Büyü - Fal - Kehanet konusunda en çok merak edilenler

1 Bir insan kendisine büyü yapılıp yapılmadığını nasıl anlar; bu konu için hocalara danışabilir mi? Büyüden korunmanın yolları nelerdir?

Bu konuda olur olmaz herkese müracaat etmek doğru olmaz. İlmine ve takvasına güvenilen ve hiç bir maddi menfaat beklemeden, Allah rızası için isanlara yardım eden ilim sahibi kişilerin tavsiyelerine göre de hareket edilebilir.

Durum psikolojik bir rahatsızlıkta olabilir. Önecelikle dindar bir psikologa müracaat etmeyi tavsiye ederiz. Eğer büyü yapıldığı tesbit edilirse, okunması gereken bazı sure ve dualar vardır. Bunları okumaya devam etmek faydalı olur.

Kişinin Allah'a sığınması, iman ve ibadet konusundaki titizliği ile büyünün tesir etmesinde etkili olan şeytanın insana yaptığı telkinlere kulak asmaması, şeytanın insanlar üzerindeki etkisini azaltır ve büyünün tesirinden de korunmuş olur. Çünkü şeytanın yaptığı, sadece telkin yoluyla korkutmak, şüpheye düşürmek, vesvese vermekten ve temelsiz kuruntulardan, neticesi olmayan vaatlerden başka bir şey değildir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle denir:

"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/120)

Âyette geçen "ümitlendirme" ve "söz verme", bilindiği gibi geneldir. Ancak konumuzla ilgili olması da söz konusudur. Çünkü insan, pek çok şey umar. Hatta kendini umduğu şeylere, yani beklenti ve ümitlerine öylesine kaptırır ki, bazen kendi kendisini bile büyüler ve olmasını istediği şeyler için büyücülere gider. Bu da, yanlış olduğunu bile bile bu yola gitmesi ve şeytanın bu konuda kendisine teminat vermesiyle olur. Bu, genellikle haramlarda olur. Yani bir bakıma insan kendisinde büyü olduğunu, birilerinin bu işle ilgilendiğini düşünerek, hastalığı davet eder. Oysa, gerçek öyle olmayabilir.

Nitekim âyetlerde, "İman edip yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir hakimiyeti olmayacağı"ndan, "Ancak onu dost edinip Allah'a ortak koşanlar üzerinde hakimiyet kurabileceği"nden söz edilir. (Nahl, 16/99-100)

Hakimiyet kurma konusunda insanın, inanmanın yanı sıra ihlaslı olması da söz konusudur. Şeytanın, ihlaslı kimseler üzerinde bir hakimiyeti söz konusu olamayacağı, bu kimseleri Allah'ın koruyacağı belirtiliyor. Ancak "İhlassız ve tevekkülsüz kimselerden gücünün yettiklerini kandıracağı, davetiyle şaşırtacağı; süvarileri ve yayaları ile onları yaygaraya boğup; mallarına, evlâtlarına ortak olabileceği, kendilerine vaatlerde bulunarak aldatabileceği" konusunda şeytana izin verilmiştir. (İsra, 17/63-65) Bu da, yaşamakta olduğumuz hayatın bir imtihan olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa tam bir yetki değildir. Zaten şeytan, insana boş kuruntulardan başka bir şey telkin etmez.

Açıkça anlaşılan odur ki, şeytanın, etkisi altına alıp rahatsız ettiği kimseler, onun kendisine sokulmasına zemin hazırlayan ve bu işe meydan veren kimselerdir. Zira şeytanın, Allah'ın halis kulları üzerinde kesin bir etkisi yoktur. Bunu yapmaya çalışsa bile onlar, dua ve ibadetlerle, Allah'ın kitabını okumakla bu işin üstesinden gelirler. Zaten büyü ve büyücülük yapanlar hakkında indirilen ayetin sonunda da "Ama onlar, Allah'ın izni olmadan, büyü ile hiç kimseye zarar veremez." (Bakara, 2/102) buyurulmaktadır.

Büyünün hakikat olduğu kabul edilince, herkese tesir etmesi de tartışılmaz. Ancak daha fazla tesir ettiği kimseler de mevcuttur. Bunlar da şeytanın vesvese ve evhamlarına önem veren ve bu tür şeylere açık olan kimselerdir. Böyle kimseler, daha çok kendi kendilerini bir saat gibi kurup hasta eder. Çünkü şeytan, insana sadece vesvese verir ve yanlışı doğru olarak göstermek ister. Aslında hiç de önemli olmayan ses veya görüntüleri kendince değişik şekillere ve seslere benzetenler evhamlı, itikadı zayıf, ibadeti ve zikri olmayan, Allah'a olan görevleri konusunda gevşek davranan ve ibadetlerini ihmal eden kimselerdir. Nitekim, âyette, bu hususlara işaret edilmektedir. (Hac, 22/52-55)

Bütün bu saydıklarımızın dışında, büyünün tesir ettiği takva sahibi kimseler de yok değildir. Ancak, yüce Allah'a teslimiyet gösterilip tevekkül edildiği ve tam anlamıyla sığınıldığı, günlük evrad-ü ezkarlar okunduğu, günlük ibadetlere titizlikle devam edildiği, her gün birkaç sayfa Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in (a.s.m.) okunmasını tavsiye buyurduğu sure ve dualar okunduğu takdirde, büyünün tesiri önlenebilir. Çünkü kötü niyetli kimseler büyü yapsalar bile, herkesin ve her şeyin üstünde mutlak güç ve kuvvet sahibi Allah vardır ki, O'nun gücü dünyanın bütün sihirbazlarının ve kendilerine yardımcı olan cinlerin ve şeytanların gücünden üstündür. Zira, kendisinde güç bulunduğunu iddia edenleri de yaratan Allah'tır. O dilemezse hiçbir şey olmaz. Nitekim, Hz. Peygambere (asm) yapılan büyü konusunda Cenab-ı Hak (c.c.) "Felâk" ve "Nas" surelerini indirip, bunlarla dua edip kendisine sığınmasını istemiştir. Hz. Peygamber de öyle yaparak şifa bulmuştur. Böylece Peygamberimiz, büyücülerin gayretlerini neticesiz bırakmış ve arzularını kursaklarına tıkamıştır.

Nitekim,

"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf, 7/201)

Âyette işaret edildiği gibi, şeytani bir etki altına giren kimsenin ilk yapacağı şey, Allah'a sığınmak olmalıdır. Allah'ın emrettiği hususlar kısaca, kişinin helâl ve haramları gözetmesi, dua ve ibadetlerine dikkat etmesi, maddî ve manevî olarak temiz, duygu ve düşünceler içerisinde, halis bir niyetle Allah'a müteveccih olmasıdır. Zira şeytan, kıyamet günü vaatlerinin birer aldatmaca, gerçek gibi gösterdiği şeylerin birer kuru yalandan başka bir şey olmadığını söyleyip işin içerisinden çıkacak ve büyücülerin ve peşinden gidenlerin hepsini yüzüstü bırakacaktır. (İbrahim, 14/22)

Bakara Sûresi'nin 102. ayetinden de anlaşılan odur ki, sihirlerin en büyük tesiri, ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne getirir. Şu halde, 'sihrin aslı yoktur' diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır.

Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremez. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne de melektedir. Hakiki müessir, ancak ve ancak Allah'tır. Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde, her şeyden önce Allah'tan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır.

NÂS SURESİ'NİN KARANLIK GÜÇLERE VE BÜYÜYE KARŞI OKUNMASI

"De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
İnsanların hükümdarına, insanların ilahına,
O sinsi vesvesecilerin şerrinden.
O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
Gerek cinlerden, gerek insanlardan." (Nas, 114/6.)

Gerek görünüp bilinen, gerekse görünüp bilinmeyen gizli düşmanlarımıza karşı okunan ve kendisiyle Allah'a sığınılan dua makamında bulunan ve "Muavvizat" denilen, Kur'ân-ı Kerim'in son üç suresi, yani "İhlas, Felâk ve Nas" sureleri, her derde deva niteliğindedir ve (deyim yerindeyse) bu üç sure, "Kur'ân eczanesinin aspirinleri"dir. Bu sebeple, bunlarla Allah'a sığınmalı ve gecenin karanlığından, şeytanların, cinlerin, büyücülerin, vesvesecilerin şerrinden bunlarla korunmalıdır.

Malumdur ki, büyünün tesir etmesi, kişinin içinde bulunduğu psikolojik durumlarla, karamsarlık, evham ve şüphelerle de yakından ilgilidir. Felâk ve Nas Sûresi'nde ise bu noktalara işaretle, normal durumlarda olduğu gibi, insanın başına böyle bir hal geldiğinde de yine sadece Allah'a sığınması istenmektedir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de,

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." buyuruluyor. (En'am, 6/12.)

Mealini verdiğimiz, bu âyete göre; insanın her türlü tehlikeye açık olduğu, cinlerden ve insanlardan olan düşmanlarının gerek muhatap olduğu yaldızlı ve sihirli sözlerle, gerekse kitaplara dökülen ve asıl niyetlerinin ne olduğu bilinmeyen kurgu dolu yazılarla rahatça kandırılabileceğini görmekteyiz. Bütün bunlara karşı da, dinlediği kimseyi Allah adına dinlemesi ve işine O'nun adıyla, "Euzü-Besmele" ile başlaması gerekliğini, okuduğu kitapları da hak namına okuyup, hakikate dair mesajlar almak kaydıyla ve yine "Euzü-Besmele" çekerek okuması gerektiğini anlıyoruz. Çünkü şeytan, Allah namına başlanılıp bitirilen işlerde çok rahat parmak oynatamaz. Büyücülerin ve insanı kandırmak amacı güden bir kısım edebiyatçı ve felsefecinin kötü niyetleri de ancak bu yolla akim kalır. Yoksa bunların bu yollarla insanları aldatması, okuyucularını veya dinleyicilerini konunun ritmine kaptırıp büyülemeleri mümkündür. Zaten sapıtanların çoğu da böyle saptırılmaktadır. İşte, buna binaen, bu üç surede, önce İhlas Sûresi ile "Tevhid İnancı" telkin edilerek başlanması, Felâk ve Nâs Sûresi ile de Allah'a sığınılması istenmektedir.

Nitekim, Yazır, bu sureyi genişçe tefsir etmiş ve bu surenin tefsirini yaparken Kurtubi'nin Ebu Zer'den naklettiği ilginç bir hadis-i şerifi de nakletmiştir. Ki, bu hadiste Hz. Peygamber (a.s.m.), "insan şeytanlarına" dikkat çekerek; "Sen insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" (Hak Dini Kur'an Dili, X/191) buyurmuştur.

Kısacası, günlük hayatımızda dua ve ibadetlerimize dikkat eder, dualarla Allah'a sığınır ve gerektiği gibi yakın olursak, O’nun himayesine girer, büyüden ve büyüyü uygulayabilecek büyücülerden, habis ruhlardan korunmuş oluruz.

Bu çalışmayı yaptığım sırada, daha önceleri de merak ettiğim bir medyumla tanıştım. Arkadaşlarımın da ısrarıyla, bana bir bakmasını istemiştim. Suya baktı, cinlerini çağırdı ve onlara, bende büyü olup olmadığını sordu. Sonra, birkaç defa bir suya bir de bana baktı ve "Ne ile korunuyorsun?" diye sordu. Ben de "Nasıl yani?" diye karşılık verince, merakla, "Her gün ne okuyorsun?" dedi. Bunun üzerine, "Ne oldu ki?" deyince, bana, "Size pek çok kere büyü yapılmış, ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir dua ile korunmayan, normal bir insana yapmış olsalardı, şimdiye çoktan işi biterdi!" dedi. Ben de her gün mutlaka "Cevşen'ül-Kebir" okuduğumu ve namazlardan sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatlarımı yaptığımı söyledim.

Bu durumda, tedavi olmak için, habis ruhlarla ilişki kurup yanlış işler de yaptığını bildiğimiz büyücüler yerine, doktorlara ve tıbba müracaat etmek gerekir. Dua ile yapılacak tedavilerde de, Resulullah'ın (a.s.m.) tavsiye ettiği dualara, ayrıca, Kur'ân'dan örneklerini verdiğimiz dualara başvurmak gerekir. Efendimizin (a.s.m.) kendisinin de yaptığı, Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu tavsiyeye uymak da en doğru davranış olur;

"Hz. Peygamber (a.s.m.), yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn'i ( Felak ve Nas sureleri) ve Kul Hüvallahu Ehad'i okur, ellerini, yüzüne ve vücuduna sürer, bunu da üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman, aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi." (Buhari, Fedail-ul Kur’an, 14, Tıbb, 39)

Hz. Peygamber (a.s.m.), hastaları, tedavi etmek için büyücülere göndermemiştir. Ya tıbba havale edip hekimlere göndermiş, ya da Kur'ân ve Sünnet eczahanesine göndermiştir. Böylece evrensel şifalardan faydalanmasını istemiştir. Hem zaten Yüce Allah, Kur'ân'ın, müminler için bir —rahmet ve bir şifa olduğunu bildirmiş (İsra, 17/82), manevi dertlerimiz için başvuru kaynağı olarak da Kur'ân'ı göstermiştir.

(bk. Arif ARSLAN, Büyü Fal ve Kehanet)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Büyü çözmek için büyücüye gitmek cazi midir? Büyü yapıldığını nasıl anlarız?..

2 Nazar / göz değmesi insanı öldürür mü?

Cevap 1:

İnsanı tesir altına alan, hasta eden bazı vak’alar vardır ki, tıp ilmi bunlar için kesin teşhise varamamıştır. Gerçek sebebi hakkında da açık bir bilgi verememektedir. İşte bunlardan birisi de “nazar etme,” “göz değme”dir. Nazarın gerçek olduğu, nazar edilen kimsenin hastalanmasına, hattâ ölümüne sebep olduğu da bilinen ve kabul edilen bir hakikattir.

Nazarın gerçek olduğunu ve insanın kaderiyle yakından alâkasının bulunduğunu ifade eden Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Nazar haktır, kader ile yarışan bir şey olsaydı, nazar değme işi yarışıp onu geçerdi (kaderi değiştirirdi).” (Müslim, Selâm: 42; İbni Mâce, Tıb: 3)

Nazarın kaderle her ne kadar alâkası varsa da onun tesirini yaratan yine Cenab-ı Hakk'tır. Yoksa bizzat nazar eden kişi o hadiseyi meydana getirmiş değildir. Nazarı keskin olan kimse bir şeye baktığı anda Cenab-ı Hak o şeyde zararı yaratmaktadır. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yaratan Allah’tır. Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey meydana gelmez.

Nazar etmenin, ölümü, kişinin helâk olmasını netice veren cihetini Peygamberimiz (asm)'den öğreniyoruz. Câbir bin Abdullah’ın rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Göz değmesi haktır. Deveyi kazana, insanı da kabre girdirir.” [Keşfü’l-Hafâ, 2: 76 (Ebû Naim’den naklen)]

Böylece, nazara uğrayan deve nasıl ki ölüp, eti tencereye konuyorsa, aynı şekilde nazar edilen kişi de hayatından olup mezara girebilmektedir. Hadis-i şeriften nazarın tesirinin yalnız insana bağlı kalmadığı, bütün canlılara, hattâ insanı dikkatini çeken hertürlü şeye de zarar verebildiği anlaşılmaktadır.

Asr-ı saadet'te geçen, nazarla ilgili bir hadiseden, mü’minin beğendiği bir şey karşısında nasıl davranması, neler söylemesi gerektiği, nazar etmenin din kardeşini öldürme sayılacağı, nazara uğrayan ve nazar eden kimsenin neler yapması gerektiği hususunda geniş bilgiler çıkarmak mümkündür.

Sahabîlerden Amr bin Rebia, Sehl bin Huneyf’i yıkanırken görür, nazar eder. Sehl çarpılmış gibi yere yıkılır. Alıp Peygamberimiz (asm)'in bulunduğu yere götürürler. Durumu öğrenen Peygamberimiz (asm) “Kimden şüphe ediyorsunuz?” diye sorar. Sahabîler, Amr bin Rebia’nın ismini verirler. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) Amr’ı azarlayarak,

“Sizden biriniz neden din kardeşini öldürüyor? Biriniz kardeşinde beğendiği, hoşuna gittiği bir şey gördüğü zaman, ona mübarek olması için dua etsin (Mâşallah, Bârekallah gibi sözler söylesin)” buyurur.

Daha sonra Peygamberimiz (asm) bir miktar su ister ve nazar eden Amr’ın abdest almasını emreder. (İbni Mâce, Tıb: 32, Müsned, 3: 447)

Bir nevi abdest olan bu tatbikatı fıkıh âlimlerimiz şöyle tarif ederler: Bir kabın içine su konur. Nazar eden kimse bir avuç alır, ağzını çalkar, suyu kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar, sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar, sağ eliyle de alarak sol elini bileklere kadar yıkar. Daha sonra sağ ve sol dirseklerini yıkar. Sonra dirseğini ve omuzu arasını yıkar. Sonra ayaklarını, sağ ve sol dizini yıkar. Elini ve ayaklarını yıkarken, kolunu ve dizinden aşağısını yıkamaz. Daha sonra sağ böğrünü aşağı doğru yıkar. Bütün bu organlarını yıkadıktan sonra su aynı kapta biriktirilir. Nazar eden kişi bu işi tamamladıktan sonra su kabını alarak nazar ettiği şahsın arkasında durup başına döker.(Neyevi, Şerh-u Sahih-i Müslim, 14 % 172-173) Kullanılan bu su pis sayılmamaktadır. Bunu Peygamberimizin (asm) bizzat kendi tatbikatından anlamaktayız.

Peygamberimizin kısaca tarif ettiği ve âlimler tarafından da genişçe izah edilen bu yıkamanın bilinmeyen pek çok hikmeti, şüphesiz, vardır. En azından nazar şüphesini gidermek için bu sünneti yapmak gerekir. Bu yıkama ve dökme işi sahabîler tarafından da zaman zaman tatbik edilmiştir.

Bu iş yapıldıktan sonra nazar eden kimse bereket duasında bulunarak, “Mâşallah, Lâ kuvvete illâ billah” derse, meydana gelebilecek zararı Allah’ın gidereceği bildirilmektedir. Zaten bu yıkama işinin yapılması bir nevi fiilî duadır. Tesir ve şifa ise Allah’tan beklenmelidir.

Nazardan ve ondan gelebilecek şerden Allah’a sığınmalıdır. Hz. Âişe (ra)’den öğrendiğimize göre, Peygamberimiz (asm) ona göz değmesine karşı rukye yapmasını (dua okumasını) emretmiştir.(İbni Mâce, Tıb: 34)

Başka bir hadiste,  “Nazardan Allah’a sığınınız” (age., Tıb: 32) buyurularak, şifayı Allah’tan istememiz tavsiye edilmektedir.

Peygamberimiz (asm)'in göz değmesi karşısında ondan korunmak için hangi duaları okuduğunu ve neler yaptığını Ebû Said el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatmaktadır:

“Resulullah (a.s.m.) (Cinlerin ve insanların nazarından Allah’a sığınırım, gibi dualarla) cinlerin nazarından, sonra da insanların nazarından Allah’a iltica ederdi. Sonra Muavvizetân (Felâk ve Nâs Sûreleri) inince, bu sûrelere devam etti. Diğer duaları terk etti.” (age., Tıb: 34)

Şu halde, nazar eden ve zarar verenler yalnız insanlar değildir. Aynı zamanda cinler de nazar edip, insana zarar vermektedir. “Cinlerin nazarı oktan daha sür’atli geçer.” diyen bazı âlimler göz değmesini, cinlerin çarpması ve nazar etmesi mânâsında da anlamaktadırlar.

Peygamberimiz (asm)'in tatbik ve tavsiye ettiği mânevî ilaçlardan başka yollara başvurup şifa aramak mü’mine yakışmaz. Cahiliye devrinde Araplar bazı hastalıklardan dolayı boyunlarına ve kollarına çeşitli âlet ve boncuklar takarlardı. Deva ve şifayı da o taktıkları şeylerden beklerlerdi. Şirk kokan, inancına uymayan bu nevi işleri şiddetle yasaklayan Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir şey takarsa, bütün işleri o taktığı şeye teslim edilir.” (Tirmizi, Tıb: 24)

Böylece takılan o şeyin bir fayda vermeyeceği, ayrıca kişinin bütün ümidini bizzat ona bağlamasıyla da inancına zarar geleceği anlaşılmış oluyor.

Nazardan korunmak için mânâsı bilinmeyen bazı muskalar yazıp kullanmak veya “nazar boncukları” takmak İslâm inancına uymayan bâtıl âdetlerdir. Bu gibi şeyleri insanın takınması caiz olmadığı gibi, bir hayvana veya bir eşya üzerine takmak da aynı şekilde meşru değildir. Peygamberimiz (asm)'in haram saydığı bazı şeyler arasında nazarlık takınmak da sayılmaktadır.(Neseî, Zînet: 17)

Bu işlere benzeyen ve halk arasında "mum eritmek", "kurşun dökmek" veya "ot yakıp hastanın başının üzerinde gezdirmek" gibi hiçbir mânâsı olmayan tatbikatlara tevessül etmemek lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak her türlü derdi verirken, meşru olarak dermanını da yaratmıştır.

Mü’min ölçü olarak sünneti almalı, o çizgiden çıkmamaya çalışmalıdır. İstikamet ancak bu yolla mümkündür.(bk. Mehmed Paksu, Helal-Haram)

Cevap 2:

Nazardan Korunma Tedbirleri

Nazara karşı su ile tedaviyi Peygamberimiz uygulamıştır. Ancak büyü veya nazara karşı sirke ile tedavi uygulamasını bilmiyoruz.

Gözdeğmesi (nazar) illetine yakalanmadan önce korunmak için şu tedbirler alınmalıdır:

1) BİRİNCİ TEDBİR: Sabah ve akşam koruyucu dua, evrad ve zikirlere devam edilmelidir.

Onları okuyan kimseyi Allah (c.c.) nazardan muhafaza buyurur. Okunacak sure ve dualar çoktur.

Bazıları şunlardır: Fatiha Suresi, Ayetü'l-Kürsî, Felâk Suresi, Nâs Suresi,

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in okuduğu muhtelif dualar. Nazara karşı şu duayı okumalıdır:

"Yarattığı şeylerin şerrinden Allah (c. c.)' in tam olan kelimelerine sığınırım." (Ebu Davûd, Tıp, 19; Dârimî, İsti'zan, 48; Muvatta, İsti'zan, 34; Ahmed b. Hanbel, 4/430)

Yine şu duayı okumalıdır:

"Bütün şeytanlardan, zararlı hayvanlardan, Kem gözlerden Allah (c.c.)'ın tam olan kelimelerine sığınırım.

Hiçbir iyinin ve kötünün yapamadığı ve Allah (c. c.) 'in yaratıp vücuda getirdiği bütün şerlerin şerrinden,

Gökten inenlerin ve göğe çıkanların şerrinden,

Yerde bitenlerin ve yerden çıkanların şerrinden,

Gecenin ve gündüzün fitnelerinin şerrinden,

İyilik için kapı çalan hariç, gece ve gündüz her kapı çalanın şerrinden Allah (c. c.) 'ın tam olan kelimelerine sığınırım.

Ey Rahman (olan Allah'ım)." (Buharî, Kitabü'l-Enbiya, 10; Müslim, Kitabu'z-Zikr, 54, 55) 

Yine şu ayeti okumalıdır:

"Doğrusu inkâr edenler, Kur'an'ı duydukları vakit (sana olan düşmanlıklarından dolayı) neredeyse gözleri ile seni yere sereceklerdi! Hâlâ da (senin için) mutlaka o, delidir, diyorlar. Halbuki Kur'an, bütün âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir." (Kalem, 68/51, 52.)

İnsanların ahvâline bakan kimse, nazar konusunda onlarda bir umursamazlık olduğunu görür. Oysa ki, bilhassa bebeklerin ve küçük çocukların şeriata uygun dualarla nazardan korunmaları gerekir.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ı şu dua ile koruyordu:

"Sizi, bütün şeytanlardan, zararlı hayvanlardan, kem gözlerden, Allah (c.c.)'ın tam olan kelimelerine sığındırırım." (Buharî, Abdullah b. Abbas'dan rivayet etmiştir.)

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, torunları olan Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.)'a hitaben yine şöyle derdi:

"Şüphesiz ki, sizin atanız (İbrahim Aleyhisselâm) İsmail'i ve İshak'ı onlarla koruyordu." (Buharî, İbn-i Abbas'dan rivayet etmiştir.)

2) İKİNCİ TEDBİR: Nazar değmesinden korunma yollarından biri de, korktuğu ve şüphelendiği kişilerin yanında güzelliklerini teşhir etmemelidir.

Hafız el-Bağavî "Şerhü's-Sünne" eserinde anlattığına göre, Hz. Osman b. Affan (r.a.) çok güzel bir çocuk görmüştü. Bunun üzerine, onu nazardan korumak için çocuğun velisine şöyle dedi: "Bu çocuğun çenesine siyah boya sürerek onun güzelliğini kamufle ediniz."

3) ÜÇÜNCÜ TEDBİR: Göz değmesinden korunma yollarından biri de görüp beğendiği bir şey hakkında, gören kişinin bereketle dua etmesidir.

Bir kimse, kendi gözünün başkasına zarar vermesinden korkarsa, ona baktığı zaman şöyle demelidir:

"Allah (c.c.) onu sana mübarek etsin." (Benzer ifade ile bk. Ebu Davud. Nikâh, 36; Tirmizî, Nikâh, 7; İbn-i Mâce, Ezan, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/281.)

Veya şöyle demelidir:

"Ya Rabbi! Ona mübarek eyle." (Benzer ifade ile bk. Müslim, Zühd, 74; Ebu Davud, Vitir, 31; Nesaî, Zekât, 12; İbn-i Mâce, Zühd, 8; Ahmed b. Hanbel, müsned, 3/108, 188, 5/77.)

Yahut şöyle demelidir: "Mâşâallah (Allah ne güzel yapmış) Allah'tan başka kuvvet (sahibi) yoktur." (Ebu Davud, Edeb, 101.)

Ya da buna benzer dualar etmelidir. O zaman Allah (c.c.)'ın izni ile zarar defolur gider.

Kendi nefsinden, başkasına nazar değmiş olmasından şüphelenen ve endişe duyan kimsenin yapması gereken şey, Allah (c.c.)'dan korkması ve gözdeğmesine sebep olabilecek şeylerden sakınmasıdır. Bunun için Allah (c.c.)'ı çokça zikretmeye devam etmelidir. İnsanlardan hoşa giden bir şey gördüğü zaman Allah (c.c.)'dan, onu mübarek kılmasını dilemelidir.

Yüce Allah (c.c.)'ın, insanlara vermiş olduğu nimetlere kesin olarak hased etmemelidir. Çünkü, eğer onlara hased ederse, sanki Rabbine karşı itirazda bulunmuş gibi olur.

Cevap 3:

Nazar Değmesinden Sonra

Yukarıda, nazar değmemesi için alınacak tedbirler ve korunma çareleri açıklanmıştı. Nazar değdikten sonra da şeriata uygun çareler vardır. Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bu hususa işaret eden deliller bulunmaktadır.

Yine şu sure ve ayetler, dua maksadıyla okunmalıdır:

a) Fatiha Suresi,
b) Ayetü'l-Kürsî,
c) Felâk Suresi,
d) Nâs Suresi,

e) Ayrıca Cebrail Aleyhisselâm'ın, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'e okuduğu ve öğrettiği şu dua okunmalıdır:

"Allah (c. c.) 'in ismi ile sana rukye ederim (okuyup üflerim). Sana eziyet veren her şeyin şerrinden, her nefsin yahut hased edenin kem gözünün şerrinden Allah (c.c.) sana şifa versin. Allah (c.c.)'in ismi ile sana rukye ederim." (Buharî, Kitabu't-Tıb, 38; Müslim, Kitabu's-Selam, 40; Ebu Davud, Kitabu't-Tıb. 19; Tirmizî, Kitabu'l-Cenâiz, 4; İbn-i Mâce. Kitabu't-Tıb, 36. 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned. 6/332.)

Yine Resûlüllah (s. a.v.) Efendimiz'in bir hastalığı olduğu zaman Cebrail Aleyhisselâm gelir ve şu duayı okurdu:

"Allah (c.c.) 'in ismi ile sana rukye ederim (okuyup üflerim). Allah (c.c.) bütün hastalıklardan sana şifa versin. Hased ettiği zaman hased edenin şerrinden ve bütün kem gözlülerin şerrinden (seni korusun.)" [Müslim, Hz. Âişe (r.a.)'dan rivayet .etmiştir.]

Bazı İslâm büyüklerinden nakledilmiştir ki; gözden sakınmanın şartı, iyilikleri, güzellikleri, zînetleri gizlemektir. Bir kimsenin kendisini, ailesini veya çocuğunu süsleyip el âleme teşhir etmesi uygun değildir. Allâme İbnu'l-Kayyım diyor ki:

"Kim bu duaları okuyup tecrübe ederse, faydasının derecesini ve ona ne kadar çok ihtiyaç bulunduğunu anlar. Bu dualar, nazar edenin tesirine mâni olur. Onu okuyan kimsenin imanının kuvvet derecesine göre nazarın etkisini giderir. Çünkü bu dualar silahdır. Silah ise, kullanana göre etkili olur."

Abdullah es-Sâcî (r.a.)'ın anlattığına göre, kendisinin çok güzel bir devesi vardı.

Birgün devesine binerek yol arkadaşları ile beraber sefere çıktı. Yolculardan biri vardı ki, gözü değerdi. Bu durumu bilenler Abdullah'ı uyardılar. Devesini o adamın gözünden sakınmasını söylediler. Abdullah o adamın, devesine bir zarar veremeyeceğini söyleyip pek aldırmadı. Abdullah'ın sözlerini ve davranışını da o adama anlattılar. Adam, kendisini ispat etmek için Abdullah'ı kollamaya başladı. Bir mola sırasında Abdullah oradan ayrılınca, adam hemen gelerek deveye nazar etti. Biraz sonra deve hastalanıp yere düştü. O sırada Abdullah da çıkageldi. Deveyi o vaziyette görünce neler olduğunu sordu.

Dediler ki: "Sen gidince hemen o adam gelip deveye nazar etti. Hayvana bakınca o da bu hâle geldi."

Bunun üzerine Abdullah: "O adamı bana gösterin" dedi. Onlar da gösterdiler. Abdullah, adamın yanına varıp karşısında durdu. Sonra şu duayı okudu:

"Allah (c.c.)'ın ismiyle hapsedenin hapsinden, kuru taşın (şerrinden), yakıcı kıvılcımın (şerrinden Allah 'c.c.)'a sığınırım). Nazar edenin gözdeğmesi, kendi aleyhine dönsün ve en sevdiği kişinin üzerine dönsün."

"Gözünü çevirip de (sema' ya) bak! Bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez çevir de yine bak. Göz hor, hakir, bitkin ve ümidini kesmiş olarak tekrar sana döner." (Bu duanın son kısmı, Mülk Suresi'nin 3. ce 4. ayetleridir. bk. Mülk, 67/3-4..)

Abdullah es-Sâcî bu duayı okuyunca gözdeğmesi kalktı. Allah (c.c.)'ın izni ile devesi iyileşti.

Cevap 4:

UYARILAR

1) BİRİNCİ UYARI: Gözdeğmesi (nazar) bazan insanlardan olur, bazen de cinlerden olur.

Mü'minlerin annesi Ümmü Seleme (r.a.)'dan rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, evinde bir kız görmüştü. Kızın yüzünde bir değişme farketti ve şöyle buyurdu:

"Ona rukye yapınız (okuyup üfleyiniz). Çünkü onda gözdeğmesi (nazar) vardır." (Buharî ve Müslim, Ümmü Seleme'den rivayet etmişlerdir.)

Hafız el-Bağavî diyor ki: "Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz nazar değmesine işaret ederken cinlerden nazar değmiş olacağını kasdetmiştir."

Deniliyor ki: "Cinlerin nazar etmesi, mızrak ucundan daha tesirlidir." Şüphe yok ki, insan kirli elbiselerini değişmek için çıkardığı vakit, yahut tuvalet ihtiyacını gidermek için, ya da bir başka sebeple avret yerini açtığı vakit, cinlerin nazarından korunmak için dua etmelidir. Bu da Cenab-ı Hakk'ın ismini zikretmekle olur.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Onlardan (insanlardan) biri helaya girdiği zaman, başka bir rivayette, elbisesini çıkarıp bir yere koyduğu zaman bismillah demesi, cinlerin gözleri ile Âdemoğlunun avret mahallinin arasında bir perdedir." (Tirmizî. Sünen'inde ve Ahmed b. Hanbel de Müsned'inde rivayet etmişlerdir.)

2) İKİNCİ UYARI: Cenab-ı Hakk'ın ihsan ettiği sağlığı, güzelliği, nâil olduğu nimetler ve sair sebeplerle gözdeğmesine hazır olan kimse, daima tedbirli olmalı ve kendisini teşhir etmemelidir.

Özellikle kadınlar kendi güzelliklerini ve bilhassa kız çocuklarının güzelliklerini aşırı derecede teşhir etmemelidirler. Çünkü bunun sonucunda birçok üzücü olaylara şahit olunmaktadır.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Esma binti Umeys (r.a.)'a hitaben şöyle buyurmuştur:

"Bana ne oluyor ki, kardeşoğullarının cisimlerini zayıf görüyorum! Yardıma muhtaç duruma gelmişler." [Müslim, Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan rivayet etmiştir] 

Bunlar Hz. Cafer b. Ebu Tâlib'in çocukları idiler. Esma dedi ki: "Onların bir hastalıkları yok. Fakat onlara nazar değdi."

Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: "(O halde) sen onlara rukye yap. (okuyup üfle.)" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/333.)

3) ÜÇÜNCÜ UYARI: İnsanlardan bazıları rukye tedavisi (okuyup üfleme) talep ettikleri zaman, okuyan kişinin inancının sağlam olup olmadığını, maksadını, ilmini araştırmıyorlar. Bu sebeple de sahtekârlara, büyücülere ve kötü maksadlı olanlara yöneliyorlar. O bozguncular, yapıcı olmaktan çok yıkıcıdırlar. Hatta onların içinde niceleri vardır ki, haram olan şeyleri, yahut bid'atları, ya da şirk olan şeyleri insanlara emrederler. Böyle kimselerin şerlerinden muhafaza etmesini Yüce Allah (c.c.)'dan dileriz.

Rukye (okuyup üfleme) talep eden kimseye gereken şey, dikkatli olması ve işini sağlam apmasıdır. Yani, ya kendisi okumalı, Yahut da buna ehil olan imanlı ve ihlâslı kimseleri bulmalıdırlar. Şunu da iyi bilmelidir ki; eğer şeriatın uygun gördüğü şartlar uygun olmazsa, rukye yapmak caiz olmaz.

Hz. Yusuf Aleyhisselâm'ın kıssasını anlatan şu ayetin mânâsını derin derin düşünmeliyiz:

"Ayrı ayrı kapılardan (şehre) girin (ki size nazar değmesin.) Yine de Allah'ın takdir ettiği bir şeyi ben sizden gideremem. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben ona güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız ona güvenip dayanmalıdırlar." (Yusuf, 12/67)

Bilmelidir ki, gözdeğmesinden (nazardan) korunmak ve onu tedavi etmek, ancak Allah (c.c.)'dan ve onun Resûlü'nden gelen şeylerin doğruluğuna inanmakla mümkün olur. Eğer bu konuda şüphe ve tereddütleri olursa, ilacın tesiri de azalır.

3 Fal baktırmak doğru mudur?

Bugün kenarda, köşede, neredeyse her mahallede çeşitli adlar altında kendilerine birtakım “masum” ve “modern” unvanlar takarak “meslek”lerini icra eden had ve hesaba gelmeyen falcılar kol geziyor.

“Falcılık kadar insan merakını, insan duygusunu istismar eden bir başka yol yoktur” desek, mübalağa etmiş olmayız.

Bu konuyu Peygamberimiz (a.s.m.) bir tek cümleyle ifade etmiş: “Kâhinler bir şey değildirler.” (Müslim, Selam 123) Yani geleceği okuduklarını iddia edenlerin sözleri boş, bir değeri ve bir anlamı yoktur.

İnanç noktasından bakıldığında fala baktırmak ve fala inanmak o kadar batıl ve tehlikelidir ki, Allah korusun insanı imandan bile çıkarabiliyor.

Bu konudaki birçok hadiste Peygamberimiz (a.s.m.), fal ve benzeri işlemlerin sonucuna inananların “Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacağını, bunların cennete giremeyeceklerini, inanmayıp da bu işi yapanların namazlarının kırk gün kabul olmayacağını” haber verir.

Bu hadisler kesin bir tehlikeyi bildirdikleri halde dininde diyanetinde, abdestinde namazında olan kişilerin fala ve falcılara itibar edip onların kapılarını aşındırmaları ne kadar acı ve üzücüdür.

Falcılar gayb ve gelecek hakkında, insanın karakteri ve beklentileri üzerinde ahkâm kesmeye çalışırlar. Oysa geleceğin sahibi Allah’tır. Geleceği sadece ve sadece Allah bilir. Kur’an bu konuda der ki:
 

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Başkası onu bilemez.”
(En’am, 6/59)
“De ki: Allah’tan başka ne göklerde, ne de yerde hiç kimse gaybı bilemez.”
(Neml, 27/65)
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır veya ‘Ben gaybı bilirim’ demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.”
(En’am, 6/50)

Cebrail Aleyhisselamın, “Kıyamet ne zaman kopacaktır?” sorusuna Peygamberimiz:

“Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir.” diyerek, en büyük gelecek olan kıyamet hakkında bu kadar net bir cevap vermiştir. (Buharî, İman 37)

Gayb ve gelecek bilgisi Allah’ın elinde olduğuna göre, Allah’ın elçisi dahi Allah bildirmezse bilemeyeceğine, hiçbir İslam âlimi da gayb ve gelecek hakkında konuşmayacağına göre, falcıyı nereye koyarsınız? Yapıp durduklarına bir hak payı, bir inandırıcılık verebilir misiniz?

Ama falcının dediği bazen çıkıyor” diyenler de yok değildir.

Aynı sözü bir ara bir sahabe de söylemiş, fakat Peygamberimiz ona güzel bir cevap vererek yol göstermiştir.

“Bu söz cinlerindir. Cin bilgiyi kapar da dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.” (Müslim, Selam 123)

Bütün falcıların doğrudan cinlerle ilişkisi var mı, yok mu, ayrı bir konu, ama falcılık dine, imana aykırı bir uygulama olduğuna ve Peygamberimizin kesin kes reddettiğine göre, olayın şeytanî yönünün olduğu şüphesizdir.

Şeytan da bir cin olduğuna göre, geleceği okuduğu iddiasında bulunan, gaybdan haber vermeye kalkan falcılar şeytanın elinde bir oyuncak haline düşmüşlerdir.

Hadisi şerif genel bir ölçüyü veriyor. Gerek kâhin, gerekse falcı veya medyum, tarotlar, hatta burçları okuyanlar, kendilerine hangi adı takmış olursa olsunlar, dinin izin vermediği bir konuda konuşuyor, hüküm veriyorlarsa, aynı kategoriye girerler. Söyledikleri bazen tutsa bile, bu yüz tane yalanın arasından çıkan bir doğrudur. Buna doğru demek bile su götürür. Yapanı da, yaptıranı da, inananı da tehlikeye sürükler.

Birer batıl inanç ve hurafe olan falcılığı İslam dini yasaklamasına rağmen, gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, dünyanın her yerinde, tarih boyu insanlar kendilerini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamışlardır.

İslam öncesi Cahiliye döneminde bazı fal çeşitleri vardı. Kum üzerine bazı çizgiler çizilerek bakılan bir fal türü vardı ki, buna hattü’rreml denirdi. Bunun yanında kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, koyunun kemiğine, kurbanın ciğerlerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kurşun dökme, tuz falı, balmumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanmıştır.

Bilim adamları da falcılığın birer huzursuzluk kaynağı olduğunu ifade ederler. Özellikle aile geçimsizliklerinin ve yakın akrabalar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesine sebep oldukların söylüyorlar.

Mesela, Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. İlhan Yargıç diyor ki:

“Falcılar, genellikle benzer söylemleri kullanır. Kadının kocasıyla sorunu vardır, problem aslında konuşulsa çözülebilecektir. Fakat falcı, birisinin kendisine büyü yaptığını söyler. Bu durumda kadın, tüm aile fertlerine karşı düşmanca tavır besler. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, kehanet kendini kanıtlar ve aile ilişkileri kopar.”

Bir medyumcunun itirafı da dikkat çekici, diyor ki:

“Medyumluk popüler olunca bunu hobi olarak yapanlar işi ticarete döktü. İyi kötü fark etmiyor. Toplumun ruh sağlığı gerçek anlamda tehlike altında; çünkü medet bulmak için gidilen kişilerin birçoğunun kendisi problemli. Bu işi yapanların çoğunun ruh sağlığı bozuk.”

Asıl kaynağı batıl din ve inançlar olan falın dinle, imanla, Kur’an ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi ve alakası yoktur.

İnanan bir insan böyle batıl şeylerle aklını, kalbini ve imanını tehlikeye atmamalı, her şeyin Allah’ın elinde olduğuna inanmalı, Rabbine itimat edip güvenmeli, dua ederek O’na yalvarmalı, kadere olan inancını sağlam tutmalıdır.

4 Kısmet bağlılığı, kısmetin kapatılması hakkında bilgi verir misiniz?

Kısmetin kapalı olup olmadığını insan bilemediği için, kendi isteği olan bir şeyi elde etmek için bazı sebeplere teşebbüs etmesi gerekir. Bu sebeplere teşebbüsten sonra şayet istediğimiz şeyi elde edersek, şükrederiz. Şayet istediğimiz şey elde edilmez ise, o zaman “Hakkımızda hayırlı değilmiş.” deyip, verilmediği için ve ahirette isteğimizin daha güzelinin verileceğine iman edip yine şükretmek gerekir.

Kısmet beklemelerde yanlış yorumlardan uzak kalınmalıdır. Bazı kimselerde yanlış bir kısmet bağlama anlayışı görülmektedir.

Evham ve suizanna kapılan bu kimseler, tereddüt etmeden konuşabiliyorlar:

"Kızımızın ya da oğlumuzun kısmeti bir türlü çıkmıyor, çıkınca da anlaşmayla sonuçlanmıyor, bir bahane bulunup iş bozuluyor! Demek ki kısmetini bağlamışlar. Zaten falan ve filan komşulardan da şüphe ediyoruz..." diye hüküm verebiliyorlar.

Halbuki Allah (cc), hiçbir insana bir başkasının kısmetini bağlama imkan ve salahiyeti vermemiştir. Bu sebeple, kısmet bağlanması diye bir olay olamaz. Ama kısmet beklenmesi diye bir gerçek olur.

Demek ki mesele, kısmet bağlanması değil kısmetin beklenmesi meselesidir.

Şunu hiç unutmamak gerektir ki, Allah yarattığı kulunun kısmetini asla bağlamaz. O kadar bağlamaz ki, dünyada evlenemeden vefat edenleri bile cennette otuz üç yaşında en güzel bir cennet genci olarak olarak evlendirir, kısmetini yine karşısına çıkarır, asla kısmetsiz bırakmaz. Onlar da o zaman asla pişmanlık duymazlar dünyadaki bekleyişlerinden dolayı. Çünkü cennet evliliği dünyadakiyle kıyaslanamayacak kadar özel ve güzel bir evlilik olur... Bütünüyle mutluluk ve saadet kaynağı halini alır.

Bizce burada unutulmaması gereken en mühim nokta şu olmalıdır:

Dünyadaki kısmetini bekleyenler bekleme süresini büyük bir fırsat bilmeli, bu sıralarda kendi özelliklerini geliştirip vasıflarını çoğaltmayı hedef almalı, vasıfsız işçi durumundan çıkıp aranan vasıflı aday özelliğini kazanmalı, kendini birçok vasıflarla değerli durumuna getirmelidir. Çünkü denklik dünyada da ahirette de esastır. Dünyada vasıflı olanlar cennette de vasıflılarla evlenirler. Bu bakımdan da kısmet bekleme devresini güzel vasıfları kazanma, çoğaltma devresi olarak düşünmeli, yüksek vasıflılara layık hâle gelmeye gayret göstermelidir.

Zaten beklemenin bir faydalı yanı da "güzel vasıflarını çoğalt" ikazını yapıyor olmasıdır.

5 Peygamberimizin burçların doğruluğuyla ilgili hadisi var mı? Burçların hakikati var mı?

Burçlara bakarak hüküm çıkarmanın doğruluğuyla ilgili değil, aksine bunun yanlışlığıyla ilgili hadis vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse gider de verdiği haber konusunda kâhini tasdik ederse, Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur." (Tirmizî, Tahâret,102; İbn Mâce, Tahâret, 122; Ahmed İbn Hanbel, II/408).

Gökteki bir takım yıldızlara ve yıldız kümelerine burç denir. Burçlar on iki adettir. Bunların altısı kuzeyde, altısı da güneydedir. Gök bilimciler yıldız kümelerini, her ayda ve mevsimde göründükleri şekillere göre isimlendirmişlerdir.

Buna göre burçların isimleri ve tekâbül ettikleri aylar şunlardır:

1) Koç (hamel) burcu, 21 Mart-19 Nisan.
2) Boğa (sevr) burcu, 20 Nisan-20 Mayıs.
3) İkizler (cevzâ) burcu, 21 Mayıs-21 Haziran.
4) Yengeç (seretân) burcu, 22 Haziran-22 Temmuz.
5) Aslan (esed) burcu, 23 Temmuz-22 Ağustos.
6) Başak (sünbüle) burcu, 23 Ağustos-22 Eylül.
7) Terazi (mîzân) burcu 23 Eylül-23 Ekim.
8) Akrep (akrep) burcu, 24 Ekim-21 Kasım.
9) Yay (kavs) burcu, 22 Kasım-21 Aralık.
10) Oğlak (cediy) burcu, 22 Aralık-19 Ocak
11) Kova (delv) burcu 20 Ocak-18 Şubat.
12) Balık (hût) burcu, 19 Şubat-20 Mart.

Yılın her ayında güneş bu burçlardan birine girer. Güneşin Koç burcuna girmesiyle ilkbahar; Yengeç burcuna girmesiyle yaz; Terâzi burcuna girmesiyle sonbahar; Oğlak burcuna girmesiyle kış başlar.

Türk Edebiyatında, hangi mevsimde hangi burcun bulunduğu şu şiirle açıklanmıştır:

"Hamel ü Sevr ile Cevza'da gelir fasl-ı bahar

Seratân ü Esed ü Sünbüle'dir yaz'a medar

Tuttu Güz faslını Mizan ile Akrep dahi Kavs

Cedi vü Delv ile Hut kıldı Zemistanda (kış'ta) karar."

Burç Falı

Fal, lügatta; "uğurlu saymak" anlamındadır. Terim olarak, "çeşitli usullerle, bilinmeyenden ve gelecekten haber verme ve kişilik okuma sanatı"dır. Burç falı ise, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir.

Gelecek zamanda vukû bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene falcı denir. Falcılık, çok eski devirlerden beri bazı insanlar tarafından revaçta olan bir husustur. Özellikle daralan insanlar için gelecekten haber verme işi son derece caziptir. Geleceğin kesif karanlıkları içinde saklanan mukadderatı görmeğe beşer zekâsı yetmediğinden, mukadderatın tayini için insanlar böyle bir takım hurâfe ve boş vasıtalardan yardım isteyegelmişlerdir. Yirminci asrın sonlarında özellikle ekonomik yönden gelişmiş milletlerin insanları arasında da kehânete inananlar ve kehâneti sanat edinenler az değildir. (Kâmil Miras, Sahih-i Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, Ankara 1974, VI/543).

Bizde de kendini aydın sanan bir takım gazete mensupları her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında bir takım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiç bir ilmî dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar okuyucuların ruhî dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir.

Falcılık İslâm'da kesinlikle yasak edilmiştir. Gayb'dan verdiği haber konusunda kâhini tasdik etmek küfürdür. [Sâdeddîn et-Taftâzânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu'l-Akâid), Terc, Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, 353]. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse gider de verdiği haber konusunda kâhini tasdik ederse, Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur." (Tirmizî, Tahâret,102; İbn Mâce, Tahâret, 122; Ahmed İbn Hanbel, II/ 408).

Geleceği (gaybı) Allah'tan başka hiç kimse bilemez.

"De ki: göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur." (Neml, 27/65).

"Gaybın anahtarları onun katındadır. Onları ancak O bilir." (En'âm, 6/59).

Bu ve benzeri ayetler, gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine delâlet etmektedir.

İslâm âlimleri, sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan bilerek onlardan bir takım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII/ 5207).

Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için istihâre yapması meşrûdur sünnettir. Bunun, İslam'da yasak edilen falcılık ve kehânetle hiç bir ilgisi yoktur.

(bk. Şamil İslam Ans.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Burçların insan karakteri üzerinde tesiri var mıdır?..

6 Nazar / göz değmesi gerçek midir ve büyüyle ilgisi var mıdır?

Parapsikoloji dilinde “psikokinezi” denilen nazar, yani göz değmesi bir çeşit büyülemedir. Baktığımız kişilerden veya eşyalardan çok defa gözlerimizi alamadığımız olur. Gözler ruhi fonksiyonları ve beyin gücünü en rahat ve en tesirli şekilde kullanabildiğimiz organlarımızdır. Bilim adamlarının da tespit ettikleri gibi, göz yoluyla bir çeşit hipnoz olayı gerçekleşmektedir. Yılan, fareyi, kuşu veya diğer avlarını böyle yakalar. Gözlerinden gönderdiği zehirli şualar yoluyla avının beyin fonksiyonlarını bozmakta ve talihsiz av, bir anlık göz göze gelmenin bedelini hayatiyle ödemektedir.

İşte aynen insanlar için de geçerli olan bu husus, göz yoluyla karşı tarafa zarar verebilmektedir. Bir kısım gözlerin nazar konusunda daha etkili olması da saydamlığının fazla olması ile ilgili olsa gerektir. İnsan özellikle kıskançlıkla ve kötü niyetle, yani kem gözle bir şeye baktığı zaman daha çabuk zarar verebilir. Bu yüzden kişinin beğendiği bir şeye ısrarla bakması hâlinde ona, “Allah dilemezse hiçbir şey olmaz.” anlamına gelen “Maşaallah” veya “Allah’ın bereketi üzerine olsun" anlamına gelen “Barekallah” demesi tavsiye edilmiştir.

Nazar haktır; nazara inanmak günah değildir.

Göz değmesi hakkında rivayet edilen hadisler, bunun hak ve gerçek olduğunu açıklığa kavuşturmakta ve nazara karşı yapılması gereken hususları da ortaya koymaktadır. Yani nazar, bazılarının zannettiği gibi "batıl" bir inanç değil, hak ve gerçektir. Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un İbn Abbas'tan rivayet ettikleri bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Göz değmesi haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı, bu, göz değmesi olurdu." [Müslim, Selam 42, (2188); Tirmizî, Tıbb 19, (2063)]

Hz. Aişe (r.a)'den rivayet edilen bir hadiste de Hz. Peygamber (s.a.v)'in,

"(Göz değmesinden) Allah'a sığının. Zira göz değmesi haktır."

buyurduğu nakledilmektedir.

Yine Sahiheyn ve Ebu Davud'da Ebu Hüreyre (r.a)'tan:

"Rasulullah (s.a.v)'in: "Göz değmesi haktır." dediği rivayet edilmiştir."[Buhari, Tıbb 36, Libas 86; Müslim, Selam 41, (2187); Ebu Davud, Tıbb 15, (3879)]

Ebu Davud’un Hz. Aişe (r.a)’den rivayet ettiği bir hadisi şerifte ise, gözü değen ve kendisine göz değmesinin zarar verdiği kimselere ait yapılacak işlemden bahsedilmektedir:

“Gözü değene (ain) abdest alması emredilir, onun abdest suyu alınır, bununla göz değmesine uğrayan (main) yıkanırdı.”[Ebu Davud, Tıbb 15, (3880)]

Ayrıca, Kalem suresinin 51. ve 52. ayetlerinin de nazara karşı tedavi edici özelliğinin bulunduğu söylenmektedir.

Nazardan korunmak için en sağlıklı yol dua etmek ve yukarıda Hz. Aişe validemizden nakledilen hadise göre hareket etmek gerekir. Yoksa nazar boncuğu, öküz boynuzu, at nalı, sarımsak vs. gibi, halk arasında yaygın olan batıl inançlara itibar edilmemelidir. Bunların hepsi yasaklanmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Nazar, göz değmesi nedir? Göz değmesine karşı ne gibi tedbirler alınabilir? Göz değmesinin sebepleri nelerdir?

7 Büyüyü bozmak için bir hocaya gitmek caiz midir? Büyü nasıl etkisiz hâle getirilir?

Bu konuda olur olmaz herkese müracaat etmek doğru olmaz. İlmine ve takvasına güvenilen ve hiçbir maddi menfaat beklemeden, Allah rızası için insanlara yardım eden ilim sahibi kişilerin tavsiyelerine göre de hareket edilebilir.

Büyüye maruz kişilerin sıkıntısını kaldırmak için, yetkili bir kimsenin bunu kaldırmak için uğraşmasında sakınca yoktur. Bu işi yaparken masraflar çıkıyorsa, bunların da o kişiye ödenmesi caizdir. Ancak bu işi ticaret amaçlı yapanların, özellikle pazarlık yapanların Allah rızasından başka gayeler edindiği aşikârdır. Böyle bir şey yapmak caiz olmaz.

Kişinin Allah'a sığınması, iman ve ibadet konusundaki titizliği ile büyünün tesir etmesinde etkili olan şeytanın insana yaptığı telkinlere kulak asmaması, şeytanın insanlar üzerindeki etkisini azaltır ve büyünün tesirinden de korunmuş olur. Çünkü şeytanın yaptığı, sadece telkin yoluyla korkutmak, şüpheye düşürmek, vesvese vermekten ve temelsiz kuruntulardan, neticesi olmayan vaatlerden başka bir şey değildir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle denir:

"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/120)

Âyette geçen "ümitlendirme" ve "söz verme", bilindiği gibi geneldir. Ancak konumuzla ilgili olması da söz konusudur. Çünkü insan, pek çok şey umar. Hatta kendini umduğu şeylere, yani beklenti ve ümitlerine öylesine kaptırır ki, bazen kendi kendisini bile büyüler ve olmasını istediği şeyler için büyücülere gider. Bu da yanlış olduğunu bile bile bu yola gitmesi ve şeytanın bu konuda kendisine teminat vermesiyle olur. Bu, genellikle haramlarda olur. Yani bir bakıma insan kendisinde büyü olduğunu, birilerinin bu işle ilgilendiğini düşünerek, hastalığı davet eder. Oysa, gerçek öyle olmayabilir.

Nitekim âyetlerde, "İman edip yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir hakimiyeti olmayacağı"ndan, "Ancak onu dost edinip Allah'a ortak koşanlar üzerinde hakimiyet kurabileceği"nden söz edilir. (Nahl, 16/99-100)

Hakimiyet kurma konusunda insanın, inanmanın yanı sıra ihlaslı olması da söz konusudur. Şeytanın, ihlaslı kimseler üzerinde bir hakimiyeti söz konusu olamayacağı, bu kimseleri Allah'ın koruyacağı belirtiliyor. Ancak "İhlassız ve tevekkülsüz kimselerden gücünün yettiklerini kandıracağı, davetiyle şaşırtacağı; süvarileri ve yayaları ile onları yaygaraya boğup; mallarına, evlâtlarına ortak olabileceği, kendilerine vaatlerde bulunarak aldatabileceği" konusunda şeytana izin verilmiştir. (İsra, 17/63-65)

Bu da yaşamakta olduğumuz hayatın bir imtihan olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa tam bir yetki değildir. Zaten şeytan, insana boş kuruntulardan başka bir şey telkin etmez.

Açıkça anlaşılan odur ki, şeytanın, etkisi altına alıp rahatsız ettiği kimseler, onun kendisine sokulmasına zemin hazırlayan ve bu işe meydan veren kimselerdir. Zira şeytanın, Allah'ın halis kulları üzerinde kesin bir etkisi yoktur. Bunu yapmaya çalışsa bile onlar, dua ve ibadetlerle, Allah'ın kitabını okumakla bu işin üstesinden gelirler. Zaten büyü ve büyücülük yapanlar hakkında indirilen âyetin sonunda da şöyle buyurulmaktadır.

"... Ama onlar, Allah'ın izni olmadan, büyü ile hiç kimseye zarar veremez." (Bakara, 2/102) 

Büyünün hakikat olduğu kabul edilince, herkese tesir etmesi de tartışılmaz. Ancak daha fazla tesir ettiği kimseler de mevcuttur. Bunlar da şeytanın vesvese ve evhamlarına önem veren ve bu tür şeylere açık olan kimselerdir. Böyle kimseler, daha çok kendi kendilerini bir saat gibi kurup hasta eder. Çünkü şeytan, insana sadece vesvese verir ve yanlışı doğru olarak göstermek ister. Aslında hiç de önemli olmayan ses veya görüntüleri kendince değişik şekillere ve seslere benzetenler evhamlı, itikadı zayıf, ibadeti ve zikri olmayan, Allah'a olan görevleri konusunda gevşek davranan ve ibadetlerini ihmal eden kimselerdir. Nitekim, âyette, bu hususlara işaret edilmektedir. (Hac, 22/52-55)

Bütün bu saydıklarımızın dışında, büyünün tesir ettiği takva sahibi kimseler de yok değildir. Ancak, yüce Allah'a teslimiyet gösterilip tevekkül edildiği ve tam anlamıyla sığınıldığı, günlük evrad-ü ezkarlar okunduğu, günlük ibadetlere titizlikle devam edildiği, her gün birkaç sayfa Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (asm)'in okunmasını tavsiye buyurduğu sure ve dualar okunduğu takdirde büyünün tesiri önlenebilir. Çünkü kötü niyetli kimseler büyü yapsalar bile, herkesin ve her şeyin üstünde mutlak güç ve kuvvet sahibi Allah vardır ki, O'nun gücü dünyanın bütün sihirbazlarının ve kendilerine yardımcı olan cinlerin ve şeytanların gücünden üstündür. Zira, kendisinde güç bulunduğunu iddia edenleri de yaratan Allah'tır. O dilemezse hiçbir şey olmaz. Nitekim, Hz. Peygambere yapılan büyü konusunda Cenab-ı Hak (c.c.) "Felâk" ve "Nas" surelerini indirip bunlarla dua edip kendisine sığınmasını istemiştir. Hz. Peygamber de öyle yaparak şifa bulmuştur. Böylece Peygamberimiz, büyücülerin gayretlerini neticesiz bırakmış ve arzularını kursaklarına tıkamıştır.

Nitekim,

"Takvaya erenler var ya onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf, 7/201)

Âyette işaret edildiği gibi, şeytani bir etki altına giren kimsenin ilk yapacağı şey, Allah'a sığınmak olmalıdır. Allah'ın emrettiği hususlar kısaca, kişinin helâl ve haramları gözetmesi, dua ve ibadetlerine dikkat etmesi, maddî ve manevî olarak temiz, duygu ve düşünceler içerisinde, halis bir niyetle Allah'a müteveccih olmasıdır. Zira şeytan, kıyamet günü vaatlerinin birer aldatmaca, gerçek gibi gösterdiği şeylerin birer kuru yalandan başka bir şey olmadığını söyleyip işin içerisinden çıkacak ve büyücülerin ve peşinden gidenlerin hepsini yüzüstü bırakacaktır. (İbrahim, 14/22)

Bakara sûresi'nin 102. ayetinden de anlaşılan odur ki, sihirlerin en büyük tesiri, ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne getirir. Şu hâlde, "sihrin aslı yoktur" diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır.

Bununla beraber sihir ve büyü yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremez. Çünkü gerçek tesir ne sihirde ne sihirbazda ne tabiatta ne ruhta ne yerde ne gökte ne şeytanda ne de melektedir. Hakiki müessir, ancak ve ancak Allah'tır. Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O hâlde, her şeyden önce Allah'tan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır.

NÂS SURESİ'NİN KARANLIK GÜÇLERE VE BÜYÜYE KARŞI OKUNMASI

"De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların hükümdarına, insanların ilahına, O sinsi vesvesecilerin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan." (Nas, 114/1-6)

Gerek görünüp bilinen, gerekse görünüp bilinmeyen gizli düşmanlarımıza karşı okunan ve kendisiyle Allah'a sığınılan dua makamında bulunan ve "Muavvizat" denilen, Kur'ân-ı Kerim'in son üç suresi, yani "İhlas, Felâk ve Nas" sureleri, her derde deva niteliğindedir ve (deyim yerindeyse) bu üç sure, "Kur'ân eczanesinin aspirinleri"dir. Bu sebeple, bunlarla Allah'a sığınmalı ve gecenin karanlığından, şeytanların, cinlerin, büyücülerin, vesvesecilerin şerrinden bunlarla korunmalıdır.

Malumdur ki, büyünün tesir etmesi, kişinin içinde bulunduğu psikolojik durumlarla, karamsarlık, evham ve şüphelerle de yakından ilgilidir. Felâk ve Nas Sûresi'nde ise bu noktalara işaretle, normal durumlarda olduğu gibi, insanın başına böyle bir hal geldiğinde de yine sadece Allah'a sığınması istenmektedir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar."(En'am, 6/112)

Mealini verdiğimiz, bu âyete göre; insanın her türlü tehlikeye açık olduğu, cinlerden ve insanlardan olan düşmanlarının gerek muhatap olduğu yaldızlı ve sihirli sözlerle, gerekse kitaplara dökülen ve asıl niyetlerinin ne olduğu bilinmeyen kurgu dolu yazılarla rahatça kandırılabileceğini görmekteyiz. Bütün bunlara karşı da, dinlediği kimseyi Allah adına dinlemesi ve işine O'nun adıyla, "Euzü-Besmele" ile başlaması gerekliğini, okuduğu kitapları da hak namına okuyup, hakikate dair mesajlar almak kaydıyla ve yine "Euzü-Besmele" çekerek okuması gerektiğini anlıyoruz. Çünkü şeytan, Allah namına başlanılıp bitirilen işlerde çok rahat parmak oynatamaz. Büyücülerin ve insanı kandırmak amacı güden bir kısım edebiyatçı ve felsefecinin kötü niyetleri de ancak bu yolla akim kalır. Yoksa bunların bu yollarla insanları aldatması, okuyucularını veya dinleyicilerini konunun ritmine kaptırıp büyülemeleri mümkündür. Zaten sapıtanların çoğu da böyle saptırılmaktadır. İşte, buna binaen, bu üç surede, önce İhlas Sûresi ile "Tevhid İnancı" telkin edilerek başlanması, Felâk ve Nâs Sûresi ile de Allah'a sığınılması istenmektedir.

Nitekim, Hamdi Yazır, bu sureyi genişçe tefsir etmiş ve bu surenin tefsirini yaparken Kurtubi'nin Ebu Zer'den naklettiği ilginç bir hadis-i şerifi de nakletmiştir. Ki, bu hadiste Hz. Peygamber (a.s.m.), "insan şeytanlarına" dikkat çekerek; "Sen insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" (Hak Dini Kuran Dili, X/191) buyurmuştur.

Kısacası, günlük hayatımızda dua ve ibadetlerimize dikkat eder, dualarla Allah'a sığınır ve gerektiği gibi yakın olursak, O’nun himayesine girer, büyüden ve büyüyü uygulayabilecek büyücülerden, habis ruhlardan korunmuş oluruz.

Bu çalışmayı yaptığım sırada, daha önceleri de merak ettiğim bir medyumla tanıştım. Arkadaşlarımın da ısrarıyla, bana bir bakmasını istemiştim. Suya baktı, cinlerini çağırdı ve onlara, bende büyü olup olmadığını sordu. Sonra, birkaç defa bir suya bir de bana baktı ve "Ne ile korunuyorsun?" diye sordu. Ben de "Nasıl yani?" diye karşılık verince, merakla, "Her gün ne okuyorsun?" dedi. Bunun üzerine, "Ne oldu ki?" deyince, bana, "Size pek çok kere büyü yapılmış, ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir dua ile korunmayan, normal bir insana yapmış olsalardı, şimdiye çoktan işi biterdi!" dedi. Ben de her gün mutlaka "Cevşenü'l-Kebir" okuduğumu ve namazlardan sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatlarımı yaptığımı söyledim.

Bu durumda, tedavi olmak için, habis ruhlarla ilişki kurup yanlış işler de yaptığını bildiğimiz büyücüler yerine, doktorlara ve tıbba müracaat etmek gerekir. Dua ile yapılacak tedavilerde de Resulullah'ın (a.s.m.) tavsiye ettiği dualara, ayrıca, Kur'ân'dan örneklerini verdiğimiz dualara başvurmak gerekir. Efendimizin (a.s.m.) kendisinin de yaptığı, Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu tavsiyeye uymak da en doğru davranış olur: 

"Hz. Peygamber (a.s.m.), yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn'i (Felak ve Nas sureleri) ve Kul Hüvallahu Ehad'i okur, ellerini, yüzüne ve vücuduna sürer, bunu da üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman, aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi." (Buhari, Fedail-ul Kur’an, 14, Tıbb, 39)

Hz. Peygamber (a.s.m.), hastaları, tedavi etmek için büyücülere göndermemiştir. Ya tıbba havale edip hekimlere göndermiş ya da Kur'ân ve sünnet eczahanesine göndermiştir. Böylece evrensel şifalardan faydalanmasını istemiştir. Hem zaten Yüce Allah, Kur'ân'ın, müminler için bir rahmet ve bir şifa olduğunu bildirmiş (İsra, 17/82), manevi dertlerimiz için başvuru kaynağı olarak da Kur'ân'ı göstermiştir.

8 Vefk nedir? Dinimizce vefk, tılsım yapmak ve yaptırmak caiz midir?

Esasen konuya iki açıdan bakılmasında fayda vardır:

Ayetlerden ve Allah’ın isimlerinden yapılan vefklerin (tılsım, tesirli dua, muska) şifalı olduğuna inanıyoruz. Vefkler, belli yazım kuralı olan ve belirli ayatlerin, isimlerin belirli oranlarda yazılarak veya okunarak işlendiği bir (dua) metodudur.

Nitekim, müzelerde tılsımlı gömlek olarak tarif edilen gömleklerde, bu tarz vefkleri görmemiz mümkündür. Yine havas kitabında da bu konular işlenmiştir.

Ancak vefkler konusunda doğruları yanlışlardan ayırmak çok zor olduğu gibi, daima istismara müsait bir konu olmuştur. Bu açıdan konunun uzmanı olmayanların, böyle şeylerle meşgul olumasını asla tavsiye etmiyoruz.

Nasıl ki, tıp ilmini almamış birinin eline neşteri alıp "Ben de ameliyat yapabilirim.", diyerek ameliyat yapması hastanın yaralanmasına, hatta ölmesine neden olduğu gibi, havas ilmine hakim olmayan birinin tedavi maksatlı gelişi güzel bunları kullanması ve yazması da doğru değildir, müdahaleye hakkı yoktur. Büyük bir mesuliyete ve vebale girmiş olur.

Diğer taraftan, vefk, ebced harfleri olarak bilinen, harflerin sayı değerlerinden yola çıkarak, değişik ve çoğu anlaşılmaz şekiller yapılarak duaların rakamlara, geometrik çizim ve biçimlere dökülmesi şeklinde de olabiliyor. Bunu yapan kişiler daha sonra buradan şifa, bir derman ve kurtuluş çaresi ürettiklerini ileri sürüyorlar. İşin ilginç ve endişe veren yönü, vardıkları sonuçları Kur’ân âyetlerine, esmâ-i hünsâya, ledün ilmine, gayb bilgisine, Levh-i Mahfuz gibi ilahi kaynaklara dayandırarak, bir çeşit inandırıcı yaklaşım sergilemeleridir.

“Denize düşen yılana sarılır.” misali, çaresiz kalan insanımız, bu kişilerin kapısını aşındırarak dertlerine çare, hastalıklarına şifa, problemlerine çözüm aramaya koyuluyorlar. Söz yerinde ise bazen “körün değneği kelin kafasına denk geliyor” çok nadir de olsa vefk yapılarak birisinin sıkıntısı hafifliyor, işleri yoluna giriyorsa, olay kulaktan kulağa yayılıyor, dilden dile dolaşıyor, böylece “umut tacirliği” sürgit devam ediyor.

Bir çeşit Hurufilik olan bu yolun, vefkten başka muammâ, remil, fâl, cifr, azâyim ve nucûm gibi daha birçok değişik metotları ve uygulama alanları da vardır. Zaten fal, azayim ve nücum gibi uygulamalar açıkça hadislerde Peygamberimiz Efendimiz (asm) tarafından haram sayılarak yasaklanırken, geriye kalan, buna benzer gizemli, örtülü ve sırlı şeyler de caiz görülmüyor.

Vefk ve benzeri yolları uygulayan kişiler, kendilerine kaynak olarak Kur’ân’da “kesik-tekil harfler” olarak ifade edilebilen “elif lâm mîm”, “kâf hâ yâ ayn sâd” gibi bazı surelerin ilk âyetleri ve ilk harfleri olan “hurûf- u mukataa” harflerini göstererek, bir yerde yaptıkları işlere kutsallık ve manevi dayanak buluyorlar.

Fakat ne yazık ki, bunu da rahatça istismar ediyorlar. Bu açıdan özellikle günümüzde vefkin kullanımına çok dikkat edilmesi gerekiyor. Hem bu işi yapanaların hem de yaptıranların çok hassas olmaları, İslam inancına uygun davranmaları, sebepleri ve sonuçları ancak Allah'tan bilmeleri gerekir.

Ayrıca, manası ve mahiyeti bilinmeyen vefk ve benzeri şekillerin yapılmasını ve kullanımını başta İmam Nevevî, İbn hacer el-Heytemî gibi İslâm uleması caiz görmemişlerdir. Çünkü içinde sihir ve büyü malzemelerinin olması söz konusu olabilir.

Dua Okumak ve Yazıp Üzerimizde Taşımak

İslâm fıkhı âlimleri, zararı gideren şeyleri üçe ayırmışlardır: Birincisi, açlık için ekmek yemek ve susuzluk için su içmek gibi kesin olanlarıdır. İkincisi, tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi muhtemel (maznûn) olanlardır ve üçüncüsü de okuyarak tedâvi gibi, etkisi ihtimalli olanlardır.

Zararı gidereceği kesin olan şeyi kullanmak farz ve onu terketmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir. Ancak onu terketmek haram değildir. Üçüncü türünü yapmak da caizdir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1970, IX, 6395 vd.).

Dolayısıyle İslâm'a göre nazar, korku ve benzeri bazı psikolojik hastalıklar için sûre, ayet, hadis ve duaları okumak ve yazıp bir yere asmak caiz kabul edilmiştir.

Her şeyden önce İslâm dini, insan sıhhâtinin korunmasına ve hastalandığı zaman tedâvî görmesine son derece önem vermiştir. Ebu Hureyre, İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'tan rivâyet edildiğine göre, birisi Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna gelerek, "Ya Rasûlallah, gerektiğinde tedâvi olalım mı?" diye sormuş. Hz. Peygamber (asm) bu soru üzerine şöyle buyurmuştur:

"Ey Allah'ın kulları tedâvi olunuz. Yüce Allah ihtiyarlığın dışındaki her hastalığın şifâsını da yaratmış." (Buhârî, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2)

Ebu Sâîd kanalıyla rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (asm)'in muavvizeteyn (Felak ve Nas) sûreleri nazil oluncaya kadar, insan ve cinlerin nazarlarından Allah'a sığındığı açıklanmaktadır. (Tirmizî, Tıb, 16; İbn Mace, Tıb, 33).

Hasta olan bir insanın dua etmesi ve okuması câiz olduğu gibi, salih kimselere bunu yaptırmak da câizdir. Hz. Aişe (r.a)'dan şöyle rivâyet edilmiştir:

"Hz. Peygamber (asm) hasta olan akrabalarının üzerine okuyarak sağ eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi:

"Ey Allah'ım, ey insanların Rabb'ı, şu hastalığı götür, şifâ ver, şifâ veren sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifâ ver." (İbn Mace, Tıb, 35, 36).

Bu ve benzeri rivâyetlere göre, okuma ve yazma sûreti ile tedâvî caizdir. Ancak bunun için bazı şartlar vardır. Bu şartları şöyle sıralamamız mümkündür:

1. Okunan ve yazılan şey sûre, ayet, hadis veya manası anlaşılan dua olacak.

2. Manası bilinmeyen bir takım isim, harf, resim ve işâretler kullanılmayacak.

3. Tıbbi tedâvide olduğu gibi, burada da şifâ verenin yalnız Allah olduğuna inanılacak; O'ndan başkasından hiçbir şey umulmayacaktır.

4. Ayırma, iflas ettirmek için bir kişinin kötülüğüne yapılmayacaktır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IX/6397).

Dikkat edilecek diğer bir husus da muska yazarken veya yazdırırken, İslâm'a aykırı olan her şeyden uzak durmak gerekir. Ölçü İslâm ve niyet Allah'ın rızası olmalıdır.

Âlimlerin çoğunluğu, okuma veya yazma yolu ile tedâviden ücret almayı câiz görmüş, bunu haram kabul etmemişlerdir. (Tirmizî, Tıb, 20; el-Aynî, Umdetu'l-Kari, V, 647) Ancak bunu istismar etmemek gerekir.

Yukarıdaki şartlara uygun olarak yazılan muskaları kullanmak ve taşımak caizdir, İslâm dini açısından herhangi bir sakıncası yoktur; fakat bu şartlara aykırı olarak yazılan ve taşınan muskalar, kesinlikle yasaklanmış, haram kabul edilmiştir.

Not: Vefk kökünden gelen tevafuk kelimesi vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tesadüf diye bir şey var mıdır? Tesadüf ve tevafuk hakkında bilgi verir misiniz?

9 Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir? Büyü yapıldığını nasıl anlarız?

Büyü çözmek için rastgele bir büyücüye gitmek caiz değildir. Bu konuda okunması greken sure ve dualar vardır. Konu hakkında malumatı olan bir din aliminden bu konuda bilgi alınabilir.

Meşhur ata sözümüzdür. "Denize düşen yılana sarılır." denmiştir. Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz.

– Büyü yaptılar, geçimimizi bozup huzurumuzu yok ettiler. Ya da kısmetimizi kapatıp olan işimizi olmaz hale getirdiler.

– Öyle ise çare nedir?

– Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir!..

Maşaallah büyü bozucular, sihir çözücüler de düzinelerle. Yeter ki sen paradan haber ver…

Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci… 

Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum.

Şundan inanmıyorum:

Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor.

Kanaatim odur ki, aile içinde insanlar, beyin yahut da hanımın tutumundan şikayetçi olurken olayı büyüye, sihre yormakta yanılıyorlar.

Büyü de sihir de tarafların kendilerindedir. Şayet rahatsızlık unsuru olarak gördükleri hallerini kendi iradeleriyle düzeltmeye yönelseler ortalıkta ne büyüye ihtiyaç kalır, ne sihirbaza. Ama nefsi böyle bir özeleştiriye talip olmuyor. Kendi kusur ve hatalarını düşünmeye de fırsat vermiyor. En kolay yolu gösteriyor.

– Büyü yapmışlar, sihirde bulunmuşlar. 

Bundan sonra yatakta muska aramalar, kapıda çaput bulmalar alıp yürüyecek; evhamlar, vesveseler, masum konu komşulardan şüphelenmeler meydan alacaktır. Çık çıkabilirsen işin içinden.

Hayır hayır boşuna suçlamayın konu komşunuzu, yakınlarınızı ve dostlarınızı. Büyü falan yok, kendi ihmal ve kusurlarınız var.

Yapılan büyüden dolayı hanımı evi terk ettiğini söyleyen bir bey:

– Ne olur büyüyü boz, sihiri çöz, bunu ancak sen yaparsın, diye ısrarda bulundu. Ben de:

– Büyü yapılan hanım evi terk ederken bir bahane ileri sürer, bu bahane ile evi terk eder, seninki ne bahane ileri sürdü, onu söyle?..

Söylemek istemedi; ısrar edince baklayı çıkardı:

– Güya ben akşamları işimden çıkınca hemen eve gelmiyor da meyhaneye uğruyor, iki tek atıyormuşum. 

Zaten ben de bu itirafı bekliyordum. Hemen çareyi gösterdim.

– Tamam, işte büyü de büyü yapan da açıklandı. Büyüyü sen yapıyorsun meyhaneye gitmekle. Büyün de oradaki içkin. Çözmek istiyorsan akşamları işinden doğruca evine gel, meyhaneye uğrama. Göreceksin ki büyü derhal bozulmuş, sihir de hemen çözülmüş olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Aile içerisindeki tartışmalarda kadın ve erkek nasıl davranmalıdır?

Büyüyü bozmak için bir hocaya gitmek cazi midir? Büyü nasıl etkisiz hale getirilir?.. 

10 Büyü yapıldığını nasıl anlarız; yapılmışsa bunu nasıl çözebiliriz?

Bugünkü adıyla büyü, geçmişteki adıyla sihir, tarihin derinliklerinden gelen söylentileriyle bazı kesimlerde halen baskısını sürdürmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de geçmişte sihir yapanlardan söz edilir.

Hadislerde de sihir, büyük günahlardan sayılır.

"Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, zina etmek, ana babaya saygısızlıkta bulunmak, sihir yapmak.. büyük günahlardandır." denir.

Hatta İslam hukukunda, büyü ve sihir yaptığını iddia ederek insanları aldatmaya kalkışanlar, yakalanıp hapse atılması gerekir ki, sıkıntısı olan insanlar büyücü ve sihircilerin aldatmasına maruz kalmasınlar...

Bu sebeple bizler büyücü ve sihircilerin iddialarına itibar etmiyoruz.

Çünkü büyü ve sihir ilmi günümüze kadar gelmemiş, tarihin derinliklerinde o güne mahsus ilim olarak kaybolup gitmiştir. Böyle bir bilginin yokluğu sebebiyledir ki, bugün hiçbir büyücü çıkıp da:

"Elimdeki bilgi ve bulgular kesindir, dilediğim kimseyi büyü ile perişan ederim, dilediğimi de kurtarır, iyi ederim!?" diyemez. Allah hiçbir kuluna böyle kesin bir salahiyet vermemiştir.

Daha açık ifadesiyle büyücüler ne bir karı kocanın arasını açabilirler ne de birini ötekine vazgeçilmez halde âşık yapabilirler. Yani ne sevdirebilir ne de nefret ettirebilirler. Bu gibi duygusal durumlar, tarafların kendi istek ve iradeleriyle sağlayacakları kazanımlarıdır. Birileri büyüyle sevdirip, büyüyle nefret ettiremez...

Şayet böyle kesin bir büyü bilgisi mevcut olsaydı, sıhhatli kitaplarda yazılı olacak, yazılı olan bilgiyi de okuma yazması olan herkes okuyup bilecek, kıyıda köşede kırsal bölgelerde geçim vasıtası yapanların şahıslarına mahsus özel bir bilgi haline gelmeyecekti...

Buna rağmen bazı semtlerde büyü yaptığı, yahut da bozduğu iddia edilen kimseler görülmektedir. Akla, mantığa ters düşen büyü yapma, bozma çareleri de ileri sürmekteler.

"Şu kadar domuz yağı; şu kadar keçiboynuzu, falan mezardan şu kadar toprak..." gibi gizemli isteklerle çaresizleri etkilemeye çalışmaktalar.

Kesin olan odur ki, para ortadan kalksın ne büyü yapan kalır meydanda ne de büyü çözen...

İnsanlar neden yine de büyücünün peşine düşerler? Söylentilere, bir çözüm olabilir ümidiyle bakarlar da ondan...

Halbuki, bu gibi konularda esas olan, en önce büyücüye gitmeye sebep olan rahatsızlığa doğru teşhis koymak!..

Olabilir ki, büyü sanılan sıkıntının mahiyetinde ne büyü ne de sihir vardır. Olay ya bir sinirsel rahatsızlıktır. Yani doktor işidir. Yahut da tarafların kendi anlayışsız tutumlarıyla meydana getirdikleri sinir zayıflatıcı gerginlikleri, kırıcı, incitici davranışlarıdır!..

Büyü sandıkları rahatsızlıklarını kendi davranışları meydana getirmiştir. Öyle ise bunu çözecek olan da yine kendi davranışlarıdır... Tutumlarını düzeltmeleri, rahatsızlık sebebi anlayışsızlıklarından vazgeçmeleri... Yani önce saygı, hemen arkasından da sevgi ihtiyacının karşılanması...

Ne var ki, kimse kendi kusuruna, hatasına bakmamakta, ille de yakınlarından birinin büyü yaptığını düşünüp suçu onların üzerine yıkmayı kolay bir çıkış yolu olarak görmekteler.

İnceleseniz ya beyin hanıma karşı ya da hanımın beye karşı rahatsızlık meydana getirecek ihmal ve tepkisellikleri... gibi davranışları söz konusudur olayın kökünde.

Ama kimse böyle bir davranış düzeltmesine taraftar değil, suçu büyücülere yükleme kolaylığı varken...

Bununla beraber, böyle ihtimallerde manevi çare büsbütün de yok sayılmaz. Kur'an-ı Kerim'in son iki "Felak ve Nas" sûreleri ile birlikte bilinen tüm duaları rahatsızlığı duyan da, yakınları da okuyabilirler. Bunları ille de başkaları değil, kendileri okurlarsa daha gönülden dua etmiş, şifa dilemiş olurlar. Çünkü üzüntüyü kendileri yaşıyorlar, duayı da kendileri yapmalılar.

Bu konuda sözün özü olarak denilebilir ki: Önce büyücüye değil ilgili psikolog ve sinir doktoruna durumu anlatıp gerekli ilaçları alarak sinirler kuvvetlendirilmelidir.

Ayrıca sıkıntı sebebi olan kendi tepkili tutumlarını da gözden geçirmeli, gerginlik meydana getiren davranışlarını "Felak ve Nas" sûrelerini de okuyarak terk etmeli, geçmişi unutup geleceğe yeniden bir beyaz sayfa açmalılar...

Göreceklerdir ki, büyüyü de kendileri yapmakta, büyüyü bozan ilaç da kendilerinde bulunmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fal baktırmak doğru mudur ? Falcı - medyum gibi insanların dedikleri ne derece doğrudur ? Dinimiz açısından bu işin sakıncaları nelerdir ?..

11 Kur'an-ı Kerim de büyü ile ilgili ayetler hangi surelerde yer almaktadır?

Sihir ve sihirbazlarla ilgili sure ve ayet numaralarından bazılar aşağıdadır:ı:

Yunus, 10/75:

"Sonra bunların ardından Firavun ile ileri gelenlerine de Mûsâ ve Hârûn’u mucizelerimizle gönderdik. Ama büyüklük tasladılar ve suçlu bir toplum oldular."

Yunus, 10/82:

"Suçluların hoşuna gitmese de, Allah hakkı sözleriyle gerçekleştirecektir.”

Felak, 113/1-5:

"De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.”

Bakara, 2/101-102:

"Onlara, Allah katından ellerinde bulunan Kitabı (Tevrat’ı) doğrulayıcı bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitabı’nı (Tevrat’ı) arkalarına attılar."
 "Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Halbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi."

Ta-Ha, 20/56-73:

"Andolsun, biz ona (Firavun’a) bütün mucizelerimizi gösterdik de o bunları yalanladı ve reddetti."
"Şöyle dedi: “Ey Mûsâ! Sihrin ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?”
“Biz de mutlaka sana karşı onun gibi bir sihir yapacağız. Bunun için seninle bizim aramızda; uygun bir yerde, senin de, bizim de caymayacağımız bir buluşma vakti belirle.”
"Mûsâ, “Buluşma vaktimiz, bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi."
"Bunun üzerine Firavun ayrılıp, hilesini kuracak sihirbazlarını topladı, sonra geldi.
"Mûsâ onlara şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Allaha karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azap ile yok eder. Allah’a karşı yalan uyduran mutlaka hüsrana uğramıştır.”
"Sihirbazlar, işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli gizli konuştular.
"Şöyle dediler: “Şüphesiz bu ikisi, sihirleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak ve en üstün olan dininizi ortadan kaldırmak isteyen birer sihirbazdırlar.”
“Öyleyse, hilelerinizi toplayın (birbirinize destek olun) sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen muhakkak başarıya ulaşmıştır.”
"Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Ya önce atmayı tercih edersin, ya da ilk atan biz oluruz” dediler."
"Mûsâ: “Yok, (önce) siz atın” dedi. Bir de ne görsün, onların ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor."
"Bunun üzerine Mûsâ içinde bir korku hissetti."
"Şöyle dedik: “Korkma (ey Mûsâ!). Çünkü, sensin en üstün olan.”
“Sağ elindekini (değneğini) at ki, onların yaptıklarını yutsun. Şüphesiz yaptıkları bir sihirbaz hilesidir." Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”
"(Mûsâ’nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, “Hârûn ve Mûsâ’nın Rabbine inandık” dediler."
"Firavun, “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ’ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz.”
"Sihirbazlar şöyle dediler: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin.”
“Şüphesiz ki biz; günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize inandık. Allah’ın vereceği mükafat daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”


Şuara, 26/183-189:

“İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
“Sizi ve önceki nesilleri yaratana karşı gelmekten sakının.”
"Onlar şöyle dediler: “Sen ancak büyülenmişlerdensin.”
"Sen sadece bizim gibi bir insansın. Biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”
“Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi gökten üzerimize bir parça düşür.”
"Şuayb, “Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir.” dedi."
"Onlar Şuayb’ı yalanladılar. Derken gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi."

Şuara, 26/29-51:

"Firavun, “Eğer benden başka bir ilah edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim.”
"Mûsâ, “Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?” dedi."
"Firavun, “Doğru söyleyenlerden isen haydi getir onu,” dedi."
"Bunun üzerine Mûsâ, asasını attı, bir de ne görsünler asa açıkça kocaman bir yılan olmuş."
"Elini koynundan çıkardı, bir de ne görsünler, bakanlara bembeyaz olmuş."
"Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, “Şüphesiz bu bilgin bir sihirbazdır” dedi."
"“Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?”
"Sana bütün usta sihirbazları getirsinler.”
"Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler."
"İnsanlara da “Siz de toplanır mısınız?” denildi."
“Umarız, üstün gelirlerse sihirbazlara uyarız” (dediler.)
"Sihirbazlar gelince, Firavun’a, “Eğer biz üstün gelirsek gerçekten bize bir mükafat var mı?” dediler."
"Firavun, “Evet, hem o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız” dedi."
"Mûsâ onlara, “Hadi ortaya atacağınız şeyi atın” dedi."
"Bunun üzerine onlar iplerini ve değneklerini attılar ve “Firavun’un gücüyle elbette bizler üstün geleceğiz” dediler."
"Mûsâ da asasını attı. Bir de ne görsünler, asâ onların düzdükleri sihir takımlarını yutuyor."
"Bunun üzerine sihirbazlar derhal secdeye kapandılar."
“Âlemlerin Rabbine inandık” dediler."
“Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbi’ne.”
"Firavun, “Ben size izin vermeden ona inandınız ha? Mutlaka o size sihri öğreten büyüğünüzdür. Yakında bilip göreceksiniz siz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım” dedi."
"Sihirbazlar şöyle dediler: “Zararı yok, mutlaka Rabbimize döneceğiz.”
“(Burada) ilk inananlar biz olduğumuz için şüphesiz Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz.”


Şura, 42/46-50:

"Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun için hiçbir çıkar yol yoktur."
"Allah’tan, geri çevrilmesi imkansız olan bir gün gelmeden önce, Rabbinizin çağrısına uyun. O gün sizin için ne sığınacak bir yer vardır ne de (günahlarınızı), inkar edebilirsiniz!"
"Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki), biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir. Gerçekten biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları işler yüzünden onlara bir kötülük dokunursa o zaman da insan pek nankördür."
"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.
"Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir."


A'raf, 7/104-122:

"Mûsâ dedi ki: “Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
"Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder."
"Firavun, “Eğer açık bir delil getirdiysen haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen” dedi."
"Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha."
"Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için, bembeyaz olmuş."
"Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır.”
"“Sizi yerinizden çıkarmak istiyor.” Firavun ileri gelenlere, “Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?” dedi.16 16
"Onlar şöyle dediler: “Mûsâ’yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla.”
“Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler.”
"Sihirbazlar Firavun’a geldiler. “Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardır, değil mi?” dediler.
"Firavun, “Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız” dedi."
"Sihirbazlar), “Ey Mûsâ!” Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalım” dediler."
"(Mûsâ), “Siz atın” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar."
"Biz de Mûsâ’ya, “Elindeki değneğini at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor."
"Böylece hak yerini buldu ve onların yapmış oldukları şeylerin hepsi boşa çıktı."
"Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi."
"Sihirbazlar ise secdeye kapandılar."
"Âlemlerin Rabbine iman ettik” dediler."
"Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine.”

A'raf, 7/130-132: 

"Andolsun biz, Firavun ailesini, öğüt alsınlar diye yıllarca süren kıtlık ve ürün eksikliği ile cezalandırdık."
"Fakat onlara iyilik geldiği zaman, “Bu bizimdir, (biz çalışıp kazandık)” derler. Eğer başlarına bir kötülük gelirse Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bilin ki onların uğursuzluk sebebi ancak Allah katında (yazılı)dır. Fakat çokları bilmezler."
"Dediler ki: “Bizi büyülemek için her ne getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sihirbazlık, sihir, efsun, büyü...

12 Peygamber Efendimize sihir yapılmış mıdır, yapılmışsa bunu nasıl açıklamak gerekir?

Bir Yahudi Peygamber Efendimiz (asm)'e sihir yapmış; Efendimiz onun tesiriyle sıkıntı duymaya başlayınca, sihir malzemesi, meleğin işaretiyle içine atıldığı kuyudan çıkarılmış ve Muavvizeteyn'in okunmasıyla Allah (celle celâluhu), o musibeti Efendimiz (asm)'den defetmişti.(1)

Kaynaklarımızda Hz. Peygamber (asm)'e de büyü yapıldığı kaydedilmektedir. Peygamberimiz (asm)'e büyü yapılmasının sebebi, Yahudilerin, Onun peygamberliğini hazmedememesidir. Çünkü, Kabe'nin bakımı, hacıların yedirilip içirilmesi, uzun zamandan beri Peygamberimiz (asm)'in soyu olan Kureyş kabilesine aitti. Bütün bunların yanında bir de kalkıp "Nübüvvet (peygamberlik kurumu) da bize geçti derlerse, işte buna dayanamayız." diyerek, kötü niyetlerini açığa vurmuşlardı. Ancak birden çoğalan Müslümanlar ve Efendimiz (asm)'in gördüğü ilgi, Yahudileri tahrik etmiş ve çirkin yollara başvurmuşlardı ki, Ona büyü yapılarak öldürülmeye teşebbüs edilmesi de bunlardan biridir.

Kadı Iyaz, "Sihir Hz. Peygamber (asm)'in sadece vücudu ve azaları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında, fikrinde) bir etki göstermedi." demektedir.(2)

Burada üzerinde durulması gereken konu:

Rasulullah (asm)'a sihir yapılmış olması ve Rasulullah (asm)'ın bu sihrin tesiriyle hastalanması olayıdır. Rivayete göre, bu tesiri yok etmek için Cebrail Felak ve Nas surelerini getirmiştir.

Bu mesele hakkında araştırma yapmak için önce, Rasulullah (asm)'a sihir yapılıp yapılmadığını ve bunun tesiri altında kalıp kalmadığını tarihi senetlerle tesbit etmek gerekir. Eğer bu rivayetler doğruysa, o zaman olayın mahiyetinin ne olduğuna bakarız. Daha sonra da bu tarihi senetlere yapılan itirazların ne kadar haklı olduğuna bakmak gerekir.

İlk çağlardaki Müslüman ulema, doğruluk konusundaki aşırı titizliklerinden dolayı hiçbir zaman gerçekleri saklamaya çalışmamışlardır. Tarihi olayları eksiksiz olarak gelecek nesillere ulaştırmışlardır. Sonraki nesillere aktarılan bu gerçeklerin ne gibi ters sonuçlar çıkarılmasına sebep olabileceğine aldırmadan gerçek ne ise olduğu gibi aktarmışlardır. Eğer bu olay senet ile ve pekçok şehadet ile isbatlanmışsa, o zaman dürüst bir ilim adamının bazı kötü neticelere bakarak bu tarihi olayları inkar etmesi doğru değildir. Bunun yanısıra tarihte vuku bulan kadarı ile yetinmeyerek kıyas yoluyla olayları abartmak da doğru bir davranış değildir. Dürüst tavır, tarihi olayları tarih olarak kabul ederek yola çıkan gerçekleri ortaya koymaktır.

Tarihi bakımdan, Rasulullah (asm)'a sihir yapıldığı ve Rasulullah (asm)'ın bundan etkilendiği doğrudur. Bunu, ilmi eleştiriye tabi tutar ve yanlış kabul edersek, hiçbir tarihi olayı vuku bulmuş olarak kabul edemeyiz. Bu olay Hz. Aişe, Zeyd b. Erkam ve İbn Abbas'tan, Buhari, Müslim, Nesei, İbn Mace, İmam Ahmed, Abdurrezzak Humeydi, Beyhaki, Taberani, İbn Sa'd, İbn Merduye, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Abd b. Humayd v.s. muhaddisler tarafından bu kadar çeşitli ve müteaddit senetlerle nakledilmiştir ki, olay mütevatir seviyeye ulaşmıştır. Eğer bir rivayet kendi başına bir haberse fakat ayrıntısı diğer rivayetlerde varsa, onları bir araya getirerek bir tek rivayet haline dönüştürebiliriz:

Hudeybiye antlaşmasından sonra Rasulullah (asm) Medine'ye döndü. Hicri 7'de, Muharrem ayında Hayber Yahudilerine Medine'den bir heyet gitti. Heyet oradaki meşhur sihirbaz Lübeyd b. Asım ile görüştü. Bu kişi bir Ensar kabilesi olan Ben-i Züreyk'tendi. Heyet Lübeyd'e şöyle dedi: "Muhammed bize ne yaptı, biliyor musun? Pek çok kere O'na sihir yapmaya çalıştık ama başaramadık. Şimdi sana geldik. Çünkü sen bizden daha büyük sihirbazsın. Şu üç altını kabul et ve Muhammed'e kuvvetli bir sihir yap!.." O dönemde Rasulullah (asm)'a Yahudi bir çocuk hizmet ediyordu. Onlar bu çocuk aracılığıyla Rasulullah (asm)'ın tarağını ve saç tellerini ele geçirdiler. Lübeyd, bu saç tellerini ve tarağı kullanarak Rasulullah (asm)'a sihir yaptı.

Bazı rivayetlere göre sihirbaz Lübeyd b. Asım'dı. Bazılarına göre onun kızkardeşleri daha büyük sihirbazdı. Bu nedenle Lübeyd, sihri onlara yaptırmıştı. Her halukarda sihir yapılmış ve hurmadan bir kılıf içine yerleştirilmişti. Lübeyd, bu sihri, Beni Züreyk'a ait olan Zervan veya Zî-ervan isimli kuyunun içine bir taşın altına sıkıştırmıştı. Sihrin Rasulullah (asm)'a tesir etmesi bir yıl almıştı. Senenin ikinci yarısında Rasulullah (asm)'ın mizacında bir değişiklik görülmeye başlandı. Son kırk gün şiddeti arttı. Son üç gün ise çok şiddetlendi. Ama en büyük tesiri Rasulullah (asm)'ın içinde büyük bir sıkıntı hissetmesi şeklinde oluyordu. Bazen yapmadığı bir işi yaptığını zannediyordu. Hanımlarını ziyaret etmeyi düşündüğü halde ziyaret ettiğini sanıyordu. Bazan da gördüğü bir şeyden şüphe ediyordu. Bir şeyi gördüğünü zannediyor, oysa görmemiş olduğunu hatırlamıyordu. Ama bu sihir O'nun sadece zatına mahsustu. Hatta başkaları O'nun bu durumunu farketmemişlerdi bile. Nübüvvet görevini ifa bakımından O'na (asm) hiçbir halel gelmemiştir. O dönemde Rasulullah (asm)'ın bir ayeti unuttuğu ya da yanlış okuduğuna dair hiçbir rivayet gelmemiştir. Sohbet, vaaz ve hutbelerinde aykırı bir talimat verdiğine dair de bir rivayet yoktur. Hakkında vahiy olmayan bir konuda vahiy ileri sürdüğüne rastlanmamıştır.

Namaz kılmadığı halde kıldığını zannettiği görülmemiştir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bütün Arabistan'da herkesin haberi olur ve sihirin Rasulullah (asm)'ı yendiği çabucak yayılırdı. Rasulullah (asm)'ın nübüvvet görevi bu sihirden hiç etkilenmedi. Yalnız kendi şahsi hayatında bir miktar etkilenme olmuştur.

Bir gün Rasulullah (asm), Hz. Aişe (r.anha)'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe (r.anha)'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım." dedi. Hz. Aişe (r.anha) "O nedir?" diye sordu. Rasulullah (asm) şöyle buyurdu:

"İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. 'O'na ne oldu?' Öbürü cevap verdi: 'Buna sihir yapılmış.' Birincisi sordu: 'O'na kim sihir yaptı?' Öbürü cevap verdi: 'Lübeyd b. Asım.' Birincisi sordu: 'Ne içinde?' Öbürü cevap verdi: 'Tarak ve saçlar bir erkek hurma içinde.' Birincisi sordu: 'O nerede?' Öbürü cevap verdi: 'Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (veya Zî-ervan) içinde, bir taşın altında.' Birincisi sordu: 'Ne yapmalı?' Öbürü cevap verdi: 'Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı.'"

Rasulullah (asm); Hz. Ali (ra), Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da gönderdi.) Rasulullah (asm) daha sonra kendisi de birkaç ashabla oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde on bir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular. Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı.

Cebrail (as) gelerek Rasulullah (asm)'a  "Muavvizeteyn'i oku" dedi. Rasulullah (asm)'ın her ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde düğümler çözülmüş ve iğneler çıkmıştı. Rasulullah (asm) sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah (asm) da onu serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını tenbih etti.

Rasulullah (asm)'a yapılan sihir hakkında rivayet edilen olayın tamamı budur. Bu rivayetten, sihir sonucunda Rasulullah (asm)'ın risaletinde eksiklik meydana geldiğinin çıkarılması mümkün değildir. Rasulullah (asm)'ın bir insan olarak Uhud savaşında görüldüğü gibi yara alması, bir hadiste sabit olduğu gibi; attan düşerek yaralanması, yine hadiste sabit olduğu üzere; akrep tarafından ısırılması O'nun (asm) nübüvvet görevini etkilemediği gibi, Allah'ın O'nu koruma altına almış olması ilkesine de ters düşmez. Çünkü Allah, O'nun peygamberliğini koruma altına almıştır. Bu nedenle Rasulullah (asm)'ın şahsi yönü sihir altında kalmış olarak hastalanabilir. Yani Rasulullah (asm)'a sihrin tesir etmesi mümkündür. Bu Kur'an-ı Kerim'le sabittir.

Mesela, A'raf suresinde Hz. Musa (as)'ın karşısındaki Firavun'un sihirbazlarının oradaki binlerce kişiyi sihirleyebildikleri açıklanmıştır. (A'raf, 7/116) Taha suresinde ise sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere attıklarında bunların sadece diğer insanlara değil, Hz. Musa (as)'a da yılan gibi göründükleri; sopa ve iplerin kendisine koşarak geldiğini gören Hz. Musa (as)'ın da korktuğu ifade edilmiştir. Hatta Allah (c.c.) O'na "Korkma, sen galip geleceksin, âsânı at!." demiştir.(Tâhâ, 20/66-67)

Kafirler, Rasulullah (asm)'ı sihirlenmiş olarak nitelerken, O'nun sihirden etkilenerek hastalanmasını kastetmiyorlardı. Kafirler Rasulullah (asm)'ın sihir etkisi altında mecnun olduğunu ve nübüvvet iddiası ile cennet ve cehennem efsaneleri anlattığını söylüyorlardı. Tarihen sabit olduğu üzere, Rasulullah (asm)'ın sihirden etkilenmesi sadece şahsi yönüyle sınırlı kalmış, nübüvvet görevi bundan kesinlikle etkilenmemiştir. Zaten kafirler de O'nun sihir etkisi altında kalmasını birinci anlamda anlamıyorlardı.(3)

Bu açıklamalara göre Peygamber Efendimiz (asm) kendisine yapılan sihirden şahsi olarak etkilenmiş ve bundan rahatsız olunca da Muavvizeteyn Sureleri olarak bilinen Nas ve Felak Suerelerin inmesine neden olmuştur. Ayrıca yapılan sihrin Peygamberimiz (asm)'e bildirilmesiyle Onun bir mucizesi gerçekleşmiş; Allah'ın izniyle sihrin yerini, onu yapanı bildirmiş ve Muavvizteyn surelerinden okuduğu her ayet ile sihrin tesiri tek tek yok olmuştur. Böylece bu surelerin sihir ve büyü gibi şeylere şifa olduğu da uygulamalı olarak gösterilmiş oldu.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64, 96, 367.
(2) bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, X, 185.
(3) bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, 8/98-99; Tefhim, Nas ve Felak Tefsiri.

13 Bazı astrologlar, kahinler yıldız haritasına bakarak geleceği gördüklerini iddia ediyorlar. Böyle bir şey söz konusu mudur?

Gelecekte olacak hadiseler, öteden beri insanların zihinlerini hep meşgul etmiştir. Sosyal çalkantıların yoğun olduğu buhranlı zamanlarda, insanlar gelecekte neler olacağını kestirebilmek maksadıyla çeşitli yollara başvururlar. Burçlara göre talih tayini, kâhinlik, çeşitli fal oyunları gibi hurafeler bunlardan sadece bazılarıdır.

İslâm'dan önce Araplar arasında birçok hurafelerle birlikte kehanet de fazla revaç bulmuştu. Kâhinler arasında cinlerle irtibat halinde bulunanlar, kendilerine cinler tarafından haberler geldiğini iddia edenler olduğu gibi, bazı işaretlerden ileride meydana gelecek hadiseleri çıkardığını ileri sürenler de vardı. Ayrıca çalınan malın veya yitik bir eşyanın kim tarafından alındığını ve hâlen nerede olduğunu bildiğini söyleyenlerle birlikte; gelecekte kimin ne yapacağını, dünyada ne gibi hadiselerin meydana geleceğini bildiklerini zanneden kâhinler de mevcuttu.

Bunların içinde cinlerin getirdiği haberlere dayanarak ahkâm kesen kâhinler, bazı hususlarda bir nebze doğru olsalar da genelde gerçekten çok uzak bulunmaktadırlar.

Kur’ân-ı Kerim istikbalde olacakları hiçbir kimsenin bilemeyeceğini şu âyetlerle haber vererek kehâneti reddeder:

“Gaybın anahtarı Allah’ın yanındadır. Onları ancak o bilir.”(1)

“Hiçbir kimse yarın ne yapacağını bilemez.”(2)

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez.”(3)

Bütün hurafelerle birlikte her türlü kehaneti yasaklayan Resul-i Ekrem Efendimiz (asm), kâhinleri dinleyip tasdik etmeyi de yasaklamıştır. 

Hz. Âişe (ra)’nin rivayetine göre, bazı sahabîler Peygamberimize (asm) gelerek kâhinler hakkında fikrini sorarlar. Peygamber Efendimiz (asm) de

“Kâhinler bir şey değildir.” buyururlar. İçlerinden bir kısmının tekrar,

“Yâ Resulallah, onlar bazen bir şey söylüyorlar da doğru çıkıyor.” demeleri üzerine Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurur:

“Bu söz cinlerindir. Cin bilgiyi kapar da dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.”(4)

Aynı zamanda şeytanlardan da sayılan sefih cinlerin, çaldıkları haberleri dostu olan insanın gelip kulağına fısıldaması, hadis-i şerifte tavuğun gıdaklaması gibi herkesin anlayabileceği bir benzetme ile ifade edilmiştir. Cinler, kâhinlerin kulağına haber iletirken orada hazır bulunan diğer şeytanlar da işitmektedirler. Bir tane bulan tavuğun gıdaklayarak diğer arkadaşlarına haber vermesi gibi...

Kâhinlere gitmeyi, onlardan istikbal hakkında bilgi sormayı da hoş görmeyen Peygamber Efendimiz (asm), onlara müracaat etmeyi Hz. Muâviye’nin şöyle bir suali üzerine yasaklar. Bir gün Hazret-i Muâviye (r.a.),

“Yâ Resulallah, birtakım şeyleri biz Cahiliye devrinde yapıyorduk. Kâhinlere gidiyorduk.” dediğinde, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm),

“Artık kâhinlere gitmeyin.” buyururlar.(5)

Kâhinin söylediklerini doğrulayan kimsenin küfre gitmek gibi ağır dinî bir mes’uliyet altına gireceğini bildiren hadisten(6) hareket eden âlimler, kâhinlere gitmenin ve onlara inanmanın, kişinin îmanına zarar vereceğini söylemektedirler. Çünkü kâhinin söylediğinin çoğu uydurma ve yalan olduğundan, ona inanıp kanan kimse hareket ve geleceğini duyduklarına göre düzenlerse, ya boş ümitlere kapılıp hayal ve düşüncelerini lüzumsuz şeylerle dolduracaktır veya verilen kötü haberler üzerine ümitsizliğe ve karamsarlığa düşecektir. Bu da kişinin mânevî hayatına, hatta aile hayatına zarar verecektir.

İlmin ve teknolojinin zirveye vardığı günümüzde, bu çeşit Câhiliye âdetleri değişik usûl ve şekillerde uygulanmakta, insanın merakları istismar edilmektedir. Günlük gazetelerde çıkan yıldız falı, bu mevzuda yayınlanan dergi ve kitaplar birer misal olarak gözümüzün önündedir. Ne yazık ki, pek çok insan bunlara ehemmiyet vererek, ümit ve geleceklerini, uydurulan kehanetlere bağlamaktadır.

Ayrıca, toplumda yaygın olarak bulunan el ayasına, oyun kâğıdına, kahve fincanına ve su dolu tasa bakarak, sözde bilinmezden ve gelecekten haber vermek de kehanetin bir diğer çeşididir. Bu işi kendisine meslek edinen kişilerin çoğu, toplumumuzda saf ve temiz Müslümanları yanıltan zavallılardır. Görünüşteki itibarlarına rağmen, bayağı insanlar ve toplumun itibarsız kimseleridir. Kendi soğuk hallerini ve yaşayışlarını düzeltemeyen ve gayrimeşru hayattan kurtulamayan kimselerin sözlerine ve verdikleri haberlere ne derece itimad edilir?

Meâlini verdiğimiz âyet ve hadisler bu nevi fallar için de geçerlidir. Fala bakmak, baktırmak, çıkarılan kehanetlere inanmak mü’minlere yakışmayan bir davranıştır. İtibar edilmemesi gerekir.

Dipnotlar:

1. En’âm Sûresi, 59.
2. Lokman Sûresi, 34.
3. Neml Sûresi, 65.
4. Müslim, Selâm: 123.
5. a.g.e., Selâm: 121.
6. İbni Mâce, Taharet: 122.

(Mehmed PAKSU)

* * *

El, Yüz ve Yıldızlarda Kader İşaretleri

İnsanoğlu, hayvanın zıddına hem geçmiş hem de gelecekle ruhen ve zihnen alakadar olduğundan, bir yandan geçmişte yaşadıklarını sürekli hatırlayıp muhasebe eder, bir yandan da gelecekte neler olabileceğini tahmin etmeye çalışır ister istemez. Geçmişi muhasebe etmek ne denli “insanî” bir davranışsa, geleceği tahmin etmeye çalışmak da o denli tabii bir meyildir aslında. Ve tarih boyunca insanlar “Geleceğimizi bilebilir miyiz?” sorusuna cevap bulmaya çalışmışlardır.

Bediüzzaman bu meyli şu cümlelerle ifade eder:

“Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta eğer sana denilse; 'Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamer’den ve Müşteri’den (Jüpiter’den) biri gelir, Kamer’de ve Müşteri’de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek.' Merakın varsa vereceksin.”

Bu fıtrî meylin yanı sıra, eskiden beri bütün dinlerin “olacak her şey kader levhalarında yazılıdır, olmadan önce bellidir” inancını bir temel olarak sunması, bazı sezgileri kuvvetli insanların yaklaşan olayları “hiss-i kablel-vuku” nevinden önceden haber vermeleri ve rüyalarda görülen bazı olayların aynıyla çıkması gibi gerçekler de insanoğlunun ortak bilinçaltına asırlarca şu fikri kazımıştır: “Kaderi bilmek mümkün mü ve nasıl?” Ve bundan sonra meraklı insanlar her ipucunu dikkatle incelemeye başlamış, her yerde gaybî işaretler aranmıştır.

El Çizgileri:

Önce eline bakmıştır insanoğlu ve avucundaki ilginç çizgilere gözü takılmıştır. “Bu derece ayrıntılı ve insandan insana farklı çizgiler sadece avucun açılıp kapanmasını kolaylaştırmak için veya onun sonucunda olamaz, bunların içinde başka bir iş var.” demiştir kimileri. Ve dikkatli gözlemler, bu çizgilerin gerek kişiliğe, gerek kadere dair işaretler taşıdığını göstermiştir.

Mesela, serçe parmağının altından işaret parmağının altına kadar uzanan çizgiye “kalp çizgisi” denilmiş. Bu çizgisi derin ve zincir şeklinde karışık olan insanların duygusal problemler yaşadıkları, his dünyalarının çalkantılı olduğu; düz bir kalp çizgisinin ise istikrarlı, biraz da tekdüze bir ruh haline işaret ettiği görülmüştür.

Kalp çizgisinin altında ona paralel olarak uzanan çizgi “akıl çizgisi” olarak adlandırılmış. Akıl çizgisi uzun ve derin olan insanların zihin kapasitelerinin yüksek olduğu; eğer bu çizgi kalp çizgisine paralel gidiyor ise mantık ağırlıklı, aşağıya, el ayasına doğru eğimli gidiyor ise sezgi ağırlıklı bir düşünce yapısını gösterdiği müşahede edilmiştir. Bu çizgi üstündeki kırık ve kıvrılmaların da o bölgeye denk düşen yaşlardaki zihnî bunalımlara ve köklü fikir değişikliklerine işaret ettiği fark edilmiştir.

Baş parmağı boydan boya çevreleyip bileğe doğru uzanan çizgi ise “hayat çizgisi” diye isimlenmiş ve pürüzsüz ve uzun bir hayat çizgisi olan insanların, uzun ve sağlıklı bir hayat yaşadıkları; bu çizgi üstündeki kırıkların belli dönemlerdeki hastalıklara işaret ettiği gibi pek çok ve hayli ayrıntılı ipuçları bulunmuştur.

Hatta bu konuda İtalyan doktorlarca bir araştırma bile yapılmış, ölmüş insanların hayat çizgileri ölçülmüş ve hayat çizgisi uzunluğu ile ölüm yaşı arasında pozitif korelasyon olduğu, yani uzun hayat çizgisi olanların uzun yaşadığı tıp literatüründe bile yer almıştır.

Bu üç ana çizgi dışında kalan küçük çizgiler de ayrı ayrı adlandırılmış (meslek, sağlık, evlilik, çocuk çizgisi vs.) ve bunlar üzerine de sayfalarca açıklama yapılmıştır.

Elin ve parmakların yapı ve şekilleri de yorumsuz kalmamıştır tabii ki. Mesela başparmağı küçük olan insanların hayır demekte güçlük çektikleri, zayıf iradeli oldukları fark edildiğinden, eski Çinliler yabancı ülkelere pazarlık için yolladıkları elçileri uzun ve kalın başparmaklı kişilerden seçmişlerdir hep. Parmakları geriye doğru fazla kıvrılıp bükülebilen kişilerin ruhsal olarak “elastik”, yani her ortama uyum sağlayabilir yapıda oldukları da bir diğer tesbittir.

Yasin Suresinde geçen “o gün onların yaptıklarını bize elleri anlatır” mealindeki ayeti, bu ilme bir gizli işaret olarak tefsir eden İslam alimleri de bu konuya hayli eğilmişlerdir.

Ve bu “ilim” günümüzde de hâlâ ilgi çekmekte ve insanların çoğu en azından bu çizgilerde bazı işaretler olduğunu için için hissetmekte ve “a be bakayım falına” diyenlere hâlâ el açmaktadırlar.

Yüz Hatları:

Gözünü elinden kaldırıp aynadaki yüzüne bakan insan, bu sayfadaki işaretlerin de anlamlarını keşfetmekte gecikmemiştir.

Çenesi belirgin ve çıkık olanların “kolay dolduruşa geldikleri”; kalın dudaklı insanların zevkine düşkün; ince ve normalde sıkça kapalı duran dudaklara sahip olanların sıkı ağızlı, ketum; kemerli (karga) burunlu olanların lider ruhlu; kalkık burunlu olanların da isyankâr olduklar hemen fark edilmiştir. Göz yapısından benlere varıncaya dek karaktere ve kadere yönelik yüzlerce ipucu çıkarılmıştır yüz sayfasındaki ince yazılardan da.

“Herkes yüz yapısına göre bir kişiliğe ve davranışa sahiptir” şeklinde de tefsir edilebilen “küllün ya’melune ala şakiletihi” ayeti ve “Güzel ahlakı güzel yüzde arayınız.” mealindeki hadis de bu ilgi alanını çoğu İslam alimlerince muteber kılmıştır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) son derecede dengeli, mutedil ve uyumlu bir yüz yapısına sahip oluşu da bu ilimle uğraşanlarca O’nun ahlakındaki güzellik ve uyuma bir işaret olarak kabul edilmiştir.

Bu ilme dair hususi bir risale de yazan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın başından geçen ilginç bir olay şöyle anlatılır:

Bir gün talebeleriyle beraber bir handa konaklayan bu zat, han sahibini görünce çok rahatsız olur. Zira hancının “gök rengi” gözleri acımasız bir kişilikten haber vermektedir. Oysa hancı kendilerini çok iyi karşılar. Bir dedikleri iki edilmez, çok rahat bir gece geçirirler, güler yüz ve iltifat görürler. Hoca da bu ilmi bilen talebeleri de şaşkındır.

“İlm-i heyet”in en bilinen işaretlerinden biri yanlış mıdır yoksa?

En sonunda tekrar yola koyulacakları zaman, hancının müthiş şişkin bir ücret talep edip sert bir tavır takınması ile İbrahim Hakkı rahatlar, gülmeye başlar ve talebelerine “Parayı kaptırdık, ama kitabı kurtardık.” der.

Bediüzzaman da gerek el, gerek yüz çizgilerindeki işaretlere Mesnevi-i Nuriye’deki şu paragrafta değinmektedir:

“Âlemde her şeyin yüzünde hikmet eserleri göründüğü gibi en uzak, en geniş, en ince kesretin tabakaları üstünde de hikmet, ihtimam eserleri görülmektedir. Evet kesret ve tekessürün müntehası ve neticesi olan insanın sahife-i vechinde, cephesinde, cildinde, ellerinin içlerinde kalem-i kader ile pek çok çizgiler, hatlar, nakışlar, nişanlar yazılmıştır. Malumdur ki, insanın şu sayfalarında yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, harekeler, ruh-u insanide bulunan manalara, maneviyatlara delalet (ima) ettikleri gibi, fıtratında kader tarafından yazılan mektuplara da işaretleri vardır.”

Astroloji:

Ama küçük bir âlem olan insanın elinde, yüzünde vs. böyle ince ince yazılmış işaretleri bulanlar, yine de 60-70 yıllık bir hayatı ve binlerce kişilik özelliğini küçük çizgilerde özetlemekle tatmin olmamışlar ve gözlerini göğe çevirip büyük insan olan âlemde de koca yıldızlarla yazılmış okunaklı işaretler aramış ve bulmuşlardır da. İlk fark edilenlerden biri, kırmızı parlak yıldızın (Mars) en büyük ve parlak göründüğü (yani dünyaya en yakın olduğu) dönemlerde savaşların artması olmuştur. Ardından belli zaman dilimlerinde doğan insanların hayli benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları görülmüş ve burçlar belirlenmiş, giderek astroloji ilmi gelişmiştir.

Astroloji, yani; güneş, ay ve gezegenlerin burçlardaki dağılımları ve birbirleri ile yaptıkları açılardan hareketle kişinin karakteri ve geleceği hakkında yorum yapan ilim.

Bu koca yıldızlardan oluşmuş devasa düzenek (ki felek çarkı olarak da isimlendirilir) tarih boyunca gerek kişilik tahlili yapmak, gerekse de geleceği, kaderi öğrenebilmek için kullanılan en popüler yol olmuştur. Özellikle Babillilerin astroloji merakı neredeyse toplumsal çılgınlık düzeyine varmıştı. Hz. Davud zamanında da bazı kavimlerin harbe gönderilecek askerleri astrolojik hesaplara göre “eceli gelmemiş” olanlardan seçtikleri ve bu şekilde pek çok savaş kazandıkları kitaplarda yazılıdır.

En meşhur örneklerden biri de, Peygamberimizin (a.s.m.) doğduğu gece bir Yahudi müneccimin, “O’nun yıldızı bu gece doğdu, O (son peygamber) geldi!” dediği rivayetidir ve bir peygamberlik delili olarak zikredilir.

İslam alimleri de “bu koca yıldızlar, müzeyyen burçlar, vazifesiz, hikmetsiz, başıboş olamazlar, bu büyük felek çarkları bir büyük kader kanunu ile çevriliyor” deyip bu ilimde hayli yol kat etmişlerdir.

Muhyiddin-i Arabi bu konuda özel bir risale bile telif etmiş ve ön söze “ve alamatin ve bin-necmi hüm yehtedun” ayetini yazmıştır. “Daha nice işaretler yarattı. Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” Erzurumlu İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde astrolojiye özel bir bölüm ayırmıştır.

Yine de çoğu İslam alimlerinin “gaybı öğrenmeye çalışmak edebe münafidir, kader gizli bırakıldıysa gizli kalması gerekiyor demektir” itirazı, İslam âleminde astrolojinin (özellikle gelecek tahminine de girişmesi yüzünden) fazla yayılıp makbul olmasını engellemiştir. Orta  Çağ'da astrolojinin okullarında ders olarak okutulduğu Batı dünyası da, İslam’dan esinlenen Rönesans devrimi sonrası astrolojiden hayli soğumuştur.

Buna rağmen Nostradamus gibi kahinlerin, geleceği tahmin için astrolojiden faydalandığı bilinmektedir.

“Psikiyatrinin üç büyüğü”nden biri olan Karl Gustav Jung da astrolojiyle ciddi biçimde ilgilenmiş, hemen tüm hastalarının yıldız haritasını çıkarıp bir de bu yolla kişiliklerini analiz etmiştir. Hatta Jung’un bir seferinde astrolojik bir deney olarak, kendisine verilen on dört yıldız haritasını inceledikten sonra, hangi harita sahibinin kiminle evli olduğunu doğru olarak tahmin ettiği, yanlışlıkla evli olduklarını sandığı iki kişinin de sonradan tanışıp evlendikleri yazılıdır.

Hitler’in de astrologları danışman olarak kullandığı ve Rusya’ya saldırana kadar onların önerilerine uyup başarılı olduğu, ama “Rusya’ya girmeyin.” diyen astrologlarına “Ne olursa olsun gireceğim, siz yıldızlar uydurun.” demesi ile de hezimete gittiği söylenmektedir.

Son yüzyılda ise astroloji (özellikle yeni keşfedilen gezegenlerden sonra) giderek daha popüler olmakta ve “Satürn yükselen burcumda, bu sıralar keyifsizim.” gibi yorumlar daha sık duyulur hale gelmekte, kimi insanlar bebeklerinin doğum tarihini bile yıldızlara göre ayarlamaya çalışmaktadır.

Ve Ben:

Bu satırların yazarı da gençliğinden beri astroloji ile ilgilendiğinden, uzun zamandır sizlere bu ilimle ilgili fikirlerini aktarmak istemiş ve nihayet bu sayıda muradına ermiştir.

İlk gençlik yıllarında okuduğu bir broşürde, kendi burcu için kullanılan bazı olumsuz ifadeleri, nefsine çok ağır gelmekle beraber (azıcık insaflı olduğundan) kabul etmesi onun ilk ciddi nefis muhasebesine vesile olmuş, bundan sonra kendini artı ve eksileriyle daha iyi tanımak amacıyla astrolojiyle ilgilenmeye başlamıştır. Zaten astrolojinin en önemli faydası, kişinin kendisini tanımasına vesile olmasıdır. Yazar kişiliğine çok uyduğunu hissettiği bir diğer burcun da yükselen burcu olduğunu öğrendiğinde “Bu kadar da tesadüf olamaz, bu işin içinde bir iş var.” diyerek bu konuda derinleşmeye başlamıştır.

Kendi yıldız haritasını çıkarıp yorumunu yaptığında ise, o zamanlar gençlik sarhoşluğu ile zannettiği gibi dünyanın en akıllı, en mükemmel insanı olmadığını acı bir şekilde fark etmiş ve kısa süreli bir depresyona bile girmiştir. Ancak bu ruhî ameliyat da bir süre sonra şifa hükmüne geçmiş ve “kapasiteni bil, olabileceğinle yetin, kaldıramayacağın yüklerin altına girme, kaderine razı ol, rahat et” mantığını doğurmuştur.

Yazar, yıllar süren incelemeleri sonucunda şu fikre varmıştır:

İnsanın nasıl bir kişiliğe sahip olduğu, düşünce yapısı, mücadele biçimi, şanslı olduğu veya zorladığı konular, anne-babası ile ilişkileri, meslek tercihi, zaafları, özel yetenekleri, evliliği vs. hemen her şey, tesadüfe havalesi imkansız bir doğrulukla yıldız haritasından anlaşılabilmektedir.

Ancak bunun için sadece güneşin hangi burçta olduğunu bilmek yetmemekte, doğum anındaki tüm gezegenlerin konumları ve aralarındaki açıların yorumlanması gerekmektedir. Her ilimde olduğu gibi yarım ve eksik bilgi yanıltıcı olabilmektedir. Bu ilimde de ya derinleşmek lazımdır ya da hiç girmemek. Kişilikle ilgili bu bilgilerin yanı sıra, sürekli yer değiştiren gezegenlerin haritanın hangi bölgelerini ne zaman nasıl etkilediğine bakılarak, başa gelecek olaylar bile tahmin edilebilmektedir, bunu yaşayarak görmüştür.

Astrolojinin mekanizmasını da şöyle izah etmektedir:

“Allah her şeyi sebepler vasıtasıyla yarattığı gibi, insanın ruhî yapısını ve kaderini de gök cisimlerinin etkilerini zahiri bir sebep tutarak yaratır. Bu etkinin hangi yolla olduğunu bilmememiz, gördüğümüz açık ilişkiyi inkar etmemizi gerektirmez. Felek çarkı bir mutfak tezgahı gibidir. Burçlar tencere, tava; yıldızlar da tuz, biber gibi. O dönen tezgahta daima değişen terkiplerle her biri ayrı kişilik özelliklerine sahip insanları esas yoğuran da tabii ki Kudret Eli’dir. Zahiri sebeplere etki isnat etmeden, onları sadece birer işaret, birer vasıta olarak kabul edip bakarsanız, Astroloji aynasında da Yaratan’ın ince ve derin hikmetlerini görürsünüz.”

Hiç görmediği kişileri bile haritalarına bakıp tarif edebilmesi sonrası yazarımız astrolojiye giderek daha fazla vakit ayırmış, işini, eşini, bir işe başlayış tarihini, arkadaşını vs. seçerken bile, bu ilimden faydalanmış ve genellikle de isabet kaydetmiştir. Ama genellikle, her zaman değil. Zira astroloji yine de eksik bir bilim dalıdır hâlâ. Muhtemelen on iki gezegen olduğu halde henüz dokuzu bilinmektedir ve en ayrıntılı haritada bile en az üç önemli güç odağı eksiktir bugün. Zaten o yüzden en iyi astrologların tahminleri bile bazen yanılmaktadır. O yüzden astrolojiye çok fazla bel bağlamamak gerektiğini, bilmediğimiz gezegenlerin etkilerinin birçok şeyi değiştiriyor olabileceğini söylemektedir.

Yazar, aslında karakter tahlili amaçlı başladığı astrolojinin geleceğe işaret eden kısmına önceleri tedirgin yaklaşmış, gaybı bilmeye çalışmanın doğru olmadığını kendine defalarca söylediği hâlde, çok geçmeden kendisini tahminler yaparken bulmuştur. Genellikle de doğru çıkan bu tahminleri “Olabilecek olaylara ruhen hazırlanmaya vesile oluyor.” diye savunmuş, ama aynı zamanda kaderin önüne geçilemeyeceğini de fark etmiştir.

Mesela, 11 Ağustos 1999'daki güneş tutulmasından sonra, muhtemelen 18 Ağustos civarında büyük bir deprem olacağını (bir çok astrolog gibi) tahmin etmiş, hatta bu dönemde büyük kızının kafa travması geçirme ihtimalini haritasında görmüş, ama depremde kızının başına dolap devrilmesine engel olamamıştır. Yine de bu ihtimal için okuduğu duaların hürmetine, kızının belki de mukadder bir ölümden burnu bile kanamadan kurtulduğunu hissetmektedir.

“Allah sebeplerle muamele eder, icraat yapar, ama hususi rahmeti devreye girince sebepler de susar. Yıldızları yaratan ve hadiselere zahirî birer sebep olarak kullanan Allah, istediği kişiye hususi rahmeti ile imdat edebilir, medet verebilir.”

demektedir artık. Ne de olsa “Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı O’nun yanında.”dır. Sebepleri yaratan, tabii ki onlara mahkum değildir.

Ve astrolojiden giderek soğumaya başlar. Son vardığı nokta şudur:

“Önceden bilsek bile her şey olacağına varıyor. Dua ve Allah’ın yardımı da her musibeti def edebiliyor, O’nun yardımı olduktan sonra, şer gibi görünen şeylerden bile hayır çıkabiliyor. O’nun yolunda değilsek de hayırlar bile hayır vermiyor. 'Ne olacak?' diye yıldızları incelemek yerine, o vaktimizi duaya ayırıp 'Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.' demeliyiz.”

Ancak astrolojiyi bırakmadan önce son bir inceleme yapmak ister. Doğum günlerini bildiği meşhur insanların haritalarını çıkaracaktır.

Önce Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in haritasını çıkarır. Tahmin ettiği gibi haritada yıldızların çok uyumlu ve etkili açılar yaptığını görür, Venüs’ün haritaya (yani kişiliğe) hakim olduğunu görünce de o küçük beyliğin genç lideri “Osmancık”ın, diğer boyları nasıl arkasına taktığını ve birleştirdiğini anlar. Zira Venüs uyum, denge ve diplomasiyi simgelemektedir.

Ardından Fatih Sultan Mehmet’in haritasına bakar, “Mars (savaş) ve Jüpiter (genişleme) ağırlıklı, çok net ve sert açıların yer aldığı, sağlam, hırslı ve lider bir kişiliğe işaret eden bir harita. Tam ona uygun.” yorumunu yapar. Osman Bey’in haritasından da güçlüdür bu gördüğü. Çağ açan bir kumandanı tarif etmektedir.

Ve “O” (asm)

Ve artık doğum günü ve saatini bildiği en mükemmel insan olan Hz. Muhammed’in (asm) haritasına bakma fikri zihnini kemirmeye başlamıştır. Ama korkmaktadır. Ne göreceğini ve gördüğü hakkında nasıl yorum yapabileceğini bilememektedir. Zira astrolojik bir gerçektir ki; haritada görülen her yerleşim, her açı, kendi içinde bazı eksiklere de işaret etmektedir mutlaka. Mesela 1. ev (kişilik evi) ağır bassa, sağlam bir benlik verir, ama ikili ilişkilerde zayıflamaya yol açar otomatik olarak. Yine mesela haritada üçgen açılar çoğunlukta olsa, kişiye iç huzuru verir ama gayreti, çalışkanlığı da azaltır aynı zamanda. Tıpkı terazinin iki kefesi gibi. Oysa O zat, tüm insanî hususiyetlerde zirvededir. Hem cömert hem tutumlu olmak, hem cesur hem şefkatli olmak gibi zıt gibi görünen huyları bile en mükemmel biçimde şahsiyetinde topladığı malumdur. Düşmanları bile ona bir eksiklik isnat edememiştir. Yapacağı yorumlarla O’na saygısızlık yapma korkusu elini bağlar bir süre.

Ama en sonunda merakını yenemez. İnternetten içi titreyerek hesaplatıp indirdiği harita ekranda belirdiğinde ise gözlerine inanamaz. Yüzlerce harita incelemiş, ama böylesini görmemiştir o güne kadar. Çünkü hiçbir açı yoktur haritada. Bu, şu demektir aslında: Böyle bir harita sahibinin dünyanın gelmiş geçmiş en mükemmel, en etkili kişisi olmak şöyle dursun, bir koyuna çoban olması bile mümkün değildir normalde. Bildiği kadarıyla böyle bir harita sahibinin kişiliğinin darmadağınık olması, tutarsızlık, irade zayıflığı, kendini tanıyamama, fikirlerini anlatamama, bir hedef belirleyip takip edememe gibi feci özelliklere sahip olması gerekmektedir. Oysa O’nun herkesçe bilinen muhteşem karakteri ve muazzam eserleri ortadadır. Öyleyse tek bir ihtimal kalmaktadır geriye: O zatın, bildik astrolojik etkiler vasıtasıyla değil, onların ötesinde bizzat bir Kudret eliyle hususi olarak yaratılıp terbiye edildiği. Ve yukarıda zikredilen Yahudi müneccimin ifadesi ile beraber, şu hadis gelir aklına:

“Beni bizzat Rabbim edeplendirdi, yetiştirdi, en güzel bir surette.” (bk. Suyuti, C. Sağir, 1, 12;  Münavi, Feyzü’l-Kadir, I, 224, h. no: 310)

Yine de üç astroloğa daha sorar bu haritayı. “Böyle bir harita gördünüz mü?” Üçü de aynı cevabı verirler: “Biz böyle bir harita ne gördük ne de duyduk, kimin haritasıymış bu? Tahminimizce böyle bir harita sahibi hiçbir başarı elde edemeyecek silik ve dağınık bir kişilikte olmak gerektir.”

Ve noktayı üçüncü astrolog koyar:

“Hz. Muhammed’in (a.s.m.) haritası mı? Olamaz! Bu bir mucize!”

(Dr. Yusuf KARAÇAY, Zafer Dergisi, Mayıs-2002, Sayı:285)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Astrolojiye inanmak şirk midir; astroloji (yıldız falcılığı) bilim midir?

14 Evleneceğimiz insanı biz mi seçeriz yoksa daha önce kaderimizde yazılmış mıdır?

Kısmetin kapalı olup olmadığını insan bilemediği için, kendi isteği olan bir şeyi elde etmek için bazı sebeplere teşebbüs etmesi gerekir. Bu sebeplere teşebbüsten sonra şayet istediğimiz şeyi elde edersek, şükrederiz. Şayet istediğimz şey elde edilmez ise, o zaman “Hakkımızda hayırlı değilmiş” deyip, verilmediği için ve ahirette isteğimizin daha güzelinin verileceğine iman edip yine şükretmek gerekir.

Kısmet beklemelerde yanlış yorumlardan uzak kalınmalıdır. Bazı kimselerde yanlış bir kısmet bağlama anlayışı görülmektedir.

Evham ve suizanna kapılan bu kimseler, tereddüt etmeden konuşabiliyorlar:

"Kızımızın ya da oğlumuzun kısmeti bir türlü çıkmıyor, çıkınca da anlaşmayla sonuçlanmıyor, bir bahane bulunup iş bozuluyor! Demek ki kısmetini bağlamışlar. Zaten falan ve filan komşulardan da şüphe ediyoruz..." diye hüküm verebiliyorlar.

Halbuki Allah (cc), hiçbir insana bir başkasının kısmetini bağlama imkan ve salahiyeti vermemiştir. Bu sebeple, kısmet bağlanması diye bir olay olamaz. Ama kısmet beklenmesi diye bir gerçek olur.

Demek ki mesele, kısmet bağlanması değil kısmetin beklenmesi meselesidir.

Bu kısmet bekleme meselesini, maneviyat büyüğü İsmail Fakirullah Hazretlerinin verdiği misal, pek güzel açıklamaktadır:

Öğrencilerinden birinin eline bir testi verip kuşluk vakti çeşmeye gönderir Fakirullah Hazretleri.

Ne var ki öğrenci çeşmenin başına varınca oradaki çocuklarla oyuna dalar, ta ikindiye kadar oyun sürer. Nihayet gün batarken aceleyle testiyi doldurup döner. Bunca vakittir orada oyuna dalan öğrenciyi bu defa arkadaşları aralarına alıp hırpalamak isterler. Ancak Fakirullah Hazretleri müdahale ederek der ki:

– Neye suçluyorsunuz arkadaşınızı?

– Kuşluk vakti gönderdiniz ikindi üzeri döndü, bizi bu kadar bekletmeye hakkı var mı? derler.

Büyük insan şöyle izah eder geç kalma sebebini.

– Arkadaşınızın kabahati yoktur bu bekleyişte. Çünkü, çeşmenin başında oyuna dalmaya mecburdu. Kısmetiniz olan su henüz kurnaya gelmemişti, yoldaydı. Başkalarının kısmetini doldurup da size getiremezdi. Ne zaman yoldaki sizin kısmetiniz kurnaya geldi, işte o zaman oynamayı bırakıp testiyi çeşmeye tutarak kısmetinizi doldurup getirdi. Onun kabahati yoktur, yoldaki kısmetinizi beklemiştir.

İşte, evlenme olayındaki bekleme de, yoldaki kısmeti beklemeden başkası değildir.

Demek ki, kısmet bağlaması yoktur ama kısmet beklemesi vardır.

Şunu hiç unutmamak gerektir ki, Allah yarattığı kulunun kısmetini asla bağlamaz. O kadar bağlamaz ki, dünyada evlenemeden vefat edenleri bile cennette otuz üç yaşında en güzel bir cennet genci olarak olarak evlendirir, kısmetini yine karşısına çıkarır, asla kısmetsiz bırakmaz. Onlar da o zaman asla pişmanlık duymazlar dünyadaki bekleyişlerinden dolayı. Çünkü Cennet evliliği dünyadakiyle kıyaslanamayacak kadar özel ve güzel bir evlilik olur... Bütünüyle mutluluk ve saadet kaynağı halini alır.

Bence burada unutulmaması gereken en mühim nokta şu olmalıdır.

Dünyadaki kısmetini bekleyenler bekleme süresini büyük bir fırsat bilmeli, bu sıralarda kendi özelliklerini geliştirip vasıflarını çoğaltmayı hedef almalı, vasıfsız işçi durumundan çıkıp aranan vasıflı aday özelliğini kazanmalı, kendini bir çok vasıflarla değerli durumuna getirmelidir. Çünkü denklik dünyada da ahirette de esastır. Dünyada vasıflı olanlar cennette de vasıflılarla evlenirler. Bu bakımdan da kısmet bekleme devresini güzel vasıfları kazanma, çoğaltma devresi olarak düşünmeli, yüksek vasıflılara layık hale gelmeye gayret göstermelidir.

Zaten beklemenin bir faydalı yanı da, "güzel vasıflarını çoğalt" ikazını yapıyor olmasıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Evlilik kader midir?

15 Hz. Peygambere büyü yapılmış mıdır, yapıldıysa nasıl olmuştur?

Kaynaklarımızda Hz. Peygamber (s.a.v)’e de büyü yapıldığı kaydedilmektedir. Peygamberimize büyü yapılmasının sebebi, Yahudilerin, Onun peygamberliğini hazmedememesidir. Çünkü, Kabe’nin bakımı, hacıların yedirilip içirilmesi, uzun zamandan beri Peygamberimiz (s.a.v)’in soyu olan Kureyş kabilesine aitti. Bütün bunların yanında bir de kalkıp “Nübüvvet (peygamberlik kurumu) da bize geçti derlerse, işte buna dayanamayız.” diyerek, kötü niyetlerini açığa vurmuşlardı. Ancak birden çoğalan müslümanlar ve Efendimizin gördüğü ilgi, Yahudileri tahrik etmiş ve çirkin yollara başvurmuşlardı ki, Ona büyü yapılarak öldürülmeye teşebbüs edilmesi de bunlardan biridir. Bu konudaki rivayetleri aşağıya topladık.

Peygamberimize büyü yapılması ile ilgili rivayetlerden biri, Onun bütün hÂllerine vakıf olan sevgili eşi ve müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a)’den gelen rivayet şöyledir:

“Benî Züreyk Yahudîlerinden Lebid b. el-A’sam tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e sihir yapıldı. Öyle ki, Rasulullah (s.a.v) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki:

“Ey Aişe, hissettin mi, sorduğum husustâ Allah bânâ fetvâ verdi?”

“Hangi hususta Ey Allah'ın Resülü?” dedim.

“İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:

“Bu zâtın rahâtsızlığı nedir?” dedi. Öbürü: “Büyüdür!” dedi. Önceki tekrar sordu: “Kim büyüledi?” Diğeri: “Lebîd İbnu'l-Asâm adındaki Benî Züreykli bir Yahudî.” diye cevap verdi. Öbürü:

“Büyüyü neye yaptı?” dedi. Arkadâşı: “Bir târâkla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurmâ tomurcuğunun içine!” cevabını verdi. Diğeri:

“Pekalâ, şimdi nerede?” diye sordu. Arkâdaşı: “Zervân kuyusunda!” cevâbını verdi.”

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) Ashâbından bir grupla birlikte (r.a) kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp:

“Ey Aişe! Allah'a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu iIe sulanan) hurmâ ağaçlarının başları da sanki şeytanların başları gibiydi!” dedi. Ben:

“Ey Allah'ın Resülü! Onu (kuyudan) çıkardın mı?” diye sordum. “Hayır” dedi ve ilave etti:

“Bana gelince, Allah bana âfiyet lutfetti ve şifa verdi. Ben ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum!”

Resulullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü.” (Buhârî, Tıbb, 47, 49, 50; Cizye, 14, Edeb, 56; Bed’ul-Halk, 11; Müslim, Selâm, 43)

Kadı Iyaz, “Sihir Hz. Peygamberin sadece vücudu ve azaları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında, fikrinde) bir etki göstermedi.” demektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari, X/185)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimiz (asv)'e sihir yapılmış mıdır, yapılmışsa bunu nasıl açıklamak gerekir?..

16 Fal bakmanın ve baktırmanın hükmünü hadislerle açıklar mısınız?

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir. Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:

"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur." (Neml, 27/65) ve

"De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum..." (En'âm, 6/50),

"Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım..." (A 'râf, 7/188)

âyetleri buna yeterli delildir.

Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (s.a.s.) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir.

"Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz." (Müslim, Selâm, 125)

buyurmuştur. Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir:

"Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur." (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904).

Bu konuyu Peygamberimiz (a.s.m.) bir tek cümleyle ifade etmiş:

“Kâhinler bir şey değildirler.” (Müslim, Selam 123)

Yani geleceği okuduklarını iddia edenlerin sözleri boş, bir değeri ve bir anlamı yoktur.

17 Büyü (sihir) yapmanın hükmü nedir, büyü yapan şirke girer mi?

Sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın hükmü hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Nevevî der ki:

"Sihir yapmak haramdır, büyük günahlardan olduğunda âlimler arasında ittifak vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır."

Ancak, sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Bazı âlimler iki sebebe binaen sihir öğrenmeye cevaz vermişlerdir:

1. İçerisinde küfür olan sihirle, küfür olmayan sihrin farkını görmek ve göstermek için.

2. Kendisine sihir yapılmış olan bir kimseden sihri kaldırmak için.

Birincisi, sadece itikad açısından sakıncalı olabilir. Sihre inanmadıkça, sadece onun hakkında bilgi edinme yasaklanamaz. Bu durum, tıpkı putperestlerin putlarına nasıl ibadet ettiklerini öğrenmek gibidir. Zîra, sihirbazın yaptığı şeyin keyfiyetini bilmek, bir fiilin veya bir kavlin hikaye edilip anlatılmasından ibarettir, ama ona girişip onu yapmak başka bir şeydir.

İkincisi ise, büyülenen kimsedeki büyüyü çözmek, onu sihirden kurtarmak için yapılan bu mukabil ameliyeye Nüşre denir. Buna da câiz değil diyen olmuşsa da ailmlerin çoğuan göre caizdir. Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in: "Allah, zarar veren (sihr)i yasakladı, fayda vereni yasaklamadı." dediği rivâyet edilir. Katâde merhum da: "Kişi, kendisine yapılan sihri tedavi edecek kimseyi arar." der. İbnu'l-Cevzî, bu ruhsatı şöyle ifade eder: "Nüşre, büyülenmiş, kimsenin büyüsünü çözme meselesinde, Ahmed İbnu Hanbel'e sorulunca: "Bunda bir sakınca yoktur." cevabını verir. Gerçi Ebû Dâvud, el-Merâsil'de Hasan Basrî'nin bir mürseli olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in: “Nüşre (büyü bozma) şeytan işidir" buyurduğunu rivayet etmiştir. Âlimler bu hadisi: "Resûlullah amelin aslına işaret etmiş olmalıdır, çünkü asıl itibariyle bu da sihirdir, hüküm kasda göre değişir, kim bununla hayır kastederse, bu hayırdır, kim de şer kastederse şerdir." diyerek yoruma kavuştururlar. İbnu Hacer şu hususa da dikkat çeker: Hasan Basrî'nin hasr ifade eden mürselinin zâhirine göre amel edilmemelidir. Çünkü sihir bazan, (esas itibariyle meşru olan) rukye, dua ve ta'viz (muska) yoluyla da çözülebilmektedir. Öyle ise nüşre iki nev'e ayrılmış olmaktadır:

a) Sihirle yapılan nüşre ki hadisteki yasak buna bakar.

b) Meşru vasıtalarla yapılan nüşre ki, meşru olan nüşre ile de bunlar kastedilir.

Sihre karşı yapılacak mukabil tedavi yönteminin, helal olduğuna delil olarak gösterilen bir rivayet Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den gelen şu Müslim hadisidir. Der ki:

"Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına karşı rukye yapardık. (Dua, muska vb. yolla sihri zararsız hale getiriridik.) Bir ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rukyeyi yasakladı. Bunun üzerine Efendimize gelerek: 'Ey Allah'ın Resûlü! Siz rukyeyi yasakladınız, ben ise akrep sokmasına karşı rukye yapıyorum.' dedi. Dayıma: 'Sizden kim kardeşine faydalı olabiliyorsa onu yapsın.' diyerek ruhsat tanıdı."

Bu meseleyi te'yîd eden bir diğer delil başta Buhârî olmak üzere pek çok hadis kitabında rivayet edilmiş olan: "Göz değmesi haktır" hadisidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesinin hak olduğunu, yani bunun sabit bir vak'a olduğunu ifade buyurmuş ve göz değmesine karşı tedavi yolları tavsiye etmiştir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu meselelerdeki yasaklamasının mahiyeti hususunda bir bilgi edinmek üzere Müslim'in Avf İbnu Mâlik el-Eşcaî (radıyallâhu anh)'den kaydettiği şu rivayete nazar edebiliriz: "Biz cahaliye devrinde rukye yapardık. Bir ara: "Ey Allah'ın Resûlü, bu hususta ne dersiniz? (Rukye helâl midir, haram mıdır?)" diye sorduk. Şu cevabı verdi:

"Rukyelerinizi bana arzedin (okuyun bir göreyim, neler okuyorsunuz? Şunu bilin ki,) içerisinde şirke delâlet eden bir ifade olmadıkça, rukyelerinizde bir mahzur yoktur."

Soruda geçen Hadis-i şerif ise şöyledir: Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim (sihir maksadıyla) bir düğüm vurur sonra da onu üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer. Kim bir şey asarsa, o astığı şeye havale edilir." [Nesâî, Tahrîm 19, (7, 112)]

Bu Hadis farklı şekillerde yorumlanmıştır:

- Bunu yapan müşriklerin yaptığı bir işi yapmış olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde sihir mânasını taşıyan davranışları yasaklamaktadır. Zîra, herhangi bir iplik alıp buna düğüm atıp, sonra da bir şeyler okuyup düğüm üzerine üfleme işi sihirbazların işidir. Şu halde böyle bir davranışta bulunan, sihirbazların yaptığı işi yapmış olmaktadır. Bu ise, şirk ehlinin amelidir. Zîra, faydalı şeylerin elde edilmesi ve zararlı şeylerin uzaklaştırılması ancak Allah'tan bilinir, ondan istenir. Düğümlere üflemek suretiyle faydalıyı elde etmek veya zararlıyı defetmek düşüncesi, Allah'a inanıp ona tevekkül eden kimseye yakışmaz, ancak müşriklere yakışır.

"Bu davranışıyla sihrin gerçek tesirinin  olacağına inanmışsa bu şirk olur." Çünkü Allah’tan başka hakiki tesir eden yoktur.

- Bazı âlimler hadiste geçen şirki, "Maksad şirk-i hafî'dir, zîra tevekkül ve Allah'a itimad terkedilmiş olmaktadır" diye açıklamışlardır.

Bir şey asma meselesine gelince, bununla büyüklerin veya küçüklerin boyunlarına fayda maksadıyla asılan muska, nazarlık gibi şeyler kastedilmiştir. Zînet için takılan şeyler buraya girmez. Bazı âlimler bundan maksad: "Cahiliye devrinde boncuklardan, vahşi hayvanların tırnak ve kemiklerinden mâmul kolyelerdir" der ve hadiste gelen yasağı oldukça kayıtlar. Bunlara göre, Kur'ân âyetlerinde Allah'ın isimlerinden yazıp asılacak muskalar bu yasağa girmezler. Hatta bunlar câizdir. Nitekim, Abdullah İbnu Amr'ın çocuklara bu çeşit şeyler astığı rivâyet edilmiştir. Bazı âlimler de: "Burada takbih edilen husus faydanın celbine ve zararın def'ine inanılarak yapılan asmadır, değilse teberrük gayesiyle yer verilen asmalarda mahzur yoktur, câizdir" demiştir. Ebû Bekr İbnu'l-Arabî: "Kur'an'(dan bir şeyler yazıp) asmak sünnet yolu değildir, bu husustaki sünnet, asma değil zikirdir" der.

"Kim bir şey asarsa, o astığına havale edilir" ibaresi, Cenâb-ı Hakk'ın yardımından mahrum kalır" mânasında yer verilen bir kinaye olarak da değerlendirilmiştir. (bk. Kütüb-i Site, Tercüme ve Şerhi, Sihir ve Kehanet Bölümü)

18 Nazara karşı kurşun döktürmek ve fal bakmak / baktırmak caiz midir?

“Fal” kelimesinin aslı “fe’l”dir. Bu da, “uğur, talih, baht” mânâlarına gelmektedir. “Tefeül” kelimesi de buradan türetilmektedir ki, “bir şeyi hayra yormak, Allah’tan hayır ve fayda ummak" demektir. Tefeül sünnettir. Peygamberimiz (a.s.m.) tefeülden hoşlanır, teşe’üm olarak bilinen bir şeyi uğursuz saymaktan da hoşlanmazdı.

Şemseddin Sami "Kamus"unda “fal” hakkında şu tarifi yapar:

“Baht ve talihi anlamak için birtakım garip vasıtalara müracaat etme. Atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine vesair böyle şeylere bakıp bunlardan mânâ çıkarma.”

Günümüz falcıları da bunlara benzer yollarla fal bakıyorlar. Oyun kâğıtlarına, el ayasına, kahve fincanına ve su dolu tasa bakmak sadece birkaçı...

İlmin ve teknolojinin zirveye çıktığı, insanlığın uzayda dolaştığı bir devirde maddeten gelişmiş “modern” ülkelerde falcılık büyük mesafe almış, mânen derin boşluk içinde bulunan insanlar falcılara bel bağlama âcizliğine düşmüşlerdir. Hattâ bu ülkelerin başkanları bile geleceklerini bu falcılara sorma garipliğini gösteriyorlar.

İslâm öncesi bir cahiliye âdeti olan falcılık, bilhassa îman ve inanç bakımından zayıf toplumlarda yerleşmiş, yaygınlaşmıştır.

İslâmiyet'ten önce her türlü hurafe ile birlikte falcılık, sihir, kehanet ve büyü gibi sapık âdetler de yaygındı. Müslüman olmalarına rağmen bazı kimseler bunlara gitmekten vaz geçmiyorlardı. Bu hususta Hz. Aişe’nin rivayet ettiği bir hadis vardır.

Bazı sahabiler Peygamberimize (a.s.m.) gelerek gaybdan haber veren kâhinler hakkında fikrini sordular. Peygamber Efendimiz de (a.s.m.)

“Kâhinler bir şey değildir.” buyurdu.

Bunun üzerine sahabeden bir kısmı,

“Yâ Resulallah, onlar bazen bir şey söylüyorlar, sonra o da çıkıyor.” demeleri üzerine Resulullah (a.s.m.) şu gerçeği dile getirdiler:

“Onların söylediği bu sözler cinlere aittir. Cinler bilgiyi kapar ve dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.”1

Demek ki, falcıların ve kâhinlerin sözlerinde doğruluk payı olsa olsa yüzde veya binde birdir. Bu kadar zayıf bir ihtimale mü’minin bel bağlaması, ona itibar etmesi, inancına zarar verdiği gibi, makul da değildir.

Cinlerin gerçekte bir şey bilmediğini şu âyet-i kerime çok açık bildirmektedir:

“Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu ölümünü onlara farkettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı.”2, 3.

Bir seferinde Hz. Muaviye (r.a.) Peygamberimize (a.s.m.) şöyle bir sual sorar:

“Yâ Resulallah, birtakım şeyleri biz cahiliye devrinde yapıyorduk. Kâhinlere gidiyorduk. Şimdi ne yapalım?”

Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususta kesin ifade kullandılar:

“Artık kâhinlere gitmeyin.”4

İbni Mâce’nin rivayet ettiği bir hadiste kâhinlere, falcılara inanmanın îmana zarar vereceği bildirilir ki, bu hadisten hareket eden âlimler, falcılara gitmenin ve onlara inanmanın haram olduğunu söylerler.5

Zaten yukarıda meâlini verdiğimiz âyet ve hadisler, bu hususta Müslümanın nasıl hareket edeceğini açıkça bildirmektedir. Bunun için Allah’a iman ve kadere itimat ve tevekkül gibi, sağlam bir dayanağı olan insanın cinlerin birer oyuncağı olan kâhin ve falcılara gitmesi kadar abes ve mânâsız bir şey yoktur.

Son olarak meselenin aslını belirten ve mü’minin hiç aklından çıkarmaması gereken şu meâldeki âyetleri okuyalım:

“Gaybın anahtarı Allah’ın yanındadır. Onları ancak O bilir.”6

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez.”7.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kurşun dökmenin İslamiyet'teki yeri nedir?

Dipnotlar:

1 Müslim, Selâm: 123.
2 Sebe’, 34/14.
3 Rivayetlere göre, Hz. Süleyman (as) asasına dayanarak uzun müddet ibadet ederdi. Vefat ettiğinde de asâsına dayalıydı. O esnada Mescid-i Aksâ’nın yapımında çalışan cinler, onun ölümünün farkına varmayarak işlerine devam ederler. Hz. Süleyman (as)’ın vefat ettiğini, ancak bir ağaç kurdunun asâsını kemirip de yere düşmesiyle anlarlar. (İbni Kesîr, III/529).
4 Müslim, Selâm: 121.
5 İbni Mâce, Taharet: 122.
6 En’âm, 6/59.
7 Neml, 27/65.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

19 Karı kocanın arasını açmak için büyü yapıldığından şüphelenen kimseler ne yapmalıdır?

Belirtileri evde huzursuzluk, eşler arası birbirine ilgisizlik, birbirlerini beğenmeme, erkeğin veya kadının eşini hiç beğenmemesi ve nihayet işin boşanmaya kadar gitme durumundan bahsedebiliriz.

Konuyu sadece büyü ve sihir diyerek çözmeye çalışmak çare olmayabilir. Bu açıdan konuyu bir çok yönden incelemek gerekebilir.

Geçmişte olduğu gibi bugün de insanlarımız çaresini bulamadıkları birçok rahatsızlıklarına sihir yahut da büyü ismi verip çekiliyorlar...

Büyüdür, sihirdir, deyince mesele bitiyor... Artık kime kızmışlarsa, kime hasım hissiyle bakmışlarsa işi onun üzerine yıkıyor, ona olan husumetlerini ilerletiyorlar. "O yaptı bunu!..", diyorlar.

Ne ile belli sihir olduğu, büyü yapıldığı?

Bu konuda evham ve hayâlât işliyor, ucu bucağı gelmez vesveseler alıp yürüyor...

Bu gibi konularda yapılacak ilk iş, hemen hüküm vermek; sihirdir, yahut büyüdür, deyip işi evham üzerine hükme bağlamak değildir. Önce bir durum tesbiti şarttır. 

Yâni ruhî, manevî bir hâl mi, yoksa cismî ve maddî bir rahatsızlık mı? Bunu düşünüp tesbit etmeye zaruret vardır. Çoğu zaman maddî ve cismî olan bir rahatsızlığı, ruhî, yani manevî sananlar, baştan hatâ ediyor; ilk tedbirlerde yanılıyorlar, çareyi ters taraftan aramaya başlıyorlar. Böylece zaman kayboluyor, hastalık ilerleyip, tedbir zorlaşıyor.

Bizim görevimiz, maddi ve manevi tedbirleri aldıktan sonra şifayı Allah’tan beklemek ve sonuca razı olmaktır.

Hayırlı bir aile misiniz?

Bu soruyu aile içinde kime sorabiliriz? Elbette aileyi teşkil eden iki temel direğe. Kimdir bu iki temel direk?

Evdeki bey ile hanımefendiden başkası olamaz. Çünkü ailenin hem temeli hem de ayakta tutan direkleridirler bu iki insan. Öyle ise aile demek, hanımla bey demektir.

Ailenin, içinde bir ömür tükettiği yuvanın bir bakıma cennet bahçesi hâline gelmesi yahut da cehennem çukuru durumuna düşmesi bu iki insanla olur. Başka bir ifade ile aile, ömrünü tamamlayacağı çatının altında ya bir cennet benzeri hayat yaşarlar ya da cehennem misali bir yaşam tüketirler.

Bir hayatı ya cennet misali ya da cehennem benzeri şekle sokan fertler ise, ya hayırlı insanlar ya da şerli kimseler olma vasfını da kazanmış olurlar. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (asm) Hazretleri, "Ailenize hayırlı olsun" şeklinde hem beye, hem de hanıma tembihlerde bulunmuş, ikazlardan geri kalmamıştır.

Bakınız, Efendimiz (asm) hayırlı beyi nasıl tarif buyurmuştur:

"Hayırlı bey, eve girince hanımın yüzü asılmaz, çocuklar da köşe bucak ondan kaçışmaz!"

Evet, kendisi kısa, fakat manası uzun ve kapsamlı bir tarif. "Bunun zıt anlamı nedir?" derseniz, onu da arz edelim:

– Hayırsız bey eve girince hanımın yüzü asılır, çocuklar da köşe bucak kaçışır!

Öyle ise bey, bu tarifi iyi düşünmelidir. Hayırlı bir bey mi, hayırsız bir aile reisi mi, bu tarife göre kendisini test etmelidir.

Hayırlı beyi arz etmiş olduk… Öyle ise hayırlı hanıma ait ölçüyü de arz edelim. Yine Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

"Hayırlı hanım da odur ki, bey eve gelip de onun yüzüne bakınca huzur duyar, mutluluk hisseder!"

Bunun zıt anlamı da şudur:

– Hayırsız hanım da odur ki, bey eve gelip de ona bakınca huzuru kaçar, mutsuzluk hisseder, geldiğine pişmanlık duyar!

Öyle ise hanımefendi de kendini kontrol etmeli; hayırlı bir hanım mı, yoksa hayırsız bir hanım mı olduğuna kendisi karar vermeli. Beyine huzur mu veriyor, yoksa huzursuzluk mu? İyi düşünmeli.

Hadisten mülhem olarak arz ettiğimiz bu tarif ve tavsiflerin iki tarafa da mesajı şudur:

– Beyefendi! Eve gelince güler yüzlü, tatlı dilli ol, hanımın yüzü gerilmesin, çocukların korku ve endişe ile kaçışmasın.

– Hanımefendi! Sen de sabırlı ve anlayışlı ol, bey eve gelince hemen dertleri sıralayıp, sıkıntıları ortaya yığma. Bey senin yanında huzur duysun, mutluluk hissetsin.

Efendimiz (asm)'in bu mesajından sonra ayrıca derim ki:

– Aile içinde ortaya çıkması mümkün sitemleri, nazlanışları olağan şeyler olarak görüp geçiştirmek mümkünken, büyütüp de içinde boğulacak hâle getirmeyin. Bakın ne büyük anlaşmazlıklar, belâlar, hastalıklar, imtihanlar vardır bu alemde.

Bazen öylesine büyük imtihanlarla karşılaşılıyor ki, çaresi olmayan bir dert, ilacı bulunmayan bir hastalık insanların dünyasını karartıyor; bu gibi geçimsizlikler o zaman şeker, bal gibi geliyor. Ama iş işten geçmiş, büyük bela ve musibet kapıyı çalmıştır. Onun için meselenizi büyütmeyin. Sabırla, tahammülle, sevabını düşünerek, hikmetini hesaba katarak geçiştirin.

Daha çok sıkılırsanız, o meşhur cümleyi tekrar edip rahatlayın.

"Bu da geçer yâ hû!.."

Göreceksiniz ki, sıkıntı gitmiş, sevabı kalmış; yine siz kârlı çıkmış, huzuru mutluluğu yakalamışsınız...

İlave bilgi için tıklayınız:

- Büyüyü bozmak için bir hocaya gitmek caiz midir? Büyü nasıl etkisiz hâle getirilir?

- Kendisine büyü yapılıp cin musallat olan kişi, bunlardan nasıl kurtulabilir?

20 Büyü gerçek midir; nasıl korunabiliriz?

Bugünkü adıyla büyü, geçmişteki adıyla sihir, tarihin derinliklerinden gelen söylentileriyle bazı kesimlerde halen baskısını sürdürmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de geçmişte sihir yapanlardan söz edilir.

Hadislerde de sihir, büyük günahlardan sayılır.

"Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, zina etmek, ana babaya saygısızlıkta bulunmak, sihir yapmak.. büyük günahlardandır." denir.

Hatta İslam hukukunda, büyü ve sihir yaptığını iddia ederek insanları aldatmaya kalkışanlar, yakalanıp hapse atılması gerekir ki, sıkıntısı olan insanlar büyücü ve sihircilerin aldatmasına maruz kalmasınlar...

Bu sebeple bizler büyücü ve sihircilerin iddialarına itibar etmiyoruz.

Çünkü büyü ve sihir ilmi günümüze kadar gelmemiş, tarihin derinliklerinde o güne mahsus ilim olarak kaybolup gitmiştir. Böyle bir bilginin yokluğu sebebiyledir ki, bugün hiçbir büyücü çıkıp da:

"Elimdeki bilgi ve bulgular kesindir, dilediğim kimseyi büyü ile perişan ederim, dilediğimi de kurtarır, iyi ederim!?" diyemez. Allah hiçbir kuluna böyle kesin bir salahiyet vermemiştir.

Daha açık ifadesiyle büyücüler ne bir karı kocanın arasını açabilirler ne de birini ötekine vazgeçilmez halde âşık yapabilirler. Yani ne sevdirebilir ne de nefret ettirebilirler. Bu gibi duygusal durumlar, tarafların kendi istek ve iradeleriyle sağlayacakları kazanımlarıdır. Birileri büyüyle sevdirip, büyüyle nefret ettiremez...

Şayet böyle kesin bir büyü bilgisi mevcut olsaydı, sıhhatli kitaplarda yazılı olacak, yazılı olan bilgiyi de okuma yazması olan herkes okuyup bilecek, kıyıda köşede kırsal bölgelerde geçim vasıtası yapanların şahıslarına mahsus özel bir bilgi haline gelmeyecekti...

Buna rağmen bazı semtlerde büyü yaptığı, yahut da bozduğu iddia edilen kimseler görülmektedir. Akla, mantığa ters düşen büyü yapma, bozma çareleri de ileri sürmekteler.

"Şu kadar domuz yağı; şu kadar keçiboynuzu, falan mezardan şu kadar toprak..." gibi gizemli isteklerle çaresizleri etkilemeye çalışmaktalar.

Kesin olan odur ki, para ortadan kalksın ne büyü yapan kalır meydanda ne de büyü çözen...

İnsanlar neden yine de büyücünün peşine düşerler? Söylentilere, bir çözüm olabilir ümidiyle bakarlar da ondan...

Halbuki, bu gibi konularda esas olan, en önce büyücüye gitmeye sebep olan rahatsızlığa doğru teşhis koymak!..

Olabilir ki, büyü sanılan sıkıntının mahiyetinde ne büyü ne de sihir vardır. Olay ya bir sinirsel rahatsızlıktır. Yani doktor işidir. Yahut da tarafların kendi anlayışsız tutumlarıyla meydana getirdikleri sinir zayıflatıcı gerginlikleri, kırıcı, incitici davranışlarıdır!..

Büyü sandıkları rahatsızlıklarını kendi davranışları meydana getirmiştir. Öyle ise bunu çözecek olan da yine kendi davranışlarıdır... Tutumlarını düzeltmeleri, rahatsızlık sebebi anlayışsızlıklarından vazgeçmeleri... Yani önce saygı, hemen arkasından da sevgi ihtiyacının karşılanması...

Ne var ki, kimse kendi kusuruna, hatasına bakmamakta, ille de yakınlarından birinin büyü yaptığını düşünüp suçu onların üzerine yıkmayı kolay bir çıkış yolu olarak görmekteler.

İnceleseniz ya beyin hanıma karşı ya da hanımın beye karşı rahatsızlık meydana getirecek ihmal ve tepkisellikleri... gibi davranışları söz konusudur olayın kökünde.

Ama kimse böyle bir davranış düzeltmesine taraftar değil, suçu büyücülere yükleme kolaylığı varken...

Bununla beraber, böyle ihtimallerde manevi çare büsbütün de yok sayılmaz. Kur'an-ı Kerim'in son iki "Felak ve Nas" sûreleri ile birlikte bilinen tüm duaları rahatsızlığı duyan da, yakınları da okuyabilirler. Bunları ille de başkaları değil, kendileri okurlarsa daha gönülden dua etmiş, şifa dilemiş olurlar. Çünkü üzüntüyü kendileri yaşıyorlar, duayı da kendileri yapmalılar.

Bu konuda sözün özü olarak denilebilir ki: Önce büyücüye değil ilgili psikolog ve sinir doktoruna durumu anlatıp gerekli ilaçları alarak sinirler kuvvetlendirilmelidir.

Ayrıca sıkıntı sebebi olan kendi tepkili tutumlarını da gözden geçirmeli, gerginlik meydana getiren davranışlarını "Felak ve Nas" sûrelerini de okuyarak terk etmeli, geçmişi unutup geleceğe yeniden bir beyaz sayfa açmalılar...

Göreceklerdir ki, büyüyü de kendileri yapmakta, büyüyü bozan ilaç da kendilerinde bulunmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fal baktırmak doğru mudur ? Falcı - medyum gibi insanların dedikleri ne derece doğrudur ? Dinimiz açısından bu işin sakıncaları nelerdir ?..

21 Astroloji (yıldız falcılığı) bilim midir? Astrolojiye inanmak şirk midir?

Günlük hayatımızda bazı konuşmalarımız vardır. Bunlar görünüşte şirktir, ama sahibini müşrik etmez. Çünkü bu sözü hakiki değil mecazi söylemektedir. Ama kasten hakiki olarak kullansa, bu sözler insanı müşrik eder. Mesela, mü’min olan birisi der ki “Benim ineğim şu kadar süt verdi, benim tarlam şu kadar ton buğday verdi, benim şu bahçem şu kadar meyve verdi,..” Şimdi bu sözleri söyleyen adama soruyoruz: “Kardeşim bu sütü senin ineğin mi yaptı, şu buğdayı senin tarlan mı icat etti, bu meyveleri senin akılsız şuursuz ağacın mı yarattı?” Adam cevap olarak “Haşa, bunların hepsini Allah yarattı, bunlar ise sebeptirler.” diyecektir.

Aynen bunun gibi, yıldızların bizim ruh haletimize tesir edip etmemesi tamamıyla Allah’ın emriyle olur. Allah dilemedikçe bu işler ve tesirler olmaz. Bu sözü söyleyen bir mü’mine “Yıldızlar kendi kafalarına göre mi bu bu işleri yapıyorlar?” diye sorduğumuzda, elbette “Hayır, bunlar sadece Allah’ın kainatta koyduğu kanunlarla oluyor.” diyecek ve imanının varlığını bizlere ihsas edecektir.

Meşhur bir Nasreddin Hoca hikayesi vardır.

Hoca ve arkadaşları aşırı soğukların hüküm sürdüğü günlerde bir iddiaya tutuşmuşlar. Arkadaşları, o soğuklarda kimsenin tüm bir geceyi dışarıda hiçbir ateş veya ısı kaynağı olmadan geçiremeyeceğini söylerken, Hoca kendisinin bunu yapabileceğini söylemektedir. Olur, olmaz derken Hoca bir geceyi dışarıda geçireceğini ve bunun karşılığında ise arkadaşlarından bir ziyafet istediğini, yapamadığı takdirde kendisinin ziyafet vereceğini söyler. Bir zaman sonra Hoca hakikaten soğuk bir geceyi dağ başında yalnız geçirir.

Hocanın sağ salim bu işi bitirdiğini gören arkadaşları, gerçekten hiç ateş yakmadan bunu nasıl yaptığını sorarlar. Hoca da karşı dağda bir kulübede yanan bir mum gördüğünü, onu düşünüp içinin ısındığını söyler. Bunun üzerine arkadaşları itiraz eder ve hocanın karşı dağdaki bir mumla ısındığını ve iddiayı kaybettiğini söyleyerek ziyafet isterler. Hoca baskı karşısında mecburen kabul eder.

Ziyafet günü geldiğinde Hocanın evinde toplanan arkadaşları yemeği beklemeye başlarlar, fakat hoca sürekli yemeğin pişmekte olduğunu söylediği halde yemek bir türlü gelmez. Sonunda “Şu yemeği bir görelim.” deyip kalkıp mutfağa giderler ki, Hoca yemeğin bahçede piştiğini söyleyerek onları ağaca astığı koca bir kazanın yanına götürür. Kazanın metrelerce aşağısında bir mum yanmaktadır. Bunu gören arkadaşları. “Yahu Hoca koca kazan bu soğukta mumla kaynar mı?“ deyince. Hoca “İnsan aynı soğukta karşı dağdaki mumla ısınabiliyorsa kazan da elbet kaynar.” diyerek onlara derslerini verir.

Yazımın başında bunu anlatmamın sebebi, son zamanlarda popülarite kazanan astroloji konusuna girecek olmam. Aslında güzel düşünülüp güzel sebeplere bağlandığında hiç de kötü bir şey değil astroloji. Ama son zamanlarda bu konunun materyalist felsefeye malzeme yapılıyor olması oldukça üzücüdür. Rabbimizin elbette her şeyi bir sebebe bağlaması gibi, yıldız ve gezegen hareketleri de bir şeyler anlatıyor mutlaka bizlere. Ancak ilk anlattığı gerçek, kainattaki bu muhteşem nizamın bir yaratıcısının mevcudiyeti olmalı. Yani Allah’ın var ve bir olduğunun. Fakat her şey bunu gösterirken, insanlar yıldız ve gezegenlere tapar konuma sürüklenebilmekte, halis niyetlerle işe başlansa bile bir zaman sonra bu şuursuz varlıklara uluhiyet yüklenebilmektedir farkında olmadan.

İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.

Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız (Proxima Centauri ) Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır. Örneğin yukarıda değindiğimiz en yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica (alpha virginis) 281 ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz... Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius (Sadalmelik ve Sadalsuud) sırasıyla 1359 ve 2174 ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor.

Şimdi yazıya niçin Nasreddin Hoca'nın mum hikayesi ile başladığımı anlatabildim mi? Kaldı ki bu hikayedeki kazan-mum ilişkisi, yıldız uzaklıkları ele alındığında çok insaflı kalıyor. Uzaklıklar konusunda bu bilgilerden sonra, şimdi bu konudaki başka yanlışlıklara dikkat çekmek istiyorum.

İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul'dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yan yana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.

Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.

Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak 1.300.000 kat daha büyükken, Jüpiter, sadece 1.300 (bin üçyüz) kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu 1000 (bin) katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor.

Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı 25.000 (yirmi beş bin) kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında.

Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez.

Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz'den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır.

Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- MÜNECCİM.

22 Muska ve büyü hakkında bilgi verir misiniz?

Korku ve nazar gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)

Ancak bunları istismar edip sanat haline getiren ve saf kadınlarla teşriki mesai edip onlarla haşr ve neşir olmak kesinlikle haramdır. (Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II/258)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir?

23 Sihir nedir, sihir ve sihirbazlığın hükmü nedir? İllüzyonların gösterilerine de sihir denilir mi?

Sihir: İnsana yönelik olarak tabiat üstü gizli güçlerin yardımı ve aracılığıyla, belli bir maksadı gerçekleştirmek ve belli bir gayeye ulaşmak için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen eylem; bir şeyin veya olayın gerçek hüviyetinden uzak olarak başka bir halinin gösterilmesi.

Sihir, İslâm'ın kesin olarak yasaklayıp reddettiği bir inanç ve işlem olup, tabiat kuvvetleriyle insanlara bir takım etkilerin yapıldığı söylenen ilkel bir anlayış ve olgudur. Tevhid inancının insanların hayatından uzak kaldığı dönemlerde, toplumların ilkel inançlara saplanmasıyla ve özellikle totem inancının yaygın olduğu kitleler arasında çeşitli göz boyama yollarıyla yapılan sihir, eski İran, Çin, Mezopotamya, Arap yarımadası, Mısır ve Hindistan'da rastlanan bir meslek haline getirilmiştir.

Allah inancının ve sağlam düşüncenin zayıfladığı dönemlerde daha çok rastlanan bir olay olan sihir, bazı toplumlarda dinî törenlere bir inanç haline getirilmiş ve Allah'ın kudreti unutularak bir çok sihirbaz ve kâhinin sözleri geçerli kılınmıştır. İslâm'ın sihirbaz ve kâhinleri kınaması, insanları basit inanç ve düşüncelerle oyalayıp onları gerçek Allah inancından uzaklaştırarak ilkel ve akıl dışı anlayışlara sürüklemelerini engellemek içindir.

Genellikle İslâm alimleri sihri şu kategorilere ayırmışlardır:

Birincisi; tapınmaya ve yıldızların etkisine dayandırılan ve tılsım adı verilen daha çok Keldanilerin yaptığı sihir. Hz. İbrahim (a.s) bu inanç ve anlayış ile mücadele vermek ve yıldızlara tapınan bu insanları hidayete davet etmek üzere gönderilmiştir.

İkincisi;
ruh çağırma, ipnotizma ve benzeri yollarla insana etkili olduğu kabul edilen sihir. Bu sihri yapanlar insanları öldürmek ve diriltmek marifetlerinin olduğunu başkalarına telkin ile kabul ettirirler.

Üçüncüsü, ervah-ı arziyye denilen yer yüzündeki cinlerin gizli kuvvetlerinden yararlanarak yapıldığı ileri sürülen sihir. Genellikle cincilik olarak halk arasında yayılan ve cahil kimselerin itibar ettiği bir kandırmacadan ibarettir.

Dördüncü çeşit sihir ise; herhangi bir olağanüstü yönü olmayan, sadece insanların idraklerini bir an için yanıltarak yapılan bir göz boyamadan ibaret olan sihirdir. Buna daha çok illüzyon denir.

Beşinci sihir yolu da; olağanüstü işler yaptığına inanılan çeşitli aletlerle yapılan sihirdir. İnsanlar bu aletlerin özelliklerini bilmedikleri için, bunların bir el marifetiyle kullanılmasıyla olağanüstü işlerin becerildiği intibaını vermektedir. Hz. Musa (as)'ya karşı içine cıva doldurulmuş hortum gibi bazı iplerin sıcak bir alana bırakılması sonunda cıvanın genleşmesiyle iplerin yılan gibi kıvrıldığı görülmekte ve bu hortumların yılana çevrildiği iddia edilerek insanlar aldatılmaktadır. Bu gibi oyunlar her zaman var olagelmiştir.

Altıncı sihir oyunu da; çeşitli ilaçların ve kokuların kullanılmasıyla yapılan sihirdir.

Bu gibi ilaç ve maddelerin kimyevî özelliklerini bilmeyen kitleler, sihirbazın iş becerdiğine inanırlar.

Yedinci sihir çeşidi de; ism-i a'zam'ı bildiğini insanlara kabul ettirerek, karşısındakileri psikolojik baskı ile cezbetmek suretiyle yapılan etkileşimle ortaya çıkarılan sihirdir. Bu, insanları kandırmakta başka bir şey değildir.

Diğer bir sihir çeşidi de, insanların gizli ve bilinmeyen yönlerini sahtekar ve gammazların yardımıyla öğrenen ve bu gizli yönlerini bildiklerini onlara ispatladığını söyleyenlerin yaptığı sihirdir. Bu da insanları aldatıp birbirine düşüren, birbirlerinin aleyhine kışkırtan ve aralarını bozan bir hokkabazlıktan başka bir şey değildir.

Bütün bunlara bakıldığında sihir, hayal olan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek suretiyle insanlar üzerinde aldatıcı bir tesir oluşturmaktan ibaret bir olaydır. Buna rağmen bir gerçek yönünün olduğu ve hakikaten etki yaptığı kabul edilmektedir. Bakara süresindeki (2/102.) âyet bunun bir gerçeklik payının olduğunu haber vermektedir. Ama ne olursa olsun İslâm, sihri yasaklamış, haram saymış ve buna inananları, kâfir kabul etmiştir.

"Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle diyor: "Bir gün iki kişi Rasûlüllah (s.a.s)'in huzuruna geldi. Bunlardan birisi, yaptığı konuşmayla cemaati hayrete düşürdü. Rasûlüllah (s.a.s), "Öyle konuşma vardır ki; sihir gibidir, insanı büyüler." buyurdu." Daha sonra şöyle diyor: "Bir gün böyle güzel bir konuşmayı başka bir kimse Halife Ömer b. Abdülaziz (r.a)'in huzurunda yaptı. Herkes bu konuşmadan sanki büyülendi. Halife bu olay üzerine: "Bu tip konuşmalar sihir gibidir, ancak helaldir." dedi.

Kurtubî ise; "Sihir, hile ile bir şeyi örtmektir. Çünkü sihirbazlar hile ile bir takım şeyler yaparak sihir yapılan kimseye, bazı şeyleri olduğundan farklı gösterir. Serabın uzaktan su görünmesi gibi, sihir de gerçek dışıdır." demektedir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Şeytanların, Süleymanın mülk (ü saltanat ve nübüvveti) aleyhinde uydurup takip etlikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kafirlerdir ki insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek); "Biz ancak imtihan için gönderilmişizdir, sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma." demedikçe, hiç bir kimseye (sihir) öğretemezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç bir kimseye zarar verecek değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki onu (sihri) satın alan (ona revac veren) kimsenin ahiretten hiç bir nasibi yoktur. Onların kendilerini cidden ne kötü şey mukabilinde satmış olduklarını bilmiş olsalardı."

"Eğer onlar (Yahudiler, Peygambere ve Kur'an'a) iman edip de (sihir yapmak gibi günahlardan) sakınmış olsalardı, Allah katında (kazanacakları) sevab, (haklarında) elbet daha hayırlı olurdu. Eğer bunu bilselerdi."
(Bakara, 2/102-103).

Yahudiler, Hz. Süleyman (as) devrinden kalma sihirle ilgili rivayetlere uydular. Oysa Hz. Süleyman (as) sihirbaz değildi. Şeytanlar ise insanlara vesvese veriyorlardı ve sihri onlara öğretiyorlardı. Sihir iyice yaygınlaştı. Allah (c.c) bunun üzerine Bâbil'e, melek tabiatlı Hârut ve Mârut'u gönderdi. Bazı Yahudi büyükleri bunlara uydular. Hârut ve Mârut sihri, kötü gayelerle kullanmak için değil, sihir ile mucize arasındaki farkı anlayabilmeleri için öğretiyorlardı ve öğretmeden önce de onları ikaz ediyorlardı. Ancak onların ikazları, sihri öğrenmek isteyenler tarafından dikkate alınmadı ve onu kötü gayeleri uğrunda kullanmaya başladılar.

Görüldüğü gibi âyette; "Halbuki Süleyman asla sihir yapmadı" yerine, "Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı." buyuruluyor. Bu da sihrin kötü ve çirkinliğini göstermektedir. Burada küfürden gaye, sihirdir. Ayrıca âyette "sihir" yerine "küfür" kelimesinin kullanılması, müfessirlerce halkı sihirden nefret ettirmek ve insanı küfre götürebilecek günahlardan olduğunu belirtmek içindir. Hârut ile Mârut'un sihir öğrettiği kişilere; "Biz ancak imtihan için gönderilmişizdir, sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma." diye ikazda bulunmaları, sihrin küfre götüren sebeplerden olduğunu göstermektedir.

Rasûlüllah (s.a.s)'da bir hadislerinde sihrin büyük günahlardan ve helak edici yedi şeyden biri olduğunu belirtmişlerdir. Yine Rasûlüllah (s.a.s); "Bir düğüme üfüren sihir yapmış olur. Sihir yapan da şirke girer." (Nesâi, Tahrimüd-Dem, 19) buyurmuşlardır.

Kur'an-ı Kerim'de müslümanla sihirbazların şerrinden sığınmaları âyetle öğretilmiştir:

"Düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden Allah'a sığınırım." (Felâk, 113/4).

Ehl-i sünnet alimlerinin çoğunluğu sihrin varlığının ve tesirinin bulunduğunu belirtmişlerdir. Mu'tezile ise sihrin gerçekte olmadığını, onun bir aldatma ve saptırma ile el çabukluğu olduğunu belirtmişlerdir.

Ulemanın çoğunluğu sihri öğretme ve öğrenmenin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim sihri kötülemiş ve küfür olduğunu bildirmiştir. Fahreddin er-Râzî ve Âlûsî ile bazı âlimler sihr öğrenmekte fayda olduğunu söylemişlerdir. Bunlar da sihri bilmek suretiyle mucize ile arasındaki farkın anlaşılabileceği görüşünden hareket ederek bu hükme varmışlardır.

Buna göre sihir vardır ve tesir edicidir demek mümkündür. Kim Kur'an yolunu terkederek sihir ve benzeri yollardan birine girerse, Allah (c.c)'ın rahmetinden uzaklaşır.

İllüzyonların gösterileri de insanı aldatmaya yönelik olduğu ve sihire girdiği için caiz değildir.

24 Muskanın İslam'daki yeri nedir; muskanın etkisi var mı? Çocuk olması, korku ve nazar gibi şeylerden dolayı muska yazdırıp takılabilir mi?

Korku gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Hz. Peygamber (asm)'den şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım." O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)

Ancak bunları istismar edip sanat haline getiren ve saf kadınlarla teşriki mesai edip onlarla haşr ve neşir olmak kesinlikle haramdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

MUSKA..

25 Kendimde büyü var mı diye hocaya gittim. Bana, üstümde taşımam için muska, banyo yapmak ve yakmak için dualar verdi. Şifa bulmam için bu hocanın tavsiyelerine uymak caiz midir?

Yıldızcı, büyücü, falcı vs. isimlerle çalışan kimselere, büyü var mı vs. için gitmek caiz değildir. Bahsettiğiniz hocanın tavsiyelerine uymanız doğru bir hareket değildir. Söylediklerini yerine getirmenizin size hiç bir faydası olmadığı gibi, Allah'ın hoşuna gitmeyen bir iş yapmış olursunuz. Ancak ilmine güvenilir bir hoca dua tavsiyesinde bulunmuşsa bunlar yapılabilir.

Rezin’in naklettiği bir hadisi şerif şöyledir: İbnu Abbâs (r.a) anlatıyor: “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Kim, Allah'ın zikrettiğinin gayrisi için yıldızlar ilminden bir bab iktibas ederse, sihirden bir şube iktibas etmiş olur. Müneccim kâhindir; kâhinde sihirbazdır, sihirbaz da kâfirdir.”

Bir diğer rivayette ise hadis şöyle gelmiştir:

“Kim yıldızlarla ilgili bir ilim iktibas etmişse, sihirden bir şube iktibas etmiş demektir. (Yıldız ilmi) arttıkça (sihir ilmi de) artar.”(1)

Hadiste geçen “Allah’ın zikrettiğinden başkası” tabiri, Kur’an-ı Kerim’de geçtiği şekliyle, yıldızların Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren birer delil olması, semamızı süsleyen birer avize ve takvim belirleyici özellikleri ve şeytanları taşlamaya yarayan kısmıyla, gökyüzü sakinlerin meskenleri şeklindeki bilgilerdir. Bunları fal bakmak, insanların kaderine hükmeden, hareketleriyle yağmur, kar vs. yağdıran güçler olarak görmek ve büyü ve falcılığa alet etmek, burçlar ilmiyle, yıldızname ile ilgisini kurup, insan kaderine hükmettiklerini düşünmek ve öyle inanmak, küfür olarak nitelendirilmektedir. Çünkü insanlara ve tabiata hükmeden yegane güç ve kuvvet, kainatta kendinden başka güç, kuvvet ve kudret sahibi olmayan Allah’ın gücü ve kuvveti, Onun iradesi ve kudretidir. O dilemedikçe hiçbir şey olmaz.(2)

İlave bilgi için tıklyınız:

Yıldızname doğru mudur?..

Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir?..

Dipnotlar:
(1) Ebu Dâvud, Tıbb 22, (3905).
(2) bk. Haşr, 59/23-24; Saf, 61/1; Münafikun, 63/8; Teğabün, 64/18; Mülk, 67/2.

26 Ruh sağlığı bozuk olan insan için hangi duaları okuyabiliriz?

Kişinin Allah'a sığınması, iman ve ibadet konusundaki titizliği ile, büyünün tesir etmesinde etkili olan şeytanın insana yaptığı telkinlere kulak asmaması, şeytanın insanlar üzerindeki etkisini azaltır ve büyünün tesirinden de korunmuş olur. Çünkü şeytanın yaptığı, sadece telkin yoluyla korkutmak, şüpheye düşürmek, vesvese vermekten ve temelsiz kuruntulardan, neticesi olmayan vaatlerden başka bir şey değildir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/120)

NÂS SURESİ'NİN KARANLIK GÜÇLERE VE BÜYÜYE KARŞI OKUNMASI

"De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
İnsanların hükümdarına, insanların ilahına,
O sinsi vesvesecilerin şerrinden.
O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
Gerek cinlerden, gerek insanlardan."
(Nas, 114/1-6.)

Gerek görünüp bilinen, gerekse görünüp bilinmeyen gizli düşmanlarımıza karşı okunan ve kendisiyle Allah'a sığınılan dua makamında bulunan ve "Muavvizat" (Allah'a sığınmayı gösterenler) denilen, Kur'ân-ı Kerim'in son üç suresi, yani "İhlas, Felâk ve Nas" sureleri, her derde deva niteliğindedir ve (deyim yerindeyse) bu üç sure, "Kur'ân eczanesinin aspirinleri"dir. Bu sebeple, bunlarla Allah'a sığınmalı ve gecenin karanlığından, şeytanların, cinlerin, büyücülerin, vesvesecilerin şerrinden bunlarla korunmalıdır.

Malumdur ki, büyünün tesir etmesi, kişinin içinde bulunduğu psikolojik durumlarla, karamsarlık, evham ve şüphelerle de yakından ilgilidir. Felâk ve Nas Sûresi'nde ise bu noktalara işaretle, normal durumlarda olduğu gibi, insanın başına böyle bir hal geldiğinde de yine sadece Allah'a sığınması istenmektedir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de,

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'am, 6/112.) buyuruluyor.

Mealini verdiğimiz, bu ayete göre; insanın her türlü tehlikeye açık olduğu, cinlerden ve insanlardan olan düşmanlarının, gerek muhatap olduğu yaldızlı ve sihirli sözlerle, gerekse kitaplara dökülen ve asıl niyetlerinin ne olduğu bilinmeyen kurgu dolu yazılarla rahatça kandırılabileceğini görmekteyiz. Bütün bunlara karşı da, dinlediği kimseyi Allah adına dinlemesi ve işine O'nun adıyla, "Euzü-Besmele" ile başlaması gerekliğini, okuduğu kitapları da hak namına okuyup, hakikate dair mesajlar almak kaydıyla ve yine "Euzü-Besmele" çekerek okuması gerektiğini anlıyoruz. Çünkü şeytan, Allah namına başlanılıp bitirilen işlerde çok rahat parmak oynatamaz. Büyücülerin ve insanı kandırmak amacı güden bir kısım edebiyatçı ve felsefecinin kötü niyetleri de ancak bu yolla akim kalır. Yoksa bunların bu yollarla insanları aldatması, okuyucularını veya dinleyicilerini konunun ritmine kaptırıp büyülemeleri mümkündür. Zaten sapıtanların çoğu da böyle saptırılmaktadır. İşte, buna binaen, bu üç surede, önce İhlas Sûresi ile "Tevhid İnancı" telkin edilerek başlanması, Felâk ve Nâs Sûresi ile de Allah'a sığınılması istenmektedir.

Nitekim, Hamdi Yazır, bu sureyi genişçe tefsir etmiş ve bu surenin tefsirini yaparken Kurtubi'nin Ebu Zer'den naklettiği ilginç bir hadis-i şerifi de nakletmiştir. Ki, bu hadiste Hz. Peygamber (a.s.m.), "insan şeytanlarına" dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

"Sen insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" (Hak Dini Kuran Dili, X/191)

Kısacası, günlük hayatımızda dua ve ibadetlerimize dikkat eder, dualarla Allah'a sığınır ve gerektiği gibi yakın olursak, O’nun himayesine girer, büyüden ve büyüyü uygulayabilecek büyücülerden, habis ruhlardan korunmuş oluruz.

Bu çalışmayı yaptığım sırada, daha önceleri de merak ettiğim bir medyumla tanıştım. Arkadaşlarımın da ısrarıyla, bana bir bakmasını istemiştim. Suya baktı, cinlerini çağırdı ve onlara, bende büyü olup olmadığını sordu. Sonra, birkaç defa bir suya bir de bana baktı ve "Ne ile korunuyorsun?" diye sordu. Ben de "Nasıl yani?" diye karşılık verince, merakla, "Her gün ne okuyorsun?" dedi. Bunun üzerine, "Ne oldu ki?" deyince, bana, "Size pek çok kere büyü yapılmış ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir dua ile korunmayan, normal bir insana yapmış olsalardı, şimdiye çoktan işi biterdi!" dedi. Ben de her gün mutlaka "Cevşen'ül-Kebir" okuduğumu ve namazlardan sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatlarımı yaptığımı söyledim.

Bu durumda, tedavi olmak için, habis ruhlarla ilişki kurup yanlış işler de yaptığını bildiğimiz büyücüler yerine, doktorlara ve tıbba müracaat etmek gerekir. Dua ile yapılacak tedavilerde de, Resulullah'ın (a.s.m.) tavsiye ettiği dualara, ayrıca, Kur'ân'dan örneklerini verdiğimiz dualara başvurmak gerekir. Efendimizin (a.s.m.) kendisinin de yaptığı, Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edilen şu tavsiyeye uymak da en doğru davranış olur;

"Hz. Peygamber (a.s.m.), yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn'i ( Felak ve Nas sureleri) ve Kul Hüvallahu Ehad'i okur, ellerini, yüzüne ve vücuduna sürer, bunu da üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman, aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi." (Buhari, Fedail-ul Kur’an, 14, Tıbb, 39)

Hz. Peygamber (a.s.m.), hastaları, tedavi etmek için büyücülere göndermemiştir. Ya tıbba havale edip hekimlere göndermiş, ya da Kur'ân ve sünnet eczahanesine göndermiştir. Böylece evrensel şifalardan faydalanmasını istemiştir. Hem zaten Yüce Allah, Kur'ân'ın, müminler için bir "rahmet ve bir şifa olduğunu bildirmiş" (İsra, 17/82), manevi dertlerimiz için başvuru kaynağı olarak da Kur'ân'ı göstermiştir.

27 Sevdiğim kişi ile aramı düzeltmek için büyü yapmam caiz mi?

Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (bk. Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde "yedi şeyden sakınınız" buyururken ikinci sırada "sihir yapmayı" zikretmiştir. (bk. Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144). Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir.

Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir (bk. Nesâî, Tahrim 19). Büyüye inanan kişinin cennete giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II, 83; IV, 399) belirtilmiştir.

Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir. (bk. Ebû Davûd, Tıp, 21).

Meşhur ata sözümüzdür; "Denize düşen yılana sarılır.". Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz.

 Öyle ise çare nedir?

Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir? Maşaallah büyücür, sihirciler de düzinelerle. Yeter ki sen paradan haber ver?!..

Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci?.

Büyücüler ne bir insanı diğerine sevdirebilir ne de nefret ettirebilirler. Allah bu salahiyeti kimseye vermemiştir.

Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum.

Şundan inanmıyorum:

Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor!..

28 Büyü diye bir şeyin var olduğuna inanmak şirk midir? Çünkü Allah dilemezse hiç bir kimse hiç bir şey yapamaz, kimse kismeyi etkileyemez!.. Bir insan başka bir insanı nasıl büyüyle olumsuz olarak etkileyebilir; bu şirk değil midir?

Sihir, yahut büyü... Geçmişte olduğu gibi bugün de insanlarımız çaresini bulamadıkları birçok rahatsızlıklarına sihir, yahut da büyü ismi verip çekiliyorlar...

Büyüdür, sihirdir, deyince mesele bitiyor... Artık kime kızmışlarsa, kime hasım hissiyle bakmışlarsa işi onun üzerine yıkıyor, ona olan husumetlerini ilerletiyorlar. O yaptı bunu diyorlar.

Ne ile belli sihir olduğu, büyü yapıldığı?

Ancak bu konuda evham ve hayâlât işliyor, ucu bucağı gelmez vesveseler alıp yürüyor... Bu gibi mevzularda yapılacak ilk iş, hemen hüküm vermek; sihirdir, yahut büyüdür, deyip işi evham üzerine hükme bağlamak değildir.

Önce bir durum tesbiti şarttır. Sihir, yahut büyü mü? Yâni ruhî, manevî bir hâl mi, yoksa cismî ve maddî bir rahatsızlık mı? Bunu düşünüp tesbit etmeye zaruret vardır.

Çoğu zaman maddî ve cismî olan bir rahatsızlığı, ruhî, yani manevî sananlar, baştan hatâ ediyor; ilk tedbirlerde yanılıyorlar, çareyi ters taraftan aramaya başlıyorlar. Böylece zaman kayboluyor, hastalık ilerleyip, tedbir zorlaşıyor. Halbuki bunu iyice tesbit ettikten sonradır ki, isabetli çare aramak mümkün hâle gelir.

Bütün bunlara rağmen: Diyelim ki büyüdür, yahut aynı mânâya gelen sihirdir. Çaresi?..

Bunu tedavinin belli bir çaresi, dondurulmuş bir usulü yoktur. Tıpkı yapılması için de belli bir usul ve bilinen bir şekil olmadığı gibi. Umulmadık yerden Allah şifa ihsan eder, bir de bakarsınız ki beklemediğiniz anda ve tedbirde kurtuluş bahis mevzuu olur...

Şurasını hemen ifade etmeliyim ki, büyü ve sihir yapanlar, Allah indinde şirk yapan kâfirden sonra gelen büyük günahkârdırlar. Allah önce kendine şirk koşan kâfiri, hemen arkasından da büyü ve sihir yapmak suretiyle ailenin huzurunu kaçıranları azabına lâyık görüyor...

Bu yüzden sihir yaptığını iddia eden büyücüyü İslâm hukuku, cemiyette yaşatmaz, insanların arasından alıp hemen hapse koyar. Cüzzamlı gibi, onu insanlardan uzaklaştırır...

Şurası unutulmamalıdır ki, geçmişteki gibi bugün sihir, yâni büyü yapma ilmi belli ve kesin bir bilgi hâlinde elde mevcut değildir. Kimse kesin olarak şunu yazar, şunu okur, şu hareketle şu büyüyü yaparım da tutar, diyemez. Çünkü bu mevzudaki ilim tarihte kalmış, günümüze kadar gelmemiştir. Kitaplarımızda yoktur. Olmayan şeyi kim bilir? Ama bildiğini iddia ederek insanları kandırır. Böylece denize düşen yılana sarılır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Büyü (sihir) yapmanın hükmü nedir, büyü yapan şirke girer mi?

29 Simya ilmi ile ilgilenmek, formülleriyle uğraşmak günah mıdır?

Simya (alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya, XII. yüzyıldan itibaren Orta Çağ Avrupasında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir adıdır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından, daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS II. ve III. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ IV ve V. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur.

Takdir edersiniz ki, simya özel bir ilgi alanıdır. Onun için detaylarına giremiyoruz. Ama prensip olarak şunu söyleyebiliriz:

Herhangi bir uğraş içerisinde İslam’a Kur’an’a ters bir şey yoksa o iş caizdir; aksi ise haramdır. Bildiğimiz kadarıyla, simya şimdiki kimyaya uzaktan yakınlığı olan eski bir bilimdir. Ancak zamanımızdaki durum, astroloji ve fizyonomi gibi kesinliği olmayan bilgilerden ibarettir. Bu açıdandır ki, bazı alimlerimiz, simyaya şa’beze (el çabukluğu), sihir vb. fenomenler gibi olumsuz bakıyorlar. Bu noktada söyleyeceklerimiz şey şu iki hadisi hatırlatmaktır:

“Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” (Müslim, İlim, 8.)

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen (lüzumsuz, faydasız) şeylerle meşgul olmaması, onun imanının güzelliğini / mükemmelliğini gösterir.” (Tirmizi, Zühd, 11)

Konuyu bu iki hadis ışığında değerlendirmenizi tavsiye ederiz.

30 Büyücüler gerçekten büyü yapabiliyorlar mı ve yaptıkları büyü kişiyi etkiliyor mu?

Bugünkü adıyla büyü, geçmişteki adıyla sihir, tarihin derinliklerinden gelen söylentileriyle bazı kesimlerde halen baskısını sürdürmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de geçmişte sihir yapanlardan söz edilir. Hadislerde de sihir, büyük günahlardan sayılır.

"Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, zina etmek, ana babaya saygısızlıkta bulunmak, sihir yapmak.. büyük günahlardandır." denir.

Hatta İslam hukukunda, büyü ve sihir yaptığını iddia ederek insanları aldatmaya kalkışanlar, yakalanıp hapse atılması gerekir ki, sıkıntısı olan insanlar büyücü ve sihircilerin aldatmasına maruz kalmasınlar...

Bu sebeple bizler büyücü ve sihircilerin iddialarına itibar etmiyoruz.

Çünkü büyü ve sihir ilmi günümüze kadar gelmemiş, tarihin derinliklerinde o güne mahsus ilim olarak kaybolup gitmiştir. Böyle bir bilginin yokluğu sebebiyledir ki, bugün hiçbir büyücü çıkıp da:

"Elimdeki bilgi ve bulgular kesindir, dilediğim kimseyi büyü ile perişan ederim, dilediğimi de kurtarır, iyi ederim!.."

diyemez. Allah hiçbir kuluna böyle kesin bir salahiyet vermemiştir.

Daha açık ifadesiyle, büyücüler ne bir karı kocanın arasını açabilirler ne de birini ötekine vazgeçilmez halde âşık yapabilirler. Yani ne sevdirebilir ne de nefret ettirebilirler. Bu gibi duygusal durumlar, tarafların kendi istek ve iradeleriyle sağlayacakları kazanımlarıdır. Birileri büyüyle sevdirip, büyüyle nefret ettiremez...

Şayet böyle kesin bir büyü bilgisi mevcut olsaydı, sıhhatli kitaplarda yazılı olacak, yazılı olan bilgiyi de okuma yazması olan herkes okuyup bilecek, kıyıda köşede kırsal bölgelerde geçim vasıtası yapanların şahıslarına mahsus özel bir bilgi haline gelmeyecekti...

Buna rağmen bazı semtlerde büyü yaptığı, yahut da bozduğu iddia edilen kimseler görülmektedir. Akla, mantığa ters düşen büyü yapma, bozma çareleri de ileri sürmekteler.

"Şu kadar domuz yağı; şu kadar keçiboynuzu, falan mezardan şu kadar toprak..." gibi gizemli isteklerle, çaresizleri etkilemeye çalışmaktalar.

Kesin olan odur ki, para ortadan kalksın ne büyü yapan kalır meydanda ne de büyü çözen...

İnsanlar neden yine de büyücünün peşine düşerler?

Söylentilere, bir çözüm olabilir ümidiyle bakarlar da ondan...

Halbuki, bu gibi konularda esas olan, en önce büyücüye gitmeye sebep olan rahatsızlığa doğru teşhis etmek gerekiyor!..

Olabilir ki, büyü sanılan sıkıntının mahiyetinde ne büyü ne de sihir vardır. Olay ya bir sinirsel rahatsızlıktır, yani doktor işidir. Yahut da tarafların kendi anlayışsız tutumlarıyla meydana getirdikleri sinir zayıflatıcı gerginlikleri, kırıcı, incitici davranışlarıdır!..

Büyü sandıkları rahatsızlıklarını kendi davranışları meydana getirmiştir. Öyle ise bunu çözecek olan da yine kendi davranışlarıdır... Tutumlarını düzeltmeleri, rahatsızlık sebebi anlayışsızlıklarından vazgeçmeleri... Yani önce saygı, hemen arkasından da sevgi ihtiyacının karşılanması...

Ne var ki, kimse kendi kusuruna, hatasına bakmamakta, ille de yakınlarından birinin büyü yaptığını düşünüp suçu onların üzerine yıkmayı kolay bir çıkış yolu olarak görmekteler.

İnceleseniz ya beyin hanıma karşı ya da hanımın beye karşı rahatsızlık meydana getirecek ihmal ve tepkisellikleri.. gibi davranışları söz konusudur olayın kökünde. Ama kimse böyle bir davranış düzeltmesine taraftar değil, suçu büyücülere yükleme kolaylığı varken...

Bununla beraber, böyle ihtimallerde manevi çare büsbütün de yok sayılmaz. Kur'an-ı Kerim'in son iki (Felak ve Nas) sûreleri ile birlikte bilinen tüm duaları rahatsızlığı duyan da, yakınları da okuyabilirler. Bunları ille de başkaları değil, kendileri okurlarsa daha gönülden dua etmiş, şifa dilemiş olurlar. Çünkü üzüntüyü kendileri yaşıyorlar, duayı da kendileri yapmalılar.

Bu konuda sözün özü olarak denilebilir ki: Önce büyücüye değil ilgili psikolog ve sinir doktoruna durumu anlatıp gerekli ilaçları alarak sinirler kuvvetlendirilmelidir.

Ayrıca sıkıntı sebebi olan kendi tepkili tutumlarını da gözden geçirmeli, gerginlik meydana getiren davranışlarını (Felak ve Nas sûrelerini de okuyarak) terk etmeli, geçmişi unutup geleceğe yeniden bir beyaz sayfa açmalılar...

Göreceklerdir ki, büyüyü de kendileri yapmakta, büyüyü bozan ilaç da kendilerinde bulunmaktadır. 

31 Fal baktıran kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz hadisi sahih midir?

Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâklerinden naklen anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim bir arrâfa (kâhine) gelir, bir şeyler sorar ve söylediklerine de (inanıp) onu tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez." (Müslim, Selâm, 125)

Arrâf, kâhinlerden biridir, yani gaybı bilme iddiasında bulunan kimse. Böyleleri müneccim, kâhin, arrâf gibi farklı isimlerle yâd edilse de haklarında verilen hüküm aynıdır. Mamafih arrâf, çalınan, kaybolan malların yerini bildiğini söyleyen kimselere de denmiştir. Böylelerine bazan cinci de denir.

Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Bu, âyetlerle te'yid edilen bir husustur. Öyle ise gaybı bilme iddiası Kur'an'la mübareze gibi ciddî bir mâna taşır. Hal böyle olunca, bir mü'minin ciddi ciddi kâhine uğraması, onu dinleyip inanması, tasdik etmesi hiçbir sûrette îmanı ile bağdaşmaz, mü'minlik edebine uymaz.

Âlimler, arrâfa gidip, onu tasdik edenlerin namazının kabul edilmemesinden maksadı, namazın sevabından mahrum kalması olduğunu belirtirler. Yani, böyle birisi kâfir olmuş değildir. "Kırk gün boyu kıldığı namaz makbul değildir, bunu iâde etmesi gerekir." diye bir hükme varılmamıştır. "Kırk gün boyu, kıldığı namazların sevabından mahrum kalacaktır." demektir. Ulema bu hususta müttefiktir. Ancak kişi tövbe eder hatasını anlarsa, inşallah kıldığı namazın faziletine kavuşur.

Şunu da belirtelim ki: Kâhine gitmenin müeyyidesi bazı hadislerde namazın kabul edilmemesi ile müeyyideye bağlanırken, bazı hadislerde tekfir ile müeyyideye bağlanmıştır. Bu durum, kâhine gidenlerin iki halde olmalarına hamledilmiştir. Taberânî'nin bir rivâyeti bu iki hâle parmak basar:

"Kim bir kâhine uğrar ve onun söylediklerini tasdik ederse Muhammed'e indirilenden berî olur, kim de kâhine gelir ve fakat söylediklerini tasdik etmezse kırk gün namazı kabul edilmez." (Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, Selâm, 125; Ebû Dâvûd, Tıb, 21; İbn Mâce, Taharet, 122; Tirmizî, Taharet, 102)

(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/96)

32 Hacamat büyüyü bozar mı? Hacamat yaptırarak büyünün etkisinden kurtulabilir miyiz? Bu işi yapanları nasıl bulabiliriz; böyle merkezler var mı? Sünnette bunun yeri var mı?

Hacamat, vücudun sıhhati için yapılan ve Peygamberimizin (asm) tavsiye ettiği tedavi yöntemlerinden biridir. Hacamatın büyü ile alakası yoktur.

Hacamat: İki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden, tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırma işlemidir. Peygamberimiz (asm)'in sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerindendir.

Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade, kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.

Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı" veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır.

Hangi araç ve metodla olursa olsun, önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyesiyle yaptırılan hacamat faydalı ve İslâm'da caiz olan bir tedavi usûlüdür.

Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz.

Peygamberimiz (asm)'in yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği işlerin şüphesiz bir anlamı ve hikmeti vardır. Onun hayatı bizim için örnektir:

"Andolsun Allah'ın Resulü'nde sizin için Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 33/21).

Mirac gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Peygamberimize: "Ümmetine hacamatı emret!" diye söylediğini Abdullah b. Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 203).

Hz. Peygamber (asm) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm'a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur:

"Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır. (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yollarınızdır)."(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tıb 3).

Hz. Peygamber (asm) ihramlı iken hacamat yaptırmıştır (Buhârî, Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88; Ebû Dâvûd Menâsik 35). İhramlı iken saç kestirmemek şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (asm) oruçlu iken de hacamat yaptırmıştır. Yani kan aldırmıştır (Buhârî, Tıb II; Ebû Davûd, Siyâm 29).

Nâfi (r.a)'den rivayet edildiğine göre İbn Ömer (r.a) (kendisine): "Nâfi, kan (fazlalaşmak suretiyle) beni yedi. Bunun için sen bana bir hacamatçı getir ve genç bir hacamatçı seç. Ne yaşlı ne de çocuk hacamatçı seçme." demiştir.

Nâfi der ki; İbn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (asm)'den şu buyruğu işittim:

"Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hâfız olanın da hıfzetmek kabiliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah'ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun." (İbn Mâce, Kitâbu't-Tıb, 22).

İbn Hacer Buhârî şerhindeki Hacamat bölümünde özetle şu bilgiyi verir: Buhârı, Sahîhinde "Hangi saat hacamat olur?" başlığı altında bir bâb açmış ve burada Ebû Mûsa'nın geceleyin hacamat olduğuna dair bir eseri ile Hz. Peygamber (asm)'in oruçlu iken hacamat olduğuna dair İbn Abbâs (r.a)'ın bir hadîsini rivayet etmiştir.

İbn Hacer bununla ilgili olarak şöyle der: Hacamat olmak için uygun vakitler hakkında birkaç hadis vârid olmuş ise de hiçbiri Buhârî'nin söz konusu ettiği şarta uygun değildi. Bana öyle geliyor ki: Buhârî hacamat işinin ihtiyaç olduğu zaman yapılabileceğine ve bunun belirli bir vakte bağlı olmadığına işaret etmek istemiştir. Çünkü hacamat işinin geceleyin yapıldığını ve Hz. Peygamber (asm)'in oruçlu iken hacamat olduğuna dair hadîsi rivayet etmiştir.

Hacamatın, yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Özellikle bazı deri hastalıklarının tedavisinde hacamatın faydası görülmüştür.

33 Bakara Suresinin 102. ayetinde; "Allah'ın izni olmadan büyü ile hiç kimseye zarar verilemeyeceği" bildirilmiştir. Allah, Peygamberimiz'e büyü yapılmasına neden izin vermiştir?

Bakara Suresi, 102. Ayet:

"Onlar, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri, Bâbil'de iki meleğe, Hârût'ia Mârufa indirileni öğretiyorlardı. Halbuki bu iki melek, 'Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!' demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat on­lar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de ken­dilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlar­dı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!"

Ayette sihrin bir fitne, yani ona inanıp inanmayacakları, bu işle meşgul olup olmayacakları hususunda insanlar için bir imtihan vasıtası olduğu; sihirbazların, Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyecekleri bildirilmiştir. Allah insanları bununla imtihan etmek için, onlara izin vermiştir. Bu şekilde Peygamberimiz (asm)''e büyü yapmışlardır. Ancak Allah Peygamberimiz'e durumu bildirerek, Peygamberimiz'i büyünün kötü tesirinden kurtarmıştır.  

Ayette Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremeyeceklerini bildirilmesi, büyünün Allah'ın kudreti dışında müstakil bir güç kaynağı olmadığını bildirmek içindir. Hayrı da şerri de yaratan Allah'dır. Hayrı da şerri de insanların önüne koymuş ve imtihana tabi tutmuştur. 

Nasıl ki asansör insanın emrine verilmiş, insan hangi kata çıkmak isterse, asansör onu istediği kata çıkarıyor, aynen bunun gibi imtihan gereği olarak insan şerri isterse Allah şerri yaratıyor hayrı isterse hayrı yaratıyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hayır ve şerri , Allah'ın yaratması ne demektir?

“Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 5/67) ayetine rağmen, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefat nedeninin, daha önceki zehirlenme olmasını nasıl açıklarsınız?

34 "Cin bilgiyi kapar... yüz yalandan daha fazlasını karıştırır."  hadisinde geçen, cinlerin bilgi kapması nasıl mümkün oluyor; açıklar mısınız?

“And olsun ki, biz dünya semasını kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atılan yaptık." (Mülk, 67/5)

mealindeki ayette işaret edildiği üzere, cin ve şeytanın casusları, göklerde meleklerin kendi aralarında seslendirdikleri bazı haberlere kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinlere, bazı materyalistlere ve bazı ispritizmacılar gibi gaipten haber verenlere ulaştırıyorlardı. Kur’an’ın nüzulü sırasında vahye bir şüphe getirmemek için onların eskiden beri göklere çıkan casuslarına karşı, kullanılan kevnî/ontolojik bombardıman daha da arttırıldı. 

“Dünya semâsı” tabiri,  atmosferi de içine aldığı için, cinlerin ta göklerin merkezine gitmeleri diye bir şey söz konusu değildir.  Bilakis, -teşbihte hata olmasın- göklerin karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde yer memleketiyle de münasebetleri vardır. Bu sebeple, dünyamızla ilgili haberlere kulak hırsızlığı yapan cinler o bilgileri kahinlere getiriyorlardı.(bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a).

Adı geçen hadiste ifade edildiği gibi, -gök cisimleri bombardımanı gibi zor şartlar altında- ancak cımbızla topladıkları bir iki sağlam habere yüz tane yalan katarak aktarıyorlardı. Onun için İslam’da bu tür bilgilerle ortaya çıkan kahin gibi kimselerin söylediklerine inanmanın doğru olmadığı vurgulanmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Astroloğların yıldız haritasına bakarak gaypten haber vermeleri...

- KAHİNLER.

35 Peygamber Efendimizin büyü ve cinlere karşı tavsiye nedir?

Hz. Peygamber (a.s.m)’in daha önce değişik dualarla Allah’a sığınıp korunmaya çalıştığı, Felak ve Nas sureleri indikten sonra, eski duaları bırakıp bunları okumaya başladığı bilinmektedir.

Bununla beraber, Kur’an baştan sona bir şifa hazinesidir. Alimler, Felak ve Nas sureleri yanında, diğer ilgili birçok ayetleri de şifa vesilesi yapmışlardır. Bunda garipsenecek bir şeyin olmadığını düşünüyoruz.

Özellikle tecrübeyle müspet etkileri sabit olmuş ayetlerden bazen vefkler şeklinde, muskalarla da bu tedavi işini yapamaya çalışmışlardır. Şifayı Allah’tan bildikten sonra, en azından psikolojik olarak da hastaya moral veren bu tedavi metodu, eskiden beri devam ede gelmiştir.

Tabii ki, bu tür vefklerin veya muskaların içeriği çok önemlidir. Manası bilinmeyen garip kelimelerin içinde bulunduğu ve kim tarafından kaleme alındığı belli olmayan vefklerden uzak durmak gerekir. Çünkü, bunlarda İslam inancına aykırı İsrailiyatla ilgili şeyler olabilir.

Bu arada “Tedavi olun, şifa bulun.” (bk. Tirmizî, Tıbb, 2; Ebû Dâvud, Tıbb, 1) mealindeki hadis-i şerifin emrini yerine getirerek doktorlara gitmeyi ihmal etmemek gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Rukye (Kur'an ile tedavi) konusunda bilgi verir misiniz? 

Dinimizin tedavi olmakla ilgili görüşleri nelerdir?

36 Hz. İdris'e astroloji ilmi öğretildi mi?

Hz. İdris (as)’ın gök ilmiyle uğraştığı söylenmektedir. Bu uğraş sahası, hem astroloji hem de astronomi ile ilgiliydi.

Alusi’nin bazı âlimlerden naklen bildirdiğine göre, Hz. İdris’in babası, -o da  kendi babasından öğrendiği- günün ilimlerine vakıf kimseydi. Hz. Âdem (as)’a inen sahifelerden öğrendiği bilgiler yanında, astronomi, astroloji ve daha başka ilimleri öğrenmiş ve bunları oğlu İdris’e de öğretmişti. Bunun yanında, Hz. İdris kırk yaşında peygamber olduktan sonra kendisine otuz sayfalık bir kitap da verilmiş ve zamanın en büyük bilgini olmuştu.

Mısır'da doğan Hz. İdris (as), değişik seyahetlerde bulunmuş ve insanlara Allah’ın emirlerini tebliğ etmiştir. Şark tarafına yaptığı seyahatinde 140 şehir inşa etmiştir ki, bunların küçüğü Ruha / Urfa’dır. (Alusî, Bakara, 69. ayetin tefsiri) Bu da onun ilminin genişliğini gösteren bir belgedir.

Onun gök cisimlerinin bazı hareketlerinden yerde olacak bazı hadislere işaretler çıkarsaması, herhangi başka bir insanın durumuna benzemez. Çünkü o bir peygamberdir. Bu gün, güneş ve Ay’ın med-cezir/denizlerdeki gel-git olaylarında önemli rolü olduğu kabul edilmektedir. Güneş ve Ay tutulmasının deprem gibi hadiselerle ilişkileri üzerinde bilimsel çalışmalar devam etmektedir. Kur’an’da “yer-gök arasında bir iş koordinasyonundan” söz edilmektedir (Talak, 65/12). Bu koordinasyon melekler arasında olduğu gibi, ilahî ilim, kudret ve hikmetinin yansıması olarak ontolojik vahiy kapsamında değerlendirmek de mümkündür.

Şunu unutmamak gerekir ki, peygamber olmayan insanların astrolojiden, yıldıznamelerden öğreneceği şeyler sınırlı ve çoğu kesin bilgiyi ifade etmeyen tahminlere dayanır. Bu sebeple, İslam dini, bazı şarlatanlar tarafından suistimal edilmesin diye, doğrusu az, yalanı çok  olan bu gibi bilgilerle uğraşmayı uygun görmez.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Astrolojiye inanmak şirk midir? Astroloji bilim midir?

Bazı astrologlar yıldız haritasına bakarak geleceği gördüklerini iddia ...

İmamı Gazali Astronomi, Matematik, Fizik, Kimya gibi fen ilimlerine karşı mıdır? ...

37 Bazı alimlerin, on iki melek on iki burca hükmeder, sözü ne demektir?

Gök ile yer ontolojik olarak aynı kozmik hamurun parçası olduğuna göre, aralarında bazı ilişkilerin bulunması normal karşılanabilir. Ay'ın hatta Güneş'in, denizlerin med-cezir / gel-gitleri üzerindeki tesirleri bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bir canlı bedenin değişik organları ve hücreleri arasında sıkı bir iletişim ve etkileşim olduğu gibi, kâinat cesedinin farklı organları arasında da bu iletişim ve etkileşimin olması düşünülebilir. Eskiden beri kuyruklu yıldız gibi bazı gezegenlerin gökte görünmesi, yerde bazı olayların işareti olarak kabul edilmiştir.

Asıl mesele şudur: Gökteki olayların işaret ettiği yerdeki olayların ne olduğunu, bizim bilmemize imkân veren herhangi bir bilgi söz konusu değildir. Herhangi bir insanın doğduğu bir burcun, bu kimsenin hayatında meydana gelecek belli olayların veya ahlakî değerlerin gerçek sinyali olup olmadığı hususunda kesin bir bilgiye sahip değiliz.

Astroloji falcılarının, insanların hayatını doğum burcuna bağlamaları, hangi gerçek bilime dayandırılmıştır? Kesin bilginin yolları bellidir; sağlam haber, akıl ve duyu organlarının algılamalarıyla bilinenlerdir. Astrolojiyle uğraşanlar, tecrübeye dayalı pozitif ilimlerden çok, gizli bir kaynaktan bilgileri aldıkları intibaını veriyorlar. Bu iddia ilmî bakışla elbette kabul edilemez. Bir tahminden öteye geçemez.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin, gerek astrolojik, gerek fizyonomi konusunda söylediklerin tamamını doğru kabul etmek mümkün değildir. Karakter bakımından mevcut insan tipleri ile onların fizyonomileri arasında kurulan ilişkinin, tamamen doğru olduğunu söylemeye ortadaki realiteler bile izin vermez.

Diyelim ki, on iki burçtan herhangi birinde doğanların hayat çizgileri, doğdukları o burca göre şekillenecektir. Şu anda dünyada yaklaşık altı milyar insan kabul edelim. Yürüteceğimiz bir tahmine göre her burca beş yüz milyon insan tekabül eder. Buna göre, dünyadaki insanlardan her beş yüz milyonun aynı hayat çizgisini paylaşmaları gerekir. Daha basit bir ifadeyle, insanların karakterlerini bu on iki burca göre değerlendirirsek, bütün insanlık camiasında toplam on iki çeşit karakter olduğunu kabul etmemiz gerekir ki bu realitelere taban tabana zıttır.

Soruda söz konusu edilen “on iki burcu, on iki melek yönetir” (doğrusu nezaret eder) ifadesinde bir aykırılık yoktur. Arşı taşıyan dört meleğin olduğu, bunların kıyamette sayılarının sekiz olacağı hususu Kur’an’da yer almaktadır.

Yalnız şunu çok iyi biliyoruz ki, hiçbir melek hiçbir şeyi yaratamaz, hiçbir şeyi gerçek anlamıyla yönetemez. Onlar da birer nuranî sebepler olmaktan öteye geçemez. Çünkü “kâinatta hakikî müessirin ancak Allah olduğu” gerçeğini kabul etmek, Kur’an’a iman etmenin bir gereğidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Burçların, insan karekteri üzerinde tesiri var mıdır?

Bir insana görevlendirilmiş kaç tane melek vardır?

Arşı meleklerin taşıdığını bildiren ayet hakkında...

38 Cenab-ı Allah, neden büyü ilmini melekler yoluyla insanlara öğretti? Allah'ın dışında insanlar üzerinde etki etme gücü olan insanların olmasını aklım almıyor, sonuçta bu şirk olmuyor mu?

Meleklerin insanlara sihir öğretme bilgileri tartışmalıdır. Bu konudaki genel yorum; Harut ve Marut adındaki meleklerin öğrettiği ilmin hem hayra hem şerre müsait olduğudur.

Meleklerin; "Biz ancak imtihan için gönderilmişizdir, sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma." diye ikazda bulunmaları, bu ilmin sihir gibi şerre de müsait olduğunu, hem meselenin imtihan yönünün olduğunu ifade ediyor. Yani bakalım bu insanlar itaat edip sihirden uzak mı duracaklar, yoksa bunu suistimal edip sihir mi yapacaklar. İnsanın dünyaya imtihan için gönderildiği düşünülürse mesele daha kolay anlaşılır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Büyü diye bir şeyin var olduğuna inanmak şirk midir?

Şeytan ve şerler niçin yaratıldı?

39 Allah büyüye neden tesir etkisi vermiştir?

Allah insana hür iradesi ile hareket etme özgürlüğü vermiştir. İnsan ister, Allah yaratır. Örneğin ateş inanan birini yakmasa, ama inanmayanı yaksa, namaz kılanın başına güller, kılmayanın başına taşlar yağsa o zaman herkes Müslüman olur ve Ebu Bekir (ra) ile Ebu Cehil arasında fark kalmazdı.

Allah, kâinatta koyduğu kanunlara uyanlara ve uymayanlara fark gözetmeden muamele etmeli ki imtihan devam etsin.

İşte Allah'ın büyü ve sihir yapanlara müsaade etmesi de bu gibi sırlardan dolayıdır.

40 Büyü yapmak caiz midir?

Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (bk. Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sevdiğim kişi ile aramı düzeltmek için büyü yapmam caiz mi?

41 Kağıtta yazılı duayı suya ıslayıp içmek doğru mudur? Bu anlama gelecek bir uygulama rivayet edilmiş midir?

Hastalık, korku ve nazar gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir.

Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

 

Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)

Sabit İbnu Kays İbni Şemmâs radıyallahu anh anlatıyor:

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ben hasta iken yanıma gelip şu duayı okudu:

"Ey insanların Rabbi! Sabit İbni Kays İbni Şemmas'tan acıyı kaldır."

Sonra (Medine'nin) Buthan (nam vadi)den toprak alarak bir kadehe koydu, üzerine su döküp nefes etti, sonra (su ile karışan bu toprağı) üstüme serpti." (Ebu Davud, Tıbb 18, (3885).

Burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın farklı bir rukye tarzına şahid olmaktayız. Bazı rivayetlerde (bk. Müslim, Selam 58-62; Ebu Dâvud, Tıbb 18; Tirmizî, Tıbb 15), ziyaretine geldiği hastalara sadece şifa duasında bulunduğunu gösterirken, bu rivayette Buthân vadisi'nden toprak getirerek, üzerine su döküp bunun üzerine üfürüp (nefes edip) sonra da, su ile karıştırılıp nefeslenmiş olan bu toprağı hastanın üzerine serptiğini görmekteyiz. Hadis Şârihleri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, büyük ihtimalle suyu önce ağzına aldığını, tükrüğü ile karıştırdıktan sonra toprağa püskürttüğünü belirtirler. Mâmafih, suyu ağzına almaksızın toprağa dökmüş, bu su toprak karışımını, Sâbit'in üzerine serpmiş olabileceğine de bir ihtimal olarak yer verirler. Her hâlukârda en son safhada su ile karışmış olan toprağı Sâbit İbnu Kays'ın üzerine serpmiştir. (bk. İbrahim Sanan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 11/338, H. no. 4028)

Buna göre, şifa bulmak niyeti ile âyet ve hadislerden yazılmış muskaları okuyup taşımak caizdir. Âyet ve hadisleri bir kabın içinde ıslatıp bu suyu içmenin, bu suyla ağrıyan yeri yıkamanın veya bu su ile yakanmanın caiz olduğunu söyleyen âlimler vardır. (Feteva-i Hindiyye, Akçağ Yayınları, XII/124)

Ancak, bunları istismar edip sanat haline getirmek ve saf kadınlarla teşriki mesai edip onlarla haşr ve neşir olmak kesinlikle haramdır. (bk. Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II/258)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- MUSKA...

42 Maya kehanetleri gerçek olabilir mi?

“Klasik dönemdeki Maya dininin üç temel özelliği; çok tanrıcı (politeist), natüralist (atmosferdeki olayları ilahlaştırma) ve düalist olmasıdır. Düalistliğin de iyi ile kötü ikilemi yapılmakla birlikte, “Hayır ve şerr Allah’tandır” ilkesine sahiptir. İyilik ilahları ile kötülük ilahları sürekli bir çatışma içindedir; fakat gün ve gece, yaşam ve ölüm, dölleyen ve döllenen nasıl birbirlerinden tümüyle ayrılamazlarsa, bunlar da birbirlerinden tümüyle ayrı değildiler (yin ve yang gibi). İnsanların gelecekleri de bu çatışmadan nasibini alıyordu."

"Eski Mayalar’ın din adamlarının uygulamaları onların birer şaman olduğunu da göstermektedir. Mayalar, sonradan Kızılderililerde görülen Amerika Şamanizmi’nin özgün hallerinden birini oluşturmuşlardır. Asya Şamanizmi’yle pek çok bakımdan paralellik gösteren Maya Şamanizmi’nin en önemli farklarından biri; Asya Şamanizmi’nde transa geçmede uyuşturucu maddelerin kullanılmamasına karşın, Maya Şamanizm’inde halüsinojen ve psikoaktif maddelerin kullanımıdır."

"Popol-Vuh ya da Pop Wuh Kişe-Mayalar’ın kutsal kitabıdır. Adı “Zamanların Kitabı” ya da “Olayların Kitabı” anlamına gelen Popol-Vuh, Mayalar’da kadim zamanlardan beri aktarıla gelmiş sözlü tradisyonun yazıya geçirilmesiyle oluşmuştur. 18. yy.’da rahip Francisco Ximenez tarafından İspanyolca’ya çevrilmiştir. Kitapta evren, Tanrı, evrenin oluşumu, dünya çağları, evrendeki ilkeler, inisiyasyon vs. hakkındaki bilgiler sembolik bir anlatımla sunulur."

"Elyazması kitabın birinci kısmı yaratılış konusunu içerir. İkinci kısımda ise Hunahpú et Ixbalanqué adlarındaki ikiz kardeşlerin öyküsü bulunur ki, bu öykü inisiyasyon sınavları ve aşamaları sürecinin sembolik anlatımı olarak yorumlanır.”

Maya dini hakkında verdiğimiz yukarıdaki bilgiler, daha geniş olarak farklı kaynaklardan araştırılabilir. Ancak görüldüğü üzere, politeist ve naturalist olan bir dinin semavi, ilahi kaynaklı olması düşünülemez.

Öte yandan, bu dinî geleneğin Maya medeniyetinde yüzyıllarca şifahi olarak aktarıldığı ve daha sonra yazıya geçirilerek Popol-Vuh kitabının meydana getirildiği göz önüne alındığında, bir ihtimal semavi kaynaklardan kendilerine ulaşan bir öğretinin daha sonra tahrife uğrayarak, ilahi kaynaklı yapısını kaybettiği de düşünülebilir.

Ayrıca, Popol-Vuh kitabının Yaratılış bölümünde anlatılanlar, Tevrat’ın Tekvin bölümünü de çağrıştırmaktadır.

Ancak, bu konunun tam tespiti, dinler tarihi araştırmacılarının çalışmalarına bağlıdır. Bizim şimdilik söyleyebileceğimiz, hâlihazırda bilinen Maya dininin semavi kaynaklı olmadığı, dolayısıyla Maya kehanetlerinin de ciddiye alınmaması gerektiğidir.

43 Kaybolan eşyayı bulmak için büyücüye gitmek caiz mi? Bu kişiler genelde yasak olan gayb âlemi türünde işlerle uğraştıkları için, bunlara başvurmak şirke girer mi?

Gerek ömürlerinin uzunluğu, gerekse seri hareket etmeleri, cinleri insanlardan farklı kılmaktadır. Bu yüzden insanların görüp bilemediği pek çok şeyi onların görüp bildikleri anlaşılmaktadır. Bu sebeple kayıp eşyaları bilmeleri ve bulmaları mümkündür. Ancak onlar var olan ve bizim göremediğimiz, yerini unuttuğumuz veya bilmediğimiz şeylerdir. Zatında Allah’tan başka kimsenin hakkında bilgi sahibi olmadığı “Gayb” konusu ile ilgili değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, gayba ait bazı konuların özellikle Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceği belirtilmektedir: Mesela:

“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(En'am, 6/59)

ayetinde belirtilen insanların ve kainatın geleceği ile alakalı hususlarla, kıyamet, ölüm, kader, ecel, rızık ve doğacak çocuğun iyi mi, kötü mü olacağını, karakterini, cennetlik mi, cehennemlik mi olduğu konularını da kimsenin bilemeyeceği belirtilmektedir:

“Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/34)

Yine Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın görünmeyen ve bilinmeyenleri bildiği ifade edilirken, Allah (c.c) peygamberlerden dilediği kimselere de gaybı bildireceğini de haber vermektedir:

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar...”(1)

buyurulmaktadır. Bu konu Cin suresinde geçmesine rağmen, cinlerin de gaybı bilebilecekleri veya onlara da bildirileceği ifade edilmemektedir. Ayrıca, açıkça cinlerin gaybı bilemeyeceğini bildiren âyetler de vardır:

“Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe, 34/14)

Bu sebeple kısaca diyebiliriz ki, cinler gaybı bilmez. Ancak gayb hükmünde olmayan, bizim kaybettiğimiz veya var olduğu hâlde bilmediğimiz şahadet alemine, yani şu bizim yaşadığımız görünen aleme ait şeyleri bilebilirler ve yitik eşyaları bulabilirler. Bunda hızlarının, boyutlarının ve ömürlerinin uzun olmasının etkisi büyüktür.

(1) bk. Cin, 72/26-28; Âl-i İmran, 3/44, 179; A’raf, 7/62; Hûd, 11/29; Yûsuf, 12/15, 37, 86, 96, 101; Kasas, 28/86.

* * *
Meşhur ata sözümüzdür: "Denize düşen yılana sarılır." denmiştir. Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz.

– Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir!.. 

Maşaallah büyü bozucular, sihir çözücüler de düzinelerle. Yeter ki sen paradan haber ver…

Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci…

Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum.

Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor.

Büyüye maruz kişilerin sıkıntısını kaldırmak için yetkili bir kimsenin uğraşmasında sakınca yoktur. Ancak bu işi ticaret amaçlı yapanların, özellikle pazarlık yapanların Allah rızasından başka gayeler edindiği aşikârdır. Böyle bir şey yapmak caiz olmaz. Bu konuda güvenilir kişileri bulmak pek mümkün olmadığından tavsiye edilmez.

44 Bakla falı diye bir şey var mıdır?

Yanlışın eğlencesi de olmamalıdır. Boş yere geçen her ânın pek çok fırsatları da beraberinde götürdüğü kabul etmemiz gereken bir gerçektir. Çünkü insanın vakti, dünyanın ömrüne nisbetle çok az ve kısadır. Bu bakımdan, tek bir saniyesi dahi altından daha kıymetli olan zamanın, ebedî hayata nur ve ışık tutacak meşguliyetlerle geçmesi gerekir. Bunun için, müminin ibadeti ve işi bir hayır üzere olduğu gibi, geriye kalan zamanı da manasız olmamalı, meşru dairede yaşanmalıdır. Ta ki, bir taraftan kazanırken, diğer yandan kaybetmiş olmasın.

Zamanımızda, insanın zamanını katleden o kadar lüzumsuz meşguliyetler vardır ki, bunlardan birçoğu maddî ve mânevî gelişmeye sahip bir özelliği olmadığı gibi, insanı yaratılış hikmetinden uzaklaştırdığı da bir gerçektir. İşte, insan bu çeşit gayesiz ve hedefsiz şeylerden kendisini ne kadar çekip çevirse o derece kâr içinde olur.

Belli bir mesai sarf eden ve çalışan insanın dinlenmesi ve istirahat etmesi ne kadar hakkı ise, İslâm'ın yasakladığı sınırı aşmamak şartıyla, bazı oyun ve eğlencelerde bulunmak da mümkün ve normaldir. Ama bu oyun ve eğlencelerin bir ucu, dinimizin haram kıldığı şeylerden birisine yaklaşır ve bulaşırsa, o oyun meşruiyetini kaybetmiş olur.

45 Gerçekten hipnoz diye bir şey var mıdır?

Hipnozun olduğunda şüphe yoktur. Bunun nasıl olduğunu bilmesek de gözle gördüğümüz bir şeyi inkâr edemeyiz. Doktorların ameliyatta kullandıkları narkoz da bir nevi hipnoz olarak değerlendirilebilir. Yalnız biri biyolojik, diğeri psikolojik bir konumu sergiler.

Bu tür işlerle uğraşmamak en selametli yoldur. Çünkü bu işlerin yapılmasında bazen maddî riskleri olduğu gibi, -kişiyi şımarması açısından- manevi riskleri de söz konusu olabilir. Bu işlerle uğraşmak yerine, kendimizi yaratılışımıza uygun bir konuma getiren, bize gerçek kişilik kazandıran, hem dünyada hem de ahirette mutlu kılacak olan kulluk ve ahlakî performansımızı geliştirmeye çalışmalıyız.

46 "Şu duayı çoğaltıp dağıtmazsanız musibete uğrarsınız." gibi iddialar güvenilir mi?

Bu ve benzeri yazı ve mesajlara itibar etmemek gerekir. Dinimizin emirleri bellidir. Bunun dışındaki mektup ve yazılardan, mesajlardan ve rüyadaki bilgilerden sorumlu değildir. Bu gibi şeylerden uğursuzluk gelmez.

Saf ve nezih İslâm inancı, fal, kehanet, uğursuzluk gibi hertürlü hurafe ve boş âdetlerden uzaktır. Hiçbir faydası olmayan, aksine, Müslümanların sağlam itikadlarına zarar veren, kişinin hak ve hakikate olan bağlılığını zedeleyen inançlar hiçbir şekilde müsamaha ile karşılanmaz, onların yayılmasına göz yumulmaz.

İslâm nuru doğmadan önce bilhassa Araplar arasında o kadar hurafe ve mânâsız inançlar kol gezmekteydi ki, insanlar en ciddî ve hayatî meselelerini bile uydurdukları şeylere göre tanzim ederlerdi. Meselâ Cahiliye devrinde Araplar kuşları ve geyikleri ürkütürler, hayvan sağ tarafa giderse işlerine güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse yapacakları şeyden dönerler, uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Böylece, yapacakları birçok işten geri kalırlardı.

İşte böyle şaşkın bir millet içinde çıkan Resul-i Ekrem Efendimiz, Araplar tarafından “nass” gibi kabul edilen hertürlü boş ve mânâsız alışkanlık ve inançlarla mücadele etti, insanları onlardan vazgeçirmeye çalıştı. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (a.s.m.),

“Hastalığının bir başkasına (Allah’ın takdiri olmaksızın) geçmesi, uğursuzluk, baykuş (un ötmesi), karındaki yılan diye bir şey yoktur.”1

buyurarak, o zamanlar yaygın halde bulunan yanlış inançların asıl ve esaslarının olmadığını bildirdiler. Yine Cahiliye Arapları baykuşun, ölünün ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve acıkınca insanı öldürdüğüne inanırlardı. İşte, hadis-i şerifte bunların bir mânâ ve tesirinin bulunmadığı, bir zarar ve menfaatinin de olmadığı bildirilmektedir.

Ayrıca bu uğursuzluk görüşü ne ilimle, ne de akıl ve gerçekle bağdaşmaz. Sadece kişinin bazı zaaflarına mağlûp olmasından ve o zaafın arkasından sürüklenerek vehmini doğrulamak için bahane aramasından ibarettir. Çünkü bir şeyi uğursuz saymakta belâyı beklemek vardır. Meselâ bacasına baykuş konan adam başına bir belâ geleceği zannına kapılır ve onu bekler. Burada ilâhî rahmetten ümidi kesme olduğu gibi, kadere imanın zayıflığı da ortaya çıkmaktadır.

Bir şeyi uğursuz sayarak ondan fayda ve zarar beklemek doğru değildir. Zira her türlü fayda ve zarar ancak Allah’ın takdiriyle meydana gelmektedir. Her memlekette ve her bölgede halk tarafından farklı ve değişik şeyler uğursuzluk alâmeti sayılmaktadır. Meselâ köpeğin ulumasını, merkebin anırmasını, geceleri baykuşun ötmesini uğursuz sayan yerler olduğu gibi, bazı günler temizlik yapmayı, tırnak kesmeyi ve çamaşır yıkamayı uğursuz gören bölgeler de vardır. Bunlar da hadiste zikredilen hususlara benzemektedir. Aslı astarı olmayan inançlardır. Bu lüzümsuz inançları hoş karşılamayan Peygamberimiz (a.s.m.),

“İslâmda teşeüm yoktur, en hayırlısı tefeüldür.”2

buyurarak teşeümün, yani bazı şeyin uğursuzluğuna inanmanın mânâsızlığını ifade ederken, uygun ve müsbet olanı da bildirmektedir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivayete göre,

“Peygamber (a.s.m.) güzel tefeülden hoşlanır, bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı.”3

“Tefeül” bir şeyi hayra yormak mânâsına gelmektedir. Tefeülün misâlini Peygamberimiz (a.s.m.)'de görmemiz mümkündür. Nitekim Hudeybiye sulhünde müşrikler, Müslümanları zor durumda bırakmışlardı. O sırada müşrikler tarafından anlaşma için Süheyl İbni Amr’ın başkanlığında bir heyetin gelmekte olduğu duyulunca, Resul-i Ekrem kolaylık ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” adıyla tefeül ederek ashabına “Artık işimiz kolaylaştı.” buyurmuştur.4

Yolculuğa çıkan bir kimsenin, yolda “Salim” diye birisinin çağırıldığını duyduğunda, bunu yolculuğunun selâmetle geçeceğine yorması, hasta bir kişinin doktora giderken yolda “Salim” isminin çağrıldığını duyarak bunu hastalıktan kurtulacağına tevil etmesi birer tefeüldür.

Rusullullahın (a.s.m.) tefeülü sevmesi, netice itibarıyla Allah Teâlâ'dan bir hayır ve fayda ummayı gösterdiği içindir. Çünkü insanın kuvvetli ve zayıf bir sebepten dolayı Allah’tan bir fayda beklemesi hayırdır. Fakat Allah’tan tamamıyla ümidini keserse, bu kendisi için şer olur.

İnsanın bir işin hayır veya şer olup olmadığını, menfaat veya zararını kestiremediği, yapıp yapmamada tereddüt ettiği meselelerde, bazı şeyleri uğursuz sayarak ona göre hareket etmek yerine istişarede bulunması, ehil kimselerin görüşünü alması tavsiye edilmiştir. Ayrıca hadiste geçen istihare namaz ve duâsına başvurabileceği de söylenmiştir. Böylece müşkül durumlarda istihare ruha ferahlık veren ilâhî bir çaredir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Selâm: 102; Buharî, Tıb: 19.
2. Buharî, Tıb: 43.
3. İbni Mâce, Tıb: 43.

4. Tecrid Tercemesi, XII/93.

47 İnsan kendine büyü yapabilir mi, yapmak günah mı? Başkasına zarar vermeden iyilik için büyü yapılır mı?

İnsanın büyü gibi şeylerle uğraşması caiz değildir. Ancak korku gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir.

Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

Abdullah bin Amr onları (bu duaları) temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)

(Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar – 2, Yasin Yayınevi, s: 258)

İlave bilgi için tıklayınız:

Büyüyü çözmek için büyücüye gitmem caiz mi?..

48 Kabala ile Ebced arasında bir fark var mıdır?

- Kabala, ebced hesabının ilk kaynağı değildir. Onun yazarı da daha önce var olan bilgilerden istifade ederek bunu geniş bir yelpazede kullanmaya çalışmıştır.

- Ebced hesabının daha önceki semavî kitaplarda da var olduğu, bazılarına göre, ilk defa Hz. Adem’e indirildiği, daha sonra ehl-i kitab tarafından sıkça kullanıldığını gösteren önemli bilgiler vardır. Bu sebeple, semavî bir kitap olan Kur’an ile beşerî bir eser olan Kabala’yı mukayese etmek pek isabetli değildir.

Daha geniş bilgi almak ve örnekleri görmek için tıklayınız: EBCED, CİFİR.

49 Fal baktırmanın hükmü nedir?

Bugün kenarda, köşede, neredeyse her mahallede çeşitli adlar altında falcılar kol geziyor...

İlave bilgi için tıklayınız: 

Fal baktırmak doğru mudur? ...

50 Nazardan korunmak için, üzerlik yakmak caiz midir?

Nazar, mahiyeti ve nasıl olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri dinen de kabul edilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "İnkâr edenler Kur'an'ı dinlediklerinde, neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi." (Kalem, 68/51 ve 52) buyurulmaktadır.

Bir hadis-i Şerifte de: "Nazardan Allah'a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır." (İbn Mâce, 2/1159) buyurulmaktadır.

Resulullah (s.a.v.)'in nazar değmesine karşı "Âyet'el-Kürsî ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk, Nâs) Sûrelerini okuduğu; ashabına da bunları okumalarını" tavsiye ettiği rivayet edilmektedir. (Tecrîd Tercemesi, 12/90, Hadis no: 1932)

Nazardan korunmak üzere, üzerlik yakmak diye bir şey söz konusu değildir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

NAZAR.

Nazar / göz değmesi insanı öldürür mü? ...

51 Büyücülere gitmek caiz midir? Büyücülerin söyledikleri doğru mudur?

Bugünkü adıyla büyü, geçmişteki adıyla sihir, tarihin derinliklerinden gelen söylentileriyle bazı kesimlerde halen baskısını sürdürmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de geçmişte sihir yapanlardan söz edilir. Hadislerde de sihir, büyük günahlardan sayılır.

"Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, zina etmek, ana babaya saygısızlıkta bulunmak, sihir yapmak.. büyük günahlardandır." denir.

Hatta İslam hukukunda, büyü ve sihir yaptığını iddia ederek insanları aldatmaya kalkışanlar, yakalanıp hapse atılması gerekir ki, sıkıntısı olan insanlar büyücü ve sihircilerin aldatmasına maruz kalmasınlar...

Bu sebeple bizler büyücü ve sihircilerin iddialarına itibar etmiyoruz.

Çünkü büyü ve sihir ilmi günümüze kadar gelmemiş, tarihin derinliklerinde o güne mahsus ilim olarak kaybolup gitmiştir. Böyle bir bilginin yokluğu sebebiyledir ki, bugün hiçbir büyücü çıkıp da:

"Elimdeki bilgi ve bulgular kesindir, dilediğim kimseyi büyü ile perişan ederim, dilediğimi de kurtarır, iyi ederim!.." diyemez. Allah hiçbir kuluna böyle kesin bir salahiyet vermemiştir.

Daha açık ifadeyle büyücüler ne bir karı kocanın arasını açabilirler ne de birini ötekine vazgeçilmez halde âşık yapabilirler. Yani ne sevdirebilir ne de nefret ettirebilirler. Bu gibi duygusal durumlar, tarafların kendi istek ve iradeleriyle sağlayacakları kazanımlarıdır. Birileri büyüyle sevdirip, büyüyle nefret ettiremez...

Şayet böyle kesin bir büyü bilgisi mevcut olsaydı, sıhhatli kitaplarda yazılı olacak, yazılı olan bilgiyi de okuma yazması olan herkes okuyup bilecek, kıyıda köşede kırsal bölgelerde geçim vasıtası yapanların şahıslarına mahsus özel bir bilgi haline gelmeyecekti...

Buna rağmen bazı semtlerde büyü yaptığı, yahut da bozduğu iddia edilen kimseler görülmektedir. Akla, mantığa ters düşen büyü yapma, bozma çareleri de ileri sürmekteler.

"Şu kadar domuz yağı; şu kadar keçiboynuzu, falan mezardan şu kadar toprak..." gibi gizemli isteklerle çaresizleri etkilemeye çalışmaktalar.

Kesin olan odur ki, para ortadan kalksın ne büyü yapan kalır meydanda ne de büyü çözen...

İnsanlar neden yine de büyücünün peşine düşerler?

Söylentilere, bir çözüm olabilir ümidiyle bakarlar da ondan...

Halbuki, bu gibi konularda esas olan, en önce büyücüye gitmeye sebep olan rahatsızlığa doğru teşhis koymak!..

Olabilir ki, büyü sanılan sıkıntının mahiyetinde ne büyü ne de sihir vardır. Olay ya bir sinirsel rahatsızlıktır. Yani doktor işidir. Yahut da tarafların kendi anlayışsız tutumlarıyla meydana getirdikleri sinir zayıflatıcı gerginlikleri, kırıcı, incitici davranışlarıdır!..

Büyü sandıkları rahatsızlıklarını kendi davranışları meydana getirmiştir. Öyle ise bunu çözecek olan da yine kendi davranışlarıdır... Tutumlarını düzeltmeleri, rahatsızlık sebebi anlayışsızlıklarından vazgeçmeleri... Yani önce saygı, hemen arkasından da sevgi ihtiyacının karşılanması...

Ne var ki, kimse kendi kusuruna, hatasına bakmamakta, ille de yakınlarından birinin büyü yaptığını düşünüp suçu onların üzerine yıkmayı kolay bir çıkış yolu olarak görmekteler.

İnceleseniz ya beyin hanıma karşı ya da hanımın beye karşı rahatsızlık meydana getirecek ihmal ve tepkisellikleri.. gibi davranışları söz konusudur olayın kökünde.

Ama kimse böyle bir davranış düzeltmesine taraftar değil, suçu büyücülere yükleme kolaylığı varken...

Bununla beraber, böyle ihtimallerde manevi çare büsbütün de yok sayılmaz. Kur'an-ı Kerim'in son iki (Felak ve Nas) sûreleri ile birlikte bilinen tüm duaları rahatsızlığı duyan da, yakınları da okuyabilirler. Bunları ille de başkaları değil, kendileri okurlarsa daha gönülden dua etmiş, şifa dilemiş olurlar. Çünkü üzüntüyü kendileri yaşıyorlar, duayı da kendileri yapmalılar.

Bu konuda sözün özü olarak denilebilir ki: Önce büyücüye değil ilgili psikolog ve sinir doktoruna durumu anlatıp gerekli ilaçları alarak sinirler kuvvetlendirilmelidir.

Ayrıca sıkıntı sebebi olan kendi tepkili tutumlarını da gözden geçirmeli, gerginlik meydana getiren davranışlarını (Felak ve Nas) sûrelerini de okuyarak terk etmeli, geçmişi unutup geleceğe yeniden bir beyaz sayfa açmalılar...

Göreceklerdir ki, büyüyü de kendileri yapmakta, büyüyü bozan ilaç da kendilerinde bulunmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fal baktırmak doğru mudur ? Falcı - medyum gibi insanların dedikleri ne derece doğrudur ? Dinimiz açısından bu işin sakıncaları nelerdir ?..

52 Hindistan'daki büyücüler arkalarında ormanlık alan veya meyveli ağaç gösteriyordu, bu nasıl oluyor?

- Kur’an’da büyücülükten söz edilir ve gösterdikleri şeylerin birer hayal olduklarına işaret edilir.

“Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese, 'Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız.' demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara, 2/102)

mealindeki ayette sihrin varlığını gösteren bilgiler işlenmiştir.

“Hayır, siz ortaya koyun!” dedi. Bir de ne görsün, onların sihirleri sayesinde, ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten hareket ediyormuş gibi geldi.” (Taha, 20/66)

mealindeki ayette, sihrin / büyünün bir gerçeği ortaya koymaktan ziyade, bakanların gözüne “gerçekmiş gibi” bir görüntüyü vermekten ibaret olduğuna işaret edilmiştir.

(Sihirbazlar) atacaklarını ortaya koyunca, insanların gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler, müthiş bir sihir sergilediler.” (Araf, 7/116)

mealindeki ayetten de sihrin göz boyayan bir göz bağından ibaret olduğunu anlamak mümkündür.

- İbn Hacer’in “el-i’lam fi kavatii’l-İslam” adlı eserinde bildirdiğine göre sihir üç çeşittir:

Birincisi: SİMYA’dır. Bu, değişik unsurlardan veya kelimelerden meydana getirilen bir hassadır ki, onunla insanların beş duyu organlarına veya bunlardan bir kısmına hitap edecek ve tesir altında bırakacak şekilde harika şeyler göstermektir. Bunlar gerçek şeyler olabildiği gibi, hayal mahsulü şeyler de olabilir.

İkincisi: HİMYA’dır ki, bazı gök hadiselerin tesirlerini göstermekten ibarettir.

Üçüncüsü: Bazı cevherlerin hassalarından / özelliklerinden istifade edilerek gösterilen harikalardır.(bk. Reddü’l-Muhtar, 1/45).

Bu konuda önemli bir nokta şudur: Büyücülerin yaptığı şeyler bir fiilî duadır. Yaratmakla ilgili bir şey söz konusu ise, o fiilin yaratıcısı mutlaka Allah’tır. Bunun aksini düşünmek küfürdür.

- Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerden anlaşılan, büyücülülerin yaptığı, insanların zihninde yaptıkları bir efsunlama ile hayalî  şeyleri hakikat gibi göstermekten ibarettir.

Bu sebeple, ormanları yaratma gibi bir fiilin gerçek olduğuna ihtimal vermemek gerekir. Bunlar, hikâyeler şeklinde nesilden nesile aktarılan efsanelerdir. Tekrar edelim ki, şayet gerçekten böyle bir şey olsa bile, bunun Allah’ın bir fiili olduğuna, büyücünün sadece buna zahiri bir sebep olduğuna inanmak şarttır. Unutmamak lazım dır ki, büyücülüğün bir imtihan vesilesi olma yönü de vardır.

53 Kabala ile Ebced arasında bir fark var mıdır?

- Kabala, ebced hesabının ilk kaynağı değildir. Onun yazarı da daha önce var olan bilgilerden istifade ederek bunu geniş bir yelpazede kullanmaya çalışmıştır.

- Ebced hesabının daha önceki semavî kitaplarda da var olduğu, bazılarına göre, ilk defa Hz. Adem’e indirildiği, daha sonra ehl-i kitab tarafından sıkça kullanıldığını gösteren önemli bilgiler vardır. Bu sebeple, semavî bir kitap olan Kur’an ile beşerî bir eser olan Kabala’yı mukayese etmek pek isabetli değildir.

Daha geniş bilgi almak ve örnekleri görmek için tıklayınız:

EBCED, CİFİR.

54 Ayetlerle sihir yapmak, kişiyi dinden çıkarır mı?

İslama göre, sihir vardır ve etkileri de kabul edilir. Bu konu Kur’an ve hadislerde de yer almaktadır. Sihrin bir kısmı, günah, bir kısmı küfürdür. Küfür barındıran küfürdür. Küfür barındırmayan ise büyük günahtır. 

Ayetlerin veya başka tılsımların etkisi vardır. Fakat Kur’an’a uymayan veya onun şerefini zedeleyen bir tarzda yazılması, işlenmesi, büyük günahlardandır.

Bu gibi tılsımlarla cinleri celp etmek, onlardan istifade etmek mümkündür. Ancak bunların fiilen ne kadar vuku bulduğuna dair fazla bilgiye sahip değiliz. 

Kafir cinlerden olan şeytanların işi, zaten insanları zarara sokmak ve başkalarına zarar vermektir. 

Bu konulardan uzak durmak, bunlarla meşgul olmamak, hatta merak bile etmemek en doğru yoldur. 

Bu gibi kimselerin şerlerinden korunmak için, Ayetü’l-Kürsi, İhlas, Felak, Nas surelerini sıkı sık okumakta fayda vardır.

55 Bir insan beğendiği birisiyle evlenmek için, ona sihir yaptırıp kendine bağlaması dinen caiz olur mu?

Hayır, böyle bir şey veya başka bir şey için sihir yapmak caiz değildir. Sihir dinimizde haram kılınmıştır. Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır.

Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir. Kâfirler, kendilerini haklı çıkarabilmek, Allah'ın elçilerini yalanlamak için onları büyücülükle, büyü yapmakla suçlamışlardır. Büyücülükle suçlananlar arasında Hz. İsa (Sâf, 61/6); Hz. Musa (Zuhruf, 43/49); (Zâriyat, 51/39), Hz. Süleyman (Bakara, 2/102), Hz. Muhammed (Hicr, 15/6) zikredilmektedir.

Başka bir ayette, inanmayan kişilerin bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları görülmektedir (Zâriyat, 51/52). Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde "yedi şeyden sakınınız" buyururken, ikinci sırada "sihir yapmayı" zikretmiştir. (Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144).

Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir. Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir (Nesâî, Tahrim 19).

Büyüye inanan kişinin cennete giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II/83; IV/399) belirtilmiştir. Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir. (Ebû Davûd, Tıp, 21).

56 Rabbimin haberi olmadan yaprak düşmez. Büyü yapanın büyüsü nasıl hemen insana tesir ediyor? Ben bunu anlayamadım, Allah her şeyi gören ve duyandır; büyülenen bir insanın bunu yaşaması kader mi?

Allah insana hür iradesi ile hareket etme özgürlüğü vermiştir. İnsan ister, Allah yaratır.

Örneğin ateş inanan birini yakmasa, ama inanmayanı yaksa; namaz kılanın başına güller, kılmayanın başına taşlar yağsa o zaman imtihan sırrı ortadan kalkar, herkes Müslüman olur ve Ebu Bekir (ra) ile Ebu Cehil arasında fark kalmazdı.

Allah, kainatta koyduğu kanunlara uyanlara ve uymayanlara fark gözetmeden muamele etmeli ki imtihan devam etsin. İşte büyü ve sihir yapanlara müsaade etmesi de bu gibi sırlardan dolayıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bir insan kendisine büyü yapılıp yapılmadığını nasıl anlar. Bu konu için hocalara danışabilir mi?

57 Bazı yörelerde hamile bayanlara Kur'an-ı Kerim açtırılıp muska yazılıyor, bu doğru mu?

Korku gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. (Tirmizi, Daavat, 94)

Ancak bunları istismar edip sanat haline getiren ve saf kadınlarla teşriki mesai edip onlarla haşr ve neşir olmak ve para kazanmak için yapmak kesinlikle haramdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sübyanlık diye bir şey var mıdır? Hamile bayanların sübyan muskası yaptırması caiz midir?

58 Evlenmek istediğim kızla evlenebilmek için büyücüye gitmem caiz mi?

Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde "yedi şeyden sakınınız" buyururken, ikinci sırada "sihir yapma"yı zikretmiştir. (Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144). Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir.

Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir. (Nesâî, Tahrim 19). Büyüye inanan kişinin Cennet'e giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II, 83; IV, 399) belirtilmiştir.

Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir. (Ebû Davûd, Tıp, 21).

Meşhur ata sözümüzdür: "Denize düşen yılana sarılır." Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz.

"Büyü yaptılar, geçimimizi bozup huzurumuzu yok ettiler. Ya da kısmetimizi kapatıp olan işimizi olmaz hale getirdiler." Öyle ise çare nedir?

 Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir? (!)

Maşaallah büyü bozucular, sihir çözücüler de düzinelerle. Yeter ki sen paradan haber ver?.

Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci?.

Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum.

Şundan inanmıyorum:

Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor.

59 Falın haram olduğuna dair kesin bir ayet var mı?

Maide sûresinde şöyle buyurulur:

"İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının." (Maide, 5/90)

Ezlam, yani zarlarla kısmet istemeniz veya almanız. Cahiliye Arapları bir yolculuğa, bir harbe, bir ticarete, bir nikaha, kısaca mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir kısmet çekerlermiş. Zarın birinde, "Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim yasakladı", yahut "yapma" diye yasak yazılı; biri de boş olurmuş. Torbaya elini sokar, birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, yasak çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkalarlarmış. İşte burada böyle falcılık yasaklanmıştır. Cumhurun (çoğunluğun) görüşü budur. Bu şekilde "istiksam", rızık ve diğer ihtiyaçlarla ilgili hayır ve şer, kısmeti bilme sevdası demek olur.

Kaffal tefsirinde der ki: "Bu istiksâm (kısmet isteme), cahiliye devrinin bir buluşu idi ve yenecek şeyler hakkında yaptıklarına da uygun idi. Çünkü dikili taşlara kesmek Kabe'nin yanında yapıldığı gibi, orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı."

 (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR, KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ)

İlave bilgi için tıklayınız:

FAL-FALCILIK

60 Yeni doğan çocuklara muska yazmak caiz mi? Yeni doğan küçük çocukların ağlamaması için muska yazıp suyun içine bırakarak suyunu içirmek doğru mu?..

Korku gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Peygamberden (sav) şöyle rivayet etmiştir:

"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin: Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden, eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım." O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."

Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı (Tirmizi, Daavat, 94).

Ancak bunları istismar edip sanat haline getiren ve saf kadınlarla teşriki mesai edip onlarla haşr ve neşir olmak kesinlikle haramdır. Ayrıca her olaydan olumsuz manalar çıkarmak da yanlıştır.

(Halil Günenç, Günümüz meselelerine Fetvalar, Yasin Yayınevi, II/258)

61 Yahudlikte büyünün durumu nedir? Yahudiliğin şu anki haline göre büyüyü haram kabul etmiyorlar mı?

Büyü ve sihir bütün hak dinlerde yasaklanmıştır. Yahudiliğin aslında yasak olan büyü ve sihrin, şu anda elimizde olan Tevrat'ta da yasaklandığı görülmektedir. Afsunculuk, cincilik, bakıcılık, müneccimlik yasaklanmış ve bunlar puta tapmakla eş tutulmuştur. (Çıkış, 22/18; Leviller, 19/26, 31, 20/27; İşaya, 47/8-14; Leviller, 20/6; Ayrıca bkz. Mişna..)

Kur’an-ı Kerim’de pek çok peygamberin hayatı ve yaptığı işler ve hizmetler hakkında, ibadet ve takvaları hakkında haberler verdir. Bu haberlere "kıssa" denir. Bu kıssaların hemen hepsinde peygamberlerin tebliğ sırasında çektiği güçlükler ve kendilerine karşı çıkan, anlattığı gerçekleri bir türlü kabul etmeyen ve Allah’a inanmak yerine kendilerini ilah ilan eden veya putlara tapmaya devam eden zalim hükümdarlardan ve şirret insanlardan bahsedilir. Peygamberlerin getirdiği hakikatlere ve onların peygamber olduklarına bir türlü inanmak istemeyen bu zalim hükümdarlar ve şirret kimseler, aynı zamanda onlardan peygamber olduklarını ispat etmek ve güya yapamayacaklarını zannettikleri bir takım olağanüstü şeyler yapmalarını isterler. Peygamberlerin arkasında olarak onları görev yapmak üzere halkın içerisinden seçen yüce Allah da onlara bu konuda yardım eder ve istedikleri şeylerin pek çoğunu yapmalarına yardım eder. İşte onların gerçekleştirdiği bu olağanüstü olaylara “mucize” denir. Mucize, peygamberlere peygamber olduklarını ispat etmek için verilen ilahi delillerdir. Ancak peygamber her zaman ve her sıkıştığı yerde mucize göstermez, gösteremez; Allah dilerse gösterebilir.

Bir peygamber mucize göstermeye zorlanır ve isteyenler çok defa yaptıkları gibi “Bu ancak bir sihirbaz, bizim gözlerimizi bağladı.” derler de, yine de inanmazlarsa, o zaman bu hal “gayretullaha” dokunur ve çok defa olduğu gibi peşinden azap gelip helak edilirler. Ancak çok defa Cenab-ı Hak, gerçekten inanmak isteyen kimselerin inanması peygamberi hafife alan mağrur zalim ve kafirleri ilzam etmek için mucize gösterilmesine müsaade eder. Mucize isteyenler buna rağmen yine de inanmazlarsa Allah o kavmi helak eder. İsrailoğullarının bir kısmı ile, Ad, Semud ve Lut kavimleri bunlardan bazılarıdır.

HZ. MUSA DEVRİNDE SİHİR

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s) ile sihirbazlar arasında geçen olayın ilk bölümü Firavun'un sarayında geçer. Sonra meydanlara intikal eder. Buna sebep olan konu da, halkına zulmeden ve her türlü haksızlığı, zorbalığı, cebri kendisine mubah görüp, kendisini ilah saymasına karşılık olarak bunun yıkılması için Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği tebliğ görevdir. Hz. Musa (as), İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamber olarak kavmine yapılan eza ve cefaları durdurmak için görevini yapmak istemiştir. Bu olayı Hz. Musa (as)’ya defalarca tebliğ yaptığı halde inanmak istemeyen Firavun'un düzenlediği nakledilir. Buna göre Firavun, Hz. Musa (as)’ı test edecek ve onun gerçekten peygamber olup olmadığını anlayacak ve inanacaktır. Ona verdiği söz budur. Bunun için de kendisinden bir mucize göstermesini ister. Yüce Allah da, Hz. Musa (as) ve kardeşi Harun (as)’a mucizeler vererek ona göndermiş ve

“Firavuna gidip âlemlerin Rabbi’nin elçisi olduğunuzu söyleyin ve beni anın ve yumuşak söz söyleyin belki o, aklını başına alır veya korkar...”(1)

buyurur. İki kardeş ve iki peygamber yola çıkar ve Firavun'a varırlar. Gerisini Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı şekliyle takip edelim:

“Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik de o mucizeleri inkâr ettiler; ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!

"Musa dedi ki:

“Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah hakkında gerçekten başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrailoğullarına benimle bırak!”

(Firavun) dedi ki:

“Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım.”

Bunun üzerine Musa asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi! Ve elini (cebinden) çıkardı. Birdenbire o da seyredenlere bembeyaz görünüverdi. Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz? Dediler ki: “Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.”

"Sihirbazlar Firavuna geldi ve: “Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?” dediler. (Firavun): Evet hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız, dedi. (Sihirbazlar), “Ey Musa, sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?” dediler. “Siz atın.” dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler. Biz de Musa'ya, “Asanı at!” diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor."

"Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti. İşte Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.” dediler. “Musa'nın ve Harun'un Rabb'ine” dediler. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) göreceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!” Onlar da: “Biz zaten Rabbimize döneceğiz.” dediler. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, Müslüman olarak canımızı al, dediler.”(2)

Bundan sonra Firavun her zorbanın yaptığını yapar ve Hz. Musa (as) ile ona inanlara tehditler savurur ve dediklerini yapar. Ancak onların ve daha bir çok kişinin büyü ile gerçeği birbirinden ayırıp iman etmesini engelleyemez. Kendisi ve bir kısım yandaşları ise,

“Bizi sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.”(3)

dediler ve mucizeyi “sihir” olarak niteleyip mucizeler karşısında büyülendiklerini zannedip inanmayacaklarını söylediler. Yüce Allah da onlara, “ayrı ayrı mucizeler olmak üzere tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdi; yine de büyüklük taslayıp inanmadılar ve günahkâr bir kavim oldular.”(4) Ve “Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.” dediler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler.”(5) Hz. Musa (as), Allah'a yalvardı da bu afet kaldırıldı.

Hz. Musa (as), kendine inanlarla bir gece Mısır’dan çıkmak için gece yarısı yola çıkar ve Kızıl denize gelir. Arkasından kendisini öldürmek için peşine düşen Firavun ve askerleri de yetişirler ve yakalamak isterlerken yüce Allah, asasını suya denize vurmasını emreder. Deniz ikiye yarılır ve Hz. Musa ile inanlar geçer. Aynı yoldan daha önce o asa ile Hz. Musa’nın yaptıklarına sihir diyenler geçmeye kalkınca deniz birleşir ve hepsi de boğulurlar. Bu defa da gerçeği gören Firavun iman etmek ister ancak buna fırsatı kalmaz.(6)

Asâ, Hz. Musa (as) içi çok şey ifade etmektedir ve pek çok şekillere girer. Bazen ejderha olur, bazen ona dayanır dinlenir, bazen davarlarına ağaçlardan yaprak silker, bazen yol gösteren bir ışık olur, bazen su çıkarır, bazen de denizi ikiye yarar. Hz. Musa (as)’ın eli de mucizesinin bir parçasıdır. O da koynuna sokup çıkarınca nurani bir şekil alıp ışık saçar. Ancak hemen her yerde asâ gündemdedir. Elbette bu kadar marifet bir değneğin kendisinde aranmaz ve aranmamalı. Onun arkasında bir güç vardı ve bu işler Onun emriyle, izniyle olmaktaydı.(7)

Hz. Musa (as)’ın mucizelerinin hemen hepsi bu hal üzeredir. Yani sihirbazların acizliklerini yüzlerine vurur niteliktedir. Çünkü, her peygamber, kendi devrinde en geçerli ilim, kültür ve sanatla ve diğer sosyal olaylarla mücadele edecek şekilde donatılıp desteklenmekte ve onların üstesinden gelecek mücadele şekilleriyle gönleriyle gönderilmişlerdir. Hz. Musa (as) zamanında sihirbazlık çok revaçta olduğu için, mucizelerinin çoğu da bu doğrultuda olmuştur. Hz. Musa (as), gösterdiği mucizelerle sihirbazların sihirlerini iptal ediyor onlara, kendi yaptıkları sihir karşısında mucizenin getirdiği acizliği ve bunların sihir ya da büyü ile yapılabilecek şeyler olmadığını itiraf ettiriyordu. Yukarıda da görüldüğü gibi, onlar da bu acizliklerini anlayıp Hz. Musa (as) ve Harun (as)’ın Rabbine iman ettiklerini bildiriyor, başlarına gelecek kötü akıbetten de korkmadıklarını ilan ediyorlardı.

HZ. SÜLEYMAN DEVRİNDE SİHİR/BÜYÜ

Bakara suresinin 102. ayetine göre Hz. Süleyman (as) devrinde sihrin oldukça yaygın olduğu ve sihirbazların da yaptıkları sihirlerle küfre düştükleri anlaşılmaktadır. Ayrıca kendi yaptıkları sihirleri ve sihirbazlıkları meşru göstermek amacıyla Hz. Süleyman (as)’a da “sihirbaz” yakıştırması yaparak iftirada bulunuyorlar. Yine ayetten anlaşılan, Süleyman (a.s) mülkünü, saltanatını, hükümet ve hükümdarlığını büyücülük yoluyla yürüttüğü iddia ve iftiraları yer almaktadır ki, Hz. Süleyman (as)’ı peygamber olarak görevlendiren yüce Allah, müdafaa etmekte ve onların yaptıklarının kendilerini küfre götürdüğü açıklanıyor. Yine ayette, büyücülüğün en kötüsüyle uğraşan, karı ile kocanın arasını açıp, aile kurumunu dağıtmaya, fuhuş ve ahlâksızlığı körüklemeye çalışanların da kafir oldukları vurgulanmaktadır.

Aslında büyücülerin Hz. Süleyman (as)’a isnat ettikleri suç, her peygambere yakıştırılan cinsten bir suçtur: Sihirbaz! Bu iftiraya Peygamber Efendimiz (asm) de dahil, bütün peygamberler maruz kalmışlardır. Mantık aynı mantıktır. Kafirin mantığı anlamadığı şeyler hakkında işlemez ve hemen suçlayıverir, inkar ediverir. İşin içinden de böyle kurtulacağını sanır. Hz. Süleyman (as)’ın da kuşların dilini bilmesi ve onlarla konuşması, saltanatını idare etmek için insanlardan, cinlerden ve kuşlardan büyük bir ordu teşkil etmesi, rüzgarı teshir etmesi ki, bunun bütün rüzgarları değil, bir rüzgar olduğu söylenmiştir. Çünkü bütün rüzgarların diğer mahlukatın da hayrına olduğu için böyle olmamamsı gerektiği söylenmektedir. Bu rüzgarla Hz. Süleyman (as) bir günde iki aylık mesafeyi kat etmesi, yani uçarak gidip gelmesi, yani, bu rüzgarla bir günde gidiş 900 km. dönüş 900 kim, toplam 1800 km.lik bir yolu kat etmesi ve neredeyse her yeri kaplayan saltanatında olup bitenleri cinleri ve diğer habercileri kullanarak bilmesi, eşyayı uzak yerlerden nakletme kabiliyetine sahip vezirleri bulunması ve bunların başında İbn Abbas’ın meşhur rivayetine göre, Belkıs’ın tahtını getiren Asaf b. Berhıya adındaki celp ilmini bilen bir alimin vezir olarak yanında bulunması, ifritleri, yani en şerli şeytanları emrinde kullanması, karıncalarla konuşması, emrinde çalışan zincirlere vurulmuş dalgıç şeytanlar bulunması ve bunlar yoluyla yerin altından hazineler, denizlerin dibinden inciler, mercanlar çıkarması ve daha pek çok konu hakkında iftiralar edilmiş ve bunları sihir yoluyla yaptığı söylenmiştir.

Bütün bunların kitaplarda yazılı olduğunu iddia eden şeytanlar, aşağıda geleceği üzere hatta bunu ispat etmeye hazır olduklarını söyleyince ortalık karışıyor. Hz. Süleyman (as)’ın saltanatında fitne çıkıyor, dedikodularla morali bozulan Hz. Süleyman (as)’ın kısmen kendi işleri ile meşgul olması ve masasının üzerine bırakılan bir ceset, onun da imtihan edilmesine sebep oluyor ve kendini toparlayıp işin farkına vararak, Allah’la irtibatını yeniden daha sağlam bir şekle sokuncaya kadar geçici olarak hükümdarlığı sallantıya düşüyor. Ancak sonra yine eskisinden daha sağlam olarak, Allah’ın yardımı ve inayeti ile, sahip olduğu ilim ve hikmeti kullanarak, fitneyi bastırıp mülk ve saltanatını geri alıp şeytanlara ve şeytanlık yapanlara galip geliyor. İşte ortalığı karıştıran şeytanlar, her zaman olduğu gibi böylece hakkın üstünlüğü karşısında bir kere daha mağlup ediliyor. Bunu hazmedemeyince de, karakterinde bozukluğun gereği olarak, her zaman yaptıkları gibi, Hz. Süleyman (as) hakkında da iftira ve isnatlara, halkı azdırıp saptırmaya devam ediyorlar. "Bu fitneyi çıkarıp ortalığı karıştıranlar ve Hz. Süleyman (as)’ı büyücülükle itham edenler kimlerdi?" sorusuna ve ithamlarına, Yazır, şöyle cevap veriyor:

Bu şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem cin şeytanı ve kötü ruhlar denilen gizli şeytanlara, hem de insan şeytanlarına şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde meydana gelir ve zahirdeki insan şeytanları, o kötü ruhlardan aldıkları, onlardan öğrendikleri şeytanlıklarla işlerini çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun rivayetlerine göre:

Süleyman (a.s)'ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s)’a mağlup düşen ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar “Sad Sûresi”nde, “bennâ', ğavvâs ve âherîn” namıyla üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir. Demek ki, bunlar içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı.

İşte vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı. Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Olayları ve gerçekleri tahrif ederek, halkın duygu ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yaydılar ve bunların arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırıldı. Konular çok kötü bir şekilde istismar edildi. Bu suretle, “cinler gaybı biliyor” diye, birtakım kanaatler genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden de fitne çıkmıştı.

Hz. Süleyman (as)'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman (as) bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman (as)'ın vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp;

"Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi; cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız.”

dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine “Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir ile idare edermiş.” diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.

Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu kitaplar Hz. Süleyman (as)'ın vefatından sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun üzerine Asaf b. Berhiya'nın ismi yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar atılmış, hile ve desise ile çoğaltılıp yayınlanmış

“Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine şeytanların uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına düştüler...” (Bakara, 2/102)

âyeti, bütün bu şeytanlıklara işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî ve sosyal entrikalarla Süleyman (a.s)'ın devleti aleyhine işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki, Tevrat'ın haber verdiği şekilde bekledikleri son peygamber Hz. Muhammed (asm) gelip, Tevrat'ın aslındaki bilgi ve ilkeleri söz konusu etti, o zaman dönüp kendisiyle mücadeleye tutuştular. "Nübüvvet yoluyla buna itiraz edemeyiz, bununla başa çıkamayız, biz ne yapsak Cebrail kendisine haber veriyor.” dediler ve Cebrail (as)'e düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar, bu şeytanî eserlere uymak suretiyle, “Süleyman, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri mucize gibi gösterirdi.” diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın -haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim ederek yoldan çıkarıyorlardı.”(Hamdi Yazır, Hak Dini, I / 365-366.)

Büyünün bir kısmı küfürdür. Yani insanla Allah arasındaki iman bağını koparır. Bir peygamberin de kafir olması asla mümkün olmaz. Zaten kafir olsa peygamber olmaz. Peygamber, kayıtsız, şartsız Allah’a teslim olan kişidir. Peygamberlerin büyü ve büyücülük yoluyla yapılan işlere, harika olaylara ihtiyacı yoktur ve olmaz. Çünkü onların ihtiyacı olan her türlü ikna, hakimiyet, idare ve hükümdarlıklarını sürdürecek hususları Allah (c.c) mucize yoluyla dilerse kendilerine bahşeder. Bu yüzden böyle bir şeye tenezzül etmeleri mümkün değildir. Ancak, şeytanların ve onlardan yardım bekleyen kafirlerin, insanların arasını bozmak, imana giden yolu tıkamak için her türlü rezilliğe başvurdukları tarih boyunca da bunları yaptıkları bilinen bir husustur. Zaten Allah (c.c), bu konuda gerekli açıklamayı yapıp peygamberini müdafaa ederek, onun kafir olmadığını beyan ediyor.

Büyücülük ve büyü ile uğraşanlar bitmemiştir. “Kıyametin kafirler üzerine kopacağını” bildiren Peygamber Efendimiz (asm)’in beyanına göre de her zaman kafirler bulunacağı için, büyücüler ve büyücülük yoluyla da küfre düşenler olacaktır. Bunu da, gerek bir kısım süfli ruhları, yani cinlerin habislerini kullandıklarını zannedenler, fakat aslında onlar tarafından kullanılanlar yapacaklardır, gerekse başkaları, başka yollardan yapmaya devam edeceklerdir. Ancak büyünün, biraz da gizli ilimlere ve gizemli hususlara meraklı olan insanoğlunun gayretleri ile büyü ve büyücülük devam edecektir. Hatta, geçen yıllarda kamuoyunu aylarca meşgul eden ve İslam dünyasını da oldukça rahatsız eden, “Mescid-i Aksa”nın altının kazılması da bu maksatla yapıldığı iddiasını taşımakta idi. Güya yukarıda sözü edilen ilim ve kitaplarla, Hz. Süleyman (as)’ın Mührü, bir sandukaya konularak Mescid-i Aksa’nın altına gömülmüş. Yapılan kazılara, “genişletme ve restore çalışmaları” süsü verilerek, büyücüler için oldukça önemli olan bu sandukanın çıkarılması için çalışılıyormuş. Yahudilikte ve Hristiyanlıkta da dinen büyü yasak olmasına rağmen hâlâ bu tür işlerin peşinde koşulması (şayet bunlar yanlış değilse), büyücülük adına pek çok peygambere mescitlik yapmış ve soylarından bir peygamber olan Hz. Süleyman (as)’ın yaptırdığı ve Hz. Muhammed (asm)’in de basamak yapıp miraca çıktığı mübarek Mescid’in altının kazılması oldukça üzücü bir olaydır.

Büyücülerin, “Mühr-ü Süleyman” dedikleri yüzük ve ona ait dua ile, ve o mührün üzerinde bulunduğunu iddia ettikleri yazı ve “Vefk”lerle yaptıkları büyülerin oldukça tesirli olduğu söylenmektedir. Bundan dolayı mührün peşine düştükleri söylenebilir. Ancak bize göre bunlar doğru olmamalıdır. Kaldı ki, doğru olsa ve gerçek mühür ve kitaplar bulunsa bile, şeytanların ve cinlerin teshiri yine mümkün olmaz. Çünkü Hz. Süleyman (as) bir peygamber idi. Ve Allah’a yaptığı dua da:

“Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi.”(Sâd, 38/35.)

ve Allah (c.c) onun duasını kabul ettiği için, elde ettiği başarıyı hiç kimse elde edemeyecek, sahip olduğu imkan ve iktidara da kimse sahip olamayacaktır. Kaldı ki, insanlığın ezeli düşmanı olan şeytanlar, ona da gönüllü itaat etmiyorlardı. Zincirlere, bukağılara vurulmuş şekilde emrinde bulunuyorlar ve kerhen/istemeyerek itaat ediyorlardı. Peygambere böyle zorla itaat edenler, sıradan insanlara, gönüllü olarak itaat ederler mi hiç? İnsanlar için bazı şeyler yapsalar bile bunu ucuza satarlar mı? Gerek Marlow’un, gerekse Goethe’nin “Dr. Faust” adlı eserlerinde kaydettikleri gibi, insanın ruhunu, imanını, inancını, ahlakını almadan onlara bir şey verirler mi? Cinleri veya cinlerin kafirlerinin kendilerine hizmet ettiklerini söyleyen büyücüler, olsa olsa onların avukatlığını yapar, o kadar!

Kaynaklar:

(1) bk. Şuara, 26/16; Tâhâ, 20/42, 43, 44; Naziât, 79/17.
(2) A’raf, 7/103-126. Karş.: Yunus, 10/75-88; Karş.: Tâhâ, 20/56-73; Şuara, 26/27-50; Neml, 27/12-14;
(3) A’raf, 7/132; Karş.: Yunus, 10/76; Neml, 27/13-14.
(4) A’raf, 7/133; Karş.: Kasas, 28/32.
(5) A’raf, 7/155.
(6) bk. Şuara, 26/60-66; Neml, 27/10.
(7) bk. A’raf, 7/16; Tâhâ, 20/17-22; Kasas, 28/31-32.

62 Herhangi bir şey yapmadan sadece düşünerek büyü yapılabilir mi?

- Değişik kaynakların verdiği  bilgilere bakılırsa, düşüncenin bir gücü vardır. Bu güç negatif olarak kullanıldığı gibi, pozitif olarak da kullanılabilir. Telepati, nazar / göz değme, hipnotizma, manyetizma gibi olayların varlığı bunu göstermektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin bildirdiğine göre, ahiz amanda materyalist ve ateist cereyanların başına geçen büyük deccal, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev'inden müthiş hârikalara mazhar olur. (bk. Mektubat, s. 57)

- Hastalıkları düşüncenin pozitif enerjisiyle tedavi edilebileceğini ve bu konuda bilimsel kanıta ulaştığını belirten Dr. Kammers bunu, “düşünce gücü ile fiziksel ve zihinsel bedenin ortak çalışması sonucu gelişen içgüdüsel bir tavır” olarak nitelendiriyor.

- İslam literatüründe “nazar / göz değmenin bir realite olduğu” kabul edilmekte ve bu konuda hadis rivayetlerine de yer verilmektedir. Nazar da bir anlamda bakan kişinin düşünce gücünü göstermektedir.

- Bu konuda internette de önemli bilgiler vardır. Doğruları yanlışlardan ayıklayarak bir fikir elde edilebilir. Ancak bizim tavsiyemiz, bu gibi psişik düşünce ve yetenekler üzerinde fazla zaman harcamamaktır. Bunların -egonun kabarmasıyla- maneviyat üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceğini düşünüyoruz.

63 Kendi elbiselerimizin başka birilerine verilmesi sakıncalıdır; büyü yapılabilirmiş. Bu doğru mudur?

Kendi elbisesini başkasına hediye etmenin bir sakıncası yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) de sahabelere hırka ve cübbelerini hediye etmiştir.

"Başkasına verdiğimiz elbise ile büyü yapılır" gibi bir düşünce de doğru değildir.

64 Havas ilmi ile büyünün farkı nedir?

- Büyü, başkasına zarar vermek kastıyla, ayetlerden ziyade, başka İsraliyat denilen tılsımlarla veya ayetleri -menkus olarak / caiz olmayan şekilde- yazarak yapılan şeylerdir.

- Herhangi faydalı bir işi için, belli ayetleri okumak veya yazıp asmakta bir sakınca yoktur.

Bununla beraber, bu konuyla ilgili kaynaklarda yer alan tılsımların bir çoğu sağlam hadis rivayetlerinde olmayan şeylerdir. Bu sebeple, bunları kullanıp da isteğini bulamayanlarda bir hayal kırıklığını ve dolayısıyla da inançlarında bir gevşekliğin olma riskini unutmamak gerekir.

Kaldı ki, ayet veya me’sur duaları okuyanların takvası, salahati, ağzının manevi temizliği bir yana, sırf dünya menfaati uğruna -Allah’ın rızasını düşünmeden- okunan bu tür okumaların arzu edilen faydayı vermekten de fazla ümitli olmamak gerekir.

- Son olarak Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerini görmekte fayda olduğunu düşünüyoruz:

Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur...” (bk. Lem'alar, s. 131)

65 Nazarı, göz değmesi olan kişi, başkalarına zarar vermemek için ne tür tedbirler almalı?

Nazarı olduğunu bilen kimse;

- Mümkün olduğunca başkasına gözünü dikerek bakmamalıdır.

- Bakışlarının yoğunluğunu azaltmalıdır.

- Genel olarak dünyalık olan her şeyin fani olduğunu düşünmeli, onların öyle kalbin alakasına değecek bir yanlarının olmadığını düşünmelidir.

Çünkü, nazar genellikle hassas olan gözlerin yanında bakılan konuya hassas olan kalplerin etkisiyle olur.

Yani kişi, bir şeye bütün kalbiyle düşkünlük gösterir, ondan -şuursuz da olsa- bir nevi kıskançlık doğar, ondan da gözlerin nazar etkisi aktifleştirilir.

Bu sebeple, bu tür kişiler, prensip olarak baktıkları nesneyi, hayvanı veya insanı gözünde büyütmemeli, sıradan bir şey olduğuna kendini inandırmalıdır.

Tabii bunlar bir anda olmaz, hayatı boyunca bu çizgide kendini inandırmaya çalışmalıdır.

Aslında dünya sevgisini kalbinden çıkarmak her müminin görevidir.

- Zarar vermek kastıyla bir insana bakıp nazar değdirmek, elbette kul hakkına girer.

İlave bilgi için tıklaynız:

Nazar değen kişiye abdest aldırmak ile ilgili hadisler sahih midir? 
Nazar, göz değmesi nedir? Göz değmesine karşı ne gibi tedbirler alınabilir?..