İlham - Vahiy konusunda en çok merak edilenler

1 Vahiy nedir? Vahyin mahiyeti ve çeşitleri nelerdir? Kur'an'da vahyin çeşitleri geçmekte midir?

Vahyin Tanımı:

"Vahiy" kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir.( el-Cevherî, es-Sihah; ibn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "VHY" maddesi.)

Bu kelime, Kur'an'da Allah'a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah'tan başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy kavramı: İlâhî ve gayr-ı İlâhî vahiy şeklinde iki çeşit olarak tespit edilmektedir.(Cerrahoğlu, ismail, Tefsir Usûlü, 37; Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 79-80.).

Gayr-ı İlâhî Vahiy

Gayr-ı İlâhî vahiy için aşağıdaki ayetler misal olarak zikredilebilir:

"Zekeriyya, mabetten kavminin karşısına çıkarak onlara: ‘Sabah- akşam tespihte bulunun’ diye vahyetti." (Meryem, 19/11)

Bu ayette, vahiy kelimesi îma ve işaret anlamında kullanılmıştır.

"Biz böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar, aldatmak maksadıyla birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler."(En'am, 6/112.)

Burada söz konusu edilen vahiy kelimesi, fısıldamak, gizlice söylemek anlamındadır. (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 37?).

İlâhî Vahiy

Allah tarafından yapılan vahyin “ilâhî vahiy” kavramını kendi arasında tekvînî, ilhâmî ve teşriî/hakîkî vahiy şeklinde değişik kısımlara ayırmak mümkündür.

Tekvînî vahiy: Tekvinî vahiy, cansız varlıkların hususi görevlerini bildiren bir vahiy şeklidir. Hususi vazifelerini kendilerine bildiren Allah, bunu vahiy kelimesiyle ifade etmiştir. Kur’an’da bu vahiy çeşidi, göklere ve yere yapılan vahiy olarak kendini göstermektedir. İlgili ayetler şöyledir:

“Allah böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahiy etti.” (Fussilet, 41/12.)

“Yeryüzü o şiddetli sarsıntı ile sarsıldığı, içindeki ağırlıklarını çıkarıp dışarı attığı, ve insan: “Bu yere de ne oluyor?” dediği zaman, işte o gün yer, üzerinde olup biten her şeyi anlatır. Çünkü Rabbin ona vahiy etmiştir." (Zilzal, 99/1-5).

Teşriî Vahiy: İnsanlık camiasından seçilip görevlendirilen peygamberler vasıtasıyla, insanların ve de cinlerin dünya ve ahiret hayatlarının mutluluğu için prensipler koyan ilâhî mesajlardan ibarettir. Buna hakikî vahiy de denilir. Hakîki/Teşriî vahiy kavramı; "Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılan vahiy” olarak da tanımlanabilir.

Hz. Peygamber (a.s.m)'e vahyin gelişi, değişik şekiller arz etmektedir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

a. Rüya-yı sâdıka:

Hz. Âişe (ra)'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m)'e gelen ilk vahiy, rüya şeklinde tezahür etmiştir. Hz. Peygamber (a.s.m)'in gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkardı.( Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3.)

b. Hz. Cebrail'in görünmeden vahiy getirmesi:

Bazen olur ki, Hz. Peygamber (a.s.m) uyanıkken, melek görünmeksizin onun kalbine vahiy ilka ederdi. Buna bir çeşit teşriî ilham da denilebilir. Çünkü söz konusu vahiy, bir Kur’an ayeti olmamakla beraber yine de teşriî bir mesaj ihtiva etmektedir:

"Rûhu'l-Kudüs kalbime şu sözü fısıldadı: Hiçbir nefis rızkını tastamam almadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının da rızkınızı güzel ve meşru yollardan arayın."(Suyutî, İtkan, I/59; Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I/231)

mealindeki hadis-i şerif, vahyin bu çeşidine işaret etmektedir.

c. Hz. Cebrail'in insan suretine girerek vahiy getirmesi (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2).

İmân, İslâm ve ihsandan bahseden meşhur Cibril hadisi, bu çeşit vahyin bir örneğini göstermektedir.(Buhârî, İman, 57). Tarih ve siyer kitapları, Hz. Cebrail (as)'in insan şeklinde temessül ettiği zaman, çoğunlukla sahabilerden Hz. Dihye (ra) suretinde geldiğini bildirmektedirler. (Keskioğlu, Osman, Kur'a'n-ı Kerim Bilgileri, 30.).

d. Meleğin çan sesine benzer bir sesle hitap etmesi:

Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre, Efendimiz (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Bazen bana çan sesine benzer bir sesle hitap edilir. Bu bana en ağır gelen vahiy şeklidir. Melek benden ayrılıp giderken, ben de gelen vahyi tastamam hıfzetmiş olurum." [Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2; vahyin çeşitleri için ayrıca bk. İbn Kayyım el- Cevzî, Zâ'du'l-Meâd, (trc. Şükrü Özen), I/24-25.].

"Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahiy etmesinden başka bir suretle konuşması hiç bir insana müyesser olmaz. O yücedir, hikmet sahibidir."(Şûrâ, 42/51)

ayetinde vahyin üç şekline vurgu yapıldığı gibi, vasıtalı /vasıtasız vahiy çeşitlerine de işaret edilmiştir.(bk. Subhi Salih, 25.).

"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyetttik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a, Esbat'a (onların torunlarına), İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik."( Nisâ, 4/163)

ayeti hakiki vahyin bütün peygamberler için ortak bir değer olduğunu göstermektedir.

Vahyin Hakikati/Vahiy Mesajının Amacı:

“Cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp, bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/50).

ayetinde ifade edildiği üzere, bütün maksadı kendisinin zât, sıfat ve isimlerini tanıtmak olan yüce Yaratıcı, ilim, irâde, hayat ve kudret gibi sıfatlarını fiilleriyle, sanatlarıyla tanıttığı gibi; bu isim ve sıfatları en kısa yoldan tanıtan tekellümü/konuşması ile de gösterecektir. (Nursi, Şualar, s.103). İşte yüce Allah'ın, fiillerinin yanında kelâmı ile de kendini tanıtmak üzere insanlardan şeçkin olan bazı şahsiyetlerle konuşması, vahyin hakikatini ve gayesini ifade etmektedir.

Asrımızın en büyük allamelerinden olan Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, yüz bin peygamberin ittifakla haber verdiği, semavî kitap ve sahifelerin delilleriyle gösterdiği vahyin hakikati ve Vahiy mesajının amacı, beş ışıklı bir yolla gündüz gibi ispat edilebilir. (bk. Şualar, Yedinci Şua)

Tenezzül-ü İlâhî:

“Tenezzül-ü İlâhî” kavramı, Yüce Allah’ın kendi icadı olan yaratıklarıyla, özellikle ahsen-i takvimde yarattığı insanlarla, onların hak ilahı olarak konuşmaya tenezzül buyurması anlamına gelir.

Bütün canlı mahlûklarını konuşturan ve konuşmalarını bilen yüce Allah'ın kendisinin de konuşmasıyla onların konuşmalarına iştirak etmesi, ulûhiyet ve rubûbiyetinin/yaratıcılık ve idareciliğinin, hak mabut ve ilahlığının gereğidir. Allah'ın insanlarla konuşması demek, onların anlayacağı şekilde, akıllarının seviyesine göre onlara hitap etmesi, O'nun bir Yaratıcı olarak yaratıklarına karşı merhametiyle tenezzül buyurmasıdır.

Teârüfü Rabbanî:

“Teârüfü Rabbanî” kavramı, Yüce Allah’ın bütün varlıkları yaratan, sevk ve idare eden bir idareci/alemlerin Rabbi olarak, tenezzül buyurup kendini mahlukatına, bir lütuf olarak, tanıtmasını ifade etmektedir.

Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, sonsuz ilim ve kudretini ilan eden yüce Allah, elbette kendi sözleriyle de kendini tanıttıracaktır.

Mukabele-i Rahmanî:

“Mukabele-i Rahmanî” kavramı, Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’ın, her şeyleriyle kendisine muhtaç olan insanların isteklerine, -merhamet buyurup- karşılık vermesi anlamındadır.

Mevcudatın en seçkini, en nazlısı ve yaratıcısına en müştakı olmakla beraber onların en fakiri, en acizi ve en muhtacı olan hakîkî insanların isteklerine ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek/onların isteklerine karşılık vermek yaratıcılık vasfının gereğidir.

Mükâleme-i Sübhanî:

“Mükâleme-i Sübhanî” kavramı, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’ın, her türlü kusurdan uzak olan vahiyle yaratıklarıyla -özellikle insanlarla- konuşmasını ifade etmektedir.

İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan konuşma sıfatı, elbette kuşatıcı, sonsuz bir ilim, sermedî/daimî, tükenmez bir hayatı taşıyan yüce Allah’da, kapsamlı, sonsuz, sınırsız ve sürekli bir şekilde bulunur. İşte vahiy de bu sonsuz mükâlemenin bir tezahürüdür/bu sayısız konuşmanın bir yansımasıdır.

İş'âr-ı Samedânî:

“İş'âr-ı Samedânî” kavramı, hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Allah’ın, her yönden kendisine muhtaç olan yaratıklarının -özellikle de insanların- bu ihtiyaçlarını yerine getiren bir merci olarak, varlığının en kuvvetli belgesi olan konuşmasıyla kendini onlara bildirmesi, her an ilim ve kudretiyle yanlarında hazır ve nazır olduğunu hissettirmesi anlamına gelmektedir.

Yaratıklar içerisinde en sevimli, en sevecen, hayatında en endişeli/en kaygılı, sırtını vereceği bir istinat noktasına en muhtaç, sahibini ve yaratıcısını bulmaya en müştak olan –insanoğlu gibi- mahluklarının ruhlarına bir iştiyak, bir muhabbet vermekle beraber, onları fakir ve âciz yaratan Allah'ın, aynı zamanda her derde devayı yetiştirebilecek bir kuvvet ve kudrete sahip olan kendi zâtını onlara konuşması ile bildirmesi, Ulûhiyetinin bir gereğidir. (bk .Nursi, a.g.e.).

İlave bilgi için tıklayınız:

VAHY...

2 Hz. Hızır yaşıyor mu? Halbuki "Biz senden önce hiçbir beşeri ebedi kılmadık."(Enbiya, 21/34) ayetine göre Hz. Hızır'ın yaşaması imkansızdır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Mektubat eserinde, Hızır (as)'ın hayatıyla ilgili bazı muhaddis ve âlimlerin, umum ve cumhur-u ulemaya nisbeten çok hafif ve ufak ihtilâflarına işaret ederek, ihtilaflı tarafı hiç tahlile girişmeden konunun sıhhatli ve cumhur-u ulemanın ittifaklı bulunduğu tarafı açıklar. İlmî ve aklî delilleri de arkasında destek yapar ve Hızır (as) hayatta olduğunu, fakat ikinci hayat mertebesinde bulunduğundan bir kısım ulemânın onun hayatından şüphe ettiklerini, Hazret-i Hızır ile Hazret-i İlyas Aleyhimesselâmın yeryüzünde yaşadıkları halde, bize göre serbest bir hayatları olduğunu, bizi sınırlayan ve dar kalıplara sokan zorunlulukların ve sınırlamaların onlara gelince çözüldüğünü, hükümsüz kaldığını ve devreden çıktığını, meselâ bir anda bir çok yerde bulunabildiklerini, beşeriyet kayıtlarıyla hareket kabiliyetlerinin kısıtlanmadığını, isterlerse yiyip içtiklerini, fakat bizim gibi mecbur olmadıklarını, şuhud ve keşif ehli evliyanın Hazret-i Hızır’la (as) mâcerâları bulunduğunu, hattâ evliyâ makamlarından bir makamın "makam-ı Hızır" tabir edildiğini, bu makama gelen bir velînin Hazret-i Hızır (as) ile görüştüğünü ve Hazret-i Hızır’dan ders aldığını, bazen de yanlış olarak bu makam sahibinin Hızır (as) zannedildiğini kaydeder.

Biz burada mevzudaki bazı âlimlerin ihtilâflarının kaynağını, yani; "Hayatta değildir." diyenlerin dayandıkları kaynakları ve bunlara karşı verilmiş cevapları çok kısaca kaydetmek istiyoruz.

Başta İmam-ı Buhari olmak üzere bazı muhaddisler, Resul-i Ekrem'in (asm.):

"Sizin bu geceniz var ya, bundan yüz sene sonra, şu anda mevcutlardan kimse yeryüzünde kalmayacaktır." (Buhari, İlim, 41)

hadisine göre, Hızır (as)’ın da, o asır içinde vefat etmiş olacağı kanaatini ileri sürmüşlerdir.

İbn-ül Cevzî gibi bazı zâtlar da, Kur'an'ın,

"Senden önce hiç bir beşere dünyada daimîlik ve beka vermedik." (Enbiya, 21/34)

âyetiyle, Resulullah (asm.)'tan  önce Hızır (a.s)'ın vefat etmiş olacağına hükmetmişlerdir.

Başta yukarıdaki hadîsi rivayet eden Hz. Abdullah bin Ömer (r.a) olmak üzere, birçok hadîs şarihleri, Resulullah (asm)'ın o hadîsi asır olarak şimdi yaşayanların hepsinin vefat edeceğini haber vermiş, demişlerdir. Yani, Allah'ın bir umumî kanunu olarak bu günden yüz sene sonra, şimdi yaşayanların hepsi vefat eder ve asır son bulur, demektir. Ayrıca hadiste geçen “Sizin bu geceniz var ya” ifadesinde geçen “siz” kelimesi de Ümmet-i Muhammed'den önce yaşayanları içine almadığını gösterir. Öyleyse Peygamberimizin (asm) ümmetinden o zaman hayatta olanların yüz sene içinde öleceği bildirilmiştir. (Ayni, Umdetü’l-Kari, I. Cilt, II. Cüz 175-177) Buna göre İsa, İdris, Hızır ve İlyas aleyhimüsselam bunların dışında kalır.

Konuyla ilgili ayet Peygamber (asm)'e hitaben der ki:

"Senden evvel yaşayan hiçbir beşere dünyada ebedilik ve beka vermedik. Öyle ise, sen de ve sizler de onlar gibi dünyada baki kalmayacaksınız."

Halbuki, Hz. Musa (as)'dan çok evvelden beri hayatta kalmış ve Hz. Musa ile beraber seyahati ve macerası, yine Buhari ve Müslim'in sahih hadîsleriyle sabit olmuş olan Hz. Hızır'ın (a.s) vefatını bu ayetin genel hükmünden ayrı tutmak uygun olacaktır. Aksi halde aynı âyetin umumî kaide ve hükmüyle, Hazret-i İsa ve İdris Aleyhimesselâmların vefatlarını da düşünmek icab edecektir ki; Kur'an'ın ayetlerine zıt bir fikre saplanmak olur. Demek ki ayeti kerimeyi, "her canlının mutlaka öleceği ve ebediliğin ancak Allah'a mahsus olduğunun bildirilmesi" şeklinde yorumlamak münasiptir.

Hz. Hızır'ın (as.) Hz. Peygamber (asm) ile görüştüğü ve bazı sahabelerin onu gördükleri hakkında rivayetler ve İslam alimlerinin onun hala hayatta olduğunu kabul ettiklerini gösteren kaynaklar için, bazı kitapların isimlerini vermekle yetiniyoruz:

(El-lsabe - İbn-i Hacer 1/429-452; Sahih-i Müslim, Kitabul Fedail 170-174, 4/2380; Şerh-üs Sünne - Begavî 15/280; Cem'-ül Fevaid 1/43; Müsned-ül Firdevs 1/345 ve 427, 5/504; Cem'-ül Cevami' - Suyutî hadîs no: 4118 ve 70707; Kenz-ül Ummal ha¬dîs no: 34409; Mevarid-üz Zam'an - İbn-i Hibban hadîs no: 2092; Tirmizî hadîs no: 30151; Züher-ül Firdevs - İbn-i Hacer 4/401; İhya-u Ulûm-id Din 1/336; El-Feth-ül Kebir 1/439; Şerh-i Müslim - Nevevî 8/234; Râmuz-ül Ehadîs s. 198; Nur-ul Ebsar sh: 157, 258 ve 270; El-Musannef - San'anî 2/393; El-Feth-ür Rabbani, Geylanî s.240,..)

3 Rüyanın yaratılış amacı ve hikmetleri nelerdir?

- Rüyalar bir çeşit ilham sayılır. Rahman ve Rahim olan Allah, vahiy ve ilham ile kullarına hitap edip onları onurlandırdığı ve mesajlarını ilettiği gibi, rüya ile de kullarına olan yakınlığını, onlarla ilgili rahmet ve inayetini, onların kimsesiz olmadıklarını, Rableri tarafından her zaman gözetilmekte olduğunu göstermesi rahmet ve inayetinin bir gereğidir.

- Rüyalar, insanlara manevî alemlere pencereler açan birer realitedir. Sürekli maddî hayatla meşgul olmaktan yorulan insanlar, rüya ile manevî alemlere seyahat etmekle istirahat etmiş olur.

- Hadis-i şerifte -mealen-:

“Salih rüya, vahyin kırk altı parçasından bir parçadır.” (Buharî, Tabir, 5)

denilmek suretiyle, rüyanın Allah ile kulları arasında işleyen bir manevî telefon hattı mahiyetinde olduğunu gösterilmektedir.

- Alem-i Misal’de seyahat etmekle meşhur olmuş Muhyiddin ibn Arabî, alem-i misale çıkmanın ilk basamağı rüyalardan geçer, demektedir. Demek ki, doğru rüyalar görecek kadar hayatını istikametle geçirenler, rüya yoluyla misal aleminden haber alabilirler. Nitekim buna Peygamber Efendimiz (asm) şöyle işaret buyurmuştur:

“Rüyası en doğru olarak çıkanlarınız, en doğru sözlü olanınızdır.” (Müslim, Rüya, 6)

- Bir hadiste Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Nübüvetten yalnız müjdeciler kalmıştır.” Oradakiler

“Ya Resulellah! Müjdeciler nelerdir?” diye sorduklarında

“Salih rüyalardır.” buyurdu. (Buhari, Tabir, 5; Muvatta, Rüya 3)

Bu hadis-i şerifler de gösteriyor ki, Allah ile kulları arasında iletişimi gerçekleştiren vahiy yolu kapandıktan sonra, vahyin kırk altı parçasından bir parçası olan rüyalarla bu iletişim hattı devam edecektir.

- Rüyanın en güzel yönlerinden biri de -geçici de olsa- ayrılıkları kaldırıp buluşmaları gerçekleştiren bir misyonunun olmasıdır. Yakın akrabasını, yakın dostlarını berzah alemine gönderenler, rüyada onlarla görüşmekle bir mutluluk elde ederler.

Anlatılan bu hususlar, rüyanın hikmeti konusunda yalnız bir ufuk açmak için birer misaldir…

İlave bilgi için tıklayınız:

- Rüya Nedir, Rüya ile Amel Edilir mi?

4 İlham ne demektir?

İlham nedir?

Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.

Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir.

Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra,

Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır.buyurur. (Şems, 91/8-10)

Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.

İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.

Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.

İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:

“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.” (Gölcük, s. 291)

Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.” (İskenderanî, s. 130)

İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der:

“Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (Bursevî, IV/193)

Menar tefsirinde ise,

“Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir.” (Abduh, VII/422-423)

ifadeleriyle, ilhamın, çok özel bir bilgi türü olduğu vurgulanır.

Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.

Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler.

Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.

Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır. Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir. Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır. Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve mucid muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler.

“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır. Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır. Her şeye o zaviyeden bakarlar. Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir. Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır. Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır. Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür. Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar. Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar. Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır. Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar.

Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler.

Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır.

İlham ne derce bağlayıcıdır?

İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.

Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir.” cümlesini şöyle açıklar:

“Müellif bununla 'İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir.' manasını murad etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.” (Taftezanî, s.13-14)

Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler.” (Çelebi, s. 249)

Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.

Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.

Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.

Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Muhtaru’s-Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor.” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş.” der ve şu âyeti okur:

Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler. (En’am, 6/121)

Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. (İbnu Kesir, II, 170)

Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.

“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi, Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik. (Meryem, 19/83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer.” (Yazır, III/2148)

Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.

Vahiy – ilham farkı

Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir. Şöyle ki:

1. İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir. Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir.

2. Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir. Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir. Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir. Melekte hata ihtimali yoktur. Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir. Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir.

3. Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir. Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur. Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir. İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir.

4. Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir. Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir. Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır.

5. Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır. İlham ise, gölgelidir. Renkler karışır. İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir.

Hz. Musa’nın Annesi

Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:

Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, Benî İsrail’in erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî teselli gelir:

Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 28/7)

Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın, ilerde bir peygamber olacağıdır. Musa’nın annesine il­hamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi, melek gönderilmesi şeklinde olabilir.

Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşımaktadır.

5 Kötü gibi görülen rüyalar irşad eden türde olabilir mi? Peygamber Efendimiz bir hadislerinde "Güzel rüya Allah'tandır, kötü rüya ise şeytandandır." buyurmuş. Bu konuda bilgi verir misiniz?

Görünüşte kötü gibi görülen rüyaların manası hakikatta güzel olabilir. Bu bakımdan kötü gibi görülen rüyaların da insanı irşad edecek yönleri vardır.

"Güzel gören güzel düşünür,
Güzel düşünen güzel hülyalar görür,
Güzel hülyalar gören de hayatından lezzet alır."

İslâm'a göre rüya üç çeşittir:

1. Salih rüya,
2. Şeytanî rüya,
3. İnsanın içinde yaşadığı olaylardan doğan rüya.

Salih rüya, vaki olacak olan şeyleri vukuundan evvel fıtrî istidad ile idrak etmekten ibarettir. Peygamber (sav) bununla ilgili şöyle buyurur:

"Müminlerin rüyası nübüvvetin kırk altı bölümünden bir bölümdür."

Şeytanî rüya, insanı korkutup üzüntüden üzüntüye sevk etmek için, uyku halinde insanın kalbine verdiği vesveseden ibarettir. Peygamber (sav) şöyle buyurur:

"Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse o Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamd edip rüyasını söylesin. Hoşuna gitmediği bir rüya görürse o şeytandandır; şerrinden Allah'a sığınsın ve onu kimseye de açmasın. Yoksa kendisine zarar verecektir."

İnsanın içinde yaşadığı olaylardan doğan rüya ise; insan bir şeyle meşgul olup onunla fazlasıyla ilgilendiği için hakkında rüya görür. Peygamber (sav) bir hadiste şöyle buyurur:

"Rüya üçdür. Allah tarafından olup müjde veren salih rüya, üzüntü verip şeytandan gelen rüya ve insanın kendi kendine bir şeyler söyleyip tasavvur ettiğinden meydana gelen rüya."

Yûsuf sûresinde zikredilen Hz. Yusuf (as)'ın rüyasıyla ilgili âyet ile yukarıda zikredilen hadisler bunu ifade ediyorlar. Rüyaların içinde hak rüyalar vardır. Ancak her rüya haktır ve her tabir de doğrudur denilmez. Rüyaya göre hareket ve rüyaya istinad etmek doğru değildir. Hatta fıkıh kitapları beyân ediyorlar: Şeytan her ne kadar Peygamberin suretine giremezse de Şaban'in yirmi dokuzunda Peygamber (sav) herhangi bir kimsenin rüyasında "Yarın Ramazan'ın birinci günüdür, oruç tutunuz." diye emretse de bu rüya ile amel edilmez. Çünkü rüya ilim olmadığı gibi zabt da edilmez.

(Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II / 300)

Rüya ve ilham ile amel etmek

Rüyalar ve ilhamlar Rabbani ve Rahmani; şeytani ve nefsani olabilirler. Bu sebeple aralarını iyi belirlemek gerekir. İslam uleması bu konularda şu üç şartın yerine getirilmesi durumunda amel edilebileceğini, ama hiç kimseyi zorlamanın doğru olmadığını belirtirler.

1. Görülen rüya veya ilham, dinimizin emirlerinden birini kaldırıcı veya yasaklarından birini de helal edici cinsten, yani dine aykırı ve sünnete zıt olmayacak.

2. Rüya veya ilhama muhatap olan kişi güvenilir, herkesin itimat ettiği, Ebu Hanife, Şafii, İmamı Rabbani, İmamı Gazali gibi kişiler olmalıdır. Herkes o zatın yalan söylemeyeceği ve dinin esaslarını hakkıyla bilen ve yaşayan birisi olduğunu kabul etmelidir.

3. Rüya ve ilhamla elde edilen bilgiler dinin bir emri gibi kabul edilmemeli. Sadece tavsiye edilebilir. Rüyalar ve ilhamlar birer ikazdır, irşattır. Bağlayıcı ve zorlayıcı olamaz. Bu rüya ve ilhama uyanlar ayıplanmayacağı gibi, uymayanlar da ayıplanmaz.

6 Celcelutiye diye adlandırılan duanın vahiy olduğu söyleniyor; Kur'an'da aradım bulamadım?

Celcelûtiye duası, Kaside-i Celcelûtiye, Celcelûtiye Kasidesi gibi ifadelerle anılır.

Celcelûtiye, Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.)'in derslerine istinaden, aslı cifir ve ebced hesabı ile alakalı olarak Hazret-i Ali (r.a.) tarafından telif edilen bir kısım kelimeleri Süryanice olan Arapça bir kasidedir.

Bu dua Mecmuat-ül Ahzab'ın birinci cildinde yer almaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Celcelutiye duası vahiy midir? Kaynakları nedir?

7 Keramet ve ilhamın varlığını gösteren ayet ve hadis var mıdır?

Gerek Kur'an'da ve gerek hadis kitaplarında ilhamdan söz edilmiştir. Bazen konu bizzat "ilham" sözcüğü ile, bazen de onun eş anlamlısı bir kelime ile ifade edilmiştir. Şems sûresinde geçen "Ona (nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham eden (Allah'a) yemin olsun." (Şems, 91/8) mealindeki âyette "ilham" kelimesi açık olarak kullanılmıştır. Âyette ayrıca iyilik telkini gibi, kötülük telkini de "ilham" kelimesi ile ifade edilmiştir. Âyetin ifadesinden ilk etapta sırf güzel işlerin telkini için kullanılan bir kavram olan ilhamın, çirkin ve kötü şeylerin de adı olduğu hususu anlaşılabilir. Ancak dikkatle bakıldığında âyette söz konusu olan husus güzellik ve çirkinliğin, iyilik ve kötülüğün mahiyetinin insana bildirilip, öğretilmesidir. Bu ise her iki şekliyle de güzelliktir. Çünkü kötülük bilinmezse ondan kaçınmak zor olur.

Abdullah b. Mesud'dan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.m):

"İnsanoğlunda bir lümme-i şeytâniyye bir de lümme-i melekiyye vardır. Lümme-i şeytâniyyeden hakkın yalanlanması ve kötülüklerin yapılması; lümme-i melekiyyeden de hak ve hakikatin tasdik edilmesi ve güzel işlerin yapılması yolunda telkinler yapılır. Buna göre içinden hayır işlerine dair telkinler alan kimse, bunun Allah tarafından olduğunu bilsin ve ona hamd etsin. Kötülük telkinini alan kimse de kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın." buyurmuş ve ardından "Şeytan size fakirliği vadeder ve hayâsızlığı emreder." (Bakara, 2/268) mealindeki âyeti okumuştur." (Tirmîzî, Tefsir, 3).

"İşte bunda mütevessimler (ibret alanlar) için işaretler vardır." (Hicr, 15/75) mealindeki âyeti tefsir eden Rağıb Isfahânî, "mütevessimin" kelimesini bir şeyden ders alan, ibret alan ve işi bilen kimseler şeklinde açıklamıştır. (Râğıb, 871). Bir hadis-ı şerifte, adı geçen âyette yer alan "mütevvesimin" kelimesi feraset olarak açıklanmıştır. Tirmizi'nin Ebû Said el-Hudrî'den yaptığı rivayette, Hz. Peygamer (a.s.m): "Mü'minin ferasetinden çekinin, çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar, görür." (Tirmîzî, Tefsir, 16) buyurmuştur. Feraset de bir ilhamdır.

Buharî ve Müslim'de geçen bir hadiste ise, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz sizden önceki ümmetlerde muhaddesûn (ilhama mazhar) denilen kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar bir tek kişi varsa, şüphesiz o Ömer'dir." (Buhârî, Fedâilus-sahâbe, 6; Enbiya, 54; Müslim, Fedâilü's-sahâbe, 23).

Görüldüğü gibi bu hadiste ilhama mazhariyetin varlığı ile beraber, onun yüksek bir değere sahip olduğu hususu da vurgulanmaktadır.

Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

"Rûhu'l-Kudus benim kalbime şunu üfledi: Hiçbir nefis rızkını tamamlamadan ölmez. O halde dikkat edin, Allah'tan korkun ve rızık arama hususunda güzel davranın." (Râğıb, 748. İlgili hadis için bk. Suyûtî, İtkan, I/59; Camiu's-Sağîr, 1/155; Aclûni, 1/231).

Bu hadis, peygamberlerin vahiy olgusu dışında ayrıca ilhama da mazhar olduklarını da göstermektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İlham Ne Demektir?

KERÂMET.

8 Peygamberimize vahyin bir müddet gelmemesi / kesilmesi ile ilgili bilgi verir misiniz? Bu hususta Peygamberimiz ile Cebrail arasında geçen konuşmayla ilgili ayet var mı?

Bu hususla ilgili Cebrail (as)'ın Kur'an-ı Kerim'de geçen sözü yoktur.

Resûlullah Efendimiz (asm), aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşeri aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin (asm) tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdetâ dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.1

Allah Resûlü (asm) tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.

Dünya, "Dârü'l-Hikmet" olması sebebiyle, onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine, elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:

1) Allah Resûlü (asm) ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.

2) Ruh-u Ahmed'in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.

3) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.2

Vahyin Tekrar Gelmeye Başlaması

Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize (asm) vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:

"Birgün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra'da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz.' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:

"Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah'ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur."3

"Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi."4

Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin (asm) ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.

Cenâb-ı Hak, serapâ ahlakî güzellikler ve kemallerle süslemiş olduğu Hazret-i Muhammed'i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev'i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda yüce Allah'ın umum kâinatta cari olan "Her nev'de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami' halkedip, o nev'in medar-ı Fahr-i ve kemâli yapar." kanunu, insanlık camiâsında da tecellisini buluyordu.

"Cenâb-ı Hakk'ın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i A'zâm olduğu gibi, masnûatında [san'atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek. O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü, envâ-ı kâinatın [kâînattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü; zîhayatın enva'ı içinde en mükemmel zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü; zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstâid insandır."

"Ve insanlar içinde herhalde o ferdi; Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü; zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zirâ o zât, küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene [şimdi bin dört yüz sene] kemâl-i haşmetle saltanât-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakâikte [hakikatların her türlüsünde] bir üstad-ı küll [umumî üstad] hükmüne geçmiş."

"Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidâyet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtâzdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur..."5

Kaynaklar:

1. Tecrid Tercemesi, I/13
2. Abdülalâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s.m.), s. 89
3. Müddessir , 74/1-5.
4. Buharî, 1/7; Müslim, 1/98; Müsned, (h. 2846); Tirmizî, 5/592
5. Bediüzzaman Said Nursî; Mektûbat, s. 284-285.

9 Vahy meleği Cebrail bir anda nasıl geliyor?

İnsan yürüyüş hızı, ses hızı, ışık hızı ve hayal hızı şeklinde binlerce mesafe alma vasıtları vardır. Bu nedenle milyonlarca yılda alıancak bir mesafeyi, hayal ile bir anda almak nasıl mümkün ise, Allah'ın nurdan yarattığı varlıklar da yine bir mahluk olan hayal gibi bir anda Allah'ın izniyle her yere gidebilir.

Ayrıca yer çekimi kanunu dünyanın bir tarafından öbür tarafına nasıl gider, kaç dakika sürer gibi bir soruya zaten dünyanın her yerindedir, diye cevap verilir. Demek ki Allah'ın bir memuru olan melekler de bir anda Allah'ın emrini ulaştırabilir.

Sorunuzda geçen yükselme ve günlerin binler yıl olmasına gelince:

Kur'an-ı Kerim'de geçen "yevm" yani gün tabiri birden çok anlam ifade etmekte ve yerine göre farklı manada geçmektedir. Bu nedenle sorunuzda geçen gün tabiri daha çok ahiret hayatının çok geniş olduğunu, kainatta değişik alemlerin varlığını ve zamanın izafi olduğunu anlatmak içindir. Vahyin gelmesi zamanı için değildir.

"Senden azabın çabuklaştırılmasını istiyorlar; oysa Allah vaadinden dönecek değildir. Ne var ki, Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınızla bin sene gibidir." (Hac, 22/47)

Benzer ifadeler başka ayetlerde de geçmektedir. Bunlar, zamanın kesin ve değişmez bir varlık olmadığı, yerde ve gökte, farklı mekânlarda ve farklı hızlarda, değişik şekilde işlediği yahut algılandığı konusunda açık bir ipucu vermektedir. Âyette "Rabbinin günü" gibi bir ifade yerine "Rabbinin katında bir gün" deyiminin kullanılmış olması da, zamanın yaratıcısı olan Allah'ın böyle sınırlardan münezzeh olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ayrıca, 10:45, 23:112-113, 70:6-7, 79:46 gibi daha birçok âyette de, farklı kişilerin farklı ortamlarda zamanı değişik şekillerde algıladıklarına dair ifadeler bulunmaktadır.

"Gökten yere kadar her işi O çekip çevirir. Sonra bütün işler, sizin hesabınızla bin sene kadar tutan bir günde Ona yükselir." (Secde, 32/5)

"Melekler ve Ruh elli bin sene uzunluğundaki bir günde Ona yükselir." (Mearic, 70/4)

ifadesi ile "meleklerin elli bin yıl tutan bir günde Ona yükselecekleri" bildirilmektedir. Her iki âyet de, bütün işlerin sonucunun Allah'a sunulacağı kıyamet gününü tasvir eder gibidir. Nitekim birinde bin yıllık, diğerinde elli bin yıllık bir günden söz edilmesi de, kıyamet gününün farklı kimseler tarafından farklı uzunluklarda algılanacağını hatıra getirmektedir.

Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce Allah'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda,

"O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar." (Nebe, 78/38)

âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar.

"Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245),

"Oysa bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210)

"Yeryüzündekilerin hepsi fanidir." (Rahmân, 55/26),

"Onun zatından başka her şey yok olucudur." (Kasas, 28/88),

"Bugün mülk kimin?" (Mümin, 40/16)

sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.

O günün miktarı ellibin sene eder. Burada "sizin saydıklarınızdan" kaydı yoktur. Fakat, "Gökten yere kadar bütün işleri o tedvir eder. Sonra da o iş, sizin sayageldiklerinizle bin yıl miktarında olan bir günde ona yükselir." (Secde, 32/5) buyrulmuş olmasına dayanılarak, burada da o mânânın gözetileceğini söyleyenler olmuştur.

Bununla beraber burada bu senenin melekler ve Ruh senesi olmak ihtimaliyle günün daha ziyade korkutma ve sakındırma ifade etmiş olması da ihtimal dahilindedir. Bazıları burada elli bin seneden maksadın, uzunluğun miktarını açıklamak değil, kıyamet gününün dehşetinden kinaye olduğunu söylemişlerdir ki bu, o günün daha uzun ve daha kısa olmasına engel değildir. Nitekim Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan bir hadiste, "O gün mümine hafifletilir. Hatta ona dünyada kıldığı bir tarz namazdan daha hafif olur." buyrulması da bunu andırır.

Kıyamet gününün üfürmeler arasındaki zamanları gibi geçici çeşitli devreleri, durumları ve korkunç olayları vardır. Bunlar cennet ve cehenneme girmeden evvel inanan ve inanmayana başka başkadır. Bu elli bin senelik gün, kıyamet ve ahiretin hepsi değil, durup bekleme günleridir. Kâfir hesabı görülüp cehenneme gönderilinceye kadar böyle ne senesi olduğu bilinmeyen elli bin senelik duraklarda ve hatta nice durma yerlerinde böyle ellişer bin sene sıkıntılar içinde bekleyecektir.

10 Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e nerelerde vasıtasız (direkt) vahiy etmiştir?

Vahiy, insanlık camiasından seçilip görevlendirilen peygamberler vasıtasıyla, insanların ve de cinlerin dünya ve ahiret hayatlarının mutluluğu için prensipler koyan ilâhî mesajlardan ibarettir. Bunlar, Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılır.

"Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahiy etmesinden başka bir suretle konuşması, hiçbir insana müyesser olmaz. O yücedir, hikmet sahibidir."(Şûrâ, 42/51)

ayetinde vahyin üç şekline vurgu yapıldığı gibi, vasıtalı / vasıtasız vahiy çeşitlerine de işaret edilmiştir.(bk. Subhi Salih, Mebahis fî Ulûmi'l-Kur'an, Dâru'l-İlm, s. 25.).

"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyetttik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a, Esbat'a (onların torunlarına), İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik." (Nisâ, 4/163)

ayeti hakiki vahyin bütün peygamberler için ortak bir değer olduğunu göstermektedir.

Görebildiğimiz kadarıyla, Hz. Peygamber (asm)’e melek vasıtası olmadan doğrudan Allah tarafından Miraç’ta vahiy edilen, sadece Bakara suresinin son iki ayetidir.

Kaynakların bildirdiğine göre, Abdullah b. Mesud  şunları söylemiştir:

“…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e  şu üç şey verildi:  Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi  ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz verildi).” [bk. Müslim, İman, (76)279; Tirmizî, tefsir,54;  İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri].

Nisa suresi 164. ayette Allah’ın Musa (as) ile konuştuğu ifade edilmektedir. Çünkü, bu manada hususî olarak Allah’ın kendisiyle doğrudan konuştuğu tek peygamber Hz. Musa (as)’dır. Hz. Muhammed (asm)’in bu konudaki durumu -Miraç hadisesi münasebetiyle- Mekke’de inen Necm suresinde ifade edildiği için, Medine’de inen Nisa suresinde ona ayrıca atıfta bulunmaya lüzum kalmamıştır.

Şüphesiz Hz. Muhammed (asm)’in Miraçta hem ilahî tekellüme hem de manevî cemal-i ilahiyi temaşa etmeye muvaffak olması, sadece ilahî tekellüme mazhar olan Hz. Musa (as)’ın -Tur-i Sina’daki- miracından katbekat yüksek bir mertebedir.

Diğer taraftan, Miraç olayının anlatıldığı Necm Suresinde, “(Böylece Cenâb-ı Hak) kuluna vahyettiğini etti.” (Necm, 53/10) ayetinde doğrudan vahiyden bahsedilmiş, ancak nelerin vahyedildiği söylenmemiştir. Ayette de öznenin Cebrail veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna "Bu yaklaşmayı takiben Cebrail, Allah'ın, kulu Muhammed'e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti." şeklinde olur.

İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak ge­rekir: Resûlullah (asm) Rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde Mirac sırasındaki geliş­melerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde, ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır.

Buna göre, vahyin vasıtasız olduğu bu safhada, Resûlullah (asm) Efendimizin bedeni ruhuna dönüşmüş; zaman ve mekân kavramları bir bakıma tatil edilmiş; Ruh-i Muhammedi bütün safiyet ve nuraniyetiyle yükselmişti. İlâhî vahiy doğrudan Onun kalbine inmeye başlamış, bedeni ruhlaştığı için de buna tahammül edebiliyor ve tarifi mümkün olmayan bir zevk içinde ilâhî cemal sıfatının tecellisine mazhar oluyordu.

Vasıtasız yapılan bu vahiy arasında, yukarıda mealini verdiğimiz hadiste ifade edilenlerden başka bizim bilmediğimiz birçok sır ve hikmetler, Peygamber Efendimize (asm) bildirilmiş olmaktadır. (bk. Razi, Mefatih; Elmalılı, Hak Dini; Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri)

11 Hayvanlar ilhama nasıl mazhar olurlar?

Allah’ın kudret sıfatının tecellileri sonsuz olduğu gibi, kelam sıfatının muhatapları da sonsuzdur. Bu muhataplar içerisinde ilk sırayı insanlar alırlar. Peygamberlere vahiy indiren Cenab-ı Hak, veli kullarının kalplerine de ilhamda bulunur. Melekler alemi de bütün işlerini ilhamla yaparlar.

İlham, akıl nimetinden mahrum olan hayvanlar alemine de Allah’ın bir ilahi ihsanıdır. O günahsız varlıklar da vazifelerini ilhamla öğrenir ve yine ilhamla yerine getirirler. İnsanoğlu şeker pancarından şeker yapacak seviyeye gelmek için asırlar boyu çalışmışken, ilk arıların da bugünkü arılar gibi bal yapabilmeleri ancak ilhamla açıklanabilir. Yine insanoğlu uçak yapmak için asırlarca çalışmışken, bütün kuşların, sineklerin uçmayı bilmeleri ve uçabilmeleri ancak ilhamla açıklanabilir. Bazı çevreler bu İlâhî ihsanlara içgüdü diyerek, bu sonsuz mucizeleri tabii ve tesadüfi saymaya çabalarlar.

İlham, hava karardığında bir ağacın dalları arasına saklanan serçelerden, yuvalarına dönen karıncalara, bir kaya parçasının kuytuluklarında gizlenen balıklardan, ormanın tenha bir köşesinde kendine emniyet arayan ceylana kadar her canlıyı sevk ve idare eden ayrı bir âlem. Hepsi bir ilham ile bir sevk-i kaderî ile geceleyeceği yeri en güzel biçimde belirliyor.

Ertesi gün, Güneş'in ilk huzmelerinin ufukta belirmesiyle başlayan çeşitli, karmaşık, müthiş bir mesai. Görevlilerin hepsi bir his ile yola çıkar, bir tarafa yönelir, uçar, koşar, yürür, yüzer... Ama hiçbiri nereye gittiğini, saatin kaç olduğunu, kaç saat mesai yapacağını, ne zaman yuvasına döneceğini bilmez. Ama hepsinin de işi İlâhî bir ilhamla mükemmel görülür.

Hayvanlar, kendilerine ilham eden Rablerini, yine ilhamla bilirler. Bir hayvan, kendisinin ne olduğunu, kaç ayağı bulunduğunu, midesini, ciğerini bilmese bile var olduğundan haberdardır. Ve bu varlığı korumak ister. Elinden almaya kalkışırsanız sizden kaçar.

İşte kendi varlığını ilhamla bilen ve bundan memnun olan her canlının kalbinde, bilemeyeceğimiz bir keyfiyette, bu ihsana teşekkür duygusu mevcuttur. Evet, kendini bilenin Rabbini de bilmesi gerekir. Bu mânâ, hayvanların hepsinde geçerlidir. Lâkin Rablerini bilişleri de kendilerini bilmeleri gibi, çok cüz’îdir, ama gerçektir.

Göz göze geldiğimiz herhangi bir hayvan, bizim ruh dünyamızı bilmekten ne kadar uzak ise, biz de onun iç âlemini bilmekten o kadar uzağız. Bizim bildiğimiz, onun sadece bedeni ve organlarıdır. Kanında nelerin yüzdüğünü bilsek bile, içinden nelerin geçtiğini bilemeyiz. Öyle ise, iç âlemlerinin cahili olduğumuz bu canlıların, Rablerini bilmediklerini nasıl iddia edebiliriz?

12 İncil'in Hz. İsa'ya yüce Allah tarafından vahyi / tebliğ ediliş şekli nasıldır?

Kur'an dışındaki semavi kitaplar bir defada inidirlmiştir. (bk. Razi, Furkan, 32. ayetin tefsiri)

Tevrat'ın tamamı Hz. Musa'ya levhalar halinde yazılı olarak bir defada toptan inmiştir.

Zebur, Hz. Davud'a bir defada toptan indirilmiştir.

İncil ise bir defada inmiş, ancak Hz. İsa'nın sağlığında yazılı kitap hâline getirilmemiştir. Çünkü Hz. İsa'ın tebliğ süresinin kısa oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu.

En erken yazıları İncil, Hz. İsa'dan sonra 70'li yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazıları İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.

Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere vahyin nasıl geldiği bildirilmektedir.

"(Ey Muhammed!) Mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder." (Şura, 42/3)

Ayetin anlamı, "böyle, bu vahiy tarzı ile veya ilerde gelecek mânâ ile vahiy veriyor ve verir sana ve senden önceki peygamberlere" demektir. Keşşaf sahibi burada şöyle der:

"Yani bu sûrenin kapsadığı mânâlar öyle mânâlardır ki Yüce Allah onun aynısını hem bu sûrenin dışında sana vahy etmiştir, hem de senden önceki peygamberlere vahyetmiştir. Bu şekilde Yüce Allah bu mânâları Kur'ân'da ve semavî kitapların hepsinde tekrar buyurmuştur. Çünkü bunlarda eninde sonunda kullarına beliğ bir uyarı ve büyük bir lütuf vardır."

"Vahyetti" buyurulmayıp da muzari (şimdiki zaman) lafzı ile "vahyediyor" buyurulması da, böyle vahyetme âdeti olduğuna delalet içindir. Bundan başka burada bir de şu mânâ vardır. Yüce Allah'ın sana ve senden önceki peygamberlere vahyinin tarzı bu vahyi gibi, yani bu sûrede beyan ve tarif olunduğu gibidir. Çünkü vahyin çeşitleri bu sûrenin sonunda,

"Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi gönderip de izniyle ona dilediğini vahyetmesi müstesna." (Şûrâ, 42/51)

diye beyan olunacaktır." ın da bu üç tarza rumuz olması muhtemeldir. Nisâ Sûresi'ndeki,

"Nuh'a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, evlatlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şüphesiz sana da vahyettik biz." (Nisâ, 4/163)

âyeti de her peygambere vahyedildiğinin ve vahiy şekillerinde bir benzerlik olabileceğini gösterir. (bk. Elmalılı, İlgili ayetlerin tefsiri)

Vahyin geliş şekilleriyle ilgili detaylı bilgiyi Peygamber Efendimizin (asm) hadislerinden ve sahabelerin şehadetlerinden öğreniyoruz. Aynı durumların ya da benzer şekillerin Hz. İsa (as) ve diğer peygamberler için de olması mümkündür.

Vahyin geliş şekilleriyle ilgili şöyle bir sıralama yapılabilir:

1. Vahyin ilk şekli Rasûlûllah (asm)'in uykuda iken gördüğü sadık rüyalardır. Bu rüyalarda "sadık rüya" (Rüya-yı Sadıka) adı da verilmektedir. Peygamber (asm)'in gördüğü bu rüyalar daha sonraları kendisine zahir olurdu. Hz. Aişe (ra), "Peygamber, hiç bir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık zuhur etmesin." diyerek, bu rüyalara ışık tutmaktadır.

2. Rasûlüllah (asm)'in uyanık halde iken vahiy meleğinin onun gönlüne vahyi ilka etmesidir. Vahyin bu şekli şu hadis-i şerifte bildirilmektedir:

"Ruhu'l-Kudüs kalbime, 'Hiç bir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir.' diye üfledi. O halde Allah'tan korkun ve rızkınızı meşru yoldan arayınız."  (Münziri, et-Tergib ve't-terhib, 4/12)

Ruhu'l-Kudüs, Cebrail (as)'dir. Cebrail'in göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.

3. Cebrail, bir delikanlı veya bir insan şekline bürünerek Peygamber (asm) vahiy getirmiştir. Cebrail'in bu yolla ashabtan Dıhye'nin suretine bürünerek vahiy getirdiğini bir çok sahabî nakletmektedir. Vahyin en kolay ve en meşakkatsiz şekli budur.

4. Meleğin görünmeden Peygamber (asm)'e vahiy getirmesidir. Peygamberimiz çan sesine benzeyen bir ses duyardı. Vahyin en ağır şekli budur. Vahyin bu şekli tehdit ve vaad ihtiva eden âyetlere özgüdür. Bu şekildeki vahyi Rasûlüllah (asm) şöyle anlatıyor:

"Bazan çıngırak sesine benzeyen bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır." (Bu­hâ­rî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müs­lim, Fe­dâ­il, 87)

Böyle bir vahyin geliş anında Peygamber (asm) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (asm)'in âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği, dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine,

"Vahyi çabucak alması için dilini kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy." (Kıyame, 76/16-18)

uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlüllah (asm) Cebrail (as)'i dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.

5. Meleğin asli sûretinde görünerek Allah'ın emrini Peygamber (asm)'e getirmesi ve okumasıdır. Cebrail (as), bu şekliyle iki kez vahiy getirmiştir. Birincisi nübüvvetin başlangıcında olmuştur. Peygamber (s.a.s) baygınlık geçirmiştir. İkincisi ise mi'rac olayının gerçekleşmesinde olmuştur. Bu olaya delil olarak,

"Andolsun ki onun diğer bir defa da Sidretü'l-Münteha'nın yanında gördü." (Necm, 53/12)

âyeti zikredilebilir.

6. Rasûlüllah (asm)'in uyanık halde iken Allah Teâlâ ile konuşmasıdır. Böyle bir konuşmada arada hiç bir vasıta yoktur. Namazın farz oluşu bu yolladır. Vahyin bu yoluyla ilgili olarak aşağıdaki âyeti zikredilebilir.

"Allah Musa'ya da hitab ile konuştu." (Nisa, 4/164).

7. Cebrail (as)'in Peygamber (asm)'e uyku halinde iken vahy getirmesidir. Kevser sûresinin bu şekilde nâzil olduğu rivayet edilmiştir.

13 Tevrat ile hükmeden peygamberlere vahiy gelmiş mi ve mucize göstermişler mi?

Allah (cc) gönderdiği her peygambere, o peygambere has bir şeriat vermemiştir. Kur'an-ı Kerim'den öğrendiğimize göre, sadece dört semavî kitap vardır ve bazı peygamberlere de sadece bazı sahîfeler verilmiştir. Halbuki bir hadiste ifade edildiği üzere onca nebinin yanında, bir de 313 mürsel peygamber gönderilmiştir. Ve bu peygamberlerin hepsi de, risaletle görevlendirildiklerine dair Cenab-ı Hakk'tan emir almışlardır. Bu emri aldıktan sonra da behemehal irşad ve tebliğde bulunmuşlardır ki, peygamberliğin gerçek manası budur. O halde, elinde ne bir hususi kitap ne de hususi bir şeriat mevcut olan bu elçiler, kendilerine kitap verilen peygamberlere tâbi olmuşlardır.

Mesela, Hz. Musa (as) yolunda belki yüzü aşkın peygamber gelmiştir. Ama bunların hepsi de Tevrat'ın hükmü ile amel etmişlerdir. Hz. Davud (as) gibi cihan çapında bir saltanatın sahibi peygamber dahi, saltanatı misyonunun bir buudunun tezahürüydü. Hz. Davud (as)'a verilen "Zebur", evrad-u, ezkâr, zühd ve rekâik gibi hususları ihtiva ediyordu.

Yine Hz. İbrahim (as) döneminde birçok peygamber vardır: Hz. İsmail (as) ve yeğeni Hz. Lut (as) bunlardandı. O dönemde câri olan ahkam ise, Hz. İbrahim'e (as) verilen "sahifeler"den ibaretti.

Hz. Mesih (İsa) döneminde, İncil'in ahkâmıyla amel eden nebi bilmiyoruz. Hz. Zekeriyya (as) ve Hz. Yahya (as) gibi bu döneme ait olan peygamberler de ihtimal ki Tevrat'la amel ediyorlardı. (İbn-i Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübra, 1/296; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/466; İbn-i Esir, Üsdü'l-Ğâbe, 2/99)

Bütün bunlar gösteriyor ki, kendisine kitap veya şeriat verilen peygamberler, kendilerine bağlı olan diğer peygamberleri, Cenab-ı Hakk'ın emirlerini esas alarak onları tavzif edebilmekte ve irşad adına onları yönlendirmektedirler.

Kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerin de mucizeleri vadı ve onlara vahiy gelirdi.

İlave bilgi için tıklayınız:

VAHY...

14 Vahyi akılla anlamaya çalışmak? Vahyi akıllarına sığdıramayan kardeşlerimize ne dersiniz?

Akıl bir çok şeyi anlamakta zorlanmaktadır. Çekirdeğe bir ağaç nasıl sığışır, dünya boşlukta nasıl durur? Ruh bedende nasıl iş görür, topraktan çiçekler nasıl çıkar gibi bir çok konuyu akıl anlmakta zorlanır. Bunlara bir isim takmakla cevap verilmiş olmuyor. Bazen bunların karşısında Allahü Ekber diyerek hayretimizi dile getirmek gerekir.

Örneğin “Ruh nasıl bir şey?” "Vahiy nasıldır?" diyene “bilmiyorum”, demek de bir cevaptır. Böyle demekle sorunun gerçek cevabını vermiş oluyoruz. Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum,” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında bir takım tahminlerde bulunsak, “uzundur veya kısadır”, desek, “şu veya bu renktedir”, gibi lâflar etsek aldanmış ve aldatmış oluruz. Toprağa bakıp yer çekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey olur.

Bu açıdan vahyi maddi şeylerle açıklamaya çalışmak doğru olmaz. Bu peygamberlere özel bir durumdur. Nasıl ki melek olmayan melekliği bilemez, insan olmayan insanlığı anlayamaz. Peygamber olmayan da bunu yaşayamaz ve hakkıyla bilemez. Ancak vahyin varlığı kesindir.

"Şu kâinatın sahibi ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak, elbette zişuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nevi ile konuşacaktır. Madem insan nevi ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak..." (Bediüzzaman, Mektubat, s. 89)

İlave bilgi için tıklayınız:

İslam'ı akılla anlamaya dair hadisleri açıklar mısınız? Akıl vahiy ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz?..

VAHY...

AKIL...

15 Keramet neden mucize seviyesine çıkamaz? Keramet ile mucizenin farkı nedir?

Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır. Bunlardan biri; "meydan okumak" diğeri, inkârcıları "âciz bırakmak"tır. Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir:

Mucize; peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ'nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini/mislini yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir. (et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III/177; el-Cezirî, Tavdîhu'l-Akâid, 140).

Bu tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah'ın bir fiilidir. Onu peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr eden herkesi aciz bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik iddiasını ispat ve tasdik manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika göstermesi, "kulum, peygamberlik iddiasında sadıktır, kendiside, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve gerçektir" demektir.

Tarifteki, "peygamberlik iddiasında bulunmak" ve "meydan okumak" (tahaddi) şartlar, mucizeyi, Allah'ın salih kulları olan evliyâ'nın gösterdikleri "kerâmet" adı verilen ve benzeri diğer fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah dostları olan evliyanın, "peygamberlik iddiası" ve "meydan okuma" vasfı yoktur. Onların gösterdiği kerâmetler, tâbi oldukları ve şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür mucizesi sayılır (Celâl ed-Devânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, II/277).

Mu'cize sahih ve kabule şayan olması için, bazı şartları gerektirir:

1. Mucize, Allah Teâlâ'nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtardır; yani dilediğini yaratır. Ancak, kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Meselâ, Hz. Musa'nın elindeki asayı yılana çevirmek, İsa (a. s)'nın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ'nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir.

2. Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve kâinatın normal nizamına göre meydana gelen (güneşin doğması gibi) hadiselerde fevkalâdelik özelliği yoktur.

3. İtiraz edilmesi imkansız olmalıdır. Çünkü icâz'ın fonksiyonu, karşı çıkan muarızların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.

4. Mucize, Allah'ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir.

5. Gösterilen mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.

6. İddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır.

7.  Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü (iddiasını) müteakip hemen meydana gelmelidir (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III/177-179).

Mucizenin son şartına aykırı olarak peygamberlik iddiasından önce meydana gelen harikulâde olaylar, mucize sayılmasa da, evliyanın kerâmeti cinsinden bir harika sayılır. Peygamberler, peygamberlik gelmeden önce, evliya derecesinde Allah dostlarıdır. Onlarda peygamberlik yaklaştığında görülen fevkalâde hadiseye "irhas" denir. Bunlar, gelecek olan peygamberliği tesis maksadıyla peygamber adaylarında görülen bazı harikalardır.

Mucizeler ile Harikalar (Kerametler) Arasındaki Fark

En önemli farklar şunlardır:

1. Mucize, ancak peygamberlik şerefine mazhar olan Allah'ın sevgili kullan, mümtaz şahsiyetler tarafından ve davalarına uygun olarak meydana gelir. Diğer hârikalarda bu şartlar bulunmaz.

2. Mucize, genellikle halkın istemesi üzerine gösterilir ve ortaya çıkar. Bu esnada halka, "Bir benzerini de siz getirin" diye meydan okunur ve halk âciz kalarak bir benzerini yapamazlar. Veliler ve diğer harika sahipleri, böyle bir iddiada bulunamazlar.

3. Mucize gösteren peygamberler, her türlü ahlâkî fazilet ve üstün vasıflarla muttasıf birer ahlâk ve fazilet timsali olurlar. O kadar ki, bu halleri de, onların peygamberliklerine delâlet eden birer hârika derecesinde görülür. Bu sebeble, vehbî olan peygamberlik sıfatlarıyla muttasıf olmayanlar, mucize gösteremezler.

(Daha fazla bilgi için bk. Şerhu'l-Mevâkıf III/177-181, Şerhu'l-Makâsıd, II/130-135, İslâm'da İman ve Esasları 204-220).

16 Vahiy esnasında Hz. Peygamberin durumu nasıldı?

Beşerin beşer sıfatları altında, Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmak da kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz. Peygamber (asm)’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Allah’ın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku verdiğinden, onun vahiy esnasında bazen buhranlı anlar geçirdiğine şâhid olunmuştur. Hz. Peygamber (asm)’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimiz (asm)'in yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir:

Hz. Aişe radıyallahu anha,

“Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı”(1) demiştir.

“Keşke ben Rasulullah’ı, kendisine vahiy inerken görebilseydim!” diye merak eden Ya’la b. Ümeyye, bir gün vahiy esnasında, Hz. Ömer (ra)’in işaretiyle Hz. Peygamber (asm)’e yaklaşmış, O’nu örtmekte olan örtünün içine başını sokmuş ve Efendimiz (asm)'i, yüzü kızarmış, uyuyan kimsenin gidip gelen nefesi gibi solurken görmüştü(2).

Mâide suresi, Peygamberimiz (asm) devesi üzerinde iken nazil olmaya başlamıştı. Olayın manevî ağırlığına tahammül edemeyen deve çökmüş, Rasulullah (asm) da deveden inmek zorunda kalmıştı.(3).

Zeyd b.Sâbit şöyle diyor:

“Bir gün Hz. Peygamber (asm)’in yanında bulunuyordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) Hz. Peygamber (asm)’in dizi, dizimin üzerinde idi. Birden onu vahiy hâli yakaladı, baldır kemiğimi kıracak kadar bir ağırlık hissettim. Vallahi yanımdaki Rasulullah (asm) olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.”(4)

Vahiy sırasında, Peygamberimiz (asm) ve yanındakiler başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy bitince de Peygamberimiz (asm) başını kaldırır, gelen vahyi ümmetine tebliğ ederdi.(5)

Hz. Ömer (ra)’den nakledilen bir habere göre, vahiy esnasında Peygamberimiz (asm)'in yanında bulunanlar bazen arı uğultusuna benzer bir ses işitirlerdi.(6).

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemde meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin(7), bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun(8) demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, O’nun manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddianın batıllığını şu şekilde açıklayabiliriz:

a) Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür, hatta nöbetlerinde karşılaştığı bu haller sebebiyle, bazıları intiharı bile düşünür. Peygamberimiz (asm)'e vahiy esnasında arız olan hal, saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır.

b) Vahiy, her zaman kendinden geçme, horlama gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah (asm) onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu.

c) Tıbben sâbittir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi?.

d) Saralı, nöbeti sırasında saçmalar. Hz. Peygamber (asm)’de böyle bir durum, kesinlikle yoktur. O’nun vahiy durumunu müteakip tebliğ ettiği Kur’an elimizdedir; dost ve düşmanın ittifakıyla Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ortadadır.

e) Bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.(9)

Netice olarak diyebiliriz ki, elbette bir beşerin kendine ait normal özellikleriyle Yüce Allah’ın kelamına muhatap olması çok zordur. Hz. Peygamber (asm)’de bazen vahiy aldığı esnada bir takım değişiklikler olmaktaydı. Ancak bu değişiklikleri epilepsi (sara) hastalığına benzetmek çok yanlıştır.

Dipnotlar:

1. Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1.
2. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 2; Müslim, Hac, 1.
3. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 176.
4. Ebû Dâvûd, Cihad, 20; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., V, 190,191.
5. Müslim, Fedâilü’l-Kur’an, 23.
6. Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 34.
7. Hâkka, 69/41-43.
8. Saffât, 37/36.
9. Hamidullah, Muhammed, Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, (trc. M.Sait Mutlu), İstanbul 1965, s. 12.

(Pof. Dr. Mehmet SOYSALDI)

17 Beklenilen vahyin bazen gecikmesine örnek var mıdır?

Şu çok açık bir gerçektir ki, Kur’an, 23 (yirmi üç) yılda parça parça inmiştir. Mekke’de inmiş surelerin bazı ayetleri Medine’de inmiştir. Yine Medine’de inen surelerde Mekke’de inmiş bazı ayetler yer almıştır. Bu haliyle bile, Kur’an’ın sanki bir defada inmiş gibi bir bütünlük, bir cezalet, bir dengeli ifade kompozisyonuna sahip olması onun Allah tarafından indirilmiş bir kelam olduğunu göstermektedir.

Sorunuza cevap olacak birkaç misali şöyle arz edebiliriz:

Nübüvvetin başlangıcında -li hikmetin- vahiy kesintiye uğramıştı. Yeni vahyin gelişinden, dolaylı yollardan özellikle komşu olan müşrikler de haberdar oluyorlardı. Vahyin bir süre gelmediğini anlayan bazı müşrikler “Arkadaşı onu terk etti.” dediler. Bir rivayette de müşrik bir kadın bizzat Peygamberimiz (asm)'in yüzüne “Öyle anlaşılıyor ki, senin şeytanın seni terk etti.” demiştir. Hz. Peygamber (a.s.m) müşriklerin bu sözlerinden çok rahatsız olduğu ve yeni bir vahyin gelmesini çok arzu ettiği hâlde, yine de kendisini teselli edecek bir vahiy hemen inmedi. Fakat bir süre sonra Duha suresi indi. Ve “Senin Rabbin seni asla terk etmedi.” diyerek onu teselli etti.(bk. Buharî, Fezailu’l-Kur’an, 1, Tefsiru sureti 93/1; Müslim, salat, 82,84,91; İbn Kesir Duha suresinin tefsiri).

Yine Müafıkların Hz. Aişe aleyhinde çıkardıkları dedikodu zamanında, Hz. Peygamber (a.s.m), yalancıları tekzip edecek bir vahiy veya bir rüyaya çok muhtaç olduğu hâlde, bir aydan fazla herhangi bir vahiy inmemiştir.

Nihayet, Nur Suresi'nin 11-18. ayetleri bu yalanın çirkin bir uydurma ve iftira olduğunu vurgulamak üzere inmiştir.

Keza, kaynakların bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m)’in peygamberliğini test etmek maksadıyla Yahudilerce tertiplenen şu üç soru Efendimize (asm) sorulur:

1. Eski zamanda gelip geçen bazı gençler vardı, hikâyeleri çok ilginçtir. O gençler ne iş yapıyorlardı? Onların hikâyeleri nasıldır?

2. Dünyanın doğusuna-batısına gidip dolaşan adamların hikâyesi nedir?

3. Ruh nedir?

Peygamberimiz (a.s.m) “inşallah / Allah’ın izniyle / Allah dilerse” sözünü söylemeyi unutmuş ve "bu soruları yarın cevaplarım", diye buyurmuş. Herkes ertesi gün bu soruların cevabını beklerken 15 gün geçtiği ve Peygamberimiz (asm) çok zor bir durumda kaldığı hâlde vahiy gelmemiştir. Nihayet 15 günden sonra “1. Ashab-ı kehfi, 2. İskender-i Zulkarneyn kıssasını, 3. Ruhla ilgili soruların" cevabını veren Kehf suresi inmiştir.

Bu vahiylerin gecikmesinin önemli bir hikmeti, Hz. Peygamber (a.s.m)’in hak peygamber olduğunu cümle âleme ders vermektir. Eğer öyle olmasaydı, -derhal bir cevap bulup yapıştırması dururken- günlerce bekleyip kendini zor durumda bırakır mıydı?

18 Ruhu'l-kudüs'ün melek ve Cebrail olduğu konusunda ayet var mıdır?

 “Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha!” (Bakara, 2/87)

mealindeki ayette yer alan “Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de..” ifadesi, Ruhu’l-Kudüs’un bir melek olduğuna işaret etmektedir. Çünkü, burada Hz. Musa ve Hz. İsa’nın peygamberliğine vurgu yapılmıştır. Peygamberlikle ilgili vahiy getiren aracın ise melek olduğu bilinmektedir.

 “Allah melekleri, kendi tarafından bir vahiy ile kullarından dilediği kimselere, 'Ben’den başka tanrı yoktur. Bana karşı gelmekten sakının!' diye uyarmak üzere gönderir.(Nahl, 16/2)

mealindeki ayette vahyin melekler vasıtasıyla peygamberlere indirildiği gerçeğine vurgu yapılmıştır.

 “Elbette bu Kur’ân, Rabbülâlemin’in indirdiği bir kitaptır. Onu Rûhu’l-emin, uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir.” (Şuara, 26/192-195)

mealindeki ayette de Vahiy meleği “Rûhu’l-emin” olarak vasıflandırılmıştır ki, bu aynı zamanda “Ruhu’l-Kudüs” anlamına gelir. Zira emanet bir kutsiyetin unvanıdır.

 “De ki: Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.(Bakara, 2/97)

mealindeki ayette, Vahiy meleğinin ismi CİBRİL/CEBRAİL olduğu açıkça belirtilmiştir.

Bütün bu açıklamalar, Hz. İsa ile ilgili olarak kullanılan “Ruhu’l-Kudüs” unvanının Hz. Cebrail olduğu hususu, tereddüde mahal bırakmayacak açıklıktadır.

- Vahiy meleğinin adı Hz. Cebrail / Cibril olduğunu gösteren birçok sahih hadis vardır. Bunlardan en meşhur olan ve “Cibril Hadisi” olarak şöhret bulan aşağıdaki hadis-i şeriftir:

- Hz. Ömer anlatıyor:

"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eden hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden hiç kimse onu tanımıyordu. Gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in önüne oturup dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:

‘Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!' Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): ‘İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir.’ diye cevap verdi.

- Yabancı: ‘Doğru söyledin' diye tasdik etti. Biz hem sorup hem de söylenenleri tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu: ‘Bana iman hakkında bilgi ver?’

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu soruya şöyle cevap verdi:

‘Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır.’

Yabancı yine: ‘Doğru söyledin!’ diye tasdik etti.

Sonra tekrar sordu: ‘Bana ihsan hakkında bilgi ver?' Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu soruya: ‘İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor.’ şeklinde cevap vedi.

Adam tekrar sordu: ‘Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?'

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu sefer: ‘Kıyamet hakkında kendisinden soru sorulan kişi,  soruyu sorandan daha fazla birşey bilmiyor.’ diyerek karşılığını verdi.

Bunun üzerine yabancı: ‘Öyleyse kıyametin alâmetinden haber ver!’ dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı: ‘Köle / cariye olan kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir (Müslim'in rivayetinde fakir kelimesi yoktur), davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.’

(Hz. Ömer devamla şöyle dedi): Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifade Müslim'deki rivayete uygundur. Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'la karşılaştım." şeklindedir- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

‘Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun?’ dedi.

Ben: ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir." deyince şu açıklamayı yaptı:

"Bu, Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi.” (Müslim, iman, 1, 5)

- Buhari de benzer bir rivayeti Ebu Hureyre’den nakletmiştir. (bk. Buhari, İman, 37)

19 Başıma gelen garip bir olayda "Allah'tan bir haber bu bana..." diye yorum yapmak günah mı? Kalp gözü açık olmak ne demektir; kimlerin kalp gözü açılır?

Hiçbir şey tesadüfi ve başıboş değildir. Her şeyde bir hikmet vardır. Allah sevdiği kullarını başlarına gelen hadiselerle uyarabilir, sakındırabilir. Ancak "Allah'tan haber alıyorum." şeklinde abartılı tabirler kullanmak doğru değildir. Fakat her şeyde ibret alınacak yönler bulunur.

Kalp gözü, maneviyat gözü anlamında kullanılmaktadır. Yani insanın maddi alemden başka, manevi alemlere nüfuz edebilmesidir. Bu, hem bir ihsan-ı ilahi hem de insanın gayret ve çalışmasına bağlı olan bir mertebedir. Dolayısıyla kalp gözü açık olan insanlar, normal insanların görmediği bir çok şeyi görürler ve işitirler.

Mesela "ehl-i keşfel kubur" dediğimiz mübarek zatlar, ölen şahısların imanlı veya imansız gittiklerini -Allah'ın izni ile- görebilirler. Günümüzde ve her zaman bu gibi kutlu insanların bulunduğuna kanaatimiz vardır. Fakat bunları herkes bilmeyebilir.

Kalp gözü açık olan insanlar her an her şeyi göremezler; Allah'ın izin verdiği şeyleri ancak görebilirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

İLHAM...

KERÂMET...

20 Hakk’tan bir cezbe, insanların ve cinlerin ibadetinden daha hayırlıdır, anlamında bir hadis var mıdır?

Sözlükte “çekmek” anlamına gelen cezbe, tasavvufta “Hakk’ın kulu kendine çekmesi ve âniden yüce huzuruna yükseltmesi.” demektir.

Sûfîler, “Allah dilediğini kendisine çeker.” (Şûrâ 42 / 13) meâlindeki âyeti ve bazı kaynaklarda hadis olarak zikredilen, “Allah’ın kula olan cezbesi, iki cihan halkının amellerine denktir.” anlamındaki sözü cezbeye delil sayarlar. Ancak bu sözü hadis kaynaklarında bulamadık. Nitekim Sülemî, bu sözün Ebü’l-Kāsım İbrâhim en-Nasrâbâdî’ye (ö. 367 / 977) ait olduğunu belirtmiştir. (Sülemi, Tabakāt, s. 488)

Kur’an’da en yüksek “değer ölçüsü”, takva olduğu bildirilmiştir. Takva ise, Allah’ın emir ve yasaklarına hakkıyla uymaktır. Böyle bir davranış zaten ilahi bir cezbe ve cazibeye hamiledir.

Cezbe, Allah’ın sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp onu yakîn nuru ile birden bire mânevî makamlara yükseltmesidir. Allah’ın kuluna bir ihsanı olan cezbe, kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak ona belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

CEZBE

21 Saadete erenin boynunda ism-i azam gerdanlık gibidir, sözünü açıklar mısınız?

- Üstad Bediüzzaman bunu şöyle açıklamıştır:

“Kim inayete ve saadete mazhar ise, o, ahirzaman fitnelerinden bu altı ismi (Sekineyi), verdiğim ders tarzında vird edenler mahfuz kalırlar.” (bk. Osmanlıca Lem'alar, s.313)

- Bunun manasını tam anlaşılır bir Türkçe ile şöyle tercüme edebiliriz:

“Kim Allah’ın inayetine ve gerçek saadete mazhar ise, Sekine denilen ism-i azam onun boynunda bir gerdanlık gibi durur.”

Burada yer alan “boynunda bir gerdanlık” ifadesi, bir tasmanın bir gerdanlığın boyundaki sürekliliği ifade eden ve “boynunun borcu” manasına gelen bir mecazdır. Buna göre bu beytin manası şöyledir:

“Kim Allah’ın inayetine ve gerçek saadete mazhar ise, o (ahir zamanda gelen) kimse, SEKİNE duasını okumayı 'boynunun borcu' olarak telakki eder ve onu sürekli okur."

- Bu beyitte Hz. Ali, özellikle ahir zamanda sürekli ism-i azam duasını okuyan bir kimseye işaret etmektedir. Risale-i Nur’da bu hususa şu ifadelerle işaret eden Üstad Bediüzzaman, bu beyti güzelce açıklamaktadır:

“Bin üçyüz elli dört (1354) tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said'in (ra) iki maruf lâkabına remzen ve ismen îma eden ve 'Kendini muhafaza et.' emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddid tehlikelere maruz bulunacağını telvih (işaret) eden 'Ercuze'nin âhirlerindeki

فَاسْئَلْ لِمَوْلاَكَ الْعَظِيمِ الشَّانِ
يَا مُدْرِكًا لِذلِكَ الزَّمَانِ
بِاَنْ يَقِيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ
وَ شَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَ مِحْنَةٍ

fıkrasıyla diyor: 'Ya Said-el Kürdî! Bin üç yüz elli dört (1354) tarihine yetişirsen Mevlâ-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.' Evet On Sekizinci Lem'ada Birinci Keramet-i Aleviye'nin izahında, Kaside-i Ercuziye'nin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a'zam ve sekine tabir ettiği esma-i sitte-i meşhure ile daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakird, Said olduğu isbat edilmiş.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 119)

-“ فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebcedî hesabıyla bin üç yüz elli üç senesi ki, Risale-i Nur şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda 'Sekine' tabir edilen İsm-i A'zamı, yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa daimî vird eden Risale-i Nur Müellifinin isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i A'zamı hâmil Risale-i Nur Müellifinin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini; Lillahilhamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviyeyi tasdik ettiğini…” (Lem'alar, s. 448)

22 Allah’ın, bir insanın sorusundan dolayı herkese bir hükmü farz kılması nasıl adalet olur?

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’ân’ın indirilmesi esnasında onları sorarsanız, size açıklanır. Halbuki Allah onları bağışlamış, sizi onlardan muaf tutmuştur. Çünkü Allah gafurdur, halimdir / çok affedicidir, size karşı çok yumuşaktır. Sizden önce bir topluluk o kabil şeyleri sormuş, sonra da onlar sebebiyle kâfir olmuşlardı.”(Maide, 5/101-102)

- Ayette bir hükmün farz olmasından ziyade, sorulan sorunun cevabının açıkça verileceğinden söz edilmiştir.

Kur’an’ın iniş sebeplerinden önemli bir kısmı, sorulan sorulara cevap vermek ve konuyla ilgili çözüm sunmaktır. Ayette yer alan “Eğer Kur’ân’ın indirilmesi esnasında onları sorarsanız, size açıklanır.” mealindeki ifade gayet açıktır. Nitekim tefsirlerde ve hadis kaynaklarında belirtildiğine göre, adamın biri “Benim babam kim?” diye sormuş ve Resulullah’tan (Huzeyfe olduğuna dair) cevabını almıştır.

Tefsirlerde beyan edildiğine göre, bu tür sorular muarızlar tarafından bazen imtihan, bazen de istihza maksadıyla soruluyordu. “Babam kimdir, kaybolan devem nerededir?” gibi sorular soruyorlardı. Ayet bunlara cevap vermiştir. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)

- Genel olarak bu ayetin nüzul sebebi hakkında gösterilen üç olay var dır:

1) Hz. Enes anlatıyor: İnsanlar -bir gün- Hz. Peygambere sorular sormaya başladılar. Bunun üzerine kendisi minbere çıktı ve: “Bugün bana soracağınız her sorunuza cevap vereceğim.” buyurdu. Ben (yani Hz. Enes) sağıma soluma baktım, herkes elbisesiyle başını örtmüş ağlıyordu. Bu arada daha önce soyu hakkında dedikodu yapılan adamın biri: “Benim babam kim?” diye sordu. Resulullah: “Baban Huzeyfe’dir.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Hz. Ömer dizlerinin üzerine çöktü ve “Biz Allah’ı rab, İslam’ı din, Muhammed’i resul olarak kabul ettik. Fitnelerden Allah’a sığınırız.” dedi. Bu olay üzerine “Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın…” mealindeki ayet indirildi.

2) Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber: “Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı, onun için hac farizanızı yerine getirin.” dedi. Muhsin el-Esedi adındaki sahabe: “Ya Resulellah! Her yıl mı?” diye sorudu. Resulullah: “Eğer EVET deseydim size (her yıl) farz olurdu. Şayet her yıl için farz olsaydı ve siz de onu terk etseydiniz dalalete düşerdiniz. O halde benim sükut ettiğimi konularda siz de sükut edin. Bilesiniz ki, sizden öncekiler çok soru sordukları ve peygamberlerine karşı ihtilafa düştükleri için helak oldular.” buyurdu ve bunun üzerine “Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın…” mealindeki ayet indirildi.

3) Hz. Abdullah b. Abbas anlatıyor: “Bazı kimseler (Kur’an’da geçen) Büheyra, Saibe, Vasile, Ham hakkında Resulullah’a soru sormaları üzerine bu ayet nazil oldu.” (bk. Maverdi, ilg,ili ayetin tefsiri)

- Bu nüzul sebeplerine benzer başka rivayetler de vardır. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)

Bu bilgiler ışığında şunları söylemek mümkündür:

a. Sebeb-i nüzul ne olursa olsun, ayette “bir kişinin sorması üzerine yeni bir hükmün getirileceği”ne dair bir ifade yoktur. “Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın...” mealindeki ayetin ifadesinde, konulacak yeni bir hükme değil, sorulan bir sorunun gerçek mahiyetini bildiren cevabın rahatsız edebileceğine işaret edilmiştir. Bu da “Benin babam kim?” şeklindeki soruda açıkça görülmektedir. Şayet kişinin babası görünürdeki babasından başkası olsaydı, elbette adamı üzecekti.

b. Ayette açıkça olmamakla beraber, ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen bir rivayette “Hac her yıl mı eda edilmesi gereken bir farzdır?” şeklindeki soruya karşılık, Hz. Peygamber: “Eğer EVET deseydim her yıl fazr olurdu...” şeklindeki ifadeden ilk bakışta bir kapalılık var gibidir. İşin gerçeği şudur ki:

Hz. Peygamber “Kendi keyfine göre konuşmaz.” (Necm, 53/4) Din konusunda söylediği her sözü sarih veya zımni bir vahiyle / Allah ile irtibatlı olarak söyler. Dolayısıyla eğer şayet “Hac her yıl farz olur.” deseydi, bunu da ancak Allah’ın izniyle söylemiş olurdu. Allah ve Resulünün koyduğu bir hüküm, sadece muhatabın sorusunun hatırı için değil, belli hikmetlere göre şekillenir. Bu sebeple bu ifadede, Allah’ın ve Resulünün insanlara karşı besledikleri merhametin boyutu söz konusudur. Bu hususa dikkat çekilmiştir.

c) Hz. Peygamber (asm)'in bu ifadesi muhataplarına, lüzumsuz yere başlarına iş açacak soruları sormamaları konusunda bir uyarıdır. Bununla beraber, böyle bir sorudan dolayı takat getirilmeyen bir hükmün farz kılındığına dair bir bilgi ne ayet ne de hadislerde vardır.

Demek ki bu farazi misalle lüzumsuz soruların önü alınmıştır. Belki de müminlerin bu gibi sorularından cesaret alan inkârcılar da alay ve istihza ile böyle sorular sormaya yeltendikleri için, bu ayetle onların önü kesilmiştir.

d) Farz-ı muhal, şayet Allah bir kişinin sorusu üzerine bir hüküm ortaya koysa bile, elbette bu hüküm asla haksız bir hüküm olmaz. Aksine Allah koymak istediği o hükmü koymak için o adamın sorusunu bir vesile kılmıştır. Şayet o kişi öyle bir soru sormasaydı o hüküm yine konulurdu.

“Sahi, kalplerinde bir inkâr hastalığı mı var bunların? Yoksa imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar? Doğrusu, asıl zalimler hem de kendi kendilerine haksızlık edenler, onların ta kendileridir!”(Nur, 24/50)

mealindeki ayet bu konuda en büyük hakemdir...

23 Kur'an'ın, Allah'ın kelamı olduğunu söyleyen Batılı filozoflar var mıdır?

Asrımızın filozoflarının da tasdikiyle, Kur’an Allah’ın kitabıdır.

Bütün temiz vicdanlar ve selim fıtratlar, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu tasdik eder. Çünkü kalbin huzuru ve vicdanın tatmin olması ancak Kur’an’ın nuruyla olur. İnsanın yaratılışı hâl diliyle Kur’an’a; “Yaratılışımızın kemali sensiz olamaz.” der.

Vicdanı temiz olan insan hakikati görünce ona karşı meyleder ve gerçeği söyler, batıla karşı bağlılık gösteremez. Zaten bu sıfattaki kişinin maksadı gerçeği bulmaktır. Bu insanlar başka dinlere mensup olsalar da insaf ile gerçeği konuşmaktan kaçınmazlar.

Hem  “Kemal odur ki, dost değil, düşman onu takdir etsin.” İşte burada Kur’an’ın kemalini takdir eden yabancı filozofların ve dünya çapında binlerce ilim adamının Kur’an ve kanunları hakkındaki görüşlerinden bazılarını beyan edeceğiz. Onlar bu sözler ile Kur’an’ın hakkaniyetine canlı şahitler olmuşlardır.

Prens Bismarc

“Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (asm)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır.

Lâkin Muhammedîlerin (asm) Kur’an’ı, bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (asm) düşmanları, bu kitabın Muhammed’in (asm)) zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebileceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle izah edilemez.

Ben şunu iddia ediyorum ki Muhammed (asm) mümtaz bir kuvvettir. İlahi kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (asm)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o ilâhidir.

Bu kitabın ilâhi olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin batıllığını ileri sürmek kadar gülünçtür.

Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, heybetli huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim. (Eşref Edip, Kur'ân-Garp Mütefekkirlerine Göre Kur'ân'ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri, İstanbul, 1957)

Meşhur araştırmacı, müsteşrik, Arap Edebiyatı Mütehassısı Doktor Maurice

Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri “bâtıl itikatlar” çıkmaz sokağından, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu.

Kur’an nedir? Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belâgat mucizesidir. Kur’an’ın, bir milyar Müslüman’ın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı en güzel bir şekilde ifade etmesi itibariyle, indirilmiş kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz:

Kur’an, ezeli kudretin inayeti ile insana bahşettiği semavi kitapların en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadelerinden pek ziyade ulvîdir. Kur’an, arz ve semanın yaratıcısına hamd ve şükranla doludur. (Godfrey Higgins, An Apology For Live and Character Of The Celebrated Prophet Of Arabia, Called Mohamed, s. 42)

Mister John Davenport

“Hazret-i Muhammed (asm) ve Kur’an-ı Kerim” ismindeki eserinde Kur’an-ı Kerim’den bahsederken, şu sözleri söylüyor:

Kur’an’ın sayısız özellikleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir:

1. Allah’ın büyüklüğünü ifade eden ayetlerin ahengindeki ulviyettir. Kur’an-ı Kerim, beşerî zaaflardan herhangi birisini Allah’a isnaddan münezzehtir.

2. Kur’an başından sonuna kadar beliğ olmayan, ahlaka aykırı yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.

Hâlbuki bütün bu noksanlıklar ve kusurlar, Hristiyanların ellerindeki tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes’te bollukla vardır. (John Davenport, An Apology for Mohammed and The Koran, s. 80)

Carlyle

Kur’an’ı bir kere dikkatle okursanız, onun özelliklerini göstermeye başladığını görürsünüz. Kur’an’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden fark edilir. Kur’an’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun aslıyetidir.

Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’an baştan sona samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed (asm)’in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir. (Thomas Carlyle, On Heroes, Hero-Worship, And The Heroic In History, s. 65-66)

Edward Gibbon

İngiltere’nin en meşhur ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon “Roma İmparatorluğu’nun Gerilemesi ve Çöküşü” adlı eserinde şöyle diyor:

Ganj Nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur’an’ı bir temel kanunlar ve onun hükümlerini de hayatın ruhu olarak tanımışlardır.

Kur’an’ın nazarında, kuvvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir sistemi vücuda getirmiştir ki, dünya da bir benzeri yoktur.

Müslümanlığın esası; teslisi ve Allah’ın cisim olduğunu ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Kur’an bu gibi karışıklıklardan, belirsizliklerden âzadedir.

Kur’an, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Müslümanlık belki bugünkü fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir. (Edward Gibbon, The History of The Decline And Fall of The Roman Empire, 5/168)

Marmadüke Picktahall

Kur’an’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esaslardan mükemmel bir ahlâk kitabı vücud bulur.

Kur’an hakikatlerinin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve sonra da Allah’a yaklaşmak isteyen insanları Cenab-ı Hakk’a ulaştırdığını inkâr etmek mümkün değildir.
Yaratıcının hukuku ile yaratılmışın hukuku, ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur.

Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar. (Marmaduke Muhammed Pickthall, "Islam and Modernism", Islamic Review and Muslim India, 1918, sayı:1, s.9)

Levazaune

Yeni keşiflerin veya ilmin yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan meseleler arasında hiçbir mesele yoktur ki; İslâmiyet’in esaslarına taarruz etsin.

Bizim, Hristiyanlığı, tabiat kanunları ile telif için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’ın talimiyle, tabiat kanunları arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete layık olan eserdir.(bk. İşaratü'l-İ'câz fi Mezâni'l-İcâz, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. 2014, s. 698) 

George SALE

Kur’an, Arapça’nın en mükemmel ve pek sağlam bir eseridir. Müslümanların itikadı veçhile; bir insan kalemi, bu mucize eseri vücuda getiremez.

Kur’an bizâtihî daimî bir mucizedir; hem öyle bir mucize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir.
Muhammed (asm) bu mucizeye dayanarak, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir.

Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şâir ve hatiplere meydan okuyan Kur’an’ın, bir âyetine bir benzer istemiş; hiçbir kimse bu meydan okumaya karşı gelememişti.[bk. The Koran: Commonly Called the Alcoran of Mohammed (İngilzceye tercüme: George Sale) s. 43] 

Müsteşrik Sedillot

Kur’ân, insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlûkatın Hâlıktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkla münâsebâtını en sarih şekilde öğretmiştir.

Kur’ân, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmidir. Faziletve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur’ân’da ifade olunmuştur.

Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talimeden esaslar, bunların hepsi Kur’ân’da vardır.

Kur’ân, insanı iktisat veitidale sevk eder, dalâletten korur, ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır,teâli-i ahlâk nuruna ulaştırır, insanın kusurlarını, hatalarını i’tilâ ve kemâle kalb eyler. [Krş. Louis Pierre Eugene Amélie Sedillot, Historie Generale Des Arabes, c.1, ss.97-98; Sedillot, Hulâsatu Tarîhi'l-Arab; Tehzîbu Tercümeti Kîtabi'l-Âlim Sedillot, (Tercüme ettiren: Ali Paşa Mübarek), s.63]

Dr. Johnson

Kur’ân şiir midir? Değildir. Fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmekmüşkildir. Kur’ân, şiirden daha yüksek birşeydir. Maamafih, Kur’ân ne tarihtir, ne tercüme-i haldir, ne de İsa’nın (a.s.) dağda irad ettiği mev’ize gibi bir mecmua-i eş’ardır. Hattâ Kur’ân, ne Buda’nın telkinatı gibi birmâba’d e’t-tabiiye, yahut mantık kitabı, ne de Eflâtun’un herkese irad ettiği nasihatler gibidir.

Bu, bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, Onu, bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ nâşirlerini bulmuş, sonrateceddütperver ve îmar edici bir kuvvet şeklinde tecellî etmiştir.

Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı, Avrupa’nın zulümat-âbad olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku bulmuştur.[Samuel Johnson, Oriental Religions and Their Relations To Universal Religion (Persia), s.586]

Rodwel

Kur’an âyetlerini indiriliş tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakikatleri itiraf ediyor:

Kur’an Arabistan’ın basit bedevilerini öyle bir değişikliğe uğratmıştır ki, bunların âdeta sihirlendiklerini zannedersiniz.

Hristiyanların anlayışına göre Kur’an’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu inkâr edecek olsak bile, Kur’an putperestliği imha, Allah’ın birliği inancını tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti kaldırma, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri ve bütün hurafeleri izale ile, bütün Araplar için ilahî lütuf ve nimet olmuştur.

Kur’an bu sebeplerden her türlü övgüye layıktır. (John Medows Rodwell, The Koran Translated from the Arabic, s.15)

Jochahim

İslâm Peygamberinin seciyesini aydınlatan Kur’an ayetleri, son derece mükemmel ve son derece tesirlidir. Bu kısım ayetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder.

Fakat bu kaideler, bir iki sureye münhasır değildir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’an tarafından en şiddetli surette yasaklanmış ve bunlar, rezaletin ta kendisi bilinmiştir.

Diğer taraftan hüsn-ü niyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik, her şeyden fazla Cenab-ı Hakka itimat ve tevekkül, Allah’a itaat Müslümanlık nazarında hakikî iman esasları ve hakikî bir müminin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir. Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir.(bk. İşaratü'l-İ'câz fi Mezâni'l-İcâz, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. 2014, s. 704) 

İşte Kur’an hakkında Batılı filozofların görüşlerinden bir kısmını görüşleri ve düşünceleri böyledir. Bütün filozofların sözlerini toplasak, ciltler dolusu kitap olur. Biz sadece denizden bir damlayı gösterdik.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bu kadar filozof ve bilim adamları yanılsın. Hâşâ, içinde hurafeler olan bir kitabı hak ve hakikat madeni zannetsin. Bu mümkün değildir. O halde geriye sadece tek bir seçenek kalıyor ki, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı, Hz. Muhammed'in de Onun elçisi olmasıdır.

24 Vahyin ilk defa yüksek yerlerde gelmesinin hikmeti nedir?

- Hz. Musa peygamber olmadan önce Tuva dağına gittiğine dair elimizde bir bilgi yoktur.

“Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü kutsal vâdi Tuvâ'dasın.” (Tâhâ, 20/12)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Hz. Musa’nın Tuva’ya gitmesi, vahiy aldığı zaman diliminde tahakkuk etmiştir.

Tuva, ayette vadi olarak geçmiştir. Ancak Hz. Musa, bu vadinin yukarısında yer alan yüksek bir tepeye çıkmış olabilir.

Bununla beraber, Hz. Musa’nın en çok vahiyle muhatap olduğu yer Tur dağıdır.

Hz. Muhammed (asm)’in peygamberlikten bir müddet önce Hira dağına çıkıp orada tefekkürî bir ibadet yaptığı ve ilk vahyi de orada aldığı bilinmektedir.

Bu kısa giriş bilgiden sonra, asıl konumuz olan “Vahyin ilk defa yüksek yerlerde söz konusu olmasının hikmeti”ni şöyle açıklayabiliriz:

- Vahiy ilahi kimliğiyle manevi olarak en yüksek makamda olduğu gibi, Hz. Cebrail de onu yukarıdan/semadan/beytu’l-izze’den alıp getiriyor. Örneğin Kur’an için “nüzul=iniş-inmek, Tenzil=indirmek” kavramlarının kullanılması da onun semadan yere indirilmesini ifade eder. İlahi hikmet, yüksek bir makamda olan vahyin ilk indirilmesini yüksek bir mekânda indirilmesini ön görmüştür. Çünkü, söylenen sözlerin “mukteza-yı hale mutabakat” etmesi bir belagat olduğu gibi, yapılan fillerin mevcut duruma uygun olması da bir belagat üslubudur.

İşte, her yönden yüksek bir makama sahip olan vahiylerin ilk inişlerinin yüksek bir dağda tahakkuk etmesi de böyle bir belagat üslubunu göstermektedir.

- Keza, insanların nazarında yüksek makamda olanların yüksek yerlerde oturmaları esastır. Allah’ın vahyi en yüksek makamdadır. Allah’ın elçileri en yüksek makamdadır. Vahyin ilk defa dağ gibi yüksek yerlerde gelmiş olması da bu beşeri algı bakımından da önemlidir.

- Keza, Kur’an’da “Rahman’ın Arşa istiva ettiği” belirtilmiştir.  Diğer taraftan da “Rahman Kur’an’ı öğrettiğine” vurgu yapılmıştır.

Demek ki Kur’an ve diğer semavi kitaplar, Arş-ı a’alanın (yüksek arşın) sahibi olan Allah’ın kelamı olduğu için, zeminin en yüksek yerleri olan bir anlamda “arş-ı ferşi” (yerin arşı) sayılan dağlarda inmesi bu “yükseklik” mefhumu bakımından da son derece manidardır.

- Keza, füyuzat-ı ilahiyenin, o kutsallığın en yüksek mertebesinde olan tezahürlerinin yerdeki yüksek simalarda, yüksek mekânlarda ortaya çıkması eşyalar arasındaki münasebeti gözeten ilahi hikmet bakımından da önem arzetmektedir.

25 Cebrail bir cin miydi?

Cevap 1:

Bunun ne aslı ne astarı vardır. İslam dinini o pis ağızlarıyla söndürmek istedikleri için bu uğurda her türlü yalan ve iftirayı yapmaktan çekinmezler.

- Kaynakların bildirdiğine göre, Hz. Hatice, Peygamber Efendimiz (asm)'den önce iki evlilik yapmıştır.

Birincisi: Atik b. Aiz b. Mahzum’dur.

İkincisi: Ebu Hale b. Nebbaş b. Zurare et-Temimi’dir. (bk. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 8/205-206; İbnu’-Esir, üsdü’l-gabe, 7/80; Nevevi, Tehzibu’l-Esma, 2/342)

- Bazı kaynaklarda Hz. Hatice’nin ilk evliliğini Ebu Hale ile ikincisini Atik ile yaptığı kaydedilmiştir. (bk. İbn Sad, et-Tabakat, 8/11 İbn Hacer, el-İsabe, 8/99) Bununla beraber, bu kaynakta da alimlerin büyük çoğunluğunun desteklediği “ilk evlendiğinin Ebu Hale ile olduğuna” dair  rivayete de yer verilmiştir. (İbn Sad, a.g.e, 8/174;  İbn Hacer, el-İsabe, a.g.y)

- Özetle, bütün kaynaklarda Hz. Hatice’nin ilk evlendiği kişiler, Ebu Hale ve Atik adındaki kimselerdir. Şimdi bu iki kişinin kehanetle ilişkilerinin olup olmadığına bakalım:

Bu yalanları uyduranlar, Hristiyan bir tabib olan Refet Ammari ile Zekeriya Butrus’tur. Ammari tabipliği bırakmış yaklaşık 15 yıl İslam’ı, özellikle vahyi nasıl çarpıtacağını gösteren bir yol haritasını bulmak için çabalamıştır. Bu yalancı ile arkadaşı ikinci yalancı Butrus bu konuyu televizyonlarda belli bir program dahilinde dillendirmişlerdir.

Bunların garazkâr birer yalancı ve kindar birer iftiracı olduklarını anlamak çok kolaydır. Çünkü Hz. Muhammed (asm)’i çok çelişkili vasıflarla nitelemişlerdir. Vahiyle ilgili değişik sorulara cevap verirken farklı nitelemelerde bulunmuşlardır.

Örneğin demişler: “Bu vahyi (Hz.) Muhammed’e getiren şeytanlardır.. Cinlerdir. (Hatice’nin ilk kocası NEBBAŞ kahin idi, cinleri vardı, mahir bir sihirbazdı. Hastalara şifa dağıtıyordu. Evi hep insanlarla dolup taşıyordu. Ölümünden sonra, Hatice (Hz.) Muhammed’le evlenince insanlar artık evine gelmemeye başladılar. Hatice tek başına kalmaktan sıkıldığı için eski kocasının mesleğini icra etmek istedi. onun cinleri (Hz.) Muhammed’le irtibat kurdular ve ona Kur’an’ı öğrettiler. O bu bilgileri, Zerdüşt dininden aldı.. O bir Sabiidi, yıldızlara tapıyordu.. O Mekke’de bulunan iki Hristiyan köleden bu bilgileri öğrendi.."

Anlayacağınız: “Dilde kemik yok, yalanlar ise bedavadır...” Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun..

- Hz. Peygamber (asm), Hz. Hatice ile evlendikten yaklaşık 15 yıl sonra vahiy aldı. Hz. Hatice’nin bu cinleri neden 15 yıl sonra işe koyulmuşlardır?

Cinlerin Allah’ı taklit edecek kadar güçleri, ilimleri ve görgüleri var mı? Kur'an, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ilan etmiştir. (Sebe’, 34/14)

Halbuki Kur’n’da bir çok gaybi haberler verilmiş ve aynen çıkmıştır.

Cinlerin dünyanın başlangıcından ta yıkılıp yeniden ahiret suretinde inşa edilmesine kadar yüzlerce ontolojik, kozmik, jeolojik ve termodinamik kanunlarını bilecek kadar ilim sahibi olduğunu iddia etmek, ilim, akıl, vicdan ve insanlıkla bağdaşmaz.

Cevap 2:

Hira dağında gelen ilk vahiy ile alakalı ortaya atılan yalanları açığa çıkarmak için konuyu birkaç madde halinde sunmakta fayda vardır:

a) İddia: “Hira’ya gelenin Cin olduğuna delil: Muhammed kendisine gelenin kendisine sarılarak kavramış Muhammed ise o gelen şeyden korkmuş ve orayı terk etmek istemiştir.”

Cevap: Gelen varlık Hz. Muhammed (asm)’i boğmak için boğazını sıkmamıştır. Böyle bir bilgiye hiçbir kaynakta rastlayamazsınız. Bilakis gelen melek Cebrail, Allah’ın bildirmesiyle, ahir zaman peygamberi olacak ve bütün peygamberlerden üstün olan bir elçinin geleceğini biliyor ve onu  tanıyordu. Allah’ın sevgili kulu (habibullah) unvanını alacak olan bu zatla görüşmeyi çok isityordu.  

İşte çoktan beklediği Hz. Muhammed (asm)’le bu ilk görüşmesinde adeta hasreti gidermek adına onu kucaklamıştır. Eğer onu öldürmek isteyen bir cin olsaydı, 23 yıl boyunca gelip ona vahyi ders verir miydi?

b) İddia: “Muhammed ise o gelen şeyden korkmuş ve orayı terk etmek istemiştir.” İlk defa bir gece karanlığında -insan olmadığı her halinden belli olan- bir varlıkla aniden karşılaşan Hz. Muhammed’in bir insan olarak korkması kadar doğal ne olabilir ki?

Cevap: Buhari’de bildirildiğine göre, Hz. Peygamber (asm) Hz. Cebrail tarafından üç kez şiddetli bir şekilde kucaklanmış ve ardından Alak suresinin ilk ayetleri vahyedilmiştir. (Buhari, Bedu’l-vahy, 3)

Burada “orayı terk edip gitmek istediğine” dair bir bilgi yoktur. Ayrıca bu sıkmada, vahiyle ilişkisi olan, bizim bilmediğimiz bazı hikmetler de vardır. Belki de bu şiddetli sıkma, Hz. Peygamberin vahiy alabilmek için beşeriyetten melekiyete, cismaniyetten ruhaniyata doğru adım atmasına imkan vermiştir.

c) İddia: “Hatta Muhammed dahi, kendisine cinlerin musallat olduğunu düşünmüş ve bu sebeple intihar etmeye kalkmıştır”

Cevap: Cinlerin kendisine bir fenalık yapmasına ihtimal verdiği doğrudur. Böyle düşünmesi bile, onun mecnun olmaktan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Çünkü bu düşünceler, Hz. Muhammed’in aklı başında olduğunu, kâfir cinlerin ve şeytanların kötü birer varlık oldukları hususunu değerlendirebilen bir şahıs olduğunu göstermektedir.

- İntihar etmek istemesinin sebebi, bu yalancıların iddia ettiği gibi, o ilk gecede gördüğü şeyin cin olduğunu düşünmesi değildir. Doğrusu onun sebebi şudur:

İlk vahiyden sonra bir süre vahiy kesintiye uğramıştır. Peygamberimiz de bundan çok üzüldüğü için bazen intihar bile etmeyi düşünmüştür.

Büyük hadis alimlerinden imam Zührî anlatıyor: Bir ara Resulullah (asm)’a gelen vahiy kesintiye uğradı. Hz. Peygamber (asm) bundan ötürü oldukça üzüldü. Öyle ki, dağların yüksek tepelerine çıkıp oradan atlamayı (ve intihar etmeyi bile) düşünüyordu. Atlamak üzere dağın zirvesine çıktığı her defasında Hz. Cebrail karşısında peyda oluyor ve ona “Şüphesiz sen Allah’ın nebisisin” diyordu. Böylece gönlü sıkıntıdan kurtulup, huzura kavuşurdu. (Taberî, Müddessir Suresi; 1-5. ayetlerin tefsir)

Peygamberimiz (asm) de bu olaya değinir ve şöyle derdi:

Bir gün yürümekteyken, Hira (Nur) dağında bana gelen meleği gördüm, gök ile yer arasında kurulmuş bir kürsünün üzerindeydi. Kendisinden ürkmeye başladım ve Hatice’nin yanına (eve) döndüm, “örtün beni” dedim. Bunun üzerine, “Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)! Kalk, ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terk et.” (Müddessir, 74/1-5) âyetlerini indirdi."(Taberi, a.g.y)

-Buhari’de de bu konuya kısaca değinilmiştir.

Hz. Cabir anlatıyor: peygamberimiz “Fetretu’l-vahy” denilen bu süreci anlatırken şunları söyledi: “Bir gün ben yürürken yukarıdan bir ses geldi. Başımı/gözlerimi yukarıya çevirdiğimde Hira’da gördüğüm meleğin gök ile yer arasında bir kürsüde oturduğunu gördüm ve (onun bu müthiş vaziyetinden ötürü) ürkmeye başladım. Eve döndüm ve: “beni örtün, beni örtün” dedim. İşte bunun ardından “Ey örtünüp bürünen” (mealindeki) Müddessir suresinin ilk ayetleri nazil oldu. Ve bundan sonra vahiy kesilmeden peş peşe inmeye başladı.” (Buhari, Bedu’l-Vahy, 4)

- Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bu intihar olgusu tamamen bir “âşığın maşukunu kaybetmesi” türünden kaynaklanan bir realitedir. Allah’ın kelamının halavetini tadan Hz. Muhammed, vahyin kesintiye uğramsından ötürü, bu şirin sözleri bir daha duymayacağından endişe ettiği için bu ayrılığa dayanamamış ve bazen intihar etmeye bile teşebbüs etmiştir.

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Peygamber Efendimiz (asm)'in vahye daha çok arzulu olması için vahye bir süre ara verilmiş­tir. Bu vahiy kesintisinden sonra Peygamber Efendimiz (asm)’in aşk derecesindeki arzu ve işti­yakı, vahyi kendisine çok sevimli kılmıştır. En azından bundan böyle vahiyden ürkmez olmuştur. İlk anda Cebrail ile buluştuğunda hissettiği ürküntüyü artık hissetmez olmuştur. Cebrail´i açıkça görmeye alışmıştır.

- Hz. Peygamber (asm)’e  bu olayın yaşatılması -Vahyin geliş sürecinde tâkip edilen- tedriç metoduna paralel olarak Hz. Peygamber (asm)’e de ilahî vahyin muhatabı olma hüviyetinin güçlendirilmesi adına, önce altı aylık sadık rüyalar, sonra ilk vahyin gelmesi, ardından bu ilahî iletişime merakını uyandırmak, bu melekî diyaloga şevkini arttırmak ve benzeri hikmetler için vahye bir süre ara verilmiştir.

Bu uygulamalar sonunda arzulanan kalbî talim, aklî eğitim ve hissî terbiye zirveye ulaştığından, artık vahiy kesintiye uğramadan YİRMİ ÜÇ yıl boyunca devam etmiştir (bk. İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, 3/16)

Cevap 3:

İddia:  “Hz. Muhammed in şeytanla konuşmuş olması ise peygamberlerin yapmayacağı bir iştir demektedir.”

Cevap: Bu soru açık değildir. Hz. Peygamber (asm) şeytanla ne zaman nerede konuşmuştur? Bu bilginin kaynağı nedir?

- Eğer bu soruda kastedilen -soru-cevap şeklindeki- uzun bir rivayet ise bunun uydurma olduğunda şüphe yoktur. Sitemizde de bu rivayetle ilgili soruya cevap verilmiş ve hadisin uydurma olduğu bildirilmiştir.

- Bununla beraber, başka peygamberlerin şeytanla konuşmadıklarına dair iddia yanlıştır.

Aşağıda mealleri verilen ayetlerde bu gerçeği görüyoruz.

“Şeytanlardan da, onun (Süleyman) için dalgıçlık yapanları ve bundan başka iş görenleri (emrine verdik) ve onları koruyanlar biz idik.” (Enbiya, 21/82)

“Bunun üzerine rüzgârı ona boyun eğdirdik; onun emriyle istediği yere yumuşak olarak akıp giderdi. Her bina yapan ve dalgıçlık eden şeytanları (cinleri) de ve (zarar vermemeleri için) zincirler­le birbirlerine bağlı olan diğerlerini de (ona boyun eğdirdik).” (Sad, 38/36-38)

"Edeb-üd Din ve'd-Dünya Risalesi'nde (1/23) vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: 'Madem ecel ve her şey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.' Hazret-i İsa Aleyhisselam demiş ki: 'Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: "Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?" diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: "Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?" diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'i edebdir, ubudiyete münafîdir. Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.” (Lem'alar, s. 130-131)

- Meallerini vereceğimiz ayetlere dikkatle bakan kolaylıkla Kuran’ın Allah’ın kelamı olduğunu anlar ve asla şüphe etmez:

“Hiç şüphesiz, o Âlemlerin Rabbi katından indirilmiştir. Onu Rûhu’l-emin, uyaran nebilerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir.” (Şuara, 26/192-195)

“Kur'an’ı asla şeytanlar indirmiş değildir. Bu, onların yapacağı iş değildir! Hem isteseler de buna güçleri yetmez!” (Şuarâ, 26/210-211)

“Ne önünden ne de arkasından ona (Kur'an’a) hiçbir batıl yaklaşamaz. O sonsuz hikmet sahibi ve her türlü övgüye layık olan Allah tarafından indirilmiştir. (Fussılet, 41/42)

“Rabbinin nimeti sayesinde, sen bir mecnun değilsin. (Kalem, 68/2)

Özetle:

“De ki: Onu/Kuran’ı, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten Gafurdur, Rahîmdir/çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Furkan, 25/6) mealindeki ayette Kuran’daki bilgilerin yerde ve göklerde olan her şeyi bilen, ilmi her şeyi kuşatan Allah’ın bildirdiği bilgiler olduğuna vurgu yapılmıştır.

Bugün bilimsel keşiflerin ortaya koyduğu bir çok hakikatin Kuran’da açıkça veya işari yolla yer aldığı hususu kabul edilmektedir. Böyle sonsuz ilmin bir tezahürü olan Kuran bilgilerini zavallı bir iki kölenin veya cinlerin bilgisiyle karşılaştırmak ne vicdana, ne izana ve ne de irfana sığar..

- İnkarcıların, Kuran için önce “karışık rüyalar”, ardından  “yok yok, Muhammed tarafından uydurulmuş bir kitap”, ardından da “yok doğrusu o bir şairdir.” (Enbiya, 21/5) şeklindeki ifadelerinin ayette peş peşe sıralanması, onların iç dünyalarında samimi bir duruş sergilemediklerine işaret etmeye yöneliktir.

- Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu kitapta yer alan bütün hakikatler son derece makuldur, her aklı başında olan kişinin anlayacağı ve kabul edeceği ilahi bir kitaptır.

Böyle her yönüyle “aklın” zirvesinde olduğu eserleriyle, vahiy aldığı Kuran gibi kitabıyla Allah’ın özel ihsan ve ikramlarına mazhar olduğu açıkça belli olan bir insana “deli” demek, ancak vicdanın sesini kısmakla mümkündür.

İnsanları hakka irşat eden, onları doğru yola yönlendiren, o günkü Mekke toplumunda en akıllı insanlar olarak kabul edilen ve saygın bir yere sahip olan Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza gibi insanların akıllarını teshir eden/cazibesiyle büyüleyen böyle mümtaz bir kimseye “deli” nazarıyla bakmak, tam bir “delilik” alametidir.

İşte, “Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatına devam et! Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.(Tur, 52/29) mealindeki ayette bu mesaj verilmiştir.

26 Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını ve isimlerini akılla mı biliriz, vahiyle mi?

Ehl-i sünnetin iki itikadi mezhebine göre konunun özeti şudur:

İmam Matüridiye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir. Allah'ı bilmenin gerekliliğini idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez.

Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir. Beyazî'nin açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için, Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz." demiştir. (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78)

Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin gerekliliğini emreden akıl değil, Allah'tır. Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar.

Matürîdîler de Allah'ı bilmenin gerekliliğini emreden Allah ise de akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, “akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terk etmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terk eden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah'ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutuldukları hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar.

Bu kısa bilgiden sonra, konuyu iki cevap şeklinde açmaya çalışalım:

Cevap 1:

Allah'ın varlığının, güç ve kudret sahibi olduğunun bilinmesi, teolojik olduğu kadar ontolojik ve fıtri bir hadisedir; yani bir yönüyle inançla, diğer yönüyle apaçık olgularla ilgilidir.

Kelam ve felsefi ilimlerin Allah’ın varlığının ispatı konusunda ileri sürdükleri deliller, akli melekeleriyle birlikte işitme ve görme gibi diğer bütün melekeleri ve organları selim olan kimselere yöneliktir. Bu deliller arasındaki fıtrat delili bizatihi kişinin yaratılışıyla ilgilidir. Selim insan fıtratı, bedihi düşüncesi ve fıtratı gereği her şeyi bilen bir Yaratıcı’nın ve her şeye hükmeden bir Kadir-i Mutlak'ın varlığına şahadet etme özelliğine sahiptir.

İnsanın yeryüzünde karşılaştığı olgular ve olaylar, fıtratta saklı olan inancın ortaya çıkmasına vesile olur. Rum suresi 30. ayet, insanın yaradılışı gereği Allah’ın tevhidini kemal sıfatlarıyla ikrar edecek nitelikte olduğuna işaret eder.

İnsan için Halik’ı kemal sıfatlarıyla ikrar etmek fıtri ve zaruri bir olgusallıktır. Hz. Peygamber'in "Her doğan fıtrat üzere doğar." (Buhari, Kader, 56/3)  buyurduğu gibi, Yaratıcı'nın ikrarı fıtri olduğundan fıtrat, Allah'ı ikrar etmeyi ve O'na yönelmeyi gerektirir.

Şehristani "Selim insan fıtratı, bedihi düşüncesi ve fıtratı gereği her şeyi bilen bir yaratıcının ve her şeye hükmeden bir ‘kadir-i mutlak'ın varlığına' şahadet eder.” der. (Şehristani, Abdulkerim, Kitabu Nihayeti’l İkdam fi İlmil-Kelam, Tashih: A. Guillaume, Londra 1934, s. 124-25)

Selim bir insan birçok yönden Allah’ın birliğine delil bulma imkanına sahiptir. Kendisine peygamberin tebliği ulaşmayan kimse İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Maturidilere göre akıllarıyla Allah'ı bilmeleri gerekir.

Bunlara göre hiçbir kimse, yaratanını bilmemede mazur sayılamaz. Zira yer, gökler, diğer yaratıklar (verdiğiniz örnekte olduğu gibi mesela bir çiçek) ve insanın yaratılışı gibi deliller, yaratıcı, kadir ve alim bir zatın varlığına delalet etmektedir.

Bununla birlikte eski çağlardan beri Yüce Yaratıcının varlığının ispatı için, filozof ve teologlar tarafından çeşitli akli izah yöntemleri geliştirilmiştir. İslam düşüncesinde gerek kelam alimleri gerekse filozoflar Allah’ın varlığını ve birliğini ispat konusunda hudus, nizam ve imkan delillerini önemli deliller olarak ileri sürmüşlerdir.

Ancak Kur’an’da ve hadislerde işaret edildiği üzere Allah’ın varlığının akli delillerinden olan fıtrat delilinin, özellikle son dönem ilahiyatçıları ve filozoflar tarafından da öne çıkarıldığı görülür.

Cevap 2:

"İslam akılcılığı" hareketi olarak değerlendirilebilecek olan Mu'tezile hareketin hicretin ikinci yüzyılı başlarında sistematik bir düşünce disiplini olarak gelişti. Amaçları başlangıçta imani konuların aklileştirilmesi, İslam'ın farklı nas ve öğretilerine tutarlı akli yorumlar getirerek İslâm'ın temel ilkelerini aklî bir temele oturtmaktı.

Ancak Mu'tezilî rasyonalistler Yunan fizikçi ve filozoflarının eserlerini incelemeye başladıklarında, Yunan felsefî yöntem ve fikirlerini İslâm'ın temel ilkelerinin açıklanmasında da kullanılabileceğini savunarak bu yöntemden etkilenmeye başladılar. Zamanla hem yöntem hem içerik olarak Helen medeniyetinden geniş ölçüde etkilendiler. Etkilenme sadece fikrî düzeyde kalmadı siyasal alana da sirayet etti.

Mu'tezile gerçeğe ulaşmada aklı tek belirleyici kaynak olarak gördü. Onlara göre fiiller güzel ve çirkin olarak iki kısma ayrılıyordu. Bunlardan bir kısmının güzel ve çirkinliği akıl yürütmeye bile ihtiyaç duymadan akli zaruretle biliniyor, bir kısmı ise akıl yürütme yoluyla bilinebiliyordu. Denizde batan veya ateşte yanan kimsenin kurtarılması, dürüstlüğün iyi, yalancılığın kötü olması, adaletin iyi zulmün kötü olması, bilginin iyi cehaletin kötü olması vahye ihtiyaç olmadan akılla bilinecek şeylerdir.

Akıl yoluyla bilinebilecek şeylere misal ise sonunda zarar olan doğruluğun güzelliğini, aynı şekilde sonunda fayda olan yalanın çirkinliğinin bilinmesi olgularıdır. Akıl yoluyla bilinemeyecek, bilinebilmesi için vahyî bilgiye ihtiyaç olacak şeyler de vardır. Onlarda namazın, haccın ve diğer ibadetlerin güzelliğinin bilinmesidir.

Mu'tezile'ye göre güzellik ve çirkinlik zaman, mekan ve kişiye göre değişmeyen özsel niteliklerdir (zati). Çölde tek başına yolculuk yaparken kör ve ölmek üzere olan bir kişiyle karşılaşan bir dinsiz insan örneğini verirler. Etrafta kimse yoktur, ölmek üzere olan kişi de hiçbir şeyden haberdar değildir. Bu dinsiz adamın kör adama yardım edip etmeyeceğini sorarlar. O dinsizin kesin olarak yardım edeceğini herkesin kabul edeceğini ifade ederek, o dinsizin neden yardım ettiğini irdelerler. Bir menfaat beklentisinden dolayı olamaz, çünkü kör adam ölmek üzere ve işe yarar hiçbir şeyi yok. Yardım ettiğinden dolayı insanlar kendisini alkışlasın amacıyla olamaz, çünkü onları gören kimse yok. Allah'ın rızasını kazanmak için olamaz, çünkü Allah'a inanmıyor. O zaman ona bu fiili yaptıran salt akıldır. Dolayısıyla salt akıl tek başına doğruyu ve güzeli bulabilmektedir.

Doğruluğun, ihsana karşı teşekkürün, bilgili olmanın, adil olmanın güzelliği evrenseldir, vahiyden önce de güzeldir sonrada. Zaten bunlar güzel oldukları için Allah emretmiştir. Bunların tersi nitelikler ise kötü ve çirkin oldukları için Allah yasaklamıştır.

Mu'tezile aklın sınırlarını aşan vahyin haber verdiği bazı ilkeleri kabul etmemiştir. Sırat, Allah'ın görülmesi, haşr-i cismani gibi meselelerde olumsuz bir tavır takınmıştır.

Allah'ın emirlerinin güzel olana, nehiylerinin de çirkin olana bağlı olmasından Mutezile "En iyiyi yaratma" konusunda Allah'ın tercihinin bulunmadığı yaklaşımını kabul ederek Allah'ın küllî iradesini inkâr etmiştir.

Her şeyi salt akılla yorumlama arzusu yüzünden Allah inancına ciddi ölçüde zarar vermiş ve O'nu tanımlanamaz bir evrenselliğe ya da soyut bir birliğe indirgemiş oldular. Bu şahsiyeti olmayan, soyut, mutlak Allah fikri Müslümanlara hitap edemezdi. Zamanla halkın sünni kesimi Mu'tezili akılcılığa karşı güçlü bir tepki gösterdi ve Mutezilileri sapık olarak görmeye başladı.

Eşari yaklaşım, Mu'tezilenin aşırı akılcılığının karşısına tam bir vahiycilikle çıktı.

Eşari yaklaşımda iyi ve kötü, güzel ve çirkin salt akılla bilinemezdi. Çünkü iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik özsel değil izafi kavramlardı; zaman, mekan ve kişiye göre, kişinin içinde bulunduğu ortama göre değişmekteydi. A şahsı için iyi olan B şahsı için iyi olmayabilir, A şahsı için zulüm olan B şahsı için zulüm olmayabilirdi.

Mesela, öldürme olayı farklı konumlarda iyi ve kötü olabilmekteydi; av hayvanlarının öldürülmesi genel de mübah fakat bu hac zamanında mübah değildi; savaş esnasında düşmanın öldürülmesi sevap, fakat ülke içinde herhangi bir insanın öldürülmesi haramdı; insanların kısas için öldürülmesi iyi, fakat ülke fakat suçsuz öldürülmesi tüm insanlığın yok edilmesine bedel bir cinayetti.

Bu gerçeklerden hareketle Eşariler fillerin beyazlık ve siyahlık gibi zati nitelikte olmadıkları, tersine ortama ve duruma göre değişebildiklerini savunuyorlardı. O zaman bu düşünürlere göre vahiy gelmeden önce şu iyi, şu kötü demek mümkün değildir. Allah'ın emrettikleri iyi, nehyettikleri kötüdür. Salt akılla iyi ve kötünün belirlenmesi mümkün değildir. (Gazali, Kitabü'l Mustasfa, c.1)

Maturidi yaklaşım, aklın etkinliği konusunda Eş'ari yaklaşımdan ayrılıyor, fakat Mu'tezili yaklaşımı da tam olarak benimsemiyordu. Yani Maturidi yaklaşım kendi ifadeleriyle orta yolu benimsiyor. Ne ifrata giden Mutezileyi ne de tefrite düşen Eşari yaklaşımı benimsemiyordu.

Maturidi yaklaşımın teorisyenlerinden olan Ebu'l Muın en-Nesefi bu konuyu ayrıntılı olarak incelediği kitabında Eşari yaklaşımdan önemli ölçüde farklılaşarak akla ayrı bir vurgu gerçekleştiriyordu.

Ona göre akıl iyiyi ve kötüyü bilebilirdi; adaletin iyi, zulmün kötü, bilginin iyi cehlin kötü, ihsanın iyi nankörlüğün kötü olduğunu bilmek için vahye ihtiyaç yoktu. Vahiy gelmeden de aklı selim sahibi insanlar bunları bilebilirdi. Zaten vahiy gelmese de insanların akıllarını kullanarak Allah'a inanmak zorunlulukları vardı. İnanmadıkları takdirde mesul olacaklardı.

Maturidi alimleri, Eşarilerin kendileri için önemli bir delil olarak ileri sürdükleri "Rasul göndermeden insanlara azap vermeyiz." (İsra, 17/15) ayetindeki "rasul" kelimesinin "akıl" anlamında olduğunu ileri sürerler ve ayeti; "insanlara akıl vermeden onları mesul tutmayız" şeklinde tefsir ederler. (Muhammed İzmiri, Şerh-i Miratü'l Usul)

Nesefi akıl-vahiy ilişkisini değerlendirirken, aklın gerçekten iyi ve kötüyü bilebileceğini vurgular, ancak insanların içinden aklını kullananların sayısının çok sınırlı olduğunu ifade ederek vahye ihtiyacın olduğunu söyler.

İnsanların genelde üçe ayrıldıklarını; bir kısmının sürekli maişetlerini temin için koşturduklarını, bunların para ve servetten başka bir şeyi düşünecek zamanlarının olmadığını, bunların akılları olsa da akıllarını sadece maddi şeylere tahsis ettiklerini, dolayısıyla iyi-kötü, güzel-çirkin konusunda düşünecek zamanlarının olmadığını, o zaman bunların hayatlarını düzen altına alacak, iyi ve güzel yaşantı tarzlarını bunlara kazandıracak vahyi ilkelerin olması gerektiğini ifade eder.

İkinci kesimin ise, akıl ve zeka bakımından yetersiz olduklarını, genellikle bunların okumamış cahil kimseler olduklarını, kendi yaşantılarını zor geçindirdiklerini, dolayısıyla zaten bunlardan akıl yürütme beklenemeyeceğini, bunların kendilerinin hazır ilkelere muhtaç olduklarını, vahyi ilkelerin bunlar için de zorunlu olduğunu vurgular.

Üçüncü kesimin ise, akıl ve zeka sahibi kimseler olduğunu, bunların akıllarıyla iyi-kötü, güzel-çirkini bilebileceklerini, fakat bunların sayısının son derece sınırlı olduğunu, aynı şekilde her akıl sahibi olan kimsenin aklını bağımsız olarak kullanamadığını, birçok akıl sahibi düşünürün aklını şehvetinin, hazzının ve çıkarının etkisi altında körlettiğini, dolayısıyla bunlarında iyi kötü hakkında körelmeyen bir aklın rehberliğine muhtaç olduğunu söyler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaratılış Deilleri...

Allah'ın varlığının kanıtlanması ilmi olarak mümkün müdür ...