Sünnet konusunda en çok merak edilenler

1 Peygamber Efendimiz neden Berre / Berra ismini değiştirmiştir?

Efendimiz (a.s.m), kötü anlama gelen bazı isimleri değiştirdiği gibi, sahibini şımartma ihtimali olan bazı güzel isimleri de değiştirmiştir. Berra da bunlardan biridir.

Berra; yüksek ahlaka sahip, her yönüyle arı-duru, tertemiz anlamına gelir. Bu anlamıyla sahibini hep iyi bir insan olarak hatırlattığı için, nefis muhasebesi yapmaktan alıkoyma ihtimali vardır. Az da olsa, dinî imtihan açısından bir risk taşıdığı için “sedd-i zerayi” kuralı gereğince değiştirilmiştir.

Hz. Peygamber (asm), "iyi insan, kusursuz kimse, günahsız" anlamına gelen "Berre" ismini Zeyneb'e çevirmiştir. Bu ismi taşıyanın zihninde, kendini beğenme gibi bir mana teşekkül edebilir. Bu da isimlenenin karakterini olumsuz yönde etkilemek demektir. Zira bu isim hakkında Hz. Peygamber (asm), "Allah sizin iyi olanlarınızı en iyi bilendir." buyurarak bu adı değiştirirken, "Kendinizi temize çekmeyin!"1 sözüyle de, güzel bir ismi başka güzel bir isimle değiştirmenin gerekçesini belirtmiştir. Bunun anlamı, "Berre adını takıp da bununla iyi olduk sanmayın! Allah kimin iyi olduğunu herkesten daha iyi bilir!" demektir.2

Rivayetlere göre Zeynep bnt. Ebî Seleme'nin adı Berre idi. Nefsini tezkiye ediyor denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) onu Zeyneb diye isimlendirdi.3 Demek ki buradaki çirkinlik, mananın çirkinliğinden gelmiyor. "Kendini temize çıkarmayın, kimin muttaki (temiz) olduğunu o (Allah) çok iyi bilir."4 âyetine muhalefetten ileri geliyor, denebilir. Şu halde İslam âdâbına uymayan, kişiye gurur, kibir, aldanma telkîn eden isimler uygun değildir. Diğer bir rivayette belirtildiğine göre Cüveyriye bnt. el-Haris'in ismi de Berre idi, Hz. Peygamber (asm) onu da Cüveyriye'ye çevirmiştir.

Resûl-i Ekrem'in (asm), "Yanından çıkan birinin 'Berre'nin yanından çıktı' denmesini sevmiyorum"5 buyurarak yasağın diğer bir gerekçesini açıkladığını görmekteyiz. Şu halde bu kategoride yer alan isimleri değiştirmesinin genel sebebi; hem ismin anlamından hem şahsa yansıyan menfi etkisinden kaynaklandığı şeklinde yorumlanabilir. Çünkü nefsin tezkiyesini yalnız Allah bildiği gibi, ismin ifade ettiği anlam hakikatın hilafına da olabilir. Bu sebeple sahibini yersiz güvene ve bunun bir uzantısı olarak da kullukta gevşekliğe itebilir. Zira yersiz güven takvayı zedelediği gibi kulluk ifasında gevşekliğe de sebep olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Dipnotlar:

1. Müslim, Âdâb 19.
2. Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Ter. ve Şer., VI, 535.
3. Buhârî, Edeb 108; Müslim, Edeb 17.
4. Necm, 53/32.
5. Müslim, Âdâb 16.

2 Sabah namazından sonra ve ikindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak (feylule, gaylule ve kaylule) sağlık açısından ve dinen sakıncalı mıdır?

Kur’an-ı Kerim’de uykunun bir dinlenme ve istirahat vasıtası olduğu şu ayetlerde ifade edilir:

“Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma (zamanı) yapan O’dur.” (Furkan, 25/47)

“Uykunuzu bir dinlenme kıldık.” (Nebe, 78/9) 

Uyumanın mekruh olduğu vakitlerde uyanık olmak, güzel şeylerle meşgul olmak sünnettir ve sevabı vardır. Ancak bu vakitlerde uyuyan kimse, bu sevaptan ve bereketten mahrum kalsa bile günah işlemiş olmaz.

Gece dışında feylule, gaylule ve kaylule olmak üzere üç çeşit uyku vardır. (bk. Müşkilü'l-Âsâr, Tahavî, 2/13)

Gaylule uykusu, fecirden itibaren güneş tamamen doğup kerahet vakti çıkıncaya kadar geçen sürede uyumaktır. Bu zamanda uyumak sünnete uygun düşmez. Nitekim, Beyhakî’nin rivayet ettiği bir hadiste 

“Sabah namazından sonra uyumak rızka manidir.”

manasındaki bir ifadeye yer verilmiştir. (Beyhakî, el-âdâb, 1/276; Şarani, Levakıh-u'l-Envar, s. 295)

Bunun manası şu olabilir: Her günkü çalışma saatlerin sabah erkenden başlar. Çünkü insan o saatlerde daha dinçtir. Günün ilk saatleri olduğundan iş bulma, alışverişte bulunma, aradığı malı bulmak daha kolaydır. 

Her günün bir rızkı var ve mukadderdir. Fakat o rızkın bir şartı da kişinin emeği ve çalışmasıdır. Çalışmanın erkenden başlamaması durumunda, rızkın bir şartı yerine gelmediği için, şartın meşrutu olan rızık da istenilen berekette olmayabilir.

 “İnsan için ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39)

mealindeki ayette çalışıp çabalamanın önemine işaret edilmiştir.

Bilindiği üzere, birçok iş kolunda sabahın erken saatlerinde işe başlamak rızkın bolluğuna ve berekete sebeptir. İnsanın işe motive olacağı en aktif zaman dilimi fecirden / imsak vaktinden, yani sabah namazının girmesinden sonraki zaman dilimidir. Bu dilim, uykuyla geçmemelidir. Çünkü o saatte uyumak işe geç başlamak demek olacaktır ki, bu da iş kaybı, emek kaybı, zaman kaybı, kazanç kaybı, performans kaybı gibi kazancı bereketlendiren birçok ana unsurun devre dışı kalması mânâsına gelecektir. Bereketsizliğin sebebi budur.

Fakat öte yandan kerahet vaktinde eğer iş ve yoğunluk uyumayı gerektiriyorsa, pekâlâ uyunabilir. Meselâ gece mesaisi yapmış birisi sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vaktinin geçmesini beklemeden uyuyabilir, ve bu sünnete aykırı düşmez. Çünkü adam günlük mesaisini yapmış, sabah namazını da kılmış, kerahet vaktinin geçmesini beklemeye artık dinî bir sebep yoktur. Burada "kerahet vakti" sadece bir zaman ismi olarak zikredilmiştir. Yoksa mutlak derecede uyku yasağı getiren bir zaman parçası olarak gelmemiştir.

Feylule uykusunda da aynı durum söz konusudur. İkindi namazından sonra güneş tamamen batıncaya kadar geçen zaman dilimi, yine bir çok iş kolu için en verimli zaman dilimidir. Bu saatte uyumak rızkı da, ömrü de noksanlaştırır. Çünkü insanın günün verimini muhasebe edeceği, ölçüp tartacağı, yarınki gün için yeni plânlar yapacağı, hayat için yeni moral ve motivasyon bulacağı bu zaman diliminde uyumak insanı bütün bu neticelerden genellikle mahrum bırakır. (bk. Nursi, Lem'alar, s.269)

Bir hadiste Hz. Peygamber (asm)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

 “Kim ikindiden sonra uyur da aklına bir noksanlık arız olursa, ancak kendini kınasın.”(Keşfu’l Hafâ, Aclûnî, II, 284; Müsnedü Ebî Ya’la, VIII, 316).

Ancak bu rivayet meşhur hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Bazı adap ve mev’iza kitaplarında da, ikindiden sonra uyumanın hoş bir tutum olmadığı ifade edilir. (bk. Muhammed b. Ebû Bekir, Şir’atü’l-İslâm, 502)

Buradaki uyku sakındırmasının da kerahet vaktine denk gelmesi ile ilgisi yoktur. Zaman dilimi bakımından sakıncalı görülmüştür. Fakat şüphesiz bunun da istisnası vardır: Meselâ, gündüz boyu aralıksız yoğun bir çalışma gösterip akşamdan sonra gecenin bir vaktine kadar yeniden yoğun bir çalışmaya girecek birisi için, eğer bu vakitte biraz boşluk söz konusu olursa, bu kişinin bu vakitte bir miktar kestirmesinde dinen bir sakınca olmaz.

Görüldüğü gibi gaylule ve feylule uykuları kerahetle ilgili olarak değil, fakat çoğunluk için zaman dilimi olarak sakıncalı bulunmuştur.

Kaylule uykusu olan kuşluk vaktinden öğle sonrası vakte kadar güneşin en hararetli olduğu zaman dilimi içinde yarım saat kadar uyumak ise sünnette tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeyi öğle öncesi giren kerahet vakti delemez. Yani kerahet vakti geldi diye sünnet olan öğle uykusunun yapılamaması söz konusu değildir. Çünkü esasen kerahet vakitlerinde sadece namaz kılma yasağı vardır. Bunun da gerekçesi hadiste açıklanmıştır. Hadisçe bunun gerekçesi, o vaktin, kâfirlerin güneşe secde ettikleri vakit oluşudur. (Müslim, Salatül Misafirin, s. 294)

O halde kerahet vakitlerinden olan sabah fecirden kerahet vakti çıkıncaya kadar ve akşam gün batarken uyumanın mekruh görülmesinin, bu vakitlerin kerahet vakti olması ile ilgisi yoktur. Bunun gerekçesi, sadece insan fıtratının bu vakitlerde daha performanslı oluşu ve bu performansı negatif olarak uykuda öldürmeyip pozitif mânâda değerlendirme gereğidir. Bu durumda kaylule uykusu olan öğle uykusu, öğle öncesi kerahet vaktinde yapılabilmektedir.

Kaylule uykusunun tavsiye edildiği saat ise, kaba kuşluktan ikindi öncesi zamana kadar geçen saattir. Bu saat kişiye ve iş yoğunluğuna göre ve kişiye özel olarak değişebilmektedir. Belirli bir saat verip itaat ehlini saatle sınırlandırmak doğru değildir.

Demek ki, son zamanlarda gittikçe artan bereketsizliğin ve başarısızlığın bir hikmeti, hadislerde de ifade edildiği gibi Müslümanların çalışma saatlerini uyuyarak geçirmeleri olabilir. Maalesef günümüzde yaşam şartları, bazı alışkanlıklar, gelenek ve görenekler "erken uyumanın düşmanı" olarak insanın karşısına dikilmiştir. Bu düşmanları alt edip, mümkün mertebe erken yatıp, teheccüd namazına kalkmak, daha sonra güneş doğmadan önce sabah namazına dinç olarak uyanmak ve ondan sonra yatmayıp çalışmaya başlamak lazımdır. Zinde, dinç, çalışkan oluşlarına hepimizin şahit olduğu dedelerimiz ve ninelerimiz böyle yaparlardı.

Bu güzel âdet yok olunca, sağlık da bereket de huzur da yok oldu.

Aynı güzel âdetleri yaşatmak, maddi ve manevi huzuru yakalamak için bir bahar çiçeği gibi açmaya çalışmalıyız... Diğer çiçekler de açılacak ve bahar gelecektir işallah...

3 Sakal tıraşı olma veya sakal bırakmanın hükmü nedir?

Sakal, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)'in ehemmiyetli sünnetlerinden biridir. Hiçbir âlim farz olduğunu ileri sürmediği için, terkinde de farzın terki gibi bir hüküm verilmemiştir.

Sakal sünnetinde Şafiî ile Hanefî arasında farklı görüş vardır. Şafiî'ye göre sakal sünnettir. Kesimi ise sadece tenzihen mekruhtur. Hanefi'de ve diğer iki mezhepte ise hüküm farklıdır. Sakalı bıraktıktan sonra kesmek, tahrimen mekruhtur.

Dinimiz bu konuda bir zorunluluk getirmediği için, bazı insanların sakal bırakmamasına "Neden bırakmıyorsun?" denilmez. Dinimiz sakal bırakmamayı menetmemiştir; terkeden sünnet sevabından mahrum kalır, ama günahkar da olmaz.

Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği esas, kaide ve prensipler hayatın bütün safhalarını içine alır. İbadetten muamelâta, ahlâktan insanın şahsî yaşayışına ve cemiyetin bütün unsurlarına kadar...

Peygamberimizin (asm) yaşayışı, en güzel bir örnek ve mü'minler için en açık bir misaldir. Bu hususu Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de şöyle belirtir:

«Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için, size Allah'ın Resulünde (takip edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır.» (Ahzab, 33/21)

Peygamberimiz (asm)'in birtakım sünnetleri vardır ki, bunlar, onun fıtrî muameleleri şeklindedir. Giyinip kuşanması, yeyip içmesi, vücudunun bakımı ve temizliği bu kabildendir. Bunların birçoğu muaşeret kaideleri sınıfına girmektedir. Mü'minler ise, bu sünnetlere uymakla hareketlerini nurlandırmış olurlar.

İşte bu fıtrî sünnetlerden bir kısmını Hz. Âişe (ra) validemiz Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'den şöyle rivayet etmektedir:

«On şey fıtrattandır (yaratılıştan olması gereken âdetlerdendir): bıyığı kısaltmak, sakalı bırakmak, misvak kullanmak, buruna su çekmek, tırnakları kesmek, parmak aralarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, etek tıraşı olmak, istinca ve istibra.» (Müslim, Tahare 56; Neseî, Zinet 1)

Her insanın belli zamanlarda yapması gereken bu fıtrî sünnetler hem bir temizlik vasıtasıdır, hem de peygamber âdetidir. İnsan bu vazifeleri yerine getirmekle hem bedenî vazifelerini yapmış, hem de sünnete uymakla manevî mükâfata kavuşmuş olur.

Bahsi geçen sünnetler içinde sakal bırakmak ve bıyıkları kısaltmak dış görünüş itibarıyla ayrı bir hususiyet taşımaktadır. Sevgili Peygamberimiz (asm), «Sakalı bırakın ve bıyıklarınızı kısaltın.» derken «Müşriklere muhalefet edin.» (Buhari, Libas 64) buyurmakla da hikmet cihetini belirtmektedirler. Çünkü müşrikler sakallarını kesip bıyıklarını alabildiğine uzatırlardı.

İslâm âlimleri sakalı bırakma ölçüsü olarak, bir tutamdan fazlasının kesilmesini ifade ederler. Hz. Ömer (ra), sakalını uzatmış birini görerek bir tutamdan fazlasını kesmesini söylemiştir. Ebû Hüreyre (r.a.) gibi büyük bir sahabî de sakalını tutar, bir tutamdan fazlasını keserdi. Abdullah bin Ömer'in de aynı şekilde hareket ettiği rivayet edilmektedir.

Fıkıh kitaplarımızda ifade edildiği gibi, sakalın kâmil mânâdaki şekli «arız» denilen yüzün iki tarafı ile çenede bırakılmasıdır. Şayet sadece çenede sakal bırakılsa sünnet yerine gelmiş olmaz.

Sakal bırakmakta ve diğer sünnetleri işlemekte mü'minin esas niyeti Peygamberimize (asm) uymak ve onu taklit etmektir. Bir Müslümanın gayesi, mümkün olduğu ölçüde sünnet-i seniyyeye her yönüyle uymaktır. Fakat buna muvaffak olmak ancak «ehass-ı havas» denilen bazı mümtaz şahsiyetlere mahsustur. Yalnızca müçtehid ve velî mertebesine varan zatlar bu sınıfa girer. Fakat herkes sünnetin tamamını yapamasa da, taraftar olmak, kabul etmek ve hâlis bir niyetle de yapmaya gayret göstermek mecburiyetindedir. Ancak bu niyet ve kararlılık içinde olmakla beraber, daha başka maslahatlar icabı olarak bazı sünnetleri yapmayanları ve yapamayanları çok büyük bir günaha girmiş gibi suçlamaya ve tahkir etmeye, küçük görmeye de hakkımız yoktur.

Sakal meselesine de bu ölçü içinde bakmak lâzımdır. Sakal bırakmak Peygamberimiz (asm)'in hem fiilî ve hem de kavlî bir sünnetidir. Mü'min bu sünneti işlemekle, âdetini ibadete çevirir ve büyük sevaba kavuşur. Sakal bırakmayanların mes'uliyet altına girdiklerini söyleyen müçtehidler varsa da, bazı âlimler sakalı kesmenin tenzihen mekruh olduğunu ve hattâ son devir İslâm âlimlerinin bazıları da mubah olduğunu belirtmişlerdir.

Asrımızın büyük âlimi Bediüzzaman sakal konusunda şöyle demektedir:

«Bazı âlimler 'Sakalı tıraş etmek caiz değildir.' demişler. Muradları, 'Sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır.' demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur» (Emirdağ Lahikası-I, s. 48, 49)

Bu durumda, sakalı bıraktıktan sonra kesenler, Hanefî, Hanbelî ve Maliki âlimlerince mesul duruma düşerlerse de, Şafiî âlimlerince -Gazali, İbni Hacer, Remli, Rafiî ve Nevevî- ye göre tenzihi bir mekruh işlemiş olmaktadırlar. Bu meselede Şafiî mezhebine uyan kimseler, bir mesuliyet altına girmezler. (Mezahibü'l-Erbaa, II/44-45; İânetü'l-Tâlibîn, II/340)

Bu sünneti işlemeye taraftar olmak, işleyenleri tebrik etmek, onlara hürmet etmek İslâmî bir davranış olduğu gibi, bırakamayanları veya bir mazeretinden dolayı terk edenleri de hor görüp küçük düşürücü konuşmak, büyük bir İslâmî eksiklikmiş gibi değerlendirmek de normal bir hareket değildir. Hele bu meseleden dolayı Müslümanlar arasındaki birlik ve kardeşlik bağlarına zarar vermek, şuurlu Müslümanın yapacağı işlerden değildir.

Sakal bırakan kimselerin, sünnete göre bakımını yapmaları, sünnete hürmetin ifadesi olur. Bıyık meselesinde ise dinî ölçü, kılların üst dudağı kaplamaması, bıyığın herkesin kendi kaşının kılları uzunduğunda olması ve dudak hizasını geçmemesidir. "Bıyıkları kısaltın" hadisine uyan âlimler bıyıklarını ciltleri görünecek kadar kısaltmışlardır.

- Sakalı kısaltmak ve yanlardan almak sünnet midir?
- Peygamber Efendimiz (asm)'in yanına getirilen bir adam için, "Sakalını keşke şuradan ve şuradan alsaydınız.", demiş midir?

Kaynaklarda bu manaya gelen herhangi bir hadise rastlayamadık. Sakalla ilgili düzeltmeleri ön gören birkaç rivayete karşın, sakala hiç dokunulmaması gerektiğine dair bir çok rivayet ve alimlerin görüşleri vardır.

Bazı rivayetlere göre Peygamber Efendimiz (asm)'in sakalının ucundan ve yanlarından aldığı bilinmektedir. (Tirmizi, Edeb 17)

İmam Malik, "Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebep olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır. der. (Adevi, Haşiyetü’l-Adevî ‘alâ Şerhi Kifâyeti’t-Tâlibi’r-Rabbânî. Beyrut, Dârü‟l-fikr, 2/445)

İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre'den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.

Dürrü’l-Muhtar'da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.

Ayrıca saçla ilgili olarak “Kimin saçı varsa ona iyi baksın.”(bk. Irakî, Tahricu ahadisi’l-İhya-İhya ile birlikte, 1/142) mealinde hadis vardır.

Ebu Davud ve Tirmizî’nin  rivayet ettikleri bir hadis de mealen şöyledir,

“Saçı, sakalı dağınık bir adam Hz. Peygamber (asm)’in meclisine geldi. Buyurdu ki, bunun bir yağı yok mu ki onunla saçını düzeltsin.” (Irakî, age.)

Sakal brakanların alt dudak altını alması mekruh ve bidat mıdır?

Reddu’l-Muhtar’da kısaca “el-Garaib”den naklen “Alt dudağın kıllarının alınması bidattır.” denilmektedir.(İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, VI/407).

Celal Yıldırım da -herhangi bir kaynak vermeden- “Sakal bırakanların alt dudak üzerindeki kılları tıraş etmeleri bid’at sayılmıştır. Çünkü, Peygamberimiz (asm)'in o kısmı tıraş etmediği sahih hadislerle sabittir.” görüşüne yer vermiştir. (bk.Celal Yıldırım, İslam Fıkhı, IV/207)

Tahavî’nin bildirdiğine göre, üst dudaktaki kılları (bıyığı) tıraş etmek İmam Azam, Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre kısaltmaktan daha güzeldir. Fakat daha sonra gelen Hanefî fakihlerine göre, bıyıkları tıraş etmek değil, kısaltmak sünnettir. (bk. el-Bahru’r-Raik-şamile-7/163)

Hanefî alimlerine göre sakalın çenenin altındaki boğaz kısmını tıraş etmek uygun değildir, İmam Ebu Yusuf’a göre bunda bir sakınca yoktur. (bk. Reddu’l-muhtar, II/418)

Kişinin yüzündeki kılları kesmesinde bir sakınca yoktur. Yeter ki, kadınlara benzemek niyeti olmasın. (bk. age.)

İlave bilgi için tıklayınız:

- SAKAL.

4 Hapşıran / aksıran kişiye nasıl hitap etmek gerekir?

Hapşıran bir Müslümanın "elhamdülillah" demesi, orada bulunanların da hapşıran kişiye, "yerhamükellah / Allah sana rahmet etsin." diyerek mukabelede bulunması, hapşıran kişinin de tekrar, "yehdikumüllah ve yuslihu balekum / Allah, size de hidayet versin ve işinizi düzeltsin / kalbinizi ıslah etsin." demesi, Peygamberimiz (asm) Efendimizin sünnet-i seniyyesidir.

Eğer, olduğu yerde kalmış olsa, bir takım kalıcı dertlere sebep olacak olan, dimağda toplanmış bulunan buharın hapşırarak çıkmasıyla, hapşıran kişiye bir nimet ve fayda temin edilmiş olur. Vücutta, yeryüzünde meydana gelen zelzele gibi bir sarsıntıdan sonra organların eski hâli gibi sağlıklı kalmış olması üzerine hapşıran kişinin, Allah'a hamd etmesi yani, "elhamdülillah" demesi, meşru kılınmıştır. (Zâdü'l-Mead, II/983)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz aksırdığı zaman, el-hamdülillah ‘alâ külli hâl (her hâl için elhamdülillah) desin. Kardeşi veya arkadaşı da ona, yerhamükellah (Allah, sana rahmet / merhamet etsin) desin. Aksıran da (tekrar); yehdîkümüllahü ve yuslihu bâleküm (Allah, size de hidayet versin ve işinizi düzeltsin / kalbinizi ıslah etsin) desin.” (Buhârî, Edeb, 126; Ebû Dâvud, Edeb, 91; Tirmizî, Edeb, 3; İbn Mâce, Edeb, 20)

Tirmizi’nin bir rivayetinde “‘yehdikümüllahu ve yuslih baleküm” cümlesi yerine “yağfirullahu lena ve leküm” ifadesine yer verilmiştir(bk. Tirmizi, Edeb,3).

Bir rivayete göre, Abdullah b. Ömer, hapşırıp da kendisine “yerhamükellah” diyen kimseye “Yerhamunallahu ve iyyaküm ve yağfiru lena ve leküm” diye karşılık verirdi(bk. Muvatta, isitzan, 2; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, X/609).

Aksırmanın insan sağlığına bu faydalarından dolayıdır ki, Hatibin, İbn-i Ömer (r.a.) rivayetinde Peygamberimiz (asm) Efendimiz:

"Aksıran yahut geğiren kişi 'elhamdülillahi alâ külli halin minelhâl' derse, ondan en hafifi cüzzam olan yetmiş hastalık def edilir." buyurmuşlardır.

Başka bir rivayette ise Hz. Ali (r.a.)'in, el-Edebü'l-Müfred'de kaydedilen bir rivayeti ise şöyledir:

"Kim hapşırdığı zaman 'elhamdülillahi Rabbi'l-âlemine alâ külli hâlin ma kâne' derse, ebediyen ne kulak ne dil (ne de karın) ağrısı çeker." (Kütüb-i Sitte, IX/426)

Ayrıca hapşırınca kalp çok kısa bir süreliğine duruyormuş gibi olur, ancak bu kalbin durması değil dinlenme süresinin uzamasıdır. Bunun kalbe ve vücuda herhangi bir zararı yoktur. Aksine bu kalp için yararlı bir durumdur. Tıp mütehassıslarına göre, aksırmakla saniyenin onda biri kadar bir zamanda gözlerimiz ve hava geçitlerimiz kapanarak, saatte 300-350 km hızla 85.000.000 bakteriyi bomba gibi havaya fırlatırız.

Araştırmalar, aksırmanın nasıl meydana geldiğini anlayabilmek için çok hızlı fotoğraf çeken makinelerde özel bir teknik kullanmış ve ancak saniyenin 1/100.000'inde kareyi dondurarak istedikleri resimleri elde edebilmişlerdir. Resimde görülen zerreciklerin çevresindeki sıvı tabaka buhar olup uçar ve zerreler havada uçuşurlar. Bilim adamları, biri aksırdıktan yarım saat sonra havada hâlâ 4.000 zerreciğin uçuştuğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu zerrecikler zararsız su tanecikleri veya cansız maddeler değildir. Aksıran bir kimsenin karşısına bakterilerin çoğalmasına yardımcı olacak besin ortamı bulunan bir tabaka yerleştirilerek tabakanın üzerindeki bakteriler sayıldığında, tek bir damlanın 19.000 bakteri kolonisi meydana getirdiği müşahede edilmiştir. Tek bir aksırık 85.000.000 bakteriyi çevreye saçabilmektir.

Hapşıran kişinin, mikropları etrafa saçmaması ve grip gibi hastalıkları yaymaması için, eliyle ya da bir mendil ya da elbisesiyle ağzını kapaması sünnettir. Zira bu husustaki bir rivayet şöyledir:

"Rasûlullah (asm) hapşırdığında elini veya elbisesini ağzına koyar, sesini gizler veya hapşırmayı içinden yapardı." demişlerdir. (bk. Ebû Dâvûd, Edeb 90; Tirmizî, Edeb 6)

Fizyologlara göre mutlaka yapılması gereken bir hareket olan aksırma, insanın şuurlu bir yardımı olmaksızın, şaşırtıcı bir mekanizma ile gerçekleştirilmektedir. Çünkü aksırma ihtiyacı hissettiğimiz zaman aksırırsınız, önüne geçemezsiniz. Vücudunuza bu mekanizma konulmamış olsaydı, bize rahatsızlık veren pek çok zararlı maddelerden ve tozlardan kurtulmamız mümkün olmayacaktı. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki milyonlarca mikrop ve zararlı maddelerden kurtulduğumuz için, aksırdıktan sonra Rabbimiz'e şükrediyor, "elhamdülillah" diyoruz.

Hapşıran kişiye "çok yaşa" denilmesi caiz olsa da sünnete uygun olan ifadelerin kullanılması en doğru söyleyiştir.

5 Uyurken ayakları kıbleye uzatmanın hükmü nedir, başımız kıbleye gelecek şekilde mi uyumalıyız? Uyuma adabı nasıldır?

“Uykunuzu size dinlenme vasıtası kıldık.”1

buyuran Cenab-ı Hak, uykunun da bir nimet olduğunu bildirmektedir. Uyku bir istirahat vasıtası, gün boyu yorulan vücut makinasının dinlenmesine yardımcı olması, bir sonraki güne daha zinde ve canlı bir şekilde başlanmasına vesile olduğu için de nimet olmuştur.

Ancak bu nimeti yerli yerinde kullanmak lâzımdır. Çünkü, uykuya ihtiyacımız kadar kullanmadığımız zaman bizi pekçok dünya ve âhiret nimetlerinden mahrum edecek bir şekle girebilmektedir. Bundan dolayı bir gaflet ânı olan uyku vaktini iyi ayarlamak, ancak ihtiyacımız miktarınca istifâde etmek unutmamamız gereken bir husustur.

Bir hadis-i şerifte uykuyu ölümün küçük kardeşi olarak vasıflandıran Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bundan dolayı uyku ve ölümün Cennette bulunmadığına işâret buyurmaktadır.2

İşte ölümün kardeşi olan uykuya dalmadan önce, o ânımızın ibâdet içinde geçmesi için hazırlıklı bulunmakta büyük fayda vardır. Nasıl ki, ölmeden önce mümkün oldukça duâ, ibâdet, zikir ve hizmetlerimizle ona hazır olmaya çalışıyorsak, uykudan önce de aynı şekilde hazırlıklı bulunmak gerekir.

Gözümüzü bu dünyada kapattığımız gibi ancak kabirde açmak gibi çok kere aklımıza getiremediğimiz bir hakikat mevcut. Zaten mü’min her vakit ve fırsatta dünyaya gönderiliş maksadını düşünmek, yaratılış gayesini idrak etmek durumunda değil midir?

İşte uyumadan önce neler yapılması gerektiğini, nasıl bir hazırlık içinde bulunmak icap ettiğini Peygamberimizin (a.s.m.) tatbikî sünnetinden öğreniyoruz.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yatağa girmeden önce abdest alır, bazı duâlar okur, cephesi kıbleye gelecek şekilde sağ avucunu sağ yanağına koyar, tefekkür ve zikir içinde uykuya dalardı. Seher vakti de erken kalkar, huzur ve huşû içinde Rabbinin dergâhına yönelirdi.

Peygamberimizin (a.s.m.) uyku ânı bizimki gibi değildi. Onun gözleri uyusa da, kalbi uyumaz, gaflet içinde bulunmazdı.

Kıble cihetinin diğer yönlerden farklı olarak mukaddes bir mânâsı vardır. Bütün Müslümanların hergün beş vakit namaz için durdukları bir yöndür. Her mü’minin sâdece ibadet için yöneldiği kıbleye tâzim etmek, hürmet göstermek gerekir.

Bundan dolayı gerek yatarken, gerekse uyanıkken kıbleye karşı ayakları uzatmak mekruhtur, İslâm âdâbına uygun düşmez. Bilhassa yatarken mümkün oldukça kıbleye karşı ayak uzatmamak lâzımdır. Ancak yatağı başka türlü sermek mümkün olmuyor, ayak tarafı mecburen kıble tarafına geliyorsa, bunda bir zaruret olduğundan bir mahzur olmaz.

Dipnotlar:

1. Nebe Sûresi, 9.
2. Keşfü’l-Hafâ, 2: 329.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

Yüz üstü yatmak günah mıdır? Uyku adabı nasıldır?

6 Sünnet Nedir?

Sünnetin sözlük anlamı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Terim anlamı ise, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü manasına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle, o işi reddetmemek demektir. 

Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kur'an'da yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar.

“Namaz kılın!..” emri mücmeldir; tafsilat hadise bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette tafsilatıyla verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “Namaz kılın.” emri nasıl yerine getirilecekti?

“Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.” (Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahâd, 1)

Aynı şekilde, “zekât verin” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur.

Nur Müellifi, hadis-i şerifler için “Kur’an’ın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kur’an âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir.

“İşittikleri haberi, peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa, 4/83)

Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır. İlâhî hakikatlere ermek de ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir.

“Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.”

Sünnete ittiba etmeyi Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime:

“De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Âl-i İmran, 3/31)

Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allah’ın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allah’ın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir.

Bir insan, Kur’an-ı Kerim’i hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir. Kur’anı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allah Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kur’an âyetlerinden okuyalım:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir, 59/7)

“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm, 53/3-4)

“Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80)

İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün (a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz.

Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım: Bir mümin, Asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı? Elbette ki, Allah Resulünü (asm.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi?

İşte bugün, Onun (asm.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır.

Nur Külliyatı'nda, sünnetler üç ana guruba ayrılır:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir.” (Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Demek oluyor ki, Resulullah Efendimizin (a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan oluşuyor.

Bir Müslüman, O Nebiler Nebisini (a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allah'ın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün (a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allah'ın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur.

Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır.

Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır.

“Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün (a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, âdet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün (a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur.

“Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.” (Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler.

Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir.

“... İçinizde Allahı en çok seven benim. Ve ondan en fazla da ben korkarım...” (Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5)

7 Yeni doğan çocuğun / bebeğin kulağına ezan ve kamet okunması hakkında bilgi verir misiniz?

Kulağına ezan ve kamet okuyarak çocuğa isim koymak:

Bu adet bizzat Peygamber Efendimiz (asm)'den gelmektedir. Sünen-i Tirmizi’de nakledildiğine göre, Hz. Hasan (ra) dünyaya gelince Peygamberimiz (asm) onun sağ kulağına ezan okumuştur. (Tirmizi, Edaha:15)

Hz. Hüseyin (ra)’in rivayetine göre ise Peygamberimiz (asm) bu adetlerinin hikmeti hususunda da şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin bir çocuğu olur da, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa, o çocuğa ümmüsıbyan hastalığı zarar vermez (cin zarar vermez).”(Feyzü'l-Kadir, VI/237.)

Ezan ve kamet, çocuğa yapılan ilk iman telkinidir. Çünkü ezanın mana ve muhtevasında tekbir, tevhid, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır.

İsim verilirken, çocuğa güzel, İslami isimlerin verilmesine dikkat edilmelidir. Bu hususta Peygamberimiz (asm)'in birçok tavsiye, ikaz ve tatbikleri vardır. Bu hadislerden birisinin meali şöyledir:

“Kıyamet günününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyun.”(Buhari, Edeb:108)

Çocuğun isminin doğduğu günün akşamında verilmesi tavsiye edilmektedir; fakat yedinci güne kadar da ertelenebilir.

Ezan ve kamet işini herkes yapabilir. Namazdan önce okunan kamet sol kulağa okunur.

(Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorunlar)

8 Takke takmanın hikmeti nedir? Peygamberimizin başı açık olduğu zamanlar olmuş mudur?

Sarık ve takke mübah şeylerdendir. Herkes sarık sarma veya takke giyme hususunda serbesttir. Zira İslam dini, müslümanlara sarık sarma veya takke takma mecburiyeti getirmemiştir. Yeter ki küfre Şi`ar olarak kabul edilen şey başa konulmasın (Papazlara has olan külah gibi).

Ancak namaz için başa sarık sarmak herkes için sünnettir. Allah`ın Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Sarıkla kılınan iki rekat namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rek`attan daha hayırlıdır."

Bunun için namazda sarığı ihmal etmemek daha uygundur. Sarığın kaç metre olması hakkında bir şey varid olmamıştır. O örfe bağlı bir şeydir. Takkenin, sarığın yerini tutup tutmadığı hakkında ihtilaf vardır. İbn Hacer`e göre, sarığın yerini tutmaz. Buğyetü`l-Müsterşidin isimli kitapta kaydedildiğine göre onun yerini tutar.

"Müşriklerle aramızdaki fark, kalensövenin üzerine sardığımız sarıktır." (Tirmiz, Libâs, 42).

İbn Kayyim'in dediğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v.) kalensövenin (başlık, külah, takke) üzerine sarığı sarıp kullandığı gibi, sarıksız kalensöveyi ve kalensövesiz sarığı da kullanmıştır. (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Beyrut, tsz., II, 108)

Bu rivâyete göre, Hz. Muhammed (s.a.v.) sarık sarmaya önem vermiştir. Takkeyi de kapsamına alan kalensöveyi hem sarıklı hem de sarıksız olarak kullandığı olmuştur.

Takke takmak o dönemde başı aşırı sıcaktan ve soğuktan korumak amacıyla da takılmıştır.

Peygamberimiz (s.a.v.) başına takke ve sarık koymayı ihmal etmemiştir. Ancak baş açık olduğu zamanlar da olmuştur. Mesela ihramda iken başına takke ve sarık koymamıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

TAKKE

Dinimizde namaz için takke, sarık ve cüppe giymenin Peygamber Efendimiz (asv)'in sünneti ve çok faziletli olduğu söylenir. Bunlar neden bu kadar kıymetlidir?

9 Yatarken (yatakta yatık vaziyette) dua veya Kur'an-ı Kerim okumak caiz midir?

Yatağa girmeden önce dua etmek; İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri gibi dua âyetlerini okumak Peygamber Efendimizin (a.s.m.) devamlı âdetlerindendi. Hadis kitaplarında bu hususta pek çok hadis mevcuttur. Meselâ Hz. Âişe validemiz Peygamberimizin (a.s.m.) yatmadan önce neler yaptığını şöyle anlatır:

“Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem her gece yatağına girdiği vakit avuçlarını toplar, onlara üfler, daha sonra ‘Kul hüvallahu ehad, Kul eûzü bi-Rabbi’l-felâk, Kul eûzü bi-Rabbi’n-nâsiyi okur, sonra elleri ile başından ve yüzünden başlayarak yetişebildiği yere kadar vücudunun her tarafını meshederdi. Bunu üç defa yapardı.”1

Berâ bin Âzib (r.a.) de Peygamberimiz (a.s.m.)'den şu meâlde bir hâdis-i şerif rivâyet eder:

“Yatağına gireceğin zaman namaz için abdest alır gibi abdest al, sonra sağ tarafına yat ve şöyle dua et:

‘Allah'ım, nefsimi sana teslim ettim. İşimi de sana havâle ettim. Seni sevdiğim ve senden korktuğum için sırtımı sana dayadım. Ancak sana sığınır ve sana ilticâ ederim. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin Resulune iman ettim.’

Şayet o gece ruhunu teslim edersen İslâm üzere, imanlı olarak ölürsün. Son söylediklerin bunlar olsun.”2

Her iki hadiste de görüldüğü üzere bu dualar yatağa girdikten sonra okunmaktadır. Peygamberimiz (a.s.m.) dua mânâsındaki sûreleri oturdukları yerde okuyup mübarek vücutlarını meshettikleri gibi, ikinci hadiste geçen duayı yattıktan sonra okudukları anlaşılmaktadır. Bu durumda yatmadan okumak mümkün olduğu gibi, yattıktan sonra da okumak câizdir.

El-Fetâva’l-Hindiyye’de bu hususta şöyle bir kayda yer verilir:

“Yan tarafını yere vererek Kur’ân okumakta bir beis yoktur. Ancak bu esnada ayakları uzatmayıp toplamak gerekir. Yatağa girdikten sonra Kur’ân’dan bir sûre ve âyet okumakta da bir mahzur yoktur. Fakat bu esnada başını yorganıyla kapatmaması gerekir. Çünkü yorgan bir nevi elbise hükmüne geçmektedir. Bu şekilde yapılmazsa okumak câiz olmaz.”3

Dipnotlar:

1 Tirmizi, Duâ: 21.
2 Müslim, Zikir: 56.
3 el-Feteva’l-Hindiyye, V/316.

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

10 Sünnete göre tırnak nasıl kesilir?

El ve ayak parmaklarının uçlarında bulunan, parmakları dış etkilerden koruyan boynuzsu maddeler olan tırnaklar zamanla uzar. Uzayan kısımların kesilmesi fıtratın (insan yapısının) gereği olan sünnetlerdendir. Hz. Peygamber (asm) fıtrattan olan beş temizlikten birinin de tırnakların kesilmesi olduğunu belirtmiştir.

«Fıtrat beştir; (yahut beş şey vardır ki, bunlar fıtrattandır): Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, tırnak kesmek, koltuk altındaki kılları yolmak ve bıyıkları kısaltmak.» (Müslim, Tahâre, 49)

Tırnaklar uzayınca etle tırnak arasına pis, mikroplu şeyler girer. Bilhassa el parmakları vücudun hemen her yerine, özellikle yemek yerken ağza değeceğinden, buralara mikropları bulaştırır. Koruyucu hekimlik açısından da tırnakların kesilmesi çok önemlidir. Abdest ve gusül esnasında suyun tırnak altlarına (uzayan kısmın altına) ulaşması şarttır. Pislik dolu olduğu için buralara su ulaşmazsa temizlik olmaz. Güzellik niyetiyle, temiz tutulsa da tırnak uzatmak yanlıştır, sünnete aykırıdır.

Tırnak kesmek sadece, hac veya umre ihramı süresince yasaktır; bunun dışında her zaman kesilebilir. Halk arasında bazı gün ve zamanlarda, meselâ "Geceleyin tırnak kesilmez." şeklinde yanlış bir inanç vardır. Elektriğin olmadığı zamanlarda, kesilen tırnağın nereye sıçradığının görülemediği düşüncesinden kaynaklanan bu kanaat, böyle durumlar için geçerli olabilir. Fakat bugün, elektriğin aydınlattığı ortamlarda gece tırnak kesmenin hiç bir sakıncası yoktur. Kesilen tırnaklar gelişi güzel bir şekilde bırakılmamalı, uygun bir şekilde ortadan kaldırılmalı, yok edilmelidir.

TIRNAK KESME EDEBİ

- El ve ayak tırnakları beraberce kesilebilir mi; bunun için belirli bir gün var mıdır?

Kesilebilir. Tırnak kesmenin belirli bir günü yoktur. Gerektiği her an (yani uzayınca) kesilebilir. Önce ellerinkini, sonra ayaklarınkini kesmek, ellere sağ elin işaret parmağından başlayıp, eller avuç içleri birbirine gelecek şekilde birbirine yapıştırıldığında, parmakların oluşturduğu daireyi sağa doğru giderek tamamlamak, sonra sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın küçük parmağında bitirmek müstehap görülmüştür. (Hattâb es-Sübkî, el-Menhel, I/189) Gazalî'nin söylediği budur.

Bu konuda görüşler vardır. Efdal olan, tırnakların haftada bir kesilmesidir. On beş güne kadar bırakmasında da bir mahzur yoktur. Kırk günü aşması ise, harama yakın (tahrîmen) mekruhtur.

Ama tırnakları çok uzayıp, sınırı aşmayacaksa, bekleyip cuma günü kesmek (özellikle camiye gidecek erkekler için) müstehaptır. Bu konuda Fetâvây-i Kâdihân'da şöyle denir:

"Bir adam tırnak kesmek ya da saç traşı olmak için, cuma gününü belirlese; başka günlerde de bunun câiz olduğunu kabul etmekle beraber, cumaya kadar beklemesi tırnak kesmeyi çok geciktirmiş olsa, bu mekruh olur. Çünkü tırnakları uzun olanın rızkı kıt olur. Eğer çok geciktirmiş olmayacaksa ve cumayı hadîsin tavsiyesine uymak için bekliyorsa bu müstehaptır. Çünkü Aişe Validemizden nakledildiğine göre, Rasûllullah Efendimiz (asm) buyurmuştur:

"Kim cuma günü tırnaklarını keserse, Allah onun öbür cumaya kadar ve üç gün daha fazla belâlardan korur." [Kadihân (Hindiyye kenarında) NI/411; Hindiyye V/358 Benzer hadisler için bk. el-Hindî, Kenzu'I-ummâl VI/656 659]

11 Saç uzatmak caiz midir, bir sakıncası var mı veya sünnete uygun saç uzatma şekli var mıdır?

İslam, kadın erkek her iki cinsin kendilerine ait özelliklerini korumalarını, cins belirsizliğine sebep olacak görüntü ve davranışlardan uzak kalmalarını emreder.

Gerek giyim kuşamda, gerekse tıraş ve benzeri hâllerde mutlaka her cins kendi özelliğini korumalı, duygusal sapmalara sebep olabilecek karşı cinse benzeme görüntüsüne asla yönelmemelidir.

Bundan dolayı Efendimiz  Hazretleri (asm), ‘kadın kadın gibi giyinip davranmalı, erkek de erkek gibi giyinip davranmalı’, manasına gelecek sözler söylemiş, ikazlarda bulunmuştur.

Nitekim hadislerde bu konuda şu mealde ikazlar görmekteyiz:

"Kadınlardan erkeklere benzemeye uğraşanlara, erkeklerden de kadınlara benzemeye uğraşanlara Allah rahmetini esirger!.." (bk. Buhârî, Libas, 61, 62; Müslim, Cennet 52; Ebû Dâvûd, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbni Mâce, Nikâh 22; Müsned, 2/325)

Yani her cins her haliyle kendine mahsus özelliklerini kesin sınırlarla korumalı, asla cinsiyetini şaibe altına sokacak giyim kuşam, tutum ve tavırlara sapmamalıdır!

Bu ölçüler içinde saç uzunluk ve kısalığına bakacak olursak şunları söyleyebiliriz.

- Uzun saç kadında ziynettir, yani kadının özelliğindendir. Bundan dolayı kadın saçlarını uzatır, erkek ise (kadına bezemeyecek şekilde) kısaltır.

- Kadının saçlarını uzatması, başörtüsü altında koruyacak kadar olur.

- Erkeğin saçlarını uzatması ise omuzlarını geçmeyecek şekilde kalır.

Sahabe erkeklerden saç uzatanlar olmuştur. Ancak kadına benzeyecek şekilde, sırtlarına kadar inecek uzunlukta değildir.

- Bununla beraber kadının, ziyneti olan saçını kestirmesi de caiz görülmüştür. Ancak o da erkeğe benzeyecek şekilde, ensesi görünecek kısalıkta değildir.

Allah her cinsi kendine ait özellik ve güzelliklerle bezemiştir. Her cins bu özellik ve güzelliğini korumaya dikkat etmeli, öteki cinse benzeyecek giyim kuşamdan, görünüş ve davranışlardan uzak kalmalı, bir cinsiyet karmaşasına sebep olabilecek şaibeli hâllerden kendini koruma titizliğinde bulunmalıdır.

Buna hem dini bakımdan hem de toplumun sosyal hayatını, ahlâki ölçülerini koruma açısından ihtiyaç vardır. Yoksa toplumda bir dejenerasyon meydana gelir. Kadını erkeği belli olmayan bir karmaşa söz konusu olur. Nitekim şu anda bile eşcinsel gibi şaibeli örnekler toplumu tehdit eder boyutlara yönelme istidadı göstermektedir.

Siyerdeki kayıtlardan öğrendiğimize göre, bir kadın erkekler gibi giyindikten sonra, yine erkekler gibi ok yay da kuşanarak sokakta görünmeye başlamış. Bunun üzerine Efendimiz (asm) ikazda bulunarak:

- Kadınlardan erkeğe benzeyene, erkeklerden de kadına benzeyene Allah rahmetini esirger... manasına gelen ikazlarda bulunmuştur…

Elbette bu sözlerimiz böyle değerlendirmelere değer verenler içindir. Kendi değerlerini kendisi koyup başka değerleri tanımayanlar için söylenecek sözümüz olamaz.

Herkes layığını bulur ve onu yaşar, bu alemde de öteki alemde de...

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) kişisel bakımını nasıl yapardı? Sürme kullanır mıydı?

12 Yeni doğan bebeğin bir hafta sonra saçının kesilip ağırlığınca altın veya altın karşılığında para sadaka verilmesi konusunu açıklar mısınız? Bu uygulama sünnet midir?

Resulullah (sav) buyurdular ki:

"Her çocuk, akika kurbanı ile rehinelenmiştir. Bu kurban, (doğumunun) yedinci günü, onun adına kesilir. (O gün) saçı da traş edilir ve çocuğa isim de verilir." [Ebu Davud, Edahi 21, (2837, 2838); Tirmizi, Edahi 23, (1572); Nesai, Akika 5, (7, 166)]

Resulullah (sav), Hz. Hasan (ra) için akika olarak bir koyun kurban etti ve:

"Ey Fatıma! Çocuğun başını tıraş ettir ve saçının ağırlığınca gümüş tasadduk et!" dedi. Bu emir üzerine saçı tarttık, ağırlığı bir dirhem veya buna yakın bir şeydi." [Tirmizi, Edahi 20, (1519)]

Cafer İbnu Muhammed babasından o da Hz. Fatıma (ra)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in, Zeyneb'in, Ümmü Külsüm (ra)'ün saçlarını tarttı. Bunların ağırlığınca gümüş tasadduk etti. [Muvatta, Akika 2, (2, 501)]

Sünnet olan saçın kesilmesidir. Ancak saçı kesmeden de saçın ağırlığınca sadaka verebilirsiniz, bunun da sevabı vardır. Tam sünnete uygun olan saçın kesilip ağırlığınca sadaka verilmesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Akîka Kurbanı...

13 Peygamber Efendimizin (asm) yüzme, ok atma, ata binme gibi tavsiyeleri nelerdir?

Hadis-i Şeriflerde “Atıcılık, Binicilik, Yüzme”:

Gayeli oyunlardan askerlikle ilgili oldukları için erkeklere ait olanlar üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ısrarla durmuş, bunlara teşvik sadedinde pek çok hadis îrad etmişti. Bu meyanda en çok üzerinde durulanlar atıcılık, binicilik, yürüme ve yüzmedir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir babanın evladına kaşı vazifelerini sayarken "helal rızıkla beslemek", "yazıyı öğretmek"le birlikte bunlardan atıcılık ve yüzme öğretmeyi de zikreder. Keza Tirmizî'nin "sahih" olduğunu tasrih ettiği bir rivayette, insanoğlunun bütün eğlenceleri bâtıl ilan edilirken "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" bundan hariç tutulmuştur ve bunların "Hak'tan" olduğu tasrih edilmiştir.

Şimdi bunlarla ilgili teşvikleri ayrı ayrı görelim:

Atıcılık:

Gayeli oyunlarla olarak tavsif ettiğimiz gruba dahil olanlar arasında, en fazla ehemmiyet verilen ve ısrarla üzerinde durulan budur. Hemen belirtelim ki -ilgili âyetin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yapılan tefsirinde göreceğimiz üzere- Resûlullah "atıcılık"ı tafdil ederken, "ok atma" diyerek, devrinde geçerli atma vasıtasıyla kayıtlamıyor, alelıtlak atmayı övüyor ki bu ifadeye -zamanımızdaki atom, roket vs. dahil- her devrin atma vasıtası girmektedir. Böylece "atma" fiili, üstünlüğünü koruduğu müddetçe, sünnetin -ve dolayısıyle âyetin- çağrısı aktüalitesini ve geçerliliğini bütün canlılığı ile muhafaza edecektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..." (Enfâl, 8/60)

âyetinde geçen kuvveti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

"Bilesiniz ki kuvvet remy'dir, bilesiniz ki kuvvet remy'dir, bilesiniz ki kuvvet remy (atmak) dir."

diyerek, te'kidli bir tarzda, kuvveti "atmak" olarak tefsir ederek "atma" ya ve "atıcılık"a müstesna bir yer vermiştir.

Atıcılık, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e göre, daha çocukken öğrenilip ölünceye kadar kaybedilmemesi gereken bir maharettir. Boş kaldıkça can sıkıntısı ârız oldukça, biraz eğlenme ihtiyacı duyuldukça en meşru vakit değerlendirme vasıtasıdır. Bir rivâyette:

"Sizden birinizi gam ve sıkıntı bastığı zaman, yayını kuşanıp, kederini onunla dığıtmadan başka yapacak bir şeyi yoktur."

demektedir. Müslim'in bir rivayetinde de:

"Sizden hiç kimse oklarıyla eğlenmekten geri durmasın."

der. Öğrendikten sonra atıcılığı bırakarak unutan kimse için; "Bizden değildir, veya (bana) isyan etmiştir", "Allah'ın bir nimetine küfranda bulunmuştur" gibi ifade eden tabirler kullanılmıştır. Bir kısım rivayetler, Ashab'tan bazılarının bu çeşit tehdidlerden korkarak ihtiyarlık zamanlarında bile atış temrini (antrenman) yaptıklarını haber vermektedir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), atıcılığı "düşmanın hezimeti" diye vasıflandırır ve "atıcılık, binicilikten daha mühimdir" diyerek diğer askerî oyunlar arasında en mümtaz makamı buna verir. Utbe İbnu Ebî Hakîm'in rivayetine göre, yanında atış vasıtası olan "yay" zikredilen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyler:

"Hiçbir silah, hayırda onu geçememiştir."

Serahsî bu sözle, yayın cihad aletlerinin en kuvvetlisi olduğunu ifade ederek gazileri atış talimine teşvik ettiğini kaydeder.

"Atıcılık öğrenin, zira iki hedef arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir."

demiş olan Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir gün atış yapmakta olan bir gruba rastlayınca aynı sözü tekrar ederek, ayakkkabılarını çıkarıp, atış sahası içerisinde yalınayak yürüdüğünü görüyoruz.

Ashab'tan bir grubun eğlenmeye gittiği söylenince memnuniyetsizlik izhar ederken "atışa" gittiklerinin tasrihi üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in:

"Atış eğlence değildir, atış eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısıdır."

dediğine şâhit olmaktayız. Bir başka rivayette de:

"Melâike sizin hiçbir eğlencenizde bulunmaz, atış ve at koşusu hariç."

demektedir. Atış sırasında atıcıların "vallahi isabet ettim, billahi isabet edeceğim" vs. gibi, birbirlerini tahrik edip şevke getirmek için yaptıkları yeminlerinden dolayı hânis (yemin bozan) olmayacakları belirtilmiş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanlarına gelmesiyle bu çeşit sözleri terkedenler, devam etmeleri için teşvik edilmiştir.

Rivayetler, iyi atış yapanlara Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fevkalade iltifatlarda bulunduğunu da göstermektedir. Uhud harbinde isabetli atışları sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), başka hiç kimse için kullanmadığı "annem babam sana feda olsun" tabirini Sa'd İbnu Ebî Vakkas'a kullanmıştır -ki, Serahsî bu keyfiyeti, atıcılığın diğer oyunlara efdaliyeti hususunda zikrettiği deliller meyanında kaydeder- bu cümleden olarak, iyi atıcılardan olduğu tasrih edilen Ebû Talha, atış yaptığı zaman, okunun düstüğü yere Hz. Peygamber (aleyhisssalâtu vesselam)'in "boyunu uzatarak" baktığı rivayet edilir. Mamafih Allah rızası için attıktan sonra, her atışın isabet etse de etmese de "Kıyamet günü atıcı için bir nûr" olacağı, bir köle âzad etmiş gibi ateşten koruyacağı belirtilmiştir.

Bazan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in atış yarışlarında hazır bulunup, hatta taraf bile tuttuğuna şâhit olmaktayız. Ancak mukabil tarafın: "Siz o tarafı tuttunuz!" diyerek atıştan vazgeçmesi üzerine Hz. Peygamber: "Atın! Ben ikinizle de beraberim." diyerek taraf tutmaktan vazgeçer.

Bütün bu teşviklerin tabii bir sonucu olarak ashab, atıcılığa önem vermiş, her fırsatta, hatta akşam namazından sonra hava kararıncaya kadar bile ok atışları yapmıştır. Hz. Enes (radıyallâhu anh)'in umumiyetle, kendisine atılan bir mindere oturduğu, bu sırada çocuğunun önünde ok atma talimleri yaptığı belirtilir. Bir seferinde atış yapan çocuklarına çıkagelen Enes (radıyallâhu anh) atışlarını isabetsiz bularak beğenmez, yayı ellerinden alıp birkaç atış yapar, hiçbiri de hedefinden şaşmaz. Ukbe İbnu Âmir ok atmanın faziletiyle ilgili hadisleri işitince: "Elim kesilmiş bile olsa ok atmayı bırakmayacağım." der.

Hz. Ömer (ra) de, gerek hutbelerinde Medîne halkına, gerek mektuplarında Şam, Azerbaycan gibi civar halklara; Ebû Ubeydeti'bnu'l-Cerrâh gibi komutanlarına yazarak yukarıda zikredilen hadisleri kaydedip atıcılık, binicilik, yüzme ve koşma gibi askerî tâlimlere (gayeli oyunlara) ehemmiyet verilmesi, bunların çocuklara öğretilmesi için sık sık talimatlar vermiştir.

Muhtelif rivayetler, çocukların belli hedefler koyarak ok atışları yaparak eğlendiklerini göstermektedir. Bazı durumlarda çocukların çeşitli nev'den canlı hayvanları bile atışlarına hedef yaptıklarına rastlıyoruz ki, bu davranışlar şiddetle yasaklanmıştır.

Binicilik:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) daha önce de zikrettiğimiz gibi, atıcılığı biniciliğe takdim etmekle beraber, bunun da ihmal edilmeyip behemahal öğrenilmesi ve çocuklara öğretilmesi, mümkün mertebe günlük eğlenceler arasına dahil edilmesi için ısrar etmiş at ve deve yarışlarına teşvik etmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zaman zaman koşu yarışları tertiplediği, bunları maddî ödüllerle mükâfatlandırdığı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Bazı rivayetlere göre -bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, bir seferinde, antrenmanlı, bir seferinde antrenmansız deveyle olmak üzere- iki defa yarışa katılmış, antrenmanlı deve ile altı mil mesafe tutan Hafya ile Seniyyetü'l-Vedâ arasında, antrenmansız deve ile bir mil mesafe tutan Seniyyetü'l-Vedâ ile Mescid-i Züreyk arasında koşmuştur. Fakat şu rivâyete bakarsak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in daha fazla binme yarışları yapmış olabileceği hükmüne varılabilir. Hz. Enes anlatıyor:

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Adbâ adındaki devesini hiçbir deve geçemezdi. (Bir gün) bir bedevi devesiyle geldi. Hz. Peygamber onunla yarıştı. Müsâbakayı bedevî kazanmıştı ki bu durum Müslümanların ağrına gitti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları teskin için şunu söyledi:

"Dünyada her yükselişe bir alçalış, (her kemale bir zeval), vermek Allah üzerine bir haktır."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in deve ile atı da yarıştırdığı rivayetlerde gelmiştir.

Yüzücülük:

Çocukluğunda Medine'de öğrenmiş olduğu yüzücülüğü de takdir edip "atış ve yüzmeyi bilenlerden memnun kaldığı" belirtilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yüzmeyi öğrenmeleri için de ümmetine teşvikleri mevcuttur. Kitabet, atıcılık ve biniciliğe olan teşvikleri meyanında yüzmenin de zikredildiğini görmüştük. Burada, aynı rivâyetleri tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu da belirtelim ki, müteakip devirlerde Müslümanların yüzmeye yazıdan daha çok ehemmiyet verdikleri anlaşılmaktadır. Halîfe Abdülmelik, Şa'bî'ye (İbnu Kuteybe'nin rivâyetinde Haccac, oğlunun müeddibine):

"Çocuklarıma yüzmeyi öğret, zîra kendileri için yazacak birini her zaman bulabilirler, fakat tehlike ânında kendileri yerine yüzecek birini bulamazlar." der.

Yürüme ve Koşu:

Bazı rivâyetlerde atıcılık ve binicilikle birlikte yürümenin de tavsiye edildiğine, ashâbın buna da ehemmiyet verdiğine şâhit olmaktayız. Ebû Zerr'den yapılan bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

"İki hedef arasında koşan kimsenin her adımı için bir hasene mevcuttur."

demektedir. Bir başka rivâyette:

"Ok yarışı yapın, (vücudça) sertleşin, yalınayak yürüyün." (Mecmeu’z-Zevâid, 5/136) buyurmaktadır.

Hz. Ömer (ra)'in de:

"Çocuklarınıza yüzmeyi, binmeyi öğretin ve hedefler arasında yalınayarak yürümeyi emredin."

dediği rivayet edilir. Mücâhid de Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'i hedef arasında çok hızlı koşarken gördüğünü, hedeflerden birine yaklaştıkça "işte geldim, işte geldim" dediğini rivâyet eder. Keza Huzeyfe'nin de Medâin'de izarsız olarak iki hedef arasında koştuğu rivâyet edilmektedir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. Âişe ile iki sefer koşu yarışı yaptığı, birincide Hz. Âişe'nin kazandığı, ikinci seferde şişmanlık sebebiyle, Hz. Âişe'nin kaybettiği ve koşuyu kazanan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ona: "Bu, önceki koşuya bedeldir (ödeştik)" dediği rivayet edilmektedir. (bk. Ebu Davud, Cihad 68)

Güreş:

Bu gruba güreşi de katmak mümkündür. Muhammed İbnu Ebî Ali'den gelen mürsel bir rivâyet, Hz. Hasan'la Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda güreştiklerini kaydeder. Rivâyette belirtildiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hasan tarafını tutar, sebebi sorulunca: "Cebrâil Hüseyin'e yardım etmektedir, ben de Hasan'a yardım etmeyi seviyorum." cevabını verir.

İbnu Hişam'ın bir rivayetine göre bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de güreş yapmıştır. Mekke'nin ünlü pehlivanı Rükâne İbnu Abdi Yezid, Müslüman olmak için, kendine göstermesi gereken bir mucize olarak, güreşmeyi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in güreşte kendisini yenebilmesini şart koşar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teklifi kabul eder ve pazularından son derece emin olan Rukâne'yi fevkalade şaşırtan bir netice hasıl olur: Güreşi kaybeder. (bk. İbn Hişam, Siyer, 1/390)

Yukarıda sayılan gayeli oyunlara teşvik edici hadislerden, İslam alimleri, harpteki mücadeleye yardımcı olacak her çeşit temrin ve alıştırma yapmaya bunlarda hazâkat ve maharet kazanmaya, uzuvların çeşitli riyazetlerle geliştirilmesine teşvik olduğu hükmünü çıkarmışlar "Zîra bunda dîni aziz, düşmanı zelil kılma vardır." demişlerdir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) askerî mahiyetteki temrin ve oyunlara teşvikle kalmaz. Bunların yapıldığı vasıta ve bu işlerde kullanılan malzemelerin hazırlanmasına, ikmaline de aynı derecede ehemmiyet vermiştir, teşvik etmiştir. mesela en çok kıymet verilmiş olan "atıcılık"ın o zamanki vasıtası olan ok için şunu söyler:

"Allah tek bir okla üç kişiyi cennetine kor:

1. İmâli sırasında hayır murad etmiş olan imalcisi,

2. Onu atan kimse,

3. Oku (atıcıya) ulaştıran (yani taşıyan), îmâl edenle atan arasında vasıta olan."

Keza biniciliğin vasıtası olan "at" besleyenler de son derece takdir edilmiş, "cihad için beslenen atların yediği şeyler, ayağında hâsıl olan toz ve izler, hatta vücudundan çıkan ter, gübre ve bevl'e varıncaya kadar her bir şey için sahibine sevab hasıl olacağı ve kıyamet günü mizana gireceği" tebşir edilmiştir. (bk Buhari, Cihad 78)

Burada ilave edeceğimiz son bir nokta, mezkur malzemelerin menşei meselesidir. Rivâyetler harp malzemelerinin yerli olması gerektiğini ve yerlisi varken yabancı menşeli malzemenin kullanılmaması icab ettiğini ifade etmektedir. İki ayrı tarikden bazı icmal ve tafsil farklarıyla gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber'in fethi sırasında "İran Yayı" (Kavsen Farisiyyen) taşıyan bir asker görür ve:

"Onu at, zira bu yay ve bu yayı taşıyan, her ikisi de mel'undur. Siz Arap ok ve yaylarını kullanın. Zîra Allah, dininizi onunla aziz kıldı ve çeşitli memleketlerin kapısını onunla açıp fethettirdi." der.

Askerî Terbiye Yaşı:

Aynı zamanda bir nevî askerî eğitim olan atıcılık, binicilik ve yüzmeyi öğrenip bunlarda maharet kazanma işine, mümkün mertebe erken yaşlarda başlandığını te'yid eden rivayetler mevcuttur. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunları Hasan ve Hüseyin'in, dedelerinin huzurunda ok atma müsâbakası yaptıklarını görüyoruz. Hz. Peygamber (alleyhissalâtu vesselâm)'in vefatında Hasan'ın 7; Hüseyin'in de 6 yaşlarında oldukları nazara alınırsa, ok atmaya çok erken yaşlarda başlatıldıkları anlaşılır.

Deve ve ata binme yaşı ile de ilgili olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in katıldığını zikrettiğimiz yarışlarla ilgili rivâyeti verebiliriz. Zîra bu rivayetlerde, yarışmadaki müsâbıklardan birinin Abdullah İbnu Ömer olduğu belirtilir. Hadisenin yılı tasrih edilmemiş olmakla beraber Abdullah'ın Hendek savaşı sırasında on beş yaşına basarak harbe katılabildiğini biliyoruz. Mezkur yarışın Hendek harbinden önce cereyan etmiş olabileceği ihtimali nazara alınınca, askere katılma yaşlarına (yani 14-15 yaşlarına) gelmiş bulunan bir kimse, yarışa katılabilecek seviyede binicilikte hazâkat kazanmış olmaktadır. Esasen bu yaşta askere alınması demek, bu yaşa kadar askerliğin icap ettirdiği ok atma, kılıç kullanma, ata, deveye binme gibi maharetleri öğrenmiş olması demektir.

Son olarak, mezkur yaş meselesinde fiilî tatbikat hususunda bir fikir vermek üzere Kâbusnâme Müellifinin bir kaydına nazar atabiliriz. Müellif çocuk için:

"Kur'an'dan sonra (...) buğur bir silahşor üstâda ver, ta ki silahşorluk öğrene ve bile ki her bir silaha nice iş buyurmak gerek, yani oku nice atmak gerek, süngüyü nice dürtmek gerek ve kılıç nice urmak gerek ve ata nice binmek gerek bile. Çünkü tamam bu hünerleri öğrene ve fariğ ola gerektir ki oğlana suda yüzmek dahi öğredesin..."

dedikten sonra hatıralarını anlatma zımnında, kendisinin Ebû Mansur Hâcib isminde bir silahşora on yaşında iken verilerek askerî eğitim aldığını, "ata binmek, süngü oynatmak, zıpkın atmak ve çevgen ile top vurmak ve kement atmak..." vs. öğrendiğini kaydeder.

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

İlave bilgi için tıklayınız:

Cihad “Ya İslam, Ya Ölüm” demek midir?

Cihad Hakkında Üç Soru Üç Cevap

Gayri müslimlere İslam'ı nasıl tebliğ etmeliyiz? Gayri müslimlere İslam'ı pedagojik olarak nasıl anlatmalı ve onlara karşı tutum ve davranışlar nasıl olmalı?..

14 Hacamat / kan aldırmak sünnet midir? Sünnet ise belli bir zamanı var mıdır?

Hacamat, sağlığı koruma veya tedavi amacıyla kan alma demektir.

Hacamatın daha eski zamanlarda olduğu gibi, Hz. Peygamber (asm) zamanında da sağlığı koruma ve bir tedavi metodu olarak uygulandığı, bizzat kendisinin hacamat yaptırdığı, hatta hacamatı teşvik ettiği bilinmektedir. Hacamatı o dönemde uygulanan en iyi tedavi metotları arasında sayan(1) Resûl-i Ekrem (asm)'in ve ashabının genel olarak ağrıya ve baş ağrısına karşı(2) baş, omuz, boyun damarları, kalça ve ayağın üstünden hacamat yaptırdığı(3), hacamatın akla ve hafızaya kuvvet verdiğini söylediği(4) rivayet edilmektedir.

Bazı hadislerde pazartesi, salı veya perşembe günleri, Kameri ay içinde de on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günler hacamat yapılması tavsiye edilmiş(5), ayrıca vücudun hangi bölge ve damarlarından kan alınmasının uygun olacağına ilişkin bazı bilgilere ve uygulama örneklerine yer verilmiştir.(6) İbn Kayyim el-Cevziyye, hadislerde mevcut tavsiye ve bilgilerin, dönemindeki tıp âlimlerinin tesbitleriyle uyum içinde bulunduğunu, meselâ bu âlimlerin kanaatine göre ayın hareketine bağlı olarak kan basıncının arttığını, ay ortası ile onu takip eden haftanın hacamat için en uygun zaman olduğunu, âcil durumlar hariç bu zaman dilimi içinde hacamat yapmanın daha faydalı olacağını söyler.(7) Buhârî'nin yukarıdaki hadisleri zayıf bulduğu için eserine almadığını kaydeden İbn Hacer ve Aynî gibi âlimler ise hacamat için belli bir zaman tayininin söz konusu olmadığını belirtirler.(8)

Ayın kendi yörüngesi üzerindeki çeşitli konumlarına göre denizlerde, hatta karalarda ve atmosferde med ve cezir olaylarının meydana geldiği, bunun da yeni ay ve dolunay dönemlerinde en yüksek seviyeye ulaştığı bilinmektedir. Günümüzde yapılan bazı araştırmalar ayın insan vücudu üzerinde de benzer etkiler meydana getirdiğini, dolunay günlerinde vücuttaki hormon ve sıvı dengesinde değişmeler görüldüğünü, kadınlardaki doğum ve âdet görme kanamalarının daha şiddetli olduğunu ortaya koymuştur. Bu sebeple hacamat için belli zaman dilimleri tavsiye eden hadislerin, hadis tekniği açısından incelenmesi yanında yeni ilmî araştırmalar ışığında değerlendirilmesinden de ilgi çekici sonuçların çıkacağı anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (asm)'in, kendisine hacamat uygulayan ve aynı zamanda bir köle olan Ebû Taybe'ye bir ödemede bulunduğu bilinmektedir.(9) Enes b. Mâlik, hacamat ücretinin helâl olup olmadığına dair bir soruya bu olayı naklederek cevap vermiştir.(10) Onun rivayetinde yapılan ödemenin ücret olup olmadığı açıkça belirtilmezken, İbn Abbas bu olayda Resûl-i Ekrem (asm)'in ücret ödediğini kaydederek, "Eğer haram olsaydı Peygamber vermezdi" der.(11) Öte yandan Resûl-i Ekrem (asm)'in kan bedelini yasakladığı(12) ve hacamatçının kazancının pis olduğunu söylediği(13) rivayet edilmektedir. Bazı âlimler, ilk hadisteki kan bedelini doğrudan kan satışı karşılığında alınan ücret olarak, bazıları da hacamat ücreti olarak yorumlamışlardır. Hadisi rivayet eden Ebû Cühayfe'nin hacamat yapan bir köle satın aldığı ve onun hacamat aletlerini kırdığı, bu davranışının sebebi sorulunca da bu hadisi rivayet ettiği(14) dikkate alınırsa, en azından ravinin yorumunun bu istikamette olduğu düşünülebilir.

Bu farklı rivayetler karşısında ashaptan itibaren değişik ictihadlar ortaya çıkmıştır. Bazı âlimler Hz. Peygamber (asm)'in yasaklamasını, hacamatın daha ziyade köleler tarafından icra edilen ve sosyal statü açısından düşük sayılan bir meslek oluşuna bağlayarak, hür kişilerin hacamattan ücret almasının caiz olmadığını söylerken bazıları da yasağın sebebini, hacamatın Müslümanlar arasında ücretsiz yapılması gereken bir hizmet ve görev oluşuna bağlar. Bir görüşe göre ücret alınması önceleri yasakken sonradan serbest bırakılmıştır; bir başka görüşe göre ise hadisteki yasak onun haram olduğunu değil tenzîhen mekruh olduğunu göstermektedir.

Hadis kaynaklarında, Resûl-i Ekrem (asm)'in hacamat yapanın da yaptıranın da orucunun bozulacağını söylediği(15), kendisinin oruçlu iken hacamat yaptırdığı(16), hacamatın orucu bozmayacağını ifade ettiği(17) şeklinde farklı rivayetler yer almaktadır.

Enes b. Mâlik, oruçlu iken hacamat yaptırmadıklarını ifade ederken bunu hacamatın oruçluya sıkıntı vereceği hususuna bağlamaktadır.(18) Birinci hadisi esas alan Hanefiler'e göre hacamat orucu bozar. Fakat çoğunluk bu hadisin neshedildiğini ileri sürerek hacamatın orucu bozmayacağını belirtir. Buna rağmen bu âlimler de oruçluya sıkıntı verebileceğinden hareketle hacamatın iftardan sonraya bırakılmasını tavsiye ederler.

Bu iki hadis ve diğer rivayetler birlikte değerlendirildiğinde, "Hacamat yapanın ve yaptıranın orucu bozulur." hadisinin "Hacamat yapanın ve yaptıranın orucu bozulma tehlikesiyle karşı karşıyadır." şeklinde anlaşılmalıdır. Zira hacamat yapan kişi emerek kanı aldığı için boğazına kan kaçma ihtimali, hacamat yaptıranın ise zayıf düşeceğinden yeme içme zorunda kalma ihtimali bulunmaktadır. Nitekim Enes b. Malik de, hacamat yaptırmanın oruçluyu zayıf düşüreceğinden dolayı hoş karşılanmadığını söylemiştir.(19) Bu itibarla, oruçlu iken kan vermek orucu bozmaz.

Hz. Peygamber (asm)'in ihramlı iken hacamat yaptırdığı bilinmektedir(20); bundan dolayı ihramlının hacamat yaptırması caiz görülmüştür. Hacamattan önce vücudun ilgili kısmının tıraş edilmesi halinde bazı âlimlere göre tıraşla ilgili genel hükümler geçerli iken bazılarına göre bu konuda özel ruhsat söz konusu olup fidye gerekmez veya miktar tesbitinde bu durum hafifletici sebep olarak değerlendirilir.

Hacamatın abdesti bozup bozmadığı konusunda mezheplerin kanamayla ilgili görüşleri geçerlidir. Kanamanın abdesti bozduğunu söyleyen Hanefî, Hanbelî ve Zeydî âlimlerine göre kanlı hacamat abdesti bozar, Şafiî ve Mâliki mezheplerine göre ise bozmaz.(21)

İlave bilgiler için tıklayınız: 

HACAMAT (HİCAMAT).

KAN ALDIRMA.

Dipnotlar:

1. Buhârî, Tıb, 13; Müslim, Müsâkat, 62, 63.
2. Buhârî, Tıb, 15; Ebu Dâvûd, Tıb, 3.
3. Buhârî, Tıb, 14, 15; Ebû Dâvûd, Menâsik, 35, Tıb, 4. 5; Tirmizî, Tıb, 12; İbn Mâce, Tıb, 21.
4. İbn Mâce, Tıb, 22.
5. Ebu Dâvûd, Tıb, 5; Tirmizî, Tıb, 12; İbn Mâce. Tıb, 22.
6. Ebu Dâ­vûd, Tıb, 5; İbn Mâce, Tıb, 21.
7. İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbû'n-nebevî (nşr. Âdil el-Ezherî-Mahmûd Ferec el-Ukde), Kahire 1410/1990, s. 42, 45.
8. İbn Hacer, Fethu'l-bâri, XXI, 266-267; Ayni, Umdetü'l-kâ-rî, XVII, 374-375.
9. Buhârî, Tıb, 13.
10. Müslim, Müsâkat, 62.
11. Buhârî, İcâre, 18; Müslim, Müsâkat, 66.
12. Buhârî, Büyu, 25, 113.
13. Ebû Dâvûd, Büyu 1, 38; Tirmizî, Büyu, 46.
14. Aynî, Umdetü'l-kari, IX, 287-288; İbn Hacer, Fethu’l-bari, IX, 165, 300-301.
15. Buhârî, Savm, 32; Ebu Dâvûd, Savm, 29; Tirmizî, Savm, 60.
16. Buhârî, Savm, 32, Tıb, 11; Ebu Dâvûd, Şavm, 30.
17. Ebû Dâvûd, Savm, 31; Tirmizî. Savm, 24.
18. Ebû Dâvûd, Savm, 30.
19. Buhârî, Savm, 32.
20. Buhârî, Savm, 32, Tıb, 12. 14. 15; Ebû Dâvûd, Menâsik, 35.
21. bk. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Hacamat md.

15 Allah ve Hz. Muhammed çocuklara nasıl değer verir?

"Hz. Peygamber'in (asm) üstün nitelikleri, merhameti, sevgi ve şefkati, gayri müslimlerin de çocukları dâhil olmak üzere bütün çocukları kucaklamıştır. O, engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş hal hatırlarını sormuş, bu arada kusurlarını hoş karşılamış, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmişti. Aynı şekilde gayrı müslimlerin çocukları da Hz. Peygamber'in şefkat deryasında nasiplerini almışlardır. Hz. Peygamber, savaşlarda çocukların öldürülmesini, esirler içinde bulunan anne ile çocuklar birbirlerinden ayrılmalarını yasaklamış, gayri müslimierin de çocukların hastalandıklarında onları ziyaret etmişti.

Hz. Peygamber'in (asm) ailesindeki çocuklarla ilgilendiği konuları ihtiva eden hadislerden de bir Müslüman ailenin çocukları olduğunda neler yapması gerektiğini öğrenebiliriz.

"Hz. Peygamber'in yakın çevresindeki çocuklara alakası doğumdan itibaren başlar. O, doğan çocukların kulaklarına ezan okur, olara isim takar önceden kötü isim takılmışsa onları değiştirir, onlar için akika kurbanı keserdi. Meselâ, torunu Hz. Hasan doğduğunda iki kulağına ezan okumuştu. Oğlu İbrahim'in doğduğu gecenin ertesi günü ona isim takışını ise sahabesine şöyle açıklamıştı:

"Bu gece bir oğlum oldu. Ona atam İbrahim'in ismini koydum." (Bilindiği gibi Hz. Muhammed, Hz. İbrahim'in soyundandır.).

Hz. Peygamber, torunlarını evde bazen sırtına, bazen kucağına alıp eğlendirirdi. Hatta bazen Hz. Peygamber, câmide namaz kıldırıyorken bile çocuklar omuzunda veya sırtındadır. Bir gün Hz. Peygamber, zekât dağıtırken torunu Hz. Hasan kucağında bulunuyordu. Dağıtma işi bitince onu omuzuna almıştı.

Hz. Peygamber (asm) çocuk ve torunlarının maddî ve mânevi eğitimiyle de ilgilenir, onlara, dünya ve ahîret mutluluklarını sağlamaya yönelik irşadlarda bulundu. Hz. Peygamber'in çocuklarını irşadlarında namaz ve zühd üzerinde çok durduğu görülmektedir. O (asm) sabah namazına çıkarken Hz. Fâtıma'nın kapısına uğrayıp namaza kaldırırdı.

İSLAM'IN ÇOCUKLARA VERDİĞİ DEĞER

Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir topluma(1) peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) kız olsun, erkek olsun, bütün çocuklara eşit muamele ve sevgi göstermeyi emrediyordu, İslâm nazarında insan, "ahsen-i takvim" (en güzel bir yaratılış) üzere yaratılmış(2) ve mahlûkatın en şereflisi olarak kabul edilmiştir.(3) İnsan yavrusu olan çocuğun da bu özelliklere sahip olacağı gayet tabiîdir. Nitekim gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerekse Hadis-i Şeriflerde, çocuğun değerinden bahseden ifadelere sık sık rastlamak mümkündür.

İslâm, Kur'ân'ın ifadesiyle çocukların, dünya hayatının bir süsü olduğunu(4) bildirirken; Hz. Peygamberin diliyle de sâlih evladı, kişinin ölümünden sonra, sevabını devam ettirecek bir hayır kaynağı olarak nitelendirmektedir.(5) Kur'ân'daki pek çok ayetin bizzat çocuklardan ve çocuklarla ilgili hükümlerden bahsetmesi, Hz. Peygamberin çocuklarla ilgili pek çok hadisi; ve nitekim Hz. Ömer'in (r.a.) çocuklara bulûğ çağına kadar 100 dirhem nafaka bağlaması(6) çocuğun Islâmdaki yerinin ve değerinin ifadeleridir.

1. Kur'ân Ayetlerinde Çocuğun Değeri

Kur'ân-ı Kerîm, anne babaların evlatlarına karşı yaratılıştan ve içten gelen bir sevgi ve şefkat beslediklerini ifade etmektedir. Bu durum bazı ayetlerde çocuk kelimesi yerine, gözbebeği manasına gelen "kurratu ayn" tabirinin kullanılmasından anlaşıldığı gibi(7); Hz. Yusuf'un (a.s.) kaybolması karşısında, Hz. Yakub'un (a.s.) ona karşı duyduğu şefkat ve hasretten dolayı, gözlerinin kör olmasına sebep olan ağlayış ve ızdıraplarını dile getiren ayetlerden de(8) anlaşılabilir.

Küçük bir bebek iken Nil nehrine atılmak zorunda kalan Hz. Musa'nın (as.) annesinin durumunu anlatan ayetler de(9), annenin çocuğa karşı duyduğu derin sevgi ve şefkatin etkileyici ifadeleridir.

Dünyada hoşa giden her çeşit güzellikten toplandığı yer olan ahiret ve cennet hayatında da çocukların varlığından bahsedilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm üç ayrı sûrede, "saçılmış inciler"e benzetilen cennet çocuklarından bahsetmektedir.(10)

Kur'ân'da çocuğun insanlara sevimli gösterildiğinden bahsedilmiş(11), ancak müminlerin dikkatli olmaları gereği hatırlatılarak, mal ve çoluk-çocuğun, onlan Allah'ı anmaktan alıkoymaması emredilmiştir.(12) Bir ayette ise, mal ve çocuklar bir fitne (imtihan vasıtası) olarak nitelendirilerek, gerçek mükâfatın Allah katında olduğuna dikkat çekilmiştir.(13)

Kur'ân'da direkt olarak çocuklardan bahseden ayetlerin sayısı 297'dir. Ancak çeşitli yönlerden çocukla alakalı ayetlerin sayısı 342'yi bulmaktadır.(14) Öte yandan çocukla ilgili en önemli kavramlardan biri olan terbiye (eğitim) fiilinden bahseden "Rabb" kelimesi ise, Kur'ân'da Allah isminden sonra en çok zikredilen bir kelime olu(15) 965 defa anılmıştır.(16)

Konumuz açısından Kur'ân'a bakıldığında, çeşitli ayetlerde yer alan baba-oğul ilişkilerinin tümünde, babanın oğula hitap tarzının her zaman şefkat ve merhamet ifadesi olan "Yavrucuğum, Oğulcuğum" şeklinde olduğu görülecektir.(17)

"Lokman, oğluna öğüt vererek o 'Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük bir zulümdür.' demişti. ...

Ey oğulcuğum! İşlediğin şey bir hardal tanesi olsa da bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Latîf’tir, her şeyden haberdârdır...

Ey oğulcuğum! Namazı kıl, iyiliği emredip, kötülüğü önle, başına gelen şeye sabret; doğrusu bunlar azmedilmeğe, değer işlerdir." (Lokman, 31/16-19)

Diğer kutsal kitaplarda (Tevrat, İncil) rastlanmayan (*) bu hitap tarzının, İslâm'ın kutsal kitabı Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok ayetlerinde yer alması dikkate değer bir konudur. Gerçekten, baba-evlât ilişkilerinde sevgi ve şefkat yüklü bu ifadelerin Kur'ân ayetleri aracılığı ile insanlara duyurulması bile-İs-lâm'ın çocuklara verdiği değeri belirtmesi bakımından-yeterlidir kanaatindeyiz.

2. Hz. Peygamber'in Sünnetinde Çocuğun Değeri

"Âlemlere rahmet olarak gönderilen"(18) Hz. Muhammed (s.a.v.), ilk önce kız-erkek ayırımını ortadan kaldırmış ve çocuklar arasıda eşit davranılmasını emretmişti.(19) Aynı şekilde çocuklara beddua etmeyi yasaklamış,(20)

"Küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir."(21)

buyurarak, çocuklara karşı sevgi ve şefkat göstermeyi manevî müeyyidelerle topluma kabul ettirmiş ve bunda da oldukça  başarılı olmuştu. Bu başarıda, Hz. Peygamberin bizzat kendi hayatında çocuklara karşı gösterdiği sevgi ve ilginin rolü büyüktür. O'nun çocuklara karşı şefkat ve merhametinin çeşitli misallerini aktarmak yerinde olur.

Hz. Peygamberi (s.a.v.), "çocuklarına ve ailesine karşı insanların en şefkatlisi" olarak vasıflandıran Hz. Enes (r.a.), şöyle demektedir:

"Ailesine karşı ondan daha şefkatli olan hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim’in, Medine'nin kenar mahallelerinde oturan süt annesi vardı. Süt annenin kocası demircilik yapmaktaydı. Beraberinde biz de olduğumuz hâlde Hz. Peygamber, oraya çocuğu görmek için giderdi. Varınca, duman dolu eve girer, çocuğu kucağına alarak koklar ve öper, bir süre sonra dönerdi."(22)

Henüz süt emme çağında iken vefat eden İbrahim'in ölüm ânını konu alan bir hadiste ise, Hz. Peygamber'in can vermekte olan oğlunu kucağına alıp öptüğü, bu sırada gözlerinden yaşlar boşandığı bildirilmekte ve bu durumu gören Abdurrahman b. Avf'ın (r.a.), "Siz de mi ağlıyorsunuz, Ya Rasûlallah?!." demesi üzerine,

"Bu ağlayış rahmet ve merhamettendir. Göz ağlar, kalp mahzun olur, fakat biz ancak Rabbimizin hoşnut olacağı şeyi söyleriz. İbrahim! Senden ayrıldığımız içen gerçekten mahzunuz."

cevabını verdiği, rivayet edilmektedir.(23) Yine buna benzer bir olayda, kucağında can vermekte olan çocuğa bakınca dayanamamış ve gözleri yaşla dolmuştu. O'nun ağladığını görenler, "Bu nedir Ya Resûlallah?" diye sorunca,

"Bu, Allah'ın, kullarının kalplerine yerleştirdiği bir rahmet ve merhamettir. Allah, kullan arasında ancak merhametli olanlara rahmetiyle muamele eder."(24) buyurmuştu.

Hz. Peygamber'in çocukları öptüğünü gören bir bedevi, bunu yadırgamış ve "Demek siz çocukları öpüyorsunuz ha!.. Halbuki biz onları hiç öpmeyiz!" demekten kendini alamamıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Şayet senin kalbinden Allah merhameti söküp almışsa, ben ne yapabilirim."(25)

buyurarak, çocuk sevgisinden yoksun bir kalpte merhametin de bulunamayacağını ifade etmişti.

Hadis kitaplarında daha pek çok örneğini bulabileceğimiz, şefkat ve merhameti bu dereceye varan Hz. Peygamber'in çocuklara olan sevgisini çeşitli yönleriyle görmek mümkündür. Zaman zaman torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i (r.a.) bağrına basarak öpen ve onlar için dua eden(26) Hz. Peygamber, bu sevgi ve şefkati diğer çocuklara da göstermekteydi. Çocukluğunun büyük bölümünü Hz. Peygamber'in torunlarıyla birlikte geçiren ve yıllar sonra İslâm ordusunun komutanlık görevini üstlenen Üsâme b. Zeyd (r.a.), Hz. Peygamber'in bir dizine kendisini, diğer dizine de torunu Hasan'ı oturttuğunu, sonra ikisini de bağrına basarak,

"Ey Rabbim, bunlara merhamet et; çünkü ben de bunlara karşı merhametliyim."

diyerek dua ettiğini rivayet etmektedir. (27) Yusuf b. Abdullah (r.a.) adındaki sahabi de, "Hz. Peygamber beni kucağına oturttu, başımı okşadı ve bana Yusuf ismini verdi." demektedir. (28) Aşağıdaki hadis ise daha ilgi çekicidir. Hz. Enes anlatıyor:

"Yahudilerden bir çocuk hastalanmıştı. Nebî (s.a.v.) onu ziyarete gitti. Başucunda oturarak ona, 'Müslüman ol! ' dedi. Bunun üzerine çocuk, yanındaki babasına baktı; babası, 'Ebu'l-Kâsım'a itaat et.' deyince, çocuk Müslüman oldu. Sonra Nebî (s.a.v.), 'Benim vasıtam ile onu cehennemden kurtaran Allah'a hamd olsun.' diyerek kalktı.(29)

Çocuklara ikramı ve onların terbiyelerini güzelleştirmeyi emreden (30) Hz. Peygamber (s.a.v.), insanlara emrettiklerini kendi hayatında da tatbik etmekteydi. Maddî ikramı "yılın ilk turfanda meyvesini huzurunda bulunanların en küçüğüne vermekle" (31) yaparken; manevî ikramı da çeşitli şakalaşmalar, hâl-hatır sormalar ile yerine getirirdi. Bazen kendi torunlarını (32) bazen de başka çocukları (33) omuzunda taşıyarak, onları sevindiren Hz. Peygamber'in, onlarla şakalaşması da dikkate değerdir. Mahmûd b. Rebî' (r.a.) adlı sahabi, kendisi beş yaşlarında iken Hz. Peygamber'in, bir kovadan ağzına su alarak yüzüne püskürttüğünü rivayet etmekte ve yıllar geçmesine rağmen yüzünün hiç ihtiyarlamadığını, övünerek ifade etmektedir. (34) Hz. Enes ise, "Resûlullah (s.a.v.) bizlerle şakalaşır, hatta küçük kardeşime, Ey Ebû Umeyr, küçük kuşun ne oldu' diye latife eder, takılırdı."(35) demektedir.

Manevî ikram kabilinden zikredeceğimiz şu hadise ise, Hz. Peygamber'in çocuklara karşı hoşgörülü oluşunun en güzel örneklerinden biridir. "Çocuğun küçüklüğündeki yaramazlığını, büyüdüğü zaman aklının çok olacağına bir alamet olarak"(36) kabul eden Hz. Peygamber, yaramazlık yapan çocuklara hemen müdahale etmemeyi emretmiştir. (37) Bir defasında, Ensar'dan birisinin sahibi bulunduğu hurma ağaçlarını taşlayan küçük yaramaz Rafı' b. Amr'ı, bahçe sahibi yakalayıp Hz. Peygamber'in huzuruna getirmişti. "Yavrucuğum, ağaçları niçin taşlıyorsun?" diye soran Hz. Peygamber'e Rafı', "Aç idim Ya Rasûlallah, karnımı doyurmak için taşladım." cevabını verince, "Bir daha ağaçlan taşlama yavrum, altına düşenleri alıp ye!" buyurmuş, sonra da Rafı'in başını okşayarak, "Allah'ım, bu yavrunun karnını doyur." diyerek duada bulunmuştu.(38)

Öte yandan rivayetler, Hz. Peygamber'in, torunu Ümâme sırtında olduğu halde mescide girdiğini, namaz kılarken rükûa gittiğinde onu yere bırakıp, kalkınca da kaldırdığını(39); yine namaz kılarken, secdede Hasan ve Hüseyin'in, Hz. Peygamber'in sırtına çıktığını ve onlar düşmesin diye secdesini uzattığını(40), ayağa kalkınca düşmemeleri için eliyle tuttuğunu(41) hatta hutbede iken bile minberden inerek torunu Hasan'ı kucakladığını(42) ve yanına aldığını haber vermektedir. Annesinin çocuğuna karşı şefkatini tam manasıyla takdir eden Hz. Peygamber,

"Uzun kılmak niyetiyle namaza dururum, derken bir çocuk ağlaması işitir, annesine sıkıntı vermesin diye kısa keserim" buyurmaktadır.(43)

Bizzat ayet ile huşu' emredildiği gibi(44) Hz. Peygamber de namazın huşu içinde kılınması, başka şeyle meşgul olunmaması için çeşitli uyanlarda bulunmuştur.(45) Buna karşılık, Hz. Peygamber'in namazda çocuklarla meşguliyetinden bahseden rivayetler, onlara gösterilmesi gereken müsamaha ve anlayışın hudutsuzluğunu ifade etmektedir. Aynca, Hasan, Hüseyin, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Cafer, Abdullah b. Zübeyr gibi henüz bulûğ çağına gelmemiş çocukların bîatlarını kabul etmesi de(46) çocuklara verdiği değerin bir diğer örneğidir.

Dipnotlar:

1. "Aralarında birine bir kız olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenme­ ye çalışır, onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar." (Nahl, 16/58, 59.)
2. "And olsun ki, biz insanı en güzel şekilde yarattık." (Tîn, 95/4.)

3. "And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yaratıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (Isrâ, 17/70.)
4. Kehf, 18/46.
5. Müsned, V, 269.
6. San'anî, Musannef, V.311.
7. Furkân, 25/4; Kasas, 28/9
8. Yûsuf, 12/84-86.
9. Tâhâ, 20/40; Kasas, 28/10-11.
10. İnsan, 76/19; Vakıa, 56/17; Tür, 52/24.
11. Âl-i İmrân,3/14.
12. Münâfıkûn, 63/9.
13. Teğâbun, 64/15; Bu ayetteki "fitne", İbn Kesîr'e göre imtihan ve sınama aracı demektir. Kul bunlarla imtihan edilerek, Allah'a âsi veya âbid olduğu bilinmiş olur. bk. İbn Kesîr, Tefsîru Kur'âni'l-Azîm, Kahire, ıs. IV, 376.
14. Geniş bilgi için bk. Canan, Allahın Çocuklara Bahşettiği Haklar, s. 17-20.
15. M. Fuad  Abdulbâki, Mu'cemu'l-Müfehres. ist. ts., "Rabb " mad.
16. Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, İst. 1968, s.16.
17. Bu ayetlerin tamamında "Büneyye" kelimesi geçmekledir ki, bunun Tüıkçemizdeki tam karşılığı "Oğulcuğum" demektir. Ancak dilimizde şefkat ve sevgi ile hitap tarzının kız erkek ayırımı olmaksızın, daha ziyade "Yavru­cuğum" kelimesiyle ifade edildiğini belirtmek isteriz. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de hem babanın evlâdına, hem de evlâdın babaya karşı hitap şekille­rini gösteren ayetler şunlardır: "Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları gö­türürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma" diye seslendi." (Hûd, 11/42). Babası (Hz. Ya'kûb, oğlu Hz. Yûsufa) şunları söyledi: "Oğulcuğum! Rüyanı kardeşle­rine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar, zira şeytan insanın apaçık düşma­nıdır." Yusuf, 12/5.
18. "Ey Muhammed! Biz Seni âlemlere ancak bir "rahmet" olarak gönderdik."Enbiyâ, 21/107.
19. Müslim, Hibât, 13.
20. Müslim, Birr, 87.
21. El-Hâkim, Müstedrek ala's-Sahîhayn, Beyrut, ts. î, 62.
22. Buhârî, Edeb, 18.; Müslim, Fedâil, 63; el-Hâkim, Müstedrek ala's-Sahîhayn, IV, 40.
23. Buhârî, Cenâiz, 44.
24. Zebîdî, Tecrid-i Sarih, IV, 376.
25. Buhârî, Edeb, 18.; Müslim, Fedâil, 65.
26. Tirmizı, Menâkıb, 31.
27. Buhârî, Edeb, 22.
28. El-Cüâm, Fadlullahis-Samed fî tavdîhi'l-Edebi'l-Müfred, Kahire, 13 88,1,461.
29. Ebû Dâvud, Cenâiz, 5. Buhârî, Cenâiz, 79.
30. İbn Mâce, Edeb, 3.
31. Muvatta', Medine, 2; Heysemî, Mecmauz-Zevâid, Beyrut, 1967, V, 39.
32. Tirmizî, Menâkıb, 50.
33. El-Hâkim, Müstedrek ala's-Sahîhayn, m, 555-56.
34. Buhâri, Diim, 18, Daavât, 31.
35. Buhâri, Edeb, 81; Ibn Mâce, Edeb, 24.
36. Münâvî, IV, 410.
37. Bugünün Pedagogları da fazla usluluğu bir hastalık olarak kabul etmekte­dirler, bk. Jacquin, s. 38.
38. İbn Mâce, Ticârât, 67.
39. Buhâri, Salât, 106; Muvatta, Sefer, 81.
40. Heysemî, age, 182.
41. Müslim, Mesâcid, 42.
42. Buhâri, Fiten, 20; Tirmizî, Menâkıb, 31.
43. Buhâri, Ezan, 65.
44. Mü'minûn, 23/l-2.
45. Buhâri, Ezan, 88; İbn Mâce, İkâmet, 68.
46. Heysemî, VI, 40., IX, 285.

(Prof. Dr. M. Emin AY, Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatalım)

16 Çakmak taşımak sünnet midir?

Kaynaklarda Hz. Peygamber (a.s.m)'in üzerinde ateşle ilgili bir şey taşıdığına dair bilgiye rastlayamadık. Yolculuğa çıktığı zaman, ayna, makas, tarak, misvak gibi şeyleri taşıdığına dair rivayetler vardır. (bk. Irakî, Tahricu ahadisi'l-İhya-İhya ile birlikte, I, 254-255).

Şu var ki, daha sonra bazı ehl-i tasavvuf ibrik ve -kuyudan su çekmek, yıkadıkları elbiseleri, üzerinde kurutmak için- ip de alırlardı. (bk. a.g.e.)

Buna göre, çakmağa ihtiyaç duyulması kuvvetli bir ihtimal olduğu yerlerde taşımak mustehap / iyi olur. Fakat Peygamber Efendimizin (a.s.m) ateş yakmayı sağlayacak herhangi bir şey taşıdığını bildiren rivayet bulamadık.

17 Gayri müekked sünnet nedir? Yani bazen o sünnetleri yapmamak da mı sünnettir?

Sünnet-i gayri müekkede, Hz. Peygamber Efendimiz (asm)'in bazen yapıp bazen de terkettiği amellerdir. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz (Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, Beyrut 1403/1983, s. 122; İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, I, 17-18).

Yatsı namazı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri sünnet-i gayri müekkededir. Hz. Peygamber (asm)'in giyinişi, oturup kalkması, taranması ve ayakkabı giymesi vb. hareket ve tavırlarını ifade eden sünnet-i zevaidler de bu gruba girer (İbn Âbidin, Reddül-Muhtâr, Kahire 1272-1324, I/321).

Gayri müekked sünnetleri kılmak sünnettir, ancak terki sünnet olamz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnet namazların önemi nedir? Sadece farzları kılmak yeterli midir? İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri bidat mıdır?

18 Tuvalete tükürmek günah mıdır, tuvalet adabı nasıldır?

Tuvalette tükürmek günah değildir, ama adaba aykırıdır.

Tuvalette iken ağızda bir şeyin bulunmaması adab gereğidir. O nedenle tuvalette sigara içmek uygun bir davranış değildir. Yemek ve çay da yenip içilen nimetlerden olduğu için, bunun artığının tuvalete dökülmesi uygun olmaz. En azından kerahati vardır.

TUVALET ADABI

1. Lafza-i Celâl yazılı yüzük ve Kur'an ayetleri ile tuvalete girilmez. Yüzük avuç içine çevrilebilir. Ayetler naylona sarılabilir.

2. Tuvalete girmeden önce “Euzü Besmele” çekmeli, çıkarken “Elhamdülillah” demelidir.

3. Tuvalete girmeden önce çoraplarımızı çıkarmalı, pantolonumuzu/ elbisemizi suyun sıçramayacağı kadar katlamalıyız.

4. Allah ve peygamber ismi yazılı bir şey yanında bulundurmamalıdır.

5. Tuvalete sol ayakla girmeli sağ ayakla çıkmalıdır.

6. Kıbleye, aya, güneşe karşı önünü ve arkasını dönmemeli, konuşulmamalı, zikredilmemeli.

7. Tükürülmez ve sümkürülmez.

8. Def-i hacet yaparken avret mahalline ve pisliğe bakılmaz.

9. Otururken sol tarafa meyletmelidir.

10. Tuvalet taşını ve tuvaletin kirli taraflarını temizlemelidir.

11. Tuvalet taşına dışkı ya da sidik gibi şeyleri bulaştırmamalıdır.

12. Taharet yaparken sol el kullanılmalı ve su ile temizlenmelidir.

13. Ayakta bevl, yani idrar yapılmamlıdır.

14. Def-i hacet anında mukaddes şeyler düşünülmemelidir.

15. Tuvalette konuşulmamalıdır.

19 Hediyeyi hediye etmek sünnet midir?

Peygamberimiz (asm) kendine gelen hediyeleri ashabına ikram ederdi. Bu nedenle bize verilen hediyeleri başkalarına vermenin bir sakıncası olmadığı gibi sünnet sevabı da alırız.

Hediyeleşmek sünnettir. Bunda bütün alimlerimiz müttefiktirler ve hediyeleşmişler. Fakat İslam dini, her şeyde olduğu gibi hediyeleşme tarzına da bazı sınırlar getirmiştir. Şöyle ki: Hediyeleşirken riyaya girmemek. Kendimizi gücümüzün yetmediği lüks şeyler almaya zorlamamak. Çünkü, hediye vereceğimiz kişi ile samimiyetimiz varsa, kendimizi zorlamanın hiçbir anlamı yoktur. Samimiyetimiz yoksa zaten hediye vermek zorunda değiliz.

Bununla beraber, hediyeyi Allah rızası için vermek gerekir. Herhangi bir işimiz düştüğünde değil, işimizin olmadığında vermek gerekir. Çünkü bazen hediye adı altında menfaat gözetilebilir. Bu durum verilen hediyeyi hediye olmaktan çıkarmaktadır. Karşıdaki de bunu yaptığı iş karşılığı alıyorsa onu da günaha sokmuş oluruz. Yani adamı rüşvet almaya zorluyoruz. Bundan böyle, alıştığı bu tarza göre hareket etmeyen insanların işini ya yapmayacak ya da işini ağırdan alacaktır. Buna da dikkat etmek gerekir.

Allah’ın elçisi Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam, kendisine gelen hediyeleri kendi kullandığı gibi, yakınlarına ve diğer ihtiyaç sahibi Müslümanlara taksim eder veya hediye olarak gönderirdi. Yanında başkalarının da bulunduğu bir halde, dağıtımı mümkün bir hediye gelince hemen mevcutları dağıtırdı. Bu nedenle şöyle buyurmuştur:

"Kime bir hediye geldiğinde yanında başkaları varsa, onlar bunda ona ortaktırlar." (Camiu’s-sağir, h. No: 8296)

Ancak başkalarının yanında size bir hediye gelince, o hediyeyi oradakilere verme mecburiyeti yoktur. Bu rivayet, her hediye için olmadığı gibi, verme mecburiyetini de bildirmemektedir. Türkçe’de, göz hakkı vardır, derler. Yiyecek, içecek bir şey hediye olarak gelince, oradakilere vermek mürüvvetin gereğidir. Yoksa, kitap, kalem gibi şeyler hediye olarak gelmişse, elbette bunlar parçalanıp verilmez.

20 Namaz tesbihatı hakkında bilgi verir misiniz?

Tesbihatın nasıl yapılacağı, hangi duâ ve tesbihlerin okunacağı bizzat Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından tesbit edilmiştir. Hz. Sevban’dan gelen bir rivayete göre, Resulullah (a.s.m.) namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder, “Estafirullah” derdi. (1) Bu istiğfarı “Estafirullahe’l-azîme’l-kerime’llezî lâ İlâhe İllâ hû. el-Hayyü’l-Kayyûmü ve etûbü ileyh” şeklinde söylemek de mümkündür.

Farz ve sünnetleri kılıp tesbihatta, önce Âyetelkürsî, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okduktan sonra 33 defa “Sübhânallah,” 33 defa “Elhamdülillah” ve 33 defa “Allahü Ekber” denir. Sonra da, “Lâ İlâhe İllallahü Vahdehû...” duâsı okunur ve duâya geçilir.

Hadiste ve diğer fıkıh kitaplarında Âyetelkürsî okunduktan sonra tesbihe ve insanın üzerine üflemek gibi birşey yoktur. Ancak Resul-i Ekrem Efendimiz yatağa girmeden önce yukarıda geçen sûreleri okuduktan sonra avucuna üfler, elinin yetiştiği yere kadar bütün vücudunu meshederdi. Fakat tesbihat ânında böyle bir durum bulunmamaktadır.

Bilindiği gibi, namaz tesbihatı çoklukla tesbihle yapılmaktadır. Böylece zikir kelimelerinin sayısı hususunda yanılma ihtimali, eksik veya fazla yapma durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Ancak bugünkü kullanılan şekilde bir tesbih Asr-ı Saadette yoktu. Peygamberimiz (asm) sağ parmaklarının boğumlarıyla tesbih çekerdi.2 Ayrıca çakıl taşları ve hurma çekirdekleri ile tesbih kelimelerini sayanları da men etmemiştir.

Cennetle müjdelenen on sahabiden birisi olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resulullah (a.s.m.) ile beraber bir kadının yanına gittiklerini, kadının önünde hurma çekirdekleri veya çakıl taşları bulunduğunu ve kadının tesbihi onlarla saydığını bildirdikten sonra, Resul-i Ekrem (asm)'in bu kadının hareketine müdahale etmediğini söylemektedir.3

Peygamberimizin (asm) bu hareketi sünnetin bir başka nev’i olan "takrirî sünnet"e girmektedir. O hareketi hoş karşıladığını göstermektedir. Diğer taraftan Hz. Ebû Hüreyre’nin, tesbihini bir ipliği düğümleyerek yaptığı (Ebu Nuaym, Hilye I/383) Muhacirlerden Ebu Safiyye’nin çekirdeklerle (İsâbe IV/109; İbn Sa’d VII/60) Sa’d b. Ebî Vakkas’ın çakıl taşlarıyla tesbih çektiği de (İbn Sa’d III/143) rivayet edilmektedir. 

Bugünkü şekliyle kullandığımız tesbih ise, ancak Hicrî beşinci asırda yaygın hâle gelmiş bulunmaktadır.

Abdullah bin Amr ise,

“Resulullah (a.s.m.)'ın tesbihi, sağ elinin boğumlarıyla saydığını gördüm.”4

demektedir. Tesbihleri doğru olarak yapabilecek kimselerin eliyle tesbih çekmesi daha faziletlidir. Ama arzu edenler 33’lü veya 99’lu tesbihlerle de bu ibadeti yapabilirler. Tesbihi göbekten yukarı veya aşağı tutarak çekmek arasında da bir fark yoktur.

Söylenen tesbih miktarlarına gelince; bu hususta değişik rivâyetler vardır. Bu rivâyetlerden bir kısmı tesbih miktarlarının 11’er, bir kısmı 25’er, bir kısmı da 10’ar sefer söylenmesi hakkındadır.5 Fakat, 33’er defa söylenmesi hakkında rivâyet edilen hadisler daha çoktur. Kadı İyaz gibi hadis ve fıkıh uleması, bu rivayeti tercih etmiş ve buna göre amel edilmesini uygun görmüşlerdir.

Bu mevzudaki hadis-i şeriflerin şerh ve izahında bu sayıların hikmeti hakkında bilgiler verilmektedir. Meselâ, İmam Aynî bu hususta şöyle demektedir:

“Zikrin otuz üç adet yapılmasının tavsiye buyurulması, bu sayı üçe çarpıldığı zaman doksan dokuz ettiği içindir. Bu miktar ile zikirde bulunan kimse Allah’ı doksan dokuz ismiyle zikretmiş gibi olur.”

Hadiste belirtilen adetlerden az veya çok tesbih veya tahmidde bulunanların vaad edilen sevaba nâil olup olamayacakları meselesi ise; bir kısım ulemâ istenilen adetten fazla söylendiği zaman, fazlalıklar sevabı gidermez derken, bazı ulemâ da “ziyade veya noksan kasden yapılırsa vaad edilen sevap hâsıl olmaz. Çünkü bu adetlerin bir hikmet ve hassası bulunur da adet noksan bırakılmak veya ziyâde edilmek suretiyle bu hikmet ve hassa kaybolur” demektedirler.

Bunun için tesbihleri 33’lerden eksik yapmamaya gayret etmeli, 33’ten fazla söylenince de sevap ve hikmeti kayboldu diye endişeye kapılmamalıdır. Çünkü, rükû ve secde tesbihlerini 3’ten 7’ye kadar söylemek de müstehaptır. Burada esas söylenmesi gereken ve tavsiye edilen 3’er defa söylemek ise de, 5 ve 7 defa söylemek de câiz ve müstehaptır.

Namaz tesbihatını tek başına yapmak mümkün olduğu gibi, cemaat halinde îfa etmek de mümkündür.

Cemaatle kılınan namazlardan sonra bu tesbih ve duâları müezzinin iştirakiyle cemaat de hep birlikte yapar ki, fazilet ve sevabı bakımından daha güzel ve daha isabetlidir.

Namaz tesbihatının cemaat halinde yapılmasının sünnette yerinin olup olmadığına gelince, Resul-i Ekrem Efendimiz toplu halde yapılan zikir, duâ ve ibadetleri her seferinde teşvik etmiş; sahabîlerini toplu halde sohbet eder, zikreder ve ibadet eder görürse memnun olmuş ve onlara bazı müjdeler vermiştir.

Hz. Muâviye’nin rivâyetine göre;

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) sahabîlerden bir kısmının bir halka teşkil ederek oturduklarını gördü. Yanlarına vardı ve sordu:

“Ne maksatla bir araya gelip burada oturdunuz?”

Onlar, “Bize İslâm gibi bir din bahşeden ve bu yolla bizi imtihana tâbi tutan Allah’ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturduk.” dediler.

Peygamberimiz bir defa daha sorup, onlardan yeminli bir cevap aldıktan sonra şöyle buyurdu:

“Sizi suçlamak için yemin ettirdiğimi sanmayın. Lâkin şu var ki; bana Cibril geldi, Aziz ve Celîl olan Allah’ın meleklerine karşı sizinle iftihar ettiğini haber verdi.”6

Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz (asm), namazdan sonra olmasa da, herhangi bir vesileyle bir araya gelip zikir ve tesbihle meşgul olan mü’minleri bile medhetmiştir. Her ne kadar namaz tesbihatı Peygamberimizin (asm.) zamanında cemaat halinde toplu olarak yapılmamış olsa dahi, daha sonraki müçtehid imamlar zamanından itibaren her namaz kılanın rahatlıkla yapabilmesi ve zikrin sevabından mahrum kalmaması için cemaat halinde yapılmasının daha faydalı olacağı esas olarak benimsenmiştir.

Cemaatle kılınan namazlardan sonra, cemaatin bulundukları yerden ayrılarak sünneti ve tesbihi mümkünse değişik yerlerde yapmaları müstehaptır. İbni Âbidin’de geçen bir rivayete göre, böyle yapmanın sünnet olduğu da söylenir. Farzlardan sonra saffı bozmak bütün beş vakit namazlar için bahis mevzuudur. Sabah ve ikindi namazı hakkında herhangi bir ayırım gözetilmemiştir.

Farzdan sonra saffı bozmaktan maksat, namaza sonradan yetişenlerin hâlâ farz kılındığını sanmamaları içindir. Farzdan sonra sünnetin değişik mahalde kılınması, cemaatle kılınan namazlarda da müstehaptır. Mahşerde, seccade ve yerin namaz kılana şehâdet edeceği rivâyet edilmektedir. Bunun için, ne kadar çok yere secde edilirse o kadar mahel insana hüsn-ü şehadet ederler. Çünkü öbür âlemde bütün varlıklar şuurludur ve Allah’ın dilemesiyle konuşurlar.

Farzdan sonra sünneti ve duâyı değişik yerlerde tamamlamak müsait olmadığı takdirde, bulunulan yerde tamamlamanın caiz olacağını belirten görüşler de mevcuttur.7

Kaynaklar:

1. Müslim, Müsâfirîn: 135.
2. Tirmizî, Daavât: 25.
3. Ebû Dâvud, Vitir; 24.
4. Tirmizî, Daavât: 24.
5. Neseî, Sehv:91-96.
6. Müslim, Zikir: 40.
7. el-İmam Alâüddin el-Kâsânî. Bedâiü’s-Sanâi. (Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, 1402-1982), 1:160; İbni Âbidîn, 1:356.

(bk. Mehmed PAKSU, İbadet Hayatımız)

21 Kız çocuklarının (kadınların) sünnet edilmesi gerekir mi?

Bazı toplumlarda, kızlar da erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan Müslümanların bir kısmında halen mevcuttur. Bu toplumlarda İslamiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. İslâmiyet'in zuhuruyla İslâmi bir anlam kazanmıştır. Bütün İslam dünyası dikkate alınırsa, bu durum azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak görülür (A.J. Wensinck, Hiton, IA, VlI/543).

Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti ,rivayete göre Hz. İbrahim (as) zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hacer'dir (Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. K. Uğan, Ankara 1954, I/371).

Hz. Peygamber (asm),

"Sünnet (hıtan), erkeklere sünnet, kadınlar için fazilettir." (Ahmed b. Hanbel, V/75; Ebu Davud Edeb, 167; el-Fethu'r-Rabbânî, XVII/1312)

buyurur. Bu sünnet, Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre mutlak sünnet, Ahmed b. Hanbel'e göre erkeğe vacib, hanımlar için sünnettir. Şafiî erkek ve kadın arasında vucûb bakımdan bir fark görmemiştir (el-Fethu'r-Rabbanî, XVII/1312).

Çoğunluğu Hanefi olan Türklerde kadınlar sünnet edilmezler. Ebu's-Suud Efendi kendisine yöneltilen; "Diyar-ı Arap'da avratları sünnet ederler. Bu fiil sünnet midir?" sorusuna "el-Cevap: Müstehaptır." şeklinde cevap vermiştir (M. Ertuğrul Düzdağ, Şerhul-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972, s. 35).

Kadınların sünnet edilmesi konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı, Maşrık kadınları ile Mağrib kadınlarının fizyolojik bakımdan farklı olduklarını kabul ederek Maşrık kadınlarındaki yaradılıştan gelen fazlalık sebebiyle, sünnetle yükümlü olduklarına, öbürlerinde ise böyle bir fazlalığın bulunmayışı sebebiyle sünnetle yükümlü olmadıklarına hükmetmişlerdir.

Rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, bizzat Medine'de, kızların sünnet edildiğini ve sünnet etmeyi kendilerine meslek edinmiş kadınların bile bulunduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kızların sünnet edilmeleriyle ilgili olarak sağlığa uygun bir tarzda olması için tâlimât verdiğini de öğrenmekteyiz.

Ebû Davûd'un rivayeti şöyle:

"Medine'de bir kadın (ki ismi Ümmü Atiyye'dir) kızları sünnet ediyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ona:

'Fazla derin kesme, çünkü derin kesmemen, hem kadın için ahzâ (en ziyâde haz ve lezzet vesîlesi) hem de kocası için daha hoştur.' der."

Hz. Ali (ra)'den gelen bir rivayette sünnetci kadına Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in birisini yollayarak (çağırttığını) ve

"Sünnet ettiğin zaman üstten hafifçe kes, fazla dipten kesme..." dediğini öğreniyoruz.

Münâvi, bu hadisi şerh ederken, kadınlardaki sünnet mahallinin derin kesilmesi hâlinde, kadının cinsî arzusunun söneceği, bu nedenle de kocası ile cinsel ilişkiden nefret edebileceğini belirtir.

Bu açıklamalardan, kızların sünnet edilmesinin biyolojik yapısına göre değişebileceğini, eğer fazlalık varsa alınması daha uygun ise de, alınmamasında da dini bir sakınca olmadığını söyleyebiliriz.

22 Peygamber Efendimizin yemek konusundaki sünneti nedir?

Peygamberimizin (asm) mutad bir şekilde şu gün şunu bu gün bunu yerdi gibi bir sıralama yoktur. Peygamberimiz (asm) rahat bir hayat yaşamadığı için haftalık ne yediği belli değildir. Bazı günler evinde hiç tencere kaynamadığı, açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar olmuştur.

Beslenme Konusunda Ölçüler:

Peygamberimiz (asm) ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden, zaman zaman çeşitli ikaz ve tembihlerde bulunmuşlardır. Bu hususta dikkat çeken ikazlardan biri de şöyledir:

"Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddi ve manevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığıdır." (Suyuti, Fethu'l-Kebir, 1/58)

Konumuz açısında hadiste dikkat çekilen şişmanlık değil, "göbek bağlamak" anlamındaki oburluktur. Dolayısıyla karın büyüklüğü ile kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen, belki böylece şişman olan insanlar kastedilmektedir. Zira Peygamberimiz (asm) böyle yaşayan kimseler için dünya ve ahiret hayatları adına endişe duymuşlardır.

Şu halde bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemek de zordur. Nitekim Peygamberimiz (asm)

"Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa ki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın." (Tirmizi, Zühd, 47) buyurmuşlardır.

Hz. Ömer (ra),

"Çok yeme içmeden sakının! Zira o, bünyenizi hastalandırır, korkaklığı artırır ve ibadetlerinizde tembelleştirir." (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, 1/279)

şeklinde ikaz etmiştir.

Hz. Ali (r.a) da

"Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say." (Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 533) demiştir.

Hz. Peygamber (asm) bir olay nedeniyle şöyle buyurmuştur:

"Mü'min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer), kâfir ise yedi kişilik yer (içer)." (Buhari, Et'ıme, 12)

Başka bir hadisinde ise Peygamberimiz (asm)

"İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter." (Buhari, Etıme, 11)

buyurarak, Müslümanların obur olmaması gerektiğine işaret etmişlerdir.

Görüldüğü gibi çok yemek ve içmek, kamil bir müminin sıfatı değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu husus

"İnkar edenler (kafirler) dünyada zevklenirler (dünya hayatının zevkini düşünürler) ve hayvanların yediği gibi yerler." (Muhammed, 47/12)

buyrularak, inanmayanların yaşayışlarına dikkat çekilmektedir.

O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz

"Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter." (İbn Mace, Et'ime, 51) buyurmuşlardır.

(bk. Dr. M. Selim Arık)

Peygamberimizin Yeme İçme Adabı:

Allah, insanı adeta bütün varlıkların merkezine yerleştirmiş. Canlı ve cansız her şeyi onun etrafında pervane etmiş. İnsanlık aleminin merkezine de rızkı koymuş. Tüm insanları rızkın etrafında döndürüyor. İnsana verilen bunca yetki ve gösterilen bunca özenin de, rızka muhtaç yaratılıp bir ömür boyu onun peşinden koşturulmasının da temel amacı şükürdür.

Şükür, muhtaç olduğumuz maddî ve manevî her türlü rızkın kimin tarafından gönderildiğini bilmek, O'na yürekten minnettarlık duymak, bunu yeri geldiğinde ifade etmek, sağladığı her türlü imkan ve enerjiyi O'nu hoşnut edecek şekilde kullanmaktır.

Bu temel ölçüyle, yeme içme adabının ana hatları ortaya çıkar. O da, istifade edeceğimiz bir nimeti, elimize aldığımız bir rızkı Allah'ın adıyla yemeye başlamak; nimete saygılı olmak, taşıdığı sanat incelikleri üzerinde tefekkür, yedikten sonra da Allah'a hamd etmektir.

İkinci önemli adabı, yeyip içtiklerimizin helalden olmasıdır. Bu da hem dinen kullanımı yasak olmaması, hem de hakkımız olmasına bağlıdır. İslamî usullerle kesilmemiş hayvan eti, domuz ve diğer yenmeyen canlılardan beslenmek ve şarap içmek yasak olanlara örnektir. Allah'ın yer yüzünde bizim için serdiği nimet sofrası gerçekten çok geniştir. Helal olanlar, yasaklardan mukayeseye gelmeyecek kadar fazladır.

Yasak edilenler de, bildiğimiz ve bilemediğimiz zararlarından dolayıdır. Helal dairesi her türlü ihtiyaç ve arzumuza yetecek kadar geniştir. Harama girmeye hiç gerek yoktur. Aslında helal olmakla birlikte, başkalarının hakkı olan şeylerin, rızaları alınmadan yenilip içilmesi de haramdır.

Konunun diğer temel bir adabı da, yeyip içerken, aşırıya kaçmamaktır. Fazla kullanım gibi, gereğinden az kullanım da helal olmaz. Bu hem tıbben, hem de ahlakî açıdan uygun görülmemiştir. İbadet düşüncesiyle de olsa gereğinden az beslenmek doğru değildir.

Peygamberimiz (asm), ömür boyu her gün oruç tutmayı uygun görmemiştir. Ayrıca, midenin üçte birinin yemeğe, üçte birinin suya ayrılmasını, diğer üçte birinin ise boş bırakılmasını tavsiye etmiş, tıka basa yemeyi onaylamamıştır. İyice acıkmadan sofraya oturulmamasını, oturunca da tam olarak doymadan kalkmasını tavsiye etmiştir.

Peygamberimiz (asm), bu konuda da bizim için güzel bir örnektir. Hadis kitaplarından öğrendiğimize göre, onun sofrası çok çeşitli yemeklerden meydana gelen zengin bir sofra değildi. Sade bir hayat yaşadığı için sofrası da sadeydi. O (asm), yemek için yaşamaz, yaşamak için yerdi. Eve geldiğinde yemek yoksa bunu problem etmez, bazen bir iki hurma ile yetindiği olurdu.

Hz. Peygamber (asm), günde iki kere yemek yerdi. Az yemeyi tavsiye ederdi. Haram olan yiyecek ve içecekler hâriç, diğer yiyecekleri yerdi. Sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yönlü beslenmezdi. Bazı yemekleri daha çok sevse de, hiçbir yemek için "sevmiyorum" ifadesini kullanmazdı.

Yemek davetlerine katılırdı. Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra ellerini yıkardı. Besmele ile başlar, uygun ve kısa bir dua ile bitirirdi. Sağ eliyle yerdi. Sol eliyle yiyenleri ikaz ederdi. Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yerdi. Yemek yerken sağa, sola dayanmaz, yaslanarak yenilmemesini tavsiye ederdi. Yüzü koyun uzanarak yemek yemeyi yasaklardı.

Yemeğin israf edilmesini menederdi. Soğan, sarımsak gibi kokusu başkalarını rahatsız eden yiyecekleri yedikten sonra toplum içine girmeyi hoş karşılamazdı. Yemeğe ve suya üflemeyi yasaklardı. Yemeğin çok sıcak yenmemesi gerektiğini söylerdi. Yemek ve su kaplarının ağzını kapatmayı tavsiye ederdi.

Aile fertlerinin yemeği bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli olduğunu belirtirdi. Aşırıya kaçmadan konuşup sohbet ederdi.

Bu ve benzeri sünnetlerinden hareketle yeme içme adabı şöylece sayılmıştır:

1. Yemekten evvel ve sonra elini yıkamak,

2. Yemeği kendi önünden almak,

3. Sağ eliyle yemek,

4. Lokmayı ağza göre almak ve iyice çiğnedikten sonra yutmak,

5. Lokmayı yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamak, ağzında lokma ile konuşmamak,

6. Suyu içmeden evvel bardağa bakmak,

7. Suyu bir solukta içmemek,

8. Bardağın içine nefes vermemek,

9. Başkalarını tiksindirecek söz ve hareketten kaçınmak,

10. Başkasının lokmasına ve yediğine bakmamak,

11. Lokmayı ağzına korken kafasını tabağa doğru uzatmamak,

12. Yemekte israf etmemek, lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,

13. Ağzından bir şey çıkarmak gerektiğinde yüzünü sofradan çevirmek ve sol eli ile almak,

14. Dişleriyle koparmış olduğu lokmayı yemeğe batırmamak.

15. Helâlinden, temiz yemek ve Allah'a şükretmek.

16. Sofra sahibiyse, utanmamaları için herkes yeyip bitirmedikçe sofradan el çekmemek ve kalkmamak
(az yiyen biriyse ağır yemeli ve yer gibi davranmalı),

17. Yemeğe önce yaşça veya mevkîce büyük olanın başlamasını beklemek,

18. Mecbur kalmadıkça sokaklarda yemek yememek.

Yemekle ve Beslenmeyle İlgili Tavsiyeler:

1. Acıkmadan yeme, doymadan kalk.

2. Yediğin vakit az ye, yedikten sonra dört–beş saat kadar daha yeme.

3. Şifâ hazımdadır.

4. Mideye, bedene en büyük eziyet, yemek üstüne yemek yemektir.

5. En güzel diyet: Sünnete uygun bir beslenmedir.

6. Sünnete uygun beslenen kimse, şişmanlık hastalığına düçâr olmaz.

23 Koltuk altı ve kasıkları kırk günde bir temizlemek yeter mi?

Hz. Ebu Hureyre anlatıyor; Hz. Peygamber (a.s.m) buyurdu ki:

“Etek tıraşı olmak, sünnet olmak,  bıyıkları kısaltmak, koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek fıtrattandır. (Yani eskiden beri peygamberlerin uygulaya geldikleri prensiplerdendir.) (bk. Neylu’l-Evtar, 1/108)

Kütüb-i Sitte’de yer alan söz konusu hadiste geçen hususlar, bütün mezheplerin ittifakıyla sünnettir.(bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/306-308).

Sünnet olmak hariç, diğer işlevleri haftada bir yapmak sünnettir. Hz. Peygamber (a.s.m)’in bu işlevleri cuma veya perşembe günü yaptığına dair rivayetler vardır.(bk. Zuhaylî, a.g.e. 1/311).

Bunları kırk günden fazla yerine getirmemek -bütün mezheplere göre- mekruhtur.. (bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/311).

Hanefilere göre bu gecikme tahrimen mekruhtur. (bk. Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-arbaa, 2/45).

İlave bilgi için tıklayınız:

Erkek ve kadınlarda kesilmesi, cımbızla alınması caiz olan ve olmayan kıllar ve tüyler nelerdir?

24 Yüzüstü, yüzükoyun yatma günah mı?

Yüzükoyun yatmak adaba aykırıdır.

Yatmadan önce ateşi söndürmek lazımdır. Günümüzde ise; ocağın, sobanın, şofbenin, kombinin, vs. nin açık olup olmadığına bakmak gerektir. Şayet kombi gibi cihazlar tam emniyetli değilse, en iyisi yatarken kapatılmalıdır.

Hz. Salim (r.a.) Peygamber Efendimizin (asm) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Evinizde uyuyacağınız zaman ateşi kapatın ve söndürün." (Ramûz, II/467-4)

Bilhassa kömür, odun sobaları yakanlar bu hususa dikkat etmelidirler.

Yatmadan önce namaz abdesti gibi abdest almak lazımdır. Berâ bin Azib'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm.) şöyle buyuruyor:

"Yatacağın zaman önce namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ tarafına uzanıp yat. Daha sonra da şöyle dua et:

'Allah'ım sana teslim oldum. İşimi de sana havale ettim. Seni sevdiğim ve senden korktuğum için sana dayandım. Ancak sana sığınırım. Kurtuluşum da sendendir. İndirdiğin Kitaba ve gönderdiğin Peygambere iman ettim.'

"Eğer bu şekilde hareket edip o gece ölürsen, Müslüman olarak ölmüş olursun. Öyle ise son sözlerin bunlar olsun." (Müslim, Zikir: 56)

Yatmadan önce okunacak pek çok dua vardır. Bunlardan kolaya gelen okunmalıdır. Meselâ, Peygamber Efendimiz; "Allah'ım! Kullarını dirilttiğin günde, beni azabından koru!" diye dua ederdi. (Günlük Hayat, II, 158)

Yine Peygamber Efendimiz (asm) yatmadan önce; Fatiha ile birlikte bir sure okumayı (Ramûz, I/26-1), "La İlahe İllallah, Vahdehû La Şerike Leh, Lehü'l mülkü ve Lehü'l Hamdü ve hüve Âlâ Külli Şey'in Kadîr" ve "La havle velâ kuvvete illâ Billah" demeyi, 33 defa "Sübhanallah", 33 defa "Elhamdülillah" ve 34 defa "Allahu Ekber" demeyi (toplam 100 ediyor), Kâfirûn sûresini okumayı... tavsiye etmişlerdir.

Hz. Huzeyfe (r.a.) Peygamber Efendimizin (asm) yatmadan önce nasıl dua ettiğini, uyanınca da ne dediğini şöyle rivayet etmektedir:

"Peygamber Efendimiz uyumak için yataklarına girdiklerinde şu duayı okurlar idi:

'Allahümme bi'smike emûtü ve ahyâ' (Yâ Rabbi senin isminle uyur ve uyanırım).

Uyandıkları zaman da:

'Elhamdülillâhi'llezî ahyanâ ba'de emâtenâ ve ileyhi'n-nüşûr' (Bizi uyuduktan sonra uyandıran ve kendisine döneceğimiz Allah Teâlâ'yâ hamd olsun)

diye dua ederdi." (Şemâl-i Şerif, s.281)

Uyuduktan bir müddet sonra teheccüd namazına kalkmak sünnettir. Bu sâlih kişilerin âdetidir. Bu namaz kabirde nur olacaktır. Uykudan uyanınca eli üç kere yıkamadan elleri bir kabın içerisine sokmamalıdır. (Ramûz, I/30-2)

Yatarken yüzükoyun yatılmamalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) bu yatış şeklini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz, mescidde bu şekilde yatan birisini uyandırmış ve "Bu şekilde yatmak Allah'ın sevmediği bir yatış şeklidir." buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb: 95)

- Rüya görülünce ne yapmalı?

Rüya uykunun bir parçasıdır. Hemen her insan pek çok rüya görür. Peki rüya görülünce ne yapmak lazımdır? Bu hususta Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"İçinizden herhangi biriniz sevdiği bir rüya gördüğü zaman, sevdiğinden başkasına anlatmasın! Sevmediği bir rüya gördüğünde ise, sol tararına üç defa tükürsün; kovulmuş şeytandan ve onun şerrinden Allah'a sığınsın! O rüyayı kimseye açıklamasın. Çünkü o durumda, söz konusu rüya kendisine zarar veremez." (Günlük Hayat, II, 245)

- Uyku âdabında temel kaideler nelerdir?

Cenâb-ı Hak uykuyu, vücudun dinlenmesi için ihsan etmiştir. Uyku büyük bir nimettir. Uykunun kıymetinin ne olduğunu uykusuzluk hastalığına yakalananlara sormak lazımdır.

- Uyumak için en uygun vakit olan geceyi iyi değerlendirmek lazımdır. Mümkün mertebe erken yatıp erken kalkmalıdır. 

- Yatmadan önce abdest alıp dua etmeli, uyanınca da Allah'a hamd etmeli ve dua etmelidir.

- Yatarken sağ tarafa dönüp yatmalı, sağ eli sağ yanak üzerine koymalıdır. (Daha sonra dönülse de bu sünnet yerine gelmiş olur.)

- Yüzü koyun yatmamalıdır.

- Kötü rüya görüldüğünde sol tarafa üç defa tükürdükten sonra şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalı ve bu rüyayı kimseye söylememelidir.

- Teheccüd namazına kalkmaya çalışmalı ve bunu alışkanlık haline getirmelidir.

- Sabah namazını kazaya bırakmamak için akşamleyin erken yatılmalıdır.

- Sabah namazından sonra mümkün mertebe bir daha yatmamalı, işe koyulmalıdır.

"Uyku üç nevidir (çeşittir):

"BİRİNCİSİ: Gayrûledir ki, fecirden sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. (Yâni güneşin doğuşundan, yaklaşık 45 dakika geçinceye kadarki zamandır). Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilaf-ı sünnettir. [Sünnete aykırıdır.] Çünkü rızık için sa'y etmenin [çalışmanın] mukaddematını ihzar etmenin [başlangıcını, hazırlığını yapmanını] en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet arız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

"İKİNCİSİ: Feylûledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe (akşama) kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevmâlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından, maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, manevî cihetiyle de, o gün hayatinin maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

"ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylüle, iki saat gece uykusuna muâdil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saat ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor." (Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, Dördüncü Nükte, s. 269)

Demek ki; Güneş'in doğuşundan, yaklaşık kırk beş dakika geçinceye kadar geçen zamanda uyumak iyi değildir. Aslolan erken yatıp erken kalkmaktır. Sabah namazını kıldıktan sonra uyumamak, Kur'ân, hadis tefsir, ilmihal okuduktan sonra işbaşı yapmak lazımdır.

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Sabahın erken saatlerinde bereket ve başarı vardır." (bk. Levakıh-u'l-Envar, Şa'ranî, s. 295).

Son zamanlarda gittikçe artan bereketsizliğin ve başarısızlığın hikmeti bu hadis-i şerifin ışığında aranıp bulunmalıdır. Maalesef televizyon, "erken uyumanın düşmanı" olarak insanın karşısına dikilmiştir. Bu şedit düşmanı alt edip, mümkün mertebe erken yatıp, teheccüd namazına kalkmak, daha sonra güneş doğmadan önce sabah namazına dinç olarak uyanmak ve ondan sonra yatmayıp çalışmaya başlamak lazımdır. Zinde, dinç, çalışkan oluşlarına hepimizin şahit olduğu dedelerimiz ve ninelerimiz böyle yaparlardı. Bu güzel âdet yok olunca, sağlık ta, bereket de, huzur da yok oldu.

İkindi ile akşam arasında yatmamak lazımdır. Herkes bu vakitte yatmanın zararını bizzat tecrübe ederek görmüştür. O vakit yatıp da kalkan kimse sersem gibi olur, bir türlü kendisini toparlayamaz.

Öğle namazını kıldıktan sonra bir müddet yatmak (Kaylule) ise çok faydalıdır.

25 Su içme adabı ve ayakta su içmek hakkında bilgi verir misiniz?

Suyu içerken imkânlar ölçüsünde kıbleye yönelip, oturarak besmele çekip su bardağı sağ ele alınarak içmelidir. Her hususta olduğu gibi su içerken de itidal üzere hareket etmeli, aşırı derecede su içmemeli, çok soğuk ve çok sıcak olanlardan da sakınmalıdır.

Peygamber Efendimiz (asm) zaman zaman ayakta su içmiş ve bu şekilde su içmenin günah olmadığını göstermek istemiştir. Böylece Efendimiz ayakta su içerek ruhsat yönünü göstermiştir.

Konuyla ilgili rivayetleri beraber değerlendirdiğimizde, ayakta su içilebileceği, ancak oturarak içmenin ise daha uygun olduğu söylenebilir.

İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

"Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme zemzem verdim. Onu ayakta içti." (Buhârî, Hac 76, Eşribe 76; Müslim, Eşribe 117-119)

Ali radıyallahu anh ayakta su içti. Sonra da:

"Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm." dedi. (Buhârî, Eşribe 16)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

"Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında, yürürken bir şey yer, ayakta iken de su içerdik." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ime 25)

Abdullah İbni Amr şöyle dedi:

"Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ayaktayken de otururken de su içtiğini gördüm." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 100)

Enes radıyallahu anhın rivayetine göre Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir kimsenin ayakta su içmesini yasaklamıştır. Râvi Katâde şöyle dedi: Biz Enese, "Ya ayakta yemek nasıldır?" diye sorduk. Enes: "Ayakta yemek daha beter (veya kötüdür)", dedi. (Müslim, Eşribe 113. Ayrıca bk. Tirmizî Eşribe 11)

Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Ayakta su içmeyi yasaklamıştır.” ifadesi, Müslimin bir başka rivayetinde “Ayakta su içmekten men etmiştir.” (zecere) şeklinde geçmektedir. (Müslim, Eşribe 112, 114)

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Hiçbiriniz ayakta su içmesin. Unutarak içen de kussun!” (Müslim, Eşribe 116)

Ayakta su içmenin lehinde ve aleyhindeki hadisler dikkate alındığı zaman, Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içtiğine dair rivayetlerin, ayakta su içmeyi yasakladığını belirten hadislerden daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İmâm Buhârî’nin de Kâmil Miras’ın dediği gibi (Tecrid Tercemesi, XII/53), ayakta su içmekte bir sakınca olmadığı sonucuna vardığı anlaşılmaktadır.  

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm), kendisi de zaman zaman ayakta su içmek suretiyle bunun yasak olmadığını göstermiş, belki de sağlık açısından uygun görmediği için bunun alışkanlık haline getirilmesini istememiştir. Suyu oturarak içmenin daha uygun olduğunu belirtmek, insanları buna yönlendirmek ve tercihinin bu yönde olduğunu daha açık bir şekilde anlatmak için de ayakta su içmenin aleyhinde bulunmuştur.  

Peygamberimiz (asm)'in “Ayakta su içen kussun!” tehdidi kesin bir emir (yani vücup için) değildir.  Bazı âlimler, “Ayakta su içen kussun!” sözünü Resûl-i Ekrem (asm)’in değil, Ebû Hüreyre’nin söylediği kanaatindedir. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Çarşıda pazarda ayakta bir şey içmek gerektiğinde ve oturacak bir yer bulunmadığında, mutlaka oturacak yer aramamalı; bununla beraber oturarak içmenin sağlığa daha elverişli olduğu unutulmamalıdır.

1. Peygamber Efendimiz (asm) ile ondan gören bazı sahâbîler ayakta su içmişlerdir  Bu sebeple ayakta su içmek günah değildir.

2. Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içmeyi yasaklaması, oturarak içmeyi daha uygun gördüğünü belirtmektedir.

3. Resûl-i Ekrem (asm)’in, ayakta su içenin içtiğini kusmasını söylemesi, mutlaka böyle yapılmasını istediği anlamına gelmez.  Zira Efendimiz (asm) Müslümanları eğitmek için bazen bu üslûbu kullanmıştır.

26 Hz. Peygamber Efendimiz ve onun döneminde erkekler sünnet olur muydu? Nasıl olmuşlar; bu kunuda hadis var mıdır?

SÜNNET (Hitan)

Erkek üreme organının uç kısmında bulunan deri parçasının kesilmesi, hitan.

Kur'ân'da "Sünnet" (hıtan) ile ilgili bir âyet bulunmamakla birlikte, Müslümanlığın simgesi olarak kabul edilmiştir. Geçmişi Hz. İbrahim'e kadar varan sünnet, câhiliye devri Arapları arasında da devam edegelen bir âdetti. Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi. Erkeğin sünneti için "hıtan" kadınların sünneti için "hafd" kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak "el-hıtanan" ifadesi (ilgili organdaki) sünnet edilen yer anlamına hem kadın hem erkek için müşterek kullanılır. Bunların birbirine değmesi gusulü gerektirir (Buhârî, Gusl, 28; Müslim, Hayz, 8; Ebu Davud Tahare, 81, 83).

Rivâyete göre sünnet, Hz. İbrahim'in seksen yaşlarında kendine tatbikiyle başlamıştır. Bir rivayete göre İbrahim (a.s)'ın Kur'ân'da sözedilen bazı kelimelerle sınanması (el-Bakara, 2/124) temizliğe dair sorularla olmuştur. Bunların vücûda dair olanları sünnet olmak, koltuk altı ve kasık kıllarının kesilmesi, su ile istinca ve tırnakların kesilmesi gibi hususlardı.

Sünnet olmak insanın fıtratından kaynaklanmaktadır: "Doğuştan insan ruhuna yakışan hususlardan bir kısmı şunlardır: Ağzı su ile yıkayıp çalkalamak, buruna su çekmek ve temizlemek. Bıyıkları kesmek (veya kısaltmak), tırnakları kesmek, koltuk altının kıllarını gidermek, etekteki kılları gidermek ve sünnet olmak." (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahare, 49; Ebu Davud, Tereccül, 16; Tirmizi, Edeb, 14).

Hz. İbrahim'in seksen yaşlarında Kaddüm köyünde sünnet olduğu rivayet edilir (Buhâri, Enbiyâ, 8; Müslim, Fedâil, 151; Müsned-i Şamiyyin, I, 88). Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette "Kaddüm" yerine "kadum" ifadesi kullanılmıştır ki o zaman ifade "bir marangoz aleti olan keserle sünnet oldu" anlamına gelmektedir. Ayrıca onun yetmiş veya yüz yirmi yaşlarında olduğu da rivayet edilmiştir. Hz. İbrahim sünnet olmuştur. İsrailoğulları arasında câri olan Tevrat'ın hükmü de böyle idi. İsa (a.s)'ya kadar böyle devam etmişken sonradan Hristiyanlar bu âdeti bozmuş ve "hıtan", kalbin guffesini (kalbi bürüyen perdeyi) atmaktır, şeklinde yanlış bir yorumla sünneti bırakmışlardır (Tecridi-Sarin Tercümesi, IX / 112).

Başka bir rivayette de, "İlk kez sünnet olanın Hz. İbrahim." olduğu haber verilmiştir. (bk. Muvatta, Sıfatu'n-Nebî', 4)

Sünnet olmak ondan sonra bütün peygamberlerde ve onlara uyanlarda devam etmiş, Peygamberimiz (s.a.s) peygamber olarak gönderilinceye kadar sürüp gitmiştir. Peygamberimiz (s.a.s) bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar:

"Dört şey var ki, bunlar peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Müsned,).

Rivayete göre, peygamberlerin bazıları sünnetli olarak dünyaya gelmişlerdir. Bunların sayısı on-on yedi kadardır. İmam Suyuti bunlardan bir kısmını bir şiirle ifade etmiştir. Bunlar Adem, Şit, Nuh, Sam, İdris, Musa, Salih, Lut, Yusuf, Şuayb, Yunus, Süleyman, Yahya ve Hz. İsa (a.s)'dır. Şiirin sonu "Hatem"le biter ki maksat Hz. Peygamber (s.a.s)'dir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in sünnetli doğduğuna dair (bk. İbn Haldun, Mukaddime, İstanbul 1970, II / 400; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1972, I / 59). Bazı rivayetlere göre ise doğumunun yedinci gününde dedesi bir ziyafet vererek onu sünnet ettirmiştir.

İslam öncesi Arabistan'da sünnet bir Hijyen tedbiri olarak düşünülmüştür (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1973, s. 291). Araplarda sünnet bir temizlik ve güzelleşme operasyonu olarak kabul edilir. Bundan dolayı sünnet karşılığında "taharet" kelimesi de kullanılmaktadır (Karslızade Cemalettin, Me'debetül-Hıtân, İstanbul 1252 H., s. 7).

Atası Hz. İbrahim'in bu güzel geleneğini Hz. Peygamber (s.a.s) de devam ettirmiştir. "O, sünnet hükümdarı." olarak anılmıştır. Buhârî'nin vahyin başlangıcına dair kitabında Şam piskoposu İbnu'n-Natur'un bir ifadesine yer verir. Buna göre yıldızlara bakarak kehanette bulunmada mâhir olan Herakelias bir gece "hıtan melikinin zuhur ettiğini görür. Tam bu sıralarda Hz. Peygamber'in elçisi kendisine gelmişti. Elçinin kendisi de sünnetli idi". Olay sünnetin İslam'ın ilk müesseselerinden biri olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s), ileri yaşlarda Müslüman olanlara, seksen yaşlarında da olsalar

"Üzerinizdeki (İslâm'ın hoşlanmadığı) fazla kılları temizle, traş et ve sünnet ol." buyururdu (Kenzul-Ummâl, I, 263).

Usaym b. Kelib'in babasından, onun da dedesinden naklettiği rivâyete göre, dedesi demiş ki:

"Peygamberimiz (s.a.s)'e geldim ve İslamiyeti kabul ettim. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurdular:

'Kendinden küfrün kıllarını at ve sünnet ol.' " (Ahmed İbn Hanbel, III / 415; Ebu Davud, Tahare, 129).

Sünnet olayı; "Bir canlıya acı çektirmek, ancak o canlıya yarar sağlar ve yarar canlıya çektirilen acıdan fazla olursa caizdir." şer'i kaidesine dayanmaktadır.

Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yoktur. Bölgelere göre yedi günlükten on üç yaşına kadar değişmektedir. Çocukların büluğa ermeden sünnet ettirilmeleri babalarının bir vazifesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirmişti.

Çocuk büluğa erdiğinde şeriat hükümleriyle yükümlü bulunacak, ilahî buyruklara göre amel etmekle emrolunacaktır. O halde bu çağa henüz girmeden sünnet olmalı, sünnetli bir şekilde mükellef düzeyine gelmelidir. Böylece ibadeti, İslam'ın çizdiği şekilde sıhhat kazanır. Şeriatın belirttiği ölçüde dosdoğru olarak gerçekleşir.

Fakat velinin görevi, çocuğun sünnetini, onun doğumunun ilk günlerinde yerine getirmesi, düşünmesi ve böyle yapmanın daha uygun olduğunu bilmesidir. Böylece çocuk kendini tanımaya başlayıp temyiz çağına geldiğinde kendisini sünnet olmuş bulur. İleride bundan ötürü kendi kendisini hesaba çekmez. İçinde herhangi bir üzüntü ve ürküntü bulunmaz. Gerçekten çocuk akletmeye başlayıp eşyayı asıl anlamıyla anlamayı idrak edince, kendisini sünnet engelini aşmış olarak görmesi güzel ve kolay bir hava oluşturur.

Sünnet organının uç kısmını örten derinin en azından yarısının kesilmesidir. Yarıdan az kesilmesi halinde tekrarlanması gerekir. Ebu's-Suud Efendi buna gerek olmadığı şeklinde fetva vermiştir (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhu Î-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972 s.35).

Bazı toplumlarda, kızlarda erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan Müslümanların bir kısmında halen mevcuttur. Bu toplumlarda İslamiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. İslâmiyetin zuhuruyla İslâmi bir anlam kazanmıştır. Bütün İslam dünyası dikkate alınırsa azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak görülür (A.J. Wensinck, Hiton, IA, VlI, s. 543).

Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti, rivayete göre Hz. İbrahim zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hacer'dir. (Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. K. Uğan, Ankara 1954, I, 371).

Hz. Peygamber (s.a.s),

"Sünnet (hıtan), erkeklere sünnet, kadınlar için fazilettir." (Ahmed b. Hanbel, V / 75; Ebu Davud Edeb, 167; el-Fethu'r-Rabbânî, XVII / 1312)

buyurur. Bu sünnet, Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre mutlak sünnet, Ahmed b. Hanbel'e göre erkeğe vacib, hanımlar için sünnettir. Şafiî erkek ve kadın arasında vucûb bakımdan bir fark görmemiştir (el-Fethu'r-Rabbanî, XVII / 1312). Çoğunluğu Hanefi olan Türklerde kadınlar sünnet edilmezler. Ebu's-Suud Efendi kendisine yöneltilen; "Diyar-ı Arap'da avratları sünnet ederler. Bu fiil sünnet midir?" sorusuna "el-Cevap: Müstehaptır" şeklinde cevap vermiştir (M. Ertuğrul Düzdağ, Şerhul-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972, s. 35).

Hattabî de; "Sünnet olmak fiili her ne kadar öteki sünnetler arasında sayılıyorsa da ilim adamlarından bir çoğuna göre vacibtir. Çünkü sünnet olmak hem dinin ve hem dindarlığın şiarıdır. Müslüman kimsenin kafirden ayırdedilmesi buna bağlıdır. Savaş alanında öldürülenler arasında sünnetli bir kimseye rastlanılırsa, diğeri de sünnetsiz bulunursa, böyle bir durumda sünnetli kimse üzerine namaz kılınır, defni sağlanır. İslam kabristanına gömülür." demektedir.

Hasan Basrî, "Rasûlüllah, (s.a.s) Efendimize uyarak bir çok kimseler İslam'a girdi. Siyahı, beyazı, Romalısı, İranlısı, Habeşlisi... Ama bunlardan hiç birinin sünnet olup olmadıkları araştırılmadı. Şayet sünnet olmak vacib olsaydı, sözü edilenler sünnet olmadan İslam dinine kabul edilmezlerdi." demektedir. Ancak bu delil sünnet olmanın ihtiyari olduğu ispatlayacak nitelikte değildir.

Zira Araplar zaten kesinlikle sünnet olmakta idiler. Diğer taraftan Yahudilere gelince, bunlar da kesin olarak sünnet olurlardı. Hrıstiyanlara gelince onlardan bir grubu sünnet olurken, diğer bazıları da olmazdı. İslam dinini kabul eden herkes, ister puta tapan Arap olsun, ister Yahudi, ister Hrıstiyan olsun, İslâmî prensiplerden birinin sünnet olmak olduğunu bilirdi. Bunu bildiği için de İslam dinini kabul ettikten hemen sonra boy abdesti aldıkları gibi sünnet olurlardı.

Yukarıda Useym b. Kelîb'in dedesinin Peygamberimiz (s.a.s)'e gelerek, "Kesin olarak İslâmı seçtim, Müslüman oldum." deyince, Rasûlüllah (s.a.s) kendisine; "O halde küfrün kıllarını kendinden temizleyip at ve sünnet ol." buyurması ve Zührî yoluyla rivayet olunan; "Kim İslâm'a girerse, yaşlı da olsa sünnet olsun" anlamındaki hadis, bu hükmü pekiştirmektedir.

Peygamberimiz (s.a.s) ise, ümmetini sürekli hayırlı ve mutlu sonuç getiren işlere yöneltir ve onları başkasından seçip ayıracak hususları öğretirdi. İşlenip işlenmediğinin derinliğine inmek, araştırıp kontrol etmekle yükümlü değildi. Onun bu konuda izlediği yol, İslâma girenleri dış halleri ile kabul etmek ve değerlendirmekten ibaretti. Gizli hallerini ise Allah'a bırakırdı.

İslam hukuk otoritelerinin sünnet fiilinin gerekli bir ibadet olmasındaki sebep ve illetleri şöyle göstermişlerdir:

Sünnetsiz kimse abdestini ve namazını bozmaya kendisini arzetmiş olur. Çünkü kesilmedik kalan deri, cinsel organının baş kısmını tümüyle kapatmaktadır. İdrar altına girince onu temizlemek hayli güçtür. Böyle bir durumda sağlıklı bir temizlik ancak sünnet olmaya bağlıdır. Bundan ötürü gerek selef (öncekiler) olsun gerekse halef (sonrakiler) olsun bir çokları sünnetsiz kimsenin imamlığını uygun görmemişler ve yasaklamışlardır. Fakat tek başına kıldığı namazlarda ise, devamlı idrarı damlayan kimse gibi özür sahibi sayılır.

Sünnet ameliyesi konusunda cehalet sonu sebep olunan, özür ve ölüm olaylarında diyet uygulanmıştır (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, Diyet, 130; V/420; Abdurrezzak, el-Musannef, IX / 470).

Sünnet olayının, tıb ilminin ilerlemesiyle hikmet değeri daha iyi anlaşılmıştır. Erkeklerin sünnet olmadığı toplumlarda rahim hastalıkları oranı, sünnet olan toplumlara göre çok daha fazladır.

Sünnetin dini açıdan büyük hikmeti olduğu gibi, bir çok sağlıkla ilgili yararları da vardır. Bilim adamları ve özellikle tıp doktorları bunun olumlu sonuçlarını belirtmişlerdir. Bu hususların en önemlilerinden bir kısmı şunlardır:

- Sünnet fıtratın yani yaratılışın esasıdır. İnsanın doğuştan buna ihtiyacı vardır. İslamın bir prensibi ve şerîatın da ünvanıdır.

-Sünnet, Rabbimizin Hz. İbrahim (a.s)'in diliyle meşru kıldığı, hakka yönelik dinin tamamıdır. Yani bunun tamamlayıcısıdır. Bu öyle bir dindir ki, kalbleri tevhid, birlik ve iman boyasıyla boyamış, bedenleri fıtratın özellikleri olan sünnet olmak, bıyık kesmek, tırnakları kesmek, koltuk altındaki kılları gidermek gibi özelliklerle bezemiştir.

Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:

"Sonra da Biz, Hanif olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy, diye sana vahyettik." (Nahl, 16/23).

Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır;

"Allah'ın dini boyası ile boyandık. Boyası Allah'dan daha güzel kim vardır? Biz ancak O'na ibadet ederiz." (Bakara, 2/138).

Sünnet Müslümanı diğerlerinden ayırır.

(Ş. İslam Ans., Md. SÜNNET / Hitan)

İlave bilgi için tıklayınız:

SÜNNET DÜĞÜNÜ

27 Yüzmek sünnet midir? Eğer sünnetse Peyğamber Efendimiz nasıl bir kıyafetle yüzmüş? Yüzme konusunda nelere dikkat etmek gerekir?

Toplu halde yüzerken dikkat edilmesi gereken tesettüre riayet edilmesidir. Kadınlarda el ve yüz hariç bütün beden, erkeklerde ise göbekle diz kapağı arası örtülü olmalıdır.

Denizde yüzmek haram değildir. Ancak kadın erkek karışık bir yerde yüzmek caiz değildir.

Günümüzde deniz sahillerinde tesettüre riayet edilmediği için hem kadınların hem de erkeklerin gitmeleri doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimizin yüzme, ok atma, ata binme gibi tavsiyeleri nelerdir?..

Kadınlar tesettüre uygun haşemayla denize girebilirler mi?..

EDEB MAHALLİ...

28 Misvak nasıl kullanılır, bu konuda bilgi verir misiniz?

Misvak kullanırken ölçü, misvağın boyunun elle tutulan kısımdan itibaren çene uzunluğu kadar bir uzunluğa sahip olmasıdır. Yani tutulan kısmın haricinde kalan bölüm ağıza girmelidir. Bu yüzden kısa misvakların kullanılması temizlik açısından uygun değildir.

Misvağı tozun, pisliğin olmayacağı bir yerde taşımak, hatta mümkünse hususi naylon poşet içinde taşımak sıhhat için daha uygundur.

Ayrıca ağıza alınana kısmına kirli elle dokunmamak, misvakla ağzı temizledikten sonra uç kısmını su ile temizleyip, üzerinde ağız artıklarını bırakmamak en güzelidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MİSVÂK.. 
Misvakın faydalı olduğunu gösteren ilmi araştırmalar var mıdır?

29 "Bal Tefsiri" diye rivayet edilen Hz. Ali ile ilgili hadise / olay sahih midir?

Bu gibi hikayeleri, hemen kabul etmek veya reddetmenin bizi bir takım yanlışlara götüreceği muhakkaktır. Bunların aslı olacağı gibi, uydurma olaylar da olabilir. Çünkü, uzun yıllar içersinde İslamiyete bir takım yanlış fikirler, düşünceler, kısaca bizim "hurafeler" dediğimiz yanlışlıklar sokulmuştur. Bunların bazıları İslam'ın temelleri zıt olabilmektedir. İslam büyükleri bunlardan bazılarına "İsrailiyyet" demişlerdir. Yani bunlardan bazıları, Yahudilerin İslam'ın temellerini yıkmak için, ortaya atmış oldukları fikirlerdir.

"Bal Tefsiri" adı altında verilen olay, İslam'ın temel kaynaklarında yer almamaktadır. Bu nedenle bu ve benzeri hadiselerin yayılmasını önlemek ve duyduğunu bir başkası ile paylaşmamak gerekir.

Böyle şeylerle karşılaştığımızda, dini bir konu değilse ve toplumun fazla önem vermesine neden olacaksa, üzerinde durmamak, yapmamak ve onun yaygınlaşmasına neden olmamak gerekir.

30 Sünnetin önemi nedir, izah eder misiniz?

Müslim, sünnetin ehemmiyetini şu şekilde özetler:

"Resûlullah (a.s.m.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya yapmışsa, bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve attığı her adım; dalâlet ve kötülükten uzaktır. Bütün söz ve fiilleri, Cenâb-ı Hakk'ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, onun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün insanlar Hazret-i Peygamber'in hayatının her anını kendilerine örnek almalıdırlar. O'nun (a.s.m.) hayatı, canlı bir Kur'an-ı Kerim ve İlâhî kurallar bütünüdür."

Kur'an ve hadis kitaplarında, sünnete uymanın, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:

Âyetler: 

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûl'e götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir." (Nisa, 4/59)

Tefsir alimleri "onu Allah'a ve Resulüne götürün" emrini, "Kur'an'a ve sünnete müracaat edin", şeklinde tefsir etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle buyurur:

"Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona tâbi olmaktır. Ne vakit ona tâbi olursanız, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

"İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a'lânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır."(Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Mevdûdî, sünnete teslim olma konusunda şu ifadelere yer verir:

"Hazret-i Resul'ün (a.s.m.) sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Resulü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Resûlullah'ı seven O'na tüm olarak teslim olmalı, itaat etmelidir."

Bu vesileyle Risale-i Nur Külliyatı'ndan Sünnete tâbi olmak ile ilgili bazı parçaları arz etmekte fayda görüyorum:

“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid'a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten,- hayat-ı şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstah-sendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer."

"Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil'ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu'cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur'an-ı Hakîm'in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir." (a.g.e.)

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerde! inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara nıel'ab, evhama merkeb ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklen matiyye olacaktır." (Mesnevi-i Nuriye, Katrenin Zeyli)

"Sünnet-i Seniye, edepdir. Hiçbir mes'elesi yoktur ki altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resûl-i Ekrerr Aleyhissalâtü Vesselam ferman etmiş:

"Allah'a ve Resulüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddıklar, şehidler, sâlihler ve Allah'ın kendilerine in'am ve ihsan-da bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır."

"Her kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiştir."

“Eddebenî Rabbî bi-ahseni te’dibî” Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş." Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin enva'ını. Cenâb-ı Hakk, habibinde cem'etmiştir. Onun Sünnet-i seniyesini terk eden, edebi terk eder."

“Sizden Allah'ı ve âhiret gününü dileyen ve çokça Allah'ı hatırlayanlar için Resûlullah'a tâbi' olmakta güzel bir istikamet vardır.”

Allah Teâla Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) ve onun sünnet-i şerifinin ehemmiyetini bu âyetler ile altından bir kordon gibi işlemiştir.

Resûlullah (a.s.m.)'ın Sünnetine İmtisalı, Kur'an ile Hadis Arasında Kopmaz Bir Bağ Olduğunu Bildiren Hadisler:

Ebu Dâvud, Irbâd b. Sâriye'den rivayet etmiştir: Resûlullah (a.s.m.) bir gün bize namaz kıldırdı, sonra yüzünü bize çevirdi, öyle beliğ bir konuşma yaptı ki, kalpler ürperdi, gözler yaş döktü. Dinleyenlerden bir adam,

"Ya Resûlallah! Sanki bu veda eden birisinin konuşmasıdır. O hâlde bize ne gibi şeyleri vasiyet edersin." dedi. Resûlallah,

"Size Allah'ın azabından korkmayı, rahmetinden ümitvar olmayı, siyah bir köle de olsa büyüklerinizi dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Biliniz ki, aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman benim sünnetime ve doğru yolda giden râşit halifelerimin sünnetine sarılınız. Sadece bunlara yapışınız. Sakın başka yollara sapmayınız. Dinde yeni işler yapmaktan şiddetle sakınınız. Çünkü dinde yapılacak her yenilik bid'at, her bid'at ise sapıklıktır. Sapıklığın her çeşidi insanı ateşe iter." buyurdular.

Müslim, Câbir (r.a.)'den rivayet etmiştir:

Resûlullah (a.s.m.) konuştuğu zaman -sanki akşama sabaha düşmanın geleceğini ihtar eden bir kumandan gibi- gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Bir defasında şehadet parmağı ile ortanca parmağını uzatarak şöyle dedi:

"Kıyametle aramda şu iki parmak arasındaki kadar mesafe kaldığı bir sırada ben gönderildim. Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah'ın kitabı, yolların en hayırlısı da Muhammed'in yoludur. İşlerin en kötüsü, dinde yapılan mesnetsiz yeniliklerdir. Dinde yapılan her yenilik bid'attır ve her bid'at da sapıklıktır."

Buhari ve Müslim, Enes (r.a.) den rivayet etmişlerdir: Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

 "Sizden hiç biriniz -ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar- iman etmez."(Birgivi, et-Tarikat-ül-Muhammediye, s. 5-8.)

Hazret-i Peygamber:

"Allah Teâla'nın rahmeti benim vekillerim üzerine olsun." diye buyurmuş.

"Vekilleriniz kimlerdir?" diye sorulunca,

"Sünnetimi yaşatıp Allah Teâla'nın kullarına öğretenlerdir." cevabını vermişlerdir.(İmâm-ı Gazali, İhyâ, Bedir yayınevi, I/36)

"Musa ibn-i İmran zamanımda bulunmuş olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı."

buyuran Seyyidi'l-Mürselin hem sünnetin ulviyeti ve kutsiyetini hem de kendine tabi olmanın vücubiyetini veciz bir ifade ile ortaya koymaktadır.

Demek oluyor ki, Hazret-i Musa (as) gibi kitap sahibi bir peygamber için dahi, bütün kamillerin en ekmeli olan Peygamber Efendimize (a.s.m.) tâbi olmaktan başka bir çare olmadığı hâlde, bizim gibi sıradan ve günahkâr ümmetin böyle bir Peygamber-i Alişan'ın sünnetine tâbi olmamız, bizim için ne kadar büyük bir saadet ve bir bahtiyarlık olduğu anlaşılır.

"Nebinizin sünnetini terk ederseniz, dalalete düşersiniz."(Müslim, el-Mesacid, had. 257; en-Neseî, el-İmamet, 50)

"Bir kimse benim getirdiğime değil, hevasına tabi olursa gerçek mü'min olamaz."(Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis, s. 53)

"Sünnetimi terkedene Allah ve ben lanet ederiz."(et-Tirmizi, el-Kader, 17)

"Sünnetimden yüz çeviren benim yolumu takip etmiş değildir."(el-Buhari, el-Kader, 17)

"Bizim yolumuza uymayan bir işi yapanın bu ameli merduttur."(el-Buhari, el-İ’tisam, 20; Müslim, el-Akdiye, 17,18)

Bunlar, bu konuda vârit olan âyet ve hadislerden bir nebzedir. Kur'an'da ve hadis kitaplarında sünnete sarılmanın, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Hal böyle olunca "Yalnız Kur'an ile amel edelim" iddiası ciddiyetten uzaktır. Samimi Müslümanlar bu tür iddialara kulak vermezler. 

31 Tuvaletin (wc) yönü kıbleye doğru olmasının mahsuru var mı? Evde wc oturma yönü kıbleye doğru...

Önce konuyla ilgili şu hadislere işaret etmeliyiz:

"Sahabi Selman'a dediler ki, 'Peygamberiniz size tuvalette oturuşa varıncaya kadar her şeyi öğretiyor mu?' O da, 'Evet!.. Allah Rasûlü bizim küçük, büyük abdestlerde kıbleye dönmemizi, sağ elle taharet almamızı, üç taştan az ile temizlenmemizi tezek ve kömürle taharetlenmemizi yasakladı.' dedi. Allah'ın Rasûlü (sa) buyurdu:

"Ben sizin babanız yerindeyim. Size öğretiyorum. Biriniz tuvaletini yaparken kıbleye dönmesin, ona arkasını da çevirmesin."

Sahabi diyor ki, Şam'a geldik oralardaki tuvaletlerin kıbleye karşı yapılmış olduğunu görünce yanlanarak ihtiyacımızı giderir, Allah'tan da bağışlanma dilerdik.

"Resulûllah küçük büyük abdestlerde iki kıbleye (Kabe ve Kudüs Mescidine) dönmemizi yasaklamıştı."

Mervan diyor ki:

"Ibn Ömer'i gördüm, bineğini kıbleye karşı durdurmuş, kendisi de kıbleye karşı küçük abdestini yapıyordu. 'Bu yasaklanmadı mı?' diye sordum. 'Evet, ama açık arazide yasaklandı. Seninle kıble arasında gizleneceğin kadar bir şey (duvar, perde, bina vb) varsa mahzuru yoktur.' dedi." (Ebu Davud, Taharet 4.)

Bu ve benzeri hadisleri topluca değerlendiren fıkıhçılar, bu konuda pek çok farklı görüş ve izahlar getirmişlerdir:

1.
Açık arazide defi hacet yaparken kıbleye dönmek haramdır, ama bina içlerinde haram değildir. (Abbas b. Abdulmuttalib, Abdullah b. Ömer, Sa'bi, Malık, Şafiî, Ahmed b. Hanbel)

2. Bu, açık arazide de binada da caiz değildir. (Ebu Eyyûb el Ensarı, Mücahid, Ibrahim en-Mehaî, süfyan es-Sevri, Atâ, Ebu Hanife ve bir Rivayette de Ahmed b. Hanbel) konu ile ilgili olarak altı farklı görüş daha vardır ama en güçlü görüşler bunlardır. (Bu görüşler ve uzun izahları için bk. Mahmud Hattâb es-Sûbkî, el-Menhel I/39-42)

Durum bu olunca: Bir medeniyetin, birleşik kaplarda olduğu gibi, her sahasıyla alçalacağını, ya da her sahasıyla yükseleceğini hesaba katarak, kendine has mimari üslubu ve görüşü olmayan bir sistemin bir medeniyete damgasını vuramayacağını bilmek gerekir. Binaenaleyh, Müslüman mimarlar yıllardır unutulan ve ihmal edilen bu gerçeği, tekrar hatırlamalı gündeme getirmeli ve hal çaresi bulmalıdırlar. Tuvalet taşları dahi Islami temizliğe elverişsiz, idrarı insanın üzerine sıçratan tarzlarda imal edilmektedir. Lavaboların modeli, abdestte ayakların yıkanılması hiç hesaba katılmadan çizilmekte, inananlar da buna mahkûm olarak yaşamaktadırlar. Bu olayı küçümşeyenlere Selman Hadisini hatırlatmamız yeterlidir. O zaman da bir müşrik bu meseleyi küçümsemiş ve alaylı bir tavırla, "Peygamberiniz sizin bu tür işlerinize de mi karışıyor?" demişti.

Netice olarak; kıbleye doğru tuvalet ihtiyacı görmenin iki ayrı duruma hitap eden vaziyeti mevcuttur:

1. Açık bir arazide kıbleye karşı ihtiyaç görmek caiz değildir.

2. Kapalı bir mekanda kıbleye karşı ihtiyaç görmek, caizdir.

Her ne kadar kapalı yerde caiz ise de ev içerisinde tuvaletin kıbleye karşı yapılması hoş karşılanmamaktadır.

32 Peygamberimiz yatağa yattığında 33 Subhanallah, 33 Elhamdülillah, 34 Allahu Ekber söylenmesini tavsiye etmişlerdir. Allahu Ekber kelimesinin 34 olmasının sebebi nedir?

Hz. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona ve Fâtıma radıyallahu anhâ’ya: “Yatağınıza girdiğiniz zaman –veya istirahate çekildiğiniz zaman– otuz üç defa Allahü ekber, otuz üç defa sübhânallah, otuz üç defa da elhamdülillâh deyiniz.” buyurdu.(Buhârî, Farzu’l–humüs 6, Fezâilü ashâbi’n-nebî 9, Nefekât 6, 7, Daavât 11; Müslim, Zikr 80. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100.)

Diğer bir rivayete göre “Otuz dört defa sübhânallah deyiniz...” buyurmuştur.(Buhârî, Daavât 11.) Başka bir rivayete göre ise “Otuz dört defa Allahü ekber deyiniz...” buyurmuştur.(Buhârî, Farzu’l–humüs 6, Fezâilü ashâbi’n–nebî 9; Müslim, Zikir 80.)

Enes anlatıyor. Bir kadın Rasulullah'ın yanına ge­lerek ona bazı şikayetlerde bulundu. Rasulullah: "Sana şikayetlerini giderecek hayırlı şeyler söyleye­yim mi? Yatağına girince otuz üç defa la ilahe illallah, otuz üç defa subhanallah ve otuz dört defa da elhamdü­lillah de. İşte bu yüz şey dünya ve içindekilerinden da­ha hayırlıdır." (İbn Ebi Şeybe, İbn-i Hacer el-Askalani, Metalibu Aliye, Tevhid Yayınları: 3/155.)

İbnu Hacer, bu üç kelime ile ilgili muhtelif rivâyetler geldiğini belirttikten sonra meselâ, sübhânallah kelimesinin bazılarında 33, bazılarında 25, bazılarında 11, bazılarında 10, bazılarında 3, bazılarında 1, 70 ve 100 kere tekrarı tavsiye edildiğini; keza elhamdülillah kelimesinin de tekrar edileceği miktarla ilgili olarak 33, 25, 11, 10, 100 rakamlarının geldiğini; Lâilahe illallah kelimesiyle ilgili olarak da 10, 25, 100 rakamlarının geldiğini belirtir.

Zeynüddin el-Irâkî: "Bunların hepsi güzeldir, bu miktarların artması Allah'ı daha da memnun eder." der.

Begavî, bu farklı rivayetleri şöyle bir te'ville cem'etmeye çalışır: "Muhtemelen bu rivâyetler müteaddit zamanlarda vârid olmuştur ve kişi içinde bulunduğu ahvâle göre, bu rakamlardan birini seçerek o miktarda tekrarda muhayyer bırakılmıştır."

Âlimler umumiyetle bu tesbihâttan her birinin otuz üçer defa yapılmasının efdal olduğunu söylerler. Tekbirden sonra Lailahe illallahu vahdehu lâ şerîke leh... denir ki bununla yüz tamamlanır. 

Şunu da belirtelim ki, âlimler, hadiste gelen rakamlara riayet etmeli, ne eksik ne de fazla yapmamalı, aksi takdirde vaadedilen sevap aynen elde edilemez, biz göremesek de anlayamasak da bu miktarlarda bir kısımı hikmetler vardır, demişlerdir. Bâzı âlimler, ziyâde ve noksan kasden yapılırsa sevap hâsıl olmaz derken, diğer bazıları ziyâdenin sevabı gidermeyeceğini söylemiştir.

Bazı rivayetler, tesbihatı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in parmaklarııyla yaptığını haber verir. Hattâ Efendimiz'in: "Parmaklarla sayın, zîra onlar sorulacaklar ve konuşturulacaklar." dediği rivayetlerde gelmiştir. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), bin düğüm ihtiva eden bir sicimi olduğunu, onunla saydığını ve her gece bir devir tesbih yapmadan uyumadığını söylemiştir. Onun sayma işinde çekirdekleri kullandığı da rivayet edilmiştir.

Tesbihâtı saymada, Ashâb'ın ve Ümmühâtu'lmü'minîn'in çakıl ve çekirdekleri kullandıklarına dâir pekçok rivayet gelmiştir. Bu durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) görmüş ve takrir buyurmuştur. Bazı âlimler parmakla saymanın tesbih vs. vasıtasıyla saymaktan efdal olacağını söylemiş ise de, esas olan, hata yapmaktan emin olmaktır, hangi şekilde hatayı bertaraf edebilecekse o tercih edilmelidir. (Aliyyu'l-Kârî)

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 7/42-43.)

33 Peygamberimizin çocuklara davranışından örnekler verir misiniz?

Çocuğun Yetişmesinde Sevgi ve Şefkat

Günümüz terbiyecilerinin ısrarla üzerinde durdukları bir husûs, çocuğun sevgiye olan ihtiyâcıdır. Bu ihtiyâcın şiddetini belirtmek için, sevgi ihtiyâcını ekmek ve suya ve hatta temiz havaya olan ihtiyâca benzetirler. Bu benzetmede asla mübâlâğa yoktur. Sevgi görmeyen çocukların ne karakter ne de zekâ ve kabiliyetler yönüyle gelişmeyeceği, çocuğun bencil bir hâl alıp içine çekileceği, rûhî kuvvelerinin yeterince inkişâf etmeyeceği belirtilmiştir. Kezâ bedenen sağlıklı inkişâf da onun rûh hâliyle ilgilidir. Sevgisiz yetişen çocuklar, hayâtları boyunca bunun eksikliğini ve bu eksiklikten hâsıl olan pek çok maddî, mânevî, rûhî, psikolojik sıkıntıları çekecektir.

Hz. Peygamber (sav) de çocuklara karşı izhâr edilecek şefkat ve sevgi üzerinde ısrarla durur, şiddetle buna teşvîk eder:

“Küçüklerimize şefkat etmeyen ... bizden değildir.” (Müstedrek, 1, 62, Ebû Dâvûd, Edeb 66 )

“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur. Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Zeyd İbnu Ali İbni Huseyn İbni Ali İbni Ebî Tâlib, Müsnedu Zeyd İbnu Ali, Lübnan, 1966, s. 505 )

Efendimiz aleyhisalâtu vesselam, kendi yakınlarına karşı çok müşfik davranmış, çocuklarını, torunlarını ve diğer yakınlarını yeri geldikçe öpmüştür. Bu sebeple Hz. Enes, Aleyhissâlâtu vesselam’ı: “İyâline karşı insanların en şefkatlisi” olarak tavsîf etmiştir.

Hemen belirtmeliyiz ki, onun çocuklara olan sevgisi, kalpte kalan, izhâr edilmeyen bir sevgi olmayıp, fiile dökülen, başkalarınca görülen, çocuklar tarafından hissedilen ve fiilen yaşanan bir sevgidir. Yani Aleyhissalâtu vesselam rûhunun derûnunda beslediği samîmî duygularını "öpmek, kucaklamak, dizine oturtmak, başından okşamak, şakalar yapmak: dil çıkarmak, saçından tutmak, isim takmak, yüzüne ağzından su püskürtmek; ikramda bulunmak, selam vermek, selamlarını almak, omuzuna almak, sırtına bindirmek, göğsüne çıkarmak, çocuksu konuşma ve telaffuzla hitâp etmek, bineğine almak gibi..." çeşitli yollarla fiile dökmüştür. Bu nevî sevgi ve şefkat izhârlarını, Resûlullah (sav), sâdece kendine yakın olan çocuklara değil, bütün çocuklara yapardı. Bu sebeple yine Hz. Enes’ten gelen bir rivâyete göre “Aleyhissalâtu vesselam, insanlar arasında, çocuklara en müşfik olan kimseydi.”

Çocuklarını öpmediklerini söyleyen Bedevîlere Hz. Peygamber (sav)’in tepkisi:

“Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?” demek olmuştur. (Geniş bir tahlil için bk. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 148-157)

Çocuğu Murakabe Altına Alma

Hz. Enes’in beyânlarından hareketle, nebevî terbiyede müdâhalesizliği bir prensip olarak belirlemiş isek de, bununla çocukları başıboş bırakmayı, onları hevâlarına terk etmeyi de kast etmedik. Konunun yanlış veya eksik anlaşılmaması için belirtmek isteriz ki, Hz. Peygamber (sav), çocukların eve giriş çıkış saatlerinden, verilen vazîfeleri yapıp yapmadıklarına, kılık kıyâfette edep ve yasağa uyup uymadıklarına, vs. varıncaya kadar pek çok teferruatta murâkabeyi, tâkip etmeyi esas kılmış, tâkip etmiştir. Birkaç örnek:

Hz. Enes, kendisine Resûlullah (asv)’ın mûtad dışı verdiği bir işten dolayı bir gün evine gecikerek döndüğünü, annesinin kendisini: “Niye geç kaldın?” diye sigaya çektiğini, “Resûlullah bir işe yollamıştı” cevabı üzerine: “O iş de ne idi?..” diye iyice tahkîk ettiğini belirtir. [Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, Kahire, 1379, s. 389; Ebû Avâne, Ya’kub İbnu İshâk (v. 316 h.), Müsnedu Ebî Avâne, 5, 469]

Yani, Enes Resûlullah (asv)’a hizmete geliyor ama, alışılmış dönüş vakitleri var. Bir kere gecikme dikkat çekiyor ve sebebi soruluyor.

Yine Enes’in anlattığına göre, Aleyhissalâtu vesselam, kendisini bir işe gönderir. Fakat aksiliği tutar “Gitmeyeceğim” diyerek evden ayrılır. Yolda rastladığı bir grup çocukla oyuna takılır. Derken Resûlullah gelip ensesinden yakalar. Dönüp yüzüne bakınca görür ki yakalayan Resûlullah (sav)’dır ve tebessüm ederek: “Ey Enescik! Sana emrettiğim yere git!” diye tekrar emretmektedir. Ve Enes: “Gidiyorum” diyerek gider. (Azîmâbâdî, Ebu’t-Tayyib Muhammed, Avnu’l-Ma’bud, Medîne, 1968, 13, 127)

Yani verilen işten çocuğun kaytarması, ciddî takiple önlenmelidir; aksi takdirde bu kötü bir alışkanlık hâline gelebilir.

Nûman İbnu Beşîr anlatıyor: “Hz. Peygamber’e Tâif üzümünden bir miktar hediye getirilmişti. Beni çağırarak: “Şu salkımı al, annene götür!” dedi. Aldım, fakat yolda giderken yedim bitirdim. Birkaç gün sonra (karşılaşmıştık ki sordu): “Salkımı ne yaptın, annene ulaştırdın mı?” “Hayır!” dedim. Bunun üzerine beni gunder (vefâsız) diye tesmiye etti.” [İbnu Mâce, Et’ime 61 (3368h.)]

Yani çocuk takip edilecek, verilen işi yerine getirmediyse, bir sûrette hoşnutsuzluk ihsâs edilecek.

Bazı rivâyetler Resûlullah (sav)’ın çocuklara, günün belli saatlerinde dışarı çıkmayı yasakladığı görülmektedir: 

- Öğle sıcağında [Müstedrek, 3, 165 (zayıf)]

- Ve güneşin batmasından (Mecmau’z-Zevâid, 8, 111) akşamın alaca karanlığı çıkıncaya kadar ki vakitte.(Feyzu’l-Kadîr, 1, 180).

Bilhassa dayakla ilgili bazı rivâyetlerden hareketle, çocuk üzerinde, murâkabe edildiği hissinin canlı tutulması gerektiği netîcesi bile çıkarılabilir. Çünkü Hz. Peygamber (sav), değneği ev halkının göreceği bir yere asmayı tavsiye etmektedir:

Hz. Peygamber (sav), şahsî hayâtında kimseye karşı kamçı kullanmamıştır; ama mükerrer çağırmalarına rağmen cevap alamadığı, sonra oyunda yakaladığı hizmetçiye misvak çubuğunu göstererek: “Eğer kısastan korkmasaydım şu çubukla canını yakardım.” dediği mervîdir. [el-Metâlibu’l-Âliye, 2, 387 (2538. h.)]

Şu halde bu meselede çok hafif örneğin misvak gibi bir şey ile de olsa vurmaktan kaçınmak sünnettir. Ancak disiplini sağlamak için korkutmak gerekirse bu da yapılabilir.

Çocuklara Eşit Muâmele

Hz. Peygamber (sav)’in çocuk terbiyesinde ısrarla üzerinde durduğu bir husûs, eşit muâmeledir. Bu, aynı âile içerisindeki çocuklar arasında olduğu gibi, okulda aynı hocanın nezâreti altındaki çocuklar arasında da uygulanması gereken bir düstûrdur. Yani anne ve babalar çocukları arasında kızdır-erkektir, büyüktür-küçüktür, şudur-budur diye bir ayırım yapmaktan yasaklandığı gibi, hocalar da ders verdikleri talebeler arasında hür çocuğu-köle çocuğu, akrabâ çocuğu-yabancı çocuğu vs. gibi akla gelebilen her çeşit tefrîk ve ayırımlardan yasaklanmıştır.

Nûman İbnu Bişr anlatıyor: “Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravâha: “Bu hibeye Resûlullah’ı şâhit kılmazsan kabul etmiyorum” dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şâhit kılmak için babam, beni de alarak Resûlullah’a gitti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber (sav): “Başka çocukların da var mı?” diye sordu. “Evet!” cevabı üzerine, “Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?” diye sordu. Babam: “Hayır!” deyince, “Allah’tan korkun, çocuklarınız husûsunda âdil olun!” dedi. Babam oradan ayrıldı ve hibeden rücû etti.”

Bu hadîsin başka vecihlerinde, Hz. Peygamber (sav)’in şu cümleleri de sarfettiği belirtilmektedir:

“Çocuklarınızın arasını eşit tutun”,
“Bunu iade et”,
“Beni şâhit kılma, ben cevre
(zulme) şahitlikte bulunamam”,
“Bu doğru değil, ben ancak hakka şahâdet ederim”,
“Buna benden başkasını şâhit kıl”,
“... çocuğun senin üzerindeki haklarından biri, onlara eşit davranmandır.”

Tirmizî’nin açıklamasına göre, bu hadîsten hareketle, İslâm âlimleri, “ihsân ve atiyye”de olduğu gibi “öpücüğe varıncaya kadar” zâhire akseden her husûsta eşitliği şart koşmuştur. (Kaynaklar ve geniş bilgi için bk. İbrahim Canan, Hz.Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 172-177)

Ulemâ bu hükme giderken, Resûlullah’ın: “Allah, öpücüğe varıncaya kadar her husûsta, çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever.” hadîsini esas almış olmalıdır. (el-Câmiu’s-Sağîr, 2, 297 )

Muallimlerin eşit davranmasıyla ilgili emir, Aleyhissalâtu vesselam’ın şu tâlimatından anlaşılır:

“Bu ümmetten üç çocuğun ta’lîmini üzerine alan bir muallim, bunların zengin ve fakirini yan yana müsâvî olarak ta’lîm etmezse, kıyâmet günü hainlerle haşredilir.” (İbnu Sahnun, age, s. 353 )

Evlâdlara eşit davranmanın gerekçesi, mevzûmuz, yani çocukları suç işlemekten koruma tedbîrleri açısından önemli ipuçları vermektedir. Yukarıda kaydettiğimiz Nûman İbnu Bişr hâdisesinde Hz. Peygamber (sav), Nûman’ı, çocuklarına maddî bağışta farklı davranmaktan men ederken sorar: “Çocuklarının sana karşı hürmet ve lütufta adâletli olmaları seni memnûn etmez mi?” Nûman: “Evet Ya Resûllallah!” deyince: “Öyleyse başkasını şâhit kıl!” Bir başka rivâyette: “Onların sana eşit bir şekilde iyilik etmeleri nasıl senin hakkınsa, senin de onlara eşit muâmelede bulunman öylece onların hakkıdır.”

Şu hâlde çocuğun babasına karşı hürmetini, kardeşlerine karşı da sevgi ve dayanışmasını korumak, aradaki “sıla-ı rahm” denen yüce bağları korumak, öncelikle bu adâletli davranışa bağlıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yûsuf (as)’la ilgili kıssada, Cenab-ı Hakk, kardeşler arasındaki kin ve çekememezlik hislerini, babaları Hz. Yakub (as)’un Yûsuf (as)’a olan ziyade alakasıyla illetlendirir. Böyle bir his, kardeşleri Yûsuf’u kuyuya atma cinâyetini işletmeye sevk ettiği gibi, arkadan, babalarının gözlerini kaybetmesine sebep olacak üzüntülere ve sıkıntılara da sebebiyet vermiştir.

Bu noktada şu hadîsi hatırlatmada da fayda var:

“Çocuğunun kendisine iyi davranmasında, ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın.” (el-Câmiu’s-Sağîr, 4, 29)

Çocuklar arasında eşit davranmayı vâcip gören İslâm âlimleri şöyle bir muhâkeme yürütürler:

“Eşit muâmele vâcibin mukaddemesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn hukukuna riâyetsizlik (kat’u’r-rahm ve’l-ukuk), dinen harâm kılınan iki husûstur. Öyle ise, bu iki harâma müeddî olan vâsıtalar da harâmdır. Çocukların birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harâma müeddî olur.” (İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, 6, 141)

Bir başka âlim, bu adâletsizlik meselesini çok daha geniş bir buutta ele alarak şöyle der:

“Dünya ve ahiretin intizâmı adalete bağlıdır. Çocuklar arasında farklı muâmele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve adâvete, ebeveyne karşı da bir kısmının muhabbeti ve diğer bir kısmının buğzuna sebep olur. Bu durumdan ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neşet eder.” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5, 557)

Şu hâlde, gerek evde ve gerek okulda çocuklar arasında adâletsiz davranış, çocukları çok farklı cürümlere itecek bir vetîrenin başlangıcı olmaktadır. Yûsuf sûresi bu meselede güzel mesajlar vermektedir.

(Geniş bilgi için bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Hz.Peygamber’in Sünnetinde Terbiye)

34 Ezan okunurken selam verilip alınır mı?

Ezan ve Kur'an okuyan kimseye selam verilmez. Bu gibi faaliyetlerde bulunan kimsenin verilen selamı alması gerekmez. Ama duruma göre ezan dinleyen bir kimseye sessiz bir şekilde veya işaretle selam verilebilir, selam verenin selamı alınabilir. Ama lüzum yoksa ezanın bitmesini bekleyip sonra selam vermek daha uygun olur.

35 Sol elle yemek yemenin hükmü nedir?

Sol el ile bir şeyler yeyip içmek haram değildir. Ancak Peygamberimiz (asm)'in yemek adabına uymadığı için, yemek yeme edebine uymamış olur ve sevaptan mahrum kalır. Bu bakımdan küçük yaştan itibaren sağ el ile yemek yemeye kendimizi alıştırmak gerekir.

Peygamber Efendimiz (asm)'in her hali harikadır. Bazen aklımıza uymayan hallerinde bile, araştırma sonucunda ne kadar hikmet ve merhamet çiçeklerinin yattığını görürüz. Sizin sorduğunuz sorular da aynı ölçülerde değerlendirilebilir.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş:

"Sağ elinle ye." demiş. O adam demiş:

"Sağ elimle yapamıyorum." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş:

"Kaldıramayacaksın.” diye beddua etmiş. İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış. (Müslim, Eşribe: 107, no. 2021; İbni Hibban, Sahih, 8:152; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328-329; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:666.)

Burada yalana ani olarak verilen bir ceza söz konusudur. Çünkü, Peygamberimiz (asm) o kişiye “Sağ elinle ye.” diye emreder. O zat ise, elini kaldırabildiği halde “Sağ elimi kaldıramıyorum, sağ elimle yapamıyorum.” diye karşılık verir. Peygamberimize (asm ) karşı yapılan bu hürmetsiz ve yalancı tavır karşısında “Kaldıramayacaksın!..” demekle, çok hikmetli ve şefkatli neticeler mevcuttur. Bunlar:

1. Yalanın iyi bir şey olmadığı ve insanı cezaya müstehak bırakacağı haberi var.

2. Ahirette bu şahsa verilecek olan cezanın dünyada verilmesiyle, hakkında bir beddua değil, aksine onun için bir duadır.

36 Yemek adabı ve Peygamber Efendimizin sünnetleri hakkında bilgi verir misiniz? Yemeğe tuz ile başlamak sünnet midir?

Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek yemek adabındandır.

Peygamber Efendimizin Sünnetleri

Sünnetin tarifine bir bakalım. Peygamberimizin (asm) yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh kitaplarında geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin (asm) yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (asm) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir.

Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir:

- Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

- Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

- Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

- Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (vb.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimize (asm) uyarsak, o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslar da ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir.

Vücudumuzda bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise, yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi, ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin yemek adabı hakkında bilgi verir misiniz?..

37 Saça zeytin yağı sürmenin sünnet olmasının hikmeti nedir? Peygamberimiz (asm) bir sünneti de zeytinyağının saça sürülmesidir. Bu yağ saça sürüldüğü zaman saç bitlenmez mi?..

Gerçekten de Allah Rasulü Efendimiz (sav)'in:

"Zeytinyağı yiyin ve onunla yağlanın, çünkü o mübarek bir ağaçtandır." (Tirmizi, atime 43; İbn Mace, at'ime 43; Darimi, at'ime 20)

buyurduğu sahih hadis kitaplarımızda geçmektedir. Bazı kitaplarda: "Çünkü o hoş ve mübarektir... Çünkü onda yetmiş derde deva vardır, cüzzam da bunlardan biridir. Basura iyi gelir..." (Hindî, Kenz, X/48) gibi ilaveler de vardır.

Sürme hakkında ise,

"Sürmenizin iyisi Ismid'den olandır. O gözü cilalar, tüyü bitirir." (Ebu Davud, libas 13, Tip 14; Tirmizi, libas 22,23; Ibn Mâce, tip 25)

buyurulmuştur. Anlaşılacağı gibi, her ikisi de tibbî birer tavsiye niteliğindedirler. Yani zevâid sünnetten sayılırlar. Bu yüzden terkeden, eğer hafife alarak terkediyor değilse, günah işlemiş sayılmaz. Sadece tibbî faydalarını düşünerek kullanan, tibbî faydasından yararlanmış olur. Nitekim modern tıp, hem "ismid" denen taştan yapılan sürmenin göze faydalarını, hem de zeytinyağının saç dibi hücrelerini ve cildi besleyici özelliğini tesbit etmiş durumdadır. Bunları bir sünnet olarak düşünüp tatbik edenler ise hem tıbbî faydalarından istifade ederler, hem de sünnet sevabı alırlar.

Enes bin Malik (ra) anlatıyor:

"Resulullah Efendimiz, mübarek saçlarını çoğu zaman yağlarlar ve sakalı şeriflerini ekseriyetle tararlardı. Saçlarına yağ sürdükten sonra, sarıklarının yağlanmaması için, umumiyetle sarığın altına bir tülbent koyarlardı."

38 Yemeği sol elle yemenin hükmü nedir? Sol elle yemek, içmek haram mıdır?

Sol el ile bir şeyler yeyip içmek haram değildir. Ancak Peygamberimizin (asm) yemek adabına uymadığı için yemek yeme edebine uymamış olur ve sevaptan mahrum kalır. Bu bakımdan küçük yaştan itibaren sağ el ile yemek yemeye kendimizi alıştırmak gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamber Efendimiz'in sol elle yemek yiyen kimseye beddua hadisesi tam olarak nasıl meydana gelmiştir ve hikmeti nedir?

39 Selam vermek sünnet almak farz olduğu halde, selam vermek nasıl daha faziletli olabilir?

Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Verilen selamı almamak caiz değildir.

"Sebep olan yapan gibidir." kaidesince, selam veren kimse alanın da sevabına ortak olur. Çünkü onun selam almasına ve sevap kazanmasına sebep olan kimse selamı verendir. Bu açıdan selam vermek selam almaktan daha faziletli olabilir.

Aynı şekilde Kur'an okumak sünnet dinlemek farzdır. Ancak dinleyene sebep olan okuyandır. Bu açıdan da okuyanın fazileti daha fazla olabilir. 

Ancak her amelde olduğu gibi, sevap ve faziletin asıl ölçüsü ihlaslı ameldir. İhlasla yapılan bir amel, ihlassız yapılan binlerce amelden daha üstündür.

40 Vakit namazı kıldıktan sonra, camiden çıkmadan evvel on defa "La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ale külli şeyin kadir." demek sünnet midir?

Namazı gerek cemaatle kılalım, gerekse tek başımıza kılalım; namazdan sonra tesbîhat yapmak sünnet-i seniyyedir. Tesbîhât cemaatle birlikte yapılabileceği gibi, ferdî olarak da yapılabilir.

Öncelikle her namazdan sonra bu duayı okumanın sünnet olduğunu belirtelim:

Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyuyruyor:

“Her namazın ardından otuz üçer defa Sübhânallah, Elhamdülillâh ve Allahu ekber dersiniz. Sonra da 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh; lehü’l-Mülkü ve lehü’l-Hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.' dersiniz; deniz köpüğü kadar bile olsa, günahlarınız bağışlanır!”(1)

Ayrıca bu duayı akşam ve sabah namazlarından sonra on defa okumanın faziletiyle ilgili hadisler de vardır.(2) Bunlardan biri şöyledir:

Ebû Zerr (ra) anlatır ki: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Her kim, sabah namazından sonra diz çökmüş olarak, konuşmadan önce on defa 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehü; lehü’l-mülkü ve lehû’l-hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.' (Anlamı: “Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir; Onun hiçbir şeriki yoktur. Mülk Ona ait, hamd Ona mahsustur. Hayatı veren de Odur, ölümü veren de Odur. O, kendisine asla ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. O her şeye hakkıyla kàdirdir.”) derse kendisine onlarca sevap yazılır, on günahı silinir, on derece yükseltilir, o günün tamamında her şerden emin ve emniyette olur, Şeytan’dan korunur ve o gün hiçbir günah ona ulaşarak amelini iptal etmez!”(3)

Cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, noksanlıklardan yüce tutmak ve şükretmek namazın özüdür. Tesbîhâtta otuz üçer defa tekrar edilen “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhu ekber” ve “Lâ ilâhe illâllah” mübârek kelimeleri namazın çekirdekleri hükmündedir. Bu kudsî çekirdeklerin namazın içinde de yer alışı, tesbîhât kelimelerinin ibâdete ne kadar münâsip olduğunu ve mânevî hayatımız için ne büyük önemi bulunduğunu anlatır. (4)

Muâviye bin Hakem es-Selemî (ra) anlatır: Resûlullah (asm), “Bizim namazımız tesbîh, tekbîr ve Kur’ân tilâvetinden ibârettir; onda dünya kelâmı konuşulmaz!” buyurdu.(5)

Bu nedenle namazlardan sonra tesbihat yapmak sünnettir. Soruda geçen duayı her namazdan sonra, özellikle de sabah ve akşam namazlarından sonra tekrar ederek okumanın fazileti çoktur. Bu duaları namazlardan hemen sonra okumaya gayret etmek daha iyidir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Mesâcid, 142
2. bk. Müsned, 4:60; 5:415; Mecmeu’z-Zevâid, 10:107
3. bk. Buharî, Ezân: 155; Teheccüd: 21; Müslim, Zikir: 28, 30, 74, 75, 76; Tirmizî, Mevâkıt: 108; Hac: 104; Nesâî, Sehiv: 83-86; İbni Mâce, Dua: 10, 14, 16; Ebû Dâvud, Menâsik: 56; Dârîmî, Salât: 88, 90; Muvatta’, Hac: 127, 243; Kur’an: 20, 22; Müsned, 1:47; 2:5; 3:320; 4:4; 5:191.
4. Nursi, Sözler, s. 45.
5. Nesâî, Sehiv, 20.

41 Peygamberimizin israf karşısındaki tutumunu açıklar mısınız?

İslâm peygamberi Hz. Muhammed (asm), Müslümanlar için bir örnektir. Bununla ilgili Kur'an-ı Kerim’de Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.”1

Peygamberimiz (asm)'in ailesinde israf yapmamaya özen gösterilirdi. Çünkü israf gereksiz yere harcamak, saçıp savurmaktır; bu nedenle Allah tarafından yasaklanmıştır. Allah’ın verdiği nimetlerden ihtiyacı kadar faydalanmak gerekir. Peygamberimize (asm) göre, hangi konu olursa olsun, sınırı aşmak, ölçüsüz hareket etmek israftır. Yüce Allah da “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz...” buyurarak israfı yasaklamıştır.

Peygamberimiz (asm) çok sade bir hayat sürdürmüştür. O gençliğinde ve Hz. Hatice (r.anha) ile evlendikten sonra, ticaret yapmış ve varlıklı bir aile hâline gelmiştir. Buna rağmen o hiçbir zaman sade yaşantısını terk etmemiştir. Onun kıyafetleri, sade ve gösterişten uzaktı. Ev eşyaları konusunda da israftan sakınırdı. Onun evine, ihtiyaç olmayacak eşyalar satın alınmaz, ihtiyaç olan eşyalar kullanılırdı. Yiyecekler konusunda da israftan sakınılırdı. Evdeki ekmek artıkları atılmaz, mutlaka değerlendirilirdi. Yemekler israf edilmez, sofrada fazla çeşit bulundurulmazdı. Kızı Fatma (r.anha)'nın düğünü çok sade olmuş, lüks ve israftan kaçınılmıştır.

Bir gün Peygamberimiz (asm), sahabîlerden birinin abdest alırken suyu israf ettiğini görür. “Bu israf nedir?” diye sorar. Bunun üzerine sahabî, “Abdestte israf olur mu?” diye karşılık verir. Peygamberimiz (asm): “Evet, akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur.” buyurur.

Hz. Peygamber (asm),“Kibirsiz ve israf etmeden yiyiniz, içiniz, giyiniz ve sadaka veriniz.”2 sözü ile israfın yasaklığını ifade buyurmuştur. Dikkat çekici bulduğumuz şu olay İslâm’ın israf konusunda ne denli titiz olduğu hususunda bize yeterli fikir vermektedir:

Bir defasında Hz. Peygamber (asm) Sa’d’e uğradı. Sa’d bu esnada abdest alıyordu. Resûlullah (asm), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); "Bu israf nedir?" diye sordu. Sa’d de, "Abdestte de israf olur mu?" dediğinde Hz. Peygamber (asm) de  “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile...” şeklinde cevap verdi.3

Varlığımız ve iş yapma gücümüzün devamı için gerekli gıdaları almak, insanî olduğu kadar dinî bir görevdir. İnsan bu görevi yerine getirirken yeteri kadar gıdayı almak mecburiyetindedir. Yüce Dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. (A’râf, 7/31).

İnsan karnını tıka basa, ölçüsüzce doldurmayacak, ama güç ve takatten düşecek derecede de aç durmayacaktır. Hz. Peygamber (asm),

“Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”4

sözüyle haddinden fazla yemenin insanı sürükleyeceği zarara dikkat çekmektedir.

Giyim-Kuşamda İsraf

Kişilerin giyim-kuşamları malî imkanlarıyla da ilintilidir. Hz. Peygamber (asm) varlıklı kimsenin, gurur ve gösterişten uzak kalmak koşuluyla, kendisine verilen nimetlerin belirtisini üzerinde hissettirmesinin Allah’ın hoşuna gideceğine işaret etmiştir. Ayrıca huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini, “Allah, kulunun üzerinde nimetin görülmesinden hoşnutluk duyar.”5 buyurmak suretiyle uyarmıştır. 

Varlığı yerinde olan kişinin temiz ve güzel giyinmesi, sahip olduğu nimetin kadrini yerine getirmesidir. Fakat güzel giyineceğim derken lüks ve gösteriş yönünden israfa kaçmamalı, henüz giyilebilecek elbiseleri, modası geçti düşüncesiyle zayi etmemelidir.

Zamanın İsrafı

İnsan için en değerli mefhumlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde varolmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, servet ve diğer bir çok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı, gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de âhirette huzuru yakalayacaklardır.

Kur’an-ı Kerim’de, “Asra yemin ederim ki insan ziyan içindedir...” (Asr, 103/1-2) buyurularak zamanın öneminin bir sûre ile vurgulanması gerçekten anlamlıdır. Bu âyet, zamanın önemine işaret etmektedir. Sevgili Peygamberimiz (asm) de “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”6 buyurmak suretiyle, zamanın ve sağlığın önemine dikkat çekmiştir.

Bir insanın Allah’ın verdiği ömür nimetini pervasız ve sorumsuzca tüketmesinden daha üzücü ne olabilir? Hz. Peygamber (asm);

“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe, bulunduğu yerden kıpırdayamaz.”7

sözüyle, insanın sorguya çekileceği değerlerin başlıcalarına işaret etmiştir.

Dipnotlar:

1. Ahzab suresi, 21.
2. Tirmizî, Bir 41, .IV, .343.
3. İbn Mace, Taharet, 48.
4. Tirmizî, Zühd, 47. .V, .590. Bazı lafız farklılıklarıyla İbnu Mâce, Et'ime 50, II, 1111;  Ahmed, IV, 132.
5. Tirmizî, Edeb, 54, .V, .124.
6. Buhâri, Rikâk, 1, .VII, 170;Tirmizî, Zühd, 1, .V,.551.
7. Tirmizî, Kıyâmet, 1, .IV, .612.

42 Seher vaktinde uyumak mı yoksa uyanık kalmak mı sünnettir?

İmam Gazalî, gece namazına kalkma adabından bahsederken, geceyi YEDİ şekilde ihya etmenin mümkün olduğunu söylemiş ve bunların hepsinin de büyük zatlar tarafından uygulandığına işaret etmiştir. İkinci mertebede soruda geçen konuya işaret etmiştir: “Gecenin üçte birinde kalkmak...” Bu tarzda geceyi ihya eden kimselerin gecenin ilk yarısında bir de son altıda birinde uyumalarının uygun olacağını belirtmiştir. Ayrıca gecenin sonlarında uyumanın -uykusuzluktan kaynaklanan- benzin sarılığını ortadan kaldıracağı için güzel olduğunu ifade etmiştir. (bk. İhya, -Arapçası- 1/371).

Kanaatimizce Gazali’nin  bu ifadeleri “seher vakti” için değil, seher vaktinden önceki bir zaman dilimine işaret etmektedir. Arkadaki sayfada; “sabahtan önce, seher vaktinde kalkmanın uygun olacağını” söylemesi de bu hususu pekiştirmektedir.

Ancak burada Gazalî, Hz. Aişe (r.anha)’den nakledilen bir rivayete de yer vermiştir. Bu rivayet göre Hz. Aişe, “Ben Hz. Peygamber (a.s.m)’i seherden sonra hep uyurken görürdüm.” demiştir. Ancak bu hadisin Buharî’deki şekli şöyledir: “Seher onu (Hz. Peygamberi) benim yanımda ancak uyurken buldu.” (bk. Buharî, Teheccüd, 7).

Bazı alimler “seherdeki uyuma” tabirini yere uzanmak olarak anlamışlardır. Hz. Aişe’nin “o vakitte eğer ben uyanık isem benimle sohbet eder, aksi takdirde uzanırdı” şeklindeki rivayet bu görüşü desteklemektedir. Ancak, Buharî ve onu izleyen İbn Hacer’in görüşü bunun gerçek uyumak olduğu şeklindedir.(İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).

Görüldüğü gibi, “seherdeki uyuma” ifadesi değişik yorumlara müsaittir. Hatta bizzat uyumak olsa bile, “gecenin ilk kısmında kalkmak, ardından uyumak, son kısmında kalkmak, ardından uyumak” şeklinde anlaşılabilir. Bu şekilde gecede iki defa uyumak, iki defa kalkmak söz konusudur ki, geceyi ihya etmenin en zor şeklidir. Ayrıca “seher vaktinde uyumayı” birkaç dakika olarak algılamak mümkündür.

“Seher onu (Hz. Peygamberi) benim yanında ancak uyurken buldu / bulurdu.” hadisinden şunu anlamak -farklı hadis rivayetlerini telif etmek bakımından- daha isabetli olabilir:

Hz Peygamber (a.s.m) gecenin son altıda birinde kalkıp ibadet ettikten sonra biraz uyurdu. Ve kendisi bu uykuda iken seher vakit girerdi, o da tekrar kalkar ve sabah namazına hazırlık yapardı. Yani seherde uyumazdı, misal olarak, daha önce yarım saat kadar yattıysa seher vakti onu uykuda yakalardı, ama o da o anda tekrar kalkar ve seher vaktini değerlendirirdi.

Hulasa Kur’an’da “seher vaktinde istiğfar edenler” (Al-i İmran, 3/17) övülmüş olduğuna göre, yapabilirsek biz o vakti uykuyla değil ibadetle değerlendirelim, inşallah.

İlave bilgi için tıklayınız:

Gece vaktinin en hayırlı saati seher vakti midir? ...

43 Erkeklerin gümüş yüzük takmaları sünnet midir, nişanlı veya evli olmayanlar da takabilir mi?

Yüzük takmak hususunda ihtilâf vardır. Hanefi mezhebine göre yüzük gümüş olursa erkek ve kadın için mubahtır. Tunç, demir gibi şeylerden olursa erkek için haramdır.(1) Safıî mezhebine göre ise gümüş yüzük, takmak sünnettir. Çünkü Peygamber (sav) gümüş yüzük takardı. Enes'den rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) Kisrâ, Kayser ve Necaşi'ye birer mektup yazmak istedi. Peygamber'e (sav) "Bunlar mühürsüz mektup kabul etmezler." denildi. Bunun üzerine Peygamber (sav) gümüş bir yüzük yaptırdı. Ve üzerindeki nakış "Allah'ın Resulü Muhammed" cümlesinden ibaretti(2).

Abdullah ibn Ömer'den rivayet edilen bir sünnette, "Resulullah gümüşten bir yüzük edinmiş ve eline takmıştı." (Ebû Dâvud, Hatem 4; Tirmîzî, Libâs 43). Ayrıca sahabe-i kirâmın gümüş yüzükleri vardı.

Hulefayı Raşidin'in de birer gümüş yüzüğü vardı. Hz. Ebû Bekir (ra)'in yüzüğündeki nakşı "Ni'mel Kadiru Allahu" (Allah ne güzel kudret sahibidir) Hz. Ömer (ra)'inki ise "Kefa bil mevti vaizen" (Nasihatçi olarak ölüm kafidir/yeter), Hz. Osman (ra)'ınki de "Le ta'tebirunne ev letendemunne" (Ya ibret alırsınız ya da müthiş pişman olursunuz!). Hz. Ali (ra)'ninki de "El-Mülkü lillah" (Mülk Allah Teala'ya mahsustur) idi.

Demir, tunç ve kurşun yüzük takmak, sünnet değildir. (Mugni'l-Muhtac, I/309)

Dionotlar:

1 el-Durr ei-Muhtar c.5, s. 229
2 Müslim

(Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, 1/130-131)

İlave bilgi için tıklayınız:

GÜMÜŞ YÜZÜK...

Erkeklerin taktıkları yüzük en fazla kaç gram olmalıdır, çelik yüzük takmak caiz midir? Gümüş yüzüğün en fazla kaç gram olması gerekir?

44 Tuvalet adabı nasıldır?

TUVALET ADABI

1. Lafza-i Celâl yazılı yüzük ve Kur'an ayetleri ile tuvalete girilmez. Yüzük avuç içine çevrilebilir. Ayetler naylona sarılabilir.

2. Tuvalete girmeden önce “Euzü Besmele” çekmeli, çıkarken “Elhamdülillah” demelidir.

3. Tuvalete girmeden önce çoraplarımızı çıkarmalı, pantolonumuzu suyun sıçramayacağı kadar katlamalıyız.

4. Allah ve Peygamber ismi yazılı bir şey yanında bulundurmamalıdır.

5. Tuvalete sol ayakla girmeli sağ ayakla çıkmalıdır.

6. Kıbleye, aya, güneşe karşı önünü ve arkasını dönmemeli, konuşulmamalı, zikredilmemeli.

7. Tuvalete tükürülmez ve sümkürülmez.

8. Def-i hacet yaparken avret mahalline ve pisliğe bakılmaz.

9. Otururken sol tarafa meyletmelidir.

10. Tuvalet taşına dışkı ya da sidik gibi şeyleri bulaştırmamalı; tuvalet taşını ve tuvaletin kirli taraflarını temizlemelidir.

11. Taharet yaparken su ile temizlenmelidir.

12. Ayakta bevl (idrar) edilmemelidir.

13.  Def-i hacet anında mukaddes şeyler düşünülmemelidir.

45 Bağdaş kurmak ve bağdaş kurarak oturmanın hükmü nedir? Peygamber Efendimizin oturuş şekilleri nasıldı?

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm)'in mûtad olan oturuş tarzı, diz üstü oturma şeklinde idi. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37) Fakat bunun haricinde de oturuş şekilleri vardı. Bunlardan biri bağdaş kurarak oturmasıdır. Câbir bin Semure radıyallâhu anhümâ, Resûlullah Efendimiz (asm)'in, sabah namazını kıldıktan sonra güneş iyice yükselinceye kadar, bağdaş kurarak oturduğunu haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 26)

Bağdaş kurarak oturmak, Peygamber Efendimiz (asm)'in hoşlandığı ve çokça yaptığı oturuş biçimlerinden biriydi. Çünkü bu oturuş, insanı rahat ettiren, avret mahallinin açılmasını engelleyen ve edep kâidelerine uygun düşen bir oturuş tarzıdır. Allâh Resûlü, sâdece mescidde değil, başka meclislerde de çoğu zaman böyle otururdu. Sahâbenin de Peygamberimiz (asm)'in bu oturuş tarzına uyduklarını ve onun gibi oturmayı tercih ettiklerini görmekteyiz.

Bir diğeri “kurfusâ” veya “ihtibâ” denilen oturuş şeklidir. İbn-i Ömer - radıyallâhu anhümâ-;

“Resûlullah - sallallâhu aleyhi ve sellemi Kâbe'nin avlusunda elleriyle dizlerini tutarak şöyle otururken gördüm.” demiş ve uyluklarını karnına dayayıp kolları ile dizlerini tutarak, kaba etleri üzerine oturmuştur. (Buhârî, İsti'zân, 34)

Kayle bint-i Mahreme de;

“(Müslüman olmak için geldiğimde) Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemi dizlerini karnına dayamış, dizlerini elleriyle tutup kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Onu böyle huşû ve huzûr içinde mütevâzi bir vaziyette oturur görünce, korkudan irkildim.” demektedir. (Ebû Dâvud, Edeb, 22)

Bu tarz, Peygamber Efendimizin (asm) çokça yaptığı, hatta Kâdî İyâz'a göre bağdaş kurarak oturmaktan daha çok tercih ettiği bir oturuştur. Tesettürün tam sağlanması ve avret yerinin açılma ihtimali gibi bir durumun olmaması, bu oturuş şeklinin tercih sebebidir. Sahâbe-i kirâm da çoğu kere böyle otururlardı. Toplumumuzda bu oturuş biçiminin yaygın oluşu, her halde bu sünnetin uygulanışından kaynaklanmaktadır.

Yalnız Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), cuma günü imam hutbe okurken bu şekilde oturup hutbe dinlemeyi yasaklamıştır. (Ebu Dâvûd, Salât, 228) Çünkü bu oturuş biçimi uyuklamaya sebep olur ve kişiyi hutbeyi dinleme vecibesinden alıkoyar. En kötüsü de abdestin bozulmasına sebep olabilir.

Allâh Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem çömelerek de oturmuştur. “İhtifâz” veya “ik‘a” kelimeleri ile ifade edilen bu tarzı, daha çok bir şey yerken kullanmıştır. Enes bin Mâlik radıyallâhü anh:

“Ben, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz'i çömelerek oturmuş olduğu hâlde hurma yerken gördüm.” demiştir. (Müslim, Eşribe, 148-149)

Fahr-i Kâinât Efendimizin (asm) müşâhede edilen bir diğer oturuş şekli de, havuz veya kuyunun kenarına oturup ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmasıdır. Ebû Mûsâ el-Eş'arî -radıyallâhu anh-'ın anlattığı bir hâdisede Allâh Resûlü, bir kısım ashabıyla birlikte Erîs kuyusunun kenarına oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıtmıştır. (Buhari, Ashâbu'n-Nebi, 5)

Peygamber Efendimizin (asm) Tasvip Etmediği Oturuş Şekilleri

Fahr-i Cihân Efendimizin (asm) beğenmediği ve hoş karşılamadığı oturuş biçimleri de vardır. Meselâ tek elini arkaya uzatıp elinin ayasına yaslanarak ve vücudunu da ona göre biçimlendirerek oturmak Efendimiz (asm) tarafından makbul karşılanmamıştır. İki elini arkaya koyup ayalarına yaslanmak sûretiyle oturmak da aynı şekilde uygun görülmeyen oturuş tarzlarından biridir. Çünkü bu oturuş, insanlara karşı büyüklük taslayan ve kendilerini herkesten üstün görenlerin oturuş biçimi olarak nitelendirilmiştir. Şerîd bin Süveyd - radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Bir gün sol elimi arkaya atmış ve elimin ayasına dayanmış otururken, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- yanıma geldi ve:
"Allâh'ın gazabına uğramış olanlar gibi mi oturuyorsun?" buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 24)

Burada önemli olan nokta, İslâm gibi en büyük nimete sâhip olan Müslümanların, nimetten mahrum bırakılmış ve Allâh'ın kızgınlığını haketmiş olan gayri müslimlere, oturuşlarında bile benzememeleri gerektiğidir. Şayet bir oturuş, yürüyüş, yatış ve benzeri davranışlar gayri müslimlerin şiârı ise, yani bu davranışlar görüldüğünde onlar hatıra geliyor ve onların hâli zihinde canlanıyorsa, bunlardan sakınmak Müslümanların görevidir.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), hangi tarzda olursa olsun, uygun olmayan yerlere oturmayı yasaklamıştır. Bunlardan biri, sokaklara ve yol kenarlarına oturmaktır. Efendimiz ashâbına:

– Yollarda oturmaktan kaçının, buyurmuştur. Onlar:
– Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz, dediklerinde ise Allâh Resûlü:
– Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz, o hâlde yolun hakkını verin, buyurdu.
– Yolun hakkı nedir ey Allâh'ın Resûlü, dediklerinde ise:
– Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir, buyurdu. (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Libâs, 114)

Diğer bazı rivayetlerde de Peygamberimiz (asm), “yol sorana yol göstermek, imdat isteyene yardım etmek” gibi birkaç hakka daha işaret etmiştir.

İnsanların gelip geçtiği yerlere lüzumsuzca oturarak sohbet etmek, insanları seyretmek ve rahatça geçmelerine mâni olmak çirkin bir harekettir. Ancak zarûreten oturulduğunda Efendimizin işaret ettiği hususlara dikkat edilmelidir. Sokaklarda oturmanın bu mahzurunu bilen Müslümanlar, öteden beri câmi avlularında oturmayı âdet edinmişlerdir.

46 Çok yemenin zararları nelerdir?

Kur’an-ı Kerim, İslamiyet’ten önceki dinlerde de orucun farz kılındığını bildirir. Hz. Peygamber (asm) pek açık ifadelerle az yemeyi tavsiye etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Ademoğlunun doldurduğu en zararlı kap karnıdır. Âdemoğluna belini doğrultacak kadar lokma kifayet eder. Eğer Âdemoğluna nefsi galebe çalar da fazla yeme zorunda kalırsa, bu durumda karnını üçe ayırsın; biri yemek, biri su, biri de rahat nefes için olsun...”

Resulullah’ın (asm.) biri sabah, biri de akşam olmak üzere günde iki sefer yediği, yemek yeyince de iyice doymadan sofrayı terk ettiği rivayetlerde belirtilmiştir. Abdullah İbn-i Ömer, ashabın doyuncaya kadar hurma bile yemediklerini söyler. Hz. Aişe (r.anha), Resulullah’ın (asm) vefatından sonra ümmette zuhur eden ilk belanın tokluk olduğunu söylemiştir.

İslam alimleri sünnette gelen bu tavsiyelerden mülhem olarak, ittifakla, çok yemenin zararlarına dikkat çekerler. Mesela İbn-i Sina,

“Bütün hastalıklar yenilen ve içilen şeylerden ileri gelir.” der. Gazali:

“İnsanoğlunu felakete atan şeylerin en büyüğü batın şehvetidir. Hz. Âdem (as) ve Havva da bu sebeple cennetten çıktı... Karın, dertlerin ve afetlerin neşvü nema bulduğu (bitip büyüdüğü) yerdir.” der.

Alimlerimiz, Kur’an-ı Kerim’de geçen:

"Yiyin, için, fakat israf etmeyin." ayetini kastederek: “Cenab-ı Hak tıbbı yarım ayette hülasa etmiştir.” demişlerdir.

Gazali, İbn-i Sina gibi İslam alimlerinin beslenme hususunda iki prensipte ısrar ettikleri görülür:

1. Hakiki açlık hissedilmeden, yani iyice acıkmadan yemek yememek.
2. Hakiki iştah mevcut iken, iyice doymadan sofrayı terk etmek.

İki yemek arasında hiçbir şey yememek gerektiğini de ayrıca kaydedelim.

Hastalıklara karşı dayanmak için çok yemek gerektiği fikri yanlıştır. Bu fikir, gıda sanayinin ortaya çıkmasıyla, sanayiciler tarafından ürettikleri mallara fazla sürüm sağlamak için kasten ortaya atılmış, yapılan propaganda ve reklamlarla iyice zihinlere kazınmıştır. Son derece zararlı bir peşin hükümdür.

Sıhhat için yemek gerektiği fikrinin yanlışlığını göstermek zımnında günler ve hatta haftalarca aç kalan insanlarda kalb ve beyin gibi vücudun kıymetli organlarının ağırlıklarında hiçbir kayıp bulunmadığı belirtilir. İbn-i Haldun çok yemeye alışan kimselerin kıtlığa maruz kaldıkları zaman, az yemeye alışanlara nazaran çok fazla zayiat verdiklerini kaydettikten sonra:

“Onları öldüren karşılaştıkları açlık değil, daha önce alışmış oldukları tokluktur.” der.

İfade edildiğine göre vücut, acıktığı zaman, bünyede birikmiş olan zararlı maddeleri yiyerek temizlemek suretiyle birçok hastalığın amillerini bertaraf etmektedir. Bu sebeple Dr. Bertholet oruç için: “Bıçaksız ameliyat.” tabirini kullanmaktadır. İlk günlerde oruçluda görülen ağız kokusu, sözünü ettiğimiz zararlı maddelerin temizlenme ve tasfiye edilmesi sonucu vukua gelmektedir. Tedavi alameti olan bu koku için Hz. Peygamber (asm.),

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.” der.

Dini emirlerde birinci hedef Allah rızası olduğu için, bütün amellerin manevi yönü, Allah’a bakan ciheti gösterilerek teşvik edilmektedir. Bunların dünyevi faydaları, ferdi ve içtimai maslahatları da sağladığını hepimiz biliriz. Oruç için de durum böyledir. Nasslarda sıhhi yönü hususunda ısrar edilmemiş bulunması, yokluğuna delil teşkil etmez. Oruca olan teşvike verilen ehemmiyette her yönü dahildir.

Orucun diğer ibadetler arasında mümtaz bir yer tuttuğunu şu hadis-i kutsiden öğrenmekteyiz: Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Her hayırlı amel, on mislinden yedi yüz misline kadar mükafat görür. Oruç bundan müstesnadır. Zira o bana mahsustur, onun mükafatını da ancak ben veririm.”

47 Banyodan sonra ayaklara soğuk su dökmek sünnet midir?

Sağlık açısından bacaklara ve ayaklara soğuk su dökmenin faydalı olduğuna dair bazı bilgiler vardır. Nitekim sıcak su ile banyo yapıp, banyodan çıkarken ayaklara, hatta bacaklarına soğuk su dökmek baş ağrısına iyi gelir. Bu konudaki hadis-i şerif şöyledir:

“Hamamdan çıkarken ayakları soğuk su ile yıkamak baş ağrısını giderir.” (Ebu Nuaym; Muhtârü'l-Ehâdîs, s.101)

Özellikle sıcak su ile banyo yapıldığında ve uzun müddet banyoda kalındığında kanın ayaklarda, bacaklarda çoğalması ve beyne giden kanın azalması söz konusu olabilir. Böyle bir durumda ayaklara soğuk su dökmek, kanın beyne daha fazla gitmesine neden olacaktır. Bu da kişinin rahatlamasına ve eğer baş ağrısı oluşmuşsa onunda yok olmasına neden olabilecektir.

Tıbbi araştırmaların, Peygamber Efendimizin (asm) bu tavsiyesinin faydalarını ortaya koyacağını düşünüyoruz.

48 Yemekte su içmek hakkında Peygamber Efendimizin sünneti nedir?

- Hadis kaynaklarında, Peygamberimizin (a.s.m)  yemekte nasıl su içtiğine dair açık bir ifadeyi barındıran bir hadise rastlayamadık. Bununla beraber, görebildiğimiz bazı bilgileri aktarmakta fayda olduğunu düşünüyoruz:

- İbn Büsr, babasından naklediyor:

Peygamberimizin (a.s.m) evimize teşrif edip bereket için dua etmesini rica ettim, kabul edip geldi. Annem kalkıp ceşiş (buğday güzelce öğütüldükten sonra, tencereye konan, üzerine de hurma ve etten ilave yapılarak ateşte pişirilen bir yemek çeşidi / seridenin bir çeşidi gibi) yaptı. Yemek piştikten sonra, Hz. Peygamber (a.s.m.) (bazı arkadaşlarıyla birlikte) yediler. Sonra ikram edilen suyu içtiler. Hz. Peygamber (a.s.m) suyu içtikten sonra geri kalanını sağ tarafındakine uzattı. Diğer bir bardak / sürahi su gelince, “İçme sırası kimde kaldıysa ondan başlayıp devam edin.” buyurdu. Nihayet Peygamberimiz (a.s.m) yemek yiyip, su içtikten sonra bizim için şöyle dua etti: “Allah’ım! Onları affet, onlara merhamet et, onların rızkına bereket ver.” Ve biz bu duanın bereketini hep görmekteyiz. (bk. Kenzu’l-ummal, h. No: 37277).

Bu hadisten, Efendimizin (a.s.m) yemekten sonra su içtiğini öğreniyoruz. Ancak, yemekten ne kadar zaman sonra içtiğini bilemiyoruz.

- Rivayete göre, Hz. Ali (ra) hurma yemiş ve arkasından da su içmiştir.(bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 8741).

İmam Gazali, “Harareti olduğu zaman kişinin yemek esnasında su içmesi uygun olur. Doktorlar, bunun mide için faydalı olduğunu söylerler.” diyor. (bk. İhyau’l-ulum, Adabu’l-ekl = Yemek adabı).

49 Sakal bırakmanın ne gibi faydaları vardır ki, Müslümanların sakal bırakması isteniyor?

Peygamberimiz (a.s.m) kendisi bizzat sakal bıraktığı gibi, “Bıyıkları kısaltın, sakalı ise bırakın” mealindeki ifadeleriyle de sakalın bırakılmasını emretmiştir. Alimlerin bir kısmına göre, bu emir vücubu ifade eder ve dolayısıyla sakal bırakmak vaciptir. Diğer bir kısım alimlere göre ise, bu bir emr-i istihbabîdir / müstehap olmayı ifade eder, dolayısıyla sakal bırakmak vacip değil, sünnettir. Durum ne olursa olsun, sakal bırakmak için Efendimiz (asm)'in bu emri, bir mümin için yeterli bir gerekçedir.

Sakal bırakmak, aynı zamanda fıtrat kanununa/yaratılıştaki ilahî hikmetin uygun gördüğü prensibe tevfik-i hareket etmek demektir. Bilindiği üzere, kadınların, kızların hatta kız bebeklerin saçları uzun, Erkeklerin, erkek bebeklerin saçları kısadır. Bu demektir ki, ilahî hikmet kızlara, kadınlara uzun saçlı, erkeklerin saçlarının ise kısa olmalarını uygun görmüştür. Bunun gibi, erkekleri sakallı, kadınları ise sakalsız yaratmıştır. Demek ki, erkeklerin süsü ve ayırıcı bir özelliği de sakalıdır. Kadınların ki ise yüzlerinin tüysüz olmasındadır.

Hadiste, sakal fıtrattan sayılmıştır.  Buradaki “fıtrat” sözcüğü, bir yandan peygamberlerin takip ettiği yol manasına geldiği gibi, bir yandan da yaratılış kanunu olarak algılanmaya müsait bir kelimedir. İşte sakal bırakmak, hem -başta Hz. Muhammed (asm) olarak- peygamberlerin yolunu takip etmek, hem de fıtrat / yaratılış prensiplerine uygun hareket etmek manasına gelir.

İster vacip ister sünnet diyelim; sakal bırakmak  Hz. Peygamberi (asm) taklit etmek, ona benzemenin bir yoludur. Her mümin Hz. Muhammed (a.s.m)’i sever; onu malından da, canından da fazla sever ve sevmelidir. Seven sevdiğini taklit etmek ve ona benzemekle derin bir haz duyar ve büyük bir huzura kavuşur. Elbette bu taklit ve benzemenin ilk basamağı ve en önemli yansıması, onun manevî hayatına, kulluk hayatına, ahlakî hayatına uymakla gerçekleşir. Tâli derecede bir değere sahip de olsa sakal bırakmak gibi, fizikî, maddî hayatına benzemek de bir feyizden boş değildir.

Soruda işaret edildiği gibi, sakal aynı zamanda Müslümanların bir ayırıcı vasfı olarak da önemlidir. Gayri müslimlerde de sakal olmakla beraber, şekil itibariyle yine de –müminlerin sakalı- farklı bir simge konumundadır. Şüphesiz, fizikî benzeyiş, manevî  benzeyişe göre çok aşağı bir derecedir.

Diğer taraftan, sakalın bazı dünyevi, tıbbi ve biyolojik faydalarından da bahsedilir:

Birincisi: Sakal kesme âleti (makine, ustura-cilet vs.) çenede ve yanaklarda gezdirildiğinde, görme duygusuna zarar verir. Bu harekete devam edenlerin görme gücü zamanla zayıflar. Fakat sakal bırakanlar, kesmenin meydana getirdiği görme zayıflığı rahatsızlığından uzak olurlar. Tıb otoritelerince bu böyle tesbit edilmiştir.

İkincisi: Sakal, zararlı mikropların boğaz ve göğüs dışına ulaşmasını önler.

Üçüncüsü: Diş etlerini tabiî arızalardan korur.

Dördüncüsü: Sakal kılına vücuttan yağ ifrazatı yayılır, bununla cild yumuşak ve taze kalır. Canlılık kazanır. Aynen, yeşil otlar bitiren sulak arazinin su ile canlılığını sağladığı gib. Fakat, sakal tıraşı olmakla yüzdeki bahsedilen bu ifraz vazifesi durur ve ciltte kuruluk hasıl olur.

Beşincisi: Cilt kanserini önlemeye yardımcı olması, astım ve alerjiye karşı bariyer oluşturması, soğuk algınlığa karşı koruması, bakteriyel enfeksiyonlara karşı engel oluşturması gibi faydalar da sayılabilir.

50 Namazda tesbihle mi yoksa parmaklarla mı tesbihat yapmak sünnettir, hangisi daha sevaptır?

Bilindiği gibi, namaz tesbihatı çoklukla tesbihle yapılmaktadır. Böylece zikir kelimelerinin sayısı hususunda yanılma ihtimali, eksik veya fazla yapma durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Ancak bugünkü kullanılan şekilde bir tesbih Asr-ı Saadette yoktu. Peygamberimiz (asm) sağ parmaklarının boğumlarıyla tesbih çekerdi. (Tirmizî, Daavât: 25) Ayrıca çakıl taşları ve hurma çekirdekleri ile tesbih kelimelerini sayanları da men etmemiştir.

Cennetle müjdelenen on sahabiden birisi olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resulullah (a.s.m.) ile beraber bir kadının yanına gittiklerini, kadının önünde hurma çekirdekleri veya çakıl taşları bulunduğunu ve kadının tesbihi onlarla saydığını bildirdikten sonra, Resul-i Ekrem (asm)'in bu kadının hareketine müdahale etmediğini söylemektedir. (Ebû Dâvud, Vitir; 24)

Peygamberimizin (asm) bu hareketi sünnetin bir başka nev’i olan "takrirî sünnet"e girmektedir. O hareketi hoş karşıladığını göstermektedir. Diğer taraftan Hz. Ebû Hüreyre’nin, tesbihini bir ipliği düğümleyerek yaptığı (Ebu Nuaym, Hilye I/383) Muhacirlerden Ebu Safiyye’nin çekirdeklerle (İsâbe IV/109; İbn Sa’d VII/60) Sa’d b. Ebî Vakkas’ın çakıl taşlarıyla tesbih çektiği de (İbn Sa’d III/143) rivayet edilmektedir. Bugünkü şekliyle kullandığımız tesbih ise, ancak Hicrî beşinci asırda yaygın hale gelmiş bulunmaktadır.

Abdullah bin Amr ise,

“Resulullahın (a.s.m.) tesbihi, sağ elinin boğumlarıyla saydığını gördüm.” (Tirmizî, Daavât: 24)

demektedir. Tesbihleri doğru olarak yapabilecek kimselerin eliyle tesbih çekmesi daha faziletlidir. Ama arzu edenler 33’lü veya 99’lu tesbihlerle de bu ibadeti yapabilirler. Tesbihi göbekten yukarı veya aşağı tutarak çekmek arasında da bir fark yoktur.

51 Peygamberimiz, kısasa kısas uygulaması yapmış mıdır?

“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı…”,

“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.” (Bakara, 2/178, 179)

mealindeki ayetlerin -kısasla ilgili- emri ortada dururken, bu emrin uygulanmaması düşünülebilir mi?

- Hadis kaynakları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in kısas hükmünü uyguladığını göstermektedir. Bir misal vermek gerekirse,

“Müslüman bir kadının başını -iki taş arasında- ezerek öldüren bir Yahudi katile aynı cezayı uygulamıştır.” (bk. Buharî, Husumat, 1, diyat, 13;  Müslim, Kasame, 17)

- Soruda söz konusu edilen bilgiye rastlayamadık. Bunun aksini gösteren bilgiler vardır.

Mesela; -zayıf- bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Mümin, kâfire kısas olmaz.” (Mecmau’z-Zevaid, 6/292).

- Diğer -sahih- bir rivayete göre, Mekke fethi gününde Huzeyl kabilesinden bir Müslüman; daha önce aralarında husumet bulunan bir kâfiri öldürmüş, bunu duyan Hz. Peygamber (a.s.m); “Eğer bir kâfiri öldüren bir Müslümanı (kısasa tabi tutarak) öldürseydim, seni öldürecektim.” diye buyurmuştur.” (bk. a.g.y).

- Bu gibi hadis rivayetlerine dayanan dört mezhep alimleri “bir müminin kâfîre kısas olamayacağı” hususunda ittifak halindedir.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/267).

Kısas hukuki bir haktır. Devlet eliyle uygulanır. Eğer bu dünyada gerekli ceza uygulanmamışsa, kişi ahirette hakkını alacaktır. Haksızlığa uğrayan kişi kendisi, eğer kendisi hayatta değilse varisleri, kısas uygulanacak kimseyi affedebilir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

KISAS.

Kısasa kısası nasıl anlamalıyız?

52 Çift isim koymak sünnet midir?

Sünnet olan isim koymaktır. Tek isim de çift isim de sünnettir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İsim koyma ve isim koyarken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

53 Tuzla yemeğe başlamak sünnet midir?

Sahih hadis kaynaklarında yemeğe tuz ile başlamanın sünnet olduğuna dair bir hadis rivayetine rastlayamadık.

İmam Gazzali, yemeğe tuz ile başlamanın güzel olduğunu belirtmiş, ancak bunu bir sünnet olarak değil, bir adap olarak zikretmiştir. (İhya, II/ Kitabu adabi’l-ekl/el-babu’l-evvel).

Yine Gazzali’nin belirttiğine göre, Hz. Ali (ra)

“Allah, yemeğe tuz ile başlayan kimseden yetmiş belayı / hastalığı defeder.” (age.)buyurmuştur.

Abdulkadir Geylanî’nin Gunye isimli eserinin tercümesinde geçen "Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek sünnettir. Ekmekteki tuza niyet edince de bu sünnet yerine getirilmiş olur." ifadeler, hadis rivayeti değildir. Kendisi -eskiden beri devam eden müstahsen bir adet olduğu için- müstehap demiştir.  Bu sebeple, onun ifadesini “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek sünnettir.” şeklinde tercüme etmek yanlıştır.

Özetle, tuz ile yemeğe başlamaya dair sahih bir hadis rivayeti bulamadık. Bununla beraber, Hz. Ali (ra) ve daha başka pek çok selef-i salihin tarafından kabul gören müstahsen bir adettir.

54 Yeni doğan bebeklerin kulağına ezan okuması hakkında bilgi verir misiniz? Bunun belli bir süresi var mı yapılması müstehab mı?

Yeni doğan çocuğun kulağına ezan ve kamet okumak sünnettir. Çocuğun isminin doğduğu günün akşamında verilmesi tavsiye edilmektedir; fakat yedinci güne kadar da ertelenebilir.

Çocukluğunda kulağına ezan okunmayan kimsenin kulağına daha sonra ezan okunmasının dinen bir sakıncası yoktur. Çocukların kulağına ezan ve kamet okumak sünnet olduğu için, zamanında ezan veya kamet okumamanın herhangi bir günahı yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yeni doğan çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması hakkında bilgi verir misiniz?..

Yeni doğan çocuk için yapılması gerekenler nelerdir; isim koyarken nelere dikkat etmek gerekir?

55 Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusunda bilgi verir misiniz?

Sünnet: Peygamberimiz (asm)'in yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

Fıkıh kitaplarında geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi.

Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımızda Peygamberimiz (asm)'in yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (asm) namaz kılmış mı? Evet; öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir.

Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanlar: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela vitir namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken vb günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz (asm)’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz. Bunlara uymayan ise günah işlemiş olmaz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir.

Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vs... İşte iman etmemiz gereken esaslar da ruhumuzun beyni, kalbi gibidir.

Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vs. duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir.

Vücudumuzda bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var.

Haramların durumu ise vücudumuz için aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylere benzer. Bunlardan koruduğumuz gibi, ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

Bu konuyu Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler, alimlerin görüşleri ve vahyi takriri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

a. Kur’an-ı Kerim: Hz. Peygamber (asm)’a Kur’an-ı Kerim dışında(1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

    1. Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten,(2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği,(3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (asm.)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

Atıf, ma’tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab’tan kasıt Kur’an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet’in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma’tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah’ın bildirmesiyle olmasıdır ki, ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

    2. “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz”(6) ayetinde belirtilen vaat, önceden Müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

    3.

“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, 'Bunu sana kim bildirdi?' dedi. Peygamber, 'Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi.' dedi.”(7)

ayeti açıkça Kur’an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber (asm) bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah’ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

b. Hadis-i şerifler:

    1. Mikdad b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resulullah (asm), şöyle buyurmuştur:

“...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi.”(8)

    2. Kudsi Hadisler:(9) Bu tür hadislerde geçen, “Resulullah (asm), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu”, “Resulullah’ın (asm), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu” denilmesi ve hadislerin “Ey kullarım” diye başlaması Hz. Peygamber (asm)’e Kur’an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

    3. Cibril Hadisi:(10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber (a.s.m) de ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

    4. Hz. Peygamber’in (asm), "şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti,"(11) "ben emrolundum, nehyolundum,"(12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)’ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de,(13) Kur’an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir.(14)

Ayrıca bir Yahudi’nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber (asm)’in “aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi”(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

c. Alimlerin görüşleri:

Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (asm)’ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur, hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Aişe (r.anha) validemiz, Hz. Hatice (r.anha) hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O’na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü’s-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)’ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması(17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir.(18)

Evzâi, “Sana Resulullah’tan (asm) bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (asm), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi” diyerek,(19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii’dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah’ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah (asm)’a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet’in Kur'an’ı açıklaması, ya Allah’tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş “emir” ile gerçekleşir.

Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti vahyi gayri metluv olarak ifade eder ve vahyi metluv olan Kur'an’a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet’e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah’tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

Gazali Hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile, vahyi ğayri metluv olduğunu belirtir.(22)

Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamber (asm)'in nasıl Kur'an’ı Kerim’i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.(23)

Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (asm), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O’nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.

Mesela İbn Kuteybe, sünnetin kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

a) Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet.(24)
b) Allah’ın Resulüne (asm) bıraktığı; re’yini açıklamasını istediği sünnet.(25)
c) Resulullah’ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir.(26)

Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (asm)’ın, re’y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

Vahiy iki kısımdır:

1. Zahir vahiy. Bu da üçe ayrılır.

    a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

   b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber’e açıklanan vahiydir.(27)

   c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.m)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2. Batınî vahiy: Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (asm), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir.(28)

Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (asm)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (asm)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:

Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur.(29)

Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

d. Vahyi takriridir

Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp ta gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır.(30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber (asm), gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (asm) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (asm)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (asm) da İsmet sıfatının(31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı(32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı(33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (asm) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır. Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir.(34)

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir.(35)

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır.(36)

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi(37) düşünülebilir mi?

Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz.

Hz. Peygamber (asm) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir.(38)

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu (39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir.(40)

Diğer taraftan, Uhud savaşından sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan(41) ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan(42) da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir savaşında elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış,(43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş(44) , esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir.(45)

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (asm)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar,(46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah (asm)’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (asm)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eder herşey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, alim, habir, semi, basir, hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (asm)’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim,(47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber (asm)’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber (asm)’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.

Dipnotlar:

1. “O kendilğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir.” Ayetinden kastedilenin yalnız Kur’an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti “O, yani Kur’an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur.” Diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
2. Bakara, 48; Ali İmran, 164.
3. Nisa, 113; Cuma, 2.
4. Hikmet’ten kas’tın sünnet olduğunu söyleyenler için bk. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
5. Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak biri vahyi metluv, diğeri vahyi gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah’ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, “Peygamber’e Allah sana şunu şunu emrediyor, de.” Buyurur. Cibril’de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber’e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril’e “Peygamber’e git ve şu kitabı ona oku” buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur’an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; bk., Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
6. Enfal, 7.
7. Tahrim, 3.
8. Hadisin başında, Kur’an’da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. bk. Ebu Davud, Sünne, 6.
9. Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah’a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah’a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah’tan, lafzı Peygamberimizden olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. bk. El-Hadis, ve’l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu’t-Tahdis, s.64 vd.
10. bk, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
11. Müslim, Cennet, 63-64; bk., Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
12. Müslim, İman, 32-36; bk., el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, VI, 289-290.
13. Örnek için bk., Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
14. Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah’ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber’le iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah’ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
15. Müslim, Hayız, 34.
16. Buhari, Nikah, 108.
17. Sırasıyla bk. Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu’l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
18. Suyuti, Miftah, 29.
19. Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet’in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. Bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye’nin de Sünnet’in Kur’an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
20. Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an’ı Kerim’de geçen “hikmet” olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
21. İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
22. Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi’nin de aynı kanaatte olduğu hk. bk. Hattabi, Mealimu’s-Sünen, V, 10.
23. Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
24. Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
25. İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf’a (r.a) Hz. Peygamber’in müsaade etmesini misal verir. bk., Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
26. İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
27. Ruhu’l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
28. Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
29. Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bk., Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
30. bk, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bk., Buhari, İ’tisam, 24.
31. Peygamberlerin sıfatlarından olan İsmet, Onların küfürden, Allah’ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. bk., Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
32. Serahsi, Usul, II, 68.
33. Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye’nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bk. Abdülcelil İsa, İctihadü’r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
34. Allah’ü Teala’nın, O’nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bk. İbn sa’d, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
35. Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bk., Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
36. bk. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O’nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; “Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön” dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
37. Geniş bilgi için bk. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
38. Kıyamet, 16-17.
39. Sırasıyla bk. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
40. Tevbe, 113.
41. Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
42. Hz. Hamza’nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bk. Nahl, 126-127.
43. Enfal, 67-68. bk. Abdülğani, Hucce, 185.
44. Tevbe, 88, 84; bk. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
45. Tahrim, 1-2.
46. bk. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
47. bk. Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati’l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.

56 Akik taşlı yüzük taşımak sünnet midir?

Hz. Enes’in bildirdiğine göre, "Hz. Peygamber (a.s.m)’in gümüşten yüzüğü vardı ve taşı Habeş taşı idi." (bk. Müslim, Libas, 61). Âlimler, bu taşın akik olduğunu söylemişlerdir. Bunun madeni Habeşistan’da olduğundan öyle ifade edilmiştir.(bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

Bazı rivayetlerde açıkça akikten söz edilmiş ve “yüzüğün taşı akik idi” ifadesine yer verilmiştir. (bk. a.g.e.).

İster erkek yüzüğü, isterse kadın yüzüğü olsun üzerine akik, zümrüt, yakut ve zeberced gibi kıymetli taşlardan birini koydurmakta bir sakınca yoktur. Resûlullah (asm) Efendimiz'in parmağındaki yüzükte Habeşistan'dan gelme bir taş bulunduğu ifade edilmektedir. Şu kadar bir fark var ki, erkeklerin yüzüğüne birden fazla taş koydurulmasında kerahet olduğu ifade edilmektedir.(el-Hâvî lil-Fetâvî, 1/115-116; Fetâvâ-i Hindiye, 5/335)

Sağ ele de sol ele de yüzük takmak caizdir. Küçük parmağa veya yanındaki parmağa takılır. Uygun olanı budur. Diğer parmaklara da takılsa günah olmaz.

57 Kişi evinden çıkarken hangi ayağıyla çıkması sünnete uygun olur?

Abdullah b. Abbas anlatıyor:

“Peygamberimiz (a.s.m) giyindiği zaman sağdan giyinir, elbisesini / ayakkabısını çıkardığında ise, soldan çıkarırdı. Mescide gittiğinde sağ ayağıyla girer, sol ayağıyla da çıkardı. Bir şey verirken veya alırken hep sağını kullanmayı severdi.” (Heysemi, Mecmau'z-zevaid, 10/139).

Her müminin evi de -içinde namaz kılındığına göre- bir nevi mescit gibidir. Yani dışarıdan daha iyidir. Böyle olunca, eve girerken sağ ayakla girmek, evden çıkarken de sol ayakla çıkmak daha uygundur, denilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusunda bilgi verir misiniz?

58 Bir yere sağ ayakla girmek sünnet midir?

Müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.anha)'nın nakline göre Resûlullah (s.a.v.) sağ elini yemek, içmek, abdest almak ve giyinmekte, bir şey alıp vermede, sol elini ise bunların dışındaki işlerde kullanırdı. (Müsned, 6/287; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)

Yine müminlerin annesi Hz. Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Resûlullah (s.a.v.)'in sağ eli, temizliği ve yemek yemesi içindi. Sol eli ise, taharetlenme ve benzeri diğer rahatsızlık verici şeyler içindi." (Müsned, 6/156; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)

Süraka b. Malik b. Cu'şum Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelerek, "Allah'ın Elçisi bize şunları öğretti." diye anlattı. Orada bulunan bir adam onunla alay ederek, "O size tuvalete nasıl çıkılacağını da öğretiyor mu?" diye sordu. Bunun üzerine Süraka b. Malik (r.a.), "Evet, onu hak peygamber olarak gönderene yemin olsun ki, o bize tuvalette sol tarafa yaslanıp sağ ayağımızı dik tutmamızı emretti." demiştir. (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, VII, 136; Mecmau'z-zevâid, I, 206)

Rivayetler dikakte alındığı zaman Resûlullah (s.a.v.)'in bazı fiillerinde sağını diğerlerinde ise solunu kullanmayı tercih ettiği anlaşılmaktadır. (bk. Müsned, 6/287; Ebû Dâvûd, Libas, 44)

Bu ve benzeri rivayetlere göre:

Elbise, başlık ve mest giymek, mescide girmek, misvak kullanmak, sürme çekmek, tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak, saçları taramak, koltuk altlarını temizlemek, saçları tıraş etmek, namazda bitirme selamı vermek, abdestte uzuvları yıkamak, heladan çıkmak, yemek, içmek, musafaha etmek, hacerü'l-esvedi selamlamak ve benzeri fiillerde sağı kullanmak; helaya girmek, mescitten çıkmak, sümkürmek, taharetlenmek, elbise, serpuş ve mestleri çıkarmada solu kullanmak müstehaptır...

Helaya girerken sol ayağı, heladan çıkarken sağ ayağı kullanmanın da müstehap olduğu tespit edilmiştir.

Sağdan başlamak ile sağ eli kullanmayı birbirinden ayırt etmemizde fayda vardır. Bir çok işte sağdan başlamak sünnettir; fakat işin devamında sol eli veya sol ayağı kullanmak zarûret olduğundan mubah bulunmaktadır. Söz gelişi ayakkabı giymeye sağdan başlanır; ama hemen ardından sol ayağa da ayakkabı giyilir. Abdest almaya sağ taraftan başlanır; ama hemen ardından sol taraf da yıkanır ve ihmal edilmez.

"Devamlı kullanma" konusunda sadece yemek ve içmekte sağ el sünnettir. Diğer fiillerde (yazı da dahil) sağdan başlamak kaydıyla, iki elden hangisi daha yetenekli ise, o el kullanılabilir. Bu durumda; tahâreti sol el ile yapmak, diğer bütün işlerde sağdan başlamak, yemek ve içmekte sağ eli kullanmak sünnettir. Ancak bunları yapmayan günah işlemiş olmaz.

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye sağdan başlanmasını sever. Hatta ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi..." (Buhârî, Vudû', 31)

Abdeste sağdan başlamak:

Ravi: İbnu Abbas

"Ali (ra) yanıma girdi. Su dökmüş (küçük abdest bozmuş) idi. Abdest suyu istedi, içinde su olan bir kap getirdik. Bana:

"Ey İbnu Abbas! Resulullah (sav)'ın nasıl abdest aldığını sana göstereyim mi?" dedi. Ben de:

"Evet, göster!" dedim.

Bunun üzerine su kabını elleri üzerine eğdi ve ellerini yıkadı. Sonra sağ elini kaba soktu, onunla diğeri üzerine su döktü, sonra iki avucunu yıkadı. Sonra mazmaza ve istinşakta bulundu. Sonra iki elini birden kaba soktu. İkisiyle birlikte su avuçlayıp yüzüne çarptı. Sonra başparmaklarını kulaklarının ön kısmına soktu. Sonra ikinci, üçüncü sefer aynı şeyleri tekrar etti. Sonra sağ eliyle bir avuç su aldı ve bunu alnına döktü ve yüzü üzerinde akmaya bıraktı. Sonra dirseklerine kadar kollarını üçer kere yıkadı. Başını ve kulaklarının arkasını meshetti. Sonra tekrar her iki elini beraberce kaba soktu. Bir avuç su alıp onu pabuç içinde olan (sağ) ayağına vurdu ve o su ile ayağını yıkadı. Sonra aynı muameleyi diğer ayağına, (sola) yaptı." (Abdullah el-Havlani) der ki: "(İbnu Abbas'a) sordum:

"Ayaklar ayakkabı içinde olduğu hâlde mi?"

"Evet, ayakkabı içinde olduğu hâlde." dedi. Ben tekrar sordum:

"Ayakkabı içinde mi?"

"Evet, ayakkabı içinde!" dedi. Ben tekrar sordum:

"Ayakkabı içinde mi?"

"Evet, ayakkabı içinde." dedi. (Nesai'nin bir diğer rivayetinde şöyle denmiştir.

"...Sonra bir avuç su ile üçer defa mazmaza ve istinşakta bulundu." [Ebu Davud, Taharet 50, (117); Nesai, Taharet 76, (1, 68)]

Sağ elle yemek:

Ravi: Ömer İbnu Ebi Seleme.

Resulullah (sav)'ın terbiyesinde bir çocuktum. Yemekte elim, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Resulullah (sav) bana ikazda bulundu:

"Evlat! Allah'ın ismini an, sağınla ye, önünden ye."

Bundan sonra hep böyle yedim. [Buhari, Et'ime 2, 3; Müslim, Eşribe 108, (2022); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 32, (2, 934); Ebu Davud, Et'ime 20, (3777); Tirmizi, Et'ime 47, (1858)]

59 Sünnet-i Seniyye ne demektir?

Sünnetin tarifine bir bakalım. Peygamberimiz (asm)'in yaptığı, konuştuğu, hâl ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh kitaplarında geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.

Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimiz (asm)'in yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir. Şu hâlde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela, gece namazını üç rekât olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela, namaz kılarken Kur’an'dan bazı sûreleri okumak farz, ama sübhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (vb.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz (asm)’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire.

İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi, ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

60 Koku / esans (parfüm) sürünme, kullanma sünneti ve bunun adabı hakkında bilgi verir misiniz?

Resûlullah Efendimizin (asm) hoş ve güzel koku sürünmeleri ile, bu husustaki tavsiyeleri ve kendilerinin tabîî kokuları hakkında kısaca açıklama yapmak gerekiyor.

Tirmizî, bu konu ile ilgili olarak altı vesika kaydetmiştir. Diğer bir kısım temel kaynaklarda ise, konuyu açıklayıcı ve tamamlayıcı mâhiyetteki vesikalara da yer verilmiştir.

"Güzel koku sürünme" diye tercüme edebileceğimiz kelime "ta'attur" dur(1). Kelimenin kökü olan " 'ıtr" ise, hoş ve güzel koku (parfüm) demektir. Bunun içine, güzel kokulu her şey girmektedir. Nitekim dilimizde, bu işin ticâretinin yapıldığı yere ıtriyat mağazası (parfumerie) denir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm) yaradılıştan temizdi. O, hiç bir koku kullanmadıkları hâlde de mis gibiydi. Ne var ki, Cenâb-ı Zülcelâl'in kendilerine lütfetmiş oldukları Hak vergisi (dâd-ı Hüdâ) üstünlüklerini hiç belli etmezler ve dâima, sıfatsız sıradan bir insanın yapması gereken davranışları sergilerlerdi. İşte, hoş ve güzel koku sürünmeleri de, İnsanlara örnek teşkil edecek davranışları tütündendir.

Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz, Resûlullah Efendimiz (asm)'in giyim kuşamı ve kılık kıyafeti ile birinci derecede ilgilenen güzide hanımlarındandı. Kendisi, hayâtının her safhasında Resûlullah Efendimizi (asm), "bulabildiği en güzel kokular" sürerek giydirirdi. Nitekim O, Veda Haccı'nda da zerîre adı verilen koku sürerek Hazreti Peygamber (asm)'in ihramını bizzat kendi eliyle giydirdiğini söyler(2).

Peygamber Efendimiz (asm), günlük hayâtında, yanında "sükke" tâbir edilen bir koku (kutusu) bulundurur ve gerektikçe ondan sürünürdü(3). Özellikle yolculuklarında birlikte götürülmesi mûtad olan eşyaları arasında bir de "koku şişesi" (kârûrefüd-dühn) yer almaktadır (4).

Bütün bu ve benzeri vesikalar, Hazreti Peygamber (asm)'in yaşayış tarzı içerisinde güzel kokunun ayrı bir yeri olduğunu göstermektedir.

Resûlullah Efendimizin (asm), ne zaman geleceği önceden bilinmeyen; ancak her an ve her yerde gelme durumu olan manevî misafirleri vardı. Bilhassa vahiy meleği Cebrail Aleyhisselâm bunların başında geliyordu. Meleklerin, güzel kokudan ve tertipli giyim-kuşamdan hoşlandıkları ifâde edilir.

Öte yandan Hazreti Peygamber (asm)'in; dış devlet temsilcilerinden kabile reislerine, devlet işlerine bakan sorumlu şahsiyetlerden tamamen görgüsüz bedevilere varıncaya kadar, her Allah'ın günü görüşüp temas kurduğu sayısız misafirleri oluyordu. İşte bütün bunlara karşı, giyim - kuşamındaki tertip düzenini her an muhafaza ederlerdi.

Peygamber Efendimizin (asm) bu değişmez davranışlarından ilham almış olmalılar ki, İslâm büyüklerinden pek çoğu: "İnsana yakışan, kendi gönlünce yemek; fakat halkın hoşuna gidecek şekilde giyinmektir!.." demişlerdir(5).

Hazreti Peygamber (asm)'in güzel koku ile ilgili davranışlarından biri de, O nun, ikram edilen kokuyu reddetmemesi idi (6). Bu tutumunda, güzel kokuyu sevmelerinin yanında, ikram eden kimsenin durumunu göz önünde bulunduruşunun da rolü vardı. Hadîs metinleri arasında, bu tutumunun gerekçesi de belirtilmiştir:

"Zîrâ koku, külfetsiz bir ikramdır!."(7)

Nitekim bir başka münâsebetle:

"Üç şey vardır ki, hiç reddedilmez: Yastık, güzel koku ve süt!.."(8)

buyurmaları da aynı hikmeti taşımaktadır.

Verilen hediyeyi ve yapılan ikramı küçümsememek; bilakis en basit ikramları bile umulmadık bir takdirle karşılamak, Peygamber Efendimiz (asm) için, değişmeyen ve ihmâl edilmemesi gereken bir nezâket kuralı idi. Yukarıda sayılanlar birer semboldür. Yoksa, koku reddedilmez de, başkaları reddedilebilir, demek değildir. Seçme imkânı olmayan ikramlar kesinlikle reddedilmemeli, ikram sahibi müşkül durumda bırakılmamalıdır.

Dilimizde, "çam sakızı, çoban armağanı" şeklinde ifâdesini bulan tâbir de aynı inceliği anlatmaktadır: Çoban, çam sakızı getirir; bu sakız reddedilmez, küçümsenmez. O, büyük bir hüsn-i kabulle alınır; karşılığında da, herkesin kendi şânına yakışır şekilde ağırlanır.

Peygamber Efendimizin (asm), içinde "güzel koku" ifâdesi de yer alan bir hadîsi vardır. Üç ayrı noktanın bir ifâde bütünlüğü içinde dile getirildiği bu hadîs, esasen İslâm kültürüne âşinâ olan çevrelerce bilinmektedir. Buyuruyorlar ki:

"Dünyâda bana, kadın ve güzel koku sevdirildi; namaz da gözümün nuru kılındı."(9).

İslâmî kaynaklarda, Hazreti Peygamber (asm)'in kendi tabîî kokuları hakkında da oldukça fazla bilgi yer almaktadır. Özellikle Kadı 'Iyâz, bunları büyük ölçüde bir yerde toplamış bulunmaktadır (10). Resûlullah Efendimizin (asm) bu yönü Şemâil'i doğrudan doğruya ilgilendirmemesine rağmen, biz, konu bütünlüğünü sağlamaya yardımı dokunacağı düşüncesiyle, bir kısım vesikalara yer vermeyi uygun bulduk:

Peygamber Efendimiz (asm) sokağa çıktıkları zaman, kokularının o kendine has güzelliği ile çevredeki insanlar tarafından hemen farkedilirdi. Bu durumu, Enes b. Mâlik (r.a) şöyle ifâde etmektedir:

"Resûlullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk, o yoldan Hazreti Peygamber (asm)'in geçtiğini söylerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz(asm)'in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık."(11).

Hazreti Peygamber (asm), yaradılıştan temiz olduğu gibi, vücutlarından çıkan fazlalıklarda da, diğer insanlarda olduğu gibi kokuşma yoktu. Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerîf'teki "Terlese, güller olurdu terleri." ifâdesi, ashabdan pek çoğu tarafından dile getirilmiştir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (asm)'in terlerini, fırsat buldukça bir cam şişede toplayan sahâbî hanımların isimleri bize kadar ulaşmıştır (12).

Öte yandan, Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) başını sıvazladığı, yüzünü okşadığı çocukların, üzerlerine sinen o eşsiz kokudan dolayı çevrelerince hemen farkedildikleri gibi, bu neviden şanslıların, bir ömür boyu o kokularını muhafaza ettikleri de kaydedilmiştir. Öyle ki, ashab arasında, ileri yaşlarına rağmen hâlâ dinçliklerini, tazeliklerini ve terâvetlerini koruyan kimselerin, bu hâllerini, Resûlullah Efendimize (asm) borçlu olduklarını ifâde edişleri dikkati çekmektedir.(13)

Konuyla İlgili Rivayetler:

1) Enes b. Mâlik (r.a) anlatıyor: "Peygamber Efendimizin sükke tâbir edilen bir koku (kutu)'su vardı. İcap ettikçe ondan sürünürlerdi."(14)

2) Sümâme b. Abdullah (l5) naklediyor: Enes b. Mâlik (r.a) Hazretleri, kendisine ikram edilen kokuyu kat'iyyen reddetmez ve: "Resûlullah Efendimiz, kendilerine takdim edilen kokuyu hiç reddetmezlerdi." derdi.

3) Abdullah b. Ömer (r.a) anlatıyor: Peygamber Efendimiz: "Üç çeşit ikram vardır ki, hiç reddedilmez: Biri yastık, diğeri koku, öbürü de süt." buyurmuşlardır.

4) Ebû Hüreyre (r.a) naklediyor: Hazreti Peygamber: "Erkeklerin süründüğü kokular, kokusu duyulan ve rengi gözükmeyen türden; kadınların kullandıkları kokular ise, kokusu duyulmayan ve rengi gözüken cinsten olmalıdır." buyurmuşlardır.

5) Bu hadîs-i şerifin metni, yine Ebû Hüreyre'den olmak üzere, değişik bir sened ile başka bir yoldan da rivayet edilmiştir.

6) Ebû Osman en-Nehdî (16) rivayet ediyor : Resûlullah Efendimiz: "Herhangi birinize Reyhan (fesleğen) verilirse almamazlık etmesin. Zîrâ o, cennetten çıkmıştır." buyurmuşlardır.(17)

Koku sürmek ve koku ikram etmek sünnet olmakla beraber, bunun nasıl yapıldığına dair detaylı bir açıklama bulamadık.

Kaynaklar:

(1) bk. en-Nihâye fî Ğarîb'il-Hadîs, III/256, 257; Kâmûs, II, 546.
(2) bk. Buhârî, VII, 60, 61.
(3) Ibn Sa'd, I, 399; Ehû Dâvûd, IV, 107, nu: 4162.
(4) Behce, II, 256.
(5) Aclûnî, Keşfül-Hafâ, II, 171.
(6) bk. Buhârî, III, 133; VII, 61; Ebû Dâvûd, IV, 110, nu: 4172; Nesâî, VIII, 189; İbn Sa'd, I, 399.
(7) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 320; Ebû Davûd ve Nesâî, aynı yerler.
(8) bk. Taberani, Mekarimu'l Ahlak, h. no 152.
(9) Nesâî, VII, 61, 62; İbn Sa'd, I, 398; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 160. Bu hadîs metni, yaygın haliyle, "Bana dünyânızdan uç şey sevdirildi" şeklindedir. Ancak, ilk devir kaynaklarında, "üç şey" ifâdesi hiç geçmez. Bu ilk kaynaklarda, "dünyânızdan" ifâdesi de, "dünyâdan" şeklindedir. Hattâ, Hâkim'in rivayeti ile, Nesâî'nin ikinci rivayetinde, "dünyâ" ifâdesi de yoktur. Aclûnî, bu hadîs üzerindeki değişik teknik bilgileri bir araya toplamıştır. bk. Kesfül-Hafâ, I, 405-408, nu: 1089.
(10) bk. eş-Şifâ, s. 48-51.
(11) Ibn Sa'd, Tabakat, I, 398-399; Mecme'uz-Zevâid, VIII, 282; el-Metâlib'ül-'Aliye, IV, 25.
(12) bk. eş-Şifâ, aynı yer.
(13) Tabakat kitaplarında bu durumu anlatan pek çok örnek vardır. Meselâ, Hz. Ömer devrinde (18/639) Kuzey Irak'tan îtibâren tâ Azerbaycan'a kadar olan bölgeyi İslâm adına fetheden ordunun başındaki başarılı fâtih kumandanlardan biri olan Utbe b. Ferkad'ın bu özelliği için bk. Taberânî, el-Mucem'üs-Sağîr, I, 38-39; Vsd'iil-Ğâbe, III, 365-366; el-İsâbe, II, 455; Mecme'uz-Zevâid, VIII, 282.
(14) Bu hadîs, Tirmizî dışında İbn Sa'd ve Ebû Dâvûd tarafından da, ilk üç râvisi müşterek olan senedlerle rivayet edilmiştir.
(15) Sümâme b. Abdullah , Enes b. Mâlik'in torunu olup, Basra kadılığı da yapmıştır. Ölüm târihi kesin olarak bilinmiyorsa da, 110/728 târihinde bu görevden alındığı bilinmektedir. bk. Tehzîb, II, 28-29.
(16) Esas adı Abdurrahmân olan Ebû Osman en-Nehdî, Küfe ve Basra havâlisinde yaşamış olup muhadramûndandır. Hz. Peygamber hayatta iken müslüman olmuşsa da O'nunla görüşemiştir. Hicrî 95-100 seneleri arasında 130 yaşında vefat etmiştir.
(17) Müslim'in tesbit ettiği Ebû Hüreyre rivayetinde; "cennetten çıkmıştır" yerine, "kokusu hoş külfetsiz bir ikramdır" ifadesi yer almaktadır. (bk. Müslim, IV, 1766, nu: 2253.)

61 Peygamberimizin haram kılma yetkisi var mıdır?

Hadisin meali şöyledir:

"Bana, Kur’ân-ı Kerim ve onun bir misli (hüccet olmada eş değer bir benzeri) daha verilmiştir. Karnı tok vaziyette koltuğunda oturarak, 'Sadece şu Kur’ân'a sarılınız; içinde helal olarak gördüğünüz şeyleri helal sayın, haram olarak gördüğünüzü de haram kabul edin.' diyecek bazı kimselerin gelmesi yakınlaşmıştır. Şüphesiz Allah Resûlünün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kılması demektir." (Musned:4/130-133, Tirmizi, İlm, 2660 nolu hadis.)

Aynı muhtevaya sahip bir başka hadis de Mikdâm b. Ma'dîkerib (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilmiştir. [Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm, 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12)]

“Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı bulunan o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. O ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten men eder; onlara temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar…” (A’raf, 7/157)

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, ezilip büzülüp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29)

Bu ayetlerde Peygamberimiz (a.s.m.)'in haram kılma yetkisi açıkça görülmektedir.

İkinci ayette "Allah’ın haram kıldığı..." denildikten sonra, Resülünün haram kıldığı da ayrıca belirtilmiştir. Bu nedenle her ikisini de sadece Allah’ın haram kıldığı ayetler olarak sınırlamak yanlış olur. Allah’ın haram kılması ayetlerle olduğuna göre, Resülünün haram kılması bundan ayrı olmalıdır. Ancak Resülünün haram kılması da Allah’ın izni iledir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusu...

62 Suyu üç yudumda içmek hakkında bilgi verir misiniz?

Burada esas olan suyun yavaş yavaş içilmesidir. Suyun miktarına göre yudum sayısı arttıırlabilir ve azaltılabilir. Suyu üç yudumda içmek sonunda "Elhamdülillah" demek; su içmenin adaplarındandır. Peygamberimiz (asm) buyuruyor:

"Suyu çocuğun memeyi emmesi gibi için. Depodan doldurur gibi içmeyin. Ondan ciğer hastalıkları zuhur eder."

Efendimiz (asm) suyu ve diğer meşrûbâtı üç nefeste içer (Buhârî, Eşribe, 26) ve bu husûsta da şöyle buyururdu:

“Deve gibi bir nefeste içmeyin. İki veya üç nefeste için. Bir şey içeceğiniz zaman besmele çekin; içtikten sonra da «elhamdülillah» deyin!” (Tirmizî, Eşribe, 13)

Peygamber Efendimiz (asm) suyu üç nefeste içmenin faydalarını şöyle açıklamıştır:

"1. Üç nefeste içen kimse suya iyice kanar, böylece susuzluğu teskin edilmiş olur.

2. Suyu üç nefeste içmek sağlığa daha uygundur." (Müslim, Tahâret, 65; Eşribe, 121)

Suyun mideye azar azar inmesi hâlinde insanın vücut yapısı, onu hemen ihtiyaç duyulan yere sevk eder. Çok miktarda suyun birden hücûmu hâlinde ise vücut, dengesini kaybederek vazîfesini tam olarak yapamaz: Üşüyen bir kimse midesine âniden inen suyun soğukluğu ile daha da üşür; harâretli vücut da bir anda gelen çok suya karşı tepki gösterir ve suyun serinliğinden tam olarak istifade edemez. Yavaş yavaş ve azar azar içilmesi durumunda ise bu gibi zararlı durumlar söz konusu olmaz.

Bir şey içerken, meşrûbâtın içinde bulunduğu kaba herhangi bir sebeple üflenmesi de uygun görülmemiştir. Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) içilecek şeylere üflemeyi yasaklamıştı. Bir adam:

"Kaba çerçöp düştüğünü görürsem ne yapayım?" deyince:

"Düşen şeyi dök!” buyurdu. Bu defa adam:

"Bir nefeste içince suya kanmıyorum." dedi. Resûl-i Ekrem de:

“O takdirde su kabını ağzından çek! (Üç yudumda iç!) ” buyurdu. (Tirmizî, Eşribe, 15)

63 Tuvalet adabı hakkında bilgi verir misiniz? Erkekler için, başı kapalı olarak (takke veya benzeri bir şeyle) tuvalete girmenin sünnet olduğu hakkında rivayet var mıdır?

Müslümanların yaşadıkları ülkede, erkeklerin başları açık dışarı çıkmaları ve büyüklerle görüşmeleri ayıp telakki ediliyorsa, namaz kılarken başı uygun bir şeyle (fes, takke, kavuk, kalpak gibi o ülkede giyilen bir giysi ile) örtmek gerekir, örtülmezse mekruh olur. Eğer başı açıklık ayıp karşılanmıyorsa erkekler başı açık olarak da namaz kılabilirler.

Tuvalete girerken erkeklerin başlarının takke gibi bir şeyle örtülü olmasının tuvalet adabı olduğunu belirten bilgiler vardır.

Buna göre erkeklerin başı açık dolaşmasının ayıplanmadığı yerlerde, başı açık olarak dolaşmanın ya da tuvalete girmenin bir sakıncası yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimiz (asm), tuvalete girerken başını örter miydi?

Tuvalete tükürmek günah mıdır, tuvalet adabı nasıldır?

64 Kıbleye doğru ayak uzatmak caiz mi?

“Uykunuzu size dinlenme vasıtası kıldık.”1

buyuran Cenab-ı Hak, uykunun da bir nimet olduğunu bildirmektedir. Uyku bir istirahat vasıtası, gün boyu yorulan vücut makinasının dinlenmesine yardımcı olması, bir sonraki güne daha zinde ve canlı bir şekilde başlanmasına vesile olduğu için de nimet olmuştur.

Ancak bu nimeti yerli yerinde kullanmak lâzımdır. Çünkü, uykuya ihtiyacımız kadar kullanmadığımız zaman bizi pekçok dünya ve âhiret nimetlerinden mahrum edecek bir şekle girebilmektedir. Bundan dolayı bir gaflet ânı olan uyku vaktini iyi ayarlamak, ancak ihtiyacımız miktarınca istifâde etmek unutmamamız gereken bir husustur.

Bir hadis-i şerifte "uykuyu ölümün küçük kardeşi" olarak vasıflandıran Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bundan dolayı "uyku ve ölümün Cennette bulunmadığına" işâret buyurmaktadır.2

İşte ölümün kardeşi olan uykuya dalmadan önce, o ânımızın ibâdet içinde geçmesi için hazırlıklı bulunmakta büyük fayda vardır. Nasıl ki, ölmeden önce mümkün oldukça duâ, ibâdet, zikir ve hizmetlerimizle ona hazır olmaya çalışıyorsak, uykudan önce de aynı şekilde hazırlıklı bulunmak gerekir.

Gözümüzü bu dünyada kapattığımız gibi ancak kabirde açmak gibi çok kere aklımıza getiremediğimiz bir hakikat mevcut. Zaten mü’min her vakit ve fırsatta dünyaya gönderiliş maksadını düşünmek, yaratılış gayesini idrak etmek durumunda değil midir?

İşte uyumadan önce neler yapılması gerektiğini, nasıl bir hazırlık içinde bulunmak icap ettiğini Peygamberimizin (a.s.m) tatbikî sünnetinden öğreniyoruz.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yatağa girmeden önce abdest alır, bazı duâlar okur, cephesi kıbleye gelecek şekilde sağ avucunu sağ yanağına koyar, tefekkür ve zikir içinde uykuya dalardı. Seher vakti de erken kalkar, huzur ve huşû içinde Rabbinin dergâhına yönelirdi.

Peygamberimizin (a.s.m.) uyku ânı bizimki gibi değildi. Onun gözleri uyusa da, kalbi uyumaz, gaflet içinde bulunmazdı.

Kıble cihetinin diğer yönlerden farklı olarak mukaddes bir mânâsı vardır. Bütün Müslümanların hergün beş vakit namaz için durdukları bir yöndür. Her mü’minin sâdece ibadet için yöneldiği kıbleye tâzim etmek, hürmet göstermek gerekir.

Bundan dolayı gerek yatarken, gerekse uyanıkken kıbleye karşı ayakları uzatmak mekruhtur, İslâm âdâbına uygun düşmez. Bilhassa yatarken mümkün oldukça kıbleye karşı ayak uzatmamak lâzımdır. Ancak yatağı başka türlü sermek mümkün olmuyor, ayak tarafı mecburen kıble tarafına geliyorsa, bunda bir zaruret olduğundan bir mahzur olmaz.

Dipnotlar:

1. Nebe Sûresi, 9.
2. Keşfü’l-Hafâ, 2: 329.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

65 Hz. Peygamber'in eğitim metotları nasıldı, örnekler verir misiniz?

Eğitimde ne anlattığımız, kadar nasıl anlattığımızda önemlidir. Elbette insanlara ve özellikle çocuklarımıza iyi, güzel ve faydalı şeyler öğretmeliyiz. Aynı şekilde bu faydalı ve güzel şeyleri güzel metotlarla anlatmalı ve öğretmeliyiz.

Öğretmeni sevmeyen öğrencinin dersi de sevmediği bilinmektedir. İyi bir eğitimci, kendini sevdirmeyi bilmelidir. Çocuklarla ilgilenmeli, onları sevmeli, güler yüzlü olmalı pozitif düşünmeli, kısaca kendisini mesleğine ve öğrencilerine adamalıdır.

Allah Resulü (s.a.v.) kendini görevine adamıştır. Bir eğitimcide bulunması gereken nitelikler O'nda fazlasıyla vardır.

Psikologlar, sözün söyleniş biçiminin sözün özünden önemli olduğunu ifade ediyorlar. Yapılan araştırmalara göre, insanlar arası iletişimde; % 7 oranında kelimeler, % 38 oranında ses tonu ve % 55 oranında jest, mimik ve vücut dili rol oynuyor. (1)

Dilimizi, vücut dili yalanlarsa sözün etkisi kalmaz. Bu sebeple uygun vücut dilini kullanmak, sözlerimizin karşımızdakinde istenilen etkiyi meydana getirebilmesi için uygun ve etkili metotları seçmek zorundayız. Kalpten çıkan söz kalbe gider. Dudaktan dökülen söz kulağı aşamaz. Göze bakıp kalbe hitap etmek zorundayız.

Hazreti Peygamber (s.a.v.) bütün zamanların en güzel ve en etkili hatibidir. O gönüllere giden yolu biliyordu. Bu sebeple kalplerin Sevgilisi oldu. Önce kendini sevdirdi, sonra da konuşmalarında insanları etkileyen, düşündüren bir üslup kullandı.

Allah Resulü'nün (s.a.v.) farklı ve etkili metotlar kullandığını biliyoruz. Bunların belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz.

1. İnandırdı, Ümit ve Müjde Verdi

İslamiyet, iman ve ümit dinidir. İnsan, yapmayı düşündüğü şeyin iyi, güzel ve yapılabilir olduğuna inanmazsa teşebbüse geçmez. İnsanı harekete geçiren en önemli güç, inançtır. Zaten İslam'da en önemli husus, imandır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), insanlara devamlı ümit ve müjde vermiştir. İslam'ın müminlere cenneti kazandıracağını, onları cehennemden kurtaracağını ve daha önemlisi Allah'ın rahmetine kavuşturacağını anlatmıştır. En çetin dönemlerde müminlere ümit ve müjde vermiştir.

“İran, Şam ve Yemen Fethedilecek”

Hendek Savaşı sırasında, şehir 10 bin düşman askeri tarafından kuşatılmıştı, müminler az idiler ve varlık yokluk mücadelesi veriyorlardı. Sahabeler hendek kazarken kırılması zor bir kaya ile karşılaştılar ve Peygamberimiz (s.a.v.)'den yardım istediler. Allah Resulü (s.a.v.), elindeki balyozu kayaya vurdu, bir parçasını kırdı ve şu müjdeyi verdi:

- Bana Şam'ın anahtarları verildi!
Bir daha vurdu ve bir parça daha kopardı, şöyle bir müjde verdi:
- Bana İran'ın anahtarları verildi!
Tekrar vurdu ve büyük bir parça daha kopardı ve şöyle müjdeledi:
- Bana Yemen'in anahtarları verildi!(2)

2. Olumlu Davranışları Ödüllendirdi ve Takdir Etti

“Beğenilmek ve takdir edilmek” insanların çok önemsediği bir davranıştır. Sosyal bir varlık olan insan, başkalarına kendini beğendirmek, saygın olmak ve saygı görmek ister. Bu duygu, çocuklarda daha önemlidir. Çocuklar, büyükler tarafından beğenildiklerinde memnun olurlar. Neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarını büyüklerin beğenisine bakarak tayin ederler.

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:

“Bir gün Nebi (s.a.v.) tuvalete gitti. Ben de abdest alması için bir kaba su hazırladım. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) su dolu kabı görünce kimin hazırlayıp koyduğunu sordu. Benim hazırladığımı öğrenince: 'Allah'ım, onun dindeki anlayışını artır.' diyerek bana dua etti.”

Peygamberimiz (s.a.v.), İbn Abbas'a dua ederek onu duayla ödüllendirmiştir.

3. Soru Sorarak İlgi Uyandırdı

Anlatacağı konuya dikkat çekmek, merak ve ilgi uyandırmak için soru sorardı.

Bir gün ashabına: “ Müslüman kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Onlar da: “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dediler.

Yeterince dikkat uyandırdıktan sonra: “ Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” buyurdu.

Sonra: “Mümin kimdir?” diye sordu. Ashap yine:

"Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler. Bunun üzerine şunları söyledi:

"Müminlerin canları ve malları hususunda kendisinden emin olduğu kimsedir."(3)

Allah Resulü (s.a.v.) soru sorarak ilgi ve merak uyandırıyor, dinleyenleri motive ediyor, ondan sonra anlatacaklarını anlatıyor.

İnsan ilgisizce dinlediği şeyi öğrenmez, hele uzun zaman aklında hiç tutmaz. Onun için eğiticilerin sorular sorarak, dinleyenleri motive etmesi çok önemlidir.

4. Anlatacaklarını Zamana Yaydı, Tedriç Kanununa Riayet Etti

Kainatta tedricîlik kuralı vardır. Her şey zaman içinde olgunlaşır. Bir fidan zaman içinde büyür, ağaç olur, meyve verir.

Dış dünyadaki bu gelişmeler, insanın iç dünyası ve karakter oluşumu için de geçerlidir. Zihin ve ruh eğitiminde de zamana ihtiyacımız vardır.

Mesela İslam'ın ilk yıllarında namaz, sabah ve akşam olmak üzere iki vakit olarak emredildi.(4)

Cenab-ı Hak, Müslümanları buna alıştırdıktan ve ruhen onları hazırladıktan sonra beş vakit namaz farz kılınmıştır.(5)

İçki yasaklanırken de zamana yayma metodu kullanılmıştır. Önce içkinin zararının faydasından çok olduğu anlatılmış, sarhoşken namaz kılınmaması istenmiştir. Böylece namaz vakitlerinde içki içilmemesi emredilmiş, daha sonra da içki bütünüyle yasaklanmıştır.

5. Örnekler Vererek Anlattı

Örnekleme, en iyi eğitim metotlarından biridir. Hikâyeler ve örnekler, çocukların aklında daha iyi kalır. Bu sebeple Aziz Nebi (s.a.v.), mesela namazın önemini güzel bir örnekle anlatmıştır:

"Ne dersiniz, birinizin kapısı önünde bir akarsu olsa sahibi orada günde beş defa yıkansa kirinden bir şey bırakır mı?"

Orada bulunanlar: “Hayır, kir diye bir şey bırakmaz.” dediler.

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.):

"Beş vakit namaz da işte böyledir. Onlarla Allah Teâlâ günahları siler, buyurdu."(6)

6. Öğretmek İçin Hikâyelerden Faydalandı

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), geçmiş dönemlerde olan hadiseleri de hikaye etmiş ve bu suretle sahabe-i kirama ders vermiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.) şu hadisi nakleder:

“Bir köpek, susuzluktan neredeyse ölecek durumda, bir kuyunun etrafında dolaşıp duruyormuş. İsrailoğullarından bir fahişe onu görünce hemen mestini çıkarıp başörtüsüne bağlamış ve bununla su çekip hayvanı sulamış. Bu sebeple günahları affedilmiştir.” (Müslim, Tevbe 155/2245)

“Bir kadın, bağlayarak ölüme terk ettiği bir hayvan sebebiyle cehenneme girmiştir. Onu hapsettiğinde ne bir şey yedirmiş, ne su vermiş, ne de yerlerdeki haşerelerden yemesine izin vermiş.”(7)

Hikaye ederek anlatılan bilgi, akılda daha kolay kalır ve geç unutulur. Çocuklarımıza dinî hikayeleri okumalı, tarihî olayları anlatmalı ve anlatmak istediğimiz birçok konuyu hikaye yoluyla vermeyi tercih etmeliyiz.

7. Çocukları Camiye ve İlim Meclislerine Götürdü

Yaparak ve yaşayarak öğrenme, en etkili öğrenme biçimidir. İnsan duyduğunu unutur, gördüğünü hatırlar, ama yaptığını öğrenir...

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), çocukları sık sık camiye götürürdü. Orada gördüğü başka çocuklarla da ilgilenirdi. Küçük torunu Ümame'yi omzuna alır, camiye gelirdi. Camideki cemaate namaz kıldırır, Ümame orada beklerdi.(8)

Namaz vakitlerinin yanı sıra cuma ve bayram namazlarında dahi Hz. Hasan ve Hüseyin camiye gelir, Peygamberimizi (asv) arar bulurlardı. Allah Resulü (s.a.v.) onlara hoşgörülü davranırdı.

Kimi zaman da Peygamberimiz (s.a.v.) torunlarını bizzat camiye getirirdi.

İbn Abbas (r.a.), Peygamberimizle birlikte bayram namazına gittiğini, orada namaz kıldığını ve Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) okuduğu hutbeyi dinlediğini anlatır.(9)

Peygamberimizin (s.a.v.), Abdullah bin Ömer, Ebû Said el-Hudrî gibi çocukları zamanın okulu olan Suffa'ya götürdüğü ve onların eğitim almasını sağladığı bilinmektedir. Suffa çocuk eğitimine cevap vermeyince Medine'nin çeşitli mahallerinde hazırlık okulu diyebileceğimiz okullar yaptırdı.

8. Çocuklara Sabırlı Olmayı Öğretti

Hayatta hepimiz başarılı ve mutlu olmak isteriz. Ancak zaferler, sabır neticesi elde edilir. Çalışmadan başarıya ulaşmak mümkün değildir. Üstelik dünya, imtihan dünyasıdır, rahat ve mutluluk yeri değildir. İmtihan sırasında insan mutluluk aramaz, ancak sınavı kazanırsa sevinir.

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak bize sabrı tavsiye eder ve sabır karşılığı cennete girileceğini müjdeler. “Sabırlarına karşılık cennet ve (giyecek olarak) ipek ihsan eder.” (İnsan, 76/12)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Sabreden zafere ulaşır.” buyurur.

9. Çocukları İşe Alıştırdı

Çocukları hayata hazırlamalı, onlara para kazanabilecekleri bir meslek ve bir sanat öğretmeliyiz.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde aşağı yukarı on yaşlarında olan Hz. Enes'i yanına aldı. Onunla on yıl boyunca ilgilendi. Bu zaman içerisinde yapabileceği birtakım işleri ona gördürdü. Bunu yaparken de onu hiç azarlamadı. Hep güler yüzle işleri yapmasını sağladı.(10)

Peygamberimiz (s.a.v.) çocuklara göre iş verirdi. Onlara yapabilecekleri şeyler söyler, ağır işleri onlara yaptırmazdı. Hayber Kalesi'nin fethi sırasında yol boyunca Enes (r.a.), Peygamberimize yardımcı oldu. Yolda konakladıkları vakit ufak tefek işlerde Enes (r.a.), Peygamberimize yardım etti.(11)

Bu şekilde iş yapmayı öğrenen çocuklar, hem kendi becerilerini geliştirir, hem başkalarına yardım etmeye alışır. Çocuklara fırsat vermek, yeteneklerini geliştirmelerine imkan tanımak gerekir. Yetenekleri gelişmiş olarak hayata hazırlanan çocuklar, ileride kendi başlarına hayatlarını sürdürebilirler. Önemli olan, bu beceriyi kazanmalarıdır.

10. Yumuşak ve Hoşgörülü Davrandı

Çocuk terbiyesinin temeli sevgi, şefkat ve hoşgörüdür. Çocukların yanlış yapması gayet doğaldır. Büyükler bile hata yapmaktadır.

Peygamberimiz (s.a.v.) hiçbir çocuğu dövmediği gibi, dayak ve şiddeti hiçbir şekilde eğitim metodu olarak tavsiye etmemiştir.

Dayak ve şiddet, başarıyı artırmadığı gibi, aksine çocuğun şiddet uygulayan öğretmen, anne ve babadan uzaklaşmasına yol açmaktadır. Şiddet uygulayan eğitimci sevilmemekte ve çocuklar üzerindeki etkisi azalmaktadır. Öğrenciler, dayak atan öğretmenden nefret etmektedirler.

Eğitimci sevdirmek, nefret ettirmemek, kolaylaştırmak zorundadır. Peygamberimiz (s.a.v.), bize sevdirmeyi ve kolaylaştırmayı tavsiye etmektedir.

Camiyi Kirleten Bedeviye Hoşgörü

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Bedevînin biri, Peygamberimiz (asv)'in mescidinin içinde küçük abdestini bozdu. Mescitte bulunanlar kızdılar, bağrıştılar, yerlerinden kalkıp adamın üzerine yürümeye başladılar. Nerdeyse adamı döveceklerdi... Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara şu emri verdi:

"Onu bırakın. İdrarını yaptığı yere bir kova su dökün ve temizleyin. Sizler kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil…"(12)

Hz. Aişe (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle dediğini nakleder:

“Şüphesiz ki Allah çok hoşgörülü ve yumuşaktır, her işte yumuşaklığı sever.”

11. Anlattıklarının Zihinlere Yerleşmesi İçin Sözlerini Tekrarladı

Eğitimde önemli konuların altını çizmek ve tekrarlamak, önemli bir öğretim metodudur. Çocuk, tekrarlanan şeylerin önemli olduğunu sezer. Bilgileri zihne yerleştirmek için sıkça tekrar ederiz. Tekrar sayesinde bilgiler kısa süreli hafızadan uzun süreli hafızaya aktarılır ve zihne iyice yerleşir.

Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.v.) ashaba yeni bilgiler öğretirken üç defa tekrarlamış ve önemli hususların zihinlere yerleşmesi için çalışmıştır. Ayrıca dinleyicilerin anlama kapasitesine göre de zaman zaman tekrar yapmak gerekir. Bazı dinleyici, anlatılanı bir kere dinleyince anlar, bazıları için, tekrarlamak gerekir

Enes (r.a.) der ki: “Allah'ın Elçisi (s.a.v.) bir cümle söylediği zaman, anlaşılıncaya kadar onu bazen üç defa tekrarlardı. Bir topluluğa uğradığı zaman onlara selâm verirdi. Konuştuğu zaman ne az ne de çok konuşurdu. Konuşurken ara yere lüzumsuz kelime koyarak sözü uzatmaz, daha iyi konuşma külfetine girmekten hoşlanmazdı.(13)

12. İnsanların Anlayabileceği Şekilde Konuştu

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), peygamberlerin konuşma tarzını şöyle anlatmıştır:

“Biz peygamberler, insanlara akıllarına göre konuşmakla emir olunduk.”(14)

Başka bir hadis-i şerifte şöyle bir tavsiyede bulunur:

“İnsanlara anlayabilecekleri şekilde konuşunuz.”

Hz. Ali (r.a.), “Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) çabuk konuşmazdı; her işitenin anlayacağı şekilde teker teker konuşurdu.” der. (Tirmizî, Menakıb 19/3642).

13. Çocuklara Öncelik Verdi

Zaman zaman Peygamberimizi (s.a.v.) ziyaret etmek isteyen gruplar çoğalır, kalabalıklaşırdı. Allah Resulü'ne (s.a.v.) ulaşmak ve onunla görüşmek için sıraya girmek gerekirdi. Böyle durumlarda Aziz Nebi (s.a.v.) çocuklara öncelik verirdi. Görüşmeyi düzenleyenlere şöyle emir verirdi:

“Çocuklar gelirse sakın onları bekletmeyin, hemen içeri alın!”(15)

Çocukluk döneminde hafıza, beyin, kişilik ve kimlik gelişimi hızlı cereyan etmektedir. Bu sürede çocuklarla ilgilenmek ve bu gelişime yardımcı olmak gerekir. Çocukların yetenekleri engellenmemeli, daha sen çocuksun, aklın ermez, otur, dinle gibi, pedagojik olmayan sözler ve davranışlarla çocukların zihinsel ve ruhî gelişimi durdurulmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.) çocuklarla ilgilendi, onları sevdi, onlara öncelik verdi ve onları geleceğe hazırladı. Çocuklarla ilgilenmek, onlara öncelik vermek, ruhî ve zihinsel gelişimlerine yardımcı olmak gerekir. İyi eğitimci, çocukları sınırlamak yerine onların gelişimine yardımcı olur.

14. İnsanı Değil, Davranışı Eleştirirdi

Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmişti; hep güzel sözler söyler, güzel işler yapardı. Çirkin ve kötü kelimelerin gönülleri çirkinleştirdiğini, bulandırdığını bilirdi. Bu sebeple ömrü boyunca dost veya düşman kimseye çirkin bir söz söylememiştir.

Allah Resulü (s.a.v.) kırıcı konuşmazdı. Kendisine kötü davranıldığı zaman bunu kişiselleştirmez, genelleme yapar ve düzeltirdi. Kendisine bir şikayet ulaşsa veya hatalı bir davranış görse yapanın yüzüne vurmazdı.

“İnsanlara ne oluyor, niçin şöyle söylerler veya böyle yaparlar!” diye konuşur, davranışın kötü olduğunu hissettirir, insanı kötülemez ve insana ağır gelecek söz söylemezdi.(16)

15. Çocuklara Yalan Vaatlerde Bulunmayı Yasakladı

Aldatılmak ve kandırılmak hiç kimsenin hoşuna gitmez. Peygamberimiz (s.a.v.), “Aldatan bizden değildir.” buyurur. Peygamberimiz (s.a.v.), çocukların aldatılmasını istemez, onlara doğruyu söylerdi.

Medine'de bir caddede yürürken bir kadının çocuğunu çağırdığını, fakat çocuğun annesini dinlemediğini gördü. Kadın, çocuğun eve gelmesini temin etmek için, “Eğer gelirsen sana şunları alacağım, bunları alacağım.” diyordu.

Peygamberimiz (s.a.v.), kadına yaklaştı:

“Gerçekten çocuğa vaat ettiklerini alabilecek misin?”

"Hayır, alamam." dedi kadıncağız.

Efendimiz (s.a.v.), kadını uyardı:

“Bilesin ki bu, yalan olarak yazılır!”

16. Çocuklarla Birlikte Oynadı

Efendimiz (s.a.v.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile ilgilenir ve onlarla oyun oynardı. Bir gün melek torunlar, dedelerinden kendilerine deve almasını istediler. Efendimizin deve alacak imkanı yoktu. Kendisi eğildi ve onlara şöyle dedi:

“Haydi binin! Bundan iyi deve mi olur?”(17)

Oyun, çocuğun en tabiî ihtiyacıdır. Oyun sayesinde çocuk, arkadaş edinmeyi, onlarla geçinmeyi öğrenir. Oyun oynarken birçok yeteneğini geliştirir. Kelime hazinesi zenginleşir. Birçok şeyi arkadaşlarından öğrenir, onlara öğrendiklerini öğretir.

17. Çocukların Hakkına Riayet Etti

Kur'an, adaletli olmayı emreder. Peygamberimiz (s.a.v.) insanlara adaletli davrandı. Çocukların hakkına riayet etti. Çocuktur, anlamaz, demedi.

Ashaptan Numan b. Beşir anlatıyor: Babam beni alıp Allah'ın Elçisi'ne (s.a.v.) getirdi ve şöyle dedi:

- "Ya Resulallah, ben bu oğluma bir bağışta bulundum. Bana ait bir köleyi ona verdim."
- "Bundan başka çocuğun var mı?"
- "Evet."
- "Hepsine buna bağışladığının bir benzerini bağışladın mı?"
- "Hayır."
- "O hâlde beni şahit tutma, çünkü ben haksızlığa şahitlik yapamam."

Sonra da şunu sordu:

- "Ya Beşir, çocukların hepsinin sana iyilikte bulunması, saygı göstermesi, eşit seviyede olmaları seni sevindirir mi?"
 "Evet, sevindirir!"
- "O takdirde birine verip diğerini neden mahrum bırakıyorsun?"

Efendimiz:

"Geri çevir." buyurdu.(18)

Ayrıca Aziz Nebi (s.a.v.), Beşir'e:

"Allah'tan korkunuz ve çocuklarınız arasında adalet ediniz." buyurdu.(19)

Böylece Peygamberimiz (s.a.v.), çocukları arasında adaletsiz davranan babayı uyardı ve onu evlatları arasında eşit davranması için ikna etti.

Hatta çocuklar arasında sevgiyi paylaşmada eşitliğe bile önem verdi.

Bir adam, Peygamberimizle (s.a.v.) beraber oturuyordu. Derken adamın küçük oğlu geldi, adam onu öptü ve kucağına oturttu. Sonra adamın küçük kızı geldi, onu da alarak yanına oturttu.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) adamı uyardı:

“Sen kız çocuğu ile oğlan arasında adaleti gözetmedin!”(20)

18. Çocuklara Temizliği Öğretti

İslam dini, temizliğe önem verir. Peygamberimiz (s.a.v.), “Temizlik imandandır.” buyurur.

Bir başka hadislerinde ise “Temizlik, imanın yarısıdır.” buyurur.(21) “Namazın anahtarı temizliktir.”(22)

Güzel şeyler çocuklara küçük yaşlarda öğretilirse, onlarda davranışa dönüşür ve alışkanlık hâline gelir. Bu sebeple Aziz Nebi (s.a.v.), çocuklara küçük yaşta temizliği öğretti ve alışkanlık hâline getirmelerini sağladı.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), “Sizden cumaya gelen yıkansın.” buyurmuş, büyüklere de yıkanmayı tavsiye etmiştir. Tırnak kesmeyi, koltuk altı ve etek kıllarını temizlemeyi tavsiye etmiştir. Çocuklarının saçlarını tıraş etmiş ve tıraş etmeyi tavsiye buyurmuştur.

Ağız ve diş temizliğine önem vermiş ve şöyle demiştir: “Misvak kullanın; çünkü o, ağzı temizler, Âlemlerin Rabbi'nin rızasını kazandırır. Cebrail her gelişinde bana misvak kullanmayı tavsiye etti, o kadar ki bana ümmetime farz kılınacak diye korktum!”(23)

19. Öğrettiklerini Yazdırdı

Hz. Peygamber (s.a.v.), öğrettiklerini yazdırdı. Hem nazil olan Kur'an ayetlerini yazdırdı -ki on beş tane vahiy katibi vardı- hem de söylediği hadislerin yazılmasını teşvik etti.

Abdullah bin Amr b. El-As, konuyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

Resulullah'tan (s.a.v.) duyduğum her şeyi ezberlemek için yazıyordum. Kureyş, beni bundan menetti. Resulullah (s.a.v.), kızgınlık ve sükûnet hâlinde konuşan birisi. Sen ondan işittiğin her şeyi yazıyor musun, dediler. Bunun üzerine yazmayı bıraktım. Daha sonra durumu Resulullah'a (s.a.v.) arz ettim. Eliyle ağzını işaret ederek şöyle buyurdu:

"Yaz, nefsim kudret elinde olan Allah'a ant olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz."(24)

Yazarak öğrenme, en iyi öğrenme şekillerinden biridir. Yazarken hem konuya dikkat toplanır, hem de daha sonra tekrarlanmak istenince elde metin bulunur.

20. Yabancı Dil Öğrenmeyi Tavsiye Etti

Beyin, karşılaştırarak öğrenir. Bir dili bilen, ikinci dili daha kolay öğrenir. Yabancı dil bilmek insanlar arası iletişimi kolaylaştırır. Yabancılarla anlaşmamızı, onlara kendi din, dil ve kültürümüzü anlatmamızı kolaylaştırır. Onlardan yeni şeyler öğrenmemizi sağlar. Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğ yapmak için yabancı dili kullanmıştır.

Şefkat Peygamberi (s.a.v.) bir gün Zeyd b. Sabit'e (r.a.), Yahudilere güvenmediğini, yazışmalar için onların dilini öğrenmeyi tavsiye etti. O da kısa sürede İbranice öğrendi ve yazışmalarda Peygamberimizin (s.a.v.) hizmetinde bulundu.(25)

21. Şekil Çizerek, Benzetmeler Yaparak ve Beden Diliyle Anlattı

Şekil ve resimlerle anlatılan bilgiler akılda daha iyi kalır. Sağ beyin yarım küresi, resim ve şekilleri fotografik hafızaya kaydeder ve kolay kolay unutmaz. Bu sebeple resim ve şekillerle, göstererek anlatmak, konuların daha iyi anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlar.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Cabir ile birlikte otururken toprağa şekil çizerek ona Allah'ın ve şeytanın yolunu anlattı. Cabir (r.a.), olayı şöyle anlatır:

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında otururken önüne bir çizgi çizdi ve "İşte böyle; bu, Yüce Allah'ın yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağına iki çizgi, soluna iki çizgi çizdi ve "Bunlar da şeytanın yollarıdır." buyurdu. Ardından elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu ayeti okudu:

"Dosdoğru yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara sapmayın. Allah, size bunları, sakınasınız diye tavsiye etmektedir." (Enam, 6/153)

22. Anlattıklarını Uyguladı, Yaşayarak Öğretti

En verimli öğretme metotlarından biri de “uygulamalı anlatım”dır. Yaparak ve yaşayarak öğrenileni insan kolay kolay unutmaz. Uygulamalı eğitim, en verimli öğretme biçimidir.

Bir gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), koyun yüzen bir delikanlıya rastladı. Ona:

- "Bak, sana öğreteyim." dedi. Elini deri ile et arasına sokup koltuk altına kadar vardırdı. Sonra da şöyle dedi:

– "Delikanlı, işte böyle yüz!"(26)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), abdestin nasıl alınacağını soran bir kimseye, bizzat abdest alarak gösterdi. Hatta bazı rivayetler, bunu üç defa yaptığını nakleder.(27)

Yaparak öğretme, hem göze hem de kulağa hitap eder; bu sebeple, öğretilenin akılda kalıcı olmasını sağlar. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu metodu sıkça kullanmıştır.

DİPNOTLAR:

1. Hafıza Gücünüzü Keşfedin, s. 191.
2. Peygamberimizin Hayatı, c. 2, s. 103.
3. Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, s. 81.
4. Hud, 114; Taha, 12.
5. Bakara 238; Kurtûbî, el-Camiü'l-Ahkami'l-Kur'an, 3. cilt, s. 210.
6. Buharî, Mevakit, 6; Tirmizî, Edep, 80.
7. Müslim, Birr, 151/2242.
8. Buharî, Salât, 156.
9. Buharî, İdeyn, 16; Peygamber Efendimizin Çocuklara Davranışları, s. 122.
10. Buharî, Nikah, 17; Peygamber Efendimizin Çocuklara Davranışları, s. 129.
11. Buharî, Cihat, 74; Peygamber Efendimizin Çocuklara Davranışları, s. 130.
12. Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, 1/165; Müslim, Taharet, 100; Buharî, Vudü 58.
13. İslam'da Aile Eğitimi, s. 482-483.
14. İslam'da Aile Eğitimi, s. 482-483.
15. Model İnsan Peygamber, s. 30.
16. Ebû Davud, Edep, 6; Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s. 277.
17. Model İnsan Peygamber, s. 50.
18. Buharî, Hibe 2/11, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 9/1623.
19. Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, 8/1133; Müslim, Hibat, 18.
20. Peygamberimizin Sünnetinde Çocuk Terbiyesi, s. 333.
21. Müslim, Taharet, 3.
22. Tirmizî, Taharet, 3.
23 İbn Mâce, Taharet, 7.
24. Ebû Davud, İlim 3/3646.
25. A.g.e., s. 166.
26. Davud, Taharet, 73; İbn Mâce, Zabaih, 6.
27. İbn Mâce, Taharet, 48.

66 Peygamber Efendimiz'in sünnetleri hakkında bilgi verir misiniz; sünnetin çeşitlerini yazar mısınız?

Sünnetin tarifine bir bakalım. Peygamberimiz (asm)'in yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh kitaplarında geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.

Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin (asm) yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (asm) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize (asm) uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama sübhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken, vb... günlük işlerimizi yaparken Peygamberimize (asm) uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vs...

İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok. Bir insan benim saçım, kaşım olmasa da olur demeyeceği gibi sünnetleri de yapmamamız gerekir gibi bir iddia da bulunmamalıdır. 

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

Sünnetlerin bazıları şöyledir:

İlk olarak sabah namazını vaktinde kılmaya özen göstermeliyiz. Bunu başarmak için erken yatmaya gayet dikkat etmeliyiz. Âlimlerimizin “Kendisi olmaksızın vacibin tamam olamadığı şey de vaciptir.” şeklinde sahih sünnetten tespit ettiği kâide doğrultusunda, sabah namazı gibi bir farzı edâ etmeye yardımcı olan “erken yatma” da vacip olmaktadır. Resûlullah (asm)’in yatsı namazından sonra dinî bir hacet olmaksızın geç yatılmasını kerih gördüğü yine sahih nakillerde açıktır.

Namaza vaktinde kalkmayla ilgili bazı uyarılara değinebiliriz:

- Günahları küçük görmemelidir. Şüphesiz bu, kalbin katılığındandır. Hasan Basrî Rahmetullahi Aleyh’e birisi gelir ve “Gece namaza kalkmayı çok istiyorum, ama bir türlü başaramıyorum?” dediğinde, O “Günahların senin elini kolunu bağlamış.” demiştir.

- Kalp, Müslümanlara kin beslemekten, bidatlardan ve dünya işlerine aşırı himmet göstermekten arındırılmalı.

- Allah için sevmeli, Allah için kızmalıdır. Ayrıca, Allah’a yakarmanın tadına varılmalı ki, iman kuvvetlensin.

- Resûlullah, sahabesini gece namazına teşvik etmiştir. Bir keresinde şöyle der;

“Abdullah ne iyi insandır. Bir de gece namaz kılsa.” (Sahihu’l-câmi).

Yine bir diğer hadiste,

“Farzlardan sonra en faziletli namaz, gece kılınandır.” (Müslim)

- Yemeğe başlarken “Bismillahdemek unutulduğunda “evvelinde ve ahirinde Allah’ın adıyla” anlamına gelen “Bismillahi evvelehu ve ahirahu” demelidir. Yemekten sonra da “Hiçbir güç ve kuvvetimiz olmaksızın bizleri yediren ve içiren Allah’a hamdolsun” anlamındaki “Elhamdülillahi’llezi et’amenâ ve seqa’nâ bilâ havlin minnâ ve lâ kuvveh” duası yapılır. (Doğru telaffuz için bilenlere danışmakta yarar vardır).

- Evden çıkarken de “Bismillah. Tevekkeltü ala’llâhi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” demelidir, bunun anlamı da şudur; “Allah’ın adıyla... Allah’a güvendim. Ancak, Allah’ın inâyetiyle güç ve kuvvet vardır.”

- Her işte helal ve harama dikkat etmeli, Resûlullah’ın sünnetine uymalıdır. Kişi tüm amellerinde Allah’tan korkmalı, sırf dünya için koşturmamalıdır. Resûlullah (asm)’in şu hadisi gerçekten ibret doludur;

“Allah, âhireti dert edinen kulunun kalbinde zenginlik kılar ve onun işlerini düzeltir. Dünya ona geldiğinde o yüz çevirir. Kim de dünyayı dert edinirse, fakirliği onun iki gözü arasına çakar, iki yakası bir araya gelmez ve dünyadan ancak ona takdir edilen nasibini alır.” (Sahihu’l-câmi)

- Namazları vaktinde kılmaya çok dikkat etmeli, namaz ve İslâmî yaşantıyı her şeyin üstünde tutmalıdır. Namazı vaktinden geçirmene uğraşan şeytanın vesveselerine fırsat verme. Camide cemaatle namaz kılma azmini kırmak için şeytan peşini bırakmaz ve namazdan vazgeçiremezse, vaktini geçirmene çabalar. 

- Allah’ın, işlerinin başını dünya edinenler için hazırladığı şiddetli cezaya düşmemek için, O’na ibadeti her şeyin üstünde tutmalıdır:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramaktan korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 9/24).

- Yerken, içerken, giyerken ve diğer her işte şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur,

“Kim, Allah için bir şey terk etse, Allah da daha hayırlısını ona geri verir.” (Sahihtir, Ahmed).

- Kötü ve uygunsuz söz ve davranışların tümü terkedilmeli, özellikle toplum içindeyken yumuşak ve alçak bir sesle konuş.

- Sana karşı kötülükte bulunana, iyilikle davranarak onu bağışla.

- Hizmette kusur etmiş olanları azarlama. Görevini hakkıyla eda et ve başkalarının hakkını koru.

- Çok gülmemeli, çoğunlukla tebessüm edilmelidir.

- Zayıf ve fakir kimselerin ihtiyacını gider. Ev işlerinde ehline yardımcı ol.

- İsraftan kaçınmak şartıyla, özellikle cuma günü ve bayramlarda giyime özen gösterilmeli.

- Şaka da olsa çirkin ve kötü sözden sakınarak, çok şaka yapmaktan kaçınmalı. Başkalarını güldürmek için de olsa yalan söz söylememeli.

- Kimseyi sevimsiz bir yüzle karşılama. İnsanlara ve hayvanlara karşı merhametli ol ki, Allah da sana merhamet etsin.

- Cimrilikten sakın. Bu, şüphesiz Allah’ın sevmediği bir davranıştır. Her işte israftan uzak dur.

- Öfke ve öfkeye yol açan durumlardan sakın. Kızdığında şeytandan Allah’a sığınmakta geç kalma.

- Kur'ân’ı anlayarak, düşünerek oku ve onu başkalarından dinle.

- Cesaretli olmalıdır. Kendi aleyhine de olsa hakkı söylemekten çekinme. Kimden gelirse gelsin nasihata karşı açık ol ve onu reddetme.

- Ehlin ve çocuklarına karşı adâletli ol. İlgi gösterirken ayırım yapma. Her durumda aralarında adâleti gözet, birine diğerinden daha fazla verme. Ve bütün işlerinde adâleti şiâr edin.

- İnsanların eziyetlerine karşı sabırlı ol, onları bağışla ki Allah da seni bağışlasın. Kendi nefsin için hoş gördüklerini diğer insanlar için de hoş gör.

- Aile efrâdınla, kardeşlerinle bir araya geldiğinde veya yanlarından ayrılırken onlara selâm ver, gönüllerini hoş tut.

- Her zaman selâm vermeyi ihmal etme...

67 Yemeklerden önce ve sonra elleri yıkamak sünnet midir?

Selman (r.a)'den şöyle rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben Tevrat'ta, "Yemeğin bereketi, yemekten önce elleri ve ağzı yıkamaktır." (sözünü) okumuştum. Bunu Peygamber (asm)'e anlattım. Bunun üzerine (Hz. Peygamber):

"Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır." buyurdu. (Tirmizî, Etime 39; Ahmed b. Hanbel, 1/441) 

Bu hadis-i şerif yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söyleyen Hanefîlerin delilidir. Aliyyü'l-Kârî'nin açıkladığı gibi Hz. Peygamber (asm), "Yemekten ön­ce elleri yıkamak fakirliği, yemekten sonra yıkamak da cinneti önler." bu­yurmuştur. Bu, bütün peygamberlerin sünnetidir. Bu bakımdan Hanefî uleması yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.

Bu konuda Dürrü'l-Muhtâr isimli eserde, "Yemeğin sünneti yemek­ten önce Besmele çekmek, yemekten sonra Elhamdülillah demektir." diye kaydedilmiştir. Mülteka isimli eserde de bunlara, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması da ilave edilmektedir. 

Avnü'l-Mabud yazarının dediği gibi, her zaman kirlenmeye ve mikrop kapmaya müsait olduğundan, yemekten önce ellerin yıkanması, yemeğin vü­cuda yaraması yönünden çok lüzumludur.

Yemek esnasında yağlanmaları ve yemeğin bulaşması kaçınılmaz oldu­ğu için de yemekten sonra ellerle birlikte ağzı yıkamakta da çok büyük fay­dalar vardır.

Binaenaleyh, bu sünnete uyularak yenen yemekte bereket olur. Bu şekil­de yenen yemek nefsin sükunet bulmasına yardımcı olduğu gibi, ibadete koşmasına da sebep ve yardımcı olur. Ayrıca bu şekilde yenen bir yemeğin, yi­yenlerin doymasına yetecek kadar maddeten artması da söz konusudur.

Şu halde, bu sünnete uymak, hem maddi hem de manevi nice bereketlere vesile olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı hakkında...

68 Misvakın faydalı olduğunu gösteren ilmi araştırmalar var mıdır?

Doğal Çubuklar veya Çiğneme Çubukları (Chewing Sticks)

Dünyanın çeşitli yerlerinde değişik ağaçlardan elde edilen çiğneme çubukları, mahallî isimleriyle ağız temizliğinde kullanılır. Çiğneme çubuklarını ilk defa Babiller’in kullandığı söylenir. Daha sonra Yunanlılar, Romalılar, Yahudiler, Mısırlılar ve Müslümanlar tarafından da kullanılmıştır.

Orta Doğu ülkelerinde çiğneme çubuklarının en büyük kaynağı Arak (Salvadora Persica) ağacıdır. Batı Afrika'da limon (citrus aurantafolia) ve portakal (citrus sinensis) ağaçlarından elde edilen çiğneme çubukları Amerika’da sinameki (cassia sieberianba) köklerinden elde edilir. Sarısalkım (cassia sieberianba) denen ağaç da bazı bölgelerde kullanılmaktadır (Sierra Leone).

Bizim ülkemizde de Arak ağacından elde edilen ve misvak diye bilinen çiğneme çubuğu kullanılmaktadır. Arak veya Salvadora persica diş fırçası ağacı (tooth brush tree) olarak da adlandırılır. Misvak, İngilizce doğal diş fırçası (the natural tooth-brush) olarak da anılır. 12-15cm’lik çubukların 2cm kadar uç kısmının kabuğu soyularak bu kısım su içine konur. Birkaç saat suda bekletildikten sonra çıkarılır, dişler arasında lif haline gelene kadar çiğnenir. Fırça kılları gibi lif lif olunca kullanılacak hale gelir. Bu işlemden dolayı yanlış olarak çiğneme çubuğu diye adlandırılır. Aslında bu terim yanlıştır. Çünkü misvak çiğnenerek değil, fırça gibi kullanılır.

İslam dini açısından misvak, Hanefi Mezhebi'ne göre abdestin Şafii Mezhebi'ne göre ise namazın sünnetidir. Yani kullanılması sevaptır. Yine İslam dinine göre diş sağlığının yanı sıra birçok fizyolojik faydaları da vardır.

Dişle İlgili Faydaları:

Dişetlerini kuvvetlendirir, etkili bir şekilde plağı uzaklaştırır, dişleri beyazlatır, çürükleri önler, dişleri temizler ve beyazlatır, kötü kokuyu giderir, diş ağrılarını giderir.

Fizyolojik Faydaları

Tat duyusunu geliştirir, zihni ve zekayı kuvvetlendirir, sindirime yardımcı olur, görmeyi kuvvetlendirir, vücudun bütününe faydası vardır, sürekli kullananların yüzlerine parlaklık verir.

Bilimsel Olarak Misvakın Yararı Üç Şekilde İzah Edilir:

Fibrillerin mekanik etkisi, misvaktan salgılanan kimyasal maddelerin etkisi ve bu ikisinin kombinasyonu şeklinde açıklanır.

Misvak, kalem tutar gibi veya fırça tutar gibi tutularak kullanılır. Fırçadan daha uzun süreli tatbiki söz konusudur (beş-on dk.). Yukardan aşağı hareketler şeklinde kullanıldığından, dişlerin fasiyal yüzleri daha iyi temizlenir.

Kimyasal analizi, misvakın trimethylamine, salvadorine, chloride, fluoride, silica, sulphur, vitamin C, saponins tannins, flavenoids ve steroller gibi çeşitli oral sağlığa faydalı maddeler içerdiği rapor edilmiştir.

Bazı Çalışma Sonuçları

Gazi ve arkadaşları, misvakın günde beş kez kullanılmasıyla plak birikiminin etkili bir şekilde azaldığını rapor etmişlerdir. Darout ve arkadaşları, misvak içerisinde (sulu özlerinde) chloride, sulphate, thiocyanate ve  nitrate gibi bazı antimikrobiyal aniyonik bileşiklerin olduğunu bildirmişlerdir.

Elvin-Lewis misvakın antimikrobiyal etkisini tükürük peroksidaz içermesine bağlar.

Tükürük örneklerinde Streptococcus mutans’ın misvak kullananlarda fırça kullananlara göre daha da azaldığı bildirilmiştir. Ayrıca misvağın, içerdiği kloritten dolayı, tükürük pH ‘sını da düşürdüğü rapor edilmiştir.

Bu stikler (misvak çubukları), dişlerde meydana gelen plağı hem mekanik olarak, hem de plağı teşkil eden maddelerle kimyevi reaksiyona girmek suretiyle temizliyor. Bu çubukların dişleri beyazlatan ve koruyan florür, silikon, alkoloidler, uçucu nebati yağlar, reçine, sakızlar, taninler ve antrakinonlar ihtiva ettiği, dişleri temizlemenin yanı sıra diş etlerini stimüle edip, şişme ve kanamaları iyileştirdiği anlaşılmıştır.

Dünya Sağlık Örgütü, 1987 senesinde, oral hijyen uygulamalarında misvakı fırçaya alternatif bir araç olarak kabul eder ve tavsiye eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

MİSVAK.

Acaba dil fırçalanır mı; Peygamberimiz dilini misvaklar mıydı?

Kaynaklar:

1. Wu CD, Darout IA, Skaug N: Chewing sticks: timeless natural toothbrushes for oral cleansing. J Periodont Res 2001; 36: 275-284.
2. Almas K.. The Effect of Salvadora Persica Extract (Miswak) and Chlorhexidine Gluconate on Human Dentin: A SEM Study. J Contemp Dent Pract 2002 August;(3)3: 027-035.
3. Almas K, Al-Zeid Z. The Immediate Antimicrobial Effect of a Toothbrush and Miswak on Cariogenic Bacteria: A Clinical Study J Contemp Dent Pract 2004 February;(5)1:105-114.
4. Darout IA, Albandar JM, Skaug N, Ali RW. Salivary microbiota levels in relation to periodontal status, experience of caries and miswak use in Sudanese adults. J Clin Periodontol 2002; 29: 411–420
5. Darout IA, Albandar JM, Skaug N. Periodontal status of adult Sudanese habitual users of miswak chewing sticks or toothbrushes. Acta Odontol Scand 2000;58:25-30.
6. Tubaishat RS, Darby ML, Bauman DB, Box CE. Use of miswak versus toothbrushes: oral health beliefs and behaviours among a sample of Jordanian adults Int J Dent Hygiene 3, 2005; 126–136
7. Al.lafi T, Abahneh H. The effect of the extract of the Misvak(chewing sticks) used in Jordan and the Middle East on oral bacteria. International Dental Journal 1995; 45: 218-222.
8. Recently, the World Health Organization(WHO) has recommended and encouraged the use of these sticks as an effective tool for oral hygiene. 7. literatür.

69 Türbe ve kabir ziyaretleri hakkında dinimizin ölçüleri nelerdir?

Kabir Ziyareti:

Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber (asm), çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır. (Buhârî, Cenâiz, 7, Ahkâm, ll; Müslim, Cenâiz, 15). Diğer yandan Hz. Âîşe (ra)'nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr'in kabrini ziyaret ettiği nakledilir (Tirmizi, Cenâiz, 61).

Hz. Peygamber (asm), henüz kader inancının kökleşmediği ve cahiliye alışkanlıklarının devam ettiği dönemde kabir ziyaretini bir ara yasaklamış, ancak bunu daha sonra serbest bırakmıştır. Hadiste şöyle buyrulur:

"Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz." (Müslim, Cenâiz, - 106, Edâhi, 37; Ebû Dâvud, Cenâiz 77, Eşribe, 7; Tirmizi, Cenâiz, 7; Nesaî, Cenâiz, 100; İbn Mâce, Cenâiz, 47; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 452, III, 38, 63, 237, 250, V, 35, 355, 357).

Hz. Peygamber (asm)'in kabirleri çok ziyaret eden kadınlara lânet ettiğini bildiren hadisler (Tirmizi, Salât, 21; Cenâiz, 61; Nesaî, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 49), ziyaret yasağı olan döneme aittir. Tirmizi bunu açıkça ifade etmiştir (Tirmizi, Cenâiz, 60). Hz. Âîşe ve İbn Abdilberr bu görüştedir.

Hanefilerin sağlam görüşüne göre, saç baş yolma, ağlamayı tazeleme gibi aşırılıklar olmamak şartıyla, kadının kabir ziyareti caiz görülmüştür. Çünkü hadislerde yer alan ruhsat, kadınları da kapsamına almaktadır. (Tirmizi, Cenâiz 60, 61; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 242).

Kabir ziyaretinin, tarihi akış içinde, ölülerden yardım istemek, hatta tapılmak için de yapıldığı görülmektedir.

İslâm'ın başlangıcında Hz. Peygamber (asm)'in kabir ziyaretlerini yasaklamasının sebebi bu idi. Yahudi ve Hristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibadet yeri edinmişlerdi. Cahiliyye devrinde kabirlere secde ediliyor, putlara tapılıyordu. Putperestlik, büyük tanınan kimselerin heykellerine saygı ve ta'zim ile başlamış, neticede bu saygı putlara ibadete dönüşmüştü. İslâm Dininin gayesi tevhid akidesini (Allah'ı yegane hâlık ve müessir tanıyıp yalnızca ona ibadet etmeyi) kalblere yerleştirmekti. Önceleri Hz. Peygamber (asm) bu sebeple tehlikeli gördüğü kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat tevhid inancı gönüllere iyice yerleşip müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, kabir ziyaretine izin verilmiştir.

Çünkü kabir ziyaretinde, hem hayattakiler, hem de ölüler için faydalar vardır. Resulullah (asm) Mekke seferi sırasında annesi Amine'nin kabrini ziyaret ederek ağlamış, etrafındakileri de ağlatmış ve Müslümanların kabirleri ziyaretine de izin verilmişti. (İbn Mâce, Cenâiz 48; Nesâf, Cenâiz; 101;Müslim, Cenâiz, 36; Ebû Dâvud, Cenâiz, 77). Bu izin hatta ziyareti teşvik konusu meşhur rivayetlerle sabittir. (İbn Mâce, Cenâiz, 47; Tirmizî, Cenâiz, 60).

Kabir Ziyaretinin Faydaları

a) İnsana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar. (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; İbn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145).

b) İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir. (İbn Mâce, Cenâiz, 47).

c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber (asm)'in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber (asm)'in ve Allah'ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte;

"Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur." (Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu'l-Usûl, II, 190). buyurulmuştur.

d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur.

Ziyaretin Ölüye Faydası

a) Özellikle anne, baba diğer akraba ve dostların kabirleri, ruhları için Allah'a dua ve istiğfar etmek amacıyla ziyaret edilir. Ölüler adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının onlara ulaşacağı sahih hadis ve icmâ delili ile sabittir. Ölüler ziyaret edilirken, onların ruhları için Allah'a dua edilir, Kur'an okunur, yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Kabre ağaç dikmek sevabtır. Dikilen ağaç ve bitkinin ölünün ruhundan azabın hafifletilmesine sebep olacağına dair hadisler vardır. Hristiyanların yaptığı gibi kabre çelenk götürmek mekruhtur.

Dua ve istiğfarın ölülerin ruhları için faydalı olacağına şu ayet-i kerime de delâlet eder:

"Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden önce geçmiş olanları yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma." (Haşr, 59/10).

Bu konuda varid olan pek çok hadis vardır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 509; VI, 252; İbn Mâce, Edeb).

b) Ölünün dirileri işitmesi. Kabir ziyareti sırasında konuşulanları kabirdeki kişinin duyduğu ve verilen selâmı aldığı hadislerle sabittir.

Abdullah b. Ömer (r.a)'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (asm) Bedir gazvesinden sonra yerde yatan Kureyş büyüklerinin cesetlerine karşı: "Rabbinizin va'dettiği azabın doğru olduğunu anladınız mı?" diye seslenmişti. Hz. Ömer (ra)'in: "Ey Allah'ın Resulu! Bu duygusuz cesetlere mi hitap ediyorsunuz?" demesi üzerine, Resulullah (asm) şöyle buyurmuştur: "Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz. Fakat bunlar cevap veremezler." buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, II, 121). Bu konuda Hz. Aişe (ra)'den, ölülerin işitmesi yerine, Resulullah (asm)'ın; "Gerçeği ölünce şimdi daha iyi anlarlar. Nitekim Cenâb-ı Hak'da: "Habibim sen, sözünü ölülere duyuramazsın." hadisi nakledilmiştir. Ancak çoğunluk İslâm bilginleri bu konuda Hz. Âîşe'ye muhalefet etmişler, başka rivayetlere uygun düştüğü için yukarıda zikrettiğimiz Abdullah b. Ömer'in hadisini esas almışlardır. (bk. ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV, 580).

Ziyaretin Âdabı

Ziyaretçi mezarlığa varınca yüzünü mezarlara döndürerek Peygamberimizin (asm) dediği gibi şöyle selâm verir:

"Ey müminler ve Müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size âfyet dilerim." (Müslim, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 36).

Hz. Âîşe (ra)'nin rivayetinde anlam aynı olduğu halde ifade biraz farklıdır. Tirmizi'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde Resulullah (asm) bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:

"Ey kabirler ahâlisi, size selâm olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)." (Tirmizi, Cenâiz, 58, 59).

Kişi, tanıdığı bir kimseye kabrinin başından geçerken selâm verirse, ölü selâmını alır ve onu tanır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selam verirse, ölü, selâmını alır. (Gazzâli, İhyau Ulûmi'd-din, IV, Ziyâretü'l-Kubur bahsi).

Kabir ziyareti sırasında mezarda namaz kılınmaz. Kabirler asla mescid edinilmez. Kabre karşı da namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere mum dikmek ve yakmak caiz değildir (Müslim, Cenâiz, 98; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Salât, 236).

Boş yere para harcandığı için, ya da kabirlere tazim için buralarda mum yakılmasını Hz. Peygamber (asm) yasaklamıştır. Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur. (Müslim, Cenâiz, 33; Tirmizi, Cenâiz, 56).

Kabirde ziyaretle bağdaşmayan edep dışı ve boş söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevâzı bir durumda bulunmak gerekir (Nesâî, Cenaiz, 100; Tirmizî, Cenaiz, 46). Kabirlere, küçük ve büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir. (Nesaî, Cenâiz, 100; ibn Mâce, Cenâiz, 46). Kabristanın yaş ot ve ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabir yanında kurban kesmek Allah için kesilse bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımım elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir; ibadet ise yalnız Allah'a mahsustur. Kabirler Kâbe tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilmez. Ölülerden yardım istemek ve bunun için mezar taslarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye yarar sağlamaz. Bazı kabir ve türbelerin hastalıklara şifalı geldiğine inanmak ve bunların taş, toprak ve ağaçlarını kutsal saymak İslam'ın tevhit inancı ile bağdaşmaz.

Diri veya ölü olsun salih kimseleri Allah'tan bir şey istemek için aracı kılmaya "tevessül" denilir. Kabirde kişinin başkasına bizzat bir fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. ibn Teymiyye ve taraftarlarına göre Allah'tan bir şey isterken peygamber bile oka salih kulları aracı kılmak haram, hatta şirktir. Çoğunluk İslâm âlimlerine göre ise Allah'tan bir şey isterken salih zatları aracı ve esile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Meselâ "Hz Muhammed hakkı için, onun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine getir." demek, duaların kabulüne vesile olur.

Hanefi ve Malikilere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir. Şafiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir. Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir (Abdurrahman el-Ceziri, el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbea, I, 540).

TÜRBE:

Türbe; ziyaret olunan mezar, Müslümanlardan, büyük âlim, velî, hükümdar, hükümdar zevcesi ve çocukları, emir, vezir ve komutanların kabirleri üzerine inşa edilmiş, üzerleri özellikle kubbelerle örtülü bina. Müslüman olmayanların kabirleri üzerine yapılmış binalara türbe denilmiş. İslâm büyüklerinin üstü açık olan mezarlarına da onlara hürmeten türbe denir. İran ve Azerbaycan'da türbeye, sonundaki tâyı telaffuz ederek "türbet" derler. Hz. Fatıma (r.a) babasının (asm) mezarını ziyaret ederken şöyle demişti: (...)

Hz. Fatıma (ra) bu sözünde Kabr-i Şerif için Türbet'e Ahmed sözünü münasip görmüştü. Hz. Fatıma'nın Kabr-i şerifin başında söylediği nazmın tamanının anlamı şöyledir:

"Ahmed Aleyhissalatü vesselamın Kabrinin toprağını koklayan kimseye ne olur? Ona ömür boyunca miskü-anber gibi güzel koku koklamamak lazım gelir. Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, onlar gündüzlerin üzerine dökülselerdi, belki gece olurlardı." (Kastallanî, Mevâhibü'l-Ledünniye, Mısır 1281, II, 501).

Fakat, Hücre-i Saadete (Hz. Peygamberin Kabr-i şerifine) hürmeten ve tebcilen türbe denilmeyip "Ravza-i Mutahhare, Kubbetü'l-Hadrâ" isimleri verilir.

Peygamberimiz (asm) bazı hadislerinde kabirler üzerine bina ve mescidler yapılmasını yasaklamıştır (bk. Buhârî, Cenaiz, 69; Müslim, Cenâiz, 31-32, Mesâcid 63; Ebu Davud, 76; Neseî, Cenaiz 295, 339, 299). İslam alimlerinin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Kabir üzerine, ev, türbe, kümbet, medrese veya mescid ya da duvarlı oturma bahçesi yaptırmak, eğer bunlarla ziynet ve övünmek kastedilmiyorsa mekruh olmakla beraber haram olmaz; eğer, övünme ve ziynet kastedilirse haram olur. Umuma aid olan mezarlıkta türbe yaptırmak meşru değildir. Eğer, mezar müteveffanın mülküne dahil ise, onun üzerine türbe yaptırmak mekruh olur [bk. Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkh Ale'l-Mezahibi'l-Erbea, Kahire (t.y) I, 536].

Ancak bir kısım İslâm âlimleri meşayih, ulema, hükümdar ve hükümdar eşleri ve çocuklarının üzerine türbe yapılmasını caiz görmüşlerdir. Türbelerin yapıldığı yerde, bunun gibi bina ve kubbeler çok olup, bunlar ölenlerin isimlerinin bilinmesi ve tanınmalarından başka, onlara prestij ve buna benzer bir hürmet ve saygıya sebep olmayacaksa, böyle zamanlarda türbe ve kubbe inşasının caiz olduğuna fetva veren alimler bulunmuştur (Hasen el-Idvî, Meşâriku'l-Envâr, Mısır, 1316/26).

Müteveffanın ismi ve yattığı yer bilinsin diye taş gibi bir alamet dikilmesinin gerekli olduğunda (Vahhabiler hariç), ittifak edilmiştir.

Mezarlarda ölünün isminin ve yerinin unutulup kaybolmaması için mezar taşı dışında lüzumsuz, süsleme ve yapılardan kaçınmak lazımdır. Mezarlara yapılacak masraflar, ölüden ziyade dirilere layıktır. Bunların (ağaç dikmek hariç) ölülere hiçbir faydası olmaz.

(Muhiddin BAĞÇECİ - Mefail HIZLI)

(bk. Şamil İ.A., Kabir Md.)

70 Bid'at konusunda bilgi verir misiniz? Bid'at nedir? Tüm bid'atlar haram mıdır; iyi niyetli bidatlar da mı haram?

Hz. Peygamber (asm) ve ashâb-ı kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar.

Bid'atın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı, İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır.

Kimi âlimlere göre bid'at, Hz. Peygamber (asm)'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve sünnete muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şeylere bid'at-i hasene (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ismini vermişlerdir. Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır. Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur'ân ve sünnetin anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir. (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I/133).

Bid'ati bu şekilde tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve sünnete muhalif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz. Ömer (ra)'in şu sözünü ileri sürerler:

Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'in, (r.a.) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (asm) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: "Bu ne güzel bid ât"demiştir. (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b. e!Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125).

Diğer âlimlerin bid'at tarifleri ise şöyledir: Hz. Peygamber (asm)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir. (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II/248).

Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir. Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve sünnette dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz. Rasûlullah (asm), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır:

"Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attir; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler."(Müslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7).

Huzeyfe b. el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte:

"Allah bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar." (İbn Mace, Mukaddime, VII//49).

Bu ikaz karşısında Müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır. Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur:

"Allah, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez." (bk. age.).

Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır.

Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid'attir. Ancak ikinci grup âlimlerin bid'atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir. Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur'an ve sünnette dayanakları vardır.

Şu da bir vakıadır ki, birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara karşı çıkmış ve hemen hemen her ictihada bid'at demeye başlamışlardır.

Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak, her ne kadar Hz. Peygamber (asm)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir.

Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır. İtikadî konularla ilgili olanlara "itikadî bid'atler", iş ve hareketle ilgili olanlara da "amelî bid'atler" denir. Ayrıca mahiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Bid'atın sınırları nelerdir?..

71 Yatmadan önce yapacağımız sünnetler ve yapacağımız hazırlıklar nelerdir?

Nebe’ sûresinde meâlen, “Uykunuzu size bir dinlenme vasıtası yaptık.”1 buyuran Yüce Rabbimiz, uykunun bir nimet olduğunu bildirmektedir.

Uyku bir istirahat vasıtası, gün boyu yorulan vücut makinasının dinlenmesine yardımcı olması, bir sonraki güne daha zinde ve canlı bir şekilde başlanmasına vesile olduğu için nimet olmuştur. Ancak bu nimeti yerli yerinde kullanmak lâzımdır. Çünkü uykuyu ihtiyacımız miktarınca ve yeterince kullanmadığımız zaman pekçok nimetten mahrum kalabilmekteyiz. Bundan dolayı, bir gaflet ânı olan uyku vaktini iyi ayarlamamız, ondan ancak ihtiyacımız kadarıyla istifade etmemiz gerekmektedir.

Bir hadis-i şerifte, uykuyu ölümün küçük kardeşi olarak vasıflandıran Peygamberimiz (a.s.m.), bundan dolayı uyku ve ölümün Cennette bulunmadığını da ifade ederler.2 Birkaç saat için maddî olarak dünya ile alâkamız kesildiğinden dolayı da uyku, “küçük ölüm” olmakta değil midir? İşte ölüme böyle bir benzerliği olan uykuya dalmadan önce, o ânımızın ibadet içinde geçmesi için hazırlıklı bulunmamızda fayda vardır. Bu durumda, nasıl ölmeden önce mümkün oldukça dua, ibadet ve zikirle ona hazır olmaya çalışıyorsak, uykudan önce de aynı şekilde hazırlıklı davranmamız gerekir. Çünkü uyuduktan sonra tekrar uyanabileceğimize dair garantimiz yoktur.

İşte, uyumadan evvel neler yapılması gerektiğini, nasıl bir hazırlık icap ettiğini Peygamberimiz (asm)'in tatbikî sünnetinden öğreniyoruz. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yatağa girmeden önce abdest alır, bazı duâlar okur, cephesi kıbleye gelecek şekilde sağ avucunu sağ yanağına koyar, İlâhî tefekkür ve zikir içinde mânâ âlemine dalardı. Seher vakti de erkenden kalkar, huzur ve hüşû içinde Rabbinin dergâhına yönelirdi. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in uyku ânı bizimki gibi değildi. Onun gözleri uyusa da kalbi uyumaz, gaflet içinde bulunmazdı.

Peygamberimizin (a.s.m.) uykuya nasıl hazırlandığını ve ümmetine bu hususta neler tavsiye ettiğini bizzat hadis-i şeriflerin meâlerini vererek anlamaya çalışalım: 

Hz. Âişe anlatıyor:

“Resulullah (a.s.m.) Felâk ve Nâs Sûrelerini (Kul eûzu’leri) okur, ellerine üfler, daha sonra ellerini bedeninin her tarafına sürerdi."3

Berâ bin Âzib, Peygamberimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Yatağına gireceğin vakit, namaz için aldığın abdest gibi abdest al. Sonra cephen kıbleye gelecek şekilde sağ tarafına yat. Sonra şöyle duâ et: 'Allah’ım, senin rızanı dileyerek ve senin azabından korkarak kendimi sana teslim ettim. Sırtımı sana dayadım. Bütün işimi sana hâvale ettim. Senin azabından, ancak senin rahmetine iltica edilir. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine de iman ettim.' Bunlar son sözlerin olsun. Sen böyle söyledikten sonra, eğer o gece ölürsen fıtrat (İslâm dini) üzerine ölürsen. Şayet sabaha kavuşursan çok hayır kazanmış olarak sabaha ulaşmış olursun.”

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.m.) yatağa girmeden önce şöyle duâ ederdi:

“Allah’ım! Ey göklerin, yerin ve büyük Arşın Rabbi! Ey bizim ve her şeyin Rabbi! Ey taneyi, çekirdeği yaratan Allah’ım! Tevrat, İncil ve Furkan’ı indiren Allah’ım! Hükümdarlığın altında bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırım. Allah’ım, Evvel sensin, senden önce hiçbir şey yoktur. Âhir de sensin, senden sonra hiçbir şey yoktur. Zâhir sensin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Batın da sensin, senden gayrı hiçbir şey yoktur. Borcumuzu kolayca ödememizi nasip et. Bizi fakirlikten kurtarıp zenginleştir.”5

Uyku saatini bu şekilde değerlendiren bir mü’minin, artık sabaha kadar geçen vakti nurlu, bereketli ve sevaplı olacaktır.

Dipnotlar: 

1. Nebe Sûresi, 9.
2. el-Aclûnî. Keşfü’l-Hafâ, 2: 329. Hadis No: 2868.
3. İbni Mâce, Duâ: 15.
4. Müslim, Zikir: 56; i, Duâ: 15.
5. İbni Mâce, Duâ: 15; Müslim, Zikir: 61.

(Mehmed Paksu - İbadet Hayatımız)

72 Sağ elle yemenin veya sol el ile yememenin ne gibi hikmeti olabilir?

- İslam dini bir edep ve disiplin dinidir. Sağ ile sol elin kullanılması da bu disiplinler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bunları şöyle açıklamak mümkündür:

Sağ kavramı güzel şeylerin, sol kavramı ise, kötü şeylerin bir sembolüdür. Örneğin;

- Allah’ın kudreti için sol değil, sağ ifadesi kullanılır:

“Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak sağ elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.”(Zümer, 39/67)

- Kötü kimsenin amel defterleri sol eline, iyi kimsenin amel defteri ise sağ eline verilir.

“Hesap defteri sağ tarafından verilen neşelenir ve: 'İşte defterim! Buyurun okuyun, inceleyin! Zaten ben hesabımla karşılaşacağımı biliyordum!' der. O artık mutluluk veren bir yaşam içindedir. Çok güzel ve pek kıymetli cennet bahçelerindedir.”(Hakka, 69/19-22);

“Ama hesap defteri sol tarafından verilen kimse: 'Eyvah der, keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı bilmez olaydım! N’olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı!..'”(Hakka, 69/25-27).

- Evrenin bütün unsurları -ki hepsi de güzel ve harika bir ilahî sanat eserdir- sağdan sola hareket etmektedir. Atomlardan yıldızlara, güneşlerden sistemlere her şey bu mümtaz kanuna bağlıdır. 

- İnsanın amellerini yazan “kiramen kâtibin” meleklerinden iyilikleri yazan sağ omuzda ve amir durumunda, kötülükleri yazan ise sol omuzda ve memur durumundadır. 

- Cami gibi kulluk görevinin yapıldığı güzel bir mekâna girerken sağ ayak ile tuvalete girerken sol ayak ile girilir. 

- Kâbe tavaf edilirken, sağdan sola hareket edilir.

- Bunun gibi, yemek yerken sağ, taharet alınırken/temizlenirken sol elin kullanılması da bu genel prensiplere tevfik-i hareket etmektedir.

- Öyle anlaşılıyor ki, İslam dininde teşrii/Kur’anî, nebevî prensipler, kâinatta cari olan tekvinî/ontolojik prensiplerle uyum içerisindedir. Bu da İslam dininin fıtrat dini olduğunun başka bir göstergesidir. 

“Resulüm! O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt. Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini/yaratışını kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.”(Rum, 30/30).

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamiyet'te neden sağ tarafın fazileti vardır? Örneğin sağ tarafa selam vermek, yemek yerken sağ eli kullanmak...

Bir yere girerken sağ ayakla girmek, sol ayakla çıkmak gibi sağ taraftan başlamakla ilgili konuların sünnette yeri var mıdır?

73 "Selamün aleyküm" demek yerine yalnızca "selam" veya "merhaba" demek caiz olur mu? "Merhaba" ifadesi selam yerinde kullanılabilir mi?

En evlası selam sözünü tam olarak ve örfe uygun şekilde ifade etmektir. Ancak yazışmalarda kısaltılarak kullanılması da günah değildir. Bu kısaltma selam manasını hatırlatıyorsa selam verilmiş olunur.

"Merhaba" da, yerine göre selam yerine kullanılabilir. Ancak önce selam verilip sonra merhaba denmesi daha uygun olur. Çünkü selam sözünde ayrı bir hususiyet vardır. Selam, karşıdakine dua etmektir. Bu kelamı kullanan sevap kazanmaktadır.

Sadece "Selam!.." denmesi de caizdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sözle değil de, başla, işaretle selâm verildiği takdirde ‘Aleykümüsselâm’ denilir mi?

74 Elle yemek mi çatal kaşıkla yemek mi uygundur?

Dinimizde yemekten önce ve sonra elleri yıkamak sünnettir. Bu temizliğe dikkat etmeyen bir kimsenin yemekte çatal kaşık kullanması daha uygun olur. Bazı kültürlerde elle yemek adaba aykırı kabul edilmektedir. Bilmeyenler için islam hakkında yanlış bir izlenim bıraktığında bu sünneti yapmamak daha uygun olur. Çünkü sünnetin dereceleri vardır. Maslahata binaen bazı sünnetlerin terkedilmesinin zararı yoktur.

Müslümanların yaptıkları hatalar dinde aranmamalıdır. Hata, islam'a hakkıyla uymamaktan kaynaklanmaktadır.

Fıkıh kitaplarında geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi.

Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin (asm) yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (asm) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir. 

Şu hâlde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize (asm) uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama sübhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken, vb.. günlük işlerimizi yaparken Peygamberimize (asm) uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vs...

İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok. Bir insan benim saçım, kaşım olmasa da olur demeyeceği gibi sünnetleri de yapmamamız gerekir gibi bir iddia da bulunmamalıdır. 

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

75 Uyumadan önce okunacak üç kere İhlas, Felak, Nas … sünnet midir?

- Görebildiğimiz kaynaklarda  yatarken “yüz tane salatu selam getirmenin sünnet olduğuna dair” bir rivayete rastlayamadık.

- Yatağa girdikten sonra, uyumadan önce “üç kere İhlas, Nas, Felak okumak ve her okuyuştan sonra avuçlarına üfürüp ellerinin ulaştığı yerlerine sürmek, otuz üç defa süphanallah, elhamdülillah, Allahu ekber demek” sünnettir.

Nitekim bir hadiste şu bilgiler verilmiştir:

Hz. Peygamber (a.s.m) her yatağa girişinde İhlas-Felak-Nas surelerini üçer defa okur ve her defasında avucuna üfürerek bedenine sürerdi. Ayrıca hasta olduğunda da Felak-Nas surelerini okuyup üzerine üflerdi. (Buharî, Fedailu’l-Kur’an,14).

Yatağa girerken okunması istenen “otuz üç defa subhanallah, elhamdulillah, Allahu ekber” ile ilgili hadis için bk. Buharî, Daavat, 11.

- İhlas, Felak ve Nas hadisinde Hz. Aişe (r.anha): Peygamberimizin (asm) “her gece yatağına girdiğinde...” ifadesini kullanmıştır. İkinci hadiste ise, gece tabiri kullanılmadan yalnız “yatağınıza girdiğinizde” ifadesi kullanılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, normalde yatağa girme âdeti gece olduğundan, bu hususa dikkat çekilmiş olsa bile, genel olarak uyumak için yatağa her girdiğinde bunu okuyabilir. Kaldı ki, hadiste sadece gece kastedilse bile, bu ifade, bunun gündüz okunamayacağı anlamına gelmez.

76 Ezan okunurken, "Eşhedü enne Muhammede'r-Resullullah" denince, baş parmakların tırnaklarını öpmenin sünnet olduğuna dair bir bilgi var mıdır?

Bu gibi şeyler ezanın adablarındandır.

Ezanın başlıca edebleri şunlardır:

1. Ezana tâzim etmek, okunup bitinceye kadar dinlemek, bir işle meşgul ise, bu meşguliyeti bırakmak.

2. Ezana, gerek dâvetine uyup cemaata giderek fiilen, gerekse ezandaki şehadetleri tekrar ederek kavlen icabet etmek.

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadîs-i şerîflerinde:

"Ezan nidâsını işittiğinizde, siz de müezzinin söylediklerini söyleyiniz."

buyurmuşlardır. Bu itibarla: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" şehadeti işitilince, "Ve ene eşhedü en lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh, ve enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh. Radıytü billâhi Rabben ve bi-Muhammedin Resûlen ve bi`l-İslâmi dînen..."(*) denilmelidir. Birinci Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah nidasında, "Sallallahu Aleyke ya Resûlâllah", İkincisinde ise "Karret bike aynî yâ Resûlâllah" demeli ve aynı anda başparmakların tırnakları veya işaret parmaklarının uçları hafifçe öpülerek gözlere sürülmelidir. Bu, müstehabdır ve ezan için güzel bir edebdir.

İkamette böyle yapılmaz. "Hayye ale`s-Salâh ve Hayye ale`l-Felâh" denirken, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi`l-aliyyi`l-azîm" (**) denmelidir.

Sabah ezanında müezzinin "Es-Salâtü hayrün mine`n-nevm" demesine karşılık, "Sadakte ve berirte ve bi`l-hakkı natakte" denilmelidir.

* Kur`an bile tilâvet edilse, ezanı dinleyip icabet mendubdur. Mescidde tilâvet olunuyorsa, fiilî icabet gerçekleştiğinden tilâvete devam edilir.

* Birden fazla ezan okunan yerlerde, birinciye icabet edilir.

* Cünübe icabet gerekir. Hayızlı ve nifaslıya ise gerekmez. İcabet esnasında müezzini geçmeyip her cümlede onu takip etmelidir. Nihayet ezan bitince şu duâyı okumalıdır:
اَللّهُمَّ رَبَّ هذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَ الصَّلاةِ الْقَائِمَةِ اتِ مُحَمَّدًا الْوَسيلَةَ وَ الْفَضِيلَةَ وَ ابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذى وَعَدْتَهُ

"Allahümme rabbe hâzihi`d-da`veti`t-tâmmeti ve`s-salâti`l-kâimeti âti Muhammedeni`l-vesîlete ve`l-fazîlete veb`ashü makamen Mahmûdenillezî veadtehû "(*).

* Bilhassa bu son duâyı okuyanların Hz. Peygamber (asm)`in şefâatine mazhar olacakları, bizzat Efendimiz (asm)`den sahih bir hadîsle rivayet edilmiştir.

3. Ezan ile ikamet arasında istiğfar edip dualar yapmak. Hadîs-i Şerîfte, ezan ile ikamet arasında yapılan duâların red olunmayacağı beyan buyurulmuştur.

4. Ezanı Allah`ın mağfiretine dâvet kabûl edip onu ganimet bilmek.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ezan okunurken başparmak tırnaklarını göz kapaklarına sürmek ...

77 Zemzem suyunun ayakta içilmesinin hikmeti nedir acaba?..

İbni Abbas’tan (r.a.) gelen bir rivayette, Peygamberimizin (asm), Zemzem suyunu ayakta olduğu halde içtiği rivayet edilir. İbni Abbas şöyle der:

“Ben Resulullaha (a.s.m.) Zemzem ikram ettim, ayakta içti.” (Müslim, Eşribe: 117; İbni Mâce, Eşribe: 21)

Bilindiği üzere Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde ayakta su içmeyi yasaklamıştır. (Müslim, Eşribe: 112; Ebû Davud, Eşribe: 13) Bu itibarla, hadis âlimleri bu farklı rivayetleri birleştirmişlerdir. Sahih-i Müslim Şârihi Nevevî, bu iki farklı hadis hakkında şöyle der:

“Bu hadislerdeki yasaklama tenzihen mehruh şeklindedir. Ayakta su içmenin câiz olduğunu göstermek içindir.” (bk. Nevevi, ilgili hadisin şerhi)

Îmam Suyutî Hazretleri de Peygamberimizin (asm), Zemzemi ayakta içmesini şöyle izah eder:

“Resul-i Ekremin (asm) Zemzemi ayakta içmesi, ayakta su içmenin câizliğini açıklama mânâsındadır. Şöyle de denebilir: Halkın izdihamı dolayısıyla Resulullah (asm) oturmaya müsait bir yer bulamadığı veya Zemzemin çevresi ıslak olduğu için ayakta içmiştir.”

Hanefî âlimleri, İbni Abbas’ın rivayet ettiği hadise dayanarak Zemzemi ayakta içmenin müstehaplığına hükmetmişlerdir.

Netice olarak, Zemzem suyunun ayakta içilmesinde bir mahzur yoktur, denebilir.

78 Hz. Muhammed Efendimizin orucunu hurma ile açmasının hikmeti nedir?

Bir rivayette de Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Biriniz iftarını açmak istediğinde, onu hurma ile açsın, çünkü hurma berekettir, hurma bulmazsa su ile açsın, çünkü su temizdir.” (Tirmizî, Savm, 10; Ebu Davud, Savm, 21; Neylu’l-Evtar, 4/220).

Alimler, hurma ile iftarı açmanın hikmeti konusunda farklı şeyler söylemişlerdir; bunları şöyle özetlemek mümkündür:

Evvela hadiste “hurma bereketlidir” denilmiştir. Bereket demek, vücuda yararlı olmak anlamına da gelir. İhtiva ettiği yararlı maddeler itibariyle olacak ki, bereket olarak vasıflandırılmıştır. Hurma tatlıdır, gözü kuvvetlendirir. Oruçta buna daha fazla ihtiyaç vardır.

Şevkânî’ye göre, hurmanın iftarda kullanılmasının hikmeti tatlı kabul edilirse, buna diğer tatlı şeyler de dahil edilebilir.

Ayrıca, hurmanın maddi tatlılığı, iman ve imanın bir yansıması olan orucun manevî tatlığına uygun düşmektedir. İman kalbe incelik ve şefkat kazandırdığı gibi, tatlı da maddî kalbe dinçlik kazandırır. (bk. Tuhfet’ul-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi)

79 Peygamber Efendimiz zamanında futbola benzer bir oyun var mıydı?

Peygamberimizin (sav) meşgul olduğu, kendilerinin de bizzat ilgilendiği, teşvik ettiği spor aktiviteleri arasında, gayeli oyunlar dediğimiz savaş hazırlığına yönelik oyunlar vardır. Bunlar, at biniciliği, ok atıcılığı, mızrak kullanma, yüzme, güreş, at ve deve yarışları gibi oyunlardır. Bir de meşru çerçevede eğlenceye yönelik spor diyebileceğimiz oyunlar görülüyor. Bunların en çok görüleni atletizm anlamında yarışlardır. Hatta kendileri de birkaç defa eşi Hz. Ayşe (r.anha) ile koşu yapmıştı.

Peygamberimiz (asm) ile ilgili mevcut klasik kaynaklarda, bu ve benzeri sportif etkinlikler yer alıyor. Fakat bugünkü anlamda futbol ve benzeri ayak topunun oynandığına ve seyredildiğine dair bir bilgiye rastlayamıyoruz. Ancak hayatının önemli bir bölümünü siyer araştırmasına adayan, Peygamberimiz (asm)'in hem Mekke, hem de Medine hayatıyla ilgili derin araştırmalar yapan, Pakistanlı bir âlim olan ve bir süre Türkiye'deki üniversitelerde de ders veren Muhammed Hamidullah, “İslam Peygamberi” isimli iki ciltlik kitabının ikinci cildinde “kurrek” adıyla bir çeşit futbol diyebileceğimiz oyundan söz eder.

Daha sonraki araştırmacılar da “kurrek” oyunu ile bilgiyi bu kaynaktan almışlar. Bu kaynakta verilen bilgi şöyle:

"İslam'dan önce Cahiliye döneminde Mekkeliler kurrekî denilen bir tür ayak topu oynarlardı. Büyük kalabalıklar bu sporu seyretmeye gelirdi. Bu kurrek oyununu oynamak için Mekke'nin her semtinde sahalar bulunurdu. Medine'de de kurrek bulunurdu. Bu oyunun şekli ve yönetimiyle ilgili ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak Hz. Peygamber (asm) kurrek oyununu yasaklamamıştır."

Ulaşabildiğimiz ve birinci derece kaynak sayılan kitaplarda bu kadarcık bilgi yer alıyor. Buradan yola çıkarak Peygamberimizi (asm), “sürekli futbol seyircisi” gibi göstermek ve -haşa- bir “futbol fanatiği” gibi tanıtmak, ne Peygamberimiz (asm)'in şahsiyetiyle bağdaşır, ne de onun ahlak ve sünnetine uyar. Kaldı ki, şimdiki futbolla o zaman oynanan “kurrek” oyunu arasında ilişki kurmak da pek mümkün görünmemektedir. Bir benzerlik olsa bile, sadece ayakla oynanan bir oyun olarak biliniyor.

Bütün oyun ve eğlencelerin mubah sayılması için bazı şartlar gerekir:

1. Oynamaya dalıp, namazı ve ibadeti ihmal etmemek.
2. Kumara alet etmemek.
3. Oyun sırasında dilini kötü sözlerden sakınmak.
4. Rakip oyunculara insani ve ahlaki ölçüler içinde davranışta bulunmak.
5. Giyim kuşamın dini ölçülere uygun bulunması...

Burada “Kişinin lüzumsuz işlerle uğraşmaması, onun İslam anlayışının güzelliğini gösterir.” (Tirmizi, Zühd 11) anlamına gelen bir hadisin uyarısını da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir.

Kaynaklar:

1. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2:1075.
2. Celal Yeniçeri, Hz. Muhammed, Yaşadığı ve Yön Verdiği Hayat, İFAV Yayınları. s.280
3. Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Ensar Neşriyat. 4:380.

80 Namaz kılarken veya dua ederken çok esniyorum ve okumama mani oluyor, bunun sebebi nedir?

ESNEMEK

Uyku, yorgunluk veya can sıkıntısı halinde, elde olmadan, ağzın kendiliğinden açılarak, uzunca bir nefes alıp verme hali. Bu hal bir bakıma, dalgınlık ve gaflet haline benzer. Bu ise, Müslümana pek yakışır bir durum değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Allah (c.c.), aksırmayı sever fakat esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırıp "Elhamdülillâh" derse, bunu işiten Müslümanların, "yerhamükellah " diye karşılık vermesi gerekir. Esneme ise, şeytandandır. Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun. Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler." (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52).

Şeytanın gülmesinden maksat, esneyenin içine düştüğü, gaflet ve bitkinlik hali ile gülünç durumundan şeytanın hoşlanmasıdır. Zaten, inanan bir kişinin basına gelecek her kötülük şeytanı memnun eder ve onu güldürür. Şeytanı güldürmemek için kişinin, esneme belirtileri olunca; hareket ederek, elini yüzünü yıkayarak, abdest alarak, yorgunsa dinlenerek bu gaflet halinden kurtulmaya çalışması gerekir. Bütün bunlara rağmen esnemeden kurtulunamazsa, esneme halinde ağzın el veya başka bir şeyle kapatılması İslâmi edep gereğidir.

(bk. Şamil İ.A.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimiz (sas)'in hayatı boyunca hiç esnemediği söyleniyor, doğru mudur?..

81 Miraç neden Kudüs'te ve Mescid-i Aksa'da gerçekleşti?

- Mescidi Aksa bilindiği üzere Müslümanların ilk kıblesi ve harem mescitlerin üçüncüsüdür. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de Mescidi Aksa'dan adıyla söz etmekte ve bu mescidin etrafının mübarek kılındığını bildirmektedir. Bu konuda İsra suresinin birinci ayetinde şöyle buyuruluyor:

"Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir."

- Kudüs eskiden beri peygamberlerin yeri, ümmetlerin kıblesi idi. Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin gerçek varisi olduğunu göstermek için ilk durak buraya yapılmış olabilir.

- Miraç olayında en önemli bir husus, namazın farz kılınmasıdır. Hz. Peygamber (a.s.m)’in, asırlardır peygamberlerin kıblegâhı olan Kudüs’e uğradıktan sonra, Miraç’ta namaz hediyesini alması bu konuma uygundur.

- Hicretten on yedi ay önce Miraç hadisesi vuku bulmuştur. Hz. Muhammed (a.s.m)’in bu tarihte Kudüs’e uğraması, hicretin 17. yılında oranın ümmeti tarafından fethedileceğine bir işaret olabilir.

- Miraç yolculuğunda; Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yapılan seyahat bir kulun mescit ve seccadelerle olan irtibatını göstermesi açısından da önem arz etmektedir. Kudüs’te Hz. Peygamber (a.s.m)’in toplanan peygamberlere imamlık yapması, onun şahsî ve dinî kemalatı bakımından bütün peygamberlerin imamı olduğunu göstermektedir.

- Kudüs kurulduğu günden buyana vahyi, ilahi tebliği ve peygamberlik müessesesini temsil etmiştir. Dolayısıyla burası kurulduğu günden beri bir İslâm şehridir. Çok sayıda peygamber hayatlarının en azından bir bölümünü bu şehirde geçirmiştir. Son peygamber Hz. Muhammed (a.s.m) de miraca yükseltilirken Kudüs'e kadar getirilmiş ve oradan göklere çıkarılmıştı. Allah dileseydi onu Mekke'den de göklere yükseltebilirdi. Ancak İsra ve Mirac olayında Hz. Peygamber (a.s.m)'e refakat eden Cebrâil (a.s.)'in onu önce Kudüs'e getirmesi sonra göklere yükseltmesi bu şehrin taşıdığı mana ve önem dolayısıylaydı. Yüce Allah son peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m)'in Kudüs'ü ziyaret etmesini ve bu peygamberler şehrindeki ilâhi âyetlere şahit olmasını dilemişti.

Bu konuda bunlar gibi daha başka benzeri hikmetleri düşünebiliriz.

82 Cuma ve cenaze namazları öncesi sala okunması bid'at mıdır?

Sala (salavat) okumak ve namaz kılmak bid'at olmaz.

Hanefilere ve bazı fâkîhlere göre ölüm haberini hısım ve akrabaya, eşe dosta bildirmek caizdir. Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin "salâh" okuyuşları ile yapılmaktadır.

Cuma günleri Peygamber Efendimize (asm) çokça salavat getirmek sünnettir. Peygamber Efendimiz zamanında müezzinlerin cuma günleri yüksek sesle salavat getirmeleri uygulaması yoktur. Fakat her kesin cuma günü Peygamber Efendimize (asm) salavat getirmesi sünnettir.

Bu bakımdan cuma günleri müezzinlerin minareden yüksek sesle salavat getirmeleri, hem insanların salavat getirmelerini hatırlatmak yönünden hem de yoğun olarak çalışan insanlara cuma namazını hatırlatmaları bakımından, okunmasında bir mahzur yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bid'at konusunda bilgi verir misiniz?..

83 "Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid ecri vardır." sözü, hadis midir, nasıl anlaşılmalıdır?

Evet, bu ifadeler hadistir.(1)

Bid'aların ve dalaletlerin İslam toplumunu istila ettiği, toplumda hükmettiği zaman, sünneti seniyyeye yapışan yüz şehid ecri kazanabilecektir.

Tabii ki Kur'an’ın hakikatları ile sünnet-i seniyyenin prensipleri birbirinden ayrılmaz. Ümmet içinde bid'atların revaçta olduğu, çoğunluğun bidatların ve dalaletlerin istilasında bulunduğu bir zaman; gerçekten çok riskli, çok tehlikeli bir zamandır.

Bir amelde tehlike arttıkça sevap fazlalaşmaktadır. Böyle tehlikeli bir zamanda, başta iman hakikatlerine, İslâm’ın hükümlerine Kur'an’ın anlaşılmasına, sünnetin ve İslâm’ın hayata kazandırılmasına hizmet pek büyük bir hizmettir; hatta normal şartlarda bir şehidin yaptığı fedakârlıktan daha büyük fedakârlıklar ister ki, birçok şehidin sevabı kadar sevap gerektirebilsin.

Çünkü şehit bir anda bir fedakârlık gösterip canını Allah yolunda verirken, böyle bir atmosfer içinde iman hakikatlerine, Kur'an’a, sünnet-i seniyyeye hizmet eden birisi, hayatının her gününde büyük fedakârlıklarda bulunabilmektedir.

Demek oluyor ki, zaman şiddetlendikçe, fitneler arttıkça amellerin sevapları da artacaktır. Ayrıca bu hadis-i şerifte bir sünnete uymak için büyük bir teşvik vardır.

Hadiste geçen temessük (sünnete yapışma) kelimesi, şu manaları ihtiva etmektedir:(2)

1. Temessük kararlılık, sebat ve ısrardır: Temessük’ün ifade ettiği yapışmada kararlılık; sebat ve ısrar vardır. Ümmetin bozulması zamanında öyle kimseler çıkar ki, kararlılık ve ısrarla, aynı müsbet tavrı muhafaza ederek, sebatla sünnet-i seniyye ve ahkâm-ı Kur’an’a bağlılıklarını gösterirler. Bu yolda her şeyi göze alırlar. Bu manâ “msk” kökünde ve bütün müştaklarında vardır.

2. Temessükde devamlılık vardır: Temessükde devamlılık da vardır. Zaten kararlılık ısrar ve sebat devamlılığı gerektirmektedir. Fiilin manaları incelendiğinde hepsinde devamlılık göze çarpar. Bir şeyi salıvermemek üzere tutmak, sürekli tutmayı gerektirir. Muhafaza bir şeyi mütemadiyen korumak demektir. Öyleyse yüz şehid ecri gibi büyük mükâfat gerektiren iş devamlılığı, sabrı, kararlılığı, bir ömrü birbirinden ayrılmayan Kur’an ve Sünnet yoluna vakfetmeyi gerektirir.

3. Temessük bütüne sahip çıkmaktır: Temessük “bütüne” sahip çıkmaya da işaret eder. Bir şeyi salmamak üzere tutmak, yakalamak, yakalanan ve tutulan şeyin bütününü elde tutmakla mümkündür. Bir insanı yakalamak gibi. Dili konuşmaktan tutmak onu tamamen söz söylemekten alıkoymak demektir. Biraz konuşup biraz susmak, konuşmamak sayılmaz. Yemekten içmekten cinsi münasebetten vazgeçmek ve bunlardan kendini tutmak demek olan imsak da böyledir.

Şu halde fesad-ı ümmet zamanında sünnete temessük, küllü ve bütünü ilgilendiren, bütünü ayakta tutmaya ve yaşatmaya yönelik bir temessüktür. Bu, İslamın, Kur'an ve sünnetin bütün yönlerine yapışma, onları bırakmama, ayakta tutma mücadelesi verme demektir. Genelde ümmetin bozulduğu, top yekün bir fesad devrinde bu işe el atacak kimseler az olacaktır. Hem bu işin zor olduğu da açıktır. Bu gibi sebeplerden dolayı mükafatı da pek büyük olmaktadır.

4. Temessük karşılıklı güçlerin mücadelesini yansıtır: Msk kökünde ve temessükde karşılıklı mücadele ve iki gücün birbirine direnmesi, mukavemeti vardır. İmsak, imtisak, temâsük, temessük, mesk, önce bir şeyi bırakmamak, salmamak üzere tutmayı ifade ederler. Burada güçlüğü göğüsleyen, yakalayıp tutan, salmayan taraftır. Tutulan taraf da bırakmama karşısında teslimiyetçi değildir. O da bu tutuştan kurtulmak, serbest kalmak arzu eder.

Mesela msk köküyle ifade edilen, dili konuşmaktan, söylemekten tutmak işinde, dil konuşmak istemekte, konuşmaya çabalamakta fakat bu mücadelede onu engelleyen güce mağlub olmaktadır. Msk kökündeki çatışma “Kim benim sünnetime temessük ederse”, hadisi açısından düşünüldüğünde, sünneti muhafaza ve korumak için sürekli bir mücadele ve mücahedeyi ifade eder.

Kaynaklar:

1. el-Bağavi, Hüseyin b. Muhammed eş-Şafi, Mesabihu’s-Sunne, I-II, Beyrut, ty. I, 40, no: 130; el-Munavi, Abdurra‘uf, Feyzu’l-Kadir, I-VI, Beyrut, ty. VI, 261. (no: 9171-9172); Ümmetin bozulduğu zaman sevapların çoğalağı konusu için bk. Taftazani, Mesud b. Ömer, Serhu’l-Makasıd, I-V, Beyrut 1988 I, 308; el-Heytemi, Ahmed b. Hacer, es-Savaiku’l-Muhrika, Kahire 1385, s. 210.

2. el-Kamûsu’l-Muhit III, 329; el-Mu’cemu’l-Vasit s. 869; el-Mufredat, s,469.

84 Yeni doğan çocuğun ağzına hurma sürme hususunda bilgi verir misiniz?

Çocuğa Yedirilecek İlk Gıda (Tahnik):

Yeni doğan çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek ağzına vermek, dudağına sürmek Sünnet-i seniye’dir. Bunu sâlih bir kimsenin yapması ise menduptur. Kuru üzüm ve şeker gibi tatlılarla yapılabilirse de kuru hurma ile yapmak müstehaptır, daha faziletlidir.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:

“Yeni doğan çocuklar Resulullah'a -sallallahu aleyhi ve sellem- getirilirdi. O da bunlara mübarek olmaları için duâ eder ve ağzında yumuşattığı hurmanın suyunu çocuğun ağzına sıkardı.” (Buhâri, Deavât 3; İbn Mâce, Taharet 77, 523)

Görüldüğü üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yeni doğan çocuğun midesine ilk inen gıdaya dikkat etmekte ve bunun ana sütünden başka bir şey olmasını istemektedir. Nitekim çeşitli rivayetler, bu ihtimamı sadece kendi torunları için göstermeyip bir prensip olarak bütün Müslüman çocuklarına uyguladığını ifade etmektedir.

85 Bıçakla etin kesilmesi sünnete aykırı mıdır; varsa bundaki hikmet nedir? Ayrıca ekmeği bıçakla kesmenin bir sakıncası var mıdır?

Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: “Resulullah aleyhisselatü vesselam buyurdular ki: 

“Eti bıçakla kesmeyin. Çünkü bu, yabancıların işidir. Siz dişlerinizle kemirerek yiyin. Çünkü bu, sıhhat ve afiyet için daha iyidir.” [Ebu Davud, Et’ime 21, (3778)]

Resulullah aleyhisselatu vesselam bu hadislerinde, pişmiş eti bıçakla kesmek yerine ön dişlerle kemirerek yemeyi tavsiye etmektedir. Sebep olarak yabancıların böyle yaptığı gösterilmiştir. Yani et yeme tarzında bile gayri müslimlere benzememek istenmektedir.

Bu hadisi açıklayan âlimler, etin bıçakla kesilmesini, kibirlenme ve büyüklük taslama özelliği olan bazı İranlıların yaptığını, dolayısıyla bıçakla kesmede kibirlenme bulunduğunu belirtirler. Ayrıca pişmemiş eti bıçakla parçalamanın mekruh olmadığını da belirtirler.

Nitekim Sahiheyn’de Resulullah’ın bıçakla et kestiği rivayet edilmiştir. Bu durum, sorudaki hadise aykırı değildir, çünkü, Resulullah aleyhisselatu vesselam çiğ eti kesmiş ve ihtiyaç hâlinde etin bıçakla kesilebileceğini, bunun caiz olduğunu böylece göstermiştir. (bk. Avnu'l-Mabud, ilgili hadisin şerhi; Kütübü Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan)

Buna göre kibir, gurur, büyüklenme gibi bir maksat ve gayri müslimlere benzemek gibi bir niyet olmazsa, pişmiş eti bıçakla kesmenin de bir sakıncası olmaz, denilebilir.

Ekmeği bıçakla kesmenin de bir sakıncası yoktur. Allah`ın nimeti olması bakımından, ekmekle mesela kabak arasında bir fark yoktur. Nimetler, daha doğrusu gıdalar arasında ekmegin zihinlerde ayrı bir yerinin olması, özellikle ekmeğin ana gıda maddesi olduğundan kaynaklanmaktadır.

"Ekmeğe hürmette bulunun. Kim ekmeğe hürmet ederse Allah Teala da onu hürmete layık kılar." (Müstedrek, IV/136, h. no: 7145)

hadisi, ekmeğin israf edilmemesine yönelik bir ikaz olarak anlaşılmalıdır. Nitekim;

"Ekmeğe hürmet edin ve onu israf etmeyin. Kim israf ederse Allahu Teala o kişiyi açlığa mübtela kılar." (Acluni, Keşfu'l-Hafa, I/193)

rivayeti de bu hususa vurgu yapmaktadır. 

Bir müminin ekmeğe karşı tavrı ne ise, bütün nimetlere karşı tavrı da o olmalıdır. Bu yüzden ekmek vs.nin bıçakla kesilmeyeceğine dair rivayetler zayıf bulunur ve kesmenin câiz olduğu söylenir. (Buhârî, Et`ime 20; Aynî, XIV/157)

86 Sünneti inkâr edenlere karşı verilebilecek Kur'anî, mantıkî, kısacası ikna edici cevaplar verir misiniz?..

Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kur’an’da yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar.

“Namaz kılın!..” emri mücmeldir; tafsilat hadise bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette tafsilatıyla verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “namaz kılın” emri nasıl yerine getirilecekti?

“Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.” (Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahâd, 1)

Aynı şekilde, “zekât verin” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur.

Nur Müellifi, hadis-i şerifler için “Kur’an’ın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kur’an âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir.

“İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa, 4/83)

Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır. İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir.

“Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.”

Sünnete ittiba etmeyi Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime:

“De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Âl-i İmran, 3/31)

Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allah’ın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allah’ın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir.

Bir insan, Kur’an-ı Kerim’i hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir. Kur’anı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allah Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kur’an âyetlerinden okuyalım:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir, 59/7)

“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm, 53/3-4)

“Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusunda bilgi verir misiniz?

87 İslam şeairi ne demektir? Şeair kelimesinden tam olarak neleri anlayabiliriz?..

"Şeair", âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Mesela, Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara "Şeair-i İslâmiye" denir. Bütün Müslümanlarla alâkalı meseleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.

"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes'ul olur." Bediüzzaman, Lem'alar.)

"Nasıl "Hukuk-u Şahsiye" ve bir nevi "Hukukullah" sayılan "Hukuk-u Umumiye" nâmiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslam'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeğe çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler! Öncelikle şunu ifade edelim. İslam’ın işaretleri olan şeair çok değişiktir. Bazısı farzdır, namaz gibi. Kimi kurban gibi vaciptir. Bazıları da sünnettir. Ezan okumak, selam vermek vb."

Şeair bütün Müslümanların asırlarca devam ettirdikleri bir gerçektir. Bu sebeple üzerinde Hz. Peygamberden (asm) günümüze kadar bütün Müslümanların hakkı vardır. Onlara ilişmek umumun hakkına tecavüzdür. Şeairin yaşatılması farz-ı kifayedir.

Şeair, umumun hakkı türünden cemiyete ait bir kulluk vazifesidir. Birisinin yapmasıyla o cemiyetin tamamı istifade ettiği gibi, terkedilmesiyle de herkes mesul duruma düşer. Bu ehemmiyetten dolayıdır ki, farz ibadetlerde olduğu gibi şeairde gizlemek yerine açıktan yapmak daha faziletlidir. Bunlara riya girmez ve herkese ilan edilir. Çünkü, şeairin gösterilmesi, mü’minlere manevi kuvvet verir, inkarcıların moralini bozar.

Şeairin ilanı, İslam’ın manen tebliğidir; İman ve Kur’an’ın gerçekliğini insanlara duyurmak, göstermektir. Onlar üzerinde Asr-ı saadet'ten şimdiye kadarki bütün Müslümanların hakkı vardır. Müslümanları şeairden koparmaya çalışanların da cinayetleri o nisbette büyüktür. Şeaire saldıranlar hakkında Müslümanların bazen dehşetli hatalara düştükleri görülür. Bediüzzaman bu durumu, “asrın acip bir hassası” olarak tespit eder. Müslümanların olağanüstü derecede saflığı yüzünden, “dehşetli cani ve binlerce insanın hakkını mahveden adamlardan”, bir tek iyilik görünce, kötülüklerini unutarak onlara taraftarlık gösterdiğini belirtir. Bu ekall-i kalil olan sapık ve azgın kişilerin, safdil taraftar kitlenin marifeti(!) ile, haklı çoğunluğa tahakküm etmesini netice vermektedir. Halbuki, bir insan yalnız kendine yapılan kötülükleri affedebilir. Başkalarının, özellikle umumun hakkından fedakarlık edemez. Aksi halde zulme şerik olmuş olur.

Bu türden dehşetli zulümlerden birisi, Kur’an ve ezanın aslı yerine tercemesinin okutulmak istenmesidir. Bunlar İslamî şeairin en büyük ve mukaddes olanlarıdır. Sübhanellah, elhamdülillah gibi câmi kelimeler, selamın lafızları, besmele, maşallah, barekallah gibi hayret ve takdir ifadelerinden, takva, tevekkül gibi kelimelere kadar bir çok şey, İslam işaretlerine (şeair) girer.

Minareler, mezar taşları, medreseler, çeşmelerdeki kitabeler de, bu manada birer İslam nişanıdır. Bize Allah’ı, Kur’an’ı, İslamiyet gerçeğini hatırlatır. Müslüman isimleri, güzel Türkçemize yerleşen bazı deyimler, atasözleri içinde erimiş olan bazı vecizeler de buna dahil edilebilir...

88 Beden temizliği ve cuma guslünün hükmü nedir? "Cuma guslü her muhtelime (buluğa erene) vacibtir. Misvaklanması, bulduğu taktirde koku sürünmesi de öyle." hadisine göre cuma günü gusletmek vacip mi?

“Allah temizdir, temizliği sever.” (Müslim, İmân:147) buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), mü’minlerin her haliyle temiz olmaya çalışmasını tavsiye ederken, bunun aynı zamanda Allah’ın “Cemîl” ismine ayna olduğuna işaret etmektedir.

Mü’min gerek bedenen, gerekse ruhen ve ahlâken temizliğe dikkat ettiği müddetçe kâinata ayak uydurmuş, yaratılış kanununa göre hareket etmiş olur. Nezâfet kanunu her an işlemekte ve durmadan devam etmektedir. Durup dinlenmeden çalışan bu kanuna insanın katılması kadar tâbiî bir hâl yoktur. Sinekten file, çiçekten yıldızlara varıncaya kadar, kâinatta tam bir temizlik kanunu hâkimdir. İnsan eli ulaşmadığı ve bulaştırmadığı müddetçe, her şey yaratılışta temizdir, pâktır.

Kalbi, ruhu, duyguları ve lâtifeleri iman nuruyla temizlenip günah ve şüphe paslarından arınan insan, haliyle bedenini, üstünü başını da temiz tutacak, iç ve dış temizliğini birlikte yürütecektir. İşte o zaman imanına göre hareket etmiş, Cenab-ı Hakk'ın Kuddûs, Cemîl, Nazîf isimlerini kendi yaşayışında aksettirmiş olur.

Zaten ruh temizliğine dikkat eden insanın, beden ve dış temizliğini ihmal etmesi düşünülebilir mi? Başta Peygamberimiz (a.s.m.) olmak üzere, onun izinden giden bahtiyar insanlar bu hususa dikkat ve hassasiyetle riayet etmişlerdir. Bu bakımdan onlar temizdir, tâhirdir. Her halleriyle tertemiz olmuşlardır.

Peygamberimiz (a.s.m.) çoğu zaman beyaz elbise giyer, saçına sakalına varıncaya kadar da tertip ve düzene riayet ederdi. Bilhassa beden temizliğinin büyük bir parçası olan yıkanmaya, gusle büyük ehemmiyet verirlerdi. Mübarek teni devamlı misk gibi koktuğu halde devamlı güzel koku kullanır, en az haftada bir kere yıkanır; bunu da sık sık tavsiye eder, üzerinde dururlardı.

Peygamberimizin (a.s.m.) yıkanmakla ilgili hadislerine baktığımız zaman şunlarla karşılaşırız:

Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet ediyor. Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdular:

“Allah rızası için her Müslümanın haftada bir gün başını ve bedenini yıkaması bir haktır, bir vazifedir.” (Buharî, el-Cumua, 12)

Câbir bin Abdullah’ın rivayetindeki hadis-i şerifin meâli şöyledir:

“Her Müslümanın haftada bir gün yıkanması gerekir. O gün de cuma günüdür.” (Nesaî, el-Cumua, 8; Kenzu’l-ummal, h. no: 21277, 21236)

Hz. Semüre’den gelen rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Cuma günü abdest alan mü’min ne güzel bir iş yapmış olur, fakat o gün gusletmek daha faziletli ve sevaplıdır.” (Ebu Davud, Taharet 130, (354); Tirmizi, Salat 357, (497); Nesai, Cuma 9)

Bütün bu hadisler beden temizliğinin en az haftada bir gün tekrarlanmasını, bu iş için de cuma gününün tercih edilmesini tavsiye etmektedir. Hatta bu hadislerden hareket eden bazı ulemâ cuma günü yıkanmayı vacip, bazıları da sünnet-i müekkede olarak görürlerse de, bu mendup bir ibadettir. Bu yıkanma, farz olan yıkanmanın dışındadır. Bir insana ne zaman gusül icap etse, vakit geçirmeden hemen yıkanması zaten farzdır. Bunun için bir zaman ve gün yoktur.

Hafta içinde cuma günü yıkanmanın pekçok hikmet ve sevabı vardır. Fakat bu hadisler haftanın sair günlerinde yıkanmanın mekruhluğunu göstermez. Aslında mümkünse her gün yıkanmak, yoksa iki-üç günde bir yıkanmak, en güzelidir. Fakat bu da olmazsa haftayı geçirmemek gerekir. Çünkü bu bedenin sıhhati ve rahatı için mühim faydaları içinde bulundurmaktadır.

89 Üzerine okunmuş gıdaları yemenin dinimizdeki yeri nedir?

Bu tür muskaların sahih sünnete yeri olmadığında şüphe yoktur. Özellikle, çalışkanlar ile tembellerin; zeki olanlarla zeki olmayanların durumunu ortaya koymak için yapılan imtihanlarda, böyle kısa yoldan köşeyi dönmek için yapılacak bu tür tedbirlerin değeri de yoktur.

Ancak ayetlerin şifa kaynağı olduğuna dair Kur’an ayetleri vardır. (bk. Yunus, 10/57; İsra, 17/82)

Bu gibi ayet ve bazı hadis rivayetlerine baktığımızda, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (asm)'in öğrettiği bazı duaların maddi-manevi sıkıntılara şifa kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

Bu sebeple, Kur’an’ın bazı ayetlerini veya Resulullah (asm)’ın bazı dualarını, ilgili bazı sıkıntıların giderilmesine vesile olması için yazılması, yiyecek veya içeceklere okunmak suretiyle bir vesile yapılmasında bir sakınca yoktur.

Bu konuda Ehl-i sünnet alimlerinin, değişik hadis rivayetlerine dayanarak bunu benimsedikleri bilinmektedir. (Misal olarak, eş-Şeyh Ahmed b. Mahmud ed-Dîbî’nin er-Rukiyyu’ş-Şeriyetu bil-Kur’ani ve’l-Ediyeti’n-Nebeviye -Cidde / 1414-adlı eserine bakılabilir.)

90 Erkeklerin sünnet olması bir Yahudi geleneği midir?

Sünnet olmak bir Yahudi geleneği değildir. Peygamberlerin fıtratlarındandır ve Müslüman olmanın da şiarıdır. 

Saç kesmek, tırnak kesmek, koltuk ve kasık tıraşı olmak, “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” hükmüne aykırı olmadığı gibi, sünnet olmak da bu hükme aykırı değildir.

Sünnet işleminde kesilecek et parçasının varlığı,  “ahsen-i takvim” denilen güzel yaratılışın bir parçası olduğu gibi, sünnet olmak suretiyle o et parçasını almak da bu güzelliğin bir parçasıdır. Çünkü, insanın güzelliği sadece biyolojik, fizyolojik boyutuyla sınırlı olmayıp, ruhî, kalbî, nesebî, ahlakî değerler gibi psikolojik, sosyal, manevî boyutları da olan bir güzelliktir.

Bu pencereden baktığımızda, her şey, kendi konumunda, kendi ortamında, hikmetli bir değer ifade etmekle kendi güzelliğini ortaya koyar.

Mesela; sünnet işleminde kesilecek olan fazlalık et parçasının biyolojik, fizyolojik hikmetleri yanında meşru daire dışında kullanılmaması gereğine işaret eden tekvinî/ontolojik bir hikmeti de vardır ve bu manevî bir güzelliktir. Bu hikmet, anlaşıldıktan sonra, daha hijyenik bir konum vs. hikmetler için bunun kesilmesi de bir güzelliği ifade eder.

Keza, insanların diğer hayvanlar gibi tabii bir postla yaratılmamış olması, ahsen-i takvim kıvamına uygun bir güzelliktir. Fakat, bu çıplak bedenin sunî post/elbiseyle örtünmesi de kendi konumunda ayrı bir güzelliktir. Saç, tırnak gibi konular için de aynı şey söylenebilir.

Bir yandan bedenin canlılık kanununa ayak uydurarak uzanan, diğer taraftan fıtratın bir gereği olarak var olan bu uzantıların kesilmesi, insanın -Allah’ın bir nimeti ve bir emaneti olan- kendi bedenin bakımını üstlenmesi bakımından da önem arz etmektedir. Bu sebeple, tırnak, saç, bıyık kesmek, etek, koltuk tıraşı olmak da  peygamberlerin bir sünneti olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat, hitan/sünnet olmak, zor bir iş olduğundan, İlahî hikmet tarafından tırnak gibi her zaman uzanmasına izin verilmemiştir.

Sünnet olmak Kur’an’da yer almamıştır. Ancak Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinde / hadislerinde yer almıştır.

Hz. İbrahim (as), seksen yaşında iken sünnet olduğuna dair -Buharî, Müslim gibi en sahih kaynaklardan gelen- rivayetler vardır. (bk. Neylu’l-evtar, 1/111)

İslam’da da, “fıtrattan olduğu” ifadesiyle daha önceki peygamberlerin prensibi olarak zikredilen hususlardan biri de sünnet olmaktır.

Hanefi ve Maliki mezhebine göre sünnet olmak sünnettir; Şafii ve Hanbeli mezhebine göre vacip / farzdır, çünkü bu İslam’ın / Müslüman olmanın bir şiarıdır. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/306-7, 310)

Sünnet olmak, İslam’ın bir şiarıdır. Şiarlar/simgeler ise, sünnet kabilinden de olsa, farzlar gibi ehemmiyet arz eder. Bu sebeple, sünnet olmayı “sünnet” olarak kabul eden alimlerin görüşlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. İslam ümmeti hayatı boyunca bu işe böyle bakmıştır.

Ebu Hureyre anlatıyor; Hz. Peygamber (a.s.m) buyurdu ki:

“Etek tıraşı olmak, sünnet olmak, bıyıkları kısaltmak, koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek fıtrattandır. (Yani; eskiden beri peygamberlerin uygulaya geldikleri prensiplerdendir).” (bk. Neylu’l-Evtar,1/108)

Kütübü Sitte’de yer alan söz konusu hadiste geçen hususlar, bütün mezheplerin ittifakıyla sünnettir. (bk. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/306-308)

Unutmamak gerekir ki, hadis, İslam’da teşriin ikinci kaynağıdır. “Peygamber size ne verirse onu alın, o sizi neden men ederse ondan sakının.”(Haşr, 59/7) mealindeki ayet, hadisin teşri kaynağı olduğuna dair İslam alimleri için şaşmaz bir rehber olmuştur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

SÜNNET (Hitan).

Sünnetin bağlayıcılığı ve, örnek alınması...