olmaz. Örneğin ölüm tehdidi altında içki içse günahkâr olmaz.
- İmtihanın adil yapılması için, hem imtihanın kazanmasına hem de kaybetmesine yardımcı olacak unsurların bulunması gerekir.
Bu açıdan bakıldığı zaman, Allah imtihana tabi tuttuğu insanlara -imtihanı kazanmaları yönünde- merhametini, yardımını esirgememiş, onlara akıl, fikir, vahiy gibi çok kuvvetli unsurlarla destek sağlamıştır.
- Eğer bu safsata iddia doğru olsaydı, bu takdirde insan özgür iradesi elinden alınmış bir kukla olurdu. Böyle bir kuklayı muhatap almak ve onu sorumlu tutmak âdil değildir.
O zaman Allah’ın ortaya koyduğu ve âdil olduğunu belirttiği din imtihanı haksız, yersiz ve zalim bir imtihan olurdu. Bütün kâinatın, 104 semavi kitabın, 124 bin peygamberin milyarlarca dindar kimsenin adaletine şahitlik ettiği Allah’ın -haşa- adil olmadığını söylemek için, bütün bu şahitleri tekzip etmek gerekir. Bu ise akli bir hezeyanın ötesinde dinsizce bir saçmalıktır.
g) Yukarıdaki maddeyi biraz daha açarsak; İslam’da -ayet ve hadislerin verdiği bilgiye göre- Allah’a karşı sorumlu olmak için üç temel husus vardır: Bunlar akıl, büluğ/erginlik ve tebliğin duyulması.
Buna göre;
- Aklı olmayan / deli bir kimse, ister mümin bir ailede, ister kâfir bir çevrede yaşasın, asla sorumlu değildir.
- Yine, büluğ / erginlik çağına gelmemiş bir çocuk ister müslüman bir ailenin, ister kâfir bir ailenin çocuğu olsun hiç bir eyleminden dolayı sorumlu tutulmaz.
- Keza, Allah’ın gönderdiği vahyi ve peygamberin tebliğini duymamış hiç bir kimse yaptıklarından sorumlu değildir.
“Bir elçi / peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15)
mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır. Meşhur alimlerden Katade söz konusu ayeti yorumlarken şunları söylemiştir:
Allah, daha önce –elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan uyarıcı veya müjdeleyici mahiyette bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü O, ancak suçları sebebiyle insanları cezalandırır. Bir peygamber gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun. (bk. Taberî, 17/15. ayetin tefsiri)
h) Allah mülkün yegâne sahibi olarak hiç kimseye verecek bir hesabı yoktur. Çünkü mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bununla beraber,
“Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15)
mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah sonsuz merhamet ve ihsanıyla, Hak isminin gereği olarak, insanlar için ezelî yasayla lütfetmiş olduğu hak ve hukukun özellikle altını çizmiş ve açıkça buna vurgu yapmıştır.
“İşte bu, sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına haksızlık edecek değildir.” (Âl-i İmran, 3/182)
mealindeki ayet ve benzerlerindeki “Allah tarafından kullarına haksızlık ve zulmün yapılmayacağı”na dair ifadelerde, Allah’ın kendi iradesiyle kullarına lütfettiği hak-hukukun varlığına ve onun da bizzat bu hak-hukuku gözettiğine işaret edilmektedir.
44
Kur'an'da geçen recm, cihad, birden fazla kadınla evlilik gibi konular çocuklara anlatılır mı?
İslam’da ilim öğrenmek bir farz-ı ayındır. Ancak herkesin her ilmi öğrenmesi farz değildir. Sadece çocukların değil, büyüklerin de kendilerini ilgilendirmeyen konuları öğrenme zorunlulukları yoktur. Mesela, fakir bir adamın hac ve zekât konusunu öğrenmesi gerekli değildir.
- Böyle bir dinin, insana gerekli olmayan şeyleri öğrenmeye taraftar olmadığı açıktır. Hz. Peygamber (asm) “faydasız ilim öğrenmekten” Allah’a sığınmıştır. Demek ki mesele, İslam hikmetine uygun hareket etmekle alakalıdır. Hikmetle dolu, hikmeti ders veren Kur’an-ı Hakim'in bir anda değil de yirmi üç yıllık bir süreçte indirilmiş olması, bu hikmetin en açık göstergesidir.
- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, çocukları hiç mi hiç ilgilendirmeyen konuları onlara öğretmenin bir manası yoktur.
- Türkiye’de çocuklar değil büyükler de Kur’an’ı anlamıyorlar. Bu sebeple çocukların Kur’an okumalarında hayal edilen yan etkilerin olması söz konusu değildir.
- Arapçayı bilen çocukların durumunu da -esprili bir ifadeyle- varsın Araplar karar versin... Şimdiye kadar onlardan böyle bir şikayet duyulmadığına göre, bir sakıncası yok demektir.
- Bizim kanaatimize göre, Arapça bilen çocukların da (Recm ile ilgili ayet olmadığı için onu zikretmiyoruz) cihad, çok evlilik gibi konuları işleyen ayetleri okumalarında hiçbir sakınca yoktur.
Evvela, -büyükler olduğu gibi- çocuklar da Kur’an’ı öğrenirken, zaten manasına fazla dikkat etmezler. Detayları düşünmezler.
İkincisi, bu konuları düşünseler bile zaten pratikte her tarafta var olan ve kuvvetli ihtimalle çocuklar tarafından da duyulan çok evlilik konusunda (ki yalnız açıkça bunu ifade den bir tek ayet vardır) fazla bir tuhaflık hissetmezler.
Cihat kavramı savaştan ziyade Kur’an’ın güzel hakikatlerini tebliğ etmek manasına geldiği bilinmektedir. Bunu önce büyüklerimiz öğrensin ve çocuklara da cihadın böyle güzel bir hizmet olduğunu anlatsınlar.
Üçüncüsü, büyükler Kur’an’ın çocukları da cezp eden binler hakikati, güzel ahlakî dersleri arasında çok evlilikle ilgili -adalet yapmak şartına bağlı olarak- verilen ruhsatın ne anlama geldiğini öğrensinler ki çocuklarına da öğretebilsinler. Kaldı ki çocukların dikkatini çeken binlerce imani, ahlaki dersler arasında çok evlilikle ilgili bir ayetin manasına kulak kabartmazlar...
45
Saadet asrına benzer bir dönem olacak mıdır?
- Hz. Huzeyfe anlatıyor: Resulüllah (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Nübüvvet içinizde -Allah’ın dilediği kadar- devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da -Allah’ın dilediği kadar- devam eder; ardından Allah onu da -dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da -Allah’ın dilediği kadar- devam eder, sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat / bir krallık / zalim yönetimler başagelir; o da -Allah’ın dilediği kadar- devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” buyurdu ve sonra sustu. (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/273)
Hafız el-Heysemi; “hadisi, Ahmed b. Hanbel, Bezzar -daha tam-, Taberanî -bir kısmını- rivayet etmiştir; Ravileri güvenilirdir.” diyerek hadisin sıhhatine hükmetmiştirç (bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/226)
Beyhakî de aynı hadise yer vermiş ve herhangi olumsuz bir beyanda bulunmamıştır. (bk. Beyhakî, Delailu’n-nübüvve, 7/413)
Bu hadis-i şerifte İslam ümmetinin geçireceği hayat safhaları haber verilmiş ve tarih tarafından tasdik edilmiştir. Bu açıdan bu hadis gelecekten haber vermek açısından bir mucizedir.
- Bu hadisin anlattığı safhaları şöyle sıralayabiliriz:
1. Peygamberlik dönemi; 23 yıl sürmüştür.
2. Raşit halifeler devri; 30 yıl sürmüştür.
3. Saltanat devri; Hz. Muaviye (veya oğlu Yezid) ile başlayan ve Osmanlı devletinin sonuna kadar devam eden süreç.
4. Ceberut devri; Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra bütün İslam aleminde küçük-büyük devletlerde hüküm sürmüş ve sürmekte olan eşedd-i zulüm, eşedd-i istibdat ve ceberut dönemine işarettir. Bu devir -tüm İslam aleminde- artık sekerâta başlamış, her halükârda yakında ölecektir.
5. Asr-ı saadete benzer bir dönem; İnsanların yeniden dine döndüğü, dinsizliğin çöktüğü, ahlaksızlığın iflas ettiği, dindarlık, dürüstlük, ilim ve sırat-ı müstakim yolunun açıldığı bir devir olarak gerçekleşeceğine ümidimiz tamdır. Bu hadisin haber verdiği dört safhanın doğruluğu, beşinci safhanın da doğruluğunun garanti belgesidir.
“Ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâm'ın sadâsı olacaktır!" (Tarihçe-i Hayat, s. 133),
"Şu istikbal zulümatı ve inkılabları içerisinde en gür ve en muhteşem sada, Kur'anın sadası olacaktır!" (Tarihçe-i Hayat, 145)
müjdesini veren Bediüzzaman hazretlerinin bu veciz ifadesi, hadisin bu son fıkrasının bir nevi açıklaması hükmündedir.
46
"Allah'ım İslam'a ve Müslümanlara yardım et." duası ne kadar doğrudur?
"Allah'ım İslam'a ve Müslümanlara yardım et." duasında bir sakınca yoktur. Allah’ın İslam dinine yardım etmesinden maksat, onun hâkim olması, hakikatlerinin anlaşılması, kalplerin ona karşı açılması, onun doğru olarak kavranması manasına gelir. Nitekim bir ayette meal olarak,
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 47/7)
ifadesine yer verilmiştir.
Bu ayette yer alan “Allah’a yardım” ifadesi, tefsir kaynaklarında en az birinci anlam olarak “Allah’ın dinine” yardım şeklinde yorumlanmıştır. Örneğin bazıları tarafından “Allah’ın dinine” veya “onun peygamberine yardım” şeklinde yorumlanmıştır. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)
Zemahşeri, her ikisini de saymış ve “Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederseniz…” şeklinde açıklamıştır. Misal olarak da insanların can ve mallarıyla cihad etmelerinin Allah’ın dinine yardım etmek manasına geldiği ifade edilmiştir. (Razî, ilgili yer)
- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, “Allah’ın İslam’a yardım etmesi”, iki yönden tahakkuk edecektir. Birincisi: Allah, dinini kabul eden insanların kalplerine inşirah vererek, onun hükümlerini kavrayacak kabiliyetler bahşederek, onu doğru anlayacak anlayışlar vererek, onun asıl kaynağı olan Kur’an’ın hakikatlerinin üstündeki perdeleri kaldırarak,.. dinine yardım eder.
İkincisi: Allah, İslam’ın cihanşümul bir din olması için maddi manevi mücahitleri yetiştirerek, her asırda İslam dininin hakikatlerine hizmet eden öncü bir taifeyi ortaya çıkarmak suretiyle İslam’a yardım eder.
Bu söyleneler birer misal nevindendir, bu sermeşke göre daha çok örnekleri meşk edebilirsiniz.
47
Tevbe suresi 5. ayete göre, anlaşma yapılan müşrikler de öldürülmeli midir?
Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin meali şöyledir:
“Bu Büyük Hac günü, Allah ve Resulünden insanlara şunu ilan edin ki: Allah da Resulü de müşriklerden beridir. Şayet şirkten tövbe edip tevhide yönelirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlı olur. İyi biliniz ki siz Allah’ın elinden kurtulamazsınız. Kâfirleri pek acı bir azapla müjdele!"
“Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra, şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler, bu hükmün dışındadırlar. Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riayet edin. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.”
“O halde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir / affı ve merhameti boldur.”
“Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır. Çünkü onlar İslâm’ın gerçek mahiyetini bilmeyen bir topluluktur.”(Tevbe, 9/3-6)
- Evvela, bu surede yeni bir dönemin başladığını haber vermektedir. Hicretin 9. yılında inen bu surede Hz. Peygamber (asm)'in artık vefat edeceğini bilen Allah, onun hayatının sonlarında -ölmeden önce- son bir düzenleme ile Arap müşriklerinin artık şirkte böyle devam edemeyecekleri, ya İslam’a girecekleri yahut da ölümle burun buruna geleceklerine vurgu yapmıştır. Bu ilanı yaparken de şu adalet noktalarına dikkat edilmiştir:
a) Bütün müşrikler için tövbe kapısı açık bırakılmıştır(3. ayet). Bundan anlaşılıyor ki, Allah’ın maksadı onları yok etmek değil, ahiretleri için son derece önemli olan imana onları yönlendirmektir.
b) Daha önce Müslümanlarla anlaşma imzalayan müşriklerin bu haklarına da riayet etmenin gereğine işaret edilmiştir (4. ayet). Bu tolerans, Allah’ın gücü her şeye yettiği halde, sonsuz merhametiyle şu aciz kullarıyla -peygamberi vasıtasıyla- yaptığı anlaşmaya nasıl riayet ettiğini göstermesi bakımından ayrı bir önem arzetmektedir. Ayetin son cümlesi olan “Allah, kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever” mealindeki ilahî ifade bu konuda çok açıktır.
c) Surenin 5. ayetinde ise, Müslümanlarla herhangi bir anlaşması bulunmayan müşriklerle ilgilidir. Onları İslam’a girmeye yöneltmek için, kendilerine bundan böyle herhangi bir toleransın tanınmayacağı, eskiden beri Müslümanlarla savaş halinde olan bu insanların iman etmemeleri, bu savaşa devam ettikleri anlamına geleceği için, hakkettikleri cezaya çarpılacaklarına dair güçlü bir ültimatom verilmiştir.
- Bundan bir yıl önce Mekke fethedilmiş ve müşriklerin en büyük kuvveti olan Kureyş müşrikleri iman edip savaşı terk etmişlerdir. Geriye kalan müşriklerin savaşma gücü kırılmışken, bunları doğru yola girmeye sıkıştırmak, hem Müslümanlar için hem de onlar için çok faydalı bir davranıştır.
- Aşağıda mealleri verilen 7-11. ayetlerin ifadeleri, müşriklerin düşmanca tavırlarını, artık hadlerinin bildirilmesinin gerektiğini ortaya koyduğu gibi, yine de İslam’ın müşriklere karşı bile büyük tolerans tanıdığının göstergesidir:
7. “O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında nasıl olup da bir ahitleri olabilir ki! (olamaz, zira onlar daima hainlik edip verdikleri sözden dönerler). Mescid-i Haram’ın yanında antlaşma yaptıklarınız bundan müstesna olup, onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.
8. Evet, onların nasıl ahitleri olabilir ki, eğer size galip gelecek olurlarsa sizin hakkınızda ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiç bir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizin gönlünüzü alırlar, kalpleri ise nefret duyup kaçınır. Çünkü onların ekserisi Allah’ın yolundan çıkmış fâsıklardır.
9. Onlar Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da Allah’ın yolundan insanları alıkoydular. Gerçekten onlar ne fena iş yapıyorlar!
10. Müminler hakkında ne ahit, ne yemin ne hukuk, hiçbir şey gözetmezler. Bunlar öyle saldırgan kimselerdir!
11. Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık sizin din kardeşleriniz olurlar. Bilip anlayacak kimseler için biz âyetlerimizi iyice açıklarız.
- Bu konuda söyleyebileceklerimiz bunlardır. Bunları daha önce sitemizde yer verilen konuyla ilgili bilgileri bir arada mütalaa etmekten bir tatminlik hali olabileceğini umuyoruz.
48
Her asırdaki müceddidlerin dine nasıl bir yeniliği ve katkısı olmuştur?
Allah’ın her yüzyılda İslâm ümmetine bir müceddid göndereceği hadis-i şerifi meşhurdur. (Ebu Davud, Melahim, 1)
Bu hadisi şerifteki “dînehum-dinlerini” ifadesi, toplumun din olarak kabul edip gittiği, tuttuğu yol manasındadır.
Bir diğer ifadesiyle, toplumlar kendi kavrayışları çerçevesinde bir din anlayışı geliştirirler ve bu kabul üzerinde giderler. Bu din anlayışları ise genellikle sahih İslâm düşüncesinden bir oranda sapma gösterirler. Bu sapmaların bertaraf edilmesi ve toplumların sahih İslâm düşüncesine yeniden kavuşturulmaları için Allah müceddidler göndermektedir.
Allah’ın dini eksiksiz ve sağlamdır, muhkem ve mükemmeldir. Eksiklik insanların dini doğru manasıyla kavrayamamalarındadır.
İşte müceddidlerin yaptığı da toplumun dini asli-hakiki manasıyla kavramalarını sağlayacak argümanlar geliştirmeleridir. İnsanların doğru-mantıklı düşünmelerini mümkün kılacak, dine karşı bakış açılarını ve bakışlarındaki körlüğü, şaşılığı kaldıracak, Kur’ân ve sünneti doğru anlamalarını sağlayacaklardır.
Yani müceddid, dini değil, insanların dini anlayışlarını değiştirmiş olmaktadır. İnsanların kafalarında inkılâplar yapmaktadır. Toplumların zihniyet değişikliğine uğramalarını sağlamaktadır. İnsanları fıtratlarına, fabrika ayarlarına geri döndürmeye çalışmaktadır. Zira fıtrat tabidir, fıtratta yanlış olmaz.
Allah’ın nihâî ilâhî iradesi ve son hak din olan İslâm insanlığa gönderilmeden önce, çeşitli devirlerde çeşitli toplumlara peygamberler ve kitaplar gönderiliyordu. Toplumlar bu şekilde uyarılıyor, doğru yolu bulmaları sağlanıyordu.
Son hak din olan İslâm, son Peygamberle gönderildikten sonra, artık toplumlara başka peygamber gönderilmeyecek, ancak Peygamber vârisi olan İslâm âlimleri vasıtasıyla toplumlar irşat edilecektir. “Ümmetimin âlimleri Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” meşhur hadisi bunu ifade etmiş olmaktadır. (bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64)
Allah Resûlü’nün Nübüvvet Nûru’ndan istifade eden sahabi efendilerimizin gökteki yıldızlar misalince farklı farklı oldukları, ama hangisine ittiba edilmiş olsa insanın kurtulacağı hadisle sabittir. (bk. Beyhakî, el-Medhal, s.164, Kenzu’l-ummal, h. no: 1002)
Buradan yine Allah Resûlü’nün Velâyet Nûru’ndan istifade eden İslâm âlimlerimizin de -benzer şekilde- sahabi efendilerimiz misalince farklı farklı oldukları, ama hangisinin irşat ettiği yoldan gidilmiş olsa insanın hak yolda bulunmuş sayılacağını doğru olarak çıkarmaktayız.
Nitekim mezhepler ve meşrepler Kur’ân ve sünnete uydukları ölçüde haktır. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/64; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/210-212) hadisi şerifi bunu ifade etmektedir.
Toplumların büyük buhranlar, çalkantılar, sıkıntılar geçirdikleri ve büyük çaplı insanlara ihtiyaç duydukları zamanlarda sünnetullah gereği büyük çaplı İslâm âlimlerini Allah yetiştirmektedir. Bunlar toplumun ihtiyaç duydukları konularda faaliyet gösterir.
Bu ihtiyaçlar kimi zaman siyasi faaliyetler, toplumda yönetim sahibi olan kimselerin irşat edilmesi şeklinde, kimi zaman imânî faaliyetler, toplumun imanının berraklaştırılması şeklinde, kimi zaman ahlâkî-tasavvufî faaliyetler, toplumun çöken ahlâkının düzeltilmesi şeklinde, kimi zaman fıkhî faaliyetler, toplumda İslâmın emir ve yasaklarının doğru anlaşılması şeklinde, kimi zaman da bizzat toplumun yönetimini ele almak şeklinde giderilebilmektedir.
Gerçekte her asırda her toplumda birden fazla İslâm âlimi bulunmakla birlikte, hadis-i şerifte işaret edilenler toplumda büyük dönüşümler gerçekleştirecek olanlardır. Nitekim İslâm tarihine baktığımızda böyle büyük hizmetler gerçekleştirmiş olan büyük İslâm âlimlerini görebilmekteyiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Müceddid kimdir, her asırda bir müceddid gelmiş midir?
49
Müspet hareketle ilgili ayetler ve hadisler var mı?
Müspet hareket, fitnenin ayyuka çıktığı ve fesadın çok can yaktığı dönemlerde pozitif davranmak, her zaman için asayişi muhafaza etmek, menfî tepki ve davranışlardan kesinlikle kaçınmak, dahilde şiddete şiddetle karşılık vermekten sakınmaktır.
Şu ayet ve hadisler bu konuda birer misal olabilir:
Ayetler:
“Kitap Ehliyle ancak en güzel bir şekilde tartışın, yalnız onlardan zulmedenler müstesna. Onlara deyin ki: 'Bize indirilene de size indirilene de biz iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Ve biz Ona teslim olmuşuzdur.'” (Ankebut, 29/46).
“Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (Enam, 6/108)
“Kötülüğü, iyiliğin en güzeliyle sav.” (Fussilet, 41/34)
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, keremle ve iyilikle geçip giderler.” (Furkan, 25/72)
Hadisler:
“Mümin; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buharî, İman, 4)
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır konuşsun ya da sussun." (Tirmizî, Kıyamet, 51)
“Sakın kararsız olup da: ‘Ben de herkes gibiyim. Eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım.’ demeyin. Aksine, nefsinizi kararlı tutun, halk iyilik yaptı mı siz de iyilik yapın, halk kötülük yaparsa siz kötülükten sakının.” (Tirmizî, Birr 63)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Müspet hareket nedir?
50
Peygamberimiz, her müminin cennete gireceği müjdesinin gizlenmesini neden istemiştir?
Bu hadisi Buhari (İlim, 49) ve Müslim (İman, 53) rivayet etmiştir. O halde bu hadis rivayetinin sahih olduğunda şüphe yoktur.
- Peygamberimiz (asm), bu konunun açıkça ilan edilmesini istememesinin hikmeti, insanların buna güvenmeleri ve yanlış bir çizgiyi takip etmeleridir. Zira, bu hadisin ifade ettiği şartları, samimiyetin, ihlasın, içtenliğin ne demek olduğu ve bu itikatla kabre girmenin zorunluğunu herkes bilmeyebilir.
Başka kayıtları ve şartları da ifade eden diğer hadisleri bilmeyen insanların, bunu kendi tembelliklerine bir mazeret yapabileceklerini düşünmek gerekir.
- Hz. Peygamber (asm)'in evvela bunu bir sahabiye söylemesi, onun en son söyleyeceğini de biliyordu. Yoksa niye ona söylesin ki? Ona söylemesine rağmen, “kimseye söyleme’” ifadesiyle, konuya ayrı bir itina gösterdiğini göstermek istemiştir.
Bununla beraber, Muaz’ın -bir hikmete binaen- “konuyu o anda acele edip söylememesini” istemiş olabilir.
- Onlarca sahih hadis kaynaklarında “Kalbinde zerre miskal imanı olan kimsenin en sonundan cehennemden çıkıp cennete gireceğine” dair rivayetler vardır.
Bunları açıkça açıklamasından anlaşılıyor ki, Muaz hadisinde “kimseye söyleme” diye tavsiye etmesinin insanların yanlış anlamalarına meydan vermemek olduğu gibi, “o anda” kaydıyla söylemesi ihtimali de kuvvetlidir.
- Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in bunu gizlemiş olsa da (ki gizlememiş; söylemiştir), bunu insanların hayrına olduğu için yapmıştır. Bir şeyin gizlenmesi İnsanların zararına olan bir gizleme işi ne kadar çirkin ise, insanların hayrına olan bir gizleme de o kadar güzeldir.
- Böyle en sahih hadis kaynaklarında yer alan bilgileri inkâr etme cüretini göstermek her zaman bizim zararımızadır. En azından, “hikmetini bilmediğimizi” söyleyip teslim olmalıyız ki, “İslam”ın hakikatini göstermiş olalım...