1
Borsa, yani hisse senedi alıp satmak caiz midir?
İktisadi ilişkilerin yoğunlaşıp sermaye piyasasının önem kazandığı günümüzde hisse senetleri, sermaye piyasasının en önemli aracı haline gelmiş ve bir ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak alınıp satılmaya başlanmıştır.
Bu manada günümüzde borsanın temelini oluşturan hisse senedi alım-satımına iki farklı yönden bakmak gerekiyor:
1. İmal edilmesi, ticarî hizmeti caiz olan bir konu ile meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir. Alan, şirketin malvarlığına hissesi nispetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir. (Piyasada bu tip holdinglerin sayısı da oldukça fazladır.)
2. Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor. Gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor. Ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada soruda geçen ifadesiyle "oynamayı" her yönüyle makbul bir ticaret olarak değerlendirmek çok zor. (Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, s. 265, İst. 1999)
"İslam Konferansı Teşkilatı"na bağlı "İslam Fıkıh Akademisi"nin girişimiyle 1988 yılında Rabat’ta toplanan Borsa Semineri’nin sonuç bildirisinde ve adı geçen akademinin 1992 yılında Cidde’de yapılan VII. Dönem Toplantı’sında hisse senetlerinin kâr ve zarara iştirak etmesi sebebiyle, kural olarak helal olduğu, fakat şer’i hükmünün bunu çıkaran şirketin ticari işlem ve amaçlarının meşru oluşuyla yakından ilgili bulunduğu belirtilmiştir.
Şirketin faiz, içki imali ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması hâlinde, hisse senetlerini alıp satmanın ve bundan gelir elde etmenin haram ve günaha iştirak etmek olduğundan caiz olmayacağı bildirilmiştir.
Burada şunu da ifade edelim ki, faaliyet alanı haram işlemler yapma, dinen yasak hizmet ve mal üretiminde bulunma olmamakla beraber, bazı haram işlemlere taraf olması sebebiyle şirketin karına haram kazanç karışmış olması hallerinde ise, pay sahiplerinin bu miktarı yaklaşık olarak hesaplayıp kendisinin hayır ve hasenat niyeti ile olmaksızın ve toplum hakkı olduğu inancı ile hayır yolunda harcaması tavsiye edilmiştir.
Evet, çağımızın getirdiği fıkhî problemlerden olan borsa ve hisse senetleri hakkında bir kısım çağdaş din âlimleri caiz değil derken, çoğunluk ise caiz olduğu yönünde görüş birliği yapmışlardır. Ancak hisse senedi alınacak olan şirketin -yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- İslam’ın haram kıldığı içki veya domuz eti gibi mamullerin imalatını veya satımını yapmaması gerekiyor.
İMKB'de hisse senedi alıp satmanın İslami kurallara uygun olup olmadığına, şu konulara uygun olup olmadığına bakarak kararı vereceğiz:
1. Doğrudan faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
2. Şer'an mütekavvim olmayan, yani alınıp satılması helal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
3. Mütekavvim, yani alınıp satılması helal olan mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muamelerlerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
4. Ortak olunan şey helal bir üretim olmakla beraber, şirketi elinde bulunduran Müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak suretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır. Halbuki bu Kuran-ı Kerim'de yasaklanmıştır,
5. Yahudi ve Hristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiçbir mahzur yoksa en azından mekruhtur. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir, gibi bir sonuç çıkarılabilir.
6. Satın alınan hissenin fabrikanın tümüne nisbeti, yani kaçta kaçından ibaret olduğunu bilmek lazımdır. Yani alınan miktar belirsiz olmamalıdır.
7. Mal olması gerekir. Sermayesi olmayan vücuh-kredi şirketi gibi, bir müesesenin hisselerini satın almak caiz değildir.
8. Aslında helâl olan fakat İslâm'a uygun olarak çalıştırılmayan bir fabrikanın hisse senetlerine sahip olan birisinden alacağını alabilmek için, bu kişinin hisse senetlerini almak caizdir. Şu var ki, bu hisseleri bir an evvel elden çıkarıp satmak gerekir. Ve bu arada hissesine bir kâr düşerse, onu amme maslahatına veya fakirlere vermesi gerekir.
9. İdaresine Müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup satıma konu olan şirket varlığını dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri isme muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir.
Ve bu Müslüman iş adamları, İslâmî teşebbüsler ve helal sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm'a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
İlave bilgi için bk.
- Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/382-383.
- Dr. Faruk Beşer, Fetvalar, İzmir, 1991, s. 78-79.
2
Özel finans kurumlarına para yatırmak ve buralardan kredi kullanmak caiz midir? Finans kurumları (faizsiz banka) ile bankalar arasındaki fark nedir?
Kâr-zarar sistemi üzerine çalışan müesseseleri, dinimiz ticari müessese saydığı için helaldir. Para yatırılır ve kâr payı olarak verilen kısım da helaldir. Buralardan alınan krediler de caizdir.
Devletin bu kuruluşları hukuki olarak koruma altına alması ise daha güzel olmuştur. İnşallah suistimalleri ve mağduriyetleri önlemeye vesile olur.
Faizsiz Finans Kurumları (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
Faizsiz Finans Kurumları, Türkiye'nin özel şartları yüzünden daha ziyade murâbaha adı verilen işlemi yapıyor. Murâbaha teriminin mânâsı "malı peşin fiatla (peşin de olmayabilir) alıp vâde farkı koyarak veresi satmak"tır. Kurum vâde farkı koyarken bazı kriterlerden hareket ediyor; bu kriterler arasında enflasyon var, piyasada dolaşan paranın başka enstrümanlara yatırıldığında muhtemel geliri var ve daha başka hususlar var...
Kurum, kendisine para yatıran ortakların (kâra ve zarara katılım hesabı sahiplerinin) beklentilerini karşılamak mecbûriyetindedir. Kâr beklentisi ile para yatıran bir ortak (hesap sahibi) parasının enflasyon farkını; yani enfilasyonun sebep olduğu değer kaybını bile telâfi edemezse, buradan parasını çeker ve kurum işleyemez hâle gelir. Değer kaybını karşılamak da yetmez, bunun üzerine bir miktar da reel kâr vermek gerekir.
İşte vâde farkı bu gereklere göre ayarlandığı için bir yandan banka faizlerine yakın olmakta, diğer yandan -bazı durumlarda- banka faizi nisbetini de aşmaktadır. Ama yalnızca bu duruma (yani kâr ile faizin miktar olarak birbirine yakın veya farklı olmasına) bakarak işlemin meşrû olmadığını söylemek mümkün değildir. Genel olarak meşrû ticarette ve sanayi kesiminde kâr böyledir; kimi zaman faize eşit olur, kimi zaman da farklı olabilir...
Ticaret, malı bedel karşılığında alıp satmak sûretiyle yapılır. Finans kurumları da -murabaha işleminde- bunu yapıyorlar. Alıp satma iki şekilde oluyor:
a) Kurum kendi adamını gönderiyor, malı teslim aldırıp müşteriye teslim ettiriyor, faturalar da buna uygun olarak (biri ilk bâyî tarafından satış, diğeri kurum tarafından satış olmak üzere iki fatura olarak) kesiliyor.
b) Kurum kendisinden mal almak isteyen müşteriye (bazı sorulara göre fon kullanmak isteyene) vekâlet veriyor, müşteri kurumun vekili olarak malı -kurum adına- satın alıyor, kuruma fatura kestiriyor, kurum adına malı teslim alıyor, kurumun istediği yere -bu yer kendisinin deposu veya dükkanı da olabilir- naklettiriyor, sonra müşteri sıfatı ile kurumdan o malı satın alıyor, bu sefer de kurum ona fatura kesiyor.
Bu iki işlem şekil yönünden fıkha (İslâm'a) uygundur. Buna hîle diyebilmek için tarafların maksadına bakmak gerekir; maksat araya bir işlem sokarak faizli kredi vermek/almak ise bu hîle olur, maksat gerçekten bir malı alıp vâde farkı koyarak satmak ise (mal gerçekten alınıyor ve satılıyorsa) buna hîle denemez.
Özel finans kurumlarının faizsiz sisteme -ekonomik ve sosyal etkisi bakımından- daha yakın, daha uygun bulunan iki işlemi daha vardır: Mudârabe ve müşâreke.
Mudârabede sermaye kurumdan, proje ve işletme (amel, teşebbüs) karşı taraftan olmak üzere bir ortaklık kurulur. Kâr anlaşmaya göre paylaşılır. Kurumun hissesine düşen kâr da kurum ile ona para yatıran katılım hesabı sahipleri arasında paylaşılır.Teşebbüs zarar ederse, zararı kurum ve hesap sahipleri yüklenir.
Müşârekede sermaye ortaklığı vardır, sermayesi olan, fakat daha fazlasına da ihtiyacı bulunan müteşebbis kurumdan sermaye katarak ortak olmasını ister, anlaşma yapılır, kâr anlaşmaya göre, zarar da sermaye nisbetine uygun olarak paylaşılır.
Faizsiz bankacılığın finansal kiralama, faizsiz ödünç verme, havale, tahsil gibi birçok işlemi ve hizmeti daha vardır.
Mudârabe ve müşâreke, özel finans kurumu uygulamalarında, murâbahaya göre daha küçük oranlarda gerçekleşmektedir. Bunun sebepleri arasında hesap sahiplerinin sabırsızlığı, riske düşmeden kâr beklentisi, müteşebbis firmaların hesaplarının kısmen kayıt dışı olması, iş dünyasında emanet, ahde vefâ, sadâkat, haram-helâl şuur ve duygularının zayıflamış olması sebebiyle hâsıl olan güven bunalımı... vardır.
Biz kemiyet ve keyfiyet yönünden ne kadar iyi Müslümanlar olursak, kurumlarımız da o kadar iyi (Müslümanca) olacaktır.
Not: Konuyla ilgili şu değerlendirmeleri de okumanızı tavsiye ederiz.
* * *
Özel Finans Kurumları ve Faiz Yasağı (Sami Uslu)
Özel Finans Kurumları (ÖFK); banka sayılmayan, İslamî esaslara göre fon kabûl edip, kaynak kullandırabilen, tasarrufları değerlendirme ve kredi verme yöntemleri olarak faiz yerine kâr-zarar ortaklığı esasın dayalı olarak çalışan kurumlardır. Dünyada “İslamî banka” olarak adlandırılan kuruluşlara ülkemizde "Özel Finans Kurumu" denmiştir.
Faizi haram sayan Müslüman nüfusun giderek artması ve Batı dünyasında da geniş kitleler oluşturması, İslamî finans kuruluşlarının sayısını artırdığı gibi, diğer bankaların da kurdukları hizmet birimleriyle bu kesime hizmet vermesine neden olmaktadır.
“İslamî bankacılık,” dünyanın en hızlı büyüyen finans sektörüdür. Hâlen dünyada faaliyet halindeki 200’den fazla İslamî finans kuruluşu, aktif yatırım büyüklüğü olarak 200.000.000.000 dolarlık bir fon yönetiyor.
Ayrıca, bünyelerinde faizsiz bankacılık birimi kuran bankalardan bazıları da şunlardır:
Citibank-ABD, Goldman Sachs-ABD, HSBC- İngiltere, Deutshce Bank-Almanya, Union Bank of Switzerland-İsviçre, Amro Bank-Hollanda, Kleinwort Benson, ANZ Grindlays Avusturalya, United Bank of Kuwait ve Arab Banking Corporation.
Dünyanın en büyük bankaları olan bu kuruluşların hepsi, teşkilatlarında ‘faizsiz’ bankacılığa yer vermiş bulunuyorlar. İslamî bankacılığa başlayan bu tür bankaların listesi her geçen gün uzamaktadır.
Türkiye’de yaygın bir inanç olarak faizsiz finans kurumlarının Arap ülkelerinden geldiği düşünülür. Oysa ki, bu kurumlara ilişkin yasal alt yapı İngiltere’de faaliyet gösteren İslamî bir kurumun ana sözleşmesi model alınarak oluşturulmuştur.
Ülkemizde 1984 yılından sonra altı ÖFK kurulmuş, bunlardan İhlas Finans Kurumu faaliyetlerine son vermiştir. Halen beş ÖFK faaliyet hâlindedir. Kuruluş tarihi sırasına göre:
Al Baraka Türk, Faisal Finans Kurumu, Kuveyt Türk Evkaf Finans, Anadolu Finans Kurumu.
ÖFK’ların Anahtar Özellikleri:
1. Faizsizdir (interest-free):
Bu bankaların en ayırt edici özelliği, çalışmalarında faize yer vermemeleridir. Yani, sağladıkları kaynaklara faiz ödemezler; kullandırdıkları kaynak için müşterilerinden faiz tahsil etmezler.
Zaten kuruluşlarının gerekçesi de, faizli muameleye dini görüşü gereği yer vermeyen insanlara ve bu tür insanların şirketlerine hizmet etmektir. İslamiyet sermayenin üretim faktörlerinden birini teşkil ettiğini ve bir maliyeti olduğunu kabûl eder. Ancak bu faktörün önceden belirlenmiş bir karşılık, yani faiz talep etmesini reddeder. Bir diğer ifadeyle, paraya para kazanmak yasaktır.
2. Ticaretle Bağlantılıdır (Trade-related):
İslam’da faizin haram, ticaretin ve kârın helâl olması bu kuruluşları müşterileriyle ticarî nitelikli iş yapmaya yöneltir. Para ticareti İslâm’da yasak olduğuna göre, kâr etmek için mal ticareti gerekli olur.
3. Sermaye Bağlantılıdır (Equity Related):
Saf İslamî bankacılığın kâr-zarar ortaklığı (mudaraba) veya sermaye iştiraki (muşaraka) içerdiği genellikle kabûl gören bir gerçektir.
İslamiyet’te sermaye sahibi, girişimcinin uzmanlığı ve çalışması sayesinde meydana getirdiği kârı onunla paylaşabilir. Sermayenin getirisi olan kâr unsurunun oranı, yani hangi nispetlerde bölüşüleceği önceden bellidir, ancak tutarı belirsizdir.
4. Yatırımlar Ahlâka Uygun Konularda Yapılmalıdır (Ethical investments):
Yatırımlar; sadece İslam dininin yasaklamadığı konular çerçevesinde gerçekleştirilmelidir. Bu bağlamda İslamî yatırım: Çevre dostu, sadaka verici, toplum iştirakini sağlayıcı, insanî değerlere saygılı, porno, silahlanma, alkol ve kumarı dışlayan yatırımlar olmalıdır.
ÖFK’nın Başlıca Ürün ve Hizmetleri
1. Mudaraba ve Muşaraka:
Fon kullandırma bakımından İslamî bankacılığın özünü oluşturan yöntemlerdir. Ancak getiri sağlamada uzun vadeli olduğundan, bu muamelelere yeterli oranda yer verilemektedir. Mudaraba ve Muşarakanın şeriata uygunluğu tartışılmaz bir hususdur.
2. Leasing İşlemleri:
Finansal kiralama kanununa uygun olarak yapılan leasing işlemleri, makine ve teçhizatın kurumca satın alınarak müşteriye kiralanması ve bedelinin taksitler hâlinde geri alınması işlemidir. Bizce faiz yasağı kapsamı dışındadır.
3. Murabaha:
Bu yöntemde müşterinin ihtiyaç duyduğu hammadde, makine v.s. onun namına satın alınır ve üzerine bir kâr koyarak müşteriye devredilir. Mal bedeli müşteri tarafından ÖFK’ya taksitler hâlinde geri ödenir.
Murabahanın örtülü faizi içerdiği, normal ticarette bulunması gereken risk faktörünü içermediği, getirinin önceden belli olması nedeniyle ticarî kârdan ziyade faize benzediği ileri sürülmektedir. Bu tenkitleri haklı görmenin mümkün olmadığını düşünmekteyiz. Şöyle ki;
• Murabaha şekil olarak sipariş üzerine yapılan bir ticarettir ve bu şekilde ticaret her piyasada yaygın bir uygulamadır.
• Fiyatlamada kullanılan maliyet artı (cost plus) yöntemi normal ticarette sık kullanılan bir metottur. Ticarette satıcının maliyetin üzerine belirli bir yüzde kâr payı koyması son derece olağandır. Yani kâr marjı önceden bellidir.
• Murabahanın normal ticaretteki riski içermediği iddiası da doğru değildir. Çünkü aynen normal ticarette olduğu gibi, alıcının (müşterinin) ödememe riski vardır. Buna literatürde piyasa riski veya karşı taraf riski denir.
• Murabahadaki vade farkının diğer bankalardaki faiz oranı civarında seyretmesi nedeniyle aslında örtülü faiz olduğu çok tenkit edilen hususlardan biridir.
Bizce bu eleştiri de yersizdir. Çünkü piyasadaki her tüccar, peşin fiyatın üzerine vade farkını koyarken, enflasyon oranını hesap etmek zorundadır. Bu oranın altındaki vade farkı satıcıyı zarar ettirir. Aynı şekilde ÖFK’lar da murabaha işleminde, maliyet bedelinin üzerinde en az enflasyon oranı kadar vade farkı koymak durumundadır. Enflasyon oranı ise faiz oranını belirleyen başlıca unsurdur ve faizle az çok paralel seyreder. Dolayısıyla vade farkı ile faiz oranının birbirine yakın olması doğal, hatta ekonomik bir zarurettir.
Bu nedenle, vade farkının faiz oranına yakın olması, murabaha işlemine faizli işlem niteliğini kesinlikle kazandırmaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi; özel finans kurumları faize dayalı bir ekonomide faaliyet göstermektedirler; fon kullandırmadaki fiyatlamaların mevcut faiz oranından etkilenmemesi mümkün değildir.
Bu açıklamalarımız aynen leasing işlemleri için de geçerlidir.
4. Mal Karşılığı Vesaikin Alım-Satımı
Özel Finans Kurumlarına ait fon kullandırma şekilleri arasında “gri alan” oluşturan bir yöntemdir. Vadeli olarak gerçekleştirilmiş bir ihracat partisine ait belgeler, ihracatçıdan peşin para karşılığı satın alınır; sonra aynı ihracatçıya vade farkı eklenerek geri satılır, bedeli taksitlerle geri alınır. Örneğin, 50.000 dolarlık vesaiki, kurum müşteriden 45.000 dolara satın alır ve bu tutarı kendisine peşin olarak öder; aynı anda belgeleri ona vadeli olarak 50.000 dolara geri satar. 5.000 dolar kurumun kârı, müşterinin maliyetidir.
Ne kadar iyi niyetle bakılırsa bakılsın, bu işlemin bir iskonto muamelesi olduğunu göz ardı etmek çok güçtür. Gerçi, söz konusu belgelerin malı temsil ettiği ve alınıp satılanın murabahada olduğu gibi, ticarî bir mal olduğu, kısaca yapılan işin ticaret olduğu iddia edilebilir. Ancak, böyle bir savunmasının geçerliliği çok tartışmalıdır. Çünkü bu muameleye konu olan ihracat, bitmiş bir ihracattır. Mal, Türkiye gümrüklerinden çıkmış, muhtemelen alıcının bulunduğu ülkeye vararak, gümrükten geçmiştir veya en azından Türkiye sınırları dışında bir yerde yoldadır. Her hâl ve kârda, söz konusu belgelerdeki malın mülkiyeti artık ihracatçıda değildir.
Ancak, ihracatçı alacaklı durumdadır ve bu belgeler arasında bulunması gereken, lehine düzenlenmiş bir poliçe veya senet alacağının kanıtıdır. Kurumun satın aldığı ve geri sattığı belge, malın kendisi olmadığına göre, malla ilgili alacağın kanıtıdır. İhracatçının vadeli alacağı bugünden kendisine ödenmiş ve karşılığında bir bedel tahsil edilmiştir. Başka ifadeyle, müşteriye zaman satılmıştır. Bunun finanstaki ismi paranın zaman değeridir ve karşılığında alınan, verilen faizdir, ribadır.
Yabancı ithalatçının ve bazen de ayrıca kefil olan bankanın imzasını taşıyan poliçe veya senet bir finans enstrümanıdır. Bu belge ithalatçı tarafından nakit ödemeye bir alternatif olarak düzenlenir. Yani, dışalımcı malın mülkiyetinin kendisine aktarılması karşılığında, böyle bir borç belgesi düzenlemiştir. Bu senet iki amaca hizmet eder:
a. Söz konusu dış ticaret işleminden doğan borç-alacak ilişkisini kanıtlar.
b. İhracatçının, vadeyi beklemeden ihracat bedelini bir banka veya mali kurumda iskonto etmek suretiyle nakde kavuşmasını sağlar.
Buradan çıkacak bir sonuç; ÖFK’nın bitmiş (sevk sonrası) ihracatı değil, hazırlık aşamasındaki (sevk öncesi) ihracatı desteklemeye uygun yapıda olduğudur. İhraç edilecek malın bünyesine girecek ham madde ve ara mallar ihracatçıya murabaha yoluyla kazandırılabilir. Veya hazır bir mamûl malın ihracatı söz konusu olduğu hallerde, bu mal yine murabaha yöntemiyle ihracatçıya satılabilir.
Hizmet ve Ürünlerin Fiyatlaması
ÖFK’lar tarafından sunulan hizmet ve ürün fiyatlarının pahalı olduğu, ticarî bankalardan daha yüksek fiyatların müşteriyi zaman zaman hoşnutsuzluğa hatta hayâl kırıklığına uğrattığına şahit oluyoruz. Bazı kimseler yüksek fiyatlamanın bu kuruluşların İslamî özelliğini zedelediğini ve dini bakımdan faizli bankalar mesabesine getirdiğini ileri sürer.
Önce, şunu belirtelim ki; yüksek fiyatlama İslamî bakımdan sağlıklı bir muameleyi faizli muameleye dönüştürmez. Örneğin; ÖFK tarafından verilen bir teminat mektubu şer’an hiçbir mahsur taşımaz. Bu hizmet karşılığı alınan komisyon da doğal olarak helâldir. Komisyon oranının yüksek oluşu teminat mektubu işlemini haram bir muameleye hâline getirmez.
Ancak, yüksek komisyon veya ücretle ilgili olarak müşterinin istismar edildiği, güvenin kötüye kullanıldığı ve yapılan hizmete göre alınan karşılığın aşırı olduğu gibi tenkitler yöneltilebilir.
Diğer taraftan, fiyatlamada aşırılık bir ÖFK’nın yüksek maliyetle çalıştığının veya yanlış bir pazarlama politikası yürüttüğünün, kısaca bir yönetim zaafı içinde olduğunun göstergesi sayılabilir.
Komisyon ve ücretlerin hangi düzeyde makûl sayılacağını belirleyecek olan piyasa koşulları ve rekabettir. Teorik olarak, rakiplerine göre fazlaca pahalı kalan ÖFK rekabette geri kalır, pazar payı azalır. Bu o kuruluşa piyasanın vereceği cezadır. Teori böyle olmakla beraber, ÖFK ile ticarî bankalar arasında müşteri nezdinde gerçek bir rekabet olduğunu söylemek zordur. Çünkü ÖFK müşterisinin tercihinde rol oynayan motivasyon dinidir. Bu kurumların müşterisi ÖFK’na aslında daha ucuz hizmet almak için gelmez, ihtiyacı olan bankacılık hizmetini alırken İslamiyet’e uymanın huzuru da tercihinde büyük rol oynar.
Dolayısıyla, rekabet ancak ÖFK’nın kendi aralarında olabilir. Bu gerçek karşısında, ÖFK müşterilerine fiyat ve ücret tarifesi uygularken işin bu yönünü nazara alarak kendilerine normal kâr sağlayacak şekilde fiyatlama politikaları yürütmeleri gerekir.
3
Forex sistemi ile kazanılan para helal mi? Forex ile ilgili bir soruya vermiş olduğunuz cevabı okudum. Faiz ihtimalinden bahsetmişsiniz? Bunu biraz açabilir misiniz?
Eğer bu sistem İnglizce FOReign EXchange'ten kısaltılmış olan Forex ise bu, ülkelerin milli para birimlerinin değişim piyasasıdır. Yani bir çeşit döviz ile başka dövizlerin alındığı veya satıldığı piyasadır. Döviz pariteleri fiyatları burada belirlenir. Piyasanın ana katılımcıları bankalar ve broker şirketleridir. Broker şirketleri müşterilerinin alım/satım isteklerini yerine getirirler.
Dünyanın en büyük bankaları birbirleriyle özel iletişim ağıyla bağlantılıdırlar. Tüm işlemler bu bankacılık ağı yardımıyla gerçekleşir. Bu bilgi ağlarından herhangi bir bankanın verdikleri dolar veya euro fiyatını hemen öğrenilebilir. Dünyadaki döviz fiyatları serbest piyasa (dalgalı piyasa) kurallarınca talep ile belirlenir, devletler buna serbest piyasa kuralları çerçevesinde nadiren karışırlar. İki bankanın verdikleri parite fiyatları arasında farkın olması halinde teorik olarak ucuz olanı alıp pahalıya satılabilir. Bu durumda piyasadaki ucuzdan alış ve pahalıya satış kısa zaman içinde iki tarafta da fiyatları eşitler. Bu yüzden dünya üzerinde parite fiyatlarında aynı zaman içinde pek değişiklik olmaz. Fakat parite fiyatları zaman içinde çok değişebilir. Bu değişim kaotik değil; her zaman belli kurallar çerçevesinde olur. Bu kuralları bilen kişi bu değişimlerin ne yönde ve ne zaman olacağını tahmin edebilir.
Bu çeşit para piyasalarında kişi, dolar ve euro gibi başka ülkelere ait paraları satın almakla her ne kadar o ülkelerin ekonomisine katkıda bulunmuş olsa da, bu işlem esnasında faizli işlemde bulunmuş olmaz.
Forex piyasasının mahzurları şöyledir:
- Yatırılan paranın dört yüz katı alım-satım gerçekleştirilebilmesi konusu ise; sarf akdinde (altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesinde/satılmasında bedellerin peşin olması gerektiğinden hareketle, bedellerden birinin veresiye olması halinde yapılan işlemi faize dönüştüreceğinden, sadece yatırılan para kadar alım-satım gerçekleştirilmelidir. Yani kişi bin dolarlık bir hesabı varsa bundan daha fazlası ile işlem yapamaz. Aksi takdirde bu işlemde faiz endişesi söz konusu olacaktır. Faizin her çeşidi ise dinimizde haramdır.
- Frox piyasasında işlem yapmanın caiz olmamasının nedeni sadece kaldıraç sisteminin mevcut olması da değildir. Zira bu tür piyasalar uluslararası yabancı para birimlerinin, altın, platin ve petrol gibi çeşitli değerli madenlerin birbirleriyle anlık değişildiği ve anlık dalgalanmalardan para kazanılan bir piyasadır. Para değişimlerinde de Hz. Peygamber, "veresiye ile veresiyenin mübadelesini yasaklamıştır" (Suyuti, el-Camiu's-Sağir, 6/330. Hadis No:9470). Bu itibarla, mali mübadelelerde bedellerden en az birinin peşin olması, diğer bedelin de ödeme gününün tesbit edilmesi gerekir. Bedellerden her ikisinin de veresiye olması caiz olmaz. Bu hususta ulema icma etmiştir (görüş birliğine varmıştır). Buna göre forex piyasasında kaldıraç olsun veya olmasın döviz alım-satımı caiz değildir. Çünkü forex piyasasında alış veriş yapıldığı anda teslim ve tesellüm gerçekleşmemektedir. Halbuki dinimize göre altın, döviz ve hisse senedi türünden değerlerin gelecekte teslim alınması ve bedellerinin de gelecekte teslim edilmesi şeklinde bir akit caiz değildir. Bu tür bir akit üzerinden yapılacak olan diğer işlemler de caiz değildir.(Diyanet İşleri Başkanlığı)
Özetle:
- Bilgisayar ortamında alış-veriş işlemi yapmak caizdir.
- Bu işlem şayet bir döviz alım-satımı ise, döviz alım satımının peşin olması durumunda caizdir.
- Şirketten faizsiz borç alınabilir. Ve bununla yine döviz alım satımı yapılabilir, vekalet yoluyla yaptırılabilir. Ancak, eğer bu alınan borç, ta baştan itibaren taraflardan birine veya her ikisine bir menfaat sağlamayı da amaçlıyorsa, bu muamele faiz olacağından haramdır. Çünkü bir hadiste “Herhangi bir menfaat sağlayan borç akdi bir çeşit faizdir” (Suyutî, el-Camiu`s-Sağlır, 2/94) denilmektedir.
Konuyla iligli Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği cevap şöyledir:
Kuşkusuz, para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesinde (sarf akdinde, alınıp satılmasında) bedellerin peşin olması gerekir. Bedellerden birinin veresiye olması, yapılan işlemi faize dönüştürür. Buna göre dolar ve euro gibi yabancı paraların vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması caiz değildir. Paranın ödünç alınıp verilmesinde ise faiz cereyan etmez.
Hz. Peygamber, "veresiye ile veresiyenin mübadelesini yasaklamıştır" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağir, 6/330. Hadis No:9470. Hâkim'in Müstedrek'ine, Beyhâki'nin Sünen'ine atfen). Bu itibarla, mali mübadelelerde bedellerden en az birinin peşin olması, diğer bedelin de ödeme gününün tesbit edilmesi gerekir. Bedellerden her ikisinin de veresiye olması caiz olmaz. Bu hususta ulema icmâ etmiştir (görüş birliğine varmıştır).
Yukarıda izah ettiğiniz işlemler alın terine dayanmadığı, garar /aldatma içerdiği, tamamı elde olmayan bir parayla alışveriş yapıldığı ve spekülasyonlara açık olduğu için caiz değildir.
4
Bankaların memur ve çalışanlara verdiği promosyonları almak caiz midir?
Faizcilik yaparak para kazanan bankalara maaşlar yatırıldığında, para o bankada kaldığı sürece onunla faizcilik yapılır ve bundan para kazanırlar. Promosyon adıyla verilen miktar bu faiz gelirinin küçük bir kısmıdır. Bu sebeple haram-helal kaygısı taşıyan Müslümanların maaşlarını, faizcilik yapmayan bankalara yatırmaları gerekir.
Bilindiği gibi İslam faizin azını ve çoğunu ve bu arada faizli işlem ve akitleri haram kılmıştır.
Bir grup memurun veya çalışanın maaşları faizci bir bankaya yatırıldığı zaman bu banka o parayı -çekilmediği sürece- sisteme sokmakta ve faizli işlemler yaparak para kazanmaktadır. Kazanılan faiz gelirinin bir kısmı bankaya kalmakta, bir kısmını da kurumlara ve memurlara vermektedir.
Maaşlar faiz sistemiyle çalışan bankalardan alındığı takdirde iki sakınca doğuyor:
1. Bankaya paranızla faizcilik yapma imkanı vermiş oluyorsunuz.
2. Gelirinin çok büyük bir bölümü faizden olan bir kurumdan hediye kabul etmiş oluyorsunuz. Aslında bu hediyenin de oraya yatırılan maaşlarınızın faizle işletilmesinden elde edildiğini yukarıda ifade etmiştim.
Bu durumda ne yapalım?
- Mümkünse maaşlarımızı faizli işlem yapmayan katılım bankalarına yatırıp oradan çekelim.
- Bunun mümkün olmadığı yerlerde ve şartlarda ise, verilen promosyonları alalım, ama -yoksul değilsek- bunu yoksullara verelim.
- Katılım bankaları faizsiz kurumlar olduğu için onlardan alınan promosyonun kullanılması caizdir.
5
Peygamber Efendimiz'in ticaret ve ticaret ahlakıyla ilgili hadisleri nelerdir?
İslam dini belli bir kâr oranı getirmemiştir. Kârı belirleyen piyasa şartlarıdır. Bir mal piyasada ne kadar ise üç aşağı beş yukarı bir fiyata satılabilir. Müşteriyi aldatacak kadar fahiş bir fiyatla malı satmak ise caiz değildir.
Rasûlullâh -sallAllahu aleyhi ve sellem- buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya:
"Nasıl satıyorsun?" diye sordu.
Adam da kendince anlattı. O esnada Rasûlullâh sallAllahu aleyhi ve selleme:
"Elini onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahy (işaret) edildi.
Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de elini daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine,
“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164) buyurdu.
Hadîs-i şerîfte ifade edildiği üzere İslâm iktisâdî sistemi, ticâretin temelini doğruluk ve dürüstlükle ferd ve cemiyete hizmet anlayışı üzerine kurmuştur.
Malın, üreticiden tüketiciye intikâli demek olan ve sermâye kadar gayreti de gerektiren üstelik kâra kadar zarâra da dönüşmek ihtimâli bulunan ticârî faâliyet, malın, fâidesini artırdığı cihetle helâl kılınmış, hattâ teşvîk edilmiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından “Kazancın onda dokuzunun ticârette olduğu...” (Münâvî, Feyzü'l-kadir, 3/220) husûsunun ifâde edilmiş bulunması düşünülürse, bu teşvîkin derecesi daha kolay anlaşılabilir.
Diğer taraftan İslâm inancının dayandığı beş temel amelî esâsın hac ve zekât gibi en ehemmiyetli iki tanesi, zengin olan mü’mine mahsustur ki, bunlar da aynı zamanda meşrû yoldan zengin olmanın teşviki mâhiyetindedir. Hadîs-i şerîfte ifade buyurulan “Veren el alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, 106) şeklinde verici olmaya yönlendiren hüküm de, bu istikamette değerlendirilebilir.
Bununla beraber mal ve serveti elde etmenin en önemli vasıtası olan ticarette,
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi maldır.” (Tirmîzî, Zühd, 19)
hadîs-i şerîfi akıldan çıkarılmamalıdır.
Zîrâ ticâretteki para kazanma ihtirâsı, nefsin zebûnu olduğu korkunç handikaplardan biridir. Muhteris kimse, bir testiye benzer; karnı dolsa da ağzı kapanmaz. Halbuki bir testiye deryâlar boşaltmaya kalksan, istiâbından fazla ne alabilir? Yine muhteris, bir ocak, soba veya mangal gibidir ki, ona odun ve kömür gibi yakacaklar yığıldıkça, işbâ hâline gelip sönmez; bilakis alev ve harâreti artar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, muhteris insanı şöyle ifade buyurur:
“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116)
Bu düşkünlüğü dolayısıyla insanoğlunun ticarette yaptığı hile ve düzenbazlıkların haddi hesabı yoktur. Bu yüzden nice kavimler batmıştır. Yine de bu dünyâ akıllanmayan nice gaflet yolcularıyla doludur. Sınırsız zenginlikleri dolayısıyla infak, zekat ve muhtelif hayr u hasenat ile fakir, garip, kimsesiz, dul, yetim ve muhtaçları gözetecekleri yerde onların haklarını bir vampir iştahıyla gaspedenler tarih boyu hiç eksik olmamıştır...
Dînin mevzûu rûhtur. Bedense, rûha yüktür. Dîn, bedene seâdet ve rahatlık getirmek dâvâsında değildir. Bilâkis rûhu bedene hâkim kılmak dâvâsındadır. Ticaret, bir merhaleden sonra hırslarımıza gem vurmak olmalı ki, haddi aşıp dünyâ ve âhıret bedbahtı olmayalım... Tüccar vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet bünyesinde huzur aramak bir hayal olur...
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar gelecek ümmetlere ibret olması için Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halklarının helâkinin, ticaret ahlâklarının son derecede bozulmuş olması sebebiyle olduğunu bildirmektedir. Onun için ticârette sahtekârlık yapılıp harâm yenmesi, zayıfların ezilmesi, bir kavmin helâkine sebeb olacak kadar ağır bir cürümdür. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Altın ve gümüş paranın, kibir ve gurur taşıyan elbisenin kulu olan helak olsun!.. Çıkar düşkünü (muhteris) kişiye (dilediği) verilirse memnun olur, verilmez ise razı olmaz (ilâhî taksim ve takdire isyan eder).” (Buhârî, Rikak,10; Cihad, 70; İbn Mâce, Zühd, 8.)
Hazret-i Ömer -radıyAllahü anh-, bir kimse methedildiği zaman, methedene, üç şeyi yâni:
“Hiç sen onunla; komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?” diye sordu.
Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:
“Zannedersem, sen onun câmîde Kur’ân okurken başını salladığını gördün!” dedi.
Adamın da:
“Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm öyle idi.” ifâdesi üzerine Ömer -radıyAllahü anh-:
“O zaman medihte bulunma! Zîrâ ihlâs, kulun boynunda değildir.” buyurdu. (bk. Haraitiî, Mekarimu'l-ahlak, 1/185)
Burada Hazret-i Ömer -radıyAllahü anh-’in verdiği ölçü, zâhire aldanmamak, kişinin fiiline ve beşerî münâsebetlerine göre kanâat sâhibi olmak îcâb ettiğidir. Menfaatinden imtihân verip geçer not almamış olanın tezkiyesinin tehlikesine işârettir.
Görüldüğü gibi ticâret, ferdin iç dünyâsını dışarıya yansıtır. Yâni ferdin iç âlemi nasılsa ticareti de öyledir. Onun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîfinde:
“Allah, sizin namazlarınıza, oruçlarınıza değil, para münâsebetlerinize bakar.” buyurmuştur. (bk. Kenzul-Ummal, h. no: 8435, 8436)
Burada, kişilerin muamelat dediğimiz toplum hayatıyla ilgili uygulamalarına göre değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu durum namaz gibi ibadetlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak toplum hayatında alışveriş, güven, itimat gibi konularda esas olan şeyler, kişinin o konulardaki tutum ve davranışlarıdır.
İslâm’a göre; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasden yermemeli, satarken de değerinden üstün gösterecek ifâdeler kullanmamalıdır. Muhâtabın zaafından istifâde ederek fiyatlarda teâmülün (fiyat standardının) üzerine çıkmamalıdır. Gabn-i fâhiş’e (kandırmaya) girmemeli, karaborsa, fâizcilik, tartı ve ölçüde hîle yapmamalı, yemîn etmekten kaçınmalı, toplumun zarârına olan harâm malları alıp satmamalıdır.
Ticâretin kâidelerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ne güzel koymuştur:
“Alışverişte vukû bulan lüzumsuz sözler ve yemînler olur; işe şeytan ve günâh karışır. Ticâretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!” (Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)
“Tüccârlar kıyâmet günü fâcirler olacaklardır. Ancak dürüst ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ...” (Tirmizî, Büyû , 4; İbn Mace, Ticârât, 3)
Malının değerini bilmeyen bir satıcıya malının değerini bildirmek îcâb eder. Onun bilgisizlik, tecrübesizlik ve saflığından istifâdeye kalkışmak, gabindir (kandırmadır). Gönlünde Allah korkusu ve O’nun rızasını kazanma gâyesi olanlar, bu hususta son derecede titiz ve hassas olurlar.
İmâm-ı A’zam Hazretleri, kendisine satın alması için ipekli bir elbiselik getiren kadına malının fiyatını sormuştu. Kadın:
“Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” deyince itiraz etti:
“Hayır, bu daha fazla eder...” buyurdu.
Kadın şaşkınlıkla yüz dirhem artırdı. İmâm-ı A’zam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha... İmâm-ı A’zam:
“Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız:
“Yâ İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine İmâm, kadının, malın gerçek fiyatını öğrenmesi için işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı A’zam onu bu fiyattan satın aldı.
Zîrâ o biliyordu ki, doğruluktan ayrılmak, malların ayıp ve kusurlarını saklamak, bilhassa ölçü ve tartıya dikkat etmemek, insanı çok hazîn neticelere dûçâr eder.
Osmanlı toplumu da bu ahlâk içinde yoğrulmuş ve böylece cemiyet huzur ve seâdetini ehl-i küfrü dahî hayran bırakacak bir derecede temin etmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra iki papazın Osmanlı esnafını tedkik için dolaşırken yaşadıkları şu hâdise bu hâli ne güzel aksettirir.
Papazlar, sabâhın erken sâatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
Bunun üzerine diğer bakkala gittiler. O da aynı şekilde:
“Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
Böylece papazlar diğer dükkana gittiler. Aldıkları cevap hep aynı oldu. Nihayet ilk bakkaldan alışveriş yaptılar.
Ecdâdımız işte böylesine diğergâm ve fedâkâr kılıcı bir ahlâk zemininde yetişmişlerdi. İslâm ahlâkından ibaret olan bu zeminde hep birbirini düşünmek vardır. Hele hîlekârlık, bir Müslüman için ağır bir cürümdür. Bir Müslüman yalan söyleyemez, aldatamaz. Aldanmak ise, bir ahmaklık alâmetidir. O da bir Müslümana yakışmaz. İnsanlığa rehber peygamberler “sıdk” doğruluk ve “fetânet” akıllılık ile muttasıftırlar. Onların izinden giden bir müslüman da, akıllı ve uyanık olmağa mecbûrdur. Cenâb-ı Hak, aldatanlara karşı aldanmamak hususunda îkâz sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın geçiminize dayanak olarak hayatın esası kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin...” (Nisâ, 4/5)
Aldatanlara gelince, onlar şu hadîs-i şerîfte anlatılanlara muhataptırlar. Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem-’in:
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap da vardır.”
ifadelerini üç defa tekrarladığını işiten Ebû Zerr -radıyAllahü anh-:
“Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar, kimlerdir onlar yâ Rasûlallah!” diye sordu.
Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem-:
“Elbisesini (kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, verdiğini başa kakan ve yalan yeminle malını pazarlayan!” buyurdu. (Müslim, İman, 171)
Diğer taraftan İslâm iktisâd nizâmında iddihâr, yâni karaborsacılık yapmak için malı depolayıp pahâlanmasını beklemek de mezmûmdur. Toplumun maddî istismârıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, iddihâr yapanlara bedduâ eder. Buyurmuşlardır ki:
“Malı piyasaya süren kazanmış, pahalıya satmak için bekleten ise, Allah’ın lânetine uğramıştır.” (İbn Mace, Ticârât, 6)
İslâm, ticâret ile ilgili kâidelerini, asıl onun kazanılma ve sarf edilme faâliyetlerinde gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, iki tarafın kalb hoşnutluğu ile cereyan etmesi gereken ticârî faâliyetin dışındaki muâmeleleri, harâm saymakta ve “Aralarınızda bâtıl yoluyla mallarınızı yemeyin!..” buyurmaktadır.
Âyet-i kerîme şöyledir:
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve harâm yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin! Ve kendinizi öldürmeyin! Allah size karşı pek merhametlidir.” (Nisâ. 4/29)
“Nefislerinizi öldürmeyiniz!” ifâdesi, mühim ince bir mana ihtivâ eder. Burada, rûhî hayâtı mahvedip cehennem ehli olmaktan sakındıran bir îkâz vardır. Diğer taraftan kavga ve cinâyetlerin bir kısmının da, haksız yere mal yeme ve kazanma ihtirâsına dayandığı hakîkatine dikkat çekilir. Bu tehlikelerden korunmak ise, İslâm’ın tâyin ettiği ticâret kâideleri içinde kalmakla olur. Bilhassa faizden kaçınmak, bu hususta en önemli mes’eledir.
Fâiz, risk ve gayret dâhil olmadığı için sermayenin kullanılışındaki bir istismâr tezâhürüdür. Sadece zenginin daha çok güçlenmesine, muhtâcın da daha çok ezilmesine vesîle olur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in fâiz hakkında çok korkutucu hadîs-i şerîfleri vardır. Vedâ Hutbesi’nde Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“Fâizin her çeşidi ayaklarımın altındadır!” (Darimî, Menâsik 34)
buyurarak, her türlü fâizi harâm kılmıştır. Âyet-i kerîmeler de bu husûsdaki ilâhî tehdîdi şöyle ifâde etmektedirler:
“Fâiz yiyenler, (kabirlerinden) şeytan çarpmış (kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı) gibi kalkarlar. Bu hâl, onların: 'Alım-satım, tıpkı fâiz gibidir!' demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, fâizi harâm kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrâr fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”
“(Fâizi harâm kılan) Allah, fâiz (karışan mal) ı tüketir (onun bereketini giderir), sadakaları (verilmiş malları) ise bereketlendirir. (Onlar vesîlesiyle müstakbel belâyı def eder.) Allah, küfürde ve günâhda ısrâr eden hiç kimseyi sevmez!..” (Bakara, 2/275-276)
Bilhassa fâiz sebebiyle kahr-ı ilâhînin tecellî edeceğini bildiren şu âyetteki tehdîd çok müthiştir:
“Ey îmân edenler! AIlâh’dan korkun! Eğer gerçekten inanıyorsanız, mevcûd fâiz alacaklarınızı terkedin!”
“Şayet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı) açılan harbden haberiniz olsun! Eğer tövbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz...” (Bakara, 2/278-279)
Kim kâinâtın Hâlık’ı ve kâinatın kendisi şerefine yaratılmış olan Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ile harb eder de gâlib çıkabilir?
Eğer bir mü’min fâizle iştigâl ederse, ya malını veya îmânını kaybeder. Fâsıkın ise, böyle yanlış yollara gittiğinde müstehak olduğu cezâya istihkâk kesbetsin diye malı ziyâdeleşir. Yâni o yol ona kârlı kılınır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ihmâl etmez, imhâl eder (mühlet verir). Böyleleri, mâruz kalacakları cezâ ânına kadar bir mühlete nâil olmuş olurlar. Âyetteki ilâhî tehdîde çok dikkat etmek îcâb eder. Aksi hâlde durum çok vahimdir. Câbir radıyAllahu anh diyor ki:
“Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem- fâiz yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lanet etti ve: 'Onlar müsâvidirler...' buyurdu.” (Müslim, Müsâkât, 106)
Ebû Hanîfe’nin hâli ne güzeldir. O büyük imâm, fâize benzer bir durum olmasın diye alacaklısının ağacının gölgesinden dahî istifâde etmemiştir.
Fâiz yasağının elbette birçok sebep ve hikmetleri vardır. Bunların başında işsizliği artırması, sun’î fiyat artışına yol açması, yardımlaşma, dayanışma, sevgi, merhamet ve şefkat gibi insânî ve ahlâkî vasıfları zayıflatması, bencilliği körükleyip para ve nüfuz kazanma hırsını kamçılaması gibi hususlar gelir.
Bu sebepler muvacehesinde faizi yasaklayan İslâm, buna mukâbil karz-ı hasen denilen imkân nisbetinde Allah için borç vermeyi teşvik etmiş ve darda olan bir kimseye verilen borcu sadakadan daha efdal saymıştır.
Bütün bu ahvâle rağmen namuslu iş yapan, doğru, dürüst ve güvenilir esnaf ve tüccar, sayı bakımından her zaman azınlıkta kalmaktadır. Belki de bunun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, dürüst tâcirlere büyük mükâfat bildirir. Hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Doğru tâcir, kıyâmet günü Arş’ın gölgesindedir.” (İbn Mâce, Ticârât 1)
“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4)
Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dairesi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:
“Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.
Hafs da malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs’a:
“Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.
Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, malın tamamını sadaka olarak dağıttı. Zîrâ o, her hâliyle Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Amr’a buyurduğu:
“Ey Amr, sâlih kişi için sâlih mal ne güzeldir!” (Ahmed b. Hanbel, IV/197, 202)
hakîkatini yaşamakta ve helâl ile harâm hususunda takvâ ölçüleriyle hareket etmekteydi. Çünkü helâl ve harama dikkat, bizlere emanet edilen malın temizliği ve âhırette hesâbının verilebilmesi açısından en zarûrî bir mecburiyettir.
Helâl lokma için ticarete haram karıştırmama hususunun ehemmiyet ve bereketini merhum pederim Mûsâ Efendi şu hâdise ile anlatırdı:
“Müslüman olmuş ermeni bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:
"Acıbadem'de tarla komşum Rebî Molla'nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle Müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:
"Buyurun, bu süt sizin!" dedi. Şaşırdım:
"Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!" dedim. O hassas, zarif insan:
"Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izalesi) bitene kadar sütünü size getireceğim...” dedi. Ben:
“Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:
“Yok yok öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülat devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.
İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:
“Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum.”
Bu güzelliklerin yanında hadîs-i şerîfte buyurulan:
“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
şeklindeki gafletlerin de yaşanması, ne kadar hazîn durumlardır.
Oysa dînin koyduğu kâidelerin ihlâlinden doğan cezâlar, ferdî olduğu ve çoğu âhirete âid bulunduğu halde harâm mal edinmekten doğan belâ onun kazanılmasında bir dahli olmayan gelecek nesillere de şâmildir. Üstelik insanlardan bunun acısı, âhirete kalmayıp mutlaka çıkar. Halk, bu nükteyi sezerek onu:
"Dedesi koruk yemiş, torununun dişi kamaşmış!"
şeklinde darb-ı mesel hâline getirmiştir. Haram servetten miras alanların ekseriyâ doğru yolda yürüyemediği bir gerçektir. Çünkü parada bir sır vardır; o, geldiği yoldan gider. Geldiği yol harâm olan bir mirasçıyı o mal, arkasına takarak kötü yollara sürükler. Böyle bir mal yılana benzer. Yılan nasıl çıktığı delikten girerse, malın sarf mahalli de kazancın vasfına bağlıdır.
Îmân ve takvâ istikametinde kullanılmayan bir malın fıska ve küfre müncer olacağı âyet-i kerîmede Mûsâ -aleyhisselâm-’ın dilinden ne güzel ifade buyurulur:
“Mûsâ: 'Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünyâ hayatında mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan şaşırmaları için mi? Rabbimiz! Mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar can yakıcı azâbı görmedikçe inanmazlar...' dedi.” (Yûnus, 10/88)
Ne gariptir ki, kimileri, dürüst ticaret yapınca kazancın hâsıl olamayacağı yönünde temâyüller göstermektedir. Bunlar, bir gaflet lakırdısı, hakîkat körlüğü ve ilâhî taksimat programını inkârdır. Bu hataya düşenlere göre malını defalarca Allah ve Rasûlü yolunda sıfırlayan ve hiçbir zaman dürüst ticaretten ayrılmayan Hazret-i Ebûbekir -radıyAllahü anh-’ın ashabın en fakirleri arasında yer alması gerekirdi. Ancak tarihen de sabittir ki, o devamlı sahâbenin en zenginlerinden olmuştur. Kaç defa Allah ve Rasûlü için her şeyini infâk etmesine rağmen nice ilâhî bereketlere nâiliyetle tekrar servet ve mal sahibi olmuştur.
Bu itibarla bizler, malı meşrû yollardan kazanmakla mükellefiz ve meşrû yerlere sarfetmeye de mecbûruz. Ârif bir tüccâr, dünyâ ticâretini devâm ettirirken daha büyük olan âhiret kazancını ihmâl etmeyecek, ebedî seâdeti düşünüp ilâhî yoldan ayrılmayacaktır. Aşağıdaki âyet-i kerîme, böylelerinin kalbî hayâtını ne güzel aksettirir:
“(Öyle hakiki er kişiler vardır ki) onlar, ne ticâret ne de alışverişin, kendilerini zikrullahdan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr, 24/37)
Bu şekilde ticâret ehli olanlar, bir başka âyet-i kerîmede buyurulan “ticâreten len- tebûr” (aslâ zarara uğramayan bir kazanç) sırrını yaşayanlar, yâni gerçek ticâretten nasîb alanlardır. Nitekim gerçek ticâreti, Allah Teâlâ şöyle ifâde buyurur:
“Allah’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve âşikâr sarfedenler, aslâ zarâra uğramayacak bir kazanç (ticârten len-tebûr) umabilirler.”
“Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lutfundan onlara fazlasını verir. Şüphesiz o, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır, 35/29-30)
Cenâb-ı Hak, bizleri bu âyet-i kerîmelerin sırrı içinde yaşatsın! Gönül gözü ile ilahi kitabı okuyabilmeyi, mi’râca yükseltecek bir huşû ile yapılabilen secdeleri, helâlinden kazanıp isrâf etmeden harcamayı ve verdiği nîmetleri yolunda infâk etmeyi nasîb buyursun!
Yâ Rabbî! Ticaret ehli kardeşlerimizi, hadîs-i şerîfte buyurulan “elinden dilinden mü’minlerin istifade ettiği” kullarından eyleyip, vatan ve milletimiz için hayırlı kimseler eyle!.. Her iki cihanda da rahmet ve berekete vesile olacak amel-i sâlihlere müyesser kıl! Âmîn!..
6
Korsan CD veya kitapları almak kul hakkına giriyor mu? Giriyorsa bunu bilmeden aldıklarımızın hakkını nasıl öderiz?..
Korsan CD veya kitapları almak haram değildir. Ancak dolaylı da olsa ilk sahibine zararı olacağından tavsiye etmiyoruz.
Ticaret kastı olmaksızın CD, VCD ve benzerini kopyalamak haram mıdır? Bilgi almak için tıklayınız.
7
Faiz neden haramdır, hikmeti nedir?
FAİZİN İSLÂMÎ AÇIDAN yasak olduğunu bilmeyenimiz yoktur. İlahî bir emir olarak faizin yasak oluşunun sebebi açıktır: “Allah, yasakladığı için.” Tıpkı oruç tutmak veya zekat vermenin farz oluşu gibi, bunun da sebebi “emr-i ilahî”dir. Ubudiyetlerimizin yegâne gerekçesi budur. Bununla beraber o emri takip eden birtakım maslahatlar da vardır. Bu oldukça normaldir. Çünkü, o Emri Veren, her şeyin “fıtrî” halini ve neyin nasıl olması gerektiğini çok iyi bilendir.
Meselâ, Allah emrettiği için tuttuğumuz oruç ve verdiğimiz zekatın ferdî ve toplumsal birçok maslahatları netice verdiklerini de biliriz. Ama hiçbir zaman orucu perhiz yapmak için tutmaz; zekatı da toplumsal gelir dağılımını dengelemek için vermeyiz. Nitekim, vergisini bir vatandaşlık borcu olarak veren biri, zekat yükümlülüğünden kurtulmuş olmadığı gibi, namazın bedensel faydalarını keşfedip aerobik hareketler yapan biri de namaz kılmış olmaz. Bu örneklerde olduğu gibi, ubudiyetin hareket noktası, “emir”den “maslahat”a kayarsa, o zaman emri gördüğü halde maslahatı (pekâlâ) görememiş birinin ubudiyet gerekçeleri ortadan kalkmış olur.
Bununla birlikte, ubudiyetini Allah’ın emri nedeniyle yapan biri için söz konusu maslahatlar birer güven kaynağı olabilirler. Ve bu anlamda gerekli oldukları söylenebilir. Çünkü, her bir emrin, özel bir zorunluluk olmamakla beraber, birtakım maslahatları ve hikmetleri vardır. O halde. Allah emrettiği için oruç tutarız. Orucun ise bazı faydaları vardır. Yine faiz, Allah emrettiği için haramdır. Allah’ın bize emrettiği her emrin bir “ubudiyet terbiyesi” olduğunu düşünürsek, uzunca da olsa şimdiye kadar ifade ettiğimiz kayıtlar altında sorumuza tekrar dönebiliriz:
- Faiz neden haramdır?
Cevabımız hazırdır: Allah yasakladığı için. Bu cevapla devam edersek, faiz yasağına uymama durumunda ubudiyetimiz yara alacaktır. Yani ubudiyetimiz eksilecektir. Ubudiyet - rububiyet bütünlüğünden biri eksildi mi diğeri artacaktır. Ubudiyetin terkettiği yerleri rububiyet vehmi dolduracak; rububiyet vehminin terkettiği yerleri ise ubudiyet bilinci dolduracaktır. Faiz almama-vermemenin bir ubudiyet tavrı olduğu açıktır. Aynı şekilde, bu emre uymamanın da kendi içinde bir rububiyet iddiası taşıdığı söylenebilir. Bunu, “emrî” açıdan, yani itaat-itaatsizlik bağlamında bu şekilde anlayabiliriz. Bu yüzden “İslâmî” açıdan faiz haramdır. Ancak bu haramın arkaplânını gün ışığına çıkarma durumunda “İslâmî” açıdan olduğu kadar neden “İmanî” açıdan da yasak olduğunu görmemiz mümkündür. O halde bir süreç olarak faiz olayını yeniden hatırlayalım:
Özel veya tüzel birileri başka birilerine anapara olarak bir miktar para vermektedir. Lâkin, bu masum bir borç verme olayı değildir. Parayı veren, bir dizi “belirleme”de bulunmaktadır. Belli bir süre ve verilenin üstüne eklenecek yine belli bir miktar söz konusudur. Parayı veren bir şeyler “ister” ve istediği “olur”. Buna hiç şüphesi yoktur. Kısacası, faizci kendinden oldukça “emin”dir. Öbür tarafta ise tarlasında buğday ekmiş biri, ya da çarşıda satıcılık yapan biri, kazancı konusunda herhangi bir belirlemede bulunmuş değildir. Ne kazanacağı süre, ne de kazanacağı miktar bellidir. Bu yüzden sık sık dua eder. Siftah etti mi, rızkı Verene şükreder. Hasılı, rızkın gelişi ile Rızkı Gönderen bir çağrışım olarak sürekli hatırındadır. Sebepler dairesinde yapacağını yapar. Ancak, bilir ki bu sebepler her zaman ürünün beklendiği gibi alınması veya malın umulduğu gibi satılması için yeterli değildir. Bu yüzden kendi çabasını, rızk için gerekli olmasına karşın yeterli olmayan bir sebep olarak görür. Kendinden çok fazla “emin” değildir. Bu iki tablo arasında oldukça önemli bir fark vardır. İlkinde sebepler dairesi büyük ölçüde kuvvetlenip kalınlaşmaktadır. Biri, -rızkını değil- gelirini belirlemiştir.(determinizm).
Faiz burada bu belirleyicilik imkânını sağlamakla, faizi vereni ubudiyet ortamından uzaklaştırmaktadır. Zira esbap perdesi dehşetli bir şekilde kalınlaşmakta, esbaba yaslananlar da istediklerini yapabiliyor olmanın sarhoşluğuyla bir rububiyet vehmine kapılmaktadır. Başka bir deyişle faiz, insanı tesiri esbaba veren bir gaflet ortamına başarılı bir şekilde çekmektedir. Bu ise bir “titreşim hâli” olan ubudiyet tavrına kapalı bir hâldir. Korku ile ümit; hayat ile ölüm, ve açlık ile tokluk ortasında bir yerde bulunan insanoğlu, bunun farkına vardığı oranda mü’mindir. İşte faiz bu farkın farkına varılmasını önlemektedir. Ve galiba haram oluşunun da bir sırrı budur. İslamiyet'te faiz yasağının ayrı bir ehemmiyete haiz olduğu kuşkusuzdur. Konunun önemi, Kur’an ve hadislerde şiddetle men edilen faizin, (İslamî olmayan) günümüz ekonomisinde kilit kavramlardan biri olmasından ileri gelmektedir. O kadar ki, çağdaş ekonominin, faiz politika ve uygulamalarıyla akort edildiğini söylemek fazla bir abartı sayılmaz.
Günümüzde para ve sermaye piyasalarının ulaştığı muazzam boyutlar herkesin malmudur. Öte yandan, sadece kendi sermaye olanaklarıyla yürüyen, hatta yeni bir iş kurmak için münhasıran öz sermayesine güvenen şirket ve girişimci türüne rastlamak çok zordur. Çağdaş işletmecilik ve makro ekonomide hayatî bir role sahip olmasına karşılık, dinimizde faizin kesinlikle haram addedildiği ve en sert müeyyidelere bağlandığı hususu bir vakıadır. Doğal olarak bu durum Türkiye ve dünyadaki tüm Müslümanları ikilem içerisinde bırakmakta ve onları, finans kuruluşlarıyla adeta ortak bir yaşamın zorunlu olduğu modern iş ve toplum hayatında pasifliğe itmektedir. Bunun nedeni faiz mevzuunun İslamî literatür ve yayınlarda hak ettiği derecede yaygın ve kapsamlı olarak ele alınmaması ve yeterince aydınlatılmayan mütedeyyin insanların hata yapıp günah işlemek endişesiyle finans kurum ve ürünlerinden genellikle uzak durmayı tercih etmeleridir. Bu yazının amacı; türlü biçim ve isimler taşıyan faiz olayına karşı hassasiyet içerisinde olan halkımızın aydınlatılmasına mütevazi bir katkıda bulunmaktır.
FAİZİN TANIMI
İktisatçılara göre, serbest piyasa ekonomisinde faiz, yaşamsal bir fonksiyona sahip olup; kaynakların tasarruf ve tüketim arasındaki bölüşümünü tayin eder. Tasarruflar yine faiz mekanizması vasıtasıyla daha verimli alanlara yönelir. Kaynakların azaldığı durumlarda nispeten verimliliği düşük olan yatırımlar tasfiye edilir. Yaygın bir tanıma göre, faiz, paranın kiralanması karşılığında hak edilen bedeldir. Dar anlamda; ödünç fonlara uygulanan ve piyasanın belirlediği kira bedelidir. Bu bağlamda, fon piyasalarındaki arz ve talebe göre oluşur. Buna “borç faizi” de denir.
Faiz, para sahibine bağlı olmayan gayri-şahsî bir gelirdir. Bu genellikle faiz haddinin piyasa koşullarına göre oluştuğunu, parasını ödünç veren kişinin bunda bir rolü olmadığını gösterir. Gerçekten günümüzde müşteriler ile malî kurumlar arasındaki kişisel ilişki giderek kaybolmakta, milyonlarca insan parasını emanet ettiği bankaların sahip veya yöneticisini hiç tanımamaktadır. Yani kurumlarla insanlar arasında kişisel ilişki tamamen kaybolmuş gibidir. Bir başka yönüyle faiz, mal ve hizmet kullanımını ertelemenin karşılığıdır veya öne almanın bedelidir. Yani, bugün ile gelecek arasındaki bağlantıyı sağlar.
Faiz, konusu bir miktar paranın ödenmesinden ibaret olan borçlarda, alacaklının bu paradan mahrum kaldığı süreye ve belli bir orana bağlı olarak hesaplanan bir karşılıktır. Olayı yasal açıdan değerlendiren bu tanım, faizin oluşmasına neden olan iki unsur; zaman ve faiz oranını ortaya koymaktadır. Birçok tanımda faizi, paranın kullanılma bedeli olarak görürüz. Bu tamamen doğru değildir. Çünkü ödünç verenin (mukriz) faize hak kazanması için borçlunun parayı kullanması şart değildir. Faizin doğumu için gerekli ve yeterli olan alacaklının bir miktar paradan belli bir süre mahrum kalmış olmasıdır. Bir alacağın faiz getirmesi için, paranın mülkiyetinin borçluya geçmiş olması ve belli bir süre sonra iadesinin şart koşulması gereklidir.
Popüler ve genel olarak kabul edilen bir diğer tanımlamaya göre de, faiz; borç verenler için bir gelir, borç alanlar için ise bir maliyettir.
İslamî terminolojide faiz, ‘riba’ kavramıyla açıklanmaktadır. Şöyle ki, riba: fazlalık, ziyade, nema (artma, çoğalma) anlamına gelir. Böylece, ödünç karşılığında alınacak fazlalık nakit olsun veya mal olsun ayırt edilmeyerek yasak kapsamına alınmıştır. Riba, aynı zamanda haram kazanç demektir. İslam Hukukundaki bir diğer tarife göre, “faiz, alım satımda şart kılınan fazlalıktır.”
FAİZ ÇEŞİTLERİ
Teori ve uygulamada faiz çok çeşitlidir ve muhtelif sınıflandırmalara tabi tutulur. Biz konuya sadece faiz olgusunun iyi kavranmasına yardımcı olacak kadar yer vermeyi uygun görüyoruz. Normal olarak faiz, vadenin sonunda anaparayla birlikte ödenir. Buna basit faiz denir; hesap etmesi kolaydır, dolambaçlı bir tarafı yoktur. İlan edilen, üzerinden anlaşılan faiz oranıyla, gerçekleşen arasında fark yoktur. Kağıt üzerinde faiz denince kastedilen basit faizdir, ancak uygulama pek bu yönde değildir.
Bileşik Faiz: Faizi azdıran, anaparayı zararlı mikrop gibi kabartan ve borçluyu şaşırtan “bileşik faiz”dir.(mürekkep faiz). Ve kısaca, faize faiz işletilmesi demektir. Örneğin, bir yıl vadeli bir ticari kredide, vadede borç tasfiye edilmeden evvel, senede dört kez faiz tahsil edilir. Bu yüzden bankanın müşteriye sözgelimi % 60 olarak ilan ettiği faiz oranı, gerçekte % 75 oranında gerçekleşir. Ana para ve faizin aylık taksitlere bölündüğü kredi kartı borçlarında mürekkep faiz çok daha yüksek seviyelerde gerçekleşir. Hiçbir banka (veya malî kuruluş) kredi müşterisine bileşik faiz oranını söylemez. Ancak ilginçtir ki, aynı bankalar hazine bonosu pazarlarken müşteriye sağladıkları nemadaki bileşik faizi muhakkak hem de ön plana çıkararak bildirmekteler. Mürekkep faiz borçlu için çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Kar topunun çığ halini alması gibi, borçluyu bazen farkında bile olmadan ağır borç yüküyle karşı karşıya bırakabilir.
İskonto Faizi: Faizin hesaplanarak, önceden anaparadan düşülmesi suretiyle net bakiyenin ödenmesidir ve borçlu yönünden genellikle aldatıcıdır. Örneğin, banka, faktöring şirketi veya başka bir alacaklı tarafından yıllık % 40 olarak söylenen 6 ay vadeli bir iskonto faizi aslında yıllık % 56 olarak gerçekleşir.
Temerrüt (direnme) faizi: Borcunu zamanında ödeyemeyen borçluya daha yüksek bir faiz oranının tatbik edilmesidir. Borçluların daima kötü niyetli olduğu ve kasten borcunu ödemediği varsayımına dayanır. Temerrüt faizi mükellefi olmak için borçlunun kusuru olup olmadığı araştırılmaz. Alacaklının temerrüt faizine hak kazanmak için zararını kanıtlaması gerekmediği gibi, borçlu da kusursuzluğunu ispatlayıp, faizden kurtulamaz.
Gecikme Faizi: Alacağını vadesinde tahsil edemeyen alacaklının, bu yüzden uğradığı farz edilen zararın karşılığıdır. Yani alacaklının maruz kaldığı zararı karşılamayı hedefleyen bir tazminat mahiyetindedir. Alacaklının zararı ispat etmesi gerekmez, borcun ödenmesindeki gecikme yeterli sebeptir.
Cezai faiz: Sözleşmeye uymayan borçluya uygulanır. Sadece para borçları değil, her türlü borç için söz konusu olabilir.
Kanunî Faiz: Tarafların iradesine bağlı olmaksızın yasadan doğar. Taraflar bir mukaveleye faiz şartı koymasalar bile, para borcunu eda etmeyen aleyhine kanunî faiz doğar.
Akdî Faiz: Bir alacak türü için faiz yürütülebileceğine dair yasalarda bir hüküm bulunmasa bile, tarafların karşılıklı iradesiyle bir faiz kararlaştırılabilir ve mukaveleye konulabilir.
TARİHİ SÜREÇ İÇİNDE FAİZ
Faiz ilk çağlardan itibaren ödünç işlemleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ülkemizde yapılan kazılarda Asurlu tüccarların M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu halkına % 100 faizle ödünç altın ve gümüş para ile kalay ve buğday sattığını ortaya koymuştur. Neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan faiz, din adamlarıyla birlikte filozof ve iktisatçıların sürekli ilgisine mahzar olmuştur. Faiz bütün dinlerde ve gelmiş geçmiş bütün hukuk düzenlerinde devlet otoritesinin müdahalesine konu olmuştur. Ödünç sözleşmeleri ve diğer tür mukavelelerden kaynaklanan ana borcun üzerindeki meblağların borca dahil edilmesi, alacaklıya karşılıksız kazanç sağlaması ve borçluyu iktisaden zor duruma düşüren sonuçları nedeniyle, hem ahlaki hem toplumsal açıdan daima sakıncalı bulunmuştur. İlk çağlardan itibaren faiz, bir doktrin, adalet ve ahlâk meselesi olarak ele alınmış ve mahkum edilmiştir.
Büyük Yunan filozofu Aristo "Politika" adlı meşhur kitabında şöyle der:
“En çok tiksinmeyi hak eden, faizciliktir: çünkü bundan sağlanan kazanç, doğrudan doğruya paranın kendi varlığından ileri gelir ve paranın doğuşuna yol açmış olan ereğe aykırıdır. Zira para mübadele için yaratılmıştır; oysa faiz paranın miktarını çoğaltır… Dolayısıyla da doğaya en aykırı düşen para kazanma tarzıdır.”
Saint Thomas d’Aquin’e göre:
“Parayı ve paranın kullanımını ayrı ayrı satmak imkânı yoktur. Herhangi bir malın bizzat kendisiyle kullanımını ayırmak ve böylece satmak mümkün olmadığına göre, kullanım karşılığı olan bir faiz istemek aslında haksızlık, hatta hırsızlıktır. Çünkü bu ayni şeyi iki defa satmak (kullanımıyla bizzat malın kendisini) demektir. Faiz, zamanın bir fiyatı ise, hiç kimse faiz talep etme durumunda değildir. Çünkü zaman bütün insanlar için ortaktır ve sadece Tanrı’ya aittir. Öyleyse, bir faiz ödetmek, hem hırsızlıktır ve hem de zamanı insanlara bedava veren Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçtur.”
Roma hukukunda olsun Eski Yunan'da olsun, değişik yaklaşımlarla bile olsa faizin sınırlandırılması, hatta yasaklanması yoluna gidilmiştir.
Yahudilik’in orijinal halinde faiz yasaklanmıştı. Daha sonra İsrail kavmi arasındaki ilişkiler gözetilerek bu yasak saptırılmış ve sadece Yahudiler arasında geçerli olduğu, Yahudi olmayanlardan faiz alınmasının serbest olduğu hükmüne varılmıştır. Hıristiyan dininde faize karşı olan tutum çeşitli evrelerden geçmiştir. Hz. İsa faiz işlemlerini dolaylı olarak ret ederek, müritlerine çıkar gözetmeksizin yardım suretiyle hayır işlemelerini öğütlerdi. Kilise yasak konusunda uzun süre ısrarlı olmuşsa da, sonra toplumsal ve iktisadî hayatın baskısıyla ve özellikle kapitalizmin ortaya çıkmasıyla yavaş yavaş faizle ödüncü kabule yanaşmıştır. Jean Calvin faize sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak bu maksatla faizle para almaya cevaz vermiştir.
Merkantilistlere göre faiz sermayenin kirasıdır. Merkantilistler faizi, arazinin icarı ve gayrimenkulların kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak “faiz de kapitalin kirasıdır” demişlerdir. Fizyokratlara göre de, bir para tutarının ödünç verilmesi halinde hak ettiği faiz, bu parayla satın alınabilecek toprağın getireceği ranttan daha az olamaz. Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik ekonomistler faizin, ödünç alanın ödünç paradan sağlayacağı kâr için alacaklıya ödediği karşılık olarak görmüşlerdir.
Sermayedar=müteşebbis görüşünden hareket eden klasik iktisatçılarda faiz ve kâr iç içe ele alınmış ve birbirine karıştırılmıştır. Klasiklerin içinde bulundukları sanayileşme süreci bu varsayımı haklı gösteriyordu.
Kur’anı incelediğini bildiğimiz, K. Marks, faizi tabiata aykırı ve ahlâksızlık olarak nitelemiştir. Keynes, klasik iktisatçılardan ayrılarak, faizin tasarruflar için gerekli olmadığını savunmuştur. O’na göre faiz yatırımları teşvik etmez, aksine engeller.
İSLÂM’DA FAİZ YASAĞI
Kur’an'da faiz yasağı tedricen getirilmiş ve muhtelif ayetlerde ifadesini bulmuştur. Bakara Suresi, 279. ayet kısa ama kapsamlıdır.
“Eğer tövbe eder faizden vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne zülüm etmiş ne de zulme uğramış olursunuz.”
Ayrıca, Hz. Peygamber (asm) Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:
“Cahiliyet ribasından olan her çeşit riba kaldırılmıştır, ancak sermayeniz sizindir. Böylece ne zulüm eder ne de zulme uğrarsınız.”
Ayet ve hadisin verdiği mesajların özü şöyledir:
Ödünç verilen değer karşılığında bir fazlalık alınamaz; aynı zamanda alacaklı ödünç verdiği ana parayı noksansız geri almak hakkına sahiptir. Kastedilen birinci ve direkt anlama göre, ödünç işlemi bir fazlalık temin etme amacıyla yapılamaz. Diğer hadislerin katkısıyla anlıyoruz ki, fazlalığı oluşturan maddenin, ödünç konusu olan mal (veya paranın) cinsinden olması gerekmez. Yani, borç konusu, sözün gelişi A malı ise, fazlalığın B malı olarak verilmesi sonucu etkilemez. Ayet ve hadisin karşıt anlamına göre; alacaklı, borç verdiği anaparayı eksiksiz geri alma hakkına sahiptir. Çok doğal gibi görünmesine rağmen, verilenin aynen geri alınması her zaman mümkün olmaz. Örneğin, Avrupa bankalarında vadesiz olarak yatırılan mevduat bir nema kazanmadığı gibi, bankaca muhafaza edildiği gerekçesiyle masraf kesintisine tabi olur. Yani ana para aynen değil noksanı ile geri ödenir. Türkî Cumhuriyetler dahil eski Sovyetler Birliği ve şimdiki Rusya Federasyonu’na bağlı ülkelerde mevduat çekilmek istendiğinde %10-15 oranında kesintiden sonra sahibine ödenir. Mudiye yapılan bu muamele karşılıklı rızaya müstenit gibi görünse de gerçek pek de öyle değildir. Çünkü kendisine karşı her zaman saygıyla karışık bir ürküntü duyulan bankaların bireylere koşullarını kabul ettirme gücü tartışmasızdır.
Yine batının dev kuruluşları olan yatırım bankalarının uğraş alanlarından biri de zenginlerin kişisel fonlarını yönetmek ve nemalandırmaktır. Ancak borsanın gerilediği dönemlerde bu kuruluşlar sık sık zarar beyan ederek aldıklarından daha azını iade ederler. Ülkemizde de oldukça yaygınlaşmış bulunan yatırım fonlarının bazen kendisine güvenen yatırımcıyı zarar ettirdiği malumdur.
İslamiyet’te ise, alacaklı ana parayı aynen geri alması hususunda korunmuştur. Bu bağlamda, borcunu zamanında ödemeyen zulmetmiş sayılır. Tefsircilere göre, alacaklı sermayesini noksan almaya zorlanamaz. Hatta borcun ödenmemesi halinde, alacaklının (başlangıçta şart koşulmaması kaydıyla) borçludan asıl alacağına ilaveten borcun zamanında ödenmemesinden dolayı uğradığı zararın tazmin edilmesini isteyebileceğine dair tefsirler vardır.
FAİZ YASAĞININ NEDENLERİ
Yukarıdaki ayet ve hadisin (diğerleriyle birlikte) işaret ettiği ikinci hayatî nokta; ribanın (faizin) haksızlık kaynağı olduğudur. Ödünç karşılığında ayrıca bir fazlalık (riba) alınması halinde ya alacaklı ya da borçlunun haksızlığa uğraması kaçınılmazdır. Ülkemiz ve dünya finans hayatı bu hususu doğrulayan örneklerle doludur. Zaten bankalar icat edildikleri Batı dünyasında, “müşterilerin üzerine güneşli havada şemsiye tutup, yağmur başladığında çeken kuruluşlar” olarak tanımlanır. Yakın tarihimizde yaşanmış olaylar hem ödünç verenin hem de alanın birbirini ve sonunda masum halkı mağdur ettiği çok sayıda dramatik olaylarla doludur. 80’li yıllarda 7.500.000 liraya alınan bir belge ile nereden türediği bilinmeyen bankerler küçük bir büro ile halkımızdan faiz karşılığı büyük meblağlar topladılar. Emekli maaşları, ücretler, faiz hevesi ile bankerlere yatırıldı; hatta içinde oturduğu konutunu satarak kiraya çıkan bir çok kimse parasını bankerlere yetiştirdi. Sonunda bankerlerin sınırsız sahtekârlığı ile para sahiplerinin saflığı (biraz da aç gözlülüğü) yüzünden işler o kadar çığırından çıktı ki, saadet zincirini biraz daha uzatmak için bir günlüğüne dahi faizli para alındı. Ve nihayet bankerler topladıkları para ile birlikte ortadan kayboldular. Yakalananlardan da bir şey geri alınamadı. Ancak bankerlerin bazıları öldürüldü, çoğu hapse mahkum oldular. "Bankerlik faciası" olarak ekonomi tarihine geçen bu olaylar sırasında millet devletin gözü önünde fütursuzca soyuldu. Özellikle başta İstanbul olmak üzere memleketimizin her vilayetinde esnaf ve tüccardan tefeciye borçlandığı için batanlar olduğunu biliriz. Bazen de gırtlağa kadar borca battıktan sonra tek çıkış yolu olarak tefeciyi öldürenleri de duyarız.
1996 yılındaki Nesim Malki cinayeti borçluların da her zaman için masum olmadığını gösteren başka çarpıcı bir olaydır. 1994 krizi patlak verdiğinde bankalar ertesi sabah müşterilerine kısacık bir yazılı not göndererek kredi hesaplarına %700 faiz uygulama kararı aldıklarını bildirdiler. Birkaç gün içinde çok sayıda fabrika ve iş yeri kapanmak zorunda kaldı.. Hükümet aceleyle başlattığı sınırsız mevduat garantisi bankada parası olmayanların sırtından faiz hırsına kapılanları koruyan bir kalkan oldu 2000 kasım ve 2001 şubat ekonomik buhranında kredi faizleri aniden %3000 lere çıkarıldı. Sayısız firma iflas ederek ticarî hayatına son verdi.
Öte yandan, bazı iş adamları da bankadan aldığı krediyi işe yatırmayıp kişisel hesaplarına geçirdi. Bizzat banka sahipleri kendi bankalarını hortumlamakta beis görmedi. Sonuçta yirmi iki banka battı, sahipleri hapse girdi ve kamuoyu önünde haysiyetleri ayaklara düştü. Krizin tüm zararları kamu tarafından yani milletçe üstlenildi.
Özetle, faiz yasağının hikmeti; ya alacaklı ya borçlunun ya da yukarıdaki örneklerde anlatıldığı gibi, her ikisinin haksızlık kaynağı olması ve sonunda toplumun diğer kesimlerinin müstahak olmadığı halde zarar görmesidir. Günümüzde finans araç ve kuruluşları çok çeşitlendiğinden, faiz olgusu değişik maskelerle, ama hemen her ekonomik olayda karşımıza çıkmaktadır. Bizim görüşümüze göre, böyle bir ortamda, herhangi bir mâlî işlemin faiz yasağı kapsamına girip girmediğini tayin ederken, elimizdeki ölçüt, söz konusu muamelelerin borçlu veya alacaklı yahut da toplum için herhangi bir haksızlık yaratıp yaratmadığı olmalıdır.
8
Her sabah ve her akşam iş yerini açıp kapatırken okunacak dua var mıdır?
"Allahümme ya müfettihal ebvab, iftah lena hayral bab. Allahümmer-zukna rizkan halalen ve rizkan vasian bi rahmetike ya erhamer rahimin."
"Ey kapıları açan Allah'ım, bize hayır kapılarını aç. Rahmetinle bize helal ve geniş rızık ver. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım." (Açıklamalı Dua Hazinesi, Bilal Eren)
9
İcradan hacizli malı almak caiz midir?
"Varlıklı olan kimsenin malı, (yani imkânı olduğu halde) zamanında borcunu vermeyip geciktirmesi zulümdür." (Buhârî, İstikrâz, 12)
“Malı olduğu halde borcunu geciktirmek, kişinin dokunulmazlığının kaldırılıp cezalandırılmasını mubah kılar." (Buhârî, İstikrâz 12; Müslim, Müsâkât 33)
Temerrüd edip zimmetindeki borcu vermemek büyük günahlardandır. Bunu yapan kimse fasıktır, başkasının malını gaspetmek gibidir.
Kurtubi diyor ki: "Irzını mubah kılmaktan maksat, o kişiyi kınamaktır. Cezalandırmaktan maksat da onu hapsetmektir."
Sanâni, "Sübülü's-Selâm" isimli kitabında şöyle diyor:
"Irz ve cezasını mübah kılmaktan maksat; malına haciz konması ve hakimin, borçlunun malını satıp borcunu kapatmasıdır." (Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar)
İşte dinde haciz edilen malların tamamen şer'i bir kaide olduğu açıktır. Bu malları almak caizdir. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli noktalar vardır.
İcra ile sattırılan malların genelde borca mukabil olduğu bilinen gerçektir. Bu tür satışta artık mal sahibinin yetkisi hükmen kalmamıştır. Buradaki tasarruf yetkisi icra makamına geçmiştir. O da kendi rızası ile satmaktadır. İcra makamının satış yapması da zaruretten dolayıdır. Buradaki zaruret, malın satılarak borcun ödenmesi ve hakkın ehline teslimidir. Bundan dolayı icra yolu ile yapılan satım akdi dinen de geçerlidir. Bu konunun zahiri kısımıdır.
Ancak konunun ahlaki boyutu da vardır. Dinimiz kasıt ve ihmal olmadan olaganüstü sabeplerden dolayı borcunu ödeyemeyen kimseye kolaylık gösterilmesini öngörür. Bu yüzden kaynaklar, darda kalan kimsenin malını satın almanın mekruh olduğunu belirtmektedirler.
Buna göre icra dairelerinde satışa çıkarılan bir malı piyasa fiyatının çok altında almak sureti ile karşı tarafın zorda kalmışlığından faydalanılmamalı ve imkanlar ölçüsünde mal sahibinin mağdur edilmemesi için gayret gösterilmelidir.
Ayrıca, bu konu biraz da vicdanîdir. Malın piyasadaki değerine yakın bir fiyata alınmasına gayret etmek gerekir. Fiyatın daha da düşmesine neden olacak işler yapmak caiz olmaz.
Diğer taraftan, malın satışa çıkarıldığı günde belirlenen fiyatın daha da düşmesi için bilerek teklif vermemek veya teklif vereceklere engel olmak da caiz olmaz. Bunlar zor durumda olan kimselere bilerek zarar vermek anlamına gelir. Hem Allah hakkı hem de kul hakkı çiğnenmiş olur.
Bununla beraber, bilerek zarar vermek gibi bir durum yoksa, piyasa fiyatının altında da olsa, alışveriş her halükarda caiz ve geçerlidir. Bundan elde edilen kâr da helaldır.
Fakat o malların ardından masumların ve çocukların göz yaşı varsa, dini bir mesuliyet olmamakla beraber, hissi ve vicdani bir sıkıntı verebilir. Bu noktadan fetvayı, "müftüler verse de sen vicdanına sor." hadisi şerif gereği size bırakırız.
Özetle söylemek gerekirse, icra gereği haczedilip satışla arzedilen mal er veya geç satılacaktır. Bu malın piyasası farklıdır. Bu piyasa (fiyat) çerçevesinde verilebilecek en fazlayı vererek malı almak, ağlayana zarar değil, fayda sağlar.
10
Vade farkı faiz mi; vade farkı ile taksitli alım satım / alışveriş yapmak caiz midir?
İslâm hukukunda umumî olarak kâr sınırı getirilmezken, bunun, piyasanın durumuna ve kişilerin insaf ve vicdanlarına bırakılması, ticaret ehline büyük bir sorumluluk getirmektedir. Her nevi ticarette yalan, hile ve aldatma yoluyla fahiş bir fiyatla alışveriş de uygun görülmemiştir.
Alışveriş esnasında mal sahibinin, yani satıcının hukuku nazara alınıp, onun ticaret hayatını devam ettirmesi için bağlayıcı bazı ölçüler getirilirken, aynı şekilde müşterinin de durumu göz önüne alınmış, onun da bilgisizliğinden ve satın aldığı malın mahiyetini tam olarak bilmemesi yüzünden aldatılması hoş karşılanmamıştır.
İşte, tüccarın elindeki sermayesini muhafaza edebilmesi ve ticaret hayatını sıhhatli bir şekilde devam ettirebilmesi için, vadeli satışta, peşin satışa göre vade farkını belirterek satabileceği yolu da gösterilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
«... Allah alışverişi mubah kılmış, faizi de yasaklamıştır...»(Bakara, 2/275)
Bu âyet-i kerime, ister vadeli olsun, ister peşin olsun, alışverişi mubah kılmakta ve helâl olan alışverişin temelini göstermektedir. Ancak Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, bir satış içerisinde iki satışın caiz olmayacağını beyan etmektedir. Bu hadis-i şerif üzerinde izahlar yapan âlimler, farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Bazı İslâm âlimleri bu hadis-i şerife dayanarak vâde farkının caiz olmayacağını açıklarken, bazı âlimler de vâde farkının faiz olmadığını, dolayısıyla bu hadis-i şerifin yasaklama sınırına girmediğini ifade ederler.
İmam Tirmizî, hadis-i şerifin izahında şu görüşlere yer vermektedir:
«Bazı âlimlere göre, tek satışta iki satış, 'Bu elbiseyi peşin on dirheme, veresiye yirmi dirheme satarım' diyerek, akdin iki satıştan biri üzerine kesinleşip ayrılmamasıdır.» (Tirmizi, Buyu, 18)
Âlimlerin ekseriyetine göre, yukarıdaki hadis-i şerif akid içinde bir şart koşmanın caiz olmadığını, semen, yani malın karşılığı belli olmadığı takdirde, akdin caiz olmayacağını ifade eder. Meselâ Ahmed'in Ali'ye «Arabam bana üç yüz bin liraya satarsan ben de sana evimi iki milyona satarım» demesi, hadiste beyan edilen, «bir akid içinde iki akid» olur; bu caiz olmaz. Ama ayrı akidler yapıldığı ve iki akid böyle bir şartla birbirine bağlanmadığı takdirde, bunda bir mahzur yoktur.
Hadis-i şerifin beyanına göre, yasak olan diğer akid tarzı, mal karşılığının belli olmamasıdır. Meselâ, «Şu malı peşin olarak bine, vadeli olarak da iki bine sattım» derse caiz olmaz. Çünkü bu akid belirsizdir. Bu iki şıktan herhangi bir şık üzerinde ittifak hâsıl olmuş değildir. Ancak iki taraf bu iki şıktan biri üzerine anlaşırlarsa akid caiz olur; faizle bir ilgisi de olmaz.
İmam Serahsî'nin meşhur eseri el-Mebsut'ta tarafların peşin veya vadeli olarak tek bir fiyat üzerinde anlaşarak ayrılmaları şartıyla, vâde farkı bahis mevzuu olan akitlerin caiz olduğu ifade edilmekte ve aynen şöyle denmektedir:
«Alıcı ile satıcı satış muamelesi yaparken, satıcı, bu mal veresiye olarak şu fiyata, peşin olarak şu fiyata dese veya bir ay sonra ödersen şu fiyata, iki ay sonra ödersen şu fiyata dese de iki fiyattan birisi üzerinde anlaşmadan muameleyi tamamlamış olsalar, böyle bir satış işi caiz değildir. Resul-i Ekrem Efendimizin iki şart üzerine yapılan satışı yasaklamış olması da bundan dolayıdır. Fakat peşin veya vadeli fiyat üzerinde anlaşıp, bu şekilde muameleyi tamamlasalar ve ayrılsalar bu satış caizdir. Çünkü her iki taraf da fiyattan birisi üzerine anlaşmış bulunmaktadırlar.» (el-Mebsût, 13/8)
Bugün umumiyetle piyasada yaygın olan tatbikat da buna girmektedir. Meselâ, müşteriye önceden peşin veya veresiye fiyatları söylenerek, «Peşin şu kadar, veresiye şu kadar» denilir, şıklardan birinin tercihi istenir. Müşteri de kendisine uygun olan şıklardan birini tercih eder, onun üzerine akid yapılır. Burada mühim olan, belirtilen fiyatlardan biri üzerinde mutabakata varılmış, akdin de o fiyata göre yapılmış olmasıdır.
O hâlde, bir kimse satılık bir eşyası için «Peşin fiyatı şu kadardır, veresiye fiyatı da bu kadardır» dese, yani hem peşin, hem vadeli fiyattan söz edip, bilâhare bir fiyat üzerine anlaşma yapılsa, bu akid caiz olur. Dinî bir mahzur söz konusu değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, akdin, tesbit edilen peşin veya vadeli fiyatlardan biri üzerinde kesin bir anlaşma ile yapılmasıdır.
Ancak, meselâ «Şu aya kadar ödersen şu fiyat, ondan sonraki filân tarihe kadar ödersen şu fiyat» gibi bir vâde ile yapılan satışların sahih olmadığı bilinmelidir. Çünkü bu akidlerde alıcı ile satıcı tek bir fiyat üzerinde anlaşmış olmamaktadır. Hadislerde belirtilen faiz, böylesi akidlerde açıkça kendisini göstermektedir.
Bazı resmî müesseselerden veresiye mal almada da bir vade farkı uygulanmaktadır. Bu vade farkı resmî olarak faiz adıyla işlem görmekte ise de faiz muhtevasına girmemektedir. Yani burada müşterinin ihtiyarına bırakılmaktadır. Peşin alınınca herhangi bir fark istenmezken, veresiye alınırken bir miktar fazlalık istenmektedir. Bu fazlalık alışverişte vade farkına girdiğinden, böyle bir muamele caizdir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, fıkıh âlimlerinin beyan ettiği ve vâde farkının cevazını gösteren hükümler, vâde farkını almayı tavsiye mahiyetinde değildir. Ancak, ticarî hayatın zaruretlerinden kaynaklanan bir hükümdür. Daha doğrusu, bir cevazdır. Yani, bir Müslüman tüccar vâde farkını koyarak taksitli satış yapabilir. Ama imkanları zayıf olan müşterilerine vâde farkı koymaksızın yapacağı bir satış da şüphesiz takdire şayandır.
Son dönemlerde yaygın olarak yapılan ürünü peşin alıp sonradan bankada taksitlendirme yapıp fark ödeme faiz olduğundan caiz değildir. Zira doğrudan mal akdi üzerinden satış yapılmayıp banka verdiği para üzerinden işlem yapmaktadır. Paraya uygulanan fark faiz olduğundan caiz görülmemektedir.
11
Kredi kartıyla alışveriş yapıyoruz. Bankalar bu alışveriş karşılığında puanlar (bonus) veriyor. Bu puanların karşılığı olarak verilen hediyeler, promosyon gibi şeyler alınabilir mi?
Faizcilik yaparak para kazanan bankalara, mecbur olmadıkça para yatırmak caiz değildir. Çünkü bu bankalar, mesela maaşlarınız, hesabınızda olan paralarınız orada kaldığı sürece, sizin paralarınızla faizcilik yapar ve bundan para kazanırlar. Promosyon adıyla size verdikleri de bu faiz gelirinin küçük bir kısmıdır. Bu sebeple haram-helal kaygısı taşıyan Müslümanların paraların, faizcilik yapmayan bankalara yatırmaları gerekir.
Kredi kartlarını da bu bağlamda değerlendirmek uygun olur.
Bilindiği gibi İslam, faizin azını ve çoğunu ve bu arada faizli işlem ve akitleri haram kılmıştır.
Faizli bankaların kredi kartlarıyla yapılan alışverişlerde, özellikle taksitli ödemelerde banka faiz geliri elde etmektedir. Kazanılan faiz gelirinin bir kısmı bankaya kalmakta, bir kısmını da banka kredi kartı sahibine yaptığı alışverişin miktarına ve çeşidine göre hediye, promosyon adı altında para, mal gibi şeyler vermektedir. Bu arada kredi kartı alanların ayaklarını bankalara alıştırmayı da hedeflemek söz konusudur.
Kredi kartları faizli bankalardan alındığı takdirde iki sakınca doğuyor:
1. Bankaya paranızla faizcilik yapma imkânı vermiş oluyorsunuz.
2. Gelirinin çok büyük bir bölümü faizden olan bir kurumdan hediye kabul etmiş oluyorsunuz. Aslında bu hediyenin de oraya yatırılan paraların faizle işletilmesinden elde edildiğini unutmamak gerekir.
Bu durumda ne yapalım?
- Mümkünse kredi kartlarımızı faizli işlem yapmayan katılım bankalarından alalım.
- Bunun mümkün olmadığı yerlerde ve şartlarda ise, verilen promosyonları alalım ama -yoksul değilsek- bunu yoksullara verelim.
12
Finans kurumlarının verdiği kar payları helal midir; bankalar ile arasındaki fark nedir?
Atıl paranın değerlendirilmesi açısından bir başka altarnatif de özel finans kurumlarıdır.
Kar zarar sistemi üzerine çalışan müesseseleri dinimiz ticari müessese saydığı için helaldir. Para yatırılır ve kar payı olarak verilen kısım da helaldir.
Devletin bu finans kuruluşlarını da hukuki olarak koruma altına alması daha güzel olmuştur. İnşallah suistimalleri ve mağduriyetleri önlemeye vesile olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Özel finans kurumlarına para yatırmak ve/veya buralardan kredi kullanmak caiz midir? Finans kurumları ile bankalar arasındaki fark nedir?..
13
Altın hesabına veya altın fonuna para yatırmak caiz mi?
Herhangi bir faizli işlem yapmadan ve bedeller peşin olarak ödenmek üzere, bir kuruluştan altın veya döviz alım-satımı yapmak ya da kâr etmek amacıyla döviz ve altını alıp-satmak caizdir.
Söz konusu işlemler internet bankacılığı üzerinden yapılıyorsa, şu hususa dikkat edilmelidir:
Bedelleri peşin ödenmek şartıyla, günlük kur üzerinden internetten altın alınıyor ve kabz gerçekleşiyor (satıcının hesabından çıkıyor ve alıcının hesabına geçiyorsa) ve bu işlem sonunda istenildiğinde hesapta biriken miktar alınabiliyorsa, bu şartlar dahilinde internet üzerinden altın veya döviz alınıp satılmasında sakınca yoktur.
Yine söz konusu işlemin caiz olabilmesi için altın hesabının bulunduğu bankanın herhangi bir şubesinin, istenildiğinde bu altınları fiziki olarak teslim edebiliyor olması gerekmektedir.
Böyle olması halinde, bu tür altın hesaplarına para yatırmakta ve günlük alım-satım yapmakta dinen bir sakınca yoktur.
Altının fiziki olarak teslim alma imkanının bulunmadığı, sadece sanal (kaydi) bir altın hesabı açtırmak caiz olmadığı gibi, böyle bir hesap üzerinden alım-satım yoluyla gelir elde etmek de caiz değildir.
Ayrıca böyle bir işlem, mahiyet itibariyle faizle çalışan kurumla yapılırsa; bu durumda hesaplarında para, altın veya döviz bulundurmak suretiyle yapılan işlem, bu faizli kurumları desteklemek anlamını taşıyacağından, zorunlu olmadıkça faizli bankaların vadesiz hesaplarına veya altına endeksli hesaplarına para yatırılması uygun değildir.
14
Fon alım satımı veya hisse senedi türü yatırımlar için dinimizde bir hüküm var mıdır?
Önce yatırım fonunun ne olduğu ve bu fonların gelirinin nasıl elde edildiği konusunda kısa bilgiler aktarmamız gerekiyor:
"Portföy", geniş anlamıyla bir kişinin ya da kuruluşun sahip olduğu varlıkların tümünü ifade eder. Dar anlamıyla "portföy" ise, sermaye piyasası araçları ve kıymetli madenlerden oluşan varlık grubudur.
"Yatırım fonları" halktan topladıkları paralar karşılığı, hisse senedi, tahvil gibi sermaye piyasası araçlarından ve kıymetli madenlerden oluşan portföyleri yönetirler. Her bir yatırımcı fonun sahip olduğu portföyün bir kısmını temsil eden katılma belgesini alarak fona ortak olurlar.
Fon yatırımınızdan, şu üç yoldan para kazanabilirsiniz:
İlk olarak fon sahip olduğu menkul kıymetlerden kâr payı, faiz olarak menkul kıymetlerden gelir elde eder. Fon elde ettiği bütün gelirini fon portföy değerine yansıtır. Fonun sahip olduğu menkul kıymetlerin fiyatı artabilir. Eğer fon fiyatı yükselen bu menkul kıymeti satarsa sermaye kazanç elde eder. Fon elde ettiği bu sermaye kazancını veya zararını fon portföy değerine yansıtır.
Yukarıdaki açıklamalar da gösteriyor ki, yatırım fonlarının gelirleri içinde faiz de vardır ve önemli bir yer tutmaktadır. İslam dünyasında ve Batı'da çalışan, faize ve harama bulaşmayan yatırım fonları da vardır. Faizden arınmış fonların alınması caizdir. Kişi araştırma yapıp bu tür fonlara yatırım yapabilir.
Sonuç olarak yatırım fonları faiz ve diğer haram unsurlardan arındırılarak yapılırsa caiz olur.
15
Network Marketing, Ağ Pazarlama gibi sistemler hangi hallerde caiz olmaktan çıkar?
İslam'ın yasakladığı faiz, aldatma, haksız yere başkasının malını yeme, kumar yoluyla kazanç sağlama veya içki, domuz eti gibi haram malların satışı olmadığı sürece, hile karışmıyorsa, israfı ve lüks tüketimi de teşvik etmiyorsa, internet üzerinden veya başka bir yolla yapılan ticarete haram diyemeyiz.
Soruda geçen sisteme gelince; sistemin görebildiğimiz kadarıyla İslami açıdan sakıncaları şunlardır:
1. Sistem, insanları, "bol üye bul, sonra altındakiler çalışsın, ömrünün sonuna kadar düzenli gelirin olsun" diyerek, tembelliğe itiyor. Millete, memlekete faydalı hiçbir üretim yok.
2. Satın alınan hizmet veya üründen cayma hakkınız yok. İslami ticaretin kuralı alan ürünün satın alınırken elde olması, niteliklerinin belli olması kuralına da uyulmuyor.
3. Üyeler, üye buldukça para kazanabiliyor, ama aslında en büyük parayı, değişik ülkelerde kurulmuş naylon şirket kazanıyor. Türkiye'de elde edilen gelirin hiçbir bölümü ülkemizde vergi olarak ödenmiyor. Her işlem internet üzerinden yapılıyor. Milli sermaye ve birikim gayri meşru yollarla, yabancı ellere aktarılıyor.
Sistemin çalışmasıyla ilgili yapılan açıklamalara göre, alınan nesne belirsiz, daha da önemlisi “sistemden çıkmak isteyen hiçbir şey alamıyor” bu da demektir ki, aldığı bir şey yok, işlem göstermelik. Şu halde böyle bir işlem caiz olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Network Marketing, Ağ Pazarlama gibi sistemler ve 2. nesil üyelerden kâr payı almak caiz mi?
16
Emin Oto veya Emin Evim gibi organizasyonlara dahil olmak caiz midir?
Cevap 1:
Bu işlerin detaylarında İslam’a aykırı başka unsurlar yoksa, beyan ettiğiniz hususlarda bir sakınca görülmemektedir. “Organizasyon ücreti” o işi yürütenlerin, yaptıkları iş karşılığında aldığı bir ücret, bir komisyondur. Bunun geri verilmemesi normaldir ve bu faiz sayılmaz.
Bütün evlerin bir anda hazırlanması mümkün olmadığına göre, kura usulü âdil bir ölçüdür. Yeter ki dairelerin bedeli ilk başta belirlenmiş olsun.
Ayrıca “sistemden çıkmak için” bunu işin başında konuşmak gerekir. İmam Azam ve İmam Şafiye göre, böyle bir şart (hıyaru’ş-şart) ancak üç gün için geçerli olur. Daha fazla bir süre için geçerli değildir. Böyle bir şart koşulduğu takdirde sözleşme fasit olur.
Bununla beraber, İmam Ebu Yusuf ve İmama Muhammed’e göre, ihtiyaç olması durumunda “hıyaru’ş-şart” yani “sonradan vazgeçebilirim” kaydını koymak, aylarca sonrası için de caizdir. Fakat, böyle bir şartın / cayma süresinin mutlaka belli olması -Malikîler dışındaki üç mezhebe göre- şarttır.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 4/254-257).
Cevap 2:
İslam hukukunda alışverişin geçerli olması için, satışa konu olan malın var olması ya da tesliminin mümkün olması gerekir. Zira olmayan bir şeyin satımı batıldır. Ayrıca satış bedelinin de belirlenmesi gerekir. Şayet satış vadeli ise ayrıca vade süresinin de belirlenmesi gerekir.
Bahse konu olan sistemde ürünün bedeli ve "vade"nin süresi de açık ve belli olmalıdır.
Eğer sözü edilen firma, yukarıdaki belirsizlikleri ortadan kaldırarak ev veya araba alımı konusunda katılımcılara yardımcı oluyor, onları bir araya getiriyor ve sağladığı bu organizasyon karşılığında makul bir komisyon veya organizasyon ücreti alıyorsa, alınan bu ücret faiz değildir. Uygulaması bu şekilde olan bir firmadan da ev alınabilir.
Cevap 3:
Tellallık, simsarlık ya da komisyonculuk denilen hukuk kurumu; bir muamelede veya bir satış akdinde aracı olan kişinin yaptığı iştir. Bu işi yapana dellal (Türkçede tellal diye telaffuz edilir), yaptığı işe dellallık (delil olma, yol gösterme) ve yapılan bu iş için alınan ücrete de dellaliye denilir.
Bir malın veya hizmetin satımında aracı olunması karşılığında alıcı veya satıcıdan yahut her ikisinden aralarında tespit edilen oranda ücret (komisyon) alınması, tarafların aldatılması gibi İslam'ın yasakladığı bir durum söz konusu olmadıkça helaldir.
Buna göre emlakçıların yaptıkları iş karşılığında, mevzuatla belirlenen oranda komisyon almaları caizdir. Ancak kiracı-emlakçı veya müşteri-emlakçi sözleşmesinde alınan kaporanın, sözleşmenin bozulması veya işin tamamlanmaması halinde, iade edilmesi gerekir. Çünkü yapılan bu aracılık hizmeti bir hizmet akdi olup bu kişi işini yapıp başarabilmesi yani kiracının bu yeri tutması veya gayrimenkulü satın alması halinde ücrete hak kazanacaktır.
Müteahhide ev yaptırmak ise, istisna' akdine girer. İstisna' akdi istihsanen meşru görülen bir akiddir.
İstisna' akdinde taraflar, işin başında yapılacak olan eşyanın tarif ve tavsifini yapıp (örneğin, yapılması planlanan evin aralarında ihtilaf çıkmayacak şekilde en ince ayrıntısına kadar özelliklerini belirleyip) malum hale getirmek mecburiyetindedirler.
Masnu'un (siparişi verilen malın, örneğin evin) bedeli peşin veya veresiye olarak ödenebilir. Masnu' (siparişi verilen mal, örneğin ev), tarif ve tavsiyeye uygun olarak imal edilmemişse / yapılmamışsa, mustasnı' (işi yaptıran, siparişi veren), onu kabul veya red hususunda muhayyerdir. İsterse kabul eder, isterse reddeder.
17
Faiz ile uğraşmayan şirketlerin borsadan hisselerini almak caiz midir?
Döviz almak dinen haram değildir. Ancak bir Müslüman sizin düşündüğünüz gibi değerlendirerek döviz almazsa o başka konudur.
Atıl paranın değerlendirilmesi açısından bir başka altarnatif de katılım bankalarıdır. Kar zarar sistemi üzerine çalışan müesseseleri dinimiz ticari müessese saydığı için, bu kuruluşlarda para tutup, kar payı adını taşıyan getirileri almak helaldir. Para yatırılır ve kar payı olarak verilen kısım da helaldir. Devletin bu kuruluşları hukuki olarak koruma altına alması ise daha güzel olmuştur. İnşallah suistimalleri ve mağduriyetleri önlemeye vesile olur.
İktisadi ilişkilerin yoğunlaşıp sermaye piyasasının önem kazandığı günümüzde hisse senetleri, sermaye piyasasının en önemli aracı haline gelmiş ve bir ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak alınıp satılmaya başlanmıştır.
Bu manada günümüzde borsanın temelini oluşturan hisse senedi alım satımına iki farklı yönden bakmak gerekiyor:
1. İmal edilmesi, ticarî hizmeti caiz olan bir konu ile meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir. Alan, şirketin malvarlığına hissesi nispetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir. (Piyasada bu tip holdinglerin sayısı da oldukça fazladır.)
2. Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor. Gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor. Ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada soruda geçen ifadesiyle "oynamayı" her yönüyle makbul bir ticaret olarak değerlendirmek çok zor. (Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, s. 265, İst. 1999)
İslam Konferansı Teşkilatına bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin girişimiyle 1988 yılında Rabat’ta toplanan Borsa Semineri’nin sonuç bildirisinde ve adı geçen akademinin 1992 yılında Cidde’de yapılan VII. Dönem Toplantı’sında hisse senetlerinin kar ve zarara iştirak etmesi sebebiyle kural olarak helal olduğu, fakat şer’i hükmünün bunu çıkaran şirketin ticari işlem ve amaçlarının meşru oluşuyla yakından ilgili bulunduğu belirtilmiştir.
Şirketin faiz, içki imali ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması halinde hisse senetlerini alıp satmanın ve bundan gelir elde etmenin haram ve günaha iştirak etmek olduğundan caiz olmayacağı bildirilmiştir.
Burada şunu da ifade edelim ki, faaliyet alanı haram işlemler yapma, dinen yasak hizmet ve mal üretiminde bulunma olmamakla beraber, bazı haram işlemlere taraf olması sebebiyle şirketin karına haram kazanç karışmış olması hallerinde ise, pay sahiplerinin bu miktarı yaklaşık olarak hesaplayıp kendisinin hayır ve hasenat niyeti ile olmaksızın ve toplum hakkı olduğu inancı ile hayır yolunda harcaması tavsiye edilmiştir.
Evet, çağımızın getirdiği fıkhî problemlerden olan borsa ve hisse senetleri hakkında bir kısım çağdaş din âlimleri caiz değil derken, çoğunluk ise caiz olduğu yönünde görüş birliği yapmışlardır. Ancak hisse senedi alınacak olan şirketin yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslam’ın haram kıldığı içki veya domuz eti gibi mamullerin imalatını veya satımını yapmaması gerekiyor.
İMKB de hisse senedi alıp satmanın İslami kurallara uygun olup olmadığını, şu konulara uygun olup olmadığına bakarak kararı vereceğiz:
1. Doğrudan faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
2. Alınıp satılması helal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
3. Mütekavvim, yani alınıp satılması helal olan mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muamelerlerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
4. Ortak olunan şey helal bir üretim olmakla beraber, şirketi elinde bulunduran Müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak suretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır. Halbuki bu Kur an'ı Kerim'de yasaklanmıştır,
5. Yahudi ve Hristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; "komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir" gibi bir sonuç çıkarılabilir.
6. Satın alınan hissenin fabrikanın tümüne nisbeti yani kaçta kaçından ibaret olduğunu bilmek lazımdır.
7. Mal olması gerekir. Sermayesi olmayan vücuh-kredi şirketi gibi, bir müesesenin hisselerini satın almak caiz değildir.
8. Aslında helâl olan fakat İslâm'a uygun olarak çalıştırılmayan bir fabrikanın hisse senetlerine sahip olan birisinden alacağını alabilmek için, bu kişinin hisse senetlerini almak caizdir. Şu var ki, bu hisseleri bir an evvel elden çıkarıp satmak gerekir. Ve bu arada hissesine bir kâr düşerse onu amme maslahatına veya fakirlere vermesi gerekir.
9. İdaresine Müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup satıma konu olan şirket varlığını dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri isme muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir.
Ve bu Müslüman işadamları, İslâmî teşebbüsler ve helal sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm'a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
Kaynaklar:
- Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/382-383.
- Dr. Faruk Beşer, Fetvalar, İzmir, 1991, s. 78-79.
18
İçki satılan yerden alışveriş yapmak caiz midir?
Günümüzde alkollü içkiler ne yazık ki, en küçük mahalle bakkalına varıncaya kadar pek çok yere girmiş bulunmaktadır. Dinimizin getirdiği prensipler çerçevesinde bu durumu endişe verici bir hal olarak değerlendirmek gerekir. Diğer zarurî yiyecek ve içecek maddelerinin yanında, dükkanında içki bulundurup satanların yüklendikleri ağır günahın farkına varıp da en kısa zamanda vazgeçmeleri hepimizin ortak temennîsidir.
İçki satan büfe, bakkal ve marketlerden alışveriş yapma meselesine gelince:
Esas olarak, bu davranış pek huzur verici bir iş değildir. Bu bakımdan, mümkünse, içki bulundurmayan yerlerle alışveriş yapıp zarurî ihtiyaçları oralardan karşılama ciheti tercih edilmelidir. Ancak zaruret hali müstesnadır. Meselâ, oturduğu yerde içkisiz bakkal bulunmayan veya yolculuk halinde zarurî ihtiyacı olan bir Müslüman, elbette ki, onlardan bu ihtiyaçlarını alma durumunda kalacaktır.
Bu arada, bu hususta gösterilecek aşırı ve dengesiz bir hassasiyetin, Müslümanın öncelikle vazifeli olduğu İslâmî hizmetlerin o çevrede gelişmesini engelleyebileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Halbuki insanların irşada muhtaç oldukları bir zamanda Müslümanların onlardan kopması hiç de arzu edilmeyen bir iştir.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, alkole karşı toplum çapında başlatılacak bir boykot çerçevesinde, içkili lokanta, bakkal ve benzeri iş yerlerinin boykotu da düşünülebilir. Böyle bir kampanyaya toplumumuzun, hattâ dünya toplumlarının büyük bir ihtiyacı vardır.
Aynı zamanda bu, Müslümanın omuzundaki "kötülükten alıkoyma" vazifesinin de bir icabıdır. Ama, tekrar belirtelim, böyle bir kampanya toplumun büyük bir çoğunluğuna benimsetildikten ve hattâ devletin de desteği sağlandıktan sonra başlatılmalıdır. Meselâ, sarhoşluk veren içkilerin bir genelge yayınlayarak bakkal ve marketlerin dışında, meselâ sadece "tekel bayileri"nde satılması sağlanabilir.
Müslümanların bu husustaki hassasiyetlerini fark eden birtakım bakkal ve market sahiplerinin iş yerlerinde alkollü içki bulundurmadıklarını "ayrıca" ifade etmeleri de müsbet bir gelişme olarak göze çarpmaktadır.
Kumar oynatan kahvehanelerin çay ve meşrubatlarını içmek de bunun gibi bir mecburiyet olmasa gerektir. Mâkul sebeplerle ve muhatabı rahatsız etmeyecek bahanelerle, bu gibi yerlerin sattığı çay ve meşrubat gibi şeyler içilmeyebilir. Fakat, yukarıda da ifade edildiği gibi, muhatap olduğumuz kimseyle müsbet mânâda bir münasebet kurma durumu varsa, ikramı reddetmek onu incitecekse kabul etmek en uygunudur.
Ayrıca şu hususu da belirtmek yerinde olur:
Gerek içki satan bakkaldan, gerekse kumar oynatan kahvehanelerden satın alınan ve içilen içki haricindeki gıda, temizlik malzemesi gibi şeyler helâldir. Onlara mekruh ve haram demek mümkün olmaz. Fakat, bunda az da olsa, böyle haram işleyen kimseye ve müesseseye malî bakımdan destek olma durumu söz konusudur.
Bu gibi hususları herkes kendi durumuna ve o an içinde bulunduğu hale göre değerlendirmelidir. Ne ifrata, ne de tefrite düşen bir davranışta bulunmamalıdır.
(bk. Mehmed PAKSU, Helal – Haram)
19
Gayri müslimlerle münasebette ölçü nedir?
Gayri müslim olan kimse ile alışveriş yapmak caizdir. Hatta gayri müslim olan doktora gitmek de caizdir. Dini bir sakıncası yoktur. Peygamber (asm) Müslüman olmadığı halde el Haris bin Kelde'nin doktorluk yapmasını emretmiştir. (Avnu'l-Ma'bûd şarh Sünen Ebî Dâvûd c. 4, s. 14, Hindistan bşk).
Peygamber (asm) Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, Medine yolunu iyi bilen müşrik bir rehber kiraladı. Kezalik Müslüman olanı ve Müslüman olmayanı bütün Huzâ'a kabilesi Peygamber (asm)'in sırdaşı idiler. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II / 258)
Aynı konuda alış veriş yapacağımız Müslümanlar varsa onları tercih edebiliriz. Fakat, dini açıdan Yahudi, Hristiyan ve gayri müslimlerle ortaklık ve alışveriş yapmak caizdir.
Kur'an'da yasaklanan velayetten maksat temsil ve yönetim yetkisi vermektir. İslam, Müslümanların başka dinden olanlara kendilerini yönetme ve (vekâlet gibi bazı özel hukuk ilişkileri dışında) temsil yetkisi verme anlamındaki velayet ilişkisini yasaklıyor. Bunun dışında gayri müslimlerle ortaklık, komşuluk, sıradan arkadaşlık, onlara ikramda bulunmak gibi ilişki ve davranışlar yasaklamıyor. Gayri müslimlere iyi davranmayı, onlarla ilişkilerde adalet ölçülerine titizlikle riayet etmeyi de emrediyor (Mümtehine, 60/8).
GAYRi MÜSLİMLERLE MÜNASEBETTEKİ ÖLÇÜLER
İslâmiyet, insanlık için bir saadet ve rahmet vesilesidir. Onun şefkat kanatları ve geniş müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin sâlikleri kendi dinlerinde görmedikleri rahat ve refahı İslâm memleketlerinde bulmuşlar, hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar bu husustaki ilâhî emirlere harfiyyen riayet etmişler, en geniş mânâda tatbik etmişlerdir.
Yüce Rabbimiz Ankebût Sûresi'nde şöyle buyurur:
“İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de size indirilene de inandık, ilâhımız ve ilâhınız birdir ve biz Ona teslim olanlarız.’ ”1
Bu mânâyı teyit eden diğer bir âyet-i kerimenin meâli de şöyledir:
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adâletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adâlet yapanları sever.”2
Meâllerini vediğimiz bu âyetler gibi, daha birçok ilâhî emirler ve hadis-i şeriflerin ışığı altında Müslümanların Ehl-i kitapla, İslâm topraklarında yaşayan gayri müslimlerle yaşayışları ve karşılıklı uyulması gereken esaslar belirtilmiştir. Dinimiz, hiçbir zaman onlar “kâfirdir” diye saf dışı bırakıp, alâkayı kesmemiş, onlarla inançla alâkalı olmayan birçok meselelerde ortak hareket etmiştir.
Yahudi ve Hristiyanlarla olan münasebetler, onların itikatları noktasından değildir. Onlara yapılan dostluk, Yahudilikleri veya Hristiyanlıkları cihetinden değildir. Onların tasvip edilen taraafları, bazı güzel sıfatları ve sanatları itibariyledir. Çünkü,
Hiçbir Müslümanın her bir sıfatı her zaman Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binâenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle (hoş karşılamakla) iktibas etmek, neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.”
Diğer taraftan;
“Onlarla dost olmamız medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir (güzel görüp almaktır). Ve her saâdet-i dünyeviyenin esası olan asâyişi muhafazadır.”
Çünkü “Dâire-i itikadı, dâire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur.”3
Yani inancı beşerî münasebetlerle karıştırmaya lüzum ve mecburiyet yoktur.
Bir Müslümanın, diğer din mensuplarıyla veya hiçbir inanca sahip olmayan kimselerle inanç bakımından olmasa da, bazı durumlarda müşterek hareket etmesi ve birtakım medenî münasebetlerde bulunmaları mümkündür. Aynı topraklarda veya aynı dünyada yaşayan insanların zaman zaman birbirleriyle bir kısım meselelerde fikir alış verişinde, ticarî veya siyasî görüşmelerde bulunmaları tabiidir. Bu durum, milletler arasında olduğu gibi, dar çerçevede şahıslar arasında da görülmektedir. Çünkü, her ne kadar o kişi inançsız olsa da, birtakım insanî hasletleri bulunabilir. Küfründen ileri gelmeyen hareketleri bulunabilir. Meselâ, insanlığa faydalı bazı çalışmalarda bulunabilir, bir kısım güzel huylara sahip olabilir.
İşte, dinimiz gayri müslimleri tamamen saf dışı bırakmamış, bütün bütün irtibatını kesmemiştir. Aynı dünyada yaşamanın verdiği bir beraberlikten dolayı bazı ölçüler dahilinde onlarla münasebet halinde bulunma yollarını da göstermiştir.
Aynı memlekette, aynı şehirde yaşayan gayri müslimlerle inançları ayrı olsa da, birbirlerine düşman nazarıyla bakmalarına müsaade etmemiştir. Dinimiz Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmeyi, yemeklerini yemeyi, hastalandıkları zaman ziyaretlerine gidip, hatırlarını sormayı, komşuluk hukukuna riayet etmeyi bir vazife saymıştır.
Bu vazifeler aynı zamanda dinimizin tavsiyeleridir.
‘Zimmiye (Müslüman ülkelerde yaşayan Ehl-i kitaba) eziyet edenin hasmıyım.”4
buyuran Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, Müslümanlara gayri müslimlerin haklarını korumayı, onlara sıkıntı vermemeyi emir buyurmuşlardır.
Ehl-i kitaba İslâm topraklarında rahatça dinlerini yaşayabileceklerini müsaade eden ve onlara tam bir ibadet ve inanç hürriyeti veren İslâmiyet, bu müsamahayı çok geniş tutmuştur.
Bu izahların gösterdiği esaslar bahsini ettiğimiz âyetlerin bir tefsiri mahiyetindedir. Ehl-i kitapla olan her türlü muâmele haram olmamak şartıyla meşru ve mubah sayılmaktadır. Nitekim, Resul-i Zîşan Efendimiz (asm), Ebu Şahme adında bir Yahudi'den veresiye olarak otuz sa’ (yarım deve yükü) zahire (arpa) satın almış, demirden yapılmış zırhını da ona rehin olarak bırakmıştır.5
Bu hadis-i şeriften şu hükümler çıkarılmıştır:
1) Ehl-i kitapla alışveriş caizdir.
2) Ehl-i kitabın ellerinde bulunan mülkiyetleri kendi haklarıdır.
3) Peygamber Efendimiz (asm) dünya malına kanaat etmiş, yetecek miktarda geçinmiştir.
4) Rehin muamelesi caiz olduğu gibi, savaş malzemesini zimmiye rehin olarak bırakmak da uygundur. Aynı zamanda rehin, sulh zamanında da caizdir. Hattâ Ehl-i kitap olmayan diğer kâfirlere de, Müslümanlarca alınıp satılması haram sayılmayan şeyleri alıp satmak caiz görülmüştür.6
Kur’ân-ı Kerim’de Ehl-i kitabın yemeklerinin yenileceği ve onlardan olan kadınlarla evlenileceği şöyle beyan buyurulur:
“Bugün, temiz ve güzel olan şeyler size helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâl olduğu gibi, sizin yemekleriniz de onlara helâldir. Hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina etmemeniz, gizli dost tutmamanız ve kendilerine mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir.”7
Müfessirler, bu âyet-i kerimede geçen yemeklerden muradın onların kestikleri hayvanların etinin yenebileceğiin de söylerler. Fahr-i Râzî bunlardan birisidir. Asr-ı Saadette cereyan eden şu hâdise de ehli kitabın kestiklerinin yenileceğine açık bir delildir.
Peygamberimiz (a.s.m.) Hayber’i fethettikten sonra istirahate çekilmişti. Hayber Yahudilerinden Hâris’in kızı Zeyneb,
“Muhammed, davar etinin neresini yemeyi daha çok sever?” diye sordu. Kol ve kürek etini yemeyi daha çok sevdiğini söylediler. Zeyneb hemen bir keçi kesti, kızarttı. Daha sonra da her yerine öldürücü zehir sürdü. Kol ve kürekleri ise daha fazla zehirledi. Peygamberimiz (asm)'in konak yerine götürdü.
“Ya Ebâ Kasım, bunu sana hediye ediyorum.” dedi. Peygamberimiz (asm), kızartmanın kolundan bir parça koparıp ağzına aldı. Fakat, onu yutmayarak hemen dışarı attı. Ashabına,
”Ellerinizi yemekten çekiniz! Şu kürek eti, zehirlenmiş olduğunu bana haber verdi.” buyurdu.8
Burada da görüldüğü gibi, Peygamberimiz (asm) bir Yahudi ailesinin kesip pişirdiği hayvanın etini yemek için tereddüt etmiyordu.
Ehl-i kitabın verdiği hediyeyi almak caiz olduu gibi, onlara birtakım hediyeler vermek de caizdir.
Meselâ Peygamberimiz (asm), İslâma dâvet için mektup gönderdiği yabancı devlet adamlarına, elçi ile birlikte hediye göndermiş, onların da mukabele olarak gönderdiği hediyeleri kabul etmiştir.
Yine Peygamberimiz (asm), Medine’de bulundukları devirde Mekke’de kıtlık baş göstermişti. Peygamberimiz (asm), açlık tehlikesine kapılanlara müşrik de olsalar yardımda bulunmaktan geri durmadı. 500 dinar (altın) gönderdi. Ebû Süfyan’la Safvan bin Ümeyye’ye teslim edilmesini ve onların da Mekke fakirlerine dağıtmalarını istedi.
Bu vak’adan hareket eden fıkıh âlimlerimiz, Müslümanın gayri müslime hediye vermesinin ve onlardan hediye almasının caiz olduğunu söylemişlerdir.9
Asr-ı saadette cereyan eden başka bir hâdise de bu meseleye ışık tutmaktadır. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ validemiz anlatıyor:
"Resulullah (asm) zamanında müşrik olan annem, bir kere kuru üzüm, yağ hediyeleriyle bana gelmişti. Ben hediyeleri kabul etmeyi, kendisini de evime koymayı istemedim. Resulullaha (asm) gelerek sordum:
“Ya Resulallah, annem, oğlu Hâris’le beraber yanıma geldi. Bana sokulmak ve mukabele görmek istiyor. Anneme hürmet gösterip iltifat edebilir miyim?” dedim. Resulullah,
“Evet, annene hürmet et ve iltifat eyle” buyurdu."10
Hadisten de anlaşılacağı gibi, Peygamberimiz (asm), Hz. Esmâ’nın getirdiği yiyecekleri kabul edip, müşrik olsa da ona hürmette kusur etmemesini tavsiye etmektedir. Bu hadis-i şerifi “Müslümanın, kâfire hediye vermesinin cevazı” adı altında açtığı bâbda zikreden Buhârî, hadisin bu meseleye delil olduğunu belirtir.
Peygamberimiz (asm)'in gerek Mekkeli hemşehrilerine gösterdiği âlicenaplık, gerekse Hz. Esmâ’ya verdiği ruhsat, onun güzel ahlâkın tamamını üzerinde topladığını bir kere daha gösterir. Çünkü burada aynı zamanda sıla-i rahim de bahis mevzuudur. Kişinin yakını olan kimseler gayri müslim de olsa onlarla münasebeti ve insanî davranışları kesmemelidir. Komşusu ise gerektiğinde yardımda bulunmalı, hasta olunca ziyaret etmeli, davetine icabet edip yemeğini yemeli, bir meseleyi tartışırken şahsını rencide edici söz ve davranışlardan sakınmalıdır. Hattâ, Ehl-i kitap olanların kızlarıyla evlenmeyi de dinimiz caiz görmüştür.
İnsânî münasebet ve muamele yanında gayri müslimler aynı safta Müslümanlarla savaşa katılmışlardır. Mekke fethinden sonra vuku bulan Huneyn Savaşı’nda İslâm ordusunda seksen kadar müşrik vardı. Müslümanlarla omuz omuza verip, harp etmişlerdi.
Bu nevi münasebetlerde nazara alınacak en mühim nokta, onlara İslâmiyeti yaşayarak güzel göstermeye çalışmaktır. Çünkü bir gün gelir, onun hoşuna giden bir hareket veya bir söz hidayetine vesile olabilir.
Bütün bunlarla birlikte bazı kimseler, Peygamberimiz (asm)'in zamanında yaşamış olan Ehl-i kitapla, bugnkü Ehl-i kitap arasında fark olduğunu ileri sürerek, bu hükümlerin zamanımızda tatbikinin kâbil olmadığını söylüyorlar.
Önce şu hususu belirtelim:
Kur’an, belli bir asra, belli bir zamana hitap eden bir kitap değildir. O, her asırda sanki yeni nâzil oluyor gibi tâzeliğini ve gençliğini muhâfaza etmektedir. Bu sebeple âyetlerin hükmü kıyâmete kadar geçerlidir, bâkidir.
Diğer taraftan, Kur’ân’da sözü edilen Ehl-i kitapla günümüzdeki Ehl-i kitap arasında inanç noktasından fazla bir farklılık bulunduğu, o zamanki Ehl-i kitabın günümüzdeki Ehl-i kitaptan daha iyi olduğu da söylenemez. Nitekim, bir âyet-i kerimede Asr-ı saadetteki Ehl-i kitap fâsık olarak nitelendirilmektedir:
“De ki: Ey Ehl-i kitap! Siz, ancak şunun için bizden hoşlanmıyorsunuz. Biz, Allah’a, bize indirilene ve bizden daha önce indirilmiş olana îman ettik de onun için. Sizin çoğunuz ise îmandan çıkmış fâsıklarsınız.”11
Yine Fâtiha sûresinde Hristiyan ve Yahudiler “sapık” ve “Allah’ın gazabına uğramışlar” olarak ifâde buyurulur.
Asr-ı saadetteki Ehl-i kitapla günümüzdeki Ehl-i kitap, Allah inancı hususunda da aynı düşüncededir. Meselâ Hristiyanlar, Asr-ı saadette de teslise, üçlü ilâha inanıyorlardı, bugün de aynı inanca sahipler. Hattâ zamanımızdaki Hristiyanlardan üçlü ilâh inancı yavaş yavaş yerini tevhide terk etmektedir. Zaman zaman gazetelerde okuduğumuz şekilde, İslâmiyeti seçen Hristiyanların durumu bu meseleye bir delil olmakta değil midir?
Bu değişiklik sosyal yapı bakımındanda müşâhede edilmektedir. Meselâ, Hristiyan devletler bir hürriyet ve demokrasi içerisinde idâre edildiklerinden, buralardaki sosyal durum hem İslâmî hizmet ve gelişmelere müsaittir, hem de Müslümanların dinlerini rahatça yaşamalarına imkân tanımaktadır. Gün geçtikçe Müslüman nüfusun bu topraklarda artış gösterdiği hatırlanırsa bu mesele biraz daha aydınlanacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin yetmiş sene önce, Avrupa’nın İslâmiyete hâmile olduğu ve günün birinde İslâm devleti doğuracağı müjdesinin bâriz işâretlerini artık bugünlerde gözle görür gibiyiz. Avusturya’nın İslâmiyeti resmî din olarak kabul etmesi, başta İsveç, Norveç, Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere, Avrupa ülkelerinin Müslüman nüfusa kolaylık göstermesi kayda değer birer müsbet gelişmedir.
Bunun yanında demokrasi ile idâre edilen ülkelerde Müslümanlar mühim haklar elde etmekte ve devlet tarafından da verilmektedir. Hiçbir Müslüman başörtüsü ve benzeri dininin emirlerini yerine getirmesi sebebiyle baskı altında bulunmamaktadır. Fransa, Hollanda ve İspanya gibi bir kısım Avrupa devletlerinin televizyonunda Kur’ân-ı Kerim tilâvetine ve dinî programlara, Hollanda’da ezan okunmasına müsaade edilip yer verilmesi hatırlanırsa, bu ülkelerdeki İslâmî açıdan müsbet gelişmelerin seyri daha iyi anlaşılır.
Dipnotlar:
1. Ankebût Sûresi, 46.
2. Mümtahine Sûresi, 8.
3. Münazarat, s. 26-28.
4. Keşfü’l-Hafâ, 2: 2341.
5. Müslim, Müsakat: 24: İbni Mâce, Ruhûn: 1.
6. Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 11: 40.
7. Mâide Sûresi, 5.
8. İbni Hişam, Sîre, 3: 352.
9. İbni Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 5: 420.
10. Buharî, Hibe: 26.
11. Mâide Sûresi, 59.
20
Bir pazarlıkta karşı tarafın caymaması için bir miktar para isteniyor (kapora). Malın alımından vazgeçilirse para hibe edilmiş sayılıyor ve iade edilmiyor. Bu parayı almak helal midir? Verilen kapora alınmazsa ne yapalım?
Özet olarak bilgi verdikten sonra, bunların delillerini açıklama yapmaya çalışacağız:
Hanefi mezhebine göre caiz değildir, bu itibarla, kapora alınmaz. Ancak kapora verip de malı bekleten adam, caydığı zaman mal sahibine zarar verirse, bu zararı telâfi etmesi gerekir.
Hanbelî mezhebinde ise kapora parası alınabilir. Nitekim böyle bir pazarlıkta alınan kapora parasını Hazret-i Ömer mahzurlu bulmamış, ses çıkarmamıştır. Mecbur kalanlar ancak Hanbelî mezhebini takliden böyle bir tercihte bulunabilirler.
Müşteri malı almak için ödeme zamanı geçtikten sonra gelmemişse, alınan kapora onun adına sadaka olarak verilebilir.
Kapora, alım ve satımdan vazgeçmeyi önlemek için verilen pay akçesidir.
Arapça'ya başka dilden geçen arabûn veya urbân kelimesi kapora anlamında kullanılır. Ödünç vermek, öne geçmek, hediye vermek demektir. Urbûn satışı bir terim olarak; bir malı satın alan kimsenin, satıcıya bedelden bir bölümünü, akit gerçekleşirse, bu verilen meblağın satış bedeline mahsup edilmek, gerçekleşmezse hibe (bağış) sayılmak üzere vermesidir. Bu, kendisinde alıcı için seçimlik hak bulunan bir satım akdidir. Akit gerçekleşirse kapora, satış bedelinden bir cüz olur. Eğer alıcı, akdi yapmaktan vazgeçerse, kaporayu kaybedecektir. Burada muhayyerlik süresi belirlenmemişse, bir zamanla sınırlı değildir. Akit, satıcı bakımından ise bağlayıcıdır. Hanbelîlere göre, alıcının muhayyerlik hakkı için belli bir süre tesbit edilmesi gereklidir.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, verilen kapora yanmak üzere yapılacak satım akdi geçerli değildir. Hanefilere göre bu akit fasit, diğerlerine göre ise batıldır. Zira Hz. Peygamber kaporalı satışı yasaklamıştır. Ancak bu konudaki hadislerin zayıf olduğu belirlenmiştir (eş-şevkânî, Neylü`l Evtâr, 5/153; Mâlik, el-Muvatta, 2/151). Yasağın sebebi; garar, risk, başkasının malını karşılıksız olarak yeme, yani sebepsiz zenginleşme ve akitte iki fasit şartın bulunmasıdır. Bu şartlardan birisi hibe şartı, ikincisi alıcı akde razı olmazsa, satıştan vazgeçme şartıdır. (eş-şevkânî, a.g.e, Bidâyetü`l-Müctehid, 2/161).
Ahmed b. Hanbel, kaporalı satışı câiz görür. Delili şu hadistir: Zeyd b. Eslem`den şöyle dediği nakledilmiştir:
"Rasûlüllah (asm)`a kaporalı satışın hükmü sorulmuş, o, bunu helâl kılmıştır."
Bu hadiste senedi bakımından tenkit edilmiştir (es-Şevkânî, a.g.e, V, 153). Nâfi` b. Abdilhâsis, Halife Ömer için Safvân'dan dört bin dirheme cezaevi olarak kullanılmak üzere Mekke`de bir bina satın alacaktı. Ancak Hz. Ömer`le görüşecek; o razı olursa, akit kesinleşecek, Ömer razı olmazsa, Safvân`a dört yüz dirhem tazminat verilecekti, Hz. Ömer'e danışılınca o, bu şartı kabul etti. (Ibnü`l-Kayyim, İ'lâmü`l-Muvâkkiîn, 3/401)
Günümüz ticaret işlemlerinde, zaman kazanmak, düşünmek, araştırmak, malın başkasına satılmasına engel olmak gibi amaçlarla, bir miktar kapora verilerek satıcı ile ön bağlantı yapılmaktadır. Akit gerçekleşirse kaporanın satış bedeline mahsup edilmesi gerekir. Alıcı, sözleşmeden vazgeçerse kaporanın geri iade edilmesi en güzelidir. Eğer sözleşmede, satış gerçekleşmezse kaporanın geri verilmeyeceği belirlenmişse; bu cezâi şart niteliğindedir. Satıcı, bekleme ve malını başkasına satamama karşılığında böyle bir tazminatı istemektedir. Kâdi Şurayh, şu sözüyle kaporalı satışı câiz gördüğünü belirtmiştir:
"Bir kimse, zorlama olmaksızın kendi isteğiyle kendi aleyhine bir şart koysa, bu onun aleyhine sâbit olur." (Ibnü`l-Kayyim, a.g.e., 3/400; ez-zühâylî, el-Fıkhü`l-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1985, IV, 211)
Kaporalı satışın lehinde ve aleyhinde hadisler zayıf olduğuna göre, örf deliline dayanarak, bu çeşit satışları geçerli kılmak mümkündür. Çünkü satım akdi gerçekleştiği taktirde alıcının bunda yararı vardır. Sözleşme ifa edilmezse, bekleme ve malı başkasına satamama yüzünden de satıcının zararı söz konusudur. Bunu, kaporalı satışı fasit akit saydığı düşünülürse, taraflar akit gerçekleşmeyince verdiklerini geri alabileceklerdir. Ancak kapora karşılıklı rıza ile geri alınmamış bulunursa, fasit akit hükümleri uygulanır.
21
Kredi kartı ile faizsiz alış veriş yapılır mı? Yapılırsa dikkat edilmesi gereken hususlar var mıdır? Varsa nelerdir?
Kredi kartı ile alışveriş caizdir. Çünkü kredi kartı ile aldığınız malın borcunu ödemeniz için size bir müddet tanınmıştır. Bu müddet içinde borcunuzu öderseniz faiz filan ödemek zorunda kalmıyorsunuz; aldığınız malın tutarı ne ise onu ödüyorsunuz. Öyle ise bunda bir sakınca yoktur.
Bununla beraber, ideal olanı, keşke kredi kartı kullanmayı tercih etmeseniz de kendinizi borçlu alışverişe alıştırmasanız... Çünkü kredi kartı ile alışverişte para peşin ödenmediğinden sanki bedava imiş gibi bir israflı alışveriş arzusu gelişiyor. Ödeme günü gelince ise eldeki miktar borca yetmeyebiliyor; bu defa da faizli ödemek zorunda kalınabiliyor. Mahzur da bundan meydana geliyor.
Kredi kartı ile satış yapana gelince, sattığı malın parasını alış tarihleri bellidir. Bekler, günü gelince parasını alırsa mesele yoktur. Malını veresiye satmış, ödeme günü gelince parasını almış, mesele bitmiştir. Ancak, ödeme gününü beklemez de eline peşin para geçsin diye bankaya komisyon ödeyerek parayı peşin alırsa ne olur? İşte faizle para alma görüntüsü burada meydana gelir!..
En iyisi, kredi kartıyla veresiye satış yapan esnaf, parasını, günü gelince almalı; günü gelmeden peşin para almak için faiz ödüyor görüntüsüne girmemelidir...
Kart sahibi, ödemelerini gününde yapar da gecikme faizine düşmezse, mağaza sahibi de (veresiye satışını peşine çevirmek için bankaya komisyon ödemeye teşebbüs etmez de) günü gelince almayı beklerse, kredi kartıyla alış da satış da caiz olur!..
Bununla birlikte, bir faiz kuruluşu olan banka, kredi kartıyla yapılan alışverişlerde parayı kısa bir süre de olsa alıkoymakta ve bunu kendisi kullanmaktadır. Böylece faize vesile olma gibi bir sakınca da yok değildir. Bunu da dikkate alarak mecbur kalmadıkça bu tip alışverişe girmemek en iyisidir.
22
Altın satışında (alışverişinde) kredi kartı, vade, taksit caiz midir?
Kâğıt para, semen ve para olmakla beraber, altın ve gümüş hükmünde olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır. Şafiî mezhebine mensup bir çok âlime göre, biri peşin diğeri vadeli olmak üzere kâğıt paranın altın veya gümüş ile satılması caizdir.
Hanefi mezhebine göre ise ihtilaflıdır. Ulemânın bir kısmı "Altın ve gümüş hükmünde olduğundan altın, kâğıt para ile satılırsa, her ikisi peşin olması gerekir. Altın peşin, kâğıt para vadeli olursa caiz değildir. Altın ve gümüş birbiriyle satıldığı gibi." diyorlar.
Diğer ulemâya göre: Kâğıt para, altın ve gümüş hükmünde olmadığından altın, vâde ile satılırsa caizdir.(İbn-i Abidin, IV/184)
Demek altını vâde ile satmak caizdir, diyenler olduğu için onlara göre hareket edilebilir. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, 1/360)
Altını vadeli satmak caizdir diyenlere göre, altını kredi kartıyla satmak da caiz olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kredi kartıyla yapılan alışverişlerde bankadan parayı peşin ama eksik almak caiz mi?..
23
Kaçakçılık yapmak caiz midir?
Dinimize göre ticaret ve muamelatla ilgili konularda devletin düzenlemesi esastır. Bu hukuki düzenlemlere vatandaşların riayet etmesi gerekir; aksi takdirde anarşi ve fitne çıkar. Bu itibarla vergisini vermeden kaçak yollarla mal alıp satılması, ticaret yapılması caiz değildir.
Ayrıca, kaçakçılık yapmak, yani dış memleketlere kaçak eşya götürüp getirmek, başka yönlerden de sakıncalıdır:
1. Kaçakçılıkla uğraşan kimsenin işini yürütebilmesi için ilgililere rüşvet vermeye mecbur kalacağına hiç şüphe yoktur. Rüşvet ise haramdır; veren de mel'ün, alan da mel'undur.
2. Kaçakçılıkla uğraşan kimsenin mal ve canı tehlikededir. 1950'lerden evvel ve sonra, doğu ve güneydoğu hudut illerinde on binlerce vatandaş kaçakçılık uğrunda büyük servetlerini verdikleri gibi, Suriye, Irak ve İran hudutlarında canlarını da verdiler. Nice cenazeler de mayın tarlalarında havaya uçtu.
Servetlerin heder olmaması için kumarı yasaklayan din, elbette daha beter olan kaçakçılığı da yasaklayacaktır.
3. Kaçakçılık Müslümanlara büyük zarar veriyor, malını, parasını taşraya sevk ettiriyor. Binaenaleyh, kaçakçılık yapmak caiz olmadığı gibi, kaçak malı satın almak da doğru değildir. Ancak satış batıldır da denilemez.
24
Emlakçılık ve komisyonculuk caiz mi?
Emlakçılık ve komisyonculuk yapmak ve satılan maldan komisyon alması caizdir.
Komisyonculuk meşru bir meslektir. Alanla satanı buluşturup anlaştırmak için çaba ve gayret gösterme hizmetidir yaptığı. Bu hizmetin bir ücreti, bir karşılığı olmalıdır. Meşru bir iştir yaptığı. Ancak bu mesleğin de diğerleri gibi ilk şartı, tarafları fiyatlarda yalan söylemeden buluşturup anlaştırmaktır.
Bu hizmetin ücretini ayrıca da konuşabilirler. O hizmeti görenlere çevrede verilen ne ise onu da esas alarak takdir edebilirler.
Komisyoncu bir tarafın fiyatını yüksek göstererek yahut da aşağı anlatarak aradaki farkı kendine alamaz. Kendine ait olan hak, komisyonculuk ücretinden ibarettir. Ayrıca tarafların malından fiyat oyunuyla kendine gizlice başka bir karşılık elde edemez. Çünkü kendisi aracıdır. Alan ile verenin ortağı değildir.
25
Haram yolla kazanılmış parayı sermaye olarak kullanıp, helal bir kazanca başlanırsa, yeni kazancın hükmü nedir? Alınan mal ve yapılan ticaret tamamen haram olur mu?
Bir paranın gelirine göre karar verilir:
1. Faiz anlaşması yapmak haramdır.
2. Verilecek veya alınacak faiz de haramdır.
3. Kazancın yerine ve gelirine göre de paranın haram veya helal olduğuna karar verilir.
4. Ancak her ne olursa olsun haram yollarla kazanılan paralarda şüphe olur. Bu açıdan faizle alınan kredilerin tamamına haram denilmezse de faiz yoluyla alındığından haram bulaşmaktadır.
5. Bilerek de olsa günah işlemek tövbe etmeye engel değildir. Tövbe kapısının açık olması bizi günaha sevketmemelidir.
Bir mal veya para ne kadar harama bulaşırsa, o kadar haramdır. Bu açıdan gelirin tamamı haram ise tamamı, bir ksımı haram ise o kadarı haram olur.
Faiz karışmış sermaye ayrıdır, tamamı faiz geliri olan sermaye ayrıdır. Bankadan kredi çekerek sermaye elde etmekle sermayenin tamamı haram olmaz. Bankadaki paranın yalnızca faiz gelirlerinden oluşturulan sermayenin tamamı haramdır. Kredi kullanılarak oluşturulan sermayenin ise tamamı haram olmasa da haram karışmaktadır. Bunun oranı hakkında kesin bir şey söylemek ise zordur.
Hiç bir durumda faizli anlaşma yapmak caiz değildir. İster iş kurmak için, ister geçim sıkıntısından olsun faizli anlaşma yapılamaz.
Enflasyon miktarınca veya enflasyonun altında bir oranla dahi olsa faizli bir anlaşma yapılamaz.
Özetle, faizli bir muameleye girmek haramdır. Faizli kredi ile alınan evin veya iş yerinin tamamı haram olmaz. Tamamen de helal denilemez. Bu bakımdan faizli kredi ile alınan ev veya iş yeri için ödenen faiz oranı kadarı hayır kurumlarına veya fakirlere verilmelidir. Örenğin, 100.000 TL' lik bir evi kredi ile 120.000 TL. ye almışsanız, ödemiş olduğunuz 20.000 TL faiz kısmı kadar bir parayı fakirlere veya hayır kurumlarına bağışta bulunmanız uygun olacaktır. Ayrıca tövbe istiğfar etmek gerekir.
Tamamı, çoğu veya azı haram olan sermaye olsun, helal bir ticarete başlansa bu durumda yeni kazancın hükmü nedir? Her üç duruma göre ayrı ayrı hüküm ne olur?
Haram sermayenin bu üç şekliyle de olsa sonuç aynıdır. Mevcut haram sermayeyi hesaplayıp ayıklamak, sahibi varsa onlara iade etmek, yoksa fakirlere dağıtmak gerekir.
Nitekim, bu konuda İmamu’l-Haremeyn ve İmam Gazalî’nin verdiği bilgiye göre, gasp ettiği bir haram sermaye ile ticaret eden ve defalarca yaptığı bu alışverişten kazanç elde eden bir kimsenin durumu hakkında iki önemli görüş vardır. Esah olan görüşe göre bu kişinin yaptığı bütün muamele batıldır. Diğer (sahih olan) görüşe göre ise, bu kişi haram sermaye miktarını ayıklayacak geri kalan yeni kazancı kendi/helal malı olarak kabul edip kullanabilecektir. (Nevevî, el-Mecmu, 9/260-261)
İmam Gazalî’nin konuyla ilgili şu sözleri de konumuza ışık tutmaktadır:
“Bir kimse elinde bulunan gasp edilmiş/haram bir sermaye ile defalarca alışveriş edip kazanç sağlasa, bakılır; eğer alışverişlerde satın aldığı malların bedelini (mevcut olan haram parayı göstererek aldığı malın karşılığında o haram parayı vereceğini) söylemeden zimmetine alsa (yani, karşılığında belli bir miktar parayı tayin etmekle beraber, hangi paralardan ödeme yapacağını söylemeden malı satın alsa), daha sonra o haram paradan ödemede bulunsa, aldığı mal kendi mülkü olur ve helaldir. (Çünkü, malı satın aldığında onu zimmetle almış, yani karşılığında herhangi belli bir parayı tayin etmemiştir. Dolayısıyla bu alınan mal daha sonra vereceği haram malın karşılığı değil, kişinin zimmetine borç olarak geçmiştir). Ancak şüpheli bir maldır. Ondan uzak durmak takvaya daha uygun olmakla beraber, kullanılması durumunda haramdır da denilmez." (Gazalî, İhya, II/129)
Sonuç:
Faizli işleme bulaşmak haramdır. Ancak kendi ticaretiniz esnasında harama bulaşmadan helal ürünler satarak para kazandıysanız kazancınız helaldir. Kazancınızın haram olmayan bölümünden zekatınızı vermeniz gereken miktara ulaşıyorsa, zekatınızı vermeniz gerekir. Haram paranın zekatı olmayacağı için, helal ve harama duyarlı bir insanın yapması gereken, elinde bulunan haram parayı hayır murad etmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktır. Yani elinizdeki faiz gelirini, karşılığında sevap beklemeksizin fakirlere veya hayır kurumlarına verilmeli ve yapılan bu faizli işlemden dolayı da tövbe edilmelidir. Bu durumu bilerek (yani haram paranın haram olduğunu bilerek) harama rıza göstererek aynı işe devam etmek caiz değildir. Çünkü hiç bir haramın yolu helalden geçmez.
Zira İslam dini, bütün çeşitleriyle faizi yasaklamıştır. Bu konuda gerçek şahıslarla faiz akdi yapmakla, hükmi şahıslarla faiz akdi yapmak arasında fark yoktur.
Faiz gelirini kullanmak dinen caiz değildir. Ancak geçim sıkıntısı çekenler zarureten bu paralardan faydalanabilirler.
Faizle işlem yapan kurum ve kuruluşlara yatırılan paradan elde edilen faizin herhangi bir ihtiyaç için kullanılması caiz olmadığı gibi bunların zekatı da verilemez. Ancak ana paranın zekatının verilmesi gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Bir büyüğümün zorlamasıyla, haram parayı almışsam bu parayı ne yapmalıyım?
Yıllık enflasyon oranınca faizin caiz olduğunu duydum, diyanetin bu yönde fetvası varmış doğru mudur?
Özel finans kurumlarına para yatırmak ve/veya buralardan kredi kullanmak caiz midir? Finans kurumları ile bankalar arasındaki fark nedir?
Günaha Karşı Tövbe...
26
Gayri müslimlere içki ve domuz eti satışı yapmak, domuz çiftliğinde çalışmak (kasaplık gibi) caiz midir?
Domuz çiftliğinde kasap olarak çalışmak uygun değildir. Çoğu fakihler, yapılan iş dolaylı da olsa haram bir fiili içeriyorsa zaruret yoksa, Müslüman bu tür işlerden uzak durmalıdır, demişlerdir. Meselâ bunun için bir Müslümanın, domuz çiftliğinde çalışmasını doğru bulmamışlardır. (Vehbe Zühayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Ter. Heyet, VI/33)
Kur'ân'da, hadis ve fıkıh kitaplarında "hınzır" olarak geçen domuz, "necisü'l-ayn"dir. Yani her yeri, her tarafı necistir. Ondan hiçbir şekilde istifade edilemez. Temiz bir yere temas etse, bir kuyuya düşse, ağzının suyu aksa, orayı tamamen pislettiği gibi, eti yenilen diğer hayvanlar gibi kesilmekle de temiz olmaz; eti yenmez, parçaları kullanılmaz, derisinden istifade edilmez.
Bu hususta Kur'ân'ın ifadesi çok açıktır. Kur'ân-ı Kerim'in Bakara Sûresi, 173; Mâide Sûresi 3; En'âm Sûresi 145 ve Nahl Sûresi 115. âyet-i kerimelerinde domuzun necis olduğu ve etinin yenilmesinin haram olduğu bildirilir.
Bakara suresindeki âyetin meali şöyle:
"O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası için kesilen hayvanların etini haram kıldı. Her kim çaresiz kalır da bunlardan yemeye mecbur olursa, kendisi gibi zorda kalmış birisinin hakkına tecavüz etmeden ve zaruret miktarını aşmaksızın yemesinde günah yoktur..."(Bakara, 2/173)
En'âm suresinde bu hayvanın necis olduğu bildirilerek meâlen şöyle buyurulur:
"De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek bir kimseye, sizin dediğiniz gibi yemesi haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Ancak murdar oldukları için leş, akmış kan ve domuz eti ile, Allah'a itaatten çıkarak Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar haramdır..."(En'am, 6/145)
Âyet-i kerimede geçen şeylerin yenmesi haram olduğu gibi, satılması da haramdır: Müslümanlar bu işleri yapmaktan kesinlikle sakındırılmıştır. Bu hususta Peygamber Efendimizin (asm.) yasaklayıcı ifadeleri de kesinlik arz etmektedir.
Cabir bin Abdullah (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Resulullah (asm.) Fetih yılı Mekke'de iken şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah ve Resulü, içkinin, murdar hayvanın, domuzun ve putların satılmasını haram kıldı." (Buhari, Buyu, 102; Müslim, Müsakat, 71; Tirmizî, Buyu, 60)
Bu hadisin izahında İmam Nevevî şu açıklamayı getirir:
"Murdar hayvanın, şarabın ve domuzun satılmasının haramlığının hikmet ve sebebi, bunların necis olmasıdır. Sebep bu olunca, bu hüküm bütün necis maddeleri kaplar. Murdar hayvanın, şarabın ve domuzun satılmasının haramlığı hususunda Müslümanların icmâı vardır."
Bu durumda bir Müslümanın nerede ve hangi ülkede olursa olsun, domuz etini yemesi; gerek etini, gerekse etinden yapılmış olan ürünleri satması haramdır, ondan istifade etmesi caiz değildir. Çünkü "Haram her yerde haramdır." kaidesi İslâm hukukunun önemli bir prensibidir. Bunun için Müslümanlar kazançlarını meşru ve helâl yoldan temin etmeleri gerekir. Çünkü helâl dairesi ihtiyaca ve keyfe kâfidir, harama girmeye ihtiyaç yoktur.
Domuzun bir ücret karşılığında taşınması caiz midir?
Mevcut fıkhı kaynaklarda her ne kadar bu mesele ile ilgili bir kayda rastlamadıysak da, benzer fetva ve görüşlere yer verilmektedir. Çünkü, eskiden nakliye hizmetleri bugünkü kadar yaygın değildi.
Bu meseleye ışık tutacak bazı fetvaları zikredelim:
- Bir kimse şarap taşıtmak için birisini tutsa, İmam-ı Azam'a göre işçinin bu taşımadan dolayı aldığı para helâldir, fakat İmam-ı Muhammed'le İmam-ı Ebû Yusuf a göre caiz değildir. Yine Ehl-i kitap bir gayri müslim, bir Müslümanın hayvanını veya gemisini şarap taşımak için kiralasa; Müslümanın aldığı para İmam-ı Azam'a göre helâl, İmameyne göre caiz değildir.
Tatbikatta görülmese de, kitaplarımızda şöyle bir fetvaya da yer verilmektedir:
- Bir Müslüman gütmüş olduğu domuzların karşılığında ücret alabilir. Bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür, fakat İmameyne göre alması caiz olmaz. (Feteva'l-Hindiyye, IV/449-450)
Fakat olayın değişik yönlerini de değerlendirmek gerekiyor:
Yurt dışında Müslümanların sosyal ilişkilerinde İslam ahlakını yaşamaları, yurt içindeki Müslümanlara göre daha fazla ehemmiyetli bulunmaktadır. Çünkü yurt dışındaki gayri müslimler İslamiyet’i doğrudan Müslümanların şahsında görüyorlar ve onların güzel ahlakları hidayetlerine de vesile olabiliyor.
Bediüzzaman (ra) İslam ahlakını bizzat yaşayarak örneklik edebildiğimiz takdirde diğer dinlerin tabilerinin İslamiyet’e cemaatlerle girebileceğini bildirirken, İslam’ı doğru temsil etmemenin de mesuliyeti mucip olduğuna işaret buyuruyor.
Gayri müslim ülkeleri “dârülharp” olarak niteleyen İslam fakihleri, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlarla gayri müslimlerin münasebetlerini düzenleme konusunda muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bir Müslüman’ın gayri müslim ülkelerde gayri müslimden faiz alması, gayri müslime içki ve domuz eti satması ve hatta kazanacağı kesin olmak şartıyla kumar oynaması, bu fiillerin gayri müslimlerce meşru olduğu ve Müslüman’ın da bu meşruiyetten faydalanmasının bir ölçüde ganimet mantığıyla açıklanabildiği esasına binaen, İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre caiz bulunmakla beraber, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Evzai, İshak ve Hanefilerden Ebu Yusuf’un da içinde bulunduğu fukahanın ekserisi, Müslüman’ın her yerde İslam ahkamı ile bağlı bulunduğunu ifade ederek, böyle batıl ve fasit akit ve alışverişleri caiz bulmamışlardır!..
En uygun olanı da çoğunluğun bu görüşüdür!..
Zira artık günümüzde Müslüman ülkeler de dahil dünya ülkeleri, umumi bir barış ve sulhu esas almışlardır. Müslümanlar gayrin müslim ülkelere izinli ve müsaadeli olarak girebilmektedirler ve bu ülkelerde emniyet ve güvenlik içinde yaşayabilmektedirler. Harp durumu ise söz konusu değildir. Binaenaleyh, İmam-ı Azam’ın fetvasında esas aldığı şartlar da, artık günümüz itibariyle mevcut değildir. Muharebe yok ki ganimet söz konusu olsun!
Esasen, Kur'an ve sünnet, zaruret dışında haramlara izin de vermemiştir. Zaruret olmadığı takdirde haram, her yerde haramdır.
O halde özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Günümüzde Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun; İslam ahkamını ve ahlakını yaşamakla mükelleftir. İki Müslüman arasında caiz olmayan bir alışveriş, Müslüman ile gayri müslim arasında da uygun olmamalıdır.
Bu itibarla, gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar da (zaruret dışında) faiz almamalıdır, içki, domuz eti, laşe gibi İslam’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi satmamalıdır. Alimlerin çoğunluğunun şüpheden uzak görüşleri bu doğrultudadır.
Ancak yukarıdaki fetvalar dikkate alınırsa, içki ve domuz taşımak suretiyle karşılık almak, İmam-ı Azam'a göre caizdir denilebilir; fakat imameyne ve diğer müçtehitlere göre caiz değildir, haramdır.
Mecbur kalmadıkça böyle işlerde çalışmamak gerekir.
Kaynaklar:
- Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri 1, Nesil yayınları, İstanbul, s. 135-138;
- Süleyman Kösmene, Günümüz Meselelerine Çözümler, Yeni Asya Yayınları.
27
Nakit paraya sıkıştığımızda, kredi kartı ile altın alıp bunu hemen geri bozdurmak ve bu parayı kullanmak caiz mi? Bazan bu işlemleri bile yaptırmadan direkt nakit, döviz isteyerek slip çekmemizi (kartla ödemeyi) istiyor?..
1. Kâğıt para, semen ve para olmakla beraber altın ve gümüş hükmünde olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Şafiî mezhebine mensup bir çok âlime göre, biri peşin diğeri vadeli olmak üzere kâğıt paranın altın veya gümüş ile satılması caizdir.
Hanefi mezhebine göre ise ihtilaflıdır.
Ulemânın bir kısmı "Altın ve gümüş hükmünde olduğundan altın, kâğıt para ile satılırsa her ikisi peşin olması gerekir. Altın peşin, kâğıt para vadeli olursa caiz değildir. Altın ve gümüş birbiriyle satıldığı gibi." diyorlar.
Diğer ulemâya göre: Kâğıt para, altın ve gümüş hükmünde olmadığından altın, vâde ile satılırsa caizdir.(İbn-i Abidin, IV / 184) Demek altını vâde ile satmak caizdir, diyenler olduğu için onlara göre hareket edilebilir.
"Altını vadeli satmak caizdir." diyenlere göre, altını kredi kartıyla satmak da caiz olur.(1)
2. Altın satın alıp bunu bozdurmak caizdir. Ancak hiç altın almadan kredi kartıyla para çektirip bunu nakite döndürmek caiz değildir. Çünkü bunda faizli muamele vardır.
3. Taksit zamanı gelmeden bankaya yüzde vererek parayı erken almaya gelince: Kredi kartı ile satış yapan işyeri, satılan malın bedelini bankadan müşterinin ödeme tarihinde alabilir. Bu tarihten önce kırdırmak suretiyle eksik alması faiz olacağından; caiz değildir. Ancak eksik almaz ise o takdirde caiz olur.(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar I. 360.
(2) Diyanet İşleri Başkanlığı.
28
Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir, anlamına gelen bir hadis var mıdır, varsa bu durum devletler için de geçerli midir?
Önce şunu belirtelim ki, bu hadis rivayeti Kütüb-ü Sitte ve diğer meşhur hadis kaynaklarında yer almamıştır.
Rivayeti alan kaynaklardan biri, İbrahim el-Harbî’nin “Ğaribu’l-hadis” adlı eseridir. İmam Gazalî de buna İhya’sında yer vermiştir. (İhya, 2/64)
Bu rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:
“Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu oradadır.”
Hafız Heysemî, hadisteki ravilerin sika olduklarını belitmiş, fakat hadisin mürsel (senette inkıta’) olduğunu söyleyenlerin görüşlerine de yer vermiştir.(Zeynu’l-Irakî, Tahricu ahadisi’l-ihya-İhya ile birlikte-a.g.e).
Ayrıca, İbn Hacer el-Askalani de “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” anlamında bir hadis rivayetini nakletmektedir. (İbn Hacer el-Askalânî, Metalibü’l-aliye, Beyrut, 3/302, h.no, 3620)
Ancak bu rivayetin, senedinde geçen Nuaym b. Abdurrahman isimli ravi bilinmediği için, zayıf olduğu ifade edilmiştir. (bk. Metalibü’l-aliye, a.y.)
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; rızkın onda dokuzunun ticarette olması hükmü, şüphesiz sadece fertler bazında değil, kurumlar bazında da söz konusudur. Devletin ticaretle uğraşıp uğraşmaması konusu iktisadî politikaların vereceği bir karardır. Ancak eğer özel sektörün yapacağı işleri yapacaksa, ticareti de elden bırakmaması gerekir. Şunu da söyleyelim ki, günümüzde ekonomi işleri artık başlı başına bir sanat, bir tecrübe ürünü, evrensel kurallara göre belirlenmesi gereken bilimsel bir metotla yürümek zorundadır. Sadece bu hadisin zahirine bakarak devletin ticaretle uğraşmasını salık vermek, uzmanlık alanımızın dışına çıkmak manasına gelir.
Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, tabii rızkın kapısı üçtür: Ticaret, sanat ve ziraatçılıktır. Hakka ve halka hizmet amacı olmadığı takdirde, her türlü memuriyet bir nevi maaş dilenciği anlamına gelir.
29
Almanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde çalışmakta olan Müslümanlar, paralarını muhafaza için bu ülkelerin bankalarına yatırmaktalar. Bankanın verdiği faizi almak caiz midir?
Müslüman olmayan ülkelerde çalışan Müslümanlar, önce paralarını buralara yatırmayıp kendi ülkelerine gönderme şıkkını tercih etmelidirler. Zira paralarının kazancını gayri müslimlere kaptırmaları doğru değildir.
Bununla beraber muhafaza için bıraktıkları paralarına verilen faizi ise almaları, faiz haramdır diyerek onlara bırakmamaları gerekir. Zira fıkıh kitaplarında zikri geçen bir hadîste, gayri müslim ülkelerinde Müslümanların, gayri müslimden faiz alabileceği hükmü açıkça ifade edilmektedir.
Hâl böyle olunca, gayri müslimden hem paranın aslı hem de faizi alınmalıdır. Bizim paramızla onların güçlenmesi, bizim zayıflamamız demektir. Bizim millî ve İslâmî şuurumuz ise böyle bir yanlışlığa müsaade etmemelidir.
Şurası bilinen bir hakikattir ki, Müslüman Müslümandan (gayri müslim ülkesinde de olsa) faiz alamaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Yurt dışında (dârülharp) faiz almak veya vermek haram mıdır? Gayri müslim ülkede faiz caiz olur mu?
30
Altın, dolar / döviz alım satımı caiz midir?
Döviz alım satımı, altın ve gümüş alışverişi gibidir. Altın ve gümüşün satışı caiz olduğu gibi bu da caizdir.
Ev, araba gibi menkul ya da gayrimenkul bir malı alan kimse, aldığından daha yüksek bir fiyata satabilir.
Alışveriş helaldir, faiz haramdır.
Bununla beraber, altın ve döviz alım satımında dikkat edilmesi gereken bazı durumlar vardır:
Peşin olmak şartıyla, bir para, başka bir para karşılığında farklı tutarlarda değiştirilebilir. Dolayısıyla, Türk lirası, dolar ve altının, peşin olmak şartıyla karşılıklı değiştirilmeleri caizdir. Bu itibarla, herhangi bir faizli işlem yapmadan ve bedeller peşin olarak ödenmek üzere bir kuruluştan altın veya döviz alım-satımı yapmak ya da kâr etmek amacıyla döviz ve altını alıp-satmak caizdir.
Söz konusu işlem internet bankacılığı üzerinden yapılıyorsa şu hususa dikkat edilmelidir:
Bedelleri peşin ödenmek şartıyla günlük kur üzerinden internetten döviz-altın alınıyor ve kabz gerçekleşiyor (satıcının hesabından çıkıyor ve alıcının hesabına geçiyorsa) ve bu işlem sonunda istenildiğinde hesaptaki döviz-altın fiziken / nakden alınabiliyorsa; bu şartlar dahilinde internet üzerinden döviz ve altın alınıp satılmasında sakınca yoktur.
Ayrıca altın / döviz hesabının bulunduğu bankanın herhangi bir şubesi, istenildiğinde bu altınları / dövizi fiziki olarak teslim edebiliyorsa, bu tür altın / döviz hesaplarına para yatırmakta ve günlük alım-satım yapmakta dinen bir sakınca yoktur.
Yukarıdaki bilgilere ilave olarak şu hususun da göz önünde bulundurulması önem arz etmektedir:
Bir Müslüman, yapacağı işlerde kişisel kazancının yanı sıra içinde yaşadığı Müslüman toplumun menfaatini de göz önünde bulundurmalıdır. Ekonomik bir faaliyet, içinde yaşadığı bir Müslüman topluma ve ülkesine zarar verecek bir hale dönüşmüşse, o işten uzak durmak dini duyarlılığın bir gereğidir.
Bu doğrultuda, ülkemize karşı ekonomik saldırıya geçenlerin heveslerini kursaklarında bırakmak; hile ve desiselerini boşa çıkarmak üzere gayret göstermek ne kadar dini duyarlılığın bir gereğiyse, fırsatçılık yaparak küçük hesaplar peşinde koşmak ve ülkemize zarar vermek isteyenlere destek anlamına gelebilecek faaliyetlerde bulunmak da dini açıdan bir o kadar vebal taşımaktadır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Yastık altı doları, euroyu, altını bozdurmayan sorumlu olur mu ...
- İsraf, Tasarruf ve Dolar.
31
Bir Müslüman olarak servete ve zenginliğe bakış açımız ne olmalı?
Zengin olmak meşru ve bunun yolu her Müslüman’a açık. Ama, umulan netice elde edilemediğinde, hırs ile yahut servet düşmanlığıyla ruha azap çektirmenin de bir mânâsı yok. Rahatın yolu “kısmete rıza”dan geçer. Servetin huzur getireceği şüphelidir, ama servet düşmanlığının insanı rahatsız ettiği açıktır.
Böyle bir duruma düşmemek için, serveti Müslümanca değerlendirmek, ona İslâm’a göre bakmak gerekir. İslâm’da ferdî mülkiyet hakkı, meşru yoldan kazanılması şartıyla kabul edilmiş, ihtikâr, hileli satış, kumar, hırsızlık, zorbalık, kısacası kul hakkının her nevi gaspı haram kılınmış.
Zaten zarurî ihtiyaç maddeleri, su, ateş, boş otlakiye ferdî mülkiyetten hariç tutulmuş. Zekât İslâm’ın beş şartından birisi olmuş; sadaka ve ihsan daima teşvik edilmiş.
“...Uhud dağı kadar mala sahip olsaydım, Allah yolunda sarf ederdim. Ölürken iki kiret (dirhemin on ikide biri) dahi bırakmama gönlüm razı değil.” (Müslim, Zekât, 31)
Ve en önemlisi: “İsraf haram kılınmış”
Bir zengin, bütün bu esaslara tam tamına riayet ediyorsa, hayırlı bir insandır ve cemiyete hizmet yolundadır; etmiyorsa kendini aldatmakta, ebedî saadetiyle oynamaktadır.
Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür,
“Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşredilecektir.” (bk. Tirmizî, Zühd, 37; Ebû Dâvûd, İlim, 13)
hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir. Veya gayrimeşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlânâ’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.” dediği türdendir.
Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayrimeşru ise ona heveslenilmez. Her iki halde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir. Kendi işimize bakmak, hem dünyevî, hem uhrevî saadetimiz için büyük bir gayretin içinde bulunmak durumundayız.
Bir hikmet ehli şöyle diyor:
“Sadece kendi işine dalmış birisi, haset edecek bir şey bulamaz. Çünkü haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına sokak sokak gezdirir.”
32
Katılım bankalarının / özel finans kurumlarının, kredi kartı ile yapılmış olan bir işlemi taksitlendirmesi caiz midir?
Kredi kartı katılım bankalarından alınmış ise, müşteri malı, bankaya vekâleten alıyor ve sonra da bankadan kendi almış oluyor.
Faizsiz finans kurumları/katılım bankaları, meşru olan, meşru olduğuna dair fetva alınmış bulunan birden fazla iş yaparlar. Bunlardan biri de bir malı peşin alıp, vadeli olarak satmaktır.
Vadeli satımda, peşine göre fiyat biraz daha yüksek olur (vade farkı bulunur).
Kurum, bir müşterisine kart verdiğinde onunla şöyle bir anlaşma yapıyor (yapmalıdır), şunu diyor (demelidir):
"Bu kart ile ne alırsan bana vekaleten, benim namıma almış olacaksın, ben onun parasını satın aldığın yere ödeyeceğim. Sen istersen o malı benden peşin (peşin sayılan süre içinde bedelini bana ödeyerek) veya vadeli satın alırsın, satın aldığın takdirde -eğer vadeli alırsan- benim sana uygulayacağım vade farkı şudur."
Kartı alan da bunu kabul ederse problem kalmaz, işlem meşru olur.
Buna göre, özel finans kurumları/katılım bankaları, kart hamilini vekil kılarak malı aldırıp sonra onlara satmak şeklinde işlem yapmakta, satarken bir kâr koymaktadırlar. Vade farkı faiz değildir, malı para ile sattığınızda faiz oluşmaz.
Bu bankaların diğer bankalardan üç önemli farkına işaret etmekte fayda var:
1. Bu bankaların ülkemizde ve/veya bir İslam ülkesinde şer'i heyetleri vardır, yapacakları işlemlerin dine uygun olup olmadığını bunlar açıklarlar ve bankalar da bu açıklamalara uyarlar.
2. Bu bankalar faizle ödünç para vermez, ortaklık, kiralama ve alım satım yaparak ticaret ve sanayii destekler.
3. Yaptığı işlemlerin konuları "helal ve caiz" olmak durumundadır; bu bankaların katkısı ile mesela sigara ve içki alıp satmak veya üretmek mümkün değildir.
Soru: Katılım bankalarının kredi kartı ile alışverişlerde vekalet varsa; kişi içki aldığında veya başka bir harama girdiğinde katılım bankası içki satan bir pozisyona düşmez mi?
Cevap: Evet, düşer, bu sebeple bankanın, haram mal alım satımı için vekalet vermediğini belirtmesi gerekir. Buna rağmen müşterinin haram mal aldığını belgelerden tespit ederse, onun kartını iptal eder ve bir daha ona kart vermez.
Soru: Vekaleten alışveriş yapan adam, ben kuruma vekaleten aldığım malları kurumdan satın almaktan vazgeçtim deyip aldığı malı götürüp kuruma teslim edebilir mi?
Cevap: Kurum, "Benden kendine satın alman şartıyla sana namıma mal alma vekaleti veriyorum" demesi durumunda, aldığı malı kurumdan satın almak mecburiyetinde olur.
33
Dârulharpte gayri müslime içki satmak caiz mi?
Mevcut fıkıh kaynaklarında her ne kadar bu mesele ile ilgili bir kayda rastlamadıysak da, benzer fetva ve görüşlere yer verilmektedir. Çünkü, eskiden nakliye hizmetleri bugünkü kadar yaygın değildi.
Bu meseleye ışık tutacak bazı fetvaları zikredelim:
Bir kimse şarap taşıtmak için birisini tutsa, İmam-ı Azama göre işçinin bu taşımadan dolayı aldığı para helâldir, fakat İmam-ı Muhammed'le İmam-ı Ebû Yusuf a göre caiz değildir. Yine Ehl-i kitap bir gayri müslim, bir Müslümanın hayvanını veya gemisini şarap taşımak için kiralasa; Müslümanın aldığı para İmam-ı Azama göre helâl, İmameyne göre caiz değildir.
Tatbikatta görülmese de, kitaplarımızda şöyle bir fetvaya da yer verilmektedir:
Bir Müslüman gütmüş olduğu domuzların karşılığında ücret alabilir. Bu İmamı Âzam'ın görüşüdür, fakat İmameyne göre alması caiz olmaz.(2)
Fakat olayın değişik yönlerini de değerlendirmek gerekiyor:
Yurt dışında Müslümanların sosyal ilişkilerinde İslam ahlakını yaşamaları, yurt içindeki Müslümanlara göre daha fazla ehemmiyetli bulunmaktadır. Çünkü yurt dışındaki gayri müslimler İslamiyet’i doğrudan Müslümanların şahsında görüyorlar ve onların güzel ahlakları hidayetlerine de vesile olabiliyor.
Bediüzzaman (ra) "İslam ahlakını bizzat yaşayarak örneklik edebildiğimiz takdirde diğer dinlerin tabilerinin İslamiyet’e cemaatlerle girebileceğini" bildirirken, İslam’ı doğru temsil etmemenin de mesuliyeti mucip olduğuna işaret buyuruyor.
Gayri müslim ülkeleri “dârülharp” olarak niteleyen İslam fakihleri, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlarla gayri müslimlerin münasebetlerini düzenleme konusunda muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bir Müslümanın gayri müslim ülkelerde, gayri müslimden faiz alması, gayri müslime içki ve domuz eti satması ve hatta kazanacağı kesin olmak şartıyla kumar oynaması, bu fiillerin gayri müslimlerce meşru olduğu ve Müslüman’ın da bu meşruiyetten faydalanmasının bir ölçüde ganimet mantığıyla açıklanabildiği esasına binaen, İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre caiz bulunmakla beraber, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Evzai, İshak ve Hanefilerden Ebu Yusuf’un da içinde bulunduğu fukahanın ekserisi, Müslüman’ın her yerde İslam ahkamı ile bağlı bulunduğunu ifade ederek, böyle batıl ve fasit akit ve alışverişleri caiz bulmamışlardır!..
En uygun olanı da çoğunluğun bu görüşüdür!..
Zira artık günümüzde Müslüman ülkeler de dahil dünya ülkeleri, umumi bir barış ve sulhu esas almışlardır. Müslümanlar gayri müslim ülkelere izinli ve müsaadeli olarak girebilmektedirler ve bu ülkelerde emniyet ve güvenlik içinde yaşayabilmektedirler. Harp durumu ise söz konusu değildir. Binaenaleyh, İmam-ı Azam’ın fetvasında esas aldığı şartlar da, artık günümüz itibariyle mevcut değildir. Muharebe yok ki ganimet söz konusu olsun!
Esasen, Kur'an ve sünnet, zaruret dışında haramlara izin de vermemiştir. Zaruret olmadığı takdirde haram, her yerde haramdır.
O hâlde özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz:
"Günümüzde Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun; İslam ahkamını ve ahlakını yaşamakla mükelleftir. İki Müslüman arasında caiz olmayan bir alışveriş, Müslüman ile gayri müslim arasında da uygun olmamalıdır."
"Bu itibarla, gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar da (zaruret dışında) faiz almamalıdır, içki, domuz eti, laşe gibi İslam’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi satmamalıdır.”
Âlimlerin çoğunluğunun şüpheden uzak görüşleri bu doğrultudadır.
Ancak yukarıdaki fetvalar dikkate alınırsa, içki ve domuz taşımak suretiyle karşılık almak, İmam-ı Azama göre caizdir denilebilir; fakat İmameyne ve diğer müçtehitlere göre caiz değildir, haramdır.
Mecbur kalmadıkça böyle işlerde çalışmamak gerekir.
Dipnotlar:
1. Buharı, Büyü: 102; Müslim, Müsakat: 71; Tirmizî, Büyü: 60; &m Mâce, Ticaret: 11.
2. el-Feteva'l-Hindiyye, 4:449-450.
3. Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri 1, Nesil Yayınları, İstanbul, ss. 135-138; Süleyman Kösemene, Günümüz Meselelerine Çözümler , Yeni Asya Yayınları.
34
Sorularla Ticaret Ahlakı
Ticaretin ruhu, doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmaktır. Bu hususların birinde kusur eden, ticaretin ruhunu hırpalamış, dolayısıyla da kendi kazanç yollarını tıkamış olur.
Ticaretin esası alış-verişe, girişimciliğe ve sermaye kullanımına dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.”(Nisâ Sûresi, 4/29)
“Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Sûresi, 2/275)
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)
Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları da şöyledir:
“Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1)
“Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16)
“Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” (Ebu Davud, Büyû 1)
“Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ticarette ortaklıklarla ilgili olarak da çeşitli tavsiyeleri olmuştur. Bu konuda Kur’ân’da genel etik ölçüler verilmekle yetinilir.
“Doğrusu, ortakların çoğu birbirinin haklarına tecavüz ederler. Ancak iman eden ve iyi işler yapanlar bunun dışındadır. Bunların sayısı ne kadar da azdır!” (Sâd Sûresi, 38/24)
Başka bir âyette, miras malında ortaklıktan şöyle söz edilir:
“Eğer ana bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise onlar, (miras malının) üçte birinde ortaktırlar.” (Nisâ Sûresi, 4/12)
Ebû Hüreyre’nin naklettiği kudsî bir hadiste şöyle buyurulur:
“İki ortak birbirine hıyanet etmediği sürece, üçüncüsü benim. Eğer onlar birbirine hıyanet ederlerse ben aralarından çekilirim.” (Ebu Davud, Büyû 26)
Yine hadislerde şöyle buyurulmuştur:
“Allah’ın kudret eli, ortaklar birbirine hıyânet etmediği sürece, onların üzerindedir.” (Ebu Davud, Büyû 26),
“Kârın paylaşılması, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.” (İbn Mâce, Ticârât 63)
Hz. Peygamber (s.a.s)’in ticarî ve iktisadî hayatla ilgili birçok söz, fiil ve takrirleri vardır. Nitekim Allah’ın Elçisine en üstün kazancın hangisi olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve mebrûr alış-veriştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/466) Bu da yalan yere yemin ve aldatma karışmayan alış-verişi ifade eder.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O, insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve onları ticaretten men etmemiş, aksine rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu bildirmiştir. (Münâvî, Feyzü'l-kadir, 3/220) Ancak ticaret hayatında haksız kazanca yol açabilen faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin1 ve garar2 gibi şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem hedeflenmiştir. Sağlıklı bir ticaret için, esnaf ve tüccarın kendi alanı ile ilgili bilgileri edinmesi veya yakınında her zaman danışacağı bir uzman bulundurması gerekir. Nitekim Hz. Ömer’in halîfe olunca böyle bir bilgilenme seferberliği başlattığı görülür. Onun bütün yöneticilere yayınladığı ilk ticaret genelgesi şöyledir: “İslâm’a göre, kendi ticaretiyle ilgili hükümleri bilmeyen kimse, bizim çarşı ve pazarlarımızda alış-veriş yapmasın. Çünkü bilmeme yüzünden faize düşebilir.”
“Kâr miktarı için bir sınır var mıdır?”
Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere göre, kendi tabii kuralları içinde yürümesi istenmiştir. Piyasanın kendi kuralları içinde ve İslâmî ölçülere göre yapılan ticarî faaliyetlerde oluşacak kâr meşrû sayılmıştır. Ancak toplumu aşırı kârla istismar etmek isteyen hırslı kimselere karşı da gerekli önlemler alınmıştır. Bu tedbirlerle, serbest rekabet esasının korunması ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarının önlenmesi amaçlanmıştır. Faizin, karaborsacılığın, yalan ve hilenin yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha3 başvurulması bunlar arasında sayılabilir. Buna göre İslâm’ın, alış-verişlerde çeşitli mallara, yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlemediği görülür. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Allah elçisinin, piyasa fiyatlarına müdahale etmesi ve kâr sınırlarını belirlemesi için yapılan başvurulara verdiği şu cevap beşeri ekonomi için de anlamlıdır:
“Şüphesiz, fiyatı tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızkı veren Allah’tır. Ben, sizden birinizin mal ve can konusundaki bir haksızlıktan dolayı, hakkını benden ister olduğu hâlde Rabb’ime kavuşmak istemem.” (Ebu Davud, Büyû 49; Tirmizî, Büyû 73; İbn Mâce, Ticârât 27)
Ancak şunu hemen belirtelim ki, satım akdinde yüzde üzerinden belirli bir kâr sınırının konulmaması, satıcının dilediği fiyata satış yapabileceği anlamına gelmez. Yalan yere yemin, malın ayıbını gizleme, malda bulunmayan niteliklerle malı övme, mâliyeti yüksek gösterme, mal darlığından yararlanma gibi yollarla müşteriyi etkileyerek piyasa fiyatının üzerine çıkmalarda “fâhiş fiyat” söz konusu olur. Burada hakkı olmayan fazlalık satıcıya meşrû olmaz.
“Fâhiş kâr nedir? Kâr miktarı yüzde kaçtır?”
İslâm’da aldatma, “gabn” terimi ile ifade edilir. Fâhiş gabn ve yesir gabn olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma ve az aldatma demektir. Az aldatma satım akdine zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür. Diğer yandan insanlar küçük fiyat farklarına rıza gösterirler. Fakat piyasa fiyatının üstüne çok çıkılırsa müşteri, aldatıldığını düşünür ve fazlalığı satıcıya helâl etmez. Bu yüzden de fahiş fiyat meselesi ortaya çıkar. Fâhiş fiyat miktarları içtihatla belirlenmiştir. Hanefîlere göre bilirkişilerin değerlendirme alanı dışında kalan çok yüksek veya çok düşük fiyatlarda “gabn (aldanma)” söz konusu olur. Belh fakihlerinden Nusayr ibn Yahya (v. 268/881), satım akdine konu olan malların, piyasadaki dolaşım hızını ve insanların bu mala olan ihtiyaçlarını dikkate alarak fâhiş gabni; gayri menkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda ise %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu oranlar aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir. Bu orana ulaşmayan fazlalıklar da yesir gabn kapsamına girer. Mecelle, 165. maddesinde bu ölçüleri kanun maddesi hâline getirmiştir. Ancak fâhiş gabnin, satım akdinin fesih sebebi olabilmesi için, aldatma ile birlikte bulunması gerekir. Aksi hâlde yalan ve hile olmayınca bir kimsenin müşteriye vereceği doğru bilgilerle malını dilediği fiyata satmasına da İslâmî bir engel yoktur. Malikilere göre, malın değerinin üçte birinden daha fazlasıyla piyasa fiyatının üstüne çıkmak veya aşağı düşürmek fâhiş fiyattır. Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın uygulaması da bu şekilde olmuştur.
Kanaatimizce, İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişi, nispetlerin tespitini ülke ve beldelerin örflerine bırakmak içindir. Mezheplerin bu konuda farklı ölçüler getirmesi de bunu göstermektedir. Diğer yandan peşin satışlarla, vadeli satışları kendi içinde değerlendirmek gerekir. Çünkü veresiye bir satışta kâr oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir.
Sonuç olarak yalan ve aldatma karıştırarak piyasa fiyatının üzerinde satış yapan kimse için, bu fazlalık temiz kazanç olmaz. Hak sahiplerinin helâlleşmesi gerekir. Bu mümkün olmazsa bu gibi eksiklikler için yoksullara bağış yapmalıdır. Hadiste şöyle buyurulur:
“Ey tüccar topluluğu! Alışverişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu eksiklikleri sadakalarınızla telâfi ediniz.” (Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)
“Karaborsacılık nedir?”
İnsanların ihtiyacı olan bir malı, sırf pahalanmasını bekleyerek depolamak ve satışa sunmamaktır. İslâm’da ticaret hayatının serbest bırakılarak fiyatların serbest rekabet sonucu oluşması asıldır. Bazı mallar karaborsa için saklanınca piyasada mal darlığı olur ve talep fazlalığı sebebiyle fiyatlar sun'î olarak yükselmeye başlar. Karaborsacının gayesi de budur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Karaborsacı ne kötü kuldur! Fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyarsa sevinir.” (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, 6/549)
“Bir gıda maddesini 40 gece depolayıp (ihtiyaç varken) saklayan Allah’tan uzaklaşmış, Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33)
Karaborsacılığın oluşması için şu şartlar gereklidir:
1) Depolanan malın satın alınmış bir mal olması,
2) Gıda maddesi olması,
3) İnsanların depolanan malı almada sıkıntı ve ihtiyaç içinde olması.
Ebu Yusuf’a göre, gıda maddeleri dışında, piyasaya sürülmemesi topluma zarar veren her çeşit malda da ihtikâr söz konusu olur. Malı saklama süresi normalde kırk gündür, ancak toplumun sıkıntıya düşme durumuna göre bu süre kısalabilir. Nitekim günümüzde akaryakıt ve tüpgaz gibi ihtiyaç maddeleri iki üç gün gibi kısa bir süre piyasadan çekilse toplum büyük sıkıntıya düşer, aksi durumunda, özellikle zarûrî maddelerin fiyatlarına narh uygulamasına da bir engel yoktur.
“Kabzdan önce satış yasağı nedir? Ticaret hayatında ne gibi etkileri olur?”
Satın alınan bir malın fiilen teslim alınmasına “kabz” denir. Malın teslim alınmazdan önce, müşteri tarafından üçüncü bir kişiye satılması, ilk satıcı ve alıcı arasında teslimle ilgili olarak çıkabilecek bir anlaşmazlık, ikinci satışı da etkileyecektir. Malın ilk satıcıdan teslim alınamaması; onun sözünde durmaması, malın telef olması veya defolu çıkması gibi sebeplerden kaynaklanabilir. Böyle bir durumda, bir önceki problem çözülmedikçe, ikinci satıcı taahhüdünü yerine getiremeyecektir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kim bir gıda maddesini satın alırsa, onu kabzetmedikçe (malı teslim almadıkça) başkasına satmasın.” (Buharî, Büyû 54, 55; Müslim, Büyû 29-32; Ebu Davud, Büyû 65)
Bu hadiste zikredilen yiyecek maddesi örnek kabilinden olup, hadis bütün menkul eşyanın alım satımını kapsamına alır. Kabzdan önce başkasına satış geçerli olursa bu durum, mal hiç yer değiştirmeden, hatta henüz mal üretilmeden fiyatının yükselmesine sebep olur. Bir takım aracılar, malı hiç görmeden kağıt üzerinde kazanç elde etmiş olurlar. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, gayri menkul üzerinde kabzdan önce tasarrufta bulunmak caizdir. Dayandıkları delil, “istihsan” prensibidir. Çünkü gayri menkulün kabzdan önce telef olması veya değişikliğe uğraması çok seyrek görülen bir durumdur. Seyrek olan bir şeye ise itibar edilmez. İmam Muhammed, Züfer ve Şâfiî’ye göre gayri menkulün de menkuller gibi, kabzdan önce satışı caiz değildir.
İslâm’da borçlu ve alacaklının sahip olduğu hak ve görevler nedir?
Her konuda olduğu gibi ticaret hayatında da verilen sözlerin tutulması önemlidir. Kişinin özünün ve sözünün bir olması, sözünün senet sayılması, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün özdeyişleri, toplumun vicdanında yer etmiştir. Büyük ölçüde kul haklarının söz konusu olduğu ticaret hayatında sözünde durmak, ticarî taahhütleri gününde yerine getirmek önemlidir. Aksi halde kul hakları ihlalleri ortaya çıkar ve helalleşme olmadıkça konu ahiretteki hesaplaşmaya kalır. Kur’ân-ı Kerîm’de, karşılıklı borçlanmalarda bunun yazıyla tespiti yanında, verilen sözlere ve yapılan antlaşmalara uyulması istenmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler! Yaptığınız sözleşme hükümlerini yerine getirin.” (Mâide Sûresi, 5/1)
“Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ Sûresi, 17/34)
Hz. Peygamber’in aşağıdaki hadisi de yukarıdaki âyetleri tefsir eder.
“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak haramı helal, helalı haram kılan şart bunun dışındadır.” (Buharî, İcâre 14; Tirmizî, Ahkam 17)
Diğer yandan ödeme güçlüğü içinde olan borçluya gerekli kolaylığın gösterilmesi gerekir. Âyette şöyle buyurulur:
“Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyince kadar süre vermek vardır. Bilirseniz, borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 2/280)
Ancak ödeme gücü olduğu hâlde, borcunu vadesinde ödemeyen kimse alacaklıya zulüm yapmış olur. Hadiste şöyle buyurulur:
“Borcunu ödeme imkânı olan bir kimsenin borcunu ertelemesi bir zulümdür.” (Buharî, Havale 1,2; Müslim, Musâkât 33; Ebu Davud, Büyû 10; Tirmizî, Büyû 68)
Alacaklı böyle varlıklı kimseden alacağını mahkeme yoluyla zorla alabilir. Bir kimse gerek ihtiyaç yüzünden gerekse yatırımlarını büyütmek, daha fazla mal alarak cirosunu arttırmak gibi maksatlarla da borçlanabilir. Ödeme gücünü aşmayacak şekildeki borçlanmalarda bir sakınca bulunmaz. Nitekim Hz. Peygamber de zaman zaman ihtiyaç yüzünden borçlanmıştır. Meselâ, bir Yahudî’den veresiye yiyecek satın almış ve zırhını rehin olarak bırakmıştır. (Buharî, Cihad 89)
Ödemek niyetiyle borçlanan kimseye Cenab-ı Hak yardımcı olur. Ebû Hüreyre’(r.a)’ın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
“Kim ödemek niyetiyle borçlanırsa Allah onu bu borcu ödemeye muvaffak kılar. Kim de başkasının malını telef etmek niyetiyle alırsa Allah onu telef ettirir, ödemeye muvaffak olamaz.” (Buharî, İstikraz 2)
Borçlanmada niyetin önemi Ebû Ümâme (r.a)’ın naklettiği şu hadiste daha açıktır:
“Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, fakat borcunu ödeyemeden ölürse Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını razı eder. Buna karşılık ödeme niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse Yüce Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” (Hakim, Kitabü’l-Buyu’, 2206, Beyrut 1990, II/28)
Ancak bu dua ve sakındırmalar, İslâm’da borçlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez.
Borçlanmayla alakalı İslâm’ın tavsiyesi ölçünün kaçırılmaması ve ödeme gücünü aşacak borç yükü altına girilmemesidir.
Cenab-ı Hak’tan haramdan arınmış, bereketli helal rızık nasip etmesini dileriz.
Dipnotlar:
1. Alışverişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen gabn, Hanefilere göre ikiye ayrılır ve her ikisinin de kendine göre hükümleri vardır. Fâhiş gabn; herhangi bir malı o malın fiyatı hakkında bilirkişilerin belirleyeceği fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satmak veya bu ölçüde düşük bir fiyatla satın almaktır. Yesir gabn ise bu derece yüksek veya düşük olmayan, insanların aldanma saymakla birlikte müsamaha ile karşıladıkları bir bedelle satış yapmaktır.
2. Garar; ticarette aldanma riski ve bilinmezlik manasına gelir. İslâm meyve, sebze ve ekinlerin çiçeğinde iken veya henüz olgunlaşmadan önce satışını yasaklamıştır. Çünkü böyle bir üründe garar, yani telef olma veya meydana gelmeme riski söz konusudur.
3. Narh, eşya fiyatlarının devlet; belediye veya başka yetkililerce belirlenmesi ve esnaf ve tüccarın bu fiyatların dışına çıkmasının yasaklanmasıdır.
35
Sigara satmak caiz mi?
Bir malın üretiminin, alım-satımının ve kazancının hükmü, o malın tüketiminin veya kullanımının helal veya haram oluşuyla ilişkilidir. Helal olan ürünlerin satışı helal, haram olan ürünlerin satışı haram, mekruh olan ürünlerin satışı da mekruh olarak kabul edilir.
Sigara içmek haram olduğundan, onun üretiminin, alım-satımının ve kazancının hükmü de haram olmaktadır.
Bu nedenle, tütün ziraatı, ticareti ve kullanımı caiz değildir. Bunlardan kazanılan para da helal olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Sigara haram mıdır?
36
Cinsel içerikli ürünler satmak günah mıdır?
Kur'an-ı Kerîm'de evlilik teşvik edilmiş, müminlere iffetlerini korumaları emredilmiş, eşlerinin dışında herhangi bir cinsel tatmin yolu arayanlar haddi aşan kimseler olarak nitelendirilmiştir. Haddi aşmak, Allah'ın çizdiği sınırların dışına çıkmak anlamına gelir. Bundan dolayı Kur'an zina ve livata gibi gayrimeşru ilişkileri yasaklamış, haram kılmıştır.
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ey gençler topluluğu! Sizden evlenme çağına gelip de buna güç yetirenler evlensin, evlenmeye imkân bulamayanlar da oruç tutsun, çünkü oruç şehveti kesicidir." (Buhârî, Nikâh 2)
İslâm alimleri ilgili âyetler ve hadisler ışığında, hangi şart altında olursa olsun zina ve livata gibi gayrimeşru ilişkilerin haram olduğunda görüş birliğine sahiptirler. Kişinin eliyle cinsel doyuma ulaşmasını (mastürbasyon), yahut bakmak, düşünmek, sürtünmek gibi cinsi tatmin sağlayan her türlü gayrı tabiî davranışı hoş karşılamamış, caiz görmemişlerdir.
Bu tür davranışların caiz olmadığı hükmünü, İslâm'ın cinsel hayatla ilgili olarak öngördüğü genel ilkelerden ve bu konudaki âyet ve hadislerin dolaylı ifadelerinden çıkarmışlardır. Ancak bazı İslâm bilginleri şehvetini yenmeye güç yetiremeyip zinaya düşebilecek bekârlarla, eşi ile ilişki kurma imkânı bulamayan evlilerin el aracılığı ile veya bakma, düşünme gibi bir yolla cinsel doyuma ulaşmasını ehven-i şerreyn yani zinaya göre daha hafif bir kötülük; bunu alışkanlık haline getirmelerini ise neredeyse zina kadar çok çirkin ve günah bir davranış olarak nitelendirmişlerdir.
Özellikle cinsel tahrikin ve müstehcenliğin önemli bir ticari sektör olduğu ve gençlerin tabiî cinsel eğilimlerinin acımasızca sömürüldüğü ve giderek anormal ve gayrimeşru tatmin yollarının yayılma özelliği gösterdiği toplumlarda, gençlerin şehevî duygularına hakim olmalarının zorluğu inkâr edilemez.
Böyle toplumlarda ilk bakışta, el ile tatmin, bakma, sürtünme gibi tabiî olmayan yollarla cinsel doyuma ulaşmanın, zinaya göre ehven bir kötülük kabul edilmesinde olduğu gibi, şişme mankenlerle, penis, vibratör gibi cinsel nitelikli ürünlerle, resim ve filmlerle cinsel doyuma ulaşmanın yine zinaya göre hafif bir kötülük olduğu düşünülebilir.
Ne var ki, her çeşit gayri tabiî ve meşru olmayan yollarla cinsel tatmine ulaşmanın birey üzerinde bedenî ve ruhî bozukluklara yol açacağı ve bireyi zamanla normal evlilik hayatından uzaklaştıracağı açıktır. Ancak bireyin şişme mankenlerle, penis ve vibratör gibi cinsel nitelikli ürünlerle, resim ve filmlerle cinsel doyuma ulaşması; düşünme, bakma, sürtünme gibi yollarla cinsel tatmine ulaşmasından sonuçları itibariyle daha kötüdür. Bunun, bireyle sınırlı kalan bir durumun ötesinde kurumsal/sektörel yönü göz ardı edilemez.
Çünkü birey bir taraftan bu ürünlerle cinsel doyuma ulaşırken, kutsal aile kurumunu ve insan neslinin gelişimini yok etmeye katkı sağlamış, diğer taraftan da bu konuda gençlerin cinsel eğilimlerini acımasızca sömüren, onların ruh ve beden sağlıklarını bozup sosyal hayattan uzaklaştıran, aile hayatını olumsuz olarak etkileyen bir ticari sektörün gelişmesine, yaygınlaşmasına dolaylı olarak yardım etmiş olmaktadır. Bir âyette,
"İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 5/2)
buyrulur. Buna göre, bu sektörün ürünlerinin kullanımı, satımı, aracılığı, o sektörün işlediği harama ve günaha ortak olma anlamına gelir.
Ancak dindar ve uzman doktorların tavsiye ettiği ve tedavi amaçlı kullanılan krem ve hap gibi ilaçların satılması caizdir.
(Prof. Dr. Raşit Küçük)
37
Kredi kartlarıyla taksitli alış veriş yapmak caiz mi? Sliplerle yapılan taksitli satışlarda faiz var, endişem doğru mu?
Banka ve finans kurumlarının kredi kartları ile yapılan taksitli alış veriş uygulamasında müşteri açısından bir günah durumu yoktur. Konu özellikle mal sahibini ilgilendiriyor. Mal sahibi parasını erken almak için bankaya faizli komisyon ödüyorsa sorumluluk da mal sahibine ait oluyor. Zira müşteri böyle bir anlaşma yapmadığı için onu doğrudan ilgilendiren bir durum da söz konusu değildir.
Kredi kartı ile satış yapan işyeri, satılan malın bedelini bankadan müşterinin ödeme tarihinde alabilir. Bu tarihten önce kırdırmak suretiyle eksik alması faiz olacağından caiz değildir.
Bu konuyu genel olarak çek ve senet kırdırmaya benzetiyorlar. Zamanı gelmeden bankada çek ve senet kırdırıp eksik almak caiz olmadığı gibi kredi kartı alacağını önceden kırdırıp eksik almak da caiz olmaz.
Kredi kartıyla taksitli satış yapan kimse zamanı gelmeden bu parayı almak istiyor. Bu durumda bir kısmını bankaya bırakarak kalanını alıyor. Bu da caiz olmuyor. Bu açıdan çek ve senet kırdırmaya benziyor.
Burada caiz olan ikinci şık var, karıştırılan bu olsa gerektir. Onu da şöyle ifade edebiliriz:
– Şayet çek ve senedin asıl sahibi, borcunu günü gelmeden ödemek isterse, alacaklı alacağından dilediği kadar indirim yapabilir; bunda mahzur söz konusu değildir. Çünkü bu olay alacaklı ile verecekli arasında ikili bir anlaşmadır. Burada çek senet kıran üçüncü şahıs yoktur. Alacaklı borçluya indirim yapıyor, borçlu da gününden önce ödemede bulunuyor. Acilen ihtiyacı olan peşin parayı böyle temin ediyor. Bu, faiz değil, caiz oluyor. (Hamdi Döndüren, İslami Ölçülerle Ticaret Rehberi, s. 169)
"Günümüzde senet kırdırma daha çok üçüncü kişiler tarafından yapılmaktadır.”
Bu konunun diğer caiz olan ve olmayan cihetlerini de şöyle ifade edebiliriz. Şayet, verdiği çek ve senedin günü geldiği halde borçlu ödeyememişse, vadeyi biraz daha uzatıp borca biraz daha zam yapmak da faiz olur. Ancak, ödeyemeyen bu borçluya biraz daha mühlet vermek için, ödeme tarihinden itibaren ödeyeceği güne kadarki enflasyon farkını almak caiz olur. Böylece borçlu biraz daha zaman kazanır, alacaklı da maruz kalacağı enflasyonist ziyandan bir ölçüde korunmuş olur. İki taraf da zihnen rahat edebilirler.
38
Lyones olarak bilinen sistem caiz midir?
Konuyla ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Din İşleri Fetva Kurulu'na gönderdiğimiz soru ve verdikleri cevap şöyledir:
Soru:
Muhterem Din İşleri Fetva Kurulu Heyetine
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Hamza Aktan Bey, Lyones diye bilinen sistemin caiz olduğunu söylemiş ve bununla ilgili bir resmi açıklamanın resimleri de internette dolaşmaktadır.
Bu sistemi işletenler, bu fetvayı her yerde herkese göstererek, dindar insanların da bu sisteme girmesini sağlamaktadır. Nice iş adamları, imamlar, ilahiyat mezunları hatta müftüler, bu sisteme dahil olmuşlardır.
Bazen bilgiler eksik kaldığı için tek yönlü açıklamalarla fetva verilebilmektedir. Bu da bütün sistemin helal olduğu zannına neden olmaktadır.
Bu açıdan konuyu değerlendirmenizi istirham ederiz.
EK:
1. Hamza Aktan Bey’in verdiği fetvanın internet ortamında dolaşan resmi.
2. Lyones ile ilgili tanıtım broşürü.
Din İşleri Fetva Kurulu'nun B. 02. 1. DIB. 0. 10. 105-979 sayılı cevabı:
Kurulumuzun dilekçenize ekli Lyoness ile ilgili fetvası, konunun yeni gündeme geldiği ve hakkında detaylı bilginin bulunmadığı bir dönemde, mevcut bilgiler esas alınarak hazırlanmıştır. Detaylı bilgilere ulaşıldıktan sonra konu yeniden ele alınmış ve soruyu Kurulumuza ileten mercie aşağıdaki metin gönderilmiştir:
1. Lyoness adlı sistem temelde basit bir mantıkla kurulmuş ise de ileriki aşamalar açısından karmaşık ve takibi zor bir yapıya sahiptir.
2. Sistemdeki hemen geri ödeme kazanç yolu, bugünkü indirim kartları uygulamasına benzemekte olup, herhangi bir olumsuz tarafı görünmemekle beraber, diğer bir takım uygulamalar haksız kazanca yol açmaktadır. Şöyle ki:
a. Önceki tüketici üyenin sponsoru olduğu sonraki üyenin yaptığı alışverişin indirimden pay alışı, komisyon gibi görünmekte ise de sisteme daha sonra giren alt üye-müşterilerin alışverişlerinden de pay alması, onun aldığı payı komisyon olmaktan çıkarıp haksız kazanca dönüşmektedir.
b. Özellikle yeni üyeler kaydetme esasına dayalı bu sistem, kaydedilecek yeni üyelerin istismar edilmesine müsaittir. Şöyle ki;
Sisteme ilk katılan çok küçük bir azınlık devamlı kazanabilmekte, sonradan katılanlar ise daha az kazanacaklar ya da hiç kazanamayacaklardır. Bu da sistemin tepesinde bulunanların kazancını ‘’rizikosu üstlenilmeyen kazanç’’ kapsamına sokmaktadır.
c. Sistemin aksamadan nihai olarak çalışması söz konusu olmayacağına göre, uzun vadede müşteri bulma işleminin tıkandığı noktada, alt düzey üyelerden oluşan geniş bir kitlenin paraları ilgili şirket ve onun üst düzey üyeleri açısından haksız kazanca dönüşebilecektir. Haksız yollarla kazanç elde etmek ise haramdır.
Öte yandan para kazanma hevesi yeni üye-müşteriler bulmak isteyen kimse bir şekilde aşırı tüketime teşvik etmiş olmaktadır.
Sonuç olarak ‘’Lyoness’’ diye adlandırılan sistem üzerinden işlem yapmanın, İslâm’ın öngördüğü haksız kazançtan sakınmak, kazancın hizmet, üretim ve emeğe dayanması, zarar vermeme ve zarar görmeme gibi genel ilkelere uygun düşmediği değerlendirilmiştir.
Bilgilerinizi rica ederim.
Zeki Sayan
Başkan a.
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanvekili
Belgenin Orjinali
39
Faizsiz bankaların (finans kurumlarının) katılım hesapları faiz kapsamına girer mi?
Atıl paranın değerlendirilmesi açısından bir başka altarnatif de özel finans kurumlarıdır.
Kar-zarar sistemi üzerine çalışan müesseseleri dinimiz ticari müessese saydığı için helaldir. Para yatırılır ve kar payı olarak verilen kısım da helaldir.
Devletin bu kuruluşları hukuki olarak koruma altına alması ise, daha güzel olmuştur. İnşallah suistimalleri ve mağduriyetleri önlemeye vesile olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Özel finans kurumlarına para yatırmak ve/veya buralardan kredi kullanmak caiz midir? Finans kurumları ile bankalar arasındaki fark nedir?..
40
Köpek ticareti yapmak, alıp satmak caiz midir? Bu satıştan kazanılan para helal midir?
Köpek satışı caizdir. Çünkü bunlardan yararlanmak mümkündür.
Avlanmak, koruyuculuk yaptırmak, hayvan sürülerini koruyuculuğunda kullanmak, vb. için köpeklerin alınıp satılması caizdir. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Prof. Dr. Vehbe Zuhayli)
İlave bilgi için tıklayınız:
Evde köpek beslemek namaza mani olur mu? İçinde köpek olan eve melek neden girmez?..
41
Ticarette, alışverişlerde pazarlık yapmanın sünnet olduğunu biliyoruz. Konuyla ilgili bilgi verir misiniz?
Malın fiyatı; satıcı ile alıcının anlaşması sonucunda, yani pazarlıkla ortaya çıkar. Pazarlık yapmak helaldir. helal olmayan davranış, bir mala aşırı fiyat istemek veya değerinin çok altında fiyat vermektir. Alıcı ile satıcı pazarlık yaparken ikinci bir alıcının pazarlık yapması caiz değildir. Abdullah b. Ömer, pazarlık üzerine ikinci bir şahsın pazarlık yapmasını Peygamberimiz (asm)'in yasakladığını söyler. (Buhârî, Buyû, 58, Müslim, Buyû, 14).
Malı alma niyeti olmaksızın fiyatı artırmak veya kırmak, böylece üçüncü şahıslara zarar vermek, kapalı veya açık artırmalarda yapılan hîle ve gizli anlaşmalar da haramdır. Bütün bu davranışlara dinimizde "necş: aldatma" denir ve Peygamberimiz (asm) tarafından yasaklanmıştır. (Buhârî, Buyû, 64, Müslim, Buyû, 14).
Alışveriş tarafların karşılıklı onayı ile yani icab ve kabûl ile gerçekleşir. İki taraftan biri malı, diğeri karşılığı olan para veya kıymet taşıyan başka bir malı ele geçirmeleri netîcesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir.
İnsanlar dünya hayatlarında geçimlerini sağlamaları için belirli bir ölçü içinde karşılıklı mal mübâdelesinde bulunmak zorundadırlar, buna da 'rızık temini' denilir.
Cenâb-ı Hak,
"Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında, tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın."(Mülk, 67/15).
buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat, insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'tan rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuşlardır:
"Rızık sağlamak gayesiyle çalışmak, her Müslüman üzerine farzdır."[el-Mavsili, el-İhtiyar, İst. 1980 Çağrı Yay. 4/170; İbn-i Süleyman, Mecmuau'l-Enhur (Şerhu Damad) İst. 1316 Mtb. Amire, 2/527]
Buna göre Müslümanlar helal ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah'ın rızası ve O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekir (ra)'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak cehennem ateşi yakışır." sözü, Müslümanın rızık temini ve alışveriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın helal alışveriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için, şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uğraşan bir Müslümanın, İslâm'ın alışverişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alışverişleri Allah'ın razı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her Müslüman için farzdır.
İslâm fıkhına göre bir Müslümanın kendisinin ve ailesinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması 'farz'dır. Bunun dışında, fakîr müminlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da 'müstehap'tır. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak 'mübah'tır. Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helal yolla dahi olsa 'haram'dır. Buna karşılık, küfre karşı verilen mücadelede maddî katkıda bulunmak ve malını Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibadettir. Bu gaye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibadet hâlinde sayılır.
Aynı şekilde İslâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla ailesinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir, yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin, yahut vermez zilletini çekersin." (Buhârî, Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû', 15; İbn Mâce, Zekat, 25; İbn Hanbel, I, 167).
Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
İslâm'da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık temin etme yollarında alışveriş işlemi söz konusu olmaktadır.
Gerçekte insanın ihtiyacını gideren eşya, tarım veya sanayi ürünüdür. Bundan dolayı bazı ekonomik sistemler, insanların, tarım ve sanayi dışındaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler. Fakat, bir malın üretilmiş olması, ihtiyaçların giderilmesi için yeterli değildir. İhtiyaç, ancak üretilen eşyanın, muhtaç olanlara ulaştırılmasıyla giderilir. Çiftçi veya sanayicinin ürettiği malı, ihtiyacı olanlara ulaştırabilmesi ise mümkün değildir. Türkiye şartlarında düşünecek olursak, bir fabrikanın ürettiği malları tüketicisine ulaştırabilmesi için birçok yerde şube açması ve bunlarla dağıtımını yapması gerekir.
Diğer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duydukları eşyayı elde edebilmeleri için doğrudan üretici ile ilişki kurmaları da imkânsızdır. Öyleyse, eşya ile tüketici arasında köprü olacak, bunları birbirine ulaştırarak, yukarıda zikredilen mahzûrları ortadan kaldıracak, fakat yaptığı bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir hizmet sektörüne ihtiyaç vardır. İşte bu da, "Ticaret Sektörü"dür.
İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu manadaki ticareti İslâm meşru ve makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"... Allah, ticareti helal, ribâyı da haram kıldı..." (Bakara, 2/275)
"Güvenilir, doğru ve Müslüman tacir, kıyamet günü şehidlerle beraberdir."(İbn-i Mâce, Ticârât, 1).
hadîs-i şerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.
İslâm'a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gaye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşru bir kazanç sağlamaktır.
Meşru bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın rızası,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur'an şöyle zikreder;
"Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah'a kolaydır. " (Nisâ, 4/29-30).
Alışverişin rüknü; diğer akitlerde olduğu gibi icab ve kabuldür. İcab ve kabul, sözle, yazı ile ve işaretle olur. İcab ve kabulde kullanılan ifadelerin kesinlik taşıması gerekir; satıcının bu malı sana sattım, verdim; alıcının da aldım, kabul ettim demesi gibi. Satıcının bu sözlerine îcab, alıcının sözüne de kabul denir.
Alışverişlerde satış akdinin yazı ile tesbiti iyidir. Anlaşmazlık anında elde vesika olur. İcab ve kabul olunca alışveriş kesinleşir, tek taraflı cayma hakkı yoktur. Ancak alıcı veya satıcı pazarlık devam ederken alışverişten cayabilirler. Alışveriş, kabz yani malı teslim alma ile tamam olur. Böylece alıcı, mala; satıcı da paraya sahip olur.
Alışverişler hüküm yönünden; sahih, fâsit ve batıl nevilerine ayrılır.
1. Sahîh alışverişler: Aslen ve vasfen (maddesi ve niteliği) dine uygun olan şeylerin alışverişi sahîhtir. Mesela, kullanılması dinen caiz olan bir malın şartlarına göre satılması gibi.
2. Fâsit alışverişler: Satılan malın vasfı (niteliği) dine uygun değilse, bu tür satış fâsittir. Mesela, "sürüden bir koyun" diyerek, meçhûl bir koyunu satmak gibi. Aslında koyunun satışı caizdir. Fakat yukarıdaki satışta satılan koyunun nasıl bir koyun olduğu (niteliği) bilinmediğinden alışveriş fâsit olmaktadır.
3. Batıl alışverişler: Satılan malın aslında İslâm'a aykırı bir durumu varsa böyle malların satışı batıldır. Kullanılması veya yenilip içilmesi haram olan bir şeyin satılması, mesela içki, domuz vs. gibi mal ve eşyanın satışı İslâm'da yasak bir alışveriş türüdür.
Bedelleri Açısından Alışveriş Şekilleri:
1. Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir. Alışverişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır.
2. Sarf: Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir.
3. Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir. Halk arasında buna "trampa" ve "takas" gibi isimler verilmektedir.
4. Selem: Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir. Bu tür satışlara halk arasında 'alevra satış' da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayicilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını-elde etmeden önce satmak ister. İslâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malını değerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüştür. Peygamberimiz (asm), Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür. Bunun üzerine şöyle der:
"Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın."(Müslim, Müsakat, 25).
Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, caiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüştür. Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir. Mesela, bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur.
Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur. Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır. Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa, böyle alışverişler caiz değildir.
Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
a. Malın vasıflarının belli olması; cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi.
b. Miktarının belirlenmiş olması; kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs. olacağının bilinmesi.
c. Vadenin belirlenmesi; selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur. Mesela, Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır. Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması caiz değildir.
d. Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak. Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır.
5. Veresiye satışlar: Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir. Bu tür alışverişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir. Aynı cins malların (mesela altınla altının) veresiye satışı caiz değildir.
Alışveriş çeşitlerinden bir diğeri de "Bey' bi'l-vefa"dır. Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir. Bir terim olarak ise, "bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak" anlamına gelir. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir. (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI/126-127).
Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir .
Mîlâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der:
"Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz "(Ali Efendi, Fetâvâ, I/300)
Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyaniyle dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir.
Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir. Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelleyi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der:
"Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayri menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur. Çünkü Mecelle'nin seksen üçüncü maddesinde:
"İmkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir."
hükmü yer alır. Mesela, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rıza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mübah ve helal kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusûru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür." (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/664-667)
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla caizdir.
Kâr Açısının Alışveriş Şekilleri
1. Müsaveme: Satıcının, malı alış fiyatını ve kârın miktarını söylemeden satmasıdır. Serbest pazarlık suretiyle yapılan bir satıştır. Ekseriya satışlar böyledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bunda kârın fâhiş miktarda olmaması gerekir.
2. Murabaha: Satıcının, maliyet fiyatını, kâr miktarını belirterek satmasıdır. Mesela, satıcının "Bu malı, 1000 liraya aldım, 100 lira kâr ederek 1100 liraya sana sattım." demesi gibi. Bunda satıcının yalan söylememesi gerekir. Bu tür bir alışverişte satıcının yalanı anlaşıldığında, yalan söylenilen miktar müşteri tarafından geri istenebilir.
3. Tevliye: Maliyet fiyatına kârsız satıştır. Belirli bir kârla veya kârsız satışlarda müşteri, satıcının yalan söylediğini anlarsa-yukarıda kısmen değindiğimiz gibi- alışverişi bozabilir.
4. Vâzia: Maliyetten aşağısına, zararına satıştır. Günümüzde bilhassa mevsim sonlarında ve dükkân tasfiyelerinde başvurulan bir satış şeklidir. Satıcının beyan ettiği fiyatlarda yalancı olmaması gerekir. Eğer yalan meydana çıkarsa, alıcı fazla miktarı satıcıdan talep edebilir.
Muhayyer Alışverişler:
Alıcı veya satıcı, satışın gerçekleşmesini bazı şartlara bağlayabilirler; böyle alışverişlere "muhayyer satış" denir. Muhayyerliği şart koşan, şartlar gerçekleşmeyince alışverişi bozabilir. Peygamberimiz (asm) böyle alışverişler hakkında şöyle buyurur:
"Alıcı ve satıcı alışveriş yaptıklarında, birbirlerinden ayrılıncaya kadar pazarlıktan dönmekte muhayyerdir veya alışverişleri muhayyerdir. Eğer alışverişlerinde muhayyerlik varsa alışveriş (muhayyerlik şartları ile) gerçekleşmiş olur."(Müslim, Büyû, 10).
Alıcı ve satıcı için üç gün muhayyerlik müddeti tanınmıştır. İmam-ı A'zama göre alışverişte muhayyerliği şart koşanlar üç gün içinde bu alışverişten cayma hakkına sahiptirler. Bu müddetin sona ermesinden sonra alışverişten cayma hakkı kalmaz.
Satıcı muhayyerliği şart koşmuşsa satılan mal onun mülkiyetinde kalır. Üç gün içinde bu mal alıcının elinde helâk olursa onu tazmin eder; yani bedelini satıcıya vermek zorundadır. Ancak alıcı muhayyerlik şartı ileri sürerse söz konusu mal satıcının mülkiyetinden çıkmıştır. Üç gün içinde alıcı vazgeçerse malı iade eder. Fakat bu üç gün içinde alıcının elindeki mal yok olursa, satış bedeli alıcı tarafından mal sahibine ödenir. Bu duruma göre muhayyerliği şart koşan taraf bu müddet içinde alışverişi bozabilir veya geçerli kılabilir.
Bir kimsenin, görmediği bir malı satın alması caizdir. Buna göre malı gördüğü zaman muhayyerlik hakkına sahip olur. Malı gördüğünde isterse kabullenir, isterse malı geri çevirir. Malın bedeli olarak önceden konuşulmuş olan fiyat geçerlidir. Alıcı bu fiyatı kabullenir. Malı görmeden aldığını ve razı olduğunu söylese bile, malı gördüğünde isterse geri verebilir.
Satıcı ise, kendisine ait olup da görmediği bir malı sattığında muhayyerlik hakkına sahip değildir. Yani sattıktan sonra malını görüp de pişman olursa, bu satıştan dönemez.
Satılan malların tümünün görülmesi şart değildir. Numûnesinin görülmesi yeterlidir. Ancak malın geri kalan kısmı numûnenin aynı olmalıdır. Buna göre malı görmeden satın alan kimsenin bu malı kabullenmesi veya geri vermesi hususunda muhayyerdir. Zîra aldanması söz konusu olabileceğinden dolayı bu muhayyerlik hakkı müşteriye verilmiştir.
Bir müşteri satın aldığı malı bir kusurunu görse, satın alıp almama konusunda muhayyerdir. İsterse bedeli karşılığında alır, isterse malı geri verir. Malın belirli bir özellikte olduğu söylenirse, o özellik bulunmayınca satış bozulabilir. Mesela, on beş kilo süt vermesi şartıyla satın alınan bir inek, daha az süt verirse, alıcı bu satışı bozabilir.
Malın değerini düşüren bir ayıp veya kusur olursa alıcı muhayyer olur. Alınan bir kumaşın defolu olması gibi. Ama müşteri bir maldaki kusuru görerek ve bilerek alırsa, bu durumda alıcının muhayyerliği olmaz. Ancak satın aldığı kumaşın değerini yükseltecek şekilde boyasa, dikse ve ondan sonra kusurunu görse bundan dolayı ortaya çıkan değer eksikliğini satıcıdan alma hakkına sahiptir. Satıcı böyle bir işlemden geçen malı satış bedeli ile geriye almak isterse bu hakka sahip değildir; malı artık geri alamaz.
Alışverişin Şartları
- Ticarette mübadele edilen malın kıymetli olması: Ticareti yapılan mal, kullanılması dinen caiz olan maldır; helal olan yiyecekler, giyecekler, çeşitli eşyalar gibi. Kullanılması haram olan eşyanın ticareti de haramdır. Peygamberimiz (asm) Mekke fethinde insanlara şöyle demiştir:
"Allah ve Resulü (asm) şarap (bütün alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putların satışını yasakladı." (Müslim, Müsakat, 13).
İnsanlara haram kılınan şeyler, gerçekten onlara zararlı olan şeylerdir. Haram olan malları satanlar insanlara kötülük yapmış olurlar. Dinimiz böyle malların ticaretini yasaklayarak insanların birbirine kötülük yapmalarını önlemiştir.
- Malın özellikleri belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması: Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
"Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alışverişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse, ticaretlerinin bereketi yok olur."(Müslim, Büyû, 11).
Çünkü böyle bir alışveriş, taraflardan birinin aldanması, zarara uğraması demektir. Bu ise dinde asla hoş görülmez. Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça belirtilmelidir. Ancak böyle satılırsa ticaret helal ve bereketli olur.
- Satılan malın mevcut olması: Mevcut olmayan bir malın satışı caiz değildir. Mevcut olmayan malın alıcıya teslimi mümkün olmayabilir. Bu takdirde alıcı mağdur olacaktır. Böyle bir mağduriyeti önlemek için İslâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan malların satışını uygun görmüştür.
Peygamberimiz (asm) meyveler meydana gelmeden, tomurcuk veya çağla halinde iken satışını yasaklamış, ancak dönmeye başladığı bir zamanda satışına izin vermiştir. (Müslim, Büyû, 13).
Çünkü, olgunlaşmasına kadar meyvelerde pek çok hasar ve hastalık meydana gelebilir. Bundan da alıcı büyük zarar görür. Diğer taraftan bu safhada meyvelerin miktarlarını tahmin de güçtür. Bütün bu sakıncalarından dolayı mevcut olmayan malın satışına izin verilmemiştir.
- Mal ve bedelin belirli olması: Alışveriş belirli bir malın belirli bir bedelle değiştirilmesidir. Mal veya bedelden biri belli olmazsa, bu ticaret meşrû değildir. Müşteri satılan malı görmeli, kontrol etmeli, gerekli incelemeleri yapabilmelidir. Satıcının da malı karşılığında alacağı şeyi; para ise miktarını başka bir mal ise, bunun ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Mesela, müşteri, "Cüzdanımdaki paraya bu malı bana sat." dese, satıcı da kabul etse böyle bir alışveriş caiz değildir. Bu tür alışverişlerde taraflardan biri için, mutlaka tehlike ve aldanma vardır. İslâm'dan önce geçerli olan bu tür alışverişleri Peygamberimiz (asm) yasaklamıştır.
Akit unsurlarından birinin meçhul olduğu bu tür alışverişlerin hepsine "garar" denir.
- Malın teslim alınması, (kabz): Satım akdinde, alıcının herhangi bir engelle karşılaşmaksızın, satın aldığı mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması demektir. Bu işlem, satılan malın teslim alınması ile gerçekleşir. Kabz sayılan işlemler, satılanın durumuna göre değişir. Mesela, ev veya arsanın teslimi; alıcının içine girmesi veya arsayı görecek şekilde yakınında durması yahut da evin kapı anahtarlarına sahip olması ile tamam olur. Menkul mallarda ise, satılanın fiilen teslim alınması veya alıcının tasarruf alanına sokulması ile meydana gelir. Ancak ölçü, tartı veya sayı ile satılan şeylerin kabzı; ölçerek, tartarak veya saymak suretiyle tamamının teslimi ile gerçekleşir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, V/244).
Menkûl malların kabzdan önce satışının caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Delîl Hz. Peygamber (asm)'in şu hadîsidir:
"Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadıkça) satmasın." (Buhârî, Büyû, 54, 55, Müslim, Büyû, 29-34, 34-36, 39, 41),
Hadîste zikredilen gıda maddesi örnek kâbilinden olup, diğer menkûl mallar da hadîs kapsamına girer. İslâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir. (el-Kâsânî Bedâyîu's-Sanâyi, V/234). Buradaki endişe; menkûl mallarda çokça karşılaşılan hasar veya bir ayıbın sirâyeti ve bu yüzden sonraki müşterinin aldanma tehlikesidir. Diğer bir tehlike de ilk müşterinin malı kabzedememesi ve kendi müşterisine teslim edememesidir.
Kabzdan önce satışın yüzyılımız ekonomisinde görülen zararlarından birisi de sun'î fiyat artışlarına neden olmasıdır. Şöyle ki:
Günümüzde, arz ve talep dengesi yüzünden, özellikle kontrollü arz sonucu üretici ile tüketici arasına, henüz mal piyasaya sürülmeden aylar önce, pekçok şahıs veya şirket girmektedir. Mesela, ana toptancı, üretici firmanın belki beş-altı ayda üretebileceği tüm malını daha üretilmeden kapatmakta; fakat henüz mal eline geçmeden, başka toptancılara, onlar da tüketiciye kâr paylarını ekleyerek satmaktadır. Mal son alıcıya, sanki bir kaç elden geçtikten sonra ulaşmaktadır. Fakat gerçekte, ilk toplama ile son muşteri arasında yer alan kişiler, kendi aralarındaki işleri hep evrak üzerinde yürütmekte ve satış bedeline her biri ayrı ayrı kâr eklemektedir. Mal, üretildiğinde son müşteriye doğrudan intikal etmektedir.
Piyasada akıcılık gibi görünen bu işler, gerçekte fiyatların sun'î olarak artışına, mal arzının kontrol altında tutulmasına, piyasaya kontrollü mal sürülmesine sebep olmaktadır. Kabzdan önce satış yasağı uygulanınca; ticaret muâmeleleri biraz ağırlık kazanacak, bunun yanında birtakım aracılar ortadan çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü nakliye, depo kirası, personel istihdamı vb. harcamalar, aracıları ve parazit şirketleri aradan çekilmeye zorlayacaktır. Böylece, piyasada rayiç fiyatın tabii olarak oluşması imkân dahiline girecektir.
Sonuç olarak, satın alınan bir malın kabz ve teslim alınmadan önce satış yolu açık bırakılırsa; bir ambarda depo edilmiş malın fiyatı, o mal daha yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaşa dolaşa sebepsiz yere yükseltilmiş olur. (Tecrîd-i Sarîh Terc. VI/447, 450, 451)
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, kabzdan önce satış yasağı, arsa ve arazi satışlarını kapsamına almaz. Çünkü menkûl malların tesliminde ortaya çıkabilecek güçlük ve riskler (garar) gayrimenkûllerde söz konusu değildir. Onun telef olma ihtimâli azdır. (Alî Haydar, Mecelle Şerhi, I/407, mad. 253).
Ticarette kâr sınırı: Ticarette maksat; insanlara hizmetle beraber, o işten bir kâr sağlamaktır. Yalnız bu kârın aşırı (ğabn-i fâhiş) olmaması gerekir. Genel olarak İslâm, ticarette belirli bir kâr haddi koymamıştır. Kâr oranı satılan malların cinsine, özelliklerine göre değişir; bazı mallarda düşük bir kâr haddi yeterlidir. Toptan satışlarda ve değeri yüksek olan mallarda olduğu gibi. Bazı mallarda ise bu oran normal tutulur. Bozulma ihtimâli olmayan mallar, perakende satışlar vs. gibi. Bazı mallarda da kâr oranı yüksek olur. Bozulma oranı fazla çeşitli riskleri mevcut olan mallar gibi.
Kâr oranı şartlara göre değişir. Fakat bu, her şeyden önce vicdan işidir. Çünkü Müslüman, kardeşini aldatmaz, ona ihanet etmez, onu kendisi gibi düşünür. Yani satacağı malı almak istediğinde, ona ihtiyacı olduğunda, kendisine kaça veya hangi şartlarda satılmasını istiyorsa, başkasına da öyle satar. İslâmiyet belirli bir kâr haddi koymamıştır derken, bundan, "hiç müdâhale edilemez" manası çıkarılamaz. Devlet lüzum gördüğünde malların cinsine göre belirli kâr hadleri (narh) koyar; buna uymayanları da cezalandırır.
Müslüman olarak alışverişlerde dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır:
- Ticaretle meşgul olan bir Müslümanın özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (asm) şarapla ilgili olarak,
"İçilmesini haram kılan Allah Teâlâ, satılmasını da haram kıldı."(Ebû Davud, Büyû, 64)
buyurarak, meseleyi gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Aynı şekilde mümin bir kasabın, Allah'ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hayvan boğazlarken kasden Allah'ın adı anılmazsa o et haram olur. Buna göre, bir Müslüman böyle bir eti satamaz. Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin de satışı İslâm'da yasaktır.
- Çalıntı olan malın satılması veya piyasaya sürülmesi de caiz değildir. Hz. Peygamber (asm)'in:
"Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa, onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur." (Beyhakî, Sünen, V/336).
buyurduğu bilinmektedir. Buna göre ticaretle uğraşan bir Müslümanın gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.
- İslâm toplumunda malların fiyatlarına sun'î olarak yapılan müdahaleler asla câiz değildir. Rasûlullah (asm):
"Pahalılığı arttırmak için fiyatlara müdahale eden kimseyi, kıyamet gününde büyük bir ateşin üzerinde oturtmayı Allah Teâlâ üzerine almıştır."(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/27)
buyurmaktadır. (Bu hususta geniş bilgi için bk. Narh ve İhtikâr maddeleri).
- İslam toplumunda karaborsa (ihtikar) haramdır. Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helaldir. Fakat, ticaretin gayesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslâm'ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Piyasada sun'î darlık meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna başvurması, günah sayılmıştır. Peygamberimiz (asm) karaborsacıyı şöyle tehdid eder.
"Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikar (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir." (İbn-i Mâce, Ticaret, 6).
- İhtikar dinen haramdır. Bazı müctehidler ihtikarın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifade vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacılığın sınırı içine girmektedir. Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikar değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
- Malı değerinin altında almak: Satıcının paraya çok ihtiyacı olur, müşteri de bunu hissederek malı gerçek değerinin çok altında bir fiyata almak isterse, bu da dinen doğru bir hareket değildir.
- Pazarlık etmek. Malın fiyatı; satıcı ile alıcının anlaşması sonucunda, yani pazarlıkla ortaya çıkar. Pazarlık yapmak helaldir. helal olmayan davranış, bir mala aşırı fiyat istemek veya değerinin çok altında fiyat vermektir. Alıcı ile satıcı pazarlık yaparken ikinci bir alıcının pazarlık yapması caiz değildir. Abdullah b. Ömer, pazarlık üzerine ikinci bir şahsın pazarlık yapmasını Peygamberimiz (asm)'in yasakladığını söyler. (el-Buhârî, Büyû, 58, üslim, Büyû, 14).
- Malı alma niyeti olmaksızın fiyatı artırmak veya kırmak, böylece üçüncü şahıslara zarar vermek, kapalı veya açık artırmalarda yapılan hîle ve gizli anlaşmalar da haramdır. Bütün bu davranışlara dinimizde "necş: aldatma" denir ve Peygamberimiz (asm) tarafından yasaklanmıştır. (el-Buhârî, Büyû, 64, Müslim, Büyû, 14).
- Alışverişte yemin etmek. Pazarlık esnasında yemin etmek caiz değildir. Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır. Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah'ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır. Hz. Peygamberimiz (asm) kıyamet günü Allah'ın, yüzlerine bakmayacağı üç gruptan birinin; "...malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini doğruladığı ve malını satın aldığı kimse, " olduğunu bildirmektedir. (el-Buhârî, Müsakat, 5; Müslim, İman, 46). Başka bir hadiste de Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:
"Ticarette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." (Müslim, Müsakat, 27).
- Ölçü ve tartının doğru olması, alışverişe ailenin karıştırılmaması.
İslâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği dürüst oluşudur. Alışverişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir.
Ayet-i Kerîme'de şöyle buyrulur:
"Azap olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler." (Mutaffifîn, 83/1-3). (Ayrıca bk. En'âm, 6/152; İsrâ 17/35; Şuarâ, 28/181-183).
Hz. Muhammed (asm) peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticaretle uğraşıyordu. Peygamber (asm) vahiy gereği, düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı.
42
Kurbağa yetiştirip satmak veya satanlarla ortak olarak kazanılan para helal midir, vebal altında kalır mıyım?
Yaratılışı bakımından iğrenç olan birtakım hayvanların etleri de haramdır, yenmez: Fare, yaban faresi, akrep, yılan, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, kara sinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire gibi böcekler.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Bununla beraber kurbağa etinin haram olduğu hükmünde ittifak yoktur, bazı müctehidlere göre asıl yaşama yeri su olan kurbağa eti helaldir. (Deliller ve kaynaklar için bk. Zuhayli, İslam Fıkhı, Zebaih bölümü)
İmam Azam Ebu Hanife'nin ictihadına göre, gayri müslimlerin ülkelerinde onların yediği, Müslümanlara haram olan nesneleri onlara satarak paralarını almak caizdir. (bk. İbnü`l-Humâm, Fethu`l-Kadir, 6/178; İbn Nuceym, el-Bahru`r-Râik, 6/147)
43
Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası (VOB) Haram mıdır?
Opsiyon, Latince bir terim olup tercih, seçim anlamına gelmektedir. Ekonomi dünyasında opsiyon sözleşmeleri herhangi bir varlığı belirli bir vadede ya da vadeye kadar belirli bir miktarda, belirli bir fiyattan alma ya da satma hakkı veren sözleşmelerdir.
Mesela; bir çiftçi tarlasındaki ürününü hasat zamanında (diyelim ki dört ay sonra) kilosunu en az ÜÇ TL'den satmak istiyor. Bugün belirli bir prim ödeme karşılığında dört ay sonra ürününü üç TL'den satım opsiyonu (tercihli satım belgesini) satın alır. Dört ay sonra piyasada o ürün üç TL'den daha düşük bir fiyat seviyesinde ise, ürününü üç TL'den satma hakkına sahip olur. Ancak eğer piyasada fiyat düzeyi daha yüksek ise, ürününü daha yüksek olan piyasa fiyatından piyasaya satar. Ve tabii ki, yaptığı bu tercihi (opsiyonu) için, daha önce ödediği primin maliyetine katlanır. Onu geri alamaz.
Açıkladığımız bu opsiyon anlaşmasıyla yapılan bir alışveriş dinen caiz değildir.
Hz. Peygamber (asm), "veresiye ile veresiyenin mübadelesini yasaklamıştır" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağir, 6/330. Hadis No: 9470. Hâkim'in Müstedrek'ine, Beyhâki'nin Sünen'ine atfen). Bu itibarla, mali mübadelelerde bedellerden en az birinin peşin olması, diğer bedelin de ödeme gününün tesbit edilmesi gerekir. Bedellerden her ikisinin de veresiye olması caiz olmaz. Bu hususta ulema icmâ etmiştir (görüş birliğine varmıştır).
Belirsizlik içeren işlemler ya da faizli işlem içeren alışverişler dinen caiz değildir. VOB'da da bu tür işlemlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple VOB caiz değildir.
44
Midye satmak caiz midir?
Yenmesi caiz olmayan bir şeyi Müslümanlara yedirmek haramdır. Bu açıdan Hanefi mezhebine göre midye satmak caiz olmaz.
Ancak cumhura (diğer üç mezhebe) göre midye dahil bütün deniz / su hayvanlarının yenmesi caizidir. (bk. el-Fıku’l-İslamî, III, 678-688; TDYV. İlmihal, II, 41).
Midye satan bir kimsenin, müşterilerinin midyeyi helal kabul eden mezheplerden birine mensup olduklarını düşünerek, onlara midye satması haram olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Midye yemek haram mıdır?
45
Kredi ile ev almak caiz midir?
Banka kredileri caiz değildir. Ancak finans kurumlarından (katılım bankalarından) kredi alabilirsiniz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ev yaptırmak için düşük faizli kredi almak caiz midir?
46
Fiş kesmeyerek vergi kaçırma ve kazancın haram olması hakkında bilgi verir misiniz?
Fiş kesmemek, vergi kaçırmaya sebep olacağından caiz değildir. Bu bakımdan alışverişlerimizde fiş almaya dikkat etmek gerekir. Fiş kesilmediği zaman alıcı mesul olmasa da satıcı vergi kaçırdığından dolayı mesul olur. Yaptığımız alışverişlerin fiyatından daha yüksek bir rakamla kesilen fişlerin alınması caizdir.
Vergi kamuyla ilgili olduğundan tüm toplumun hakkını ihlal söz konusudur.
Vergi vermek, kişinin topluma karşı sosyal bir görevidir. Bu nedenle vergi kaçırmak caiz değildir. Vergi kaçıran kişi üzerine kul hakkı geçirmiş olur.
Buna göre vergi kaçırma:
1) Bir iş yerini alırken fiyatını düşük göstererek vergi kaçırmak caiz değildir.
2) Bir dükkanı satın alırken, yapılan vergi kaçırmanın hükmü ile satarken vergi kaçırmanın hükmü aynıdır.
3) İşyeri sahibinin vergi kaçırmasından, o iş yerinde çalışan işçilerin herhangi bir sorumlulukları bulunmamaktadır.
4) Vergi kaçakçılığı yaptığı bilinen işyerinde çalışan işçilerin yapmış oldukları ibadetleri sahihtir.
Vergi kaçıran bir kimsenin diğer kazançları haram olmaz; kaçırdığı vergi miktarı haram olur.
47
Yahudilerin mallarını satın almak, onlarla alışveriş yapmak helal midir?
Gayri müslimlerle alışveriş yapmak ve onların mallarını kullanmak caizdir. Yeter ki İslam dininin haram kıldığı şeylerden olmasın. İnternet üzerinden yayınlanan firmaların Yahudilere destek verip vermediğini bilmiyoruz. Bu nedenle kesin olarak bunlara karşı tavır almak doğru değildir.
Ancak eğer bu firmalar yahudilere destek verdiklerini açıklıyorsa, durum değişir. Bir silah veya malın Müslümanların aleyhine kullanılacağı kesin ise onun imalatında ya da alım satımında bulunmak helal olmaz. "Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir." kuralına göre sorumlu olur.
Bu açıdan Müslümanların aleyhine kullanıldığı kesin olarak bilinen bir malı almak veya satmak da kişiyi sorumlu eder. Müslümanların bu konuya dikkat etmeleri gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Vereceğimiz paranın, İsrail ordusunca Müslümanlara karşı kurşun olarak döndüğünü düşünerek coca-cola ve pepsi almıyoruz. Alırsak tüm bunlardan mesuliyet derecemiz nedir?
48
Banka fonlarına yatırım yapmak caiz midir? Finans (katılım) bankalarının verdiği kâr payları caiz midir?
Önce, yatırım fonunun ne olduğu ve bu fonların gelirinin nasıl elde edildiği konusunda kısa bilgiler aktarmamız gerekiyor:
"Portföy, geniş anlamıyla bir kişinin ya da kuruluşun sahip olduğu varlıkların tümünü ifade eder. Dar anlamıyla portföy ise, sermaye piyasası araçları ve kıymetli madenlerden oluşan varlık grubudur."
"Yatırım fonları, halktan topladıkları paralar karşılığı, hisse senedi, tahvil gibi sermaye piyasası araçlarından ve kıymetli madenlerden oluşan portföyleri yönetirler. Her bir yatırımcı, fonun sahip olduğu portföyün bir kısmını temsil eden katılma belgesini alarak fona ortak olurlar."
"Fon yatırımınızdan, şu üç yoldan para kazanabilirsiniz: İlk olarak fon sahip olduğu menkul kıymetlerden kâr payı, faiz olarak menkul kıymetlerden gelir elde eder. Fon elde ettiği bütün gelirini fon portföy değerine yansıtır. Fonun sahip olduğu menkul kıymetlerin fiyatı artabilir. Eğer fon fiyatı yükselen bu menkul kıymeti satarsa sermaye kazanç elde eder. Fon elde ettiği bu sermaye kazancını veya zararını fon portföy değerine yansıtır."
Yukarıdaki açıklamalar da gösteriyor ki yatırım fonlarının gelirleri içinde faiz de vardır ve önemli bir yer tutmaktadır. İslam dünyasında ve Batı'da çalışan, faize ve harama bulaşmayan yatırım fonları da vardır; ama Türkiye'deki yatırım fonlarının çoğu faizden arındırılmış değildir. Bu sebeple bankaların yatırım fonlarına katılarak buradan gelir elde etmek caiz değildir.
Ancak, katılım bankalarında olduğu gibi faizden ve diğer haram unsurlardan arındırılmış fonların alınması haram olmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Özel finans kurumlarına para yatırmak ve buralardan kredi kullanmak caiz midir? Finans kurumları (faizsiz banka) ile bankalar arasındaki fark nedir?..
49
Vakıf mallarını almak ya da satmak caiz mi? Vakıf malı olduğu söylenen (ama resmiyette geçmemiş) bir yerin alım satımı dinen uygun olur mu?
Vakıf, kelimenin karekterinden de anlaşılacağı üzere, yararlanılabilen bir malı kişinin mülkiyetinden çıkarıp, belli bir hayır için ayırması, sabitleştirmesi yani habs ve vakfetmesi (durdurması) demektir.
Islâm'da ilk vakıf sayılan Hz. Ömer (ra)'in vakfı: "Satılmamak, hibe edilmemek, varis olunmamak... üzere..." denilerek vakfedilmiştir. (Sevkânî, VI/20) O halde vakıfta esas olan ebediliktir yani, satılmaması ve değiştirilememesidir. Buna dayanarak fıkıhçılarımız şartnamesinde satma sözü edilmeyen vakıfların zaruret olmadıkça asla satılamayacağı kanaatindedirler. Çünkü vakfedenlerin şartnameye koydukları meşrû şartlar, amel, mefhum ve delalet bakımından, şâriin (şeriat koyucunun) nassı gibidir. Daha açık bir ifade ile vakfın mesrû şartnamesi, bağlayıcılık açısından Kur'ân-ı Kerim gibidir; uyulması gerekir. (Bilmen, IV/266, 339, 345, 351; Ömer Hilmi,17)
Sahih ve lâzım bir vakfın şartlarını, vakfeden bile değiştiremez, tahsis edemez. Çünkü vakıf artık onun mülkiyetinden çıkmıştır. (Ö. Hilmi, 47; Bilmen, IV/352) Ancak şartnameye değiştirme şartı koymuşsa değiştirebilir. (Bilmen, IV/353) Bu yetki şartnamede mütevelliye de verilebilir ve o takdirde onlar da değiştirebilirler. (Ö. Hilmi, 47; Bilmen, IV/354) Ancak şartname mutlaksa bir defa değiştirebilirler, "devamlı" kaydı konulmuşsa, devamlı değiştirilebilirler. (Bilmen, IV/354)
Vakfın satılmasına gelince: Satılıp, bedeliyle bir başka mal olarak onu diğerinin yerine koymaya, yani vakıf yapmaya "istibdâl" denir. Vakfın şartlarını vakfeden (vâkif) dahi değiştiremeyeceği için, şartnamede satabilme şartı yoksa kendisi dahi satamaz. (Bilmen, IV/352) Ancak "satabilmek" ten maksat, satıp parasıyla yerine başkasını almaktır. Yoksa vakfın, yerine başkasını almamak üzere satılması caiz olmayacağından meselâ, vakfeden kendi ya da mütevellinin satabilmesi şartıyla vakıf yaparsa vakıf batıl olur. Çünkü bu, vakfın sona ermesi demektir. (Hilal er-Rây, 88-89-91) Halbuki, vakıfta ebedîlik şarttır. (Bilmen, IV/312); Vakıfin en efdali en devamlı, en faydalı ve en çok ihtiyaç duyulanıdır (Bilmen, IV/ 300)
Ama şartnameye, satıp, başkasıyla değiştirme şartı koyarsa bu caizdir. (Hilâl er-Rây, 91) Ancak bunun caiz olabilmesi de, şartnamede bulunmanın yanında, satın alınanın, değerde, satılandan aşağı olmamasına bağlıdır. Daha düşük değerde olursa caiz olmaz. (Ömier Hilmi,115; Bilmen, IV/ 355) Keza, şartnamede istibdâl yetkisi zikredilse, ama ne ile istibdâl edileceği zikredilmese mütevelli onu ancak değeri birinciden az olmayan bir akar ile istibdâl edebilir.(Ömer Hilmi, l15; Bilmen, IV/356; Hatemi, 78)
Vakfın gabn-i fahişle (normal insanların düşmeyeceği bir aldanma ile) satılması halinde satış geçersizdir, vakıf devam eder. (Hilâl er-Ra'y, 93)
Vakfıyede mütevellinin vakfı satabilmeleri şartı olsa -şartnameyi değiştirmede olduğu gibi- bir defa satabilirler. Bedel olarak aldıklarını tekrar satamazlar. (Hilâl er-Ra'y, 95) "Devamlı" kaydı olursa satabilirler. (Bilmen, IV/356)
Vakfeden, birisine (mütevelliye) vakfı satma yetkisini vekalet olarak verse, vakfeden ölünce vekalet düşer. Öldükten sonrası için de izin vermişse satabilir. (Hilâr er-Ra'y, 98)
Şartnamede vakfın para (nukûd) ile istibdaline izin olsa yine satılabilir. Alınan bedel, meşru bir yolla çalıştırılmak ve kârı tayin edilen yöne harcanmak üzere vakıf olarak kalır. (Bilmen, IV/356) Ancak bu mes'ele tartışmalı bir mesele olagelmiştir. Günümüzün enflasyonist şartlarında daha da nazıktir. Olsa olsa (Allah'u a'lem) değerini koruyabilecek bir para birimi ya da altın, ölçü alınarak olabilir. Şartnamede istibdal yetkisi yoksa vakıf istibdal edilemez (satılıp, yerine bedeli vakıf yapılamaz).
Ancak vakıf, şartnamede belirtilen gayesini gerçekleştiremez hale gelir ya da, yıkılır harap olursa veya geliri, masraflarını karşılamaz olursa -günümüz için- ilim ve amel ehli bir alimin uygun görmesiyle satılabilir. Ancak satışta emsaline göre fâhiş fiyat farkı bulunmaması gerekir. (Bilmen, IV/ 355)
Vakfın satılmadan, değişik gaye ile kullanılmasına "tağyir" denir. Meselâ bir evi bostan veya dersane, bir hanı hamam yapma gibi. Şartnamede mütevelli için vakfın tağyiri yetkisi konulmuşsa yapabilirler, konulmamışsa yapamazlar. (a.g.e)
İlave bilgi için tıklayınız:
VAKIF...
50
İçki ticareti yapmak haram mıdır, delili nedir? Alkol ticareti ile ilgili ahdis veya ayeti kerimeler var mı, dinimiz bu konuya nasıl bakıyor?
İslâm dini, cemiyette yaygın halde bulunan birtakım kötü haslet ve alışkanlıkların bir anda kaldırılması yolunu tercih etmemiş, bunun yerine asgarî seviyeden başlayıp muhatabı belli bir istikamette tekâmüle sevk eden bir metodla hareket etmiştir. Meselâ faiz yasağı, İslâm'ın en son hükümlerinden birisidir. İnsanlar Kur'ân'ın metoduyla belli bir merhaleye ulaştıktan sonra ticarî hayattaki bu yara tedavi edilmiştir. Tedricîlik esas alınmıştır. İşte, yasaklanırken tedrice riayet edilen hususlardan birisi de içkidir. İçki birdenbire yasaklanmamış; belirli aralıklarla peşi peşine inen üç âyetin akabinde mü'minler o yasağa iyice hazırlandıktan sonra men edilmiştir. Öyle ki, Müslümanlar içkinin haram kılındığım duyar duymaz, yanlarında bulunan bütün şarap küplerini ters çevirmiş, sokağa dökmüşlerdir.1
İçkinin sadece içilmesi yasaklanmakla kalınmamış, alınıp satılması, yani ticareti de haram kılınmıştır. Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadislerinde içkiye on yönden lanet edildiğini belirtmiş ve şöyle buyurmuştur :
«İçkiye on yönden lanet edilmiştir: İçkinin kendisine, onu imâl edene, imâl etmek isteyene, satıcısına, müşterisine, taşıyanına, taşıttıranına, kazancını yiyene, içene ve içirene.»2
İçkili lokanta, kulüp ve benzeri yerleri işleten kimse, lanete müstehak olan sınıfların bazısına girmektedir. Çünkü içkiyi satan ve kazancını yiyen durumundadır. Bu itibarla, böyle bir kazanç yolunu tasvip etmek mümkün değildir.
Bu hususta Müslüman bir ülke ile Müslüman olmayan bir ülke arasında fark yoktur. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin gayri müslim bir beldede gayri müslimlere içki satışı yapılabileceğine dair bir fetvası varsa da, talebesi İmam Ebu Yusuf, bir Müslümanın gayri müslim bir beldede de olsa içki satamayacağını açıklıyor ve şöyle diyor:
«Bir Müslüman nerede olursa olsun, İslâmiyetin hükümlerini kabul etmiş demektir. Ona aykırı bir şey yapamaz.»3
Fetva da buna göredir. Bir Müslüman nerede olursa olsun, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi alıp satamaz. Nitekim bu hüküm Şafiî mezhebine göre de böyledir. Haram olan bir şey dünyanın her yerinde haramdır.
Dipnotlar:
1. Müslim, Musâkat: 67.
2. İbni Mâce, Eşribe : 6.
3. İbni Âbidin, Beddü'l-Muhtar, 3 :247.
(Mehmed PAKSU, Helal - Haram)
İÇKİ SATIŞIYLA İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER:
1. Râvi, Cabir:
Mekke'nin fethedildiği sene Hz. Peygamber (sav)'i Mekke'de işittim, şöyle buyuruyordu:
"Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı." Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın Resulü ölmüş hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz, zira onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür, kandiller aydınlatılır." dendi. Cevaben:
"O (nun satışı) haramdır." buyurdu ve ilave etti: "Allah Yahudilerin canını alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler." [Buhari, Büyu 112, Meğazi 50; Müslim, Müsakat 71, (1581); Ebu Davud, Büyu 66, (3486); Tirmizi, Büyu 61, (1297); Nesai, Büyu' 93, (7, 309-310); İbnu Mace, Ticarat 11, (2167)]
2. Râvi, el-Muğire: Resulullah (sav) buyurdu ki:
"Kim içki satarsa, hınzır kasaplığı da yapsın." [Ebu Davud, Büyu 66, (3489)]
3. Ravi, Hz. İbni Ömer (r.anhüma):
"Veyl o beni İsraile ki, kendilerine iç yağı haram edildiğini halde onu alıp, satıp bedelini yiyorlar. İşte bunun gibi size de içki bedeli haramdır." (Ramuzu'l-Ehadis)
4. Ebû Hureyre (r.a)'den, Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz Allah (c.c), şarabı ve karşılığında alınan parayı, ölü hayvanı ve karşılığında alınan parayı, domuzu ve karşılığında alınan parayı haram kılmıştır." (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/30)
51
İnternetten oyun indirmek caiz midir? Korsan cd veya kitapları almak kul hakkına giriyor mu?
Ticaret kastı olmaksızın bir tane indirmek dinen haram değildir. Ancak kanunlarına göre yasaklanmışsa kanunlara uymak gerekir. Bu sebebten tavsiye etmiyoruz.
Korsan cd. veya ktapları almak haram değildir. Ancak dolaylı da olsa ilk sahibine zararı olacağından tavsiye etmiyoruz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Ticaret kastı olmaksızın cd, vcd ve benzerini kopyalamak neden caiz görülüyor? Biz korsan cd almakla bunun ticaretini yapanlara destek olup suçlarına ortak olmuyor muyuz? Sonra program veya filmi hazırlayanların emeğine saygızılık etmiyor muyuz? | Sorularla İslamiyet
52
İslam dinine göre, vergi vermenin ve fatura kesmenin hükmü nedir?
Fiş kesmemek, vergi kaçırmaya sebep olacağından caiz değildir. Bu bakımdan alışverişlerimizde fiş almaya dikkat etmek gerekir. Fiş kesilmediği zaman alıcı mesul olmasa da satıcı vergi kaçırdığından dolayı mesul olur.
Yaptığımız alışverişlerin fiyatından daha yüksek bir rakamla kesilen fişlerin alınması caizdir.
Vergi, kamuyla ilgili olduğundan tüm toplumun hakkını ihlal söz konusudur. Vergi vermek, kişinin topluma karşı sosyal bir görevidir. Bu nedenle vergi kaçırmak caiz değildir. Vergi kaçıran kişi üzerine kul hakkı geçirmiş olur. Buna göre; vergi kaçırma:
1) Bir iş yerini alırken fiyatını düşük göstererek vergi kaçırmak caiz değildir.
2) İşyeri sahibinin vergi kaçırmasından, o iş yerinde çalışan işçilerin her hangi bir sorumlulukları bulunmamaktadır.
3) Vergi kaçakçılığı yaptığı bilinen işyerinde çalışan işçilerin yapmış oldukları ibadetleri sahihtir.
4) Vergi kaçıran bir kimsenin diğer kazançları haram olmaz. Kaçırdığı vergi miktarı haram olur.
53
Borç alınan parayı iade ederken (öderken) enflasyon farkı verilir mi?
Borç para ödeneceği zaman, enflasyon farkından dolayı düşen değer miktarını ödemek caizdir. Düşük de olsa faizli bir muameleye girmek caiz değildir. Şimdilik muamele faiz sayıldığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre, hüküm değişmez. Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebu Yusuf’a göre durum değişir.
Mesela, bir kimse bir milyon liralık parayı bir seneliğine faizle bir buçuk milyona verirse, faizli olduğundan haramdır. Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında bir buçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon mukabilinde bir buçuk milyon alması caizdir. Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için, kendisine itibar edilen değere göre muamele görür. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/320-321)
Fıkıhçılar, enflasyon altındaki farkın caiz olduğunu söylüyorlar. Örneğin on altın 10.000 TL karşılığı iken, bir arkadaşınıza 10.000 TL borç verdiniz. Bir sene sonra 10.000 TL'niz geri geldi, ancak değer kaybından dolayı sadece sekiz altın alabiliyor. Siz iki altın farkını alsanız faiz olur mu? Bu soruya İmamı Azam “Bilmiyorum!..” demiş. Bazı fıkıhçılar ise "Caizdir." demiş. Çünkü zarara uğramak söz konusudur. (bk. Mecmuatu Resâil İbn Abidin 2/60)
54
Bazı memur ve işçiler sıhhatli günlerinde bile hasta raporu alıp şahsî işleriyle meşgul oluyorlar. Bunların çalışmadıkları günün ücretini hak ettiklerini söylemek mümkün müdür?
Belli bir para karşılığında çalışan işçi veya memur, sıhhati yerinde olduğu hâlde şahsî işleriyle meşgul olmak için hasta raporu alıp çalışmazsa, çalışmadığı günlerin ücretini hak etmiş olamaz. Bu karşılıksız bir talep olur.
Bundan anlaşılan odur ki, memur ve işçiler sahte hasta raporu alarak işlerinden uzak kalmamalı, bir mazereti varsa, mazeret izni almayı tercih etmelidirler.
Hasta olmayan işçi, memur, hasta raporu alınca çalışmadığı günlerin karşılığını almaya nasıl hak kazanamazsa, hasta olmayana hasta raporu veren doktor da sorumluluktan kendini kurtaramaz.
Süleymaniye Camii’nin baş imamı merhum Sadık Efendi, namaza erişemediği zamanlarda kendi yerine namazı kıldıranı öğrenince, hemen elini cebine sokup belli miktar çıkardığı parayı uzatarak şöyle dermiş:
"Evlâdım, kıldırdığın namaza tekabül eden para işte bu kadardır. Bunu al, kıldırmadığım namazın parasını almış olmak gibi bir haksızlıktan beni kurtar, yahut da hakkını helâl et!.."
İmamın kıldırmadığı namazın karşılığını almaktan korkması, işçinin, memurun özürsüz olarak çalışmadığı günün ücretini almaktan korkması gibidir...
55
Esnafın, müşterinin kredi kartıyla yaptığı alışverişlerin bedelini, bankadan peşin, ama eksik alması caiz midir?
Kredi kartı ile satış yapan işyeri, satılan malın bedelini bankadan müşterinin ödeme tarihinde alabilir. Bu tarihten önce kırdırmak suretiyle eksik alması faiz olacağından; caiz değildir. (Diyanet İşleri Başkanlığı)
Bu konuyu genel olarak çek ve senet kırdırmaya benzetiyorlar. Bu nedenle çek ve senet kırdımayla ilgili durumu anlatarak cevap vermek istiyoruz. Satıcı veya mal sahibi peşin paraya ihtiyaç duyunca elindeki çeki, senedi ödeme günü gelmeden götürüp bir bankada peşin paraya çeviriyor. Yani banka çek ve senetteki paranın bir miktarını kesiyor, gerisini peşin olarak kendisine ödüyor, böylece eksik de olsa eline peşin para geçiyormuş. İleride ödenecek senet ve çekin parasını peşin olarak ödeyenden eksik alıyor, kalan parayı da ödeyen adama vermiş oluyor. Bu durumda, peşin para ödeyene vermiş olduğu bu para neyin karşılığı oluyor? Elbette aldığı peşin paranın faizini teşkil ediyor. Biz buna:
– Bu, faizle borç almaktır, desek daha da açıklayıcı olur sanıyorum. Bu insan, çek ve senedi verdiği kimseye demiş oluyor ki:
– Günü gelince bu çek, senetle fazlasını alacaksın. Öyle ise şimdi bana peşin olarak şu kadarını ver, kalan şu kadarı da bana verdiğin paranın faizi olarak sen al. Olayın özü budur. Faiz verip borç almak.
İşte kredi kartıyla taksitli alışveriş yapan kimse, zamanı gelmeden bu parayı almak istiyor. Bu duurmda bir kısmını bankaya bırakarak kalanını alıyor. Bu da caiz olmuyor. Bu açıdan çek ve senet kırdırmaya benziyor.
Burada caiz olan ikinci şık var, karıştırılan bu olsa gerektir. Onu da şöyle ifade edebiliriz:
– Şayet çek ve senedin asıl sahibi, borcunu günü gelmeden ödemek isterse, alacaklı alacağından dilediği kadar indirim yapabilir. Bunda mahzur söz konusu değildir. Çünkü bu olay alacaklı ile verecekli arasında ikili bir anlaşmadır. Burada çek senet kıran üçüncü şahıs yoktur. Alacaklı borçluya indirim yapıyor, borçlu da gününden önce ödemede bulunuyor. Acilen ihtiyacı olan peşin parayı böyle temin ediyor. Bu, faiz değil, caiz oluyor.
Bu konuda “İslami Ölçülerle Ticaret Rehberi” kitabında Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN Hocaefendi şöyle diyor:
– Eğer (çek ve senedi veren) asıl borçlu, vadesinden önce borcunu erken ödemek isterse, bu mümkün ve caizdir. Alacaklı bu erken ödemeden dolayı bir miktar indirim de yapabilir!. Çünkü bir alacağın tamamını bile almama ve borçluya bağışlama hakkına sahip olan alacaklının, bunun bir bölümünü almama hakkının bulunduğunda şüphe yoktur!”
– “Ancak, çek ve senedin bedelini üçüncü bir kişi veya bir banka, vadesinden önce öder ve alacaklı, çek bedelinde indirim yapmış olursa, bu zimmet borcu olan bir alacağı (deyni) miktarı farklı başka bir deynle veresiye mübadele etmek olur ki, aradaki fark “faiz” olur!”
– “Günümüzde senet kırdırma daha çok üçüncü kişiler tarafından yapılmaktadır.” (bk. s.169)
Bu konunun diğer caiz olan ve olmayan cihetlerini de şöyle ifade edebiliriz.
Şayet, verdiği çek ve senedin günü geldiği halde borçlu ödeyememişse, vadeyi biraz daha uzatıp borca biraz daha zam yapmak da faiz olur. Ancak, ödeyemeyen bu borçluya biraz daha mühlet vermek için, ödeme tarihinden itibaren borcu altın fiyatına çevirip, ödeyeceği güne kadarki enflasyon farkını almak caiz olur. Böylece borçlu biraz daha zaman kazanır, alacaklı da maruz kalacağı enflasyonist ziyandan bir ölçüde korunmuş olur. İki taraf da zihnen rahat edebilirler.
56
Vadeli altın almak caiz mi?
Kâğıt para semen ve para olmakla beraber, altın ve gümüş hükmünde olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Şafiî mezhebine mensup bir çok âlime göre, biri peşin diğeri vadeli olmak üzere kâğıt paranın altın veya gümüş ile satılması caizdir. Hanefi mezhebine göre ise ihtilaflıdır.
Ulemânın bir kısmı "Altın ve gümüş hükmünde olduğundan altın, kâğıt para ile satılırsa her ikisi peşin olması gerekir. Altın peşin, kâğıt para vadeli olursa caiz değildir. Altın ve gümüş birbiriyle satıldığı gib.i" diyorlar.
Diğer ulemâya göre: Kâğıt para, altın ve gümüş hükmünde olmadığından altın, vâde ile satılırsa caizdir.(İbn-i Abidin, IV/184)
Demek "altını vâde ile satmak caizdir," diyenler olduğu için onlara göre hareket edilebilir. Altını vadeli satmak caizdir diyenlere göre, altını kredi kartıyla satmak da caiz olur.
(Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/360)
57
Taksitle araba almak caiz midir? Peşin fiyat ile taksitli fiyat arasındaki fark faize girer mi?
Faizli kredi kullanmadan, vadeli yapılan alışverişler helaldir. Buna göre peşin fiyatı 10.000 euro olan bir arabayı taksitli olarak 15.000 euroya almak caizdir.
Vadeli alışveriş faiz değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Vade farkı ile alım satım yapmak caiz midir?
58
Vergi kaçırmak haram mıdır, kul hakkına girer mi? Bu durumda orada çalışan tüm elemanlar da bu suça ortak olur mu?
Vergi vermek, kişinin topluma karşı sosyal bir görevidir. Bu nedenle vergi kaçırmak caiz değildir. Vergi kaçıran kişi üzerine kul hakkı geçirmiş olur. Buna göre;
1) Bir şeyi alırken fiyatını düşük göstererek vergi kaçırmak caiz değildir.
2) Bir şeyi satın alırken yapılan vergi kaçırmanın hükmü ile satarken vergi kaçırmanın hükmü aynıdır.
3) İş yeri sahibinin vergi kaçırmasından, o iş yerinde çalışan işçilerin herhangi bir sorumlulukları bulunmamaktadır.
4) Vergi kaçakçılığı yaptığı bilinen iş yerinde, çalışan işçilerin yapmış oldukları ibadetleri sahihtir.
59
Çek, senet vb. ticari senetleri (kağıtları) kırdırmak caiz midir?
Günümüzde Müslümanların faiz karşısında ve faizli muamelelerde çok hassas olmaları, bu hususta en küçük bir kapıyı dahi aralamamaları gerekmektedir. Çünkü, alışveriş piyasası ve ticarî münasebetler öyle bir hal almıştır ki, kişiyi adeta faize bulaşması için zorlamakta, başka türlü işinin görülemeyeceği zannını vermektedir.
İşte bu çeşit durumlar karşısında, imanlı hayatına zarar gelmemesi için mü’minin uyanık ve akıllı davranması kaçınılmaz olmuştur.
Fakat bugün yaşanan iktisadî durum ve prensipler, ticaret erbabını dolaylı yollardan da faiz müesseseleriyle yüz yüze getirmektedir. Bu da çek alıp verme, borç tahsili, havale göndermek gibi hususlarda olabilmektedir. Şu halde, tahsil günü gelmeyen çeki ve senedi kırdırmak, yani üzerindeki değerden eksiğine satmak, doğrudan faize girmek olacağından, meşru olduğundan söz edilemez. Fakat çek veya senet tahsilinde başka bir yol olmadığından veya çok güç olacağından, normal muamele masraflarını vererek iş yapmak insanı faize sokmaz. Çünkü burada, parayı bekletip faiz almak gibi bir durum söz konusu değildir.
Havaleler için de aynı şeyler söylenebilir. Müşterinin veya borçlunun gönderdiği para banka havalesiyle geldiği zaman ne müşteri, ne de mal sahibi herhangi bir şekilde faize bulaşmış olmamaktadır. Zaten gelen havale gününde bildirilmekte, mal sahibi de gidip parasını almaktadır.
Bununla birlikte, hesap açmadan bu çeşit işleri yapmak en güzelidir. Cüz’î bir miktar hesap açmadan ticarî işler yürümüyorsa, tahakkuk eden faizi de bankada bırakmak olacağından, az da olsa destek olmak demektir. Bankada para bırakmamak en mâkulüdür.
60
Amway ve Herba Lief ile uğraşmak caiz midir?
Bir malın içeriğinde haram bir şey yoksa alım satımı caizdir, varsa caiz olmaz. Bu açıdan Amway işiyle uğraşmaya hemen haram veya helal demek doğru olmaz. Eğer içeriğinde, domuz yağı, alkol gibi haram maddeler yoksa caiz olur.
Ürünün içeriği caiz olması kadar satış sistemi de caiz olmalıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Network Marketing, Ağ Pazarlama gibi sistemler hangi hallerde caiz olmaktan çıkar?
61
Ev veya dükkan, haram iş yapan kişiye kiraya verilir mi?
Meselenin maslah'at-i âmme ve insan iradesine ve hürriyetine saygı gibi iki önemli yönü vardır. Ebu Hanife tek başına kaldığı bu konuda daha çok hür iradeye, ama bir yönüyle de maslahata ağırlık veriyor gibidir. Ona göre:
Bir Müslüman arabasını ve hayvanını kilise tamiri için zimmîye (Hristiyan ve Yahudi azınlığa) kiraya verebilir, kendisi ücretle çalışabilir, bunu ona içki taşımak için de yapabilir. Çünkü bu durumda yapacağı işin bizzat kendisi ma'siyet değildir. Meselâ taşımaya ücret almak günah değildir. Bu, günaha da sebep de değildir. Günah, içenin ihtiyarı ile oluşur. Zira taşımak bazan dökmek ya da sirke yapmak için de olabilir. Ama şarap için üzümü sıkmanın bizzat kendisi haramdır.
Yine İmam Azam'a göre, halkının çoğu zimmî olan bölgelerde Müslümanın binasını kilise olarak ya da içki satılmak üzere kiraya vermesi de caizdir. Çünkü icare (kiralama akdi) evin menfaati üzerine yapılmıştır: Böyle olduğundandır ki, sırf teslimle ücret gerekli olur. Bunda bir masiyet yoktur. Ma'siyet yani günah kiralayanın fiilindedir ve o da kendi fiilinde ihtiyar sahibidir. Ama halkının çoğu Müslüman olan bölgede bunlar caiz değildir. Çünkü böyle olan yerlerde zimmilerin kilise bina etmelerine, açıktan içki satmalarına imkân verilmez: Binasını bankaya kiraya vermek de içki satışına kiraya vermek gibidir.(Vehbe, s.581-582)
İbn Kudâme, İmam Azam'ın bu görüşünü naklederken, "Halkının çoğu zimmî olan bölge yerine, kırsal kesimi zikreder ve kırsal kesimde caiz olup da diğer yerlerde olmayacağının izahında Ebu Hanife'nin arkadaşları da anlaşamamıştır" der ve bu meyanda havra ve kumarhaneyi de zikreder.(Ibn Kudâme, El-Mugriî, V/552)
İmam-ı Azam'ın bu görüşünün Hanefi usûlüne yansımasına bakılırsa, bu konuda "kırsal kesim ya da halkının çoğu zimmî olan bölge" diye bir ayırım yapmak bile zordur. Çünkü bunun usüldeki dayanağı şu esastır:
Sebeple hüküm arasındaki illet, ihtiyarı bir fiil olursa, bu sebep hakiki sebeptir ve hüküm, yani fiilin sonucu ona nisbet edilmez, hükümle sebep arasındaki illete nisbet edilir. Bu yüzden meselâ, hırsıza çalacağı malın yerini gösterenden o mal tazmin edilmez. [bk. Menâfiu'd-Dekâik, 270; Mir'ât (İzmirî kenarında), IV/406-407)
Burada "tazmin" bir hükümdür; illeti hırsızlık, sebebi ise malın yerinin gösterilmesidir. Hükme, yani tazmine gerekçe olan hırsızlık tamamen en muhtar birisinin fiili olduğundan hüküm sebebe, yani malın yerini göstermeye nisbet edilemez.
Diğer iki imamımıza ve üç büyük imama göre binasını kilise, havra, içki dükkanı, kumarhane (banka) vb. işler yapmak isteyene kiraya vermesi caiz değildir.(Ibn Kudâme, EI-Mugni, V/552) Çünkü bu, ma'siyete yardımdır. Allah Rasûlü (asm) de içki konusunda on kişiye lânet etmiştir, biri de taşıyıcısıdır.(bk. Ebu Davûd, Esribe 2; Müsned, I/316) Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşü kıyasa, Imameynin ki istihsana dayanır. Bu türden çoğu yerde itimad istihsanadır.
Görüldüğü gibi dükkânını veya evini haramda kullanan birine kiraya vermek İmam Azam'ın dışındaki cumhûra (fıkıhçı çoğunluğuna) göre mutlak anlamda caiz değildir.
62
Mal edinme ve para hırsı konusunda bilgi verir misiniz?
Peygamberimiz (asm) alacak verecek konularının yazılmasını, imza altına alınmasını tavsiye etmiştir. Ortaklar kardeş dahi olsalar, tüm hesapları yazıp ona göre hareket etmelidirler. Kul hakkına riayet etmek temel ölçü olmalıdır. Aksi halde illaki bir sorun çıkar. Sorun çıkmaması için tüm işlemlerin resmiyete dökülmesi gerekir.
Dinimizin bu konudaki uyarılarını dikkate almak gerekir. Mal hırsı ile kul hakkına girmenin zararlarından bahsetmek ve bu durumdaki insanları, daha insaflı davranmaları gerektiği yönünde uyarmak gerekir. Şu hadîs-i şerîfi akıldan çıkarılmamalıdır:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi maldır.” (Tirmizî, Zühd 26)
Zîrâ ticâretteki para kazanma ihtirâsı, nefsin zebûnu olduğu korkunç handikaplardan biridir. Muhteris kimse, bir testiye benzer; karnı dolsa da ağzı kapanmaz. Halbuki bir testiye deryâlar boşaltmaya kalksan, istiâbından fazla ne alabilir? Yine muhteris, bir ocak, soba veya mangal gibidir ki, ona odun ve kömür gibi yakacaklar yığıldıkça, işbâ hâline gelip sönmez; bilakis alev ve harâreti artar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, muhteris insanı şöyle ifade buyurur:
“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Ademoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116)
Bu düşkünlüğü dolayısıyla insanoğlunun ticarette yaptığı hile ve düzenbazlıkların haddi hesabı yoktur. Bu yüzden nice kavimler batmıştır. Yine de bu dünyâ akıllanmayan nice gaflet yolcularıyla doludur. Sınırsız zenginlikleri dolayısıyla infak, zekat ve muhtelif hayr u hasenat ile fakir, garip, kimsesiz, dul, yetim ve muhtaçları gözetecekleri yerde onların haklarını bir vampir iştahıyla gaspedenler tarih boyu hiç eksik olmamıştır...
Dînin mevzûu rûhtur. Bedense, rûha yüktür. Dîn, bedene seâdet ve rahatlık getirmek dâvâsında değildir. Bilâkis rûhu bedene hâkim kılmak dâvâsındadır. Ticaret, bir merhaleden sonra hırslarımıza gem vurmak olmalı ki, haddi aşıp dünyâ ve âhiret bedbahtı olmayalım... Tüccar vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet bünyesinde huzur aramak bir hayal olur...
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar gelecek ümmetlere ibret olması için Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halklarının helâkinin, ticaret ahlâklarının son derecede bozulmuş olması sebebiyle olduğunu bildirmektedir. Onun için ticârette sahtekârlık yapılıp harâm yenmesi, zayıfların ezilmesi, bir kavmin helâkine sebeb olacak kadar ağır bir cürümdür. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Altın ve gümüş paranın, kibir ve gurur taşıyan elbisenin kulu olan helak olsun!.. Çıkar düşkünü (muhteris) kişiye (dilediği) verilirse memnun olur, verilmez ise razı olmaz (ilâhî taksim ve takdire isyan eder).” (Buhârî, Rikak,10; Cihad, 70; İbn Mâce, Zühd, 8.)
Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, bir kimse methedildiği zaman, methedene, üç şeyi yani:
“Hiç sen onunla komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?” diye sordu.
Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:
“Zannedersem, sen onun câmîde Kur’ân okurken başını salladığını gördün!” dedi.
Adamın da:
“Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm öyle idi.” ifâdesi üzerine Ömer -radıyallâhü anh-:
“O zaman medihte bulunma! Zîrâ ihlâs, kulun boynunda değildir.” buyurdu.
Burada Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-’in verdiği ölçü, zâhire aldanmamak, kişinin fiiline ve beşerî münâsebetlerine göre kanâat sâhibi olmak îcâb ettiğidir. Menfaatinden imtihân verip geçer not almamış olanın tezkiyesinin tehlikesine işârettir.
Görüldüğü gibi ticâret, ferdin iç dünyâsını dışarıya yansıtır. Yâni ferdin iç âlemi nasılsa ticareti de öyledir. Onun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Allâh, sizin namazlarınıza, oruçlarınıza değil, para münâsebetlerinize bakar.”
Aldatanlara gelince, onlar şu hadîs-i şerîfte anlatılanlara muhataptırlar. Rasûlullah’ın -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allâh onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap da vardır.”
ifadelerini üç defa tekrarladığını işiten Ebû Zerr -radıyallâhü anh-: “Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar, kimlerdir onlar yâ Rasûlallah!” diye sordu. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Elbisesini (kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, verdiğini başa kakan ve yalan yeminle malını pazarlayan!” buyurdu. (Müslim, Îmân, 171)
İslâm, ticâret ile ilgili kâidelerini, asıl onun kazanılma ve sarf edilme faâliyetlerinde gösterir: Kur’ân-ı Kerîm, iki tarafın kalb hoşnutluğu ile cereyan etmesi gereken ticârî faâliyetin dışındaki muâmeleleri, harâm saymakta ve: “Aralarınızda bâtıl yoluyla mallarınızı yemeyin!..” buyurmaktadır. Âyet-i kerîmenin tamamı şöyledir:
“Ey iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve harâm yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin! Ve kendinizi öldürmeyin! Allâh size karşı pek merhametlidir.” (Nisâ, 4/29)
“Nefislerinizi öldürmeyiniz!” ifâdesi, mühim ince bir mânâ ihtivâ eder. Burada, rûhî hayâtı mahvedip cehennem ehli olmaktan sakındıran bir îkâz vardır. Diğer taraftan kavga ve cinâyetlerin bir kısmının da, haksız yere mal yeme ve kazanma ihtirâsına dayandığı hakîkatine dikkat çekilir. Bu tehlikelerden korunmak ise, İslâm’ın tâyin ettiği ticâret kâideleri içinde kalmakla olur. Bilhassa faizden kaçınmak, bu hususta en önemli mes’eledir. Hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Doğru tâcir, kıyâmet günü Arş’ın gölgesindedir.”
“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4)
“Ey Amr, sâlih kişi için sâlih mal ne güzeldir!” (Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202)
hakîkatini yaşamakta ve helâl ile harâm hususunda takvâ ölçüleriyle hareket etmekteydi. Çünkü helâl ve harama dikkat, bizlere emanet edilen malın temizliği ve âhırette hesâbının verilebilmesi açısından en zarûrî bir mecburiyettir.
Helâl lokma için ticarete haram karıştırmama hususunun ehemmiyet ve bereketini merhum pederim Mûsâ Efendi şu hâdise ile anlatırdı:
“Müslüman olmuş ermeni bir komşumuz vardı. Birgün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:
"Acıbadem'de tarla komşum Rebî Molla'nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle Müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:
"Buyurun, bu süt sizin!" dedi. Şaşırdım:
"Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!" dedim. O hassas zarif insan:
"Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izalesi) bitene kadar sütünü size getireceğim...” dedi.Ben:
“Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:
“Yok yok öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülat devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.
İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:
“Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum.»”
Bu güzelliklerin yanında hadîs-i şerîfte buyurulan:
“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
şeklindeki gafletlerin de yaşanması, ne kadar hazîn durumlardır.
Oysa dînin koyduğu kâidelerin ihlâlinden doğan cezâlar, ferdî olduğu ve çoğu âhirete âid bulunduğu halde harâm mal edinmekten doğan belâ onun kazanılmasında bir dahli olmayan gelecek nesillere de şâmildir. Üstelik insanlardan bunun acısı, âhirete kalmayıp mutlaka çıkar. Halk, bu nükteyi sezerek onu:
"Dedesi koruk yemiş, torununun dişi kamaşmış!"
şeklinde darb-ı mesel hâline getirmiştir. Haram servetten miras alanların ekseriyâ doğru yolda yürüyemediği bir gerçektir. Çünkü parada bir sır vardır; o, geldiği yoldan gider. Geldiği yol harâm olan bir mirasçıyı o mal, arkasına takarak kötü yollara sürükler. Böyle bir mal yılana benzer. Yılan nasıl çıktığı delikten girerse, malın sarf mahalli de kazancın vasfına bağlıdır.
Îmân ve takvâ istikametinde kullanılmayan bir malın fıska ve küfre müncer olacağı âyet-i kerîmede Mûsâ -aleyhisselâm-’ın dilinden ne güzel ifade buyurulur:
"Mûsâ: 'Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünyâ hayatında mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan şaşırmaları için mi? Rabbimiz! Mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar can yakıcı azâbı görmedikçe inanmazlar...' dedi." (Yûnus, 10/88)
Ne gariptir ki, kimileri, dürüst ticaret yapınca kazancın hâsıl olamayacağı yönünde temâyüller göstermektedir. Bunlar, bir gaflet lakırdısı, hakîkat körlüğü ve ilâhî taksimat programını inkârdır. Bu hataya düşenlere göre malını defalarca Allâh ve Rasûlü (asm) yolunda sıfırlayan ve hiçbir zaman dürüst ticaretten ayrılmayan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhü anh-’ın ashabın en fakirleri arasında yer alması gerekirdi. Ancak tarihen de sabittir ki, o devamlı sahâbenin en zenginlerinden olmuştur. Kaç defa Allâh ve Rasûlü (asm) için her şeyini infâk etmesine rağmen, nice ilâhî bereketlere nâiliyetle tekrar servet ve mal sahibi olmuştur.
Bu itibarla bizler, malı meşrû yollardan kazanmakla mükellefiz ve meşrû yerlere sarfetmeye de mecbûruz. Ârif bir tüccâr, dünyâ ticâretini devâm ettirirken daha büyük olan âhiret kazancını ihmâl etmeyecek, ebedî seâdeti düşünüp ilâhî yoldan ayrılmayacaktır. Aşağıdaki âyet-i kerîme, böylelerinin kalbî hayâtını ne güzel aksettirir:
“(Öyle hakîkî er kişiler vardır ki) onlar, ne ticâret ne de alışverişin, kendilerini zikrullahdan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr, 24/37)
Bu şekilde ticâret ehli olanlar, bir başka âyet-i kerîmede buyurulan “ticâreten len- tebûr” (aslâ zarara uğramayan bir kazanç) sırrını yaşayanlar, yâni gerçek ticâretten nasîb alanlardır. Nitekim gerçek ticâreti, Allah Teâlâ şöyle ifâde buyurur:
“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allâh için) gizli ve âşikâr sarfedenler, aslâ zarâra uğramayacak bir kazanç (ticârten len-tebûr) umabilirler. Çünkü Allâh, onların mükâfatlarını tam öder ve lutfundan onlara fazlasını verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır, 35/29-30)
Cenâb-ı Hakk, bizleri bu âyet-i kerîmelerin sırrı içinde yaşatsın! Gönül gözü ile ilâhî kitabı okuyabilmeyi, mi’râca yükseltecek bir huşû ile yapılabilen secdeleri, helâlinden kazanıp isrâf etmeden harcamayı ve verdiği nîmetleri yolunda infâk etmeyi nasîb buyursun!
Yâ Rabbî! Ticaret ehli kardeşlerimizi, hadîs-i şerîfte buyurulan “elinden, dilinden mü’minlerin istifade ettiği” kullarından eyleyip, vatan ve milletimiz için hayırlı kimseler eyle!.. Her iki cihanda da rahmet ve berekete vesile olacak amel-i sâlihlere müyesser kıl! (Amin)
İlave bilgi için tıklayınız:
- MÜŞÂREKE (Ortaklık)...
(Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Ticaret Ahlâkı, 179. SAYI, 2001 Ocak.)
63
Özel emeklilik / hayat sigortası caiz midir?
Bireysel emeklilik sistemleri, kâr payı özelliğini taşıyor ve faiz olarak değil de ortaklık olarak veya kârdan pay olarak kabul ediliyorsa, bunda bir mahzur yoktur. Fakat bireysel emeklilik, tamamıyla faiz olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, bir kimse faiz almak gayesiyle parasını devlete veya başkasına verir, sonra ilaveli olarak alırsa, malûm olduğu gibi faiz sayılır. Faiz alan kişiler ise mesuldür.
Birikimli hayat sigortası ve bireysel emeklilik sisteminde (BES); katılımcı fertlerin, en az on yıl olmak üzere, umumiyetle otuz-otuz beş yıllık periyotlarla ödedikleri primler çeşitli fonlarda değerlendirilir. Buna karşılık, belli süreyi dolduran (en az yirmi beş yıl) üyelere maaş bağlanır. Kamu sosyal güvenlik kuruluşlarında olduğu gibi, sağlık hizmeti vs gibi sosyal yardımlar söz konusu değildir.
İştirakçilerden alınan primlerle sermayeleşen fonlar, bu parayı çoğunlukla yerli-yabancı faizli enstrümanlarda değerlendirir. Üyelerden giriş aidatı, yönetim gideri adı altında oldukça yüksek meblağlar tahsil edilir. Bu şirketlerin muazzam kârlara ve cesâmete ulaşması, en az üyelerini düşündükleri kadar kendilerini de kolladıklarının kanıtı olsa gerektir. Uluslararası finans kapital deyimiyle anılan dev fonların önemli bölümü emeklilik fonlarından meydana gelir.
Bu açıklamalarımız ışığında, faiz konusunda hassas bir Müslümanın özel emeklilik şirketlerinden uzak durması, bizce normal bir davranıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Özel emeklilik, bireyesel emeklilik sitemleri caiz midir? ...
64
Katılım bankalarında çalışmak caiz midir?
Katılım bankaları denilen finans kurumlarında çalışmak caizdir. Finans kurumlarının çalışmak sistemleri faizsizdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Finans kurumları ile bankalar arasındaki fark nedir?
65
Bir müminden borç para aldım. Bana dar günümde yaptığı bu iyilikten dolayı kendisine bir iyilikte bulunmak istedim. Ancak. "Ödünç verilen şeyin getirdiği menfaat faizdir, alamam." diyerek bu iyiliğimi kabul etmedi. Bu konuda ne dersiniz?
Evet, öyledir. Peygamberimiz
"Ödüncün getirdiği menfaat faizdir."
buyurmuş, elinde imkânı olanların olmayanlara verdikleri bu ödünçleriyle karşılıksız sadaka vermiş gibi sevap alacaklarına dikkati çekmiştir.
Öyle ise, müminler ödünç vermekle elde ettikleri bu büyük sevabı yeterli bulmalı, borç verdiği kimseden menfaat elde etmeyi asla düşünmemelidir.
Ancak, borç veren hiçbir şart koşmadığı, hiçbir imâ ve işarette bulunmadığı hâlde, borç alan onun bu iyiliğine karşı bir hediye ile mukabele ederse bunu almak câizdir, faiz olmaz. Bilakis bundan, yapılan iyiliğin takdirinde olmak gibi bir mânâ anlaşılır. Bu ise müminler arasında sevgi ve saygının devamına sebep olur, yardımlaşmanın her zaman yapılmasına vesile teşkil eder. Yeter ki borç alınırken, yahut verilirken böyle bir menfaat düşünülmesin, sadece Allah rızası kâfi bir kazanç olarak görülmüş olunsun.
66
Zengin olma arzusu hakkında dinimizin tavsiyeleri nelerdir? Bir Müslümanın, ben çok zengin olmalıyım, diye bir hedefi olabilir mi?
İslamiyete hizmet etmek için zengin olmak istenebilir. Ancak nefsin desisesine kapılıp hırs göstermemek gerekir. Zengin olacağım diye bir lokma dahi haram yemek en büyük fakirliktir.
Zenginlik bazı dinî sorumlulukları gerektirir; zekât, hacc, kurban, sadaka, hayır-hasenât gibi. Bu tür ibadetlere ve insanlara yardıma vesile olacağı için helal olsa da gereği yerine getirilmeyen zenginlikler ise yerilmiştir.
Diğer taraftan İslâm sadece dünya malına dayanan, geçici ve yok olucu olan mal zenginliğini değil, belki bundan daha çok, gönül ve davranış zenginliğini (takva ve güzel ahlak) tavsiye etmiştir. İmtihan için insanları farklı yapı ve kabiliyetlerde yaratan, onlara farklı nimetler veren Allah Teâlâ, servetin sadece zenginler arasında dolaşan dar bir mülkiyet haline gelmemesini, tabana yayılmasını (el-Haşr, 59/7) tavsiye etmiş, bunu temin için de zenginlere zekât, sadaka yardım gibi şeyleri emretmiştir. Bu tedbirler, zenginlerle fakirler arasındaki maddi ve manevi farklılıkların azalmasını, yardımlaşma ve insanların birbirine yaklaşmasını ve böylece sağlam bir toplum yapısının oluşmasını sağlar.
Dinî vecibeleri yerine getirse de zenginler, kazandıklar malı lüks ve israf içinde, başkalarını kıskandıracak bir şekilde harcayamazlar. Kazanmada olduğu gibi harcamada da meşruiyet çizgisinden ayrılmamak gerekir. Her nimetin şükrü kendi cinsiyle olacağından, zenginliğin şükrü, muhtaçlara yardım etmek suretiyle yerine getirilir. Diğer taraftan iddihar, yani mal ve paraların bloke edilmesi ve üretim, ticaret, harcama vb. ile ekonomiye sokulmaması da dinen doğru değildir. Allah, çalışıp kazanan, kazancını verimli ve hayırlı yerlerde harcayan kullarını sever. Zenginlik hem yatırımlara yöneltilerek yeni iş sahaları açılmasına hem de infak edilmek suretiyle sosyal mutluluk ve refahın artmasına, böylece şükrün yerine getirilmesine vesile olmalıdır.
(Ş. İslam Ans., Zenginlik Md.)
Allah Teâlâ insanların dünya hayatının süs ve cazibesine aldanarak ahireti unutmaması için, Kur'an-ı Kerîm'de dünya hayatının geçiciliği ve değersizliğini vurgulamış, âhiret hayatının tercih edilmesi gereken bir gerçek olduğunu anlatmıştır:
"Dünya dirliği eğlenceden, oyuncaktan ibarettir. Âhiret hayatı hakiki hayattır. Bilselerdi (âhireti tercih ederlerdi)" (Ankebût, 29/64).
Kur'ân-ı Kerim insanın tama' ettiği nimetleri sıralayarak bunların âhiret hayatı açısından asıl gaye olmadığını anlatmaktadır:
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, kantarla altın ve gümüşler, nişanlı atlar, davarlar, ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. İşte bunlar dünya hayatında istifade edilecek şeylerdir. Asıl barınılacak yer Allah nezdindedir." (Âli İmrân, 3/14).
Bu âyetler dünya nimetlerini kıyasla değersizliğini anlatması açısından sonsuz ve sürekli olan âhiret nimetlerine insanı teşvik etmektedir. Bu aşıdan insanın manevî faziletlere teşvik edilmesi dünya nimetlerine karşı insan nefsindeki istekleri törpüleyecektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) âhiret hayatının merkeziyetini, temel gaye ve hedef olduğunu; dünya hayatının âhirete göre düzenlenmesinin gerekliliğini şöyle anlatmaktadır:
"Allah'ım hayat ancak âhiret hayatıdır." (Buharî, Rikâk, 1; Cihâd, 33, 110; Müslim, Zekât, 109; Nesâî, Zekât, 80).
Hz. Peygamber (asm) dünya malları karşısındaki tavrını şöyle belirtmiştir:
"Eğer benim Uhud dağı kadar altınım bulunsa, borç için sakladığımdan başka, ondan yanımda bir dirheminin üç gece kalmaması beni sevindirir." (Buhârî, Temenna', 2; Rıkâk, 14; Müslim, Zekât, 31, 32; İbn Mâce, Zühd, 8).
Hz. Peygamber (asm) hayatını kifaf ve kanaat prensibine uygun olarak düzenlemiştir (Ahmed b. Hanbel, VI / 19). Kanaat az çalışmak, tembellik etmek anlamında değerlendirilmemiştir. Kanaat, Allah Teâlâ'nın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b. Ebi Vakkâs oğluna şöyle nasihat etmiştir:
"Oğlum! zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü, kanaatı olmayanı servet zengin etmez."
Bu nasihatten de anlaşılabileceği gibi kanaat ruhî ve ahlâki bir vasıftır.
Kanaat, bazen kişinin yaptığı amellerde orta yolu takip etmek anlamında da olabilir. Nitekim, Abdullah b. Amr- b. el-As, Hz. Peygamber (asm)'in yanına gelmiş, namaz ve oruç hakkında tavsiye istemiştir. Hz. Peygamber (asm)'in az şeyler tavsiyesine rağmen, daha fazla yapmaya gücü yeteceğini söyleyen Abdullah b. Amr, zayıflayıp ihtiyarlayınca hayıflanıp şöyle demiştir: "Keşke Hz. Peygamber (s.a.s)'in bana emrettiği şekilde ibadet etmeye kanaat ederek razı olsaydım." (Ahmed b. Hanbel, II / 200).
Kaanaatin bitmez tükenmez bir hazine olduğunu, belirten Hz. Peygamber (asm) hep şöyle dua ederdi:
"Ya Rab, verdiğin rızıkla beni kanaatkâr kıl ve rızkı benim için mübarek eyle." (Keşfü'l-Hafâ, II / 151).
Hz. Peygamber (asm) kanaatı ve kanaatın neticesini şu veciz ifadeleriyle özetlemiştir:
"Kanaatkâr ol ki, insanların Allah'a en çok şükredeni olasın." (İbn Mâce, Zühd, 24).
(Ş. İslam Ans., Kanaat Md.)
İlave bilgi ler için tıklayınız:
FELÂKET GETİREN ZENGİNLİK
Fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceğine dair hadisi açıklar mısınız?
İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?
67
Devletin verdiği teşvik ve destek kredilerini almak caiz midir?
Devletin verdiği teşvik kredileri konusunda iki farklı görüş vardır:
1) Bir kısım İslam alimleri, ülke ekonomisinin gelişmesine katkı amacıyla verilen bu tür kredilerin –faizinin reel pozitif olmaması ve meşru alanlarda, şartlarına uygun biçimde kullanılması kaydıyla- alınabileceği kanaatindedir Bu görüşün sahipleri özellikle, dini duyarlılığı olan kişilerin de bu imkandan yararlanmalarına ve ülke ekonomisinde etkin bir rol üstlenmelerine engel olunmaması gerektiği düşüncesinden hareket etmektedirler.
2) Diğer bir kısım İslam alimleri ise ya devletin kamuya ait bir imkanı bu şekilde kullandırmasına olumlu bakmadıkları veya bu uygulamayı riba/faiz çerçevesi dışında görmedikleri için ya da her iki mülahaza ile bu tür kredilerin alınmasının caiz olmayacağı kanaatindedir.
Konuyla ilgili Diyanet İşleri Başkanlığının açıklaması ise şöyledir:
İslamî hükümlere göre faiz, alım satım veya karz (ödünç verme) akitlerinde "karşılığı olmayan, şarta bağlı fazlalık" demektir. Aynı cinsten iki şeyin biri diğerinden fazla olarak değişimi ile gerçekleşir. Dolayısıyla sözünü ettiğiniz işlemde, faiz söz konusudur.
İslam dinine göre faizin her çeşidi haramdır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz alıp vermek caiz değildir.
Ancak devletin yatırımları teşvik etmek ve kalkınmayı sağlamak amacıyla vatandaşlarına verdiği "düşük faizli" kredileri bazı şartlarla almak bu genel hükmün dışında tutulmuştur.
Buna göre;
a) "Devletin, bazı bölgelerin kalkınmasını sağlaması ve ekonomik geri kalmışlıktan kurtulması için özel projeler uygulayarak tarımı, hayvancılığı ve sanayii geliştirmek üzere sosyal amaçlı kredi sistemleri uygulamasının, finansman piyasasında görülen reel faizle verilen kredi işlemleriyle eşit tutulmayacağı,
b) Bölgenin ihtiyacının karşılanması için devletin belirli fondan kredi vermesi ve ilgili vatandaşların da bunu öngörülen şartlara uygun olarak alıp, yalnızca belirtilen işlerde kullanması şartıyla caiz olacağı, bu kredileri başka alanlarda, amacının dışında kullanıp rant sağlamanın ise, devlet malına ve toplumun hukukuna tecavüz olacağından dolayı caiz olmayacağı,
c) Binaenaleyh, devletin özel olarak uyguladığı söz konusu projeler ile ilgili kredinin amacına uygun olarak kullanılması halinde bunun, devletin vatandaşına verdiği bir borç; vatandaşın ödediği fazlalıkların ise, akit zamanındaki paranın alım gücünü kaybetmesinin -kısmen- karşılığı veya bu işlemlerle ilgili müteferrik ve idarî masraflar karşılığı olarak değerlendirilmesinin mümkün olacağı düşünülmektedir."
Sonuç olarak denilebilir ki, küçük ve orta büyüklükteki işletmeler için devletin vereceği kredi, yukarıdaki ölçü ve amaca uygun olarak veriliyor, faiz oranı da yıllık olarak tespit edilen enflasyon oranından düşük tutuluyorsa, söz konusu krediden yararlanmak caizdir.
68
Ölçüde ve tartıda hile yapmak hakkında bilgi verir misiniz?
Bir toplumda sosyal adaletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu temin etmek için iki şart vardır.
Biri bizzat ölçeği tam yapmak; eksik, fazla veya yanlış alet kullanmamaktır.
İkincisi de tam ve doğru alıp tartmaktır. Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adâlet anlayışı, din ve vicdan meselesidir.
Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Vicdanlardan hak ve adâlet fikrini kaldırdığınız zaman, doğru aletle ölçerken bile yanlışlık yapmaktan çekinmezler. İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda doğru ve dürüst olma duygusundan yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün değildir.
Bunun için önce vicdanları düzeltmek, sonra da ölçü ve tartı aletlerini ıslah etmek gerekir. Bu da vicdanlara Allah korkusu ve ahiret inancını yerleştirmekle olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, doğru dürüst hareket etmemek büyük günahtır.
Kur'an-ı Kerim'de, ticaret erbabı ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır:
"Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler." (Mutaffifin, 83/1-3).
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ticarette kâr oranı ve ticaret ahlakı hakkında bilgi...
69
Fon alım satımı caiz midir?
Cevap 1:
Senet hangi tesise veya tesislere aitse, geliri de o tesisin geliri olmalıdır; çünkü kâr ortağı, senette yazılı tesisin (köprü, baraj, fabrika...) ortağıdır. Gelir bir başka şeye (dövize, altına, işletmeye) bağlı ve endeksli olamaz; olursa caiz olmaz. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
Cevap 2:
Bildiğimiz kadarıyla, özel finans kurumları faizden kaçınıyorlar. Muamelelerinde kâr-zarar ortaklığını esas alıyorlar. Bu kurumlar, muamelelerin dine aykırı olup olmadığını öğrenmek için de işi bilen hocaların danışmanlığından istifade ediyorlar.
Eğer kâr garantisi verirlerse, tabii ki bu yanlış olur. Ancak, tahminî olarak kârın bu kadar olabileceğini söylemek farklı bir şeydir. Çünkü onlar da ticaret yapıyorlar. Günümüzde, ekonomik muameleler bilimsel olarak, varılacak hedefi az-çok belli bir güzergâhta yürümektedir. Bu sebeple suistimaller olmadığı sürece zararlar pek olmaz. Onlar da bu tahminler doğrultusunda bir şeyler söylüyorsa, bu onların önceki tecrübelerinden kaynaklanabilir. Yok eğer gerçekte faiz muamelelerini gizliyorlarsa, veballerini çekeceklerdir.
Bu sebeple -bizzat faizle iştigal ettiklerini görmedikçe- onların beyanlarına güvenmekte bir sakınca yoktur. Bu gibi hususları;
“Biz insanları dışarıdan gördüğümüz durumlarıyla değerlendiririz, görmediğimiz taraflarını ise Allah’a havale ederiz.”
diyen Hz. Ömer (ra)’in adalet terazisiyle tartmalıyız.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bankaların altın hesabına veya altın fonuna para yatırmak caiz midir?
70
TOKİ ve KİPTAŞ'tan ev almak caiz midir?
Bankadan faizli kredi çekmek caiz değildir. Faiz oranı ister az olsun ister fazla olsun, bu şekilde KİPTAŞ'ın sizin adınıza bankalardan kredi çekmesi caiz değildir.
Ancak KİPTAŞ bankalarla değil de finans kurumlarıyla anlaşır ise finans kurumları faiz anlaşması yapmadığı için finans kurumları vasıtasıyla ev alabilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur.
Bunun için KİPTAŞ ile görüşerek kullanmanız gereken krediyi finans kurumları vasıtasıyla alırsanız problem kalmaz. Çünkü finans kurumları evi KİPTAŞ'tan alacak ve size kârıyla taksitli olarak satacak; bu da faiz kapsamına girmiyor.
İslâm'da, faiz kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. Tarım ve hayvancılıkta kullanmak, iş kurmak veya genişletmek; ev, araba, vb. satın almak üzere özel kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de böyledir.
Zaruret ise, kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu bireylerin sağlık ve güvenlik içinde yaşamalarını sağlayan vazgeçilmezlerdir. Dolayısıyla kişi, kira vb. bir yolla da olsa oturmak için ev bulabildiği sürece faizli kredi alması caiz olmaz. Kişinin memur olup olmaması sonucu değiştirmez.
Herhangi bir şahıs ya da kurum, satın aldığı bir malı, üzerine vade farkını da koyarak veresiye olarak satabilir. Böyle bir işlemde dinen bir sakınca bulunmamaktadır.
Toplu Konut İdaresince satışa sunulan evleri satın alabilirsiniz. Burada söz konusu olan taksitli satış olduğundan, bu evlerin satın alınmasında dinimizce bir sakıncası yoktur. Şöyle ki;
Devlet peşin olarak ev alabilecek maddi imkânlara sahip olmayan kişilere kolaylık olsun diye ev yapıp taksitle satmaktadır. Devlet bu kimselerden belli oranda peşinat alıyor, geriye kalanını ise önceden belirlediği bir zamana yayıyor. Bu arada alacağı paranın değerinde enflasyon sebebiyle bir düşüş söz konusu olursa, onu da alacağı paraya ilave ediyor. Şayet paranın değerinde bir düşüş olmazsa, önceden belirlenen taksitin dışında fazla para almıyor. Bu uygulamanın faizle bir ilgisi yoktur. Burada yapılan ilave yalnızca enflasyon sebebiyle oluşan kayıptır. Faiz ise, akitlerde şart koşulmuş bulunan karşılıksız fazlalığın adıdır.
71
Finans kurumlarının (katılım bankaları) kredi kartı ile bankaların kredi kartları arasındaki fark nedir?
Faiz bir akittir. Bankalar gecikme durumunda yapılan akite göre gecikme cezası değil, faiz üzerinden anlaşma yapıyorlar. Finans kurumları ise faiz anlaşması yapmıyor; gecikme cezası uyguluyor. Gecikme cezası kurumun zarara uğramasını önlemek için caizdir.
İlave belge için tıklayınız:
Kredi kartı kullanmak caiz mi? Finans kurumlarının kredi kartlarının ödemesinin gecikmesi durumunda aldıkları fark faize girer mi?
72
Kuyumculuk ve kasaplık yapmanın sakıncası var mıdır?
- Evvela şunu belirtelim ki, bütün esnaflık ve sanatkarlık gibi kuyumculuk ve kasaplık da sosyal hayatın olmazsa olmazlarındandır. Hz. Peygamber (asm)'in saadet devrinde de bu iki meslek vardı. Ayrıca bu iki mesleğin yasaklandığına dair herhangi bir ayet ve hadis de söz konusu değildir.
- Bu sebeple, bu iki mesleğin bazı alimler tarafından hoş görülmemesi, işin takva boyutuna eklenen bazı şüphelerdir.
Buna göre, kuyumculuk, faize bulaşma ihtimali ve gramajlarında sahtecilik yapma kolaylığı olan bir meslek olduğu için, bazı alimler bundan dolayı bu mesleğin mevcut risklerine dikkat çekmek için onu mekruh görmüşlerdir.
Keza, kalbin kasavetine sebep olacağı gerekçesiyle kasaplık mesleğini de kerih gören alimler olmuştur. (krş. el-insaf fi’l-fıkhı’l-Hanbelî)
- Bazı alimlere göre, insanların ihtiyaç duyduğu bütün sanatlar, meslekler, farz-ı kifayedir. Hiç kimse bunu yapmadığı zaman herkes günahkâr olur. Ayrıca, haram olmayan bütün meslekler, ibaha/cevaz/yapıp yapmamada eşittir. (bk. el-Mevsuatu’l-Kuveytiye-Kuveyt,1404-1427, 2/72-73)
- Bununla beraber, bazıları -farz-ı kifayeyi yerine getirecek şekilde- daha aşağı mertebede sayılan bazı sanat ve meslekleri icra ediyorsa, kişinin, elinden gelen daha güzel sanatları tercih etmesi daha güzeldir. Belki adamına göre mekruh da olabilir. (bk. el-Mevsuatu’l-Kuveytiye, a.y.)
73
Siftah açmak hakkında bilgi verir misiniz? Halk arasında, sabah siftah yaptığımızda parayı yere atmak sakala sürmek hurafe mi yoksa dinimizde böyle birşey var mı?
Çoluk çocuğunun rızkı için çarşı pazarda veya kendi iş yerinde çalışan insanlar, günün ilk saatlerinde kazandıklarına "siftah" diyorlar. Bu ilk kazançları, o gün çoluk cocuğun rızkını kazandıkları anlamına geldiği için, esnaf arasında kullanılmaktadır. İyi niyetle yapılmış bir uygulamadır. Bazılar siftah yapınca, yani günün ilk satışını yapınca "Siftah sizden, bereket Allah'tan." derler...
Tarihte bir çarşı içinde ilk alış verişini yapanlar, ikinci bir müşteri geldiğinde, "Ben siftahımı yaptım, şu arkadaş hiç satış yapamadı, ondan alış veriş yapınız." diyerek, onların rızıklarını kazanmları noktasında yardımcı olurlardı. Bu açıdan bir sakıncası yoktur.
Ancak bu alınan parayı yüze göze sürmek uygun değildir. Böyle bir uygulamanın dini bir dayanağı yoktur.
74
Taklit, yani çakma denilen malların satışı caiz midir?
Marka sahibinin izni olmadan, o markanın ismi kullanılarak taklitlerini satmak kul hakkına girer; dinen de caiz değildir.
75
İnternet oyunlarında puan satmak caiz midir?
İslam, haram içermeyen spor, oyun ve eğlence çeşitlerini helal kılmıştır. Ancak bunların kumar aracı yapılmasını yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap (içki) ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91)
Diğer bir ayette ise:
"İnsan için ancak çalıştığı vardır." (Necm, 53/39)
buyrularak Müslümanın kazancının şansa ve tesadüfe bağlı olmayıp, çabasının ve alın terinin ürünü olması gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu itibarla, taraflardan birine menfaat sağlayan her türlü bahis, Kur'an-ı Kerim'in yasakladığı kumar kapsamına girmektedir.
Dinimizde piyango, spor-toto ve loto gibi her türlü şans oyunlarından çıkan para haramdır. Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçları vasıtasıyla yapılan ödüllü yarışma programlarına ve internet üzerinden oynanan oyunlara gelince; bunlardan kazanılan ödülün haram ya da helal oluşu, içerisinde şans barındırıp barındırmamasına, insanları tembelliğe, hayale, lükse özendirip özendirmemesine ve yarışmaya katılımcı olabilmek için, bilet satın alma, sabit telefon ücreti ödeme vb. bir yolla mali bir karşılık ödenip ödenmemesine bağlıdır.
Buna göre, içerisinde şans barındıran, insanları tembelliğe, hayale ve lükse özendiren ve yarışmaya katılımcı olabilmek için, bilet satın alma, sabit telefon ücreti ödeme veya oyun için para ödeme vb. bir yolla mali bir karşılık ödeme zorunluluğu getiren yarışmalara katılmak caiz olmadığı gibi, böyle bir yarışmadan kazanılan ödüller de helal değildir.
Böye bir oyuna katılan kişinin söz konusu oyunu bir başka oyuncuya para karşılığı satmasının ve o parayı kullanmasının hükmü de aynıdır. Bu tür bir kazancın sevap beklemeksizin, fakirlere veya hayır kurumlarına verilerek elden çıkarılması gerekir.
76
Alkollü içecek satan bir mağazada çalışmaktayım, kazancım helal midir? Bu içkiyi alanların günahına ortak olur muyum?
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber (asm) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
İçki reyonunda çalışmak caiz değildir. Ancak diğer helal olan malların satıldığı reyonlarda çalışabilirsiniz. Bütün reyonlardan sorumlu iseniz kazancınızın tamamı haram olmaz bir kısmı haram bir kısmı helal olur.
Günaha sebep olan günaha katıkısı nisbetinde sorumlu olur; bizzat içmiş gibi günah almaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
İçkili yerlerde çalışan adamlar (iş imkanı bir tek orada bulduysa) çalışsa doğru olur mu?
77
Leasing / finansal kiralama caiz midir? Leasing, bankayla kullanıcı arasında ticaret sayılır mı?
Finansal kiralama kanununa uygun olarak yapılan leasing işlemleri, makine ve teçhizatın kurumca satın alınarak müşteriye kiralanması ve bedelinin taksitler halinde geri alınması işlemidir.
Finansal kiralama denilen leasing İslam alimlerince müzakere edilmiş ve caiz olduğuna hükmedilmiştir; İslam dünyasında yaygın olarak uygulanmaktadır.
Konya'da, 25-29 Eylül 1996 tarihinde yapılan "İslam Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri" isimli uluslar arası kongrede de leasing konusu ele alınmış ve caiz olduğu hükmü benimsenmiştir.
78
Bir satıcıdan bir mal almadan fatura veya fiş alıp, vergi iadesinde kullanılabilir mi?
Yaptığımız alışverişlerin fiyatından daha yüksek bir rakamla kesilen fişlerin alınıp bundan da vergi iadesi alınması caizdir.
Vergi iadesi devletten çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının belki, sadece yarısını iade etmektedir. Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur.
Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası yoktur. Çünkü bu iadeyi veren devlet bunu şart koşmamakta; sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir. Onun için önemli olan, belli miktarda KDV'nin yatırıldığının faturalarla ibraz edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV'ye tabi özel fatura olduktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir.
Herhangi bir mal almadan fatura atmakta da durum aynıdır. Yani iadeyi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan vergi iadesi haksız yere alınmış olmaz, helal olur (Allah'u a'lem).
(Prof. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat)
79
Arbitraj / ara kazanç (dövizler arası değişim) caiz midir?
Bir para birimini, bazı grafikleri yorumlayarak veya yükseleceğine-alçalacağına kanaat ederek alıp satmak arasında bir fark yoktur. Her iki durumda da kâr veya zarar ihtimal dâhilindedir.
Bu itibarla, söz konusu piyasalarda, yatırım ve ticari amaçla döviz alınmasında ve satılmasında, bir para birimini bir başka paraya çevirmekte dinen bir sakınca yoktur. Ancak paranın atıl halde bırakılmayıp ekonomiye kazandırılması daha uygundur.
80
Maçlarda, konserlerde karaborsa bilet satmak caiz mi? Yani gişeden alıp bir miktar üzerine koyup satmak caiz mi?
İslam toplumunda kara borsa (ihtikar) haramdır.
Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat, ticaretin gayesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslâm'ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Piyasada sun'î darlık meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna başvurması, günah sayılmıştır.
Peygamberimiz (asm) kara borsacıyı şöyle tehdid eder:
"Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikar (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir." (İbn-i Mâce, Ticaret, 6).
İhtikar (kara borsa) dînen haramdır. Bazı müctehidler ihtikarın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifade vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, kara borsacılığın sınırı içine girmektedir.
Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikar değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
Suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir. Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye). Bunun için kara borsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez.
Maç ve konser biletleri asli ihtiyaç değildir. Bu malı kara borsa da satmak haram denilmese de yukarıdaki zararlardan dolayı kerahetten hali değildir. Bu bakımdan böyle bir işe tevessül edilmemesini tavsiye ederiz.
81
Korsan cd ve mp 3 indirmek caiz mi? Herkes şahsi kullanım için başkalarının albümlerini ya da eserlerini internetten ücretsiz indirse, bu albümleri oluşturmak için para ve emek veren insanların hakları nasıl ödenecek?
Ticaret kastı olmaksızın bir tane kopyalamak dinen haram değildir. Ancak kanunlarına göre yasaklanmışsa kanunlara uymak gerekir. Bu sebebten tavsiye etmiyoruz.
Bu konuda Halil GÜNENÇ Hocanın fetvası aşağıdadır:
"Teyp, video kasetlerinin, mp 3 ve cd.lerin de telif hakkı vardır. Bunlar da eser olduklarına göre, eser olmaları bakımından bunlar için de telif hakkı vardır.
Ancak ticaret kastı olmaksızın tek bir kaset, video, cd veya vcd çekimi söz konusuysa, iş değişir. Örfen buna bir şey denmez.
Ticaret yapmak maksadıyla külliyetli bir miktarda çoğaltma olmuşsa telif ücreti ödemeye tabi olur." (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/372)
İlave bilgi için tıklayınız:
Ticaret kastı olmaksızın cd kopyalamak neden caiz görülüyor? Biz korsan cd almakla bunun ticaretini yapanlara destek olup suçlarına ortak olmuyor muyuz? Sonra program veya filmi hazırlayanların emeğine saygızılık etmiyor muyuz?
82
Sigorta şirketlerinde çalışmak caiz midir?
İlk günlerinden bu yana İslâm'ın mücadele ettiği, kökünü kazımaya çalıştığı kötü alışkanlıklardan ve musibetlerden ikisi içki ve fuhuş ise, öbürü de hiç şüphesiz faizdir. Bunlar Cahiliye Arapları ile bütünleşmiş, hayatlarından birer parça olmuş, kan ve damarlarına işlemişti. İslâmiyet kısa zamanda bunu ortadan kaldırdı. Nitekim asırlar boyunca İslâm ülke ve cemiyetlerinde faizin esamesi okunmazdı. Ne zaman ki cahiliye inanç ve âdetleri yeniden hortlamaya yüz tuttu; beraberinde de bütün unsurlarını toplayıp geldi. İçki, fuhuş, kumar, müstehcenlik ve faiz bu belâlardan bazılarıdır.
Meselâ her şey Avrupa'dan ithal edilirken, iktisadî hayat da büyük ölçüde faiz sistemine göre ayarlandı. Böylece, nihayet bugün her köşe başında pıtırak gibi faiz kuruluşları bitmeye başladı. Orada çalışanlar da yurt dışından getirilemeyeceğine göre, ülkemiz insanının çalıştırılması gerekti. Sonunda müdüründen memuruna, işçisinden temizlikçisine kadar bütün kadrolar dolduruldu.
Faizle iş yapan teşekküllerde çalışanların durumunu iki şekilde mütalâa etmek mümkündür. Birincisi, o müessesenin faizle iş yaptığını, çalışmanın mes'uliyet getireceğini bildiği hâlde imkânlarının cazibesine kapılarak girenler; ikincisi ise, vaktiyle girmiş, fakat o zamanlar haramlık ve helâllik cihetine pek dikkat etmemiş, hattâ bunun bir mahzur teşkil edeceğini bile düşünmemiş olanlar.
Şu husus bilinen bir gerçektir: İslâmiyet faizi tamamıyla yasaklamış, onunla hep mücadele etmiş, faize gidecek yolları kapatacak çeşitli yardımlaşma müesseseleri kurmuş; cemiyetin rahat ve huzurunu faiz belâsının kaldırılmasında görmüştür. Böyle olduğu hâlde, yüce dinimiz en küçük tasarruflarına varıncaya kadar bütün ticarî ve sınaî muamelelere faizi bulaştırmaya çalışan, her fırsatta milleti faize teşvik eden, insanlardaki yardımlaşma duygusunu sarsan, borç alıp verme gibi iş dünyasını rahatlatan bir âdeti kaldıran faize dayalı müesseseleri tasvip eder mi? Etmeyeceği şüphe götürmez bir gerçektir.
Bediüzzaman'ın ifadesiyle
«Ribanın (faizin) kap ve kapıları olan bankaların nef'i (faydası) beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir, âlem-i İslama zarar-ı mutlaktır.» (Mektubat, s. 450)
Faizle ve faizli işlemlerle meşgul olmak hem âyetlerde, hem de hadislerde yasaklanmış, haram kılınmıştır. Âyetin meali şöyledir:
«Faiz yiyenler kendilerini şeytan çarpmış birer mecnundan başka bir hâlde kabirlerinden kalkmazlar. Böyle olması da onların, 'Alım satım da ancak faiz gibidir.' demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.» (Bakara, 2/275)
Faiz kanalıyla harama bulaşan kimseler hadis-i şerifte şöyle tasnif edilmektedir:
«Faizi yiyen, yediren, şahitlik ve kâtipliğini yapan, Allah'ın rahmetinden uzak kalmıştır.» (Müslim, Müsakat, 105)
Âyet-i kerimede mutlak olarak sadece faiz yiyenler zikredilirken, hadis-i şerifte yiyen, yediren, şahitlik ve kâtipliğini yapan peş peşe sıralanmış ve «Allah'ın rahmetinden uzak olma» cihetinde birlikte ve toptan ifade edilmiştir.
Durum böyle iken, faiz kuruluşlarında çalışanlar her ne kadar doğrudan faiz yemiyor ve yedirmiyorlarsa da; muamelesini görmekte, hesap ve yazışmalarını yapmakta, idarî işlerini yürütmektedirler. Gerek memur olsun, gerekse müdür olsun; hadiste geçen «kâtip» mefhumunun içine girmiş olmaktadır.
İşte bu hususları bilen bir insanın bilerek bu nevi müesseselere girmesi, tavsiye edilecek bir şey değildir. «Başka bir iş bulamadım», «Zaruret icabı girmem gerekiyor» gibi bahaneleri, kişiyi haklı çıkaracak, üzerindeki mes'uliyeti giderecek gerekçeler olarak görmek mümkün değildir. Çünkü helâl ve meşru daire insanın ihtiyacına kâfi gelecek kadar geniştir. Belki meşru dairede bulduğu ve çalıştığı işin ücreti diğerine nisbetle bir miktar az olabilir, ama hiç olmazsa şaibeli bir para olmaz. Üstelik böyle faiz esasına dayalı bir kuruluşta çalışmayı bir zaruret olarak kabul etmek de oldukça güçtür.
«Diğer memurluklarda ve kamu iktisadî teşekküllerinde çalışmakla bir faiz müessesinde çalışmak arasında ne fark var? Çünkü memura verilen maaşa da büyük ölçüde faiz karışmaktadır.» gibi sözlere gelince:
Evvelâ, memurların hepsi veya resmî olan diğer işyerlerinde çalışanların tamamı faizli muamelenin muhasebesini yapıyor değildir. Yani, memur veya işçi bizzat faizle uğraşmamaktadır. Halbuki faize dayalı işyerlerinde çalışanların bütün mesaisini faiz hesaplan, akitleri ve muamemeleri almaktadır.
Diğer taraftan, devletin geliri sadece faiz yoluyla birikmemektedir. Büyük ekseriyeti halktan alınan vergiler ve benzeri yollardan sağlanmaktadır. Memur da maaşını alırken oradan gelen paraları niyet ederek kabul eder. Hattâ kazancını kumar, içki alışverişi ve benzeri helâl olmayan bir yoldan temin eden bir insanın, meselâ inşaat gibi meşru sayılan bir işinde çalışıldığı zaman, işçinin almış olduğu ücret meşru ve helâldir.
Yine alacaklı bir Müslümanın, borçlu bir gayrimüslimin şaraptan elde ettiği paradan borcunu alması caizdir. (Dürer, 1/318) Her ne kadar bu paranın aslı dinen haram sayılan bir yoldan elde edilmişse de alacaklı için durum farklıdır. Çünkü o, borçludan hakkını almaktadır. Bu paranın haram yoldan kazanılmasında alacaklının bir mes'uliyeti yoktur. Mes'uliyetin tamamı borçlu olana aittir. Memurun da durumu bundan farklı olmasa gerektir. Çünkü memur meşru olan bir iş yapmakta, yaptığı işten dolayı bir miktar hak elde etmektedir. Bunu da devlet karşılamaktadır. Bunun için faizli iş yerlerinde çalışan kimseler kendilerini devlet memuru ile kıyaslayamazlar.
Faiz esasına dayalı iş yapan müesseselere girip de meselenin haramlık - helâllik cihetini daha sonraki zamanlarda araştırma yoluna girmiş olanlar, geçimlerini temin edecekleri başka bir iş buldukları takdirde, orada kalmaları ve devam etmeleri tavsiye edilmez. Helâl dairede bir iş bulma gayret ve azmi içinde bulunmaları gerekir.
Bu arada, manevî ve İslâmî hizmetlerini, vazifelerini daha iyi yaparak sevap cihetini takviye etmeye çalışmalıdır. Çünkü iyi ameller kötülük ve günahları giderir, temizler.
Şunu da belirtmek gerekir ki, haramla meşgul olan iş yerlerinin ayrıca helâl sayılan iş sahaları da varsa ve meşru işler de işletip ondan kazanıyorlarsa, bütün gelirlerinin haram olduğuna hükmedilemediği için durum biraz daha hafifleşir. Veyahut bu iş yerlerinin yol yapmak, su getirmek, elektrik ihaleleri yapıp faydalı iş sahalarında çalışmak da bizzat haramda çalışmak sayılmaz.
Faizsiz çalışan sigorta şirketleri varsa buralarda çalışılabilir.
(bk. Mehmed PAKSU, Helal Haram, Nesil Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 1998, ss. 25-29)
83
Spor ve film yoluyla para kazanmak caiz mi?
İslam'ın genel prensiplerine ters düşmeyen her hizmet mübahtır. Tabii ki, insanlara dünya ve öbür dünyaları için yararlı olan işleri tercih etmek gerekir.
"Kişinin imanının güzelliğini gösteren belgelerden biri de onun lüzumsuz işlerle uğraşmamasıdır." (Tirmizi, Zühd 11)
mealindeki hadisten de bunu anlıyoruz.
Meşru reklamlardan para kazanmak meşrudur. Çünkü helal olan her hizmetin bir karşılığı vardır. Bir de işlerin önceliği vardır. Çok mühim, az mühim gibi. Eğer çok mühim işler dururken az mühim olanlarla iştigal edersek, zamanımızı ve ömrümüzü ziyan etmiş oluruz.
Söz konusu filmleri şuurlu bir tarzda seçebilirsek, insanların eğitim, terbiye ve sosyal hayatta lazım olan derslere ait olanlarını kullanabilirsek, elbette uygun bir hizmet etmiş oluruz.
Kural şudur: Haram olan şeylerin kazancı da haramdır. Helal olan şeylerin kazancı da helaldir.
84
Diploma kiralamak caiz mi? Bu durumda aldığım para helal mi acaba?..
1. Bu diploma ne maksatla verilmiş ise o maksatla kullanılabilir. Bir dükkana asıp, o diplomaya sahip olmayan kişinin, o diplomaya sahipmiş gibi kullanması ve böyle kullandırmak sahtekarlıktır ve caiz olmaz.
2. Diplomanıza taalluk edilen meselelerde kanunen yasak olan bir iş yapıldığı takdirde veya bir hata yapılırsa siz de mesul olursunuz.
3. İşin ehli olan kimse, bir hata yaparsa mesul olmaz. Ehil olmayan birisi yaptığı hatadan mesul olur. Mesela bir doktor bir hastayı tedavi ederken hata etse mesul olmaz. Ancak doktor olmayan kişi bir doktorun diploması ile iş yapsa ve hata yapsa, hem kendisi hem de doktor mesul olur.
85
Factoring şirketinde çalışmak caiz midir, kazancı helal midir?
Faiz işlemleri üzerine kurulmuş olan işyerlerinde çalışmak haramdır; kazancı da haram olur.
Factoring hizmetleri veren kuruluşlar, birden fazla işlem ve hizmet yapıyorlar; bunların faizli kredi mahiyetinde olanları caiz değil, vekalet, kefalet, müvekkil adına ödeme yapıp sonra ödeneni aynen (eşit miktarda) tahsil ve bir komisyon alma şeklindeki işlemleri ise caizdir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
Örneğin, iç piyasa satışları veya ihracattan doğan 90 güne kadar vadeli alacakları iskonto eden kamudan ruhsatlı şirketler vardır. Bu şirketlerin para ticareti dışında faaliyette bulunmaları yasaktır. Böyle bir uygulamayı İslamiyet ile bağdaştırmanın imkânı yoktur. (Sami Uslu)
Bu açıdan ilgili kurum ya da kuruluşların çalışma şartları ve uygulamalarına göre karar vermek gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bankada çalışan kişinin geliri haram mıdır?
86
Alışverişlerde fiş almamak karşılığında indirim talep edilmesi caiz midir?
Bir kimse yaptığı alışverişten sonra fiş veya fatura almazsa, bundan dolayı günah işlemiş olmayacağı gibi, kul hakkına da girmiş olmaz. Fiş vermesi gereken satıcıdır. Satıcı fiş veya fatura vermezse mesul olur. Bu konuda fiş veya fatura almamaktan doğabilecek olan sorumluluk müşteriye değil iş yeri sahibine aittir.
Ancak müşteri satıcı ile anlaşarak fiş almama karşılığında indirim yaptırırsa, o zaman müşteri de mesul olur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Yapılan alışverişlerde fiş almamak...
87
İçki satmanın hükmü nedir?
Kur'an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir:
"Ey İman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir." (Mâide, 5/90).
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber (asm) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Mâide suresindeki kesin içki yasağını bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu (asm) uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." [Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547].
88
Tahvil ve hazine bonosu almak haram mıdır?
Fon, tahvil ve bono faizli oldukları için para yatırmak caiz değildir. Bu konuda kar zarar sistemi ile çalışan finans kurumlarını tavsiye ederiz.
89
Gayri müslim ülkede içkili mekanlarda garsonluk yapmak haram mı? Ben Almanya'da bir restoranda garsonluk yapıyorum. Bazı müşteriler yemeğin yanına şarap veya bira gibi alkollü içecekler istiyorlar ve ben onlara bu içecekleri taşımak zorunda kalıyorum...
Bu meseleye ışık tutacak bazı fetvaları zikredelim:
Bir kimse şarap taşıtmak için birisini tutsa, İmam-ı Azama göre işçinin bu taşımadan dolayı aldığı para helâldir, fakat İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Ebû Yusuf'a göre caiz değildir. Yine Ehl-i kitap bir gayri müslim, bir Müslümanın hayvanını veya gemisini şarap taşımak için kiralasa; Müslümanın aldığı para İmam-ı Azam'a göre helâl, İmameyne göre caiz değildir.
Tatbikatta görülmese de, kitaplarımızda şöyle bir fetvaya da yer verilmektedir:
Bir Müslüman gütmüş olduğu domuzların karşılığında ücret alabilir. Bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür, fakat İmameyne göre alması caiz olmaz.(2)
Fakat olayın değişik yönlerini de değerlendirmek gerekiyor:
Yurt dışında Müslümanların sosyal ilişkilerinde İslam ahlakını yaşamaları, yurt içindeki Müslümanlara göre daha fazla ehemmiyetli bulunmaktadır. Çünkü yurt dışındaki gayri müslimler İslamiyet’i doğrudan Müslümanların şahsında görüyorlar ve onların güzel ahlakları hidayetlerine de vesile olabiliyor.
Bediüzzaman (ra), İslam ahlakını bizzat yaşayarak örneklik edebildiğimiz takdirde, diğer dinlerin tabilerinin İslamiyet’e cemaatlerle girebileceğini bildirirken, İslam’ı doğru temsil etmemenin de mesuliyeti mucip olduğuna işaret buyuruyor.
Gayri müslim ülkeleri “darülharp” olarak niteleyen İslam fakihleri, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlarla gayri müslimlerin münasebetlerini düzenleme konusunda muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bir Müslümanın gayri müslim ülkelerde gayri müslimden faiz alması, gayri müslime içki ve domuz eti satması ve hatta kazanacağı kesin olmak şartıyla kumar oynaması, bu fiillerin gayri müslimlerce meşru olduğu ve Müslümanın da bu meşruiyetten faydalanmasının bir ölçüde ganimet mantığıyla açıklanabildiği esasına binaen, İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre caiz bulunmakla beraber, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Evzai, İshak ve Hanefilerden Ebu Yusuf’un da içinde bulunduğu fukahanın ekserisi, Müslümanın her yerde İslam ahkamı ile bağlı bulunduğunu ifade ederek, böyle batıl ve fasit akit ve alışverişleri caiz bulmamışlardır!.
En uygun olanı da çoğunluğun bu görüşüdür!..
Zira artık günümüzde Müslüman ülkeler de dahil dünya ülkeleri, umumi bir barış ve sulhu esas almışlardır. Müslümanlar gayri müslim ülkelere izinli ve müsaadeli olarak girebilmektedirler ve bu ülkelerde emniyet ve güvenlik içinde yaşayabilmektedirler. Harp durumu ise söz konusu değildir. Binaenaleyh, İmam-ı Azam’ın fetvasında esas aldığı şartlar da, artık günümüz itibariyle mevcut değildir. Muharebe yok ki ganimet söz konusu olsun!
Esasen, Kur'an ve sünnet, zaruret dışında haramlara izin de vermemiştir. Zaruret olmadığı takdirde haram, her yerde haramdır.
O halde özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Günümüzde Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun; İslam ahkamını ve ahlakını yaşamakla mükelleftir. İki Müslüman arasında caiz olmayan bir alışveriş, Müslüman ile gayri müslim arasında da uygun olmamalıdır.
Bu itibarla, gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar da (zaruret dışında) faiz almamalıdır, içki, domuz eti, laşe gibi İslam’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi satmamalıdır. Alimlerin çoğunluğunun şüpheden uzak görüşleri bu doğrultudadır.
Ancak yukarıdaki fetvalar dikkate alınırsa, içki ve domuz taşımak suretiyle karşılık almak, İmam-ı Azam'a göre caizdir denilebilir; fakat imameyne ve diğer müçtehitlere göre caiz değildir, haramdır.
Mecbur kalmadıkça böyle işlerde çalışmamak gerekir.
Kaynaklar:
1. Buharı, Büyu: 102; Müslim, Müsakat: 71; Tirmizî, Büyu: 60; &m Mâce, Ticaret: 11.
2. el-Feteva'l-Hindiyye, IV/449-450.
3- Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri 1, Nesil yayınları, İstanbul, ss. 135-138; Süleyman Kösemene, Günümüz Meselelerine Çözümler, Yeni Asya Yayınları.
90
İmitasyon (emitasyon) ürünlerin satılması ve nakliyesinde çalışılması caiz midir?
Emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından dolayı İslam ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Aynı zamanda üretici firmanın da ticaretine engel olunmaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir.
Müşteri gerçek marka olmadığını bilerek malı alması halinde ise alıcı açısından günah olmasa da satanlar mesul olur.
Markanın her yönüyle taklidinin yapılması modern hukuk açısından da suç unsurudur.
Yan ürün ile gerçeği arasında benzerlik olup tamamen aynısı değilse ve müşteri de ikisi arasındaki farkın bilincinde ise bu takdirde alınması ve satılması günah olmaz.
Markası taklid edilen ürünün paketlenmesi ve gümrük ve kargolarda taşınması da günah değildir.
91
İş yerimde kredi kartıyla satış yapmak için pos makinası kullanmam caiz midir?
Bankaların veya finans kurumlarının pos makinasını kurup, kredi kartı ile satış yapmak caizdir.
Kredi kartı ile satış yapan işyeri, satılan malın bedelini bankadan müşterinin ödeme tarihinde alabilir. Bu tarihten önce kırdırmak suretiyle eksik alması faiz olacağından; caiz değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kredi kartıyla yapılan alışverişlerde bankadan parayı peşin ama eksik almak caiz mi?...
92
Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, iş yeri sahibinin vadesi gelmeden parayı bankadan peşin alması kredi kartı sahibini sorumlu eder mi?
Kredi kartıyla yapılan alışveriş sonucu, mal sahibi gününden önce parayı almasından dolayı kredi kartı sahibi mesul olmaz. Ancak malı satan kişi gününden önce parayı çekmekle faizli bir iş yaptığı için mesul olur. Sizin bunu bilmeniz sizi mesul etmez.
93
Leaseng faize giriyor mu?
- Leasing, bir icar, bir kiralama akdidir. İçinde gayrimeşru şartlar barındırmadığı sürece caizdir.
- Her şeyi haram üzerine işleyen kurum veya şahıslarla muamelede bulunmak doğru değildir.
- Faiz her yerde haramdır. Bir faiz işlemi bankada haram olduğu gibi, camide de haramdır. İster normal bankalar olsun, ister katılım bankaları olsun, bizim için onların beyanları esastır. Katılım bankaları / Faizsiz Finans Kurumları, “Biz faizle iştigal etmiyoruz. Biz kâr-zarar ortaklığını esas alan bir sisteme göre işliyoruz.” diyorlar. Ve bu konuda onları denetleyen danışma kurumları vardır. Yani işlemlerinin faiz olup olmadığını denetleyen uzmanlarla çalışıyorlar.
Normal bankalar ise “Biz faizle iştigal ediyoruz; bütün işlemlerimiz faizli sisteme göre işler.” diyorlar. İnsan olarak bize düşen bu her iki kurumun beyanlarını esas almak ve ona göre hareket etmektir. Normal bir banka kurumuna “Sen yalan söylüyorsun, sen faizle iştigal etmiyorsun.” demek, ne kadar anlamsız ise, katılım banka kurumuna da “Sen yalan söylüyorsun, sen faizle iştigal ediyorsun.” demek de o kadar anlamsızdır.
Eğer bu itirazdan maksat, “faizli sistemde alınan faiz artışı ile, faizsiz sistemde alınan kâr payının aynı olduğu” varsayımı ise, bunun cevabı Kur’an’da verilmiştir:
"... Bu hal onların 'Alım-satım tıpkı faiz gibidir.' demeleri yüzündendir...” (Bakara, 2/275).
Yani; "Alım-satımda alınan fazlalık, faizde alınan fazlalıktan ne farkı vardır; ikisi de fazlılık... Birine helal, öbürüne haram demek isabetli bir karar değil... Ya ikisi de helaldir veya haramdır." diyerek, söz konusu ayırıma itiraz ettiler. Kur’an ise, çok veciz ve net bir cevap verdi:
“... Allah alışverişi / alım-satımı helal; faizi ise haram kıldı...” (Bakara, 2/275-278).
Yani; Allah’ın değerlendirmesinde, faiz haramdır, çünkü faizde zulüm vardır, haksız kazanç vardır. Kâr-zarar ortaklığında ise, eşitlik ve adalet vardır. Zulüm haram olduğuna göre, faiz de haramdır. Adalet gerekli olduğuna göre, kâr-zarar ortaklığı da insanlık camiası için gereklidir ve tek çıkış yoludur.
Ayrıca, paranın var olma hikmeti, mutekavvem mal/kıymetli eşyanın değerini biçen bir hakemlik rolüdür. Çünkü, altın, gümüş, dolar ve paranın hiç biri, ne yenir, ne içilir ve ne de giyilir. Kıymetli olması ise, yapısı gereği sosyal bir varlık olan insanların, ihtiyaçlarını karşılamak üzere, zorunlu olarak değişik ürünlerini karşılıklı mübadele esasına dayalı olarak takas ederken, paranın değer biçen bir hakem ve her eşyanın hakkını karara bağlayan bir hâkim durumunda olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer siz kalkıp hâkimi hapsederseniz, mahkemeyi işlemez hale getirir ve adalet mekanizmasına dinamit koymuş olursunuz. Bunun anlamı şudur: her türlü para, bir hakemdir, mal üretiminde kullanılmak üzere vardır. Kâr-zarar esasına dayalı olarak işlediği zaman, yatırıma yöneliyor, üretime yönlendiriyor ve hakemliğini güzelce yapıyor, demektir. Şayet, onu faiz sisteminin mahkumu haline getirirseniz, parayı asli görevi olan yatırımdan uzaklaştırmış, paranın parayla bir kumar oynamasını ön gürmüş olursunuz.
Sonuç olarak faiz ile kâr-zarar ortaklığını aynı saymak, asla doğru olmadığı gibi, sosyal hayattaki ayniyat saymanlığından ve ekonomik muhasebeden habersiz olmak anlamına gelir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Leasing -Finansal kiralama- caiz midir?