1
Felsefe neden kötülenmektedir? Bir Müslüman felsefeye karşı çıkabilir mi?
Önce felsefe hakkında özet bir bilgi verelim:
Felsefe, Yunanca “philosophia” kelimesinden Arapçaya, oradan da dilimize girmiş bir kavramdır. Philosophia kavramı, “philo” ve “sophia” kelimelerinin bileşiminden oluşmuştur. “Sophia” Yunanca’da “bilgelik ve hikmet” kavramlarına karşılık gelmektedir. İlkçağ filozoflarından Pisagor’a kadar Yunan literatüründe düşünür ve filozoflar için sophia kelimesi kullanılmıştır. Yani bu filozoftan öncekiler kendilerini bilge ve hikmet sahibi insanlar olarak nitelendirmişlerdir.
Pisagor ise, gerçek anlamda bilge ve hikmet sahibi olmanın ancak Tanrı için söz konusu olabileceğini ifade ederek, insanın mutlak bilge ya da hikmet sahibi olmasını imkânsız görmüş; onun ancak hikmeti ya da bilgeliği seven kişi olacağını ileri sürerek “sophia” kelimesinin önüne “philo” kavramını ilave etmiştir. “Philo” ise seven anlamına gelir. Dolayısıyla Pisagor’a göre, insan gerçek anlamda bilge ve hikmet sahibi olamayacağı için ancak hikmeti seven olabilir.
O halde Türkçemizde kullandığımız felsefe (Philosophia) kelimesi hikmeti ve bilgeliği seven anlamını ihtiva etmekte, filozof kavramı da tecrübeli olmaya istekli, bilmeye ilgi ve sevgi duyan anlamına gelmektedir. İşte ilk çağlarda “hikmet ve bilgelik sevgisi” olarak kabul edilen “Philosophia”’nın (felsefe), temel esaslarından birisi olan “Hikmet”, hem ilim, hem de fazilet anlamlarını ihtiva etmektedir. Buna göre felsefe sözünden hem olup biteni bilme, hem de iyi olanı keşfetme anlamlarını çıkarabiliriz.
Ünlü İslam Filozofu İbn Sina felsefeyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Felsefe, insanın objelere, tüm hakikatlere vakıf olabileceği kadar vakıf olması, onların sırrına ermeye çalışması” dır. Filozoflar, insan hayatıyla ilgili her şeyi, akıl merkezli olarak, düşünmekle, felsefeyi, her şeyi araştıran bir alan olarak görmüşlerdir.
Bilginin ve bilgeliğin nasıl olduğu, felsefenin nasıl tanımlanacağı konusunda çok değişik görüşler mevcuttur. Bu nedenle felsefenin tek bir tanımını yapmak oldukça zordur. Ancak yine de felsefenin genel özelliklerini göz önünde bulundurarak onu şu şekilde tanımlamak yanlış olmaz. Felsefe, “var olan her şey üzerinde rasyonel, eleştirel, objektif, tutarlı ve şümullü bir düşünme etkinliğidir.” Bu tanımdan hareketle de felsefi bilginin temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Felsefi bilgi, araştırma ve incelemeye dayanarak eleştirel bir düşünmenin sonucunda ortaya çıkar.
2. Felsefi bilgi, ele alınan konuların, akıl temelli bir sistem içinde yorumlandığı bilgidir.
3. Felsefi bilgi, birikimsel olarak ilerleyen bir bilgi türüdür.
4. Felsefi bilgi, birleştirici ve bütünleyicidir.
5. Felsefi bilgi, bilimsel bilgi gibi deneyle ya da gözlemle kanıtlanamaz. O sürekliliği ve yeni yorumları içerdiğinden dolayı doğruluğu açıkça saptanabilecek bir bilgi türü de değildir.
Felsefenin ele aldığı konular üç ana bölümden oluşmaktadır. Bunlar; Ontoloji (Varlık), Epistemoloji (Bilgi) ve Aksiyoloji (Değerler) dir. Buna göre Ontoloji, evrenin varlığı, nasıl meydana geldiği, evrenin içinde var olan her şeyi ele alırken; Epistemoloji, bilginin tanımı, kaynağı, ölçütü, imkanı, alanı ve kapsamını, ayrıca mantık ve bilimi konu edinmektedir. Aksiyoloji ise, din, ahlak, estetik, siyaset ve eğitim gibi temel konular üzerindeki düşünme etkinliğidir.
Bu kısa bilgilendirmeden sonra sorunun cevabına geçelim.
Bir hususu önemle belirtmek gerekiyor: Dinimizin uygun görmediği felsefe, mazideki felsefi görüşlerden çok, bu asrın gündemine oturan yanlış hayat telakkileridir. Bunların sonu, genellikle küfre, dinsizliğe çıkmaktadır. Felsefe kelimesi bu kâinatı “mana-yı ismiyle” inceleyen, yani yaratıcıyı hiç dikkate almadan sadece eserlere nazar eden “fen bilimleri” olarak kullanılmaktadır.
Bu anlamdaki felsefeye karşı çıkılması, insanların sadece akli ilimlerle uğraşıp, kendilerini ve bu âlemi sahipsiz telakki etmeleri, Allah’ı ve ahireti hiç hatırlamadan sadece dünyaya çalışmaları sebebiyledir.
Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde, dini ilimlerle fen ilimleri iki ayrı kanada benzetmiş, “talebenin himmetinin bu iki kanat ile pervaz edeceği,” uçacağı, yükseleceği vurgulamıştır. Lemaat isimli eserinde ise din ilimleri gözün siyah kısmına, fen bilgileri ise beyaz kısmına benzetmiş, her ikisinin birlikteliğiyle gözün görev yapabileceğine, ama asıl gören kısmın gözün siyahı olduğuna dikkat çekmiştir. “Nur-u akıl kalpten gelir.” diyerek, imanın mahalli olan kalbi ihmal ederek sadece akılla iştigal etmenin insanı karanlıkta bırakacağına dikkat çekilmiştir.
İşte karşı çıkılan felsefe, sadece aklı esas alan tek kanatlı ve nursuz felsefedir. Yoksa, hiç bir Müslümanın, fen bilimlerine karşı çıktığı düşünülemez. Zira, onun en mümtaz özelliklerinden biri, kâinatı ve ondaki hadiseleri Allah’ın varlığına, birliğine, sıfatlarının sonsuzluğuna delil olarak görmesi ve davasının izah ve ispatında bu fenni gerçeklerden azami derecede faydalanmasıdır.
İnsanlar madde ile fazla uğraşmaları sonucu maneviyattan uzaklaşmışlar, hayatı sadece dünya hayatı olarak görmeye, insanın gayesini de “refah içinde rahat yaşama” şeklinde belirlemişlerdir. Bu ise, insanları dinden uzaklaştırmış, dünyaya bağlamış ve sefahate yönlendirmiştir.
Olayları vahiy eksenli olarak gören ve izah eden peygamberlerle, sadece aklı esas alan felsefeciler arasındaki fikri mücadele tarih boyunca devam etmiştir. Ancak, günümüzün fen ve teknoloji asrında mazideki manada bir felsefe değil, aklın ürünü olan fen bilimlerini her konuda yeterli görme manasına bir felsefe söz konusudur. Bu asrın fikir tartışmaları, Milattan önceki felsefi akımlarınkinden çok farklıdır. Bu asırda dinden uzak kalmış bir kısım bilim adamları, tabiatı ve maddeyi, maneviyatı inkâr için birer alet olarak kullanma yoluna gitmişler, dine karşı adeta bir savaş açmışlardır. Kendi köşesinde, felsefi görüşünü dile getirmekle yetinen felsefecilerle bu asrın inançsız bilim adamları birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla, felsefenin o asırlardaki manası ile bu asırdaki manası da birbirinden çok uzaktır.
Yakın tarihe kadar, komünist ülkelerde “ateizm, evrim ve materyalizm” akımları ders kitaplarına alınmış ve dinsiz bir gençlik yetişmesine titizlikle çalışılmıştır. Gelişmiş ülkelerde ise teknolojideki baş döndürücü ilerleme sonucu, “menfaat, madde ve sefahat” toplum hayatında hükmetmeye başlamış, bunun sonucu da yine sefih ve dinsiz bir neslin yetişmesi olmuştur. Bütün bunlar insanların “vahiyden uzaklaşıp kendi akıllarının mahsulü olan batıl görüşlere sapmaları” sonucu ortaya çıkmıştır.
Buna göre bir Müslüman, gerçekte imansızlığı ve dinsizliği hedef alan felsefeye karşıdır; din ile barışık olan felsefeye hiç bir Müslüman karşı olmaz.
2
Eski kaynaklarda felsefeye "ilm-i hikmet" denilmektedir. Bu isim her fikir cereyanı için kullanılabilir mi? Bütün felsefeciler hikmet üzere midirler?
Hakîm, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir ve hikmet sahibi manasına gelir. Eşyayı bütün sebep ve neticeleriyle ve çok yönlü hikmetleriyle O takdir etmiş, O yaratmıştır.
“Hikmet: İlim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
Hikmetin “Nübüvvet” mânâsı da vardır. Peygamberlik müessesesi İlâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş, hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah’ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, her birinin bir, hatta binler vazifesi bulunduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün bu mahlûkatın kendisine hizmet ettiği insanın da büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi halde bütün bu hikmetli eşyanın gayesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalplere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için gerçek hikmet felsefede değil nübüvvettedir.
Çünkü nübüvvet mektebinde ilimle amel birlikte okutulur. Ve bu mektepte eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz.
Eşyanın hakikatinden ve gayesinden söz ettiği için felsefeye de “ilm-i hikmet” deniliyor. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, sadece lâf ile oyalanıyorsa, bu gerçek mânâsıyla “hikmet” değildir.
- Bu kâinatı ve içindeki hadsiz varlıkları yaratan kimdir?
- Bu âlemi atomdan güneşlere kadar, insanın hizmetinde koşturan kimdir?
- Gökyüzündeki binlerce gök cismini, mükemmel bir nizam ve hikmetle evirip çeviren kimdir?
- Yeryüzünü dağ ve bağlarıyla, deniz ve nehirleriyle, toprağı suyu ve havası ile, insanlara hizmet ettiren kimdir?
- İnsanı diğer varlıklara oranla, üstün bir yaratılışta yaratarak, ruhuna harika özellikler veren, o ruha akıl ve hayal gibi her biri dünya kıymetinde binlerce latif hissiyatı takan kimdir?
- İnsan bu âleme nereden gelmiştir, bu dünyadaki vazifesi nedir ve nereye gidecektir?
Her an süratle ölüme yaklaşan bir insan, ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur, dünyada rahata, ahirette saadet ve selamete kavuşur. Bu sorulara müspet cevaplar veremeyen ve insanlara bu vadide faydalı olamayan hiçbir felsefî akım “ilm-i hikmet” tarifine girmez.
3
Agnostisizm ve agnostik nedir? Bu felsefeyi çürüten deliller nelerdir?
Agnostisizm, bilinmezcilik ya da bilinemezcilik anlamına gelir. Bir şeyin varlığı veya yokluğu konusunda bilimsel bir tespitin veya ispatın yapılamayacağı manasına gelir.
Teolojik anlamda Allah'ın varlığının ya da yokluğunun, bilimsel olarak da evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akımdır. Bu akımın takipçilerine agnostik veya bilinemezci denir.
- Allah’ın varlığını ispat etmek, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılmasının aklen zorunlu olduğu, dolayısıyla da bu felsefenin yanlış olduğunu göstermek, kelamcıların asıl konusudur. Kelamcılar bu konuda imkân-hudus delili denilen bir yolla şunu söylemişler:
Kâinat bütün yönleriyle değişken bir konuma sahiptir. Her şeyin hareket halinde olması, yıldızlar dahil her alanda ölüm, yıkımları olması, gece-gündüzlerin varlığı, doğum-ölümlerin varlığı gibi gözle görülen binlerce olay kâinatın değişken bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Değişken olan her şey sonradan olmuş demektir. Çünkü ezeli olanların başına arızalar gelmez. Çünkü, arızi olma özelliği sonradan var olmanın en açık göstergesidir. Madem ki, dünya değişkendir, öyleyse sonradan var olmuştur. Madem ki sonradan var olmuş, öyleyse onu var eden bir yaratıcı vardır.
Evrendeki bütün yaratıkların varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Yani bunların var olması aklen zorunlu olmadığı gibi, yokluğu da zorunlu değildir. Buna göre Allah’ın dışında bütün varlıkların konumu, kefeleri varlık ile yokluk değerleri açısından eşit durumdadır. Bir terazinin dengede olan iki kefesinden birinin kendiliğinden ağır basması mümkün değildir, muhaldir.
Öyleyse şimdiki var olan varlıkların bu varlık kefesini tercih eden ilahî bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu aklen zorunludur.
- Kelamcıların ayrıca “eserden müessire”(sanattan sanatkâra) ve “müessirden esere”(sanatkârdan sanata) yapılan bir istidlal metotları da vardır. Birincisine “delil-i innî”, ikincisine “delil-i limmi” denir. Birinci delil için kullanılan klasik bir misal şudur: “Bir yerde duman çıkıyorsa, orada ateşin olduğunu gösterir.”(Madem kâinat sanatı var, öyleyse bu sanatı yapan yaratıcı bir sanatkâr vardır).
İkinci delil için yöne klasik bir misal şudur: “Bir yerde ateş varsa, mutlaka oradan duman çıkar.”
Madem bütün aklıselim sahiplerinin kabul ettiği, her yönüyle mükemmel, sonsuz kudret, hikmet ve ilim sahibi, aşkın bir varlık vardır. O halde onun yarattığı varlıkların olması kaçınılmazdır. Çünkü, bir şair şiir yazmak ister. Bir inşaat mühendisi, bir mimar, inşaat yamak ister, bunun gibi her maharet sahibi kendi maharetini dışa yansıtacak bir iş yapmak ister. Öyleyse, Allah da o aşkın sıfatlarının maharetlerini dışa yansıtmak ister. Öyleyse, şu kainat onun sanatıdır.
- Risale-i Nur müellifi, Kur’an’ın metodunu kullandığını söyler. Ona göre, Kur’an’da külli manada Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren iki büyük delil vardır:
a) Delilü’l-İhtiraî (yaratma / ontoloji delili). Kainatın, göklerin, yerin, yıldızların ve diğer varlıkların yaratıldığını belirten bütün ayetlerde bu delil söz konusudur.
b) Delilü’l-İnaye (gaye, amaç delili). Kâinattaki bütün varlıkların belli gayeler doğrultusunda hareket ettiğini, hiç bir yerde abes bir iş olmadığını, örneğin güneş ile gözümüz arasında, rüzgarlar ile kulaklarımız arasında, oksijen ile ciğerlerimiz arasında, gıdalar ile bünyemiz arasında açıkça görülen münasebetlerin varlığına işaret eden bütün ayetler, bu “akıllı tasarımı” gösteren gaye deliline işaret etmektedir.
Risale-i Nur'da, özellikle Asa-yı Musa ve Onuncu Söz risalelerinde bu konudaki misalleri görebiliriz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?
- Allah'ın varlığının kanıtlanması ilmi olarak mümkün müdür?
- İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?
- Allah var mı? Mantıki delilleri nelerdir?
- Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri...
4
Psikoloji gibi bir ruh ilmini neden Batı felsefesi yönlendiriyor?
Psikolojik hastalığın olmadığını söyleyen bir ilahiyatçıya şahsen hiç rastlamadık.
Modern tıbbın gelişmesine paralel olarak gelişme gösteren ruhi hastalıklarla ilgili kavram ve tedavi metotlarının batıdan bize geldiğini söyleyebiliriz. Ancak, modern çağda yakalanan rönesanstan önce Avrupa’nın cehaleti diz boyuydu. İslam alemi sosyal hayatın her alanında olduğu gibi, tıp alanında da ve ruhi hastalıklar alanında da Avrupa’dan çok önce bu konuya eğilmiş ve makul tedavi yöntemler kullanmıştır.
Nitekim, 1488’de yapılan Edirne Sultan Bâyezid Dârüşşifâsı’nda akıl hastaları tedavi edilirdi. Dârüşşifâ, günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.
Buna mukabil, XIX. asra kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından rûhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan bir varlıktı. Osmanlı’ya göre ise sadece meczûb idi. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hasta... Meczûb’un yanında mecnûn, şeydâ, dîvâne denebilir, deli demekten kaçınılırdı. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düçar olmuş insana hakaret etmemeye özen gösterilirdi.
Modern psikiyatrinin büyük kurucularından psikiatr (İngilizce: psikiatrist) Dr. Kraft-Ebing şöyle yazıyor:
“Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular." (Traité Clinique de Psychiatrie, Paris 1897, s.53)
İslam’da mecnunluk kavramı hem Kur’an hem sünnette yer almaktadır. Dinin sorumluluğu için kişinin akıllı olma gereği vardır. Dolayısıyla akıl hastalarını masum, günahsız ve suçsuz sayıyor. Bu bakış açısı tarih boyunca İslam aleminde hâkim olmuş ve insanın aklının çalışmasına engel olan bir hastalığın olduğu hususu kabul görmüştür.
Evliyâ Çelebî’nin bildirdiğine göre, (Seyahatname, 3/468-70), kendisi bizzat Edirne Sultan Bâyezid Dârüşşifâsı’nı gezip hekim ve hastalarla konuşmuştur. Orada akıl hastalarının değişik besinlerin, çiçeklerin ve musiki makamlarla tedavi edildiklerine şahit olmuştur.
Amerika’da ancak 1956’da akıl hastaları için müzik ile tedavi başlamıştır.
İslam medeniyetinde ilme verilen ehemmiyete paralel olarak tıp ilmine de büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber (asm)'in
“Allah yarattığı hastalıkların tümü için şifasını da yaratmıştır.” (Buhari, Tıb,1)
manasına gelen hadis ve benzerlerinin teşvikiyle, mevcut bütün hastalıklar için şifa aranmış ve bu daha 1-2. asırdan itibaren “et-Tbbu’n-Nebevî” adıyla sünnette yer alan hastalıklar ve onların ilaçlarıyla ilgili çalışmalar yapılmıştır.
İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi Peygamber Efendimiz (asm) devrine kadar götürmek mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastahanenin hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam'da Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir.
Bununla beraber İslâm hastahanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim Harun er-Reşid'in, yapılan her caminin yanında bir hastahanenin açılması için emir verdiği rivâyetler arasındadır. (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar. İst. 1985. s. 135)
İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği görülmektedir.
"İslâm dünyasında hastahaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı. Yâkubî ile Mes'ûdî, eserlerinde Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının tedavisine tahsis edildiklerini belirtirler."
"Mes'ûdî'nin ifadesine göre, Dayr (Dair) Hızkıl Akıl Hastahanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir."
"Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastahanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece delilerin tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastahane olmak şerefine daha layıktır. Çünkü bu müessese, batıda ancak XV. asırda ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastahanelerle mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir." (Arslan Terzioğlu, Orta Çağ İslâm-Türk hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten, XXX10/133)
İslam aleminde diğer hastalıklar yanında ruh-akıl hastalarına dair kurulan bu pratikte görülen hastanelerin varlığı şüphesiz bilimsel çalışmaların mahsulüdür.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur`an ve Psikiyatri
- Ruh hastalığı ne demektir? İnançlı insanlarda da görülür mü?
- Depresyon, stres gibi hastalıklara dinen nasıl bakmak gerekir?..
5
Allah eğer her şeyi biliyorsa ve her şeyi yapabilecek kudrete sahipse, bu bir mantıksızlık değil midir?
- Bir şeyi bilmek, o konudaki iradeyi ortadan kaldırmaz. Çünkü bilmek ile irade etmek birbirinin zıddı değil, olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü herhangi bir şeyi yapmak için onu önceden bilinmesini gerektirir. Ortada bilinen bir konu yoksa iradeyi nereye yönlendireceksiniz ki!..
- İlim sıfatı, özelliği itibariyle zorlayıcı bir yaptırım gücüne sahip değildir. Buna mukabil bir şeyi irade etmek ancak kudretle mümkündür. Kudret sıfatı ise zorlayıcı bir yaptırım gücüne sahiptir.
Örneğin, Mimar Sinan Süleymaniye camisini yaparken, önce onun nasıl yapacağını bilmiştir. Şayet bunun yıllar öncesinden dahi bilerek tasarlamış olsaydı bile, onun bu bilgisi caminin yapılmasına bir vesile olamazdı. Zira salt bilgiyle işler yürümez. Bu bilgiyi esas alarak harekete geçen güçlü bir irade gerekir. İşte Mimar Sinan önceden bilip tasarladığı Süleymaniye camisini yapmaya karar verip, iradesini ortaya koyduktan sonra yapabilmiştir. Bu çok açık mantık kuralından anlıyoruz ki, Allah’ın önceden ezeli ilmiyle her şeyi bilmesi, onun kudretli iradesini ortadan kaldırmaz.
- Konuyu daha da açmak gerekirse, sağlam bir sanat eserinin ortaya konması için hem ilim/bilgi hem de kudret ve irade gerekir. Konuya hâkim bir ilim olmadan asla güzel bir sanat eseri meydana getirilemez. Zira cehaletten kaynaklanan bir harika sanat eserinin varlığını tasavvur etmek için Sofist Felsefeciler gibi akıldan istifa etmek gerekir.
Keza, eğer sadece bilgi tarafından işlerin yapılabileceğini iddia eden varsa, o zaman bilgili fakat felçli, yaşlı, güçsüz bir ustanın bizzat eliyle bir apartman dikebileceğini; bilgili ama doğuştan görme özürlü olan birinin görebileceğini, bilgili ama duyma özürlü olan bir kimsenin duyabileceğini ispat etmesi lazım gelir ki, böyle bir şey imkânsızdır.
İlmi bir kuraldır; dengede olan terazinin iki kefesinden birinin ağır gelmesi mümkün değildir. Bunlardan birinin ağır gelmesi için dışarıdan bir müdahale gerekir. Hangi tarafa bir gram ağırlık konursa o kefe diğerine fark atar. Bu bir gram ağırlığın konması ancak birinin irade ve kudretiyle gerçekleşir. Yoksa bir kimse yanındaki dengede olan iki kefeden birine bir ağırlık konmasıyla dengenin bozulacağını bilmesi bu dengeyi bozmaya yetmez. Senelerce kalsa, konuya kudretli bir irade müdahale etmediği sürece bu denge bozulmaz..
Bunun gibi, kâinatın/evrenin var olup olmaması aynı seviyededir. Yokluğu da varlığı da zorunlu değildir. Nitekim bu günkü fen bilim adamları evrenin yaklaşık 15.000.000.000. sene önce yaratıldığını söylüyorlar. Demek ki yaratılmadan önce evrenin olmadığında, ne aklen ve ne de realite bazında herhangi bir problem de yoktu. Çünkü akli muhakemede varlıklardan sadece yaratıcı olan Allah’ın varlığı zorunludur. Kelamcı ve felsefecilerin ona “Vacibu’l-vicud” (varlığı zorunlu olan) unvanını vermeleri bundan kaynaklanıyor.
O halde, evrenin bulunduğu muhammen terazinin bir kefesinde yokluk, diğer kefesinde varlık dengededir. Varlığı yokluğu eşittir. Bu dengenin kendiliğinden bozulması aklen muhaldir. Ama ortada realite vardır; varlık kefesi, yokluk kefesine ağır basmış ve evren var olmuştur. Bunun kendiliğinden olması imkansız olduğuna göre, önceki misallerimizde olduğu gibi, dışarıdan bir müdahale gerekir.
İşte bu konuda müdahil olan Allah’ın iradesidir. Eskilerin eskimez ifadeleriyle “Tereccüh bila müreccih muhaldir.” (konumuzla ilgili: varlık tarafının kendiliğinden yokluk kefesine baskın gelmesi imkânsızdır).
Madem varlık tarafının yokluk tarafına kendiliğinden ağır gelmesi ve evrenin yokluktan kendiliğinden çıkıp varlığa merhaba demesi imkânsızdır... O halde bu dengeyi bozan varlık tarafını iradesiyle tercih eden Allah’ın ezeli iradesidir.
- Samanyolu galaksisinin varlığının çok yeni olduğu kabul edilmektedir. Allah, evrenin diğer parçaları gibi elbette bunu da ezeli ilmiyle biliyordu. Biliyordu; hem de ne zaman nerede ve nasıl olacağını da biliyordu.. Fakat onun bu bilgisi bunun varlığını zorlamamıştır. Çünkü bu işi yapan kudretli iradedir. Hatta bu iddiayı ortaya atan kişinin varlığı dahi Allah’ın ezeli ilminde vardı. Fakat görüldüğü üzere ancak belirli bir yıl önce dünyaya gelmiştir. Demek bir şeyin var olması, Allah’ın sonsuz ilim, irade, hikmet ve kudretini gerektirir.
- Bu iddia, biraz da orta çağ karanlıklarında cahil halk kitlesine karşı ukelalık eden bir kısım akılsız filozofların ortaya attığı ve her şeyin zorunlu olarak Allah’tan varlığa çıktığını savunan “SUDUR” nazariyesinin yeniden hortlanmasıdır.
Oysa, bu nazariye artık antik çağın çöplüklerinde kalmaya mahkum olmuştur. Zira bugün modern ilimler sayesinde, bir harfin yazarsız, bir iğnenin ustasız, bir mahallenin bile muhtarsız olmayacağını çok iyi bildiğinden, bu kâinat kitabının yazarsız, bu evren apartmanının ustasız bu varlık memleketinin muhtarsız, yani irade ve istediğini yapabilen tercih sahibi bir yaratıcı ve idareci olmadan olamayacağı gündüz gibi aydınlık, güneş gibi parlak bir hal almıştır. Yeter ki bu güçlü hakikat ışığı karşısında aklın gözü kamaşmasın...
6
Allah'ın yalan söyleme ihtimalini hiç düşündünüz mü?
- Yalan söylemek, genellikle ya âcizlikten, ya da korkudan kaynaklanır. Örneğin bir kişi, bir iş yapmaya söz verebilir, ancak onu söz verdiği zamanda yapmayabilir. Dolayısıyla bu kişi âcizliğinden ötürü yalan söylemiş olur.
Böyle bir kimsenin özrü, genel olarak -bazı sebeplerden dolayı- bu işi yapamadığı/âcizliğinden dolayı yerine getiremediği şeklinde olur.
Bununla beraber, bu kişinin ilgili iş yapma konusunda söz verdiği kimseler, mafya türü katil kimseler veya devletle ilgili olup sonunda hapis olan bir konu ise, bu kişi mafya tarafından öldürülmek veya devlet tarafından hapse atılmak korkusundan uygun bir mazeret uydurması, yalan söylemesi söz konusu olabilir.
Bu misallerden de anlaşıldığı gibi, yalan söylemenin önemli faktörleri âcizlik ve korkudur.
Bu pencereden konuya baktığımız zaman, kâinatın şehadetiyle sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın hiç bir konuda âciz olmadığı, söz verdiği konuda kendisine mani olan hiç bir engelin bulunmadığı, tartışmasız bir gerçektir.
Keza Allah’ın, sonsuz kudret sahibi bir varlık ve her şeyin bizzat yaratıcısı olarak herhangi bir şeyden korkması ne dinen ne de aklen mümkündür.
- Bunun yanında, yalan söyleyenler genellikle şeref ve haysiyetini düşünmeyen kimselerdir. En güzel, en mükemmel, en aşkın, en kutsal isim ve sıfatların sahibi ve her türlü noksandan münezzeh olan Allah’ın lüzumsuz yere, hiç bir ihtiyacı olmadığı halde, yüce şanına asla yakışmayan yalana tenezzül etmesi, elbette mümkün değildir. Böyle bir ihtimale ihtimal vermek ancak yalanın ne kadar onur kırıcı olduğunu kavramayan yalancıların işi olabilir.
Demek ki, sonsuz ilim ve kudret sahibi, nihayetsiz izzet ve azamet sahibi ve bu kâinatın yegâne yaratıcısı ve hâkimi olan Allah’ın, -haşa yüz bin defa haşa- yalan söyleme ihtimali, hiç bir zaman bilimsel bir ihtimal dairesinde olamaz. Yani mantık açısından hiç bir zaman bir değer ifade etmez. Çünkü, bir ihtimalin bir değer ifade etmesi için, o ihtimale ihtimal kazandıran bir emarenin, bir işaretin, makul bir sinyalin bulunması gerekir.
“Herhangi bir emareden kaynaklanmayan bir ihtimalin ilmî hiç bir değeri yoktur.” prensibi, güçlü ve bilimsel bir mantık kuralıdır. Bunun doğruluğuna binlerce delil vardır. Eğer bunun aksine, hiç bir ihtimali olmayan bir şeye ihtimal veren bir kimse olursa, bu takdirde onun hayal dünyasına hapsolması gerekir.
- Acaba hangimiz, “her an ölebilir” ihtimaline dayanarak çocuklarımızı okumaktan alıkoyarız?
- Hangimiz, Karadeniz’in şeker havzası olduğuna ihtimal veriyoruz?
- Hangimiz her an deprem olur ihtimaliyle evlerimizi terk edip dışarılarda sürünmeyi göz alıyoruz?
Allah’ın kusursuz ve en mükemmel olan isim ve sıfatlarına yemin ederiz ki, Allah’ın yalan söyleme ihtimaline ihtimal kazandıran hiç bir emare yoktur, hiç bir zorunluk yoktur, hiçbir korku yoktur.
Bir insan olarak, ama mükemmel bir peygamber olarak, “Muhammedü’l-Emin” (asla yalan söylemeyen insan, her konuda güvenilir peygamber) ünvanını kazanan bir kişi olarak Hz. Muhammed (asm), dünyanın ve yakınında bulunan arkadaşlarının şehadetiyle yalana tenezzül etmediği halde, onun rabbi olan, onu terbiye eden, onun hakiki muallimi olan Allah’ın böyle bir çirkinliğe tenezzül etmezi mümkün mü?
Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan, hiç bir varlığı yaratmaya mecbur olmayan, hiç bir insandan korkmayan, hiç bir varlık tarafından kendisine ne bir zarar ne de bir yarar dokundurması söz konusu olmayan Allah’ın, insanlara karşı blöf yapmasının ne anlamı var ki..? Sonsuz ilim ve hikmeti, nihayetsiz izzet ve ciddiyeti, sınırsız azamet ve kutsiyeti böyle alçak bir şeye tenezzül eder mi? Haşa yüz bin defa haşa!
Aşağıdaki ayetlerde Allah, bu gibi şeytani vesveseleri bertaraf etme adına açıkça ilan ediyor ki, Allah doğru sözlüdür:
“Allah, o hak mabuddur ki Kendisinden başka hiçbir ialh yoktur. Kıyamet günü hepinizi bir araya toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/87)
“İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/122).
“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir.O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir.” (Enam, 6/115)
“Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük cennete sevkolunurlar. Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca cennet bekçileri 'Selâm olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak üzere, giriniz oraya!' derler. Onlar şöyle karşılık verirler: 'Hamd-ü senalar olsun o Allah’a ki sözünde durdu ve dilediğimiz yerinde oturacağımız şekilde bizi cennete yerleştirdi. Çalışanların mükafatları ne güzelmiş!'” (Zümer, 39/73-74)
- Kırk yönden mucize olan Kur’an’ın bu gibi açık beyanları ortada iken, şeytanın bir vesvesesine kapılmak, nefsin bu gibi hezeyanlarına değer vermek gerçekten akl-ı selime aykırıdır. Şüphesiz bu gibi vesveseler hepimize gelebilir, ancak bize düşen buna ehemmiyet vermemektir.
7
Doğru bilgi hakkında Gazali ve Bediüzzaman’ın düşünceleri nelerdir?
İmam Gazali ve İmam Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşleri diğer İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşlerine uygundur. Bu konuda, bilginin temel unsurları olan ve bu bilginin bize ulaşmasını sağlayan “doğru bilginin” yollarının tespiti önem arz etmektedir. Doğru ve kesin bilgi yolları üçtür:
a) Havass-ı selime denilen sağlam duyu organlarıyla idrak edilen bilgi. Gözle gördüğümüz bir ağaç, kulağımızla işittiğimiz bir ses buna örnek olabilir.
b) Aklıselim denilen donanımlı bir altyapıya sahip fikir ve düşünce sistemiyle algılanan bilgi. Aklıselim, vahyin ışığında terbiye görmüş, ilimle ve irfanla donanmış, objektif bir perspektif kazanmış bir düşünce sisteminin adıdır.
c) Haber-i sadık denilen yalan olma ihtimali bulunmayan bir kaynaktan gelen bilgi. Bu sadık haberlerin başında Allah’ın indirdiği vahiyler ve mütevatir hadisler gelir.
Bu üç bilgi edinme yolu, alimlerin ittifakıyla doğru bilginin tespit yollarıdır.
Bunun yanında alimler arasında tartışmalı da olsa, doğru bilginin iki yolu daha vardır. Bunlardan biri, ilham, diğeri ise, kalbe aniden gelen ve fikrin sürat-i intikalinden ibaret olan hads-i sadıktır. Bu ilham nevinden bir sezgidir.
8
Freud, insanlarının bir yaratıcıya inanmalarının sebebinin çocukluktan kaynaklandığını iddia ediyor. Böyle düşünen birinin haklılık payı nedir?
Böyle düşünen birinin hiçbir haklı payı yoktur. Çünkü;
- Çocuklarda olan nice duygular var ki, büyüdükten sonra onları terk edebiliyorlar.
- Bu çocukluk duygusu -babaya hayran olmak gibi, büyüklere karşı saygılı olma duygusu- neden insanda vardır, bunu kim ona koymuştur? Bu hayranlık duygusu yerine nefret ve küçük görme duygusunun olmamasında hangi Psikanalist analizi söz konusudur?
- Çocukken bebeklerin annelerine karşı besledikleri tutkunluğu, onların memelerinden süt emmelerini cinsellik duygusu olarak algılayan Freud’un psikolojik durumu, herkesten daha çok analiz edilmeye değmez mi?
- Şu bir gerçektir ki, insanın yaratılışında var edilen bir duygu vardır ki, insanlar kendilerinden çok büyük varlığa dayanmak ister. Çok güçlü bir kaynaktan yardım almak ister. Eskilerin eskimez ifadeleriyle “istinat ve istimdat” noktaları insanların yaratılışında vardır. Bu iki noktanın tatmin edilmesi ancak Allah’a iman etmekle mümkündür. Zaten, bu duygunun tesadüf eseri olarak insanda var olması düşünülemez. Tek makul izahı, onun -kendini fıtri olarak her zaman iç alemlerinde hissettirmek için- yaratıcı tarafından insanlarda var edilmesidir.
- Allah’ın varlığını gösteren binlerce ilmî, dinî, akli deliller ortada iken, FREUD’un vehim ve vesveselerine değer vermek aklın kârı değildir.
- Aslında bir Yahudi asıllı olan FREUD’un bu psikolojik tahlilini, onun bağlı bulunduğu Yahudilik düşüncesinde arama gerekir. Çünkü Yahudilikte, Yahudileri döven, öldüren, cezalandıran sert bir imaja sahip milli bir ilah anlayışı vardır. Freud’un bu psikolojik tahlili çocukluğundan beri edindiği bu kültürün bir sonucudur.
Halbuki İslam’da sonsuz rahmet sahibi bir Allah imajı her zaman ön plandadır. Kur’an surelerinin başında kendini Rahman ve Rahim olarak takdim eden, bütün günahları bağışlayan, İslam ümmetini hiç bir zaman helak etmeyen, Hz. Muhammed (asm)’i alemlere rahmet olarak gönderen, dünyadaki cezaları dahi birer şefkat tokadı olarak değerlendirilen, rahmetinin yüz derecesinden sadece birini bu dünyaya yayarak bütün canlıların ondan istifade ettiklerini, ahirette ise doksan dokuz rahmetini ortaya koyacağına inanılan sonsuz bir rahmet kaynağı imajına sahip bir Allah inancının, FREUd’un bu vesveselerini bir anda yıkmaya yeteceğini düşünüyoruz...
9
Felsefedeki arke hakkında bilgi verir misiniz?
Arkhe kavramı antik Grek felsefesinde tüm var oluşun kendisinden kaynaklandığı ilk madde anlamında kullanılmıştır.
Filozoflar “su”, “hava”, “ateş”, “atom” gibi materyalleri ilk madde olarak değerlendirdikleri gibi, “sonsuzluk”, “değişim”, “hareketsiz ilk hareket ettirici”, “bir” gibi soyut nitelikleri de varlığın kendisinden kaynaklandığı ana prensipler olarak öne sürmüşlerdir.
Risale-i Nur’da ise her şeyin kendisinden kaynaklandığı ilk ilkesel nur olarak “hakikat-ı Muhammediye” ve bu ilkeden kaynaklanan ve bu ilksel nurun formu olduğu anlaşılan “aciniyye” adlı ilksel bir maddeden bahsedilmektedir. (bk. Mesnevi-i Nuriye, s. 121; Mektûbat, s. 308)
Bilgi için tıklayınız:
- Levh-i Mahfuz yaratıldıktan sonra mı Peygamberimiz'in nuru yaratılmıştır, yoksa ilk yaratılan Peygamber Efendimiz'in nuru mudur?
10
Kendimizi bile tam anlamıyla anlamadığımız halde, Allah bizleri niçin yaptıklarımızdan sorumlu tutar?
İslam’da “insana gücünün ötesinde bir sorumluluk yüklenmez” (Bakara, 2/285) prensibi vardır. Bu prensibe göre biz aklımızın nasıl analitik sentezler yaptığından, düşüncelerimizin nasıl oluştuğundan, beynimizin nasıl çalıştığından vs. sorumlu tutulmayız.
Sorumlu olduğumuz alan, aklımızın erdiği hususlardır. İslam’da çocukların ve delilerin yaptıklarından sorumlu tutulmamalarının (Buharî, Hudûd, 22) sebebi de budur.
Bu nedenle hiç kimse, İslam dininin insanı sorumlu tuttuğu söz ve fiillerin “nasıl yapılacağını bilmem” diye bir mazeret üretemez. Gerek iman gerek İslam esaslarının hepsi insan tarafından rahatlıkla anlaşılabilir, yapılabilir hususlardır.
Bugün şoförlerin belki de büyük çoğunluğu araba motorunun nasıl yapıldığını, nasıl çalıştığını, bozulduğu zaman nasıl tamir edileceğini bilmez. Fakat arabayı buna rağmen kolaylıkla ve maharetle kullanmaktadır ve iradesiyle yaptığı hatalardan da sorumludur...
Bugün insanların kavrama kabiliyetlerinin/akıllarının olup olmadığı artık bilimsel kriterlerle tespit edilmektedir. Aklın olması ise, kişinin özgür iradesi ile yaptığı işi tercih ettiği anlamına gelir. Ve evrensel ceza hukukları bu kriterlere göre kişiye sorumluluk alanını tayin etmektedir.
Sonsuz ilim sahibi Yüce Yaratıcı karşısında insanın üretebileceği bir bahane olabilir mi?
İnsan için bu dünyada bir tek bahane var; o da baş ağrısı; “Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane...”
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır; değilse hangi fiillerinden sorumludur?
11
İbni Rüşd, akıl dinden üstündür, demekle neyi kastetmiştir?
İbn Rüşd’e göre, şeriat ile hikmet, akıl ile akide arasında bir çelişki söz konusu değildir. (bk.İbn Rüşd, Faslu’l-Mekal fi ma beyne’l-hikmeti ve’ş-şriati mine’l-ittisal)
İslam alimlerinin ittifakıyla, peygamberin hak peygamber olduğunu gösteren mucizelerinin akılla ispat edilmesi gerekir. Çünkü, peygamber davası naklidir. Nakli olan bir haberin makbul olması da ancak aklın tartısıyla mümkündür.
Kur’an’da prensip olarak aklın ön plana çıkartılması, bütün konuların akla kabul ettirilmesi, bu gerçeğin delilidir. Bu sebepledir ki, İslam alimleri şu noktaya dikkat çekmişlerdir:
“Aklın yıkılması, naklin yıkılması anlamına gelir. Çünkü, nakli bir mesele olan iman ve vahiy hakikatlerini ispat eden ölçü, akıldır. Aklın olmadığı yerde ne nakilden ne de vahiyden söz edilebilir.”
Bu açıdan konuya bakıldığında, İbn Rüşd’ün “Akıl dinden üstündür.” manasına gelen sözünü anlamak mümkündür.
Nitekim, İslam’da dini mükellefiyetlerin muhatabı akıl sahiplerdir. “Akıl-bâliğ” olma şartının gerekçesi, düzgün çalışan bir akıl çağını yakalamaktır. Akıl hastasının dini de yoktur, sorumluluğu da olmaz. Yani, akıl olmazsa vahyin bir değeri olmaz, çünkü muhatap bulamaz. Oysa, vahisiz de aklın fonksiyonu söz konusudur. Binlerce dinsizin varlığı bunun göstergesidir.
Ancak burada şu hususu da belirtmek fayda vardır:
Allah’ın insanlara hediye ettiği üç hidayet yolu vardır.
İlk mertebede olanlar havass-ı selime denilen duyu organlarıdır. Fakat en kuvvetli duyu organımız olan gözümüzün bizi çoğu kez yanılttığını biliyoruz. Örneğin, yerküresinden defalarca büyük olan bir yıldızı bize çok küçük gösteriyor. Sonuçta akli ilimler onların büyüklüğünü göstermiştir.
İkincisi akıldır. Bu hidayet rehberi duyu organlarından daha üstündür.
Üçüncü mertebede olan ise vahiydir. Vahiy gerçeği ancak akıl ile doğrulanabilir. Bu açıdan akıl vahiyden daha önceliklidir denilebilir.
Ancak, akıl -örneğin- Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu tasdik ettikten sonra, artık -birçok konuda- kendini devreden çıkarır ve “bundan böyle vahye tabi olmanın gereğini" emreder.
Bu açıdan bakıldığında, bu üç hidayet rehberlerinden vahiy en üst mertebededir. Ama prensip olarak, vahiy yine de aklın varlığına muhtaçtır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İslam'da akıl ve kalp ne demektir? Kalp mi merkez yoksa akıl mı? ...
12
Vücudu muhal olan alemleri nasıl anlamalıyız? Bir mümkünün vücub mertebesine çıkması veya Cenab-ı Hakk'ın ademe düşmesi gibi bu muhal olan alemi Allah mı yokluğa itmiştir?
Hiçbir şey var olmadan önce “şey” bile değildir. Varlığı kendinden olan ve ezeli olan Allah’tan başka hiçbir şey kendiliğinden yokluktan varlık sahasına çıkamaz. Aksi takdirde her varlığı ezeli kabul etmek gerekir.
Mümkün kavramı, bir yerde var olan eşyaya bakmıyor. Sadece aklen yokluğu ile varlığı arasında fark olmayan, akli açıdan yokluğu veya varlığı zorunlu olmayan bir tasavvur unsurudur. Allah’ın bir şeyi yokluğa atması demek, onu varlıktan alıp yokluğa atması anlamına gelir. Halbuki mümkün için böyle bir tasavvur gerçek değildir. Zira ortada bir varlık yoktur.
Tekrar edelim ki, soruda düşündüğümüz şekilde varlığa çıkan yok ki, yokluğa itilmiş olsun. Yalnız şu vardır ki, adem-i mutlak yoktur. Allah’ın ezeli ve sonsuz ilmi adem alemlerini de ihtiva etmektedir. Gerçek manada bir adem / yokluk alemi yoktur. Çünkü her şey ya ilmi vücuduyla veya harici vücuduyla vardır. Çünkü Allah’ın kuşatıcı ilmi daha varlık sahasına çıkmamış yokları da içine alır. Ancak henüz var olmayanlar için “şey” tabirini kullanmayız veya tolerans avansını verdiğimiz bir mecaz olarak kullanırız.
Eşyada vücut mertebeleri farklıdır. Bunların hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhardır. Fakat taayyunat-ı şahsiyeleri itibariyle çok perdelerden geçerek olgunlaşırlar.
Kendi açımızdan sözün özü şudur:
“İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”
13
Kötülüğü emredenin şeytan olduğunu nereden bileceğiz, nefis olamaz mı?
- Şeytanın varlığı Kur’an ve sünnetle sabittir. İmanı olmayan kimselere şeytanın varlığını ispat etmek kolay değildir.
- Kur’an’da cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğu bildirilmiştir. (bk. Nas Suresi) O halde şeytan görevini yapan kimselere bakıp şeytanın varlığını anlayabiliriz.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle;
“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat'iyyettedir. Eğer onlar maddî cesed giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: 'İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.'" (bk. Lem'alar, s. 82)
Bu işin bir yönü...
- “Bize kötülüğü telkin edenin şeytan mı yahut nefsimiz mi olduğunu nereden bileceğiz?” manasındaki soruya gelince:
a) Önce dinin pratiğinde telkin edilen kötülüğün kaynağı ne olura olsun fark etmez. Çünkü neticesinde Allah’a karşı isyan fiilinin işlendiği bir telkinin kaynağına göre değil, işlenen suçun konumuna göre ceza verilir.
b) İnsanın içine doğan telkinlerden kötü olanların kaynağını ilmen tespit etmek imkânsız gibidir. Kalpten bunu hissetmek ise has ve büyük zatlara özel bir keyfiyettir. Hatta bu haslar arasında bunu fark edenlerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Bunlar bile her zaman bunu fark etmezler. Bu sebeple, dinen bilmeye mecbur olmadığımız bir konu hakkında fikir yürütmeye çalışmak bizi lüzumsuz yorduğu gibi, mesul de edebilir. Nitekim,
“Hakkında bilgin olmadığı şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi organların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsra, 1//36)
mealindeki ayette, insanların bilgilenme alanı dışında kalan hatlarda arama yapmalarının sakıncalı olduğuna işaret edilmiştir.
c) Kalbin bir tarafında iyiliği ilham eden melek yuvası (kuvve-i melekiye), diğer tarafında kötülüğü telkin eden şeytan yuvası (kuvve-i şeytaniye) bulunur. Kalb, hem iyiliği hem kötülüğü kabul edebilen NÖTR bir vaziyettedir. Ancak, kalbin ayarını bozmasıyla işlerin ayarı bozulur. Mesela, NÖTR konumda olan bir kalb, eğer rotasını değiştirip nefsin heva ve hevesine meyil ederse, bu takdirde şeytanın vesveselerine kapı açmış olur. Ve bu fırsatı değerlendiren şeytanın askerleri hücuma geçip, kötü söz ve eylemlerin kalbi istila etmesine zemin hazırlamış olur. İşte bu noktada nefs-i emmare ile şeytanın birlikteliği söz konusudur. Şeytan çalar, nefis de oynar.
Şayet kalb bu NÖTR vaziyetini heva ve heves yerine Allah’ın emir ve yasaklarına yönelerek değiştirse ve takvaya sarılıp nefisle mücadele etse, bu takdirde melekler kalbin sahasını doldururlar ve iyi söz ve eylemlerin olması için hayırlı şeyleri ilham ederler. (Krş. Gazali, İhya, 2/229-230)
d) Nefis, telkin ettiği bir şeyde ısrarcı olur, çünkü maksadı sahibini sıkıntıya sokmak değil, kendi arzusuna kavuşmaktır. Onun için arzu ettiği şey ne ise o konuda daima ısrarcı davranır. Şeytanın maksadı ise kişiyi aldatmak, yoldan çıkarmaktır. Bu sebeple o belli bir konuda ısrarcı olmayabilir. İnsanı bir konuya yönlendirmediği zaman orada boşuna ısrarcı olmaz, kişiyi başka çekici bir konuya yönlendirmeye çalışır.
Bu nedenledir ki, bazı alimler bu ısrarcı tutumu esas alarak insana yapılan telkinin şeytandan mı yoksa nefisten mi geldiğini öğrenmeye çalışmışlardır.
Bizim için esas olan, gelen telkinin dinî bakımdan iyi mi, kötü mü olduğudur. Kaynağı ne olursa olsun, Allah’a isyan etmeye yönelten her telkine karşı imanî bir duruş sergilemektir.
Özetle denilebilir ki, şeytan ile nefis çoğu zaman aynı işte birleşebilirler. Ayrı düştükleri zaman, eğer telkin edilen konuda bir ısrar varsa, kuvvetli ihtimalle bu nefisten gelen bir telkindir. Şayet yapılan telkinde beli bir konuda ısrar yoksa, aksine bir kötülükten başka benzeri bir kötülüğe yönlendirme varsa -kuvvetli ihtimalle- bu şeytanın telkinidir.
14
Kur'an-ı kerime “bakmak” ve “görmek” arasında fark var mıdır?
- Bakmak ile görmek arasında -genel anlamda- ince bir fark vardır. Bakmak: insanın yüzüyle gözüyle bir şeye doğru yönelmesi demektir. Bu yöneliş, bakılan nesneyi yakından tanımaya, idrak etmeye, kavramaya, anlamaya yönelik ise, buna görmek denir. Eğer bu bakışta kasıtlı bir tecessüs, tanımaya yönelik bir tahassüs, bir bakış yoksa, buna görmek değil, bakmak demek daha doğru olur.
Buna yaygın olarak bilinen meşhur bir misal verecek olursak şunu söyleyebiliriz: Bir insan uzakta olan bir cisme dikkatle bakmakta iken, yakından gözüne ilişen şeyleri fark etmez. Keza çok yakın bir nesneye bakarken, uzaktan göze ilişen şeyler fark edilmez. Demek ki, her bakmak görmek değil, fakat her görmek aynı zamanda bakmaktır.
- Bu açıklamalar ışığında Kur’an-ı Kerime bakmak ile görmek arasındaki farka bakacak olursak;
Kur’an’ı gözleriyle yüzünden okuyan, fakat kalbi gaflet içinde olan bir kimse Kur’an’a bakıyor, fakat görmüyor.
Keza, aslında manasını bildiği halde, Kur’an’ın manasını düşünmeden aceleyle ayetleri okuyup hatmetmek isteyen kimse de Kur’an’a bakıyor, fakat görmüyor. Yani manasını kavramıyor...
- İslam literatürüne göre, Kur’an’ı yüzünde okumak daha sevaplıdır. Çünkü yüzünden okumakla kişi hem gözleriyle Allah’ın kitabına bakıyor hem de kalbiyle onun mesajlarını algılıyor. Yani hem bakıyor hem de görüyor...
Rabbim bize gerek kâinat kitabında gerek vahiy kitabında baktıklarımıza görmeyi nasip eylesin. Âmin!..
15
İmtihan sırrının Allah’a bakan yönü nedir?
a) Evvela, elmas ruhlu olanlarla kömür ruhlu olanların birbirinden ayrılması, insanların durumuna baksa bile, bunu isteyen -insan değil- Allah’tır. Demek ki, bu olumlu ve olumsuz yapıların birbirinden ayrılmasını isteyen Allah’tır. Allah, böyle bir tabloyu görmek ister. Ezeli ilmiyle neyin nasıl olacağını bilmesi ayrıdır, dış dünyada bunların tezahür etmesi ayrıdır. İmtihanda, dış dünyada yansımaların görülmesi söz konusudur.
“Müminler sadece 'İman ettik.' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 29/2-3)
mealindeki ayetlerde, Allah’ın iyilik ve kötülüğün bizzat dış dünyada tezahür etmesini sağlamak için imtihan açtığına işaret edilmiştir. Demek ki, elmas ruhluları ve kömür ruhluları belirlenmesi hususu Allah’ın kendisiyle yakından ilişkisi vardır.
b) İmtihanın en önemli boyutu, imtihanın neticesidir. Kazananlarla kazanmayanların durumunu değerlendirmektir. Bu değerlendirmenin yapıldığı ahiret âlemi, Allah’ın sonsuz adaletinin yansıma alanı bulduğu bir yer olacaktır. Çünkü dünya, ilahî adaletin tamamen tezahür etmesine elverişli değildir. Allah kâinatta -âdeta- sayısız sanat eserlerini yaratmakla kendi yaratıcılığını görmek istediği gibi, adaletinin bütün tezahürlerini -öteki âlemde- tam olarak görmek için de burada imtihanı düzenlemiştir.
c) Allah’ın sonsuz rahmet ve keremi vardır. Bu kerem ve rahmetin tecelli etmesi, lütuf ve ihsanların devam etmesi, ancak ebedi bir âlemin varlığıyla mümkündür. (bk. Nursi, Sözler, Onuncu Söz)
Cennet böyle bir görevi yapmaya elverişlidir. Ancak, Allah’ın sonsuz rahmetinin tecellisi, rahmete layık olanlara yönelik tezahür etmek ister. Yoksa iyilerle kötülerin aynı kefeye konması, rahmetin dikkatli tecellisiyle bağdaşmadığı gibi, hakiki adaletle de bağdaşmaz.
d) Allah’ın celal ve cemal şeklinde tecelli eden iki tür sıfatları vardır. Bu farklı sıfatlar, farklı tecelli etmek ister. Nitekim O, Rahman ve Rahîm olarak kendini bize takdim ettiği gibi, Azîz ve Celil olarak da kendini bize tanıtmaktadır.
Rahmet ve şefkat itaat edenleri mükâfatlandırmak suretiyle onları kucaklamayı istediği gibi, izzet ve celal de isyan edenleri tokatlamak suretiyle onlara hadlerini bildirmek ister.
Cennet ve cehennem bunun için vardır. İmtihan olmazsa, cennet ve cehennem olmaz. Cennet ve cehennem olmazsa ezeli ve ebedi olan bu farklı sıfatların ebedi olarak tezahür eden tecellileri olmaz.
e) Allah’ın verdiği kararlar bir illete bağlı değildir; Onun tercihi illetin kendisidir. Örneğin, dünyayı yoktan var etmesi, bunu gerektiren bir illetten ziyade onun tercihinin sonucu olarak var olmuştur. Allah’ın kendi celal ve cemalini görmek istemesi, işin bir hikmetidir. Karar mercii olan Allah’ın tercihi başka bir sebep istemez.
Bu açıdan bakıldığı zaman, denilebilir ki, imtihanın açılması Allah’ın bir tercihidir; isteseydi açmayabilirdi. Fakat “imtihanın olup olmaması” konusunda tercihini “bunun olması” yönünde kullandığı için imtihan olmuştur.
“Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık. Lâkin 'Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.” (Secde, 32/13)
mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiştir.
16
Gazali, Aristo mantığının Kur'an'dan çıkarılabileceğini söylemiş midir?
- Mantık, bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını yapan disiplindir, doğru düşüncenin aletidir. Önceleri bir felsefe dalıyken daha sonra kendi başına bir ihtisas alanı olmuştur. Matematik ve Bilgisayar Biliminin de parçası haline gelmiştir. Bir disiplin olarak Aristoteles tarafından kurulmuştur. Aristoteles'den etkilenen Farabi tarafından iki kısımda kategorize edilmiştir.(düşünce ve sonuç) İbni Sina geçicilik ve içerme arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Çağdaş zamanlarda Frege, Russell ve Wittgenstein önemli katkılar yapmıştır. (Vikipedi)
- Aristo mantığına zaman içinde hem batı hem İslam dünyasından önemli eleştiriler yöneltilmiştir. Ancak mantığın genel kuralları genellikle değişmez. Yalnız bazı detaylarda farklılıklar olabilir. Her ilimde olduğu gibi Aristo mantığına da daha sonra yapılan katkılar elbette oluştur.
İslam aleminde Farabi ve İbn Sina’nın da bu mantığa katkıları olmuştur. Medreselerde okutulan “İsağuci” ve benzeri mantık eserleri de bu mantığın açıklamalarıyla özdeştir. Yalnız XIX. asra kadar tamamen “Aristo Mantığı” unvanı hâkim idi. Daha sonra genel mantık adıyla yaygınlık kazandı.
- Mantığın genel ilkeleri şöyledir:
a) Özdeşlik ilkesi: Bir şey ne ise odur. Buna göre bir mantık önermesinde her kavram kendisiyle aynı olmalıdır.
b) Çelişmezlik ilkesi: Bu prensibe göre bir şeyin hem kendisi hem de başkası olması mümkün değildir.
c) Muhal olma (imkânsızlık) ilkesi: Bu ilkeye göre bir mantık önermesi ya doğrudur ya yanlıştır. Hem doğru hem yanlış olması imkânsızıdır. Örneğin bir zaman dilimi ya gecedir ya gündüzdür. Aynı anda hem gece hem gündüz olması mümkün değildir. “İctima-ı zıddeyn”in muhal olması prensibi buna imkân vermez.
- İmam Gazali mantık ilmine özel önem atfeder. Ona göre mantık, doğru tanım ve kıyası, yanlış tanım ve kıyastan, kesinlik ifade eden bilgileri, kesinlik ifade etmeyen bilgilerden ayıran bir ilimdir. Mantık ilmi, diğer bütün ilimlerin ölçüsü konumundadır. (Gazali, Makasıdu’l-Felasife, (tahk. Süleyman Dünya), Mısır, 1961, s. 36).
- Ayrıca Gazali’ye göre “Şiire göre vezin, iraba göre nahiv ne ise, akli delillere göre mantık da o dur. Zira, şiirin ölçüsüz olanı vezinli olanından ancak şiir vezinleri ile, irabın doğru olanı hatalı olanından nahiv yoluyla ayrıldığı gibi, akıl yürütmelerin doğru olanı yanlış olanından ancak bu kitabın (Miyaru’l-İlm fi Fenni’l-Mantık) verdiği mantık ölçüleri ile ayrılır....” (Gazali, Miyaru’l-İlm, (nşr. Süleyman Dünya), Kahire, 1961, s. 59-60)
- İmam Gazali, mantık kurallarının Kur’an’ın üslubu ile barışık olduğunu, mantıkta kullanılan kıyas ve istidlal metodunun Kur’an’ın ifadelerinde de bulmanın mümküğn olduğunu belirtir.
Aristoteles’e Muallim-i Evvel Farabi’ye de Muallimi Sani denmesinden rahatsızlık duyduğu anlaşılmaktadır. Aynı eserde ilk öğreticinin Allah, ikinci öğreticinin Cebrail ve üçüncü öğreticinin de Peygamberler olduğunu ifade ederek mantığın kaynağını vahye dayandıran Gazali, el-Kıstasu’l-Mustakim adlı eserinde mantığın temel konularından olan kıyas çeşitlerini “ölçü=mizan” olarak isimlendirmekte ve buna delil olarak da “Rahman, 1-9” ve “Haddid, 25.” ayetlerini göstermektedir.(bk. Gazali, el-Kıstasu’l-Mustakim, Mısır, 1900, s. 21-22; Çağrıcı, Mustafa, D.İ.A. Gazali Maddesi, s. 496)
- İmam Gazali’nin vahdetu’l-vücud ile ilgili bir görüşüne rastlayamadık. Bu meşrebin asıl kaynağı kabul edilen İbn Arabi, Gazali’nin vefatından yaklaşık elli beş yıl sonra doğmuştur. Bu da diğer bir açıdan dikkate değer bir tespittir.
17
İdealizme göre madde diye bir şey yok mu?
İdealist felsefe, Platon’un görünür dünya ve ideler âlemi ayırımından yola çıkmış, sonrasında Berkeley’in zihin temelli gerçeklik idealizmine değin varmıştır.
Genel olarak idealist felsefe “madde yoktur” şeklinde bir önermeyi savunmamaktadır. Maddenin yokluğu ile ilgili yargılar daha çok sofistik felsefede temellenen ve David Hume’un şüpheciliğinde kendini bulan septik yaklaşımlarda etkindir.
Bu noktada temel sorun “varlık” kavramının dokunulmaz doğasından kaynaklanmaktadır.
Varlık genel, kuşatıcı, bütün ve her durumda kendini gösterebilen yegane kavramdır. Bu ise onun tanımlanmasını neredeyse imkansız kılmaktadır. Üstelik “varlık” ile “var olmak” arasında da önemli bir ayrım vardır.
Bizim gözlemlediğimiz doğada “varlık” var olanlar tarafından kabul edilen bir eylemdir. Yani hiçbir varlık kendini var etmemektedir. Tüm var olanlar var edilmektedirler.
Bu nedenle Platon’un da belirttiği gibi, asli değil de gölge bir var oluş durumu açığa çıkmaktadır. Gerçek varlık ise var edene ait olmaktadır. Var eden ise araştırmamızın konusu olmaktan mahiyeti gereği uzaktır.
Ancak bildiğimiz her şey için var edenin varlığı mantıksal olarak bir zorunluluktur. Buna İslam filozofları “Vacib-ül Vücud” adını vermişlerdir. İşte bu zorunlu varlığın varlığı kesin mantıki bir hakikattir. Onun var ettikleri ise, zorunlu varlığın gerçekliğinden kaynaklanan ikincil bir gerçekliğe sahiptirler.
Bu nedenle mahlûkatın varlığı dış dünyada mı yoksa zihinde mi temellenmektedir, sorunu halledilememektedir.
Gerçekte varlığımız, bizi var eden ilahi varlığın bize yönelik bilgi, irade ve kudretinden kaynaklanmaktadır. O halde kokladığınız elma ne sizin ona zihinsel olarak var demeniz ile ne de maddeye ait bir varlık gerçekliği ile var değildir. Çünkü siz de madde ve duyumsadığınız nesne de varlığın sahibi, kökeni, faili değildir. Zorunlu varlık dışında her şey varlığın yansıtıcısı ve gölgemsi taşıyıcısıdır.
Ancak her şey kökensel olarak zorunlu varlığın mutlak varlık gerçekliğine dayandığı için bir zan ya da sanı değil aksine “var edilen” olarak gerçekten vardırlar. O halde "Her şey O’ndandır ve O’na dönecektir."
İlave bilgi için tıklayınız:
- Biz Hayal miyiz?
18
Felsefi açıdan düşündüğümüzde, olabilirliğin kanıtı var mı?
Olabilirlik nihayeti olmayan bir kavram olmakla beraber aynı zamanda olmayabilirliği de nihayetsiz olarak içerir.
Bu nedenle de dengeyi birinin lehine bozacak fail bir nedeni zorunlu olarak gerektirir.
Aksi, felsefi olarak rasyonel bir temelden yoksundur.
19
Nihilizme inanan birisine, Allah’ın varlığını nasıl kanıtlarım?
Nihilist felsefe hiç'cilik olarak da bilinir.
Nihilizim temelde varlığın var olmadığını ve dolayısıyla varlığa ait bilginin de olamıyacağını kabul eder. Aynı zamanda bu anlayış ahlaki değerleri de reddeder.
Bilinen ilk temsilcisi Gorgias'dır (MÖ 483-375).
Temel argümanları "Hiçbir şey var olamaz.", "Şayet var olsa bile onu bilemeyiz." ve "Şayet bilinse bile başkasına aktarılamaz." şeklinde özetlenebilir.
Ancak basit bir akıl yürütme ile bu yaklaşımın ironik durumu anlaşılabilir.
İlk argümanda "hiçbir şey" denilirken, zaten varlık var kabul edilmektedir. Açıktır ki eğer varlık gerçekten yok olsaydı ondan hiçbir şekilde bahsedebilme imkanımız olamayacaktı.
İkinci argümandaki "onu bilemeyiz" ifadesi de tam anlamıyla bir hayal kırıklığıdır. Zira "onu" kelimesi zaten bilgisel bir zamir ifadesidir. Ya da bir şeyin bilinemez olduğunu bilmek de bir bilgidir.
Üçüncü argümana gelirsek, "başkasına aktarılamaz" ifadesindeki "başkasına" ifadesi yaptığı ayrım ile aktarımın başladığını belirtmektedir. Aktarılamaz olarak karşıdakinde bir anlamın oluşması da bir aktarımdır.
Nihilizmin modern dönemdeki temsilcilerinden Nietszche ise Hristiyanlık ve modernizimin doğmatik yönleri hakkında nihilist bir yaklaşım sergilemektedir. Ancak bu filozof İslam dini hakkında ise oldukça olumlu görüş ve yaklaşımlara sahiptir.
Nihilist takılan bir insanın kanıt istemesi anlamsız bir tutarsızlıktır. Çünki onun inancına göre o zaten var değildir.
Buda'nın ise bir tanrısı yoktur. Budist felsefe dini değil mistik bir düşüncedir.
Semavi dinlerin tanrısı ise bir olan Allah'tır.
Makul olan, bu inançta olan kişinin öncelikle kendi varlığı, mal varlığı, kişiliği, değerleri gibi niteliklerinin nasıl bir hiç olduğunu kanıtlayabilmesidir. Önce o var olmalıdır ki, ona diğer var olanlar kanıtlanabilsin de denilebilir...
20
Bu dünyamızdan başka yedi dünyanın / kürenin olduğu rivayeti sahih midir?
- Kaynakların bildirdiğine göre, Abdullah b. Abbas “Allah O yüce Yaratıcıdır ki, yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır.” (Talak, 65/12) mealindeki ayeti açıklarken şöyle demiştir: “Bu (yedi) yerden her birisinde bu yerdeki İbrahim peygamberi gibi bir insan ve diğer mahlukların benzerleri bulunmaktadır.” (Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
Bazı rivayetlere göre, İbn Abbas bu ayetin açıklamasını isteyenlere: “Eğer bu ayeti tamamen açıklarsam, bunu tekzip etmek suretiyle küfre düşersiniz.” demiştir. (Taberi, İbn Kesir, ilgili yer; Münavi, Feydu’l-Kadir, 6/386)
Bu, bizim için de bir uyarı olmalıdır... Zira şairin dediği gibi:
“İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”
- Beyhaki’nin rivayet ettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir:
“Yedi adet arz / dünya vardır. O yerlerin/alemlerin her birisinde Sizin peygamberiniz gibi bir peygamber, Adem gibi bir Adem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi bir İsa bulunmaktadır." (bk. Beyhaki, el-Esma ve’s-Sıfat, 2/267; İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)
- Münavi’nin bildirdiğine göre, Beyhaki “Bu hadisin senedi sahihtir, fakat rivayeti şazdır (sahih hadislerin öğretilerine aykırıdır).” demek suretiyle bu rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (bk. Feydu’l-Kadir, 3/365)
- Ancak, Hakim bu hadisin sahih olduğu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir. (bk. Müstedrek, Telhis, 2/535)
-Yukarıdaki ayetin tefsirini yapan Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıda özetle verdiğimiz açıklamalarına da bakıp bu konuda geniş bir perspektif kazanabiliriz:
- Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, ayetlerin mânâsı ayrıdır, o mânâların efrâdı ve mâsadakları ayrıdır. Küllî mânânın müteaddit fertlerinden bir ferdinin bulunmamasından dolayı o mânâ inkâr edilmez. Göklerin yedi tabakasına ve yerin yedi katına dâir küllî mânânın çok fertlerinden yedi mâsadak açıkça görünüyor. Bununla beraber, âyetin sarih ifadesinde "yedi kat arz" tabiri geçmiyor. Âyetin zâhiri: "Allah, arzı da yedi gök gibi yaratmış ve yaratıklarına mesken yapmıştır." diyor. "Yeri de yedi tabaka olarak yarattım " demiyor. Buradaki benzetme,"yedi sayısı" ile ilgili olmayıp, aksine yer ve göğün her ikisinin de Allah tarafından yaratılmış birer varlık ve pek çok yaratığa da mesken olduklarını ifade etmek içindir.
- Yer küresi göklere nisbeten çok küçüktür. Fakat Allah'ın sanatlarının teşhir edildiği bir merkez, bir sergi yeri olduğundan, kalbin bedene karşı durumu gibi, o da koca göklere karşı muvazeneye gelmiştir. Kâinatın kalbi hükmündeki yer küresinin, yedi yönden "yedi" sayısında da göklere benzemesi söz konusudur:
1. Eskiden beri bilinen yer küresinin yedi iklimi vardır.
2. Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya, İki Amerika isimleriyle meşhur yedi kıtası vardır.
3. Denizle beraber doğu, batı, kuzey, güney, bu yüzdeki ve yeni dünya yüzündeki malûm yedi kıtası vardır.
4. Hikmet ve fence kabul edilmiştir ki, yer küresinin merkezinden en üst toprak katmanına kadar iç içe değişik yedi tabaka vardır.
5. Canlılar için hayat kaynağı, basit ve cüz‘î yetmiş elementi ihtiva eden ve "yedi kat" tabir edilen yerin yedi küllî unsuru vardır.
6. Bir diğer yönden dört unsur denilen "su, hava, ateş, toprak" ile beraber, üç üretken kaynak (mevâlid-i selâse) diye ifade edilen "madenler, bitkiler ve hayvanlar" ın oluşturduğu yedi tabaka ve yedi ayrı âlem vardır.
7. Sayısız keşif ve kerâmet ehlinin müşahede ettiği, cin, ifrit ve daha başka şuurlu canlıların meskeni olan yedi kat arz vardır.
8. Yer küremiz gibi, canlılara mesken olan ve hayat şartlarını ihtiva eden yedi ayrı yer küresinin varlığı Kur'an'ın ifadelerinden anlaşılmaktadır.
İşte yedi yönden arzın yedi tabakası ile yedi çeşit yer küresinin varlığı söz konusu olabilmektedir. Sekizinci mânâ, başka nokta-i nazardan ehemmiyetlidir. O yediye dâhil değildir. (bk. Lem'alar, On İkinci Lem'a, s. 64-69)
- Cafer-i Sadık ve İbn Arabî’den “Bildiğimiz Adem’den önce kırk bin Adem gelmiş.” dediğini naklederler.
Öyle zannediyoruz ki, bununla, “her varlığın bir ilk aslı olduğuna, her canlı türün -ilk ataları hükmünde- bir Âdem’i bulunduğuna” işaret etmek istemiştir. İnsanların diğer varlık ve canlılardan daha sonra yaratıldığını düşündüğümüzde, onun “Âdem’den önce…” şeklindeki ifadesi daha da bir anlam kazanır. Ayrıca, bu zatlar bu sözlerle, gerçek anlamda değişik Âdem’lerin varlığına değil, aynı Âdem’in misal alemindeki temessüllerine işaret etmiş de olabilirler. Yoksa, şimdiki insanlıktan önce, başka bir insanlık camiasının varlığına dair hiçbir sahih bilgiye sahip değiliz. Kur’an ve hadislerde böyle bir bilgi yoktur.
- Nitekim alimlerin bu konudaki görüşleri de şu merkezdedir:
Söz konusu alemlerde (insan olmayan) akıl ve şuur sahibi mahluklar vardır. Ancak onlar İslam dininin emirleriyle mükellef değildir. Meğer ki buradan onlara bir ulaşım, bir iletişim hattı kurulsun. (Bu da şimdiye kadar mümkün olmadığına göre bu teklif de vaki olmamıştır).
Kaldı ki, eğer böyle İslam dininin hükümleriyle mükellef mahluklar olsaydı, Hz. Peygamber (asm)'in bu önemli konuyu bildirmesi gerekirdi. Halbuki ne ayetlerde ne de hadislerde böyle bir bilgiye yer verilmemiştir. (bk. Maverdi, Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri)
21
Maddenin hayal olduğu, zihnimizn dışında maddenin olmadığı doğru mu?
"Zihnimizin dışında madde yok." ifadesi özünde çelişiktir. Çünkü "dışında" kelimesi mekansal bir ifadedir; doğrudan maddeye gönderme yapmaktadır.
İkinci olarak "yok" ifadesi de aynı çelişikliğe sahiptir. Zira eğer bir şey "yok" ise, zaten ondan "yok" diye bahsedemezsiniz. Dolayısıyla bu yargı da zımnen varlığı kabul eder.
Üçüncüsü ise "zihnimizin" ön kabulü, zihin adlı bir varlık alanına sahip olduğumuzu iddia etmektedir. Bu iddia ise zihin adlı bir varlık alanının var olduğu ön kabulüne dayalı olduğundan "Zihin nedir?" sorusuna cevap vermemektedir.
Buradaki temel sorun "varlık" kavramının kendisinden kaynaklanmaktadır. Doğru bakış açısı fenemenolojik yaklaşımdır.
Buna göre ise, insan algısı ile dış dünya arasındaki etkileşim "anlık"da gerçekleşir. Bu eş zamanlılık, gerçekliğin tek bir varlık bütününü oluşturan bir bütünselliğe sahip olduğunu gösterir.
İnsan evrenin bir parçasıdır. İnsan ile evren arasındaki ilişki nedensel ve eş zamanlıdır. Bu totolojik bir ilişkidir.
Evrende olan aynı zamanda insanda, insanda olan da aynı zamanda evrendedir.
Maddenin hayal olduğunu iddia etmek ile maddenin asli ezeli gerçeklik olduğunu iddia etmek; bu bağlamda farklı kutuplarda aynı iddiayı tekrarlamaktır.
İnsan zihni denilen alan ile insan beyni ve fizyonomisi ayırt edilemeyeceği gibi, evren ya da madde dediğimiz varlık alanı ile de soyut insan zihni ayırt edilemezler.
Doğru olan bütüncül bir varlık bakışına sahip olmaktır. Bütüncül realite ya da gerçeklik budur.
22
Gazali'nin metodolojik şüphesi nedir ve bu metodoloji nasıldır?
İmam Gazali’nin “şüpheciliği”nde iman problemi asla olmamıştır. Onun çabası, aklı putlaştırarak etraflarına şüphe ve küfür tohumları saçan bazı felsefecilere, onların anladığı dilden cevap verme gayreti ile girdiği bir “fikir savaşı”dır. Veya felsefecileri bir şey sanarak onların tuzağına düşme ve bu nedenle vesvese ve şüpheye kapılma ihtimali olan insanlara şefkat ve acıma neticesi, onların yapamayacağı bir fikir savaşına fedakârca kendini atmasıdır. Nitekim İmam Gazali bu hâle iradesiyle giriş sebebini şöyle anlatır:
“Halktaki gevşekliğin ve iman zayıflığının nedenlerini araştırdığımda şu dört esasa dayandığını gördüm:
1. Felsefe ilimleri ile meşgul olanlara dayanan sebep.
2. Tasavvuf yoluna girenlere dayanan sebep.
3. Tâlim (her şeyin manası, hak ile kaim olan masum imamdan öğrenilir) iddiasına mensup olanlara dayanan sebep.
4. Halk arasında "ulema" diye tanınmış kimselere dayanan sebep.
Saydığımız sebeplerden dolayı halkın imanının bu derece zayıfladığını tespit edip bu şüpheleri gidermeye kendimi yeterli gördüm. 'Bu vazifeyi yerine getirmek farz oldu.' dedim.”
İşte bir taraftan İslam akidesini ve Ehl-i sünnet inancını savunma gayreti, bir taraftan zayıf fikirli ve zayıf akıllı insanlara acıma ve yardım etme duygusu gibi değişik saiklerle girdiği fikir savaşı, daha sonra çok yıpratıcı bir fikir çilesine dönüşür. O, bu yıpratıcı çileden Allah’ın yardımı ve kalbine attığı bir nur ile kurtulur.
Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olur. Bu fikir çilesinin ardından şu önemli tespiti yapar:
“Hakikatlere ermek daima delil ile olur zannedenler, Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar.” Bu konuda da şu ayeti zikreder: “Allah kime hidayet etmek dilerse, onun göğsünü İslam’a açar...” (En’am, 6/125)
Bu çile dönemi bereketli sonuçlar doğurur. Bütün endişesi İslam inancını ve Ehl-i Sünnet akidesini savunup yaymak olan Gazali, bu zorlu dönemde İslam inancına ve Ehl-i Sünnet akidesine alternatif gibi duran kendi dönemindeki bütün görüş ve düşünceleri öğrenme ve onların zayıf ve hatalı taraflarını görme imkânı bulur.
İmam Gazali, bu zorlu yılların ardından günümüz Müslümanlarına da ışık tutacak birçok temel ilkeler tespit eder. Mesela;
- Felsefecilerin düştüğü yanılgıyı dile getirerek,
“Aklın, bütün meseleleri kavramada müstakil ve bütün müşkilleri halledecek durumda olmadığını anladım.” der.
- Felsefe ilmini tamamen inkâr etmek yerine yanlışını tenkit eder.
“Kimi cahil Müslümanlar, felsefecilerden ne gelirse inkâr ederler. Felsefeye dair sözler, haddi zatında makûl ve bürhan ile sabit ise, Kur’an’a ve hadise muhalif değilse, niçin terk ve inkâr edilmek icap etsin ki? Böyle kimseler İslam dinini cahil gösterirler.” der.
Gazali’nin bir felsefe tenkitçisi olarak “Şüphe, hakkı götürür.” prensibiyle Fransız düşünürü Descartes’e; “Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur.” düsturu ile David Hume’ye; “aklın bütün meseleleri kavrayamadığını” ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant’a öncülük ettiği söylenir.
Kaynaklar:
- Cavid Sunar, İslam Felsefesi Dersleri, Ankara, 1967, s. 115.
- Mehmet Ayman, Gazali’de Bilgi Sistemi ve Şüphe, İnsan Y., 1997.
- Aykut Küçükparmak, Gazali’nin Bilgi Sisteminde Hadsi Bilgi, Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi Cilt: 1 Sayı: 2 Aralık: 2013.
23
Gazzali'nin aklın yerine sezgiyi alması, bilimselliğe engel mi olmuştur?
Bu yaklaşım Antik Grek felsefesinde Platon ve Plotinus'da temellenmektedir.
Orta Çağ'ın ünlü filozofu Augustinus da sezgiye dayalı bilgi ile hakikatin bilgisini elde etmeyi esas kabul etmiştir. Dolayısıyla sezgisel bilgi yaklaşımı evrensel bir nitelik göstermektedir.
Ancak İslam dünyasında Gazzali'nin mükaşefe yolu ortaya konurken, aynı zamanda gözleme dayalı bilimsel bilgi, özellikle rasathanelerde astronomi, fizik ve matematik alanlarında ortaya konmakta, yine tıp alanında da çok önemli bilimsel çalışmalar yapılmaktaydı.
İslam medeniyeti Grek felsefesi içinde Platon'dan çok Aristotelesçi bir çizgide gelişme göstermiştir. Bu nedenle Akromatik bilgi denilen sezgisel ve salt akla dayalı bilgi ile duyumlara dayalı diyalektik bilgi arasındaki ayrım korunmuştur.
Gazzali'nin Farabi ve İbn Sina gibi filozoflara yönelik geliştirdiği eleştiri, daha çok bu filozofların İslam dinine ait iman esaslarını Platoncu bir çizgide açıklamak çabalarına yönelik olmuştur.
Nitekim MS. 2. yüzyıldan itibaren Hristiyanlık Platoncu ve yeni Platoncu bir çizgide gittikçe ruhbanlaşan bir gelişim göstererek sonuçta skolastik sürece girmiş ve donmuştur.
Gazzali ise bu yaklaşımın tersine, imana ait hakikatlerin bilgisine ulaşabilmek için insanın ruhsal yönünü kullanmasını, dünyevi olan da ise deney ve gözleme dayalı bir yolun takibini öngörmüştür.
Buna rağmen fen bilimlerinin İslam medeniyeti içerisinde zaman içinde önemini kaybetmesinin yıkıcı Moğol istilaları, sürekli yinelenen Haçlı seferleri, iç karışıklıklar gibi çok farklı sebeplere dayanmaktadır.
Osmanlı döneminde ise özellikle Mısır'ın fethinden sonra ortaasya kökenli hareketlilik yavaşlamıştır.
Avrupa'nın fen bilimlerde öne geçmesinin yeni keşfedilen ticaret yolları ve ulaşılan zenginlik kaynakları ile ilgisi büyüktür.
Osmanlılar fen bilimleri ile bunların sonuçlarını teknik ile buluşturacak bir yaklaşımı meydana getirmenin pratik gereğini ise XVII. yüzyıldan sonra ancak fark edebilmişlerdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İmamı Gazali astronomi, matematik, fizik, kimya gibi fen ilimlerine kaşı mıdır?..
24
Budistlerin kıyafeti ile ihram arasındaki benzerlik, nasıl açıklanabilir?
- İslam’da ihram belli bir kıyafet değildir. Dikişsiz bir elbise olması yeterlidir.
- Genellikle dikişsiz elbise ölüye sarılan kefene benzediği için, giyenlerin kulluğunu gösteren bir sembol, acizlik ve fakirliği sembolize eden bir tevazu simgesidir.
Bu açıdan bakıldığı zaman -semavi olmasa da- bir din olan Budizm ve benzerlerinde de bu tür kıyafetlerin olması normal karşılanmalıdır. Çünkü, mevcut bütün beşeri veya semavi dinlerdeki nirenki noktası, aşkın bir varlığa kulluk etmektir.
- İslam’da var olan ihram ile bu tür dinlerdeki bazı giysilerin benzerlik göstermesinde de bir tuhaflık yoktur. Zira kulluk şuurunda eksiklerine rağmen beşeri dinlerin semavi dinlerle, özellikle de İslam diniyle bazı konularda örtüşmesi bir kulluk şuurunun ortak paydası olarak değerlendirilmelidir.
- Bununla beraber, bu beşeri dinlerin benzer taraflarının İslam’dan önce olup olmadığını kesin olarak tespit etmek oldukça zordur. Dolayısıyla, bunların bu tür giysilerini daha sonra gördükleri Müslümanlardan almaları ihtimal dışı değildir.
- Kaldı ki, sakalın bırakılması gibi İslam’da sünnet olan bazı hususların İslam’dan önce de var olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu adetlerin belki de ilk defa insanlığa Hz. Âdem’den, Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrahim’den geçmiştir. Bu sebeple, bu tür simgeler aslında semavi dinlerin malı iken sonradan başka insanlar tarafından da benimsendiği için insanlığın ortak paydası olmuştur.
- İmam Rabbani’nin bildirdiğine göre, Hint kıtasında yüzlerce peygamber gelmiştir. Konuyla ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadeleri şöyledir:
“Hindistan'da çok nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş.” (bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 386)
Demek ki bugünkü dinlerde veya uygarlıklarda ortaya koyulan güzel bazı maddi ve manevi değerlerin kaynağı o peygamberlerdir.
- “Hindistan’da görülen Allah’ın sıfatları ve onları tenzih ve takdis eden bazı bilgilerin gerçek kaynağı o peygamberlerdir.” manasına gelen İmam Rabbani’nin açıklamaları vardır. (bk. Arapça, el-Mektûbât, 259. Mektup, 1/313-315)
25
Esir maddesi ve hudüs delili tezat oluşturur mu?
- Önce şunu kabul etmeliyiz ki, İmam Gazali’nin fizik ilmi konusundaki görüşleri, o günkü bilim seviyesine göre mükemmel olmakla beraber, bugünkü bilimsel gelişmelerin ortaya koyduğu pencereden bakıldığı zaman noksan kalabilir.
- Daha yakın zamana kadar zerre/atom, parçalanamaz en küçük madde kabul ediliyordu. Oysa şu anda atomun birçok parçadan meydana geldiği bilinmektedir.
Uzmanların verdiği bilgiye göre, (o günkü teoriye göre bölünemez ve yer kaplamaz şeklinde kabul edilen) atomların hareketi oldukça sınırlı olmakla beraber, yine de titreşim hareketi yapıyor. Sıvıda ve gazda ise “atomlar” titreşim hareketlerine ek olarak dönme ve yer değiştirme hareketleri de yapıyor. Sıvıda atomlar sürekli hareket halinde ancak birbirine hâlâ bağlıdır; ama gaz fazında atomlar, artık neredeyse birbirinden bağımsızmış gibi hareket etmektedir. Esir atomlarını bu kuraldan hariç tutmanın bir gerekçesi yoktur.
- XIX ve XX. asırdaki araştırmalar şu bilgiyi pekiştirmiştir: Madde, uzayda koordinatlarla belirlenmiş, bir hız sınırı bulunan ve katı-sıvı-gaz gibi hallere dönüşebilen bilardo topları yumağı gibidir. Her atom kendi sınırları içinde, bir komşu atomla ilgilidir ve hareket halinde bulunan elektronları ortak olarak kullanmaktadır.
- Kelamcıların hudus delili, iki temel üzerinde kuruludur: Teselsül ve tegayyur. Hareket ve sükun bu değişkenliğin açık göstergesi olduğu için önemlidir.
Aslında esir maddesine gitmeden kâinatın hemen hemen tamamının hareket halinde olduğu bilinmektedir. Kelamcıların belirttiği gibi, her hareket bir önceki konumuna göre sükunu ifade eder. Birinci zamandan ikinci zamana yapılan intikal, birinci zamanı sükun konumuna sokuyor.
- Kur’an’da yer ve göklerin havada/boşlukta (yani herhangi bir mekanda yer almamalarına rağmen) hareket halinde ve Allah tarafından havada durdurulduklarına dair bilgiler vardır. Yakından tanıdığımız yer küresi, hiçbir mekana dayanmadığı halde hareket halindedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesine göre, “Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.” (bk. Lem'alar, s. 67)
- Bu ifadeden anlaşılıyor ki, esir maddesi değişken bir şeydir. Kelamcıların hudus için getirdikleri delil sadece hareket değil, hatta hareketten daha ziyade değişkenliktir. “Madem âlem müteğayyirdir/değişkendir...” şeklindeki istidlalleri bunun göstergesidir. Değişkenlik bizatihi bir harekettir.
- Yeni bazı bilimsel çalışmalara göre, uzaydaki hızlı hareketlerin ortamını sağlayan da esir maddesidir.
“Esir, uzay-zamanın esnekliğinin artmasına yol açıyor ve bu durum ortaya çıkıyor. Uzay-zaman genellikle, ağır bir cismin mevcudiyetiyle eğilip bükülen gergin bir çarşaf gibi tahayyül edilir. Esir bu elastikî çarşafın kısmen daha fazla eğilir-bükülür olmasına yol açıyor. Böylece madde, ağırlığından beklenene göre daha fazla bir çekim tesirine sahipmiş gibi görünüyor. Hesaplamalara göre, galaksilerdeki yıldızlarda gözlenen ve bugün için karanlık maddeye atfedilen yüksek hızlar, ancak Esir’in yol açtığı bu çekim kuvveti desteğiyle izah edilebilir.”
-Kur'an'ı çağımızın anlayışına sunan ve tabiat ve Kâinat'a ait sırları yorumlayan Bediüzzaman, bir âyette yer alan su terimini esir olarak yorumlar ve onun maddî yaratılışa menşe olduğunu ifade eder:
"Arşı su üzerindeydi âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki; Cenab-ı Hakk'ın Arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani'in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalbetmiştir." (bk İşaretü'l-İ'caz)
- Bediüzzaman, esiri; "Ecram-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nakili, o fezayı dolduran bir madde" olarak ifade etmekte; "en ziyade mekâna dağılmış hadsiz kesretli bir maddî madde" şeklinde değerlendirmektedir.
Bediüzzaman, fezanın esir ile dolu olduğunu ifade ettikten sonra, "meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sünbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe'lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar." (bk. Sözler, s. 569) ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet alanı olduğunu belirtir.
- Bediüzzaman, az önce de naklettiğimiz gibi, Esirin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesini ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm kaidelerine göre yapılanmaya maruz kalmasını şu ifadelerle belirtilir:
"Esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esiriyye'den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz." (bk. Lem'alar, s. 67)
26
Ruhçu, mekanik, organik doğa görüşleri nedir?
Canlının ve özellikle insanın nasıl yaratıldığıyla ilgili sorulara cevap arama, insanlık tarihi kadar eskidir. Bu konuda semavi kaynakların bildirdiği şekliyle ilk insan Hz. Âdem’dir ve onu topraktan, eşini de onun kaburga kemiğinden yaratmış, diğer insanları da bunlardan halk etmiştir.
Diğer canlılar da yeryüzü şartlarının iyileşmesine bağlı olarak yaratılmıştır. Yani, koyun yeryüzüne gönderilmeden önce çimenler yaratılmıştır. En son olarak da insan yeryüzüne gönderilmiştir.
Bir hadiste, insan anne karnında kırk gün olunca ruhun gönderildiği bildirilmektedir. Yani ruh insan bedenine gelinceye kadar, cenin anne karnında büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi olarak hayatiyetini devam ettirmektedir.
İnsandaki duygu, düşünce ve hisler ruha bağlı olan özelliklerdir. Ancak bu duygu ve düşüncelerin faaliyete geçmesi bedendeki yapılarla doğru orantılıdır.
Mesela, görme için göze, işitmek için kulağa, anlamak ve düşünmek için beyne ihtiyaç vardır. Aslında gören göz, işiten kulak değildir, ruhtur. Ancak ruh bu faaliyetlerini o organlar vasıtasıyla yapacak şekilde programlanmıştır.
Bu durum, bir oda içinde insanın pencereden dışarıyı seyretmesi gibidir. Dışarıyı gören pencere değildir. Evin içinde oturan insandır. Ancak insanın dışarıyı görmesi pencere ile mümkündür. Kapalı mekandan dışarıyı göremediği gibi, vücut içinde yer alan ruh da dış âlemi göz olmadan göremez.
Evin içinden dışarıya çıkan kimse için artık pencereye gerek yoktur. Çünkü âlemi açılmıştır. Ruh da bedeni terk edince artık görmesi için göze, işitmesi için kulağa ihtiyaç kalmaz.
Böyle bir değerlendirme ruhçu görüş olarak ifade edilebilir.
Mekanik veya organik tabiat görüşü, bir yaratıcıyı kabul etmeden kâinatın varlığını tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışan görüşlerdir.
Tabiatı teizmle (bir yaratıcının varlığını kabul eden) ya da ateizmle (Bir yaratıcıyı kabul etmeyen) açıklama
XVII. asrın felsefî temsilcisi Descartes, doğa bilimlerinde olduğu gibi, Allah’ın varlığını ispatta matematik metodu kullanmıştır.
Descartes, bilimsel araştırmalarda gayeye bağlı sebeplerin araştırılmasına gerek olmadığını ileri sürer. Teleolojik (bir yaratıcının varlığını kabul eden) açıklama, “Niçin?” sorusuna cevap arar.
Burada, bir nesnenin varlığından amacın ne olduğu ortaya konmaya çalışılır. “Niçin dünya güneşten bu kadar uzaktır?” sorusu, gayeye dayalı sebebi öğrenmeye yöneliktir.
Halbuki mekanist açıklamanın sorusu ise “Ne?” ve “Nasıl?”dır. Dünya’nın güneşe uzaklığının nelere yol açtığı, dünyanın nasıl döndüğü, gibi soruların cevabı, mekanist açıklama ile verilir.
Dünyanın güneşe uzaklığının bu şekilde ayarlanmasındaki gayenin, canlıların yaşayabilmeleri ve varlıklarını sürdürebilmeleri olduğunu söylemek, teleolojik bir açıklamadır. Ama, dünya ile güneş arasındaki uzaklığın bu şekilde olmasıyla, canlıların yaşayabilmeleri için gerekli ortamın meydana geldiğini söylemek, mekanist bir yaklaşımdır.
Bilimdeki mekanist anlayış, Allah inancına zıt bir görüştür. Ancak Descartes gibi mekanist evren görüşüne sahip birçok kişi, Allah’a inanmakta ve mekanist yaklaşımın dine zıt olmadığını ifade etmektedirler.
Bilim tarihi incelendiği zaman, biyolojide teleolojik açıklamayı teistler gibi, birçok ateist biyologun da kullandığı görülmektedir.
Meselâ, mekanist açıklamayı tercih eden İlk Çağ'ın atomcu ateistleri gibi, daha sonraki devrede, aynı mekanistik yaklaşımı sergileyen Descartes ve Francis Bacon gibi teistler de vardır.
Sonuçta teist bir bilim adamı ile ateist bir bilim adamı arasındaki kritik noktanın, mekanist veya teleolojik süreci gerçekleştiren bilinçli bir Güc’ün, yani Allah’ın varlığının, kabul edilip edilmemesine dayanmaktadır.
Teist bir bilim adamı, nesnelerin teşekkülünde bilinçli müdahalenin varlığını esas alır. Aynı konu ateist yaklaşımda, tesadüfe verilir.
Teistler evreni, Allah’ın yarattığı bir varlık olarak gördükleri için, evrendeki sebeplerin bilinçli bir şekilde bir sonuç için çalıştırıldığını kabul ederler. Teist, evrenin ve canlıların Allah’ın plânına, yani bir gayeye göre yaratıldığını kabul ettiği için, mutlaka evrende bir teleolojinin varlığını dikkate alır.
Bununla beraber teistler, mekanist yaklaşımı da reddetmez. Ancak, evrende mevcut mekanist yapının arkasında Allah iradesinin bulunduğu bilinir. Bir teistin kabul edemeyeceği, evrenin veya canlıların tesadüfen meydana geldiği iddiasıdır.
Özellikle biyolojide teleolojik açıklama ile mekanik açıklamalar çok içiçedir. Mesela; “Gözdeki her tabakanın fonksiyonlarıyla görme işlevinin nasıl gerçekleştiği?” sorusunun cevabı mekanist yaklaşımla ele alınırken, “Bu tabakaların hangi işe yaradığı?” sorusunun cevabı teleolojik bir açıklamayı gerektirir.
Materyalist-ateistler ise, evrendeki bütün teşekkülleri, maddenin çeşitli kombinizasyonları sonucu, bilinçli bir müdahale olmaksızın, tesadüfün eseri olarak görürler.
Bunların ontolojilerinde madde dışı hiçbir nesneye yer olmadığından, açıklamaları mutlaka mekanistik olma durumundadır. Çünkü mekanizmin dışına çıkmak, maddenin ve doğa kanunlarının dışına çıkmak olacaktır. Böyle bir yaklaşım ise, ateizm taraftarları için mümkün değildir.
Sonuç olarak şu söylenebilir:
Teistler ister teleolojik, ister mekanist açıklamayı benimsesinler, kâinatta Allah’ın plânlı yaratmasını dikkate alırlar.
Materyalist-ateistler ise ister teleolojik, ister mekanist yaklaşımı sergilesinler, kâinattaki bütün nesnelerin, bilinçli bir gücün müdahalesi olmadan mekanist bir süreçle teşekkül ettiğini kabul ederler.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?
- Yaratılış delilleri, animasyonlu anlatım..
27
Kur'an, uzaylılar tarafından yazdırılmış olamaz mı?
Şu tuhaflığa bakar mısınız!.. Elinde hiçbir delil olmadan “Kur’an’ın uzaylılar tarafından yazdırıldığını” iddia eden bir herifin sözlerinden anında etkilenip vesveseye düşüyorsunuz.
Beri taraftan 15 asırdır, binlerce eser, “Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu” gösteren delillere dayanarak ortaya koyduğu gerçeği elinizin tersiyle bir çırpıda iter gibi bir tereddüt geçiriyorsunuz. Yıldız böceğinin parıltısını görüp de hakiki yıldızların, ayın, güneşin aydınlığını görmemek sizce de tuhaf değil mi?
- Şunu da belirtelim ki, imanlı kişilere gelen bu vesveseler, onun kalbinden gelmiyor. Kalbin yakınında bulunan “lümme-i şeytaniye”den geliyor. Yani şeytan hem bu vesveseyi veriyor, hem de adama “senin kalbin bozulmuş, imanın gitmiş...” diye telkinde bulunuyor.
Halbuki, bu tür vesveselerden kalbin ıstırap duyması, bu telkinlerin başka kaynaktan geldiğinin göstergesidir. Çünkü, kalp, kalbin malı olan iyi veya kötü mamullerden sıkıntı duymaz.
Bu konuyu Risale-i Nur Külliyatı'ndan ilgili yerlere bakıp okumak, şeytanın bu gibi tuzaklarını boşa çıkartır.
- Usul ve mantık kaynaklarında ve akla oldukça önem veren kelam disiplininde ilmi bir kural vardır:
“Bir delile dayanmayan bir ihtimalin, ilmi hiçbir değeri yoktur.”
Alimler tarafından kabul gören bu ilmi kaideye göre, sorudaki vesvesenin en ufak bir değer ifade etmesi için, bir delile dayanması gerekir. Böyle bir delil asla olmamış ve asla olmayacaktır. Bu sebeple bu “vesvese”, adı üstünde, şüphenin de çok altında pek değersiz bir varsayımdır.
- Bununla beraber Kur'an, kimin tarafından gönderilmişse, bizim iman ettiğimiz Allah odur.
Zira biz, Allah’ın varlığını, isim ve sıfatlarını ancak Kur'an’dan öğreniyoruz. Yani “Kur'an’ın sahibi olduğu gibi, kâinatın da sahibi olduğunu” söyleyen bir varlık, Kur'an vasıtasıyla biz insanlarla iletişim kurmuş, bizi kendine kul yapmış, emir ve yasaklarına uymamızı zorunlu kılmış ve biz de ona göre hayatımızı tanzim etmiş bulunuyoruz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tanrı Allah uzaylı mı?
- Hz. Muhammed'in peygamberlik delilleri ve Kur'an'ın Allah kelamı ...
- Kur'an'ın, Allah'ın Kelamı olduğunu söyleyen Batılı Filozoflar var mdıır?
- Kur'an'ın insan kelamı olması aklen imkansız mıdır?
- Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak ...
28
Kainatın dili matematik mi?
Kainatın arkaplan gerçekliğinin matematiğe ve sayılara dayandığı düşüncesi antik Grek felsefesinde Pisagor (596-500) ve takipçileri tarafından bir düşünce ve inanç olarak benimsenmiştir.
Yine Eucklides ve Platon gibi filozoflar da matematik ve geometriye gerçeklik tanımlamalarında büyük önem vermişlerdir.
Bilimlerin ilerlemesi ile birlikte özellikle fizik ile matematik arasında güçlü bağlar kurularak evren ile ilgili hesaplama ve tahminlerde kullanılmıştır.
İbni Arabi gibi İslam düşünürleri ve Harezmi gibi Müslüman bilim adamları da matematiğe önem vermişlerdir.
Cenab-ı Allah’ın esma-i hünsasından birisi olan el-Muhsi ismi, sayan anlamına gelmektedir.
Yasin suresi 12. Ayette de “Biz her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.” ifadesi ile evrendeki her şeyin sayısal bir temeli ve kodu olduğunu bildirmektedir.
Bu nedenle Hazreti Ali’ye dayandırılan cifir ilmi matematik bağıntıyı, hatta insanın yapıp etmelerine de şümullendirmektedir.
Ancak Cenab-ı Allah’ın pek çok başka ismi de mevcuttur. Diğer isimler de Muhsi ismi gibi varlıklar için bir temel oluştururlar.
Bu nedenle sayısal kod gibi, şekil “Musavvir”, taslak “İlim”, orijinalite “Bari” gibi diğer isimler de Muhsi (sayan) ismi ile birliktedir.
Dolayısıyla bu yaklaşım, matematiğin ya da sayısal kodlamanın ezeli bir sayana ve soyut matematiği ilminde var eden bir ezeli alime dayandığı müddetçe bir sorun ifade etmemektedir.
Ancak matematiğin tesadüfe ya da şirk unsuru taşıyan asıllara dayanması imkansızdır.
29
Dinin teorisi onun pratiğinden koparılabilir mi?
a) Afganistan örneğini veriyorsunuz... Dünyada mensupları tarafından yanlış yorumlanmadığı, ona bağlı bütün insanların aynı şeyi anladığı herhangi bir teoriyi gösterebilir misiniz?
Hegel’in, Marx’ın, Mao’nun ve daha nice materyalist teorisyenlerin bütün mensupları tarafından aynı şekilde anlaşıldığını iddia edebilir misiniz?
b) “Ve 1400 yıldır bu din onların (teröristlerin) yaşadığı gibi geldi.” iddiası büyük bir cehaletin göstergesidir.
Milyonlarca Kur’an tefsiri, sahih hadis kaynakları, fıkıh, kelam ve sahih tasavvuf eserleri ortadadır. Bunlardan kaçını birinci elden okudunuz?
Veya Kur’an ve hadisleri asli metinlerinden kaç defa okudunuz? Arapça’nın “A”sını bile bilmeyen bazı patavatsız insanların böyle şecaat göstermesi, “Cahil cesur olur.” vecizesinden öte ateizm kanseri türünden bir hastalık göstergesidir.
c) Hz. Peygamber (asm)'in:
- Necran Hristiyanlarına ibadetlerini yapmaları için mescidini onlara tahsis etmesi,
- “Gayri müslim bir vatandaşa haksız yere eziyet veren kimsenin kıyamet günü hasmı ben olurum.” diye ilan etmesi,
- Savaşlarda bile kadınlara, çocuklara, ibadetiyle meşgul olanlara ve savaşmayan bilumum sivil vatandaşlara yönelik sıkıntı vermeyi yasaklaması,
yalancıların yüzüne atılmış tarihi bir tokattır.
Salahaddii Eyyubi’nin mütecaviz Haçlılara karşı savaşırken; Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethederken gösterdikleri hoşgörü ve adalet anlayışları, Osmanlı devletinin, perişan vaziyete girmiş o günkü İspanya Yahudilerine kucak açması gibi yüzlerce insani boyuttaki tarihi gerçeklerin, Avrupalı vicdan sahibi bilim adamları tarafından övgüyle söz konusu edilmesi, yerli dinsizlerin yabancı gayri müslimlerden daha fazla İslam dinine karşı alerji duyduklarını göstermektedir. Bunlardan biri de bu palavraların kalemşörüdür.
d) “Acaba yanlış yorumlayan siz olabilir misiniz?”sözü, bir acizliğin ifadesidir.
İddialarınızın doğru olduğunu kanıtlamak zorundasınız. Yalnız “Çamur at iz bıraksın.” modası geçmiştir. İnsanlar artık uyanmış, her iddiaya kesin ilmi delil isterler. Onun için yürekli ve mert iseniz, Sitemizdeki olan bilgileri çürüten ilmi kanıtları ortaya koyun görelim...
e) Bu ve benzeri iftiralara Asrın müceddidi yazdığı Risale-i Nur Külliyatıyla söyle meydan okuyor:
“İşittim ki, diyorlar: 'Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.'… Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'an'a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise; elli bin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünki Kur'an-ı Hakîm'in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dâhil olduğu halde, bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal'alarını zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler; inşallah mağlup edemezler!..” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 72)
f) “Bu nasıl bir kitap ki bu kadar fena yorumu da yapılabiliyor?” diyorsunuz.
Umarız Napolyon’un “Bana öyle bir söz söyleyin ki başka hiçbir ihtimal ve yoruma imkânı olmasın ki onunla sizi idam edeyim.” meşhur tarihi sözünü duymuşsunuz... Ve yine umarız ki; -evren tasavvuru, güneş sitemi, yerküresi, birçok kimya, fizik, astronomi, biyoloji prensipleri gibi- eskiden el üstünde tutulan nice bilimsel teorilerin zamanla tarihin çöplüğüne atıldığını da işitmişsiniz.
Daha düne kadar Kur’an’ın çok faydalı ve Allah’ın büyük bir nimeti olarak gösterdiği “anne sütünü” çok zararlı olarak gösteren bilim adamları bugün artık “tükürdüklerini yalamak” mecburiyetinde kaldılar.
g) İftiracı Efendi, “Neden başka dinlerin içinden kadınlarını kara bir örtüyle kapatan veya tekbir getirip kafa kesenler çıkmıyor da sadece İslam’dan çıkıyor?” diyor. Yani “kavgalara savaşlara sebep olan yalnız İslam dini olduğunu” söylemek istiyor.
- Önce şunu soralım: Orta Çağ boyunca, Hristiyanların Müslümanlara karşı başlattığı Haçlı seferlerinden haberin yok mu? Kendi aralarında yüz binlerce insanların ölümüne sebep olan mezhep çatışmalarını hiç duymadın mı?
I. ve II. Dünya savaşlarını başlatan Hristiyanların milyonlarca insanın ölümüne sebep olduğundan hiç mi haberdar değilsin? ABD ve diğer Batı Hristiyan devletlerin Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ve Orta Doğu'nun genelinde, doğrudan veya dolaylı yollardan yüz binlerce insanın, özellikle de Müslümanların ölümüne, milyonlarca insanın yaralanmasına, milyonlarca insanın evini-barkını terk etmesine sebep olduklarını hiç duymadın mı?
Lenin, Stalin, Hitler, Mao gibi ateistlerin öldürdüğü insanların haddi hesabı yoktur. Yoksa bunlar Müslüman idi de biz mi bilmiyoruz?
Yahudilerin yıllardır işgal ettikleri Filistin’de binlerce Müslümanı öldürürken, acaba Kur’an’dan mı bu fetvayı aldılar?
Anlaşılan İslam’a karşı ön yargı fanatizmi bazılarının kalp gözünü kör etmiştir!
- İslam’da “kara çarşaf” şartı yoktur. Kara çarşaf olduğu gibi, beyaz çarşaf, kırmızı çarşaf, pembe çarşaf, yeşil çarşaf da olabilir. Hatta çarşaf yerine uygun bir manto da giyilebilir...
İslam dini evrensel olduğu için kuralları da evrenseldir. Örneğin, kadınların ve erkeklerin kılık kıyafetlerinin sadece sınırlarını çizmiş, bu sınırla dahilinde her yöre insanı kendi gelenek ve göreneklerine uygun bir giysiyi tercih edebilir.
Bununla beraber, Yahudi ve Hristiyanlarda da çarşaf âdeti vardır. Dindar olan rahibeler buna dikkat ettiklerini bizzat Avrupa ve ABD’de müşahede ettik.
Tavsiyemiz, ön yargıyı bırakıp, İslam’ın güzelliklerini öğrenmeye çalışmanız, özellikle bu asrın çeşitli dinsizlik hastalıklarını tedavi ettiğine binlerce insanın şahitlik yaptığı Risale-i Nur Külliyatını okumanızıdır.
Yoksa herkes gibi siz de birkaç gün sonra öleceksiniz, hem bu fani dünyayı, hem de o baki dünyayı kaybedeceksiniz. İşte asıl hüsran budur!
Rahman ve Rahim olan Allah, kırk yönden mucize olan Kur’an-ı Hakim hürmetine bize de size de hidayet ve doğruyu görmeyi nasip etsin. Âmin!..
30
Olumsallık nedir, determinizm ile ilişkisi nedir?
Olumsallık İslam Felsefesi ve Kelamında "imkan" olarak bilinen delildir.
Buna göre yaratılmış olan şeylerin potansiyel hallerinde varlıkları ve yoklukları birbirine eşittir. Onlar bu halde ne vardırlar ne de yokturlar. Ancak aktüel durumlarında onların var olmalarını yok olmalarına tercih edecek bir yaratıcıya zorunlu olarak ihtiyaç duyarlar.
Tüm kozmos bu anlamda olumsallık (imkân) üzerinedir.
Eğer tersi olsa, zaten olumsuzluk (mümteni) devreye girer ki, bu da asla var olamayacakları anlamına gelir.
Gördüğümüz her şey zaman sürecinde bir başlangıca sahiptir. O halde bundan öncesi için o şeye var diyemeyiz. Ancak tam anlamıyla (mutlak) yok da diyemeyiz. Eğer mutlak yokluk olsa o zaman bununla birlikte başka bir varlıktan ya da varlık kavramından bahsedemeyiz.
O halde gördüğümüz her şey başlangıç öncesinde yokluk ve varlık durumlarının ortasında olmakla beraber yokluğa gitmekten çok varlığa daha meyilli bir konumdadır. Zira var olmaktadır. Yani var olma olasılığı şeyler için olumludur.
Kainatın yaratılmasında ve her şeyin parça yahut bütün var edilmesinde bu sistem geçerli olmaktadır. Bu ise yaratmanın yaratıcı için çok kolay olduğunu göstermektedir. Zira eşyanın potansiyeli olumsal bir imkan üzerinedir. Dolayısıyla bu olumsallık üzerine yaratıcının iradesi tecelli ettiğinde süreç başlamaktadır.
Kuantum sistemi de bu durumu bize örneklemektedir.
Atom altı parçacıklar aynı anda parçacık ve alan hareketi göstermektedirler. Bu ise aynı zamanda kütlesel ve dalgasal hareket demektir. 0-1 denilen bu yapıda parçacık aynı anda enerji olup başka boyuta geçerken, aynı anda kütlesellik kazanıp bizim boyutumuzda olmaktadır.
Bu, sürekli bizim boyutumuza göre varlık ve yokluk terazisi bozulmadığı için varlığımız devam etmektedir. Bu sistem kendisini sürekli devridaimde tutacak bir alt sisteme gereksinim duymaktadır.
Ancak gittikçe latifleşen bu alt sistem ya da sistemlerin bizim bildiğimiz varlık ve yokluk kavramları ile bağıntılı olmadıkları açıktır. Bu sistemler sürekli olarak bizim boyutumuza yönelik bir varlık durumunu gerektirmektedirler. Bu ise ilahi yaratımın nüfuz edici sistemidir.
Sistemin bu organik yapısının bilinen tarihi itibari ile evrenin 15 milyar ışık yıllık ömründe korunması ve evrende sonuçta insan aracılığı ile özgür iradenin yeniden açığa çıkışı ve iradenin karşılaştığı hadiseler karşısında tercihte bulunurken, aynı olumsallık doğasına sahip oluşu, yaratmanın insan eylemlerine değin uzayan çizgisini göstermektedir.
Determinizim, evreni bir makine olarak düşünmenin ötesine geçmelidir. Zira kuantumdaki sistem bizim tabirimizle belirsizlik (indetermizm) üzerinedir. Çünkü bizim aklımız bu sistemde devre dışı olduğu için belirsizlik diyoruz.
Makro sistemde ise, kendimizce bir nedensellik kurgusu kurabildiğimiz için determinizm iddiasını söyleyebiliyoruz.
31
Belirsizlik ilkesi nedir?
Belirsizlik ilkesi, 1927 yılında Werner Heisenberg tarafından öne sürülmüştür. Kuantum fiziğinde Heisenberg'in belirsizlik ilkesine göre, bir parçacığın momentumu, yani hızı ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez.
Mesela, masada duran bir bardağın, masanın neresinde bulunduğu ve hızının sıfır olduğu bellidir.
Halbuki elektron ve foton gibi varlıklarda durum farklıdır. Bunların momentumları yani hızları ile konumlarının aynı anda tespit edilemeyeceği, belirli bir konumda belirli biz hızı olmadığı anlaşılmıştır.
Herhangi bir elektronu gözleyebilmemiz için, ona bir ışığın gitmesi ve bu ışığın oradan gözümüze gelmesi gerekir. Işık hem dalga hem de parçacık özelliğine sahiptir ve bu gözlem sırasında elektronun konumundaki belirsizliği azaltmak için kısa dalga boylu bir ışık kullanmamız lazımdır. Ama kısa dalga boyu yüksek bir enerji demektir ve bu, ışık elektrona çarptığında onun momentumunu, yani hızını ciddi bir şekilde etkilemekte ve parçacığın hızı hatalı ölçülmüş olmaktadır.
Bir parçacığın konumu ne kadar doğrulukla ölçülürse, yani konumunun belirsizliği ne kadar küçük olursa momentumunun, yani hızının belirsizliği de aynı oranda büyük olmaktadır. Tersine, momentumdaki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği büyümektedir. İşte bu belirsizlik ilkesi olarak ifade edilmektedir.
Takdir edilecektir ki, buradaki belirsizlik bize göredir. Yoksa her bir varlığın hem hızı, hem hareketi ve hem de şekli ve yapısı Allah tarafından bilinmekte, takdir ve tayin edilmektedir.