Aile konusunda en çok merak edilenler

1 Çocuklara isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Yeni doğan çocuğa kısa bir süre içinde güzel bir isim koymak anne ve babaların en önemli görevlerindendir. Çocuğa konulan isim hem bu dünyada hem de ahirette geçerlidir. Rasulullah (sav) sadece çocukların değil, büyük insanların ismiyle dahi ilgilenmiştir. Kötü bulduğu bazı isimleri değiştirme yoluna gitmiştir. Yine konulması gereken güzel isimler hakkında bilgiler vermiş, zaman zaman bizzat kendileri çocuklara isimler vermiştir.

Rasulullah (sav) güzel isim koymanın önemini şöyle açıklıyor:

“Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” (Ebu Davud, Edeb 69)

Bu çağırma işlemini Allah'ın görevlendirdiği bir melek Allah'ın izniyle yapacaktır. Hiç kimse kıyamet günü Allah (c.c.)’ın hoşlanmayacağı isimle O’nun karşısına çıkmak istemez. Öyleyse kötü olan isimlerin çocuklara verilmemesi gerekir.

Rasulullah (sav)’ın isim konusundaki hassasiyetini daha iyi anlamak için şu hadis-i şerifi de görmek lazım. Yahya bin Said (r.a.) anlatıyor:

Hz. Peygamber (sav) bol sütlü bir deve hakkında:

“Bunu kim sağacak?” diye sordu. Bir adam ayağa kalkmıştı ki, Rasulullah (sav) adama:

“İsmin ne?” diye sordu. Adam:

“Mürre (acı)” diyince ona “Otur!..” dedi. Hz. Peygamber (sav) tekrar:

“Bunu kim sağacak?” diye sordu. Bir başkası ayağa kalktı, ben sağacağım diyecekti. Hz. Peygamber (sav) ona da:

“İsmin ne?” diye sordu. Adam:

“Harb” diyince, ona da: “Otur!..” dedi. Rasulullah (sav):

"Bu deveyi bize kim sağacak?” diye sormaya devam etti. Bir adam daha kalktı. Ona da ismini sordu. O da

“Ya’iş” (yaşıyor) cevabını alınca ona,

“Sen sağ” dedi. (Muvatta, İsti’zan 24)

Allahü Azimüsşan’ın has isimleri olan Allah ve Rahman isimleri, kullara isim olarak verilmez. Sadece Abdullah ve Abdurrahman şeklinde verilir. Ancak sıfatları isim olarak verilebilir. Mesela; Kerim, Halim, Kadir, gibi kelimeleri insanlara isim olarak vermek caizdir. Ancak bu isimlerin başına bir (Abd) kelimesi ilave ederek söylemek ise pek güzel bir dikkattir. Zira (Abd) kelimesini ilave ederek söylediğiniz takdirde Kerim’i Abdülkerim olarak söylersiniz. Bu takdirde Kerim’in kulu demiş olacağınızdan mana pek güzel bir şekil alır.

Nitekim Aziz isminin başına da bir (Abd) kelimesi ilave ederek, söylediğinizde azizin kulu manasına Abdülaziz demiş olursunuz. Mecburi olmasa da güzel bir hassasiyet olur.

İslam alimlerinin bildirdiğine göre, Zat-ı Akdesin Allah  lafza-i celal gibi Rahman isimi de başkaları için kullanılmayan ism-i hastır. (Taberi, 1/130)

Yine Taberi’nin belirttiğine, göre, Rabbimiz;  insanlara “Allah, Rahman, Halık” gibi isimlerle isimlendirmelerini yasaklamıştır. Buna mukabil, “rahim, semi, basir, kerim” gibi isimlerle isimlenmelerine cevaz vermiştir. (Taberi, 1/132)

Buna göre, genel ilke olarak denilebilir ki, Allah’a mahsus bir vasfı ifade den isim ve sıfatlarla isimlenmek caiz değildir. Örneğin: “Halık, Samed, Bâki, Ebedî, Ezelî, Sermedi, Rezzak, Mütekebbir, Evvel, Âhir, Zahir, Batın, Allamu’l-ğuyub” gibi isim ve sıfatları kullanmak doğru değildir.

Rasulullah (sav)’ın açıklamalarına göre en güzel isim olarak adlandırılanlardan bazıları şunlardır: Erkek ismi olarak, Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, peygamberlerin isimleri, Hasan, Hüseyin ve diğer İslam büyüklerinin isimleri tavsiye edilen isimlerdir. Kız isimleri olarak da, Aişe (Ayşe), Fatıma, Zeyneb, Hatice, Cemile, Zehra… gibi isimler güzeldir.

Mahşerde her çocuk, konan ismiyle çağrılacaktır. Şayet çocuğun ismi kötü manaya gelen gayri müslim ismi ise, mahşer halkı önünde isminden dolayı utanan çocuk,

"Allah beni doğuştan Müslüman olarak dünyaya gönderdi, sen neden bana kötü manaya gelen ismi koydun?" diye isim koyandan davacı olacaktır. İsmin manasının böylesine ehemmiyetinden dolayıdır ki, Peygamber'imiz (sav) kötü manaya gelen yabancı isimleri iyi manaya gelen Müslüman isimleriyle değiştirme örnekleri vermiştir. Mesela (Uzza putun kulu) manasına gelen (Abdu'l-uzza)'yı, Allah'ın kulu manasına gelen (Abdullah) ile değiştirmiştir. Ateş parçası manasına gelen (cemre)'yi de güzel kız manasına gelen (cemile) ile Harp ismini de Hasan'la düzeltmiştir. Demek ki, Müslüman isminden maksat, mananın kötü olmamasıdır.

Bununla beraber bazen isimlerde mana açık da olmayabiliyor. (Aleyna) gibi. Son zamanlarda çok rastladığımız bu (Aleyna)'nın ne manaya geldiğini pek bilemiyoruz. Çünkü, Kur'an'da geçen (aleyna) isim değildir. Sadece yer aldığı cümlenin içinde (üzerimize) manasına gelmektedir:

- (Vema aleyna) bizim üzerimize, (illel'belağ) tebliğden başka bir görev yoktur, manasına gelebilen (bizim üzerimize)'yi, cümle içindeki yerinden çekip birine isim olarak verdiğinizde, ne manaya geldiğini anlamak zorlaşmaktadır. Belki de Yasin'deki bu (aleyna)'yı isim olarak seçenler, (bu çocuk bizim üzerimize Allah'ın bir ihsanıdır) demek istemekteler.

Bir de kızlarımıza verilen Kezban ismi vardır ki, zannederim yanlış anlaşılan isimlerden biri de budur. Kezban'ı hep yalancı manasına anlayanlar, Kur'an'daki (tükezziban) ile karıştırmışlardır. Çoğu kimseler Farsçadaki (ev hanımı) manasına gelen (Kedban)'dan alınma Kezban'ı, Arapçadaki 'yalanlayan' manasına gelen tükezziban'dan alınma sanarak bu isimden hep ürkmüşlerdir

Bununla baraber iyi bir anlamı olmasına rağmen yanlış anlaşılacak isimler koymamaya dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu nedenle kız çocukları için, Büşra, Beyza, Selma, Esma, Ahsen, Rabia, Saliha, Salime, Adile... gibi kolay seslendirilen, yanlış yazma ve yanlış söyleme ihtimali olmayan tek isimler tercih edilebilir.

Çocuğun isminin güzel olması bir fazilet olsa da ahirette özel muameleye tabi tutulacağı söylenemez. Çünkü ahirette insanın göreceği muamele onun ameline göre olacaktır.

Sözün özü: Ebeveynler yavrularına karşı ilk görevlerini yerine getirirken, gayri müslim kimliğini çağrıştıran yabancı isim koymaktan kaçınmalı ki, mahşerde koydukları isimlerle çağrılan çocuklarının şikayetine muhatap olmasınlar. Bu konuda elbette bizim gibi düşünmeyenler de olabilir: "Tercih size aittir, kim neye layıksa onu bulur." demekten başka sözümüz olamaz onlara da.

Müddessir Sûresi'ndeki ayetin ikazı hepimiz için geçerlidir:

"Herkes kendi tercihinin sorumlusudur!.." (Müdessir, 74/38)

2 Evlenmeden önce, nişanlılık döneminde görüşmenin (telefonlaşma, bilgisayarla görüşme) ölçüsü nedir?

Sünnette bu hususta iki yol görüyoruz. Birisi, kişinin güvendiği bir kadını evlenmek istediği bir kıza bakması için göndermesidir. Enes bin Mâlik’in bu konuda şöyle bir rivayeti vardır:

“Resulullah (a.s.m.) Ümmü Süleym’i bakması için bir kadına göndermiş, ‘ayak üstlerine bak, ağzını kokla’ buyurmuşlardır.” Bu isteklerden gaye, bacaklarının düzgün olup olmaması, diğeri de ağız kokusunun olup olmadığıdır.1

Bu mesele iki taraflıdır, yani aynı husus kadın için söz konusudur. Evlenecek kız da, evlenme niyetinde olduğu erkeğe birisini göndererek, aradığı özellikler neyse onu öğrenebilir.

Evlenecek tarafların birbirini araştırmasının sünnetteki diğer bir şekli de doğrudan birbirlerini görmeleridir. Bunda erkek evleneceği kızın yüz ve beden güzelliğini öğrenir. Burada ancak yüzüne, ellerine ve boyuna bakabilir. Yüz güzelliğe, eller zerafete ve hayra delalet eder. Boy da uzunluk ve kısalığı hakkında kanaat verir.

Bu meselede Peygamberimizin (a.s.m) bizzat verdiği ruhsat vardır. Ebû Humeyd’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde ona bakmasında bir sakınca yoktur. Ancak evlenme niyetiyle bakması caizdir. Bunu baktığı kadın bilmese de hüküm değişmez.”2

Hattâ bu hususu Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) teşvik ettiğini de görüyoruz. Şöyle ki:

Muğîre bin Şûbe bir kadınla evlenmek istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), ona, “Git, onu gör. Zira görmek, aranızda âhenk olması bakımından daha iyidir.”3

Bir başka hadis-i şerifte de Peygamberimizin (a.s.m) nasıl yol gösterdiğini öğreniyoruz:

“Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman onunla evlenmesini teşvik edici özelliklerine bakabilirse baksın.”4

Bu hadis-i şerifler bakmanın lüzumunu, faydasını ve hikmetlerini anlatıyor. Bakma ve görüşme esnasında bazı sınırlamalar da vardır. Birincisi görüşme yeri ile alakalıdır. Bu meseleye şu hadis-i şerif ışık tutuyor:

“Sizden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Zira bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olacaktır.”5

Bunun için evlenmek düşüncesiyle görüşecek olan tarafların yanında mutlaka üçüncü bir şahıs hazır olmalıdır. Aksi halde “halvet” olarak tabir edilen “başbaşa yalnız kalma” söz konusu olur ki, bu caiz değildir. Bu görüşmenin içine konuşma, sohbet etme, tarafların birbirlerinden talep ve isteklerini dile getirmeleri de mümkündür. Çünkü gerek konuşmadaki tutukluk veya kekemelik, gerekse ses tonu; tarafların düşünce ve kültür seviyeleri daha çok konuşunca açığa çıkar.

Bu görüşme ve konuşmalardan bir müddet sonra tarafların birbirleri hakkındaki kanaat ve intibaları belli olur. Çok geçmeden kararlarını bildirirler. Dinî müsaade bir defalık görüşme için vardır. Üç-beş defa görüşme hem ciddiyetten uzaktır, hem de kurulacak ailenin sağlığı açısından bir faydası yoktur. Bu bakımdan yanlarında üçüncü bir kişi de olsa böyle sık görüşmeler doğru değildir.

Bu meseleye Şâfiî mezhebinin bakışı, aile müessesesinin vakar ve ciddiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Evlenmek isteyen kişinin, talip olmadan önce kıza bakması gerekir. Bundan kızın ve ailesinin haberinin olmaması lâzımdır. Bu şekilde davranmak kızın ve ailesinin şerefi açısından daha münasiptir. Eğer kızı beğenirse talip olur, böylece kız da, ailesi de incinmemiş olur. Makul ve tecrübeye şayan olan görüş de budur. Kızın izni olsun olmasın, bakmanın caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler de bu görüşü teyid etmektedir.6

Nikâha kadar bundan sonraki görüşmelerde, herhangi yabancı bir kadına bakmada olduğu gibi, şehevî bir duygu taşımamak kaydıyla bakmakta bir mahzurun olmadığı açıktır.

Dipnotlar:

1 Hâkim, el-Müstedrek, 2: 166.
2 Neylü’l-Evtâr, 6: 110.
3 Neseî, Nikâh: 17.
4 Hâkim, el-Müstedrek, 2: 165.
5 Buharî, Nikâh: 111.
6 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9: 24.

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

- EVLENMEK İSTEDİĞİ KADINA BAKMANIN SINIRI...

3 Aile hayatında (karı-koca ilişkilerinde) cinsel hayatın ölçüleri nelerdir?

Cevap 1:

İslam, kişinin bütün hayatını içine alan ve her konuyu değerlendiren bir dindir. Bu sebeple insanın hayatında önemli bir yer tutan cinselliği ve eğitimini de ihmal etmemiştir. Belirli ölçüler içerisinde helal dairesinde keyfe kafi gelecek şekilde düzenlemiştir.

Her problemlerini Hz. Peygambere (asm) sorup öğrenen sahabeler ve onların hanımları, cinsellikle ilgili sorunlarını da bizzat sorarak öğrenmişlerdir.

Nitekim, sahabeden birisi hanımına üreme organından olmak şartıyla arka tarafından yaklaşmak istemiş, ancak hanımı buna karşı çıkmış ve doğacak çocuğun şaşı olacağı şeklindeki Yahudi anlayışını da bahane göstererek itiraz etmişti.

Durum Peygamber Efendimize (asm) haber verildiğinde,

"Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!"(1)

ayeti gelmiştir.

Bu ayeti açıklayan Peygamberimiz (asm) de “üreme organından olmak şartıyla arkadan, yandan, üstten, alttan, istenildiği ve hoşa gidildiği şekilde cinsel ilişkiye girilebileceğini" ifade etmiştir.(2)

İslam, kişinin eşiyle cinsel ilişkisini şu durumlarda yasaklamıştır:

1. Âdet halinde ve lohusalı iken cinsel temas.

2. Eşinin dışkı yerinden yani anüsünden / zevceye arkasından yaklaşmak büyük günahlardandır. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Allah bir kadının dübüründen münasebette bulunana rahmet nazarıyla bakmaz."(İbni Mace, Beyhaki)

Dinimizin bunların dışındaki cinsel ilişkiyi, üreme organından olmak şartıyla her türlü şekline müsaade ettiğini ve haram kılmadığını anlıyoruz. Eşlerin birbirini yalama, okşama, dudaklarıyla, oral yolla ve elleriyle cinsel ilişkiye hazırlamak için vücutlarının değişik yerlerine yaptıkları her türlü hareketin haram olmadığını söyleyebiliriz.

Ancak kesin bir yasağın olmaması, bazı tavsiyelerin de olmadığı anlamına gelmez. Cinsel ilişki esnasında dikkat edilmesi tavsiye edilen hususlar şunlardır:

1. Eşlerin cinsel ilişki esnasında üstlerine bir örtü almaları.(3)

2. Eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmamaları.(4)

3. Cinsel ilişki anında az konuşmaları.(5)

Bu tavsiyelere uymak güzel olmakla beraber, üreme organından olmak şartıyla her türlü sevişme ve ilişki caizdir.

Cevap 2:

Öpme, okşama dışında tam olarak cinsel temas yapılamaz, yapılırsa mekruh olur. "Eşlerin birbirine her yerleri mübahtır, haram değildir." şeklindeki bir hüküm doğru değildir; kadına anüsten yaklaşmak (ters ilişki) Ehl-i sünnete göre caiz değildir. Ağız da cinsel temas için değil, başka işler için var edilmiştir; oradan cinsel temas yaratılış amacına da, fıtrata da ters düşer, fıtratları bozulmamış olanlar bundan nefret ederler.

Bu konuda kadının âdetli olup olmaması önemli değildir. Âdetli kadınla cinsel beraberlik caiz olmaz. Ancak kadının diz kapağıyla göbeği arası örtülü olmak şartıyla, ondan istifade etmek caizdir.

Ayrıca bu hâldeki kadın kocasını eliyle teskin edebilir. Hz. Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Eşleri olan bizlerden biri âdet gördüğü zaman, Allah'ın Resulü (göbekle dizler arasına örten) genişçe bir örtü örtünmesini emreder, sonra da onun göğüslerine yönelirdi."(Nesai, 1/189.)

Dipnotlar:

1. Bakara Suresi, 223.
2. bk. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ve İbni Kesir’in Tefsirlerinin Bakara 233. ayetin tefsirine.
3. Kenzu’l-ummal, VI/415.
4. İbn Mace, Nikah, 28.
5. Feyzu’l- Kadir, 1/327.

4 Çocuklara isim verirken nelere dikkat etmek gerekir? Taha ismi uygun mu; ne anlama gelmektedir?..

Taha ismini çocuklara vermekte bir sakınca yoktur.

TAHA : (Ar.) Er. - Kur´an-ı Kerim´in 20. suresi. Hz. Ömer (ra)´e Müslüman olmadan önce okunan ilk sure. Hz. Ömer (ra) bu sureden etkilenmiş ve Müslüman olmuştur.

"Tâ-Hâ" buyruğunun anlamı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebu Bekr es-Sıddîk (ra): Bu "sırlardan bir sırdır" demiştir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir. İbn Abbas: "Ey adam" demektir der. Bunu da el-Beyhakî zikretmektedir.

Bu lafız her ne kadar başka bir dilde de bulunmakta ise de Arapça'dır. Ve bu Akk, Tay' ve Ukllüler ara­sında bir Yemen bölgesi şivesidir.

Bunun yüce Allah'ın isimlerinden bir İsim ve O'nun adına yaptığı bir ye­min olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde İbn Abbas rivayet edil­miştir.

Tâ-Hâ
'nın, yüce Allah'ın Peygamber (asm)'e -ona Muhammed adını verme­si gibi- verdiği bir isim olduğu da söylenmiştir. Peygamber (asm)'ın şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir:

"Benim, Rabbimin nezdinde on tane ismim vardır..." diye buyurmuş ve bunlar arasında Tâ-Hâ ile Yâsîn'i saymıştır. (Suyûtî, ed-Durru't-Mensûr, V, 551)

Şöyle de denilmiştir. Bu lafız, bu sûrenin adıdır ve bu sûrenin anahtarı du­rumundadır. Yüce Allah'ın, bilgisini özel olarak Rasûlüne verdiği Allah'ın ke­lâmının kısaltılmışı olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre Tâ-Hâ, mukatta' harflerden olup bu harflerin her biri bir anlama delâlet etmektedir. Bu harflerin hangi anlamda oldukları hu­susunda da görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre "Tâ" Tûbâ ağacıdır, "Hâ" ise ateşin bir adı olan "Hâviye" demektir, Araplar bazen bir şeyin bir bölümü­nü zikrederek onun tümünü kastederler. Sanki bunlarla yüce Allah, cennet ve cehenneme yemin etmiş gibidir.

Said b. Cübeyr dedi ki: "Tâ" Peygamber Efendimizin (asm) Tâhir ve Tayyib isim­lerinin başlangıcıdır, da onun Hadi isminin başlangıcıdır.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" ey ümmetine şefaati tama' eden, "Hâ" ise ey yüce Allah'ın kullarını hidayete ileten demektir.

"Tâ"nın taharetten, "Hâ"nın hidayetten kısaltma olduğu da söylenmiştir. Sanki yüce Allah Peygamberi (sav)ne: Ey günahlardan tahir (temiz) ve insan­ları gaybları en iyi bilene hidayet eyleyen kişi, diyor gibidir.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" gazilerin davullannı (tubûl) "Hâ" ise onlann kâ­firlerin kalplerindeki heybetini ifade eder. Bunu da yüce Allah'ın şu buyruk­ları açıklamaktadır:

"O kâfirlerin kalplerine korku salacağız..." (Âl-i İmran, 3/151);

"Kalplerine de korku saldı..." (Ahzâb, 33/26)

"Tâ"nın cennet ehlinin cennetteki Urab'ı (sevinci), "Hâ"nın da cehennem ehlinin cehennem ateşi içerisindeki hevânı (aşağılıkları) demek olduğu da söy­lenmiştir.

Altıncı bir görüşe göre "Tâ-Hâ", hidayet bulan kimseye ne mutlu demek­tir. Bu görüş Mücahid ile Muhammed b, el-Haneftyye'ye aittir.

Yedinci bir görüşe göre "Tâ-Hâ" sen yeryüzüne bas, demektir. Çünkü Pey­gamber (asm) ayakları şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül edi­yor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek gereğini duyuyordu. O bakımdan ken­disine yere bas denildi, yani sen bu şekilde dinlenme ihtiyacını görecek ka­dar kendini yorma! Bunu da İbnu'l- Enbarî nakletmektedir.

Kadı Iyad'ın "eş-Şifa" adlı eserinde naklettiğine göre er-Rabi' b. Enes şöy­le demiş: Peygamber (asm) namaz kıldığında ağırlığını bir ayağına verir, di­ğerini rahat tutardı. Bunun üzerine yüce Allah ona: "Tâ-Hâ" yani ey Muham­med yere bas, "Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik." buyruk­larını indirdi.

ez-Zemahşerî dedi ki: el-Hasen'den bunu "Tahh" şeklînde okuduğu ve bu­nun da yere basmak emri diye açıklandığı nakledilmektedir. Bu rivayete gö­re, Peygamber (asm) teheccüd namazı kıldığında ağırlığını bir ayağına veri­yordu. Ona her iki ayağını da yere basması emri verildi. Bu okuyuşun aslı sakin hemze olup onun hemzesi "he"ye kaib edilmiştir. Nitekim; deki hemze "elife kalb edilmiştir. Şu mısraın bir bölümünde de ("la"dan sonra­ki kelime) hemze "elif"e kalb edilmiştir:

"Bu nimetleri afiyetle içinize sindiremiyesin..."

Sonra buna binaen bu emri yapmıştır; sonundaki "he" ise sekt (susarken telaffuz edilen) "he"sidir.

(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami'l-Kur'an, Buruc Yayınları: 11/294-297.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara isim verirken nelere dikkat etmek gerekir?

5 Yeni doğan çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması konusunda bilgi verir misiniz?

Çocuk dünyaya geldikten sonra ilk fırsatta dinî bilgisi olan kimse çağrılır, çocuk kucağına verilir. Sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunur. Sonra da şöyle dua etmesi sağlanır:

"Allah’ım, bu yavruyu İslâm fidanlığında biten güzel bir fidan olarak büyüt, İslâmî hayatta ebedî ve sabit kıl."

Bu sıralarda çocuklarına bakan ana-baba, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğulları İsmail ve İshak’a bakarken okuduğu şu duayı okurlar:

"Elhamdülillahillezî vehebe lî ale’l-kiberi İsmâile ve ishak. İnne Rabbî lesemîu’d-duâ."

“Bana bu evladı ihsan eden Allah’a hamd eder, minnet ve şükranlarımı takdim ederim...”

İlave bilgi için tıklayınız:

- Yeni doğan çocuğun / bebeğin kulağına ezan ve kamet okunması hakkında bilgi verir misiniz?
 

6 Eşlerin cinsel görevden kaçınması günah mıdır? Erkek veya kadın hasta iken eşinin cinsel isteğine hayır diyebilir mi?

1. Zulmetmek sadece dayak atmak demek değildir. Evlilikte asıl zulüm, cinsel iktidarı olmayan birinin evlenmesi veya eşini cinsel yönden tatmin etmemesidir. Böyle birinin evlenmesi caiz olmaz.

2. İslam'dan önceki Arapların kadına, kız çocuğuna, soyca düşük saydıklarına, gariplere, kölelere,.. karşı haksız, sert, insafsız, ölçüsüz davranışları vardı. İslam bunları yasakladı, Peygamberimiz (asm) de yeni topluluğun "sevgi, barış, merhamet ve dayanışma" dini olan İslam'ı, özümseyerek yaşamaları ve gelecek nesillere aktarmaları için bir ömür boyu gece gündüz gayret etti, çaba gösterdi. Buna rağmen eski kötü huyları ve alışkanlıklarına dönenler olurdu ve Peygamberimiz (asm) onları "Sende hâlâ İslam öncesi kültürün izleri var." diye uyarırdı.

Kadınlar ile erkekler arasında birçok bakımdan farklılıklar bulunsa da "insan olmak" bakımından farkları yoktur. Hangi cinse mensup olurlarsa olsunlar, insanlar gerekli bilgi ve olgunluktan yoksun iseler zaaflarına boyun eğerler, akıl, vicdan ve dinin emirleri dışına çıkarlar.

İslam'ın ilham ettiği cemiyet düzeninde aile "olmazsa olmaz" bir birimdir. Ailenin üzerine yüklenen pek çok vazifenin gerçekleşmesi, ailede düzenin olmasına bağlıdır. Bu düzen de "ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olan kocanın aile reisliği altında sevgi, şefkat, dayanışma, danışma ve güven" temellerine oturtulmuştur.

Ailenin izin isteyen üyesine aile reisi izin vermezse üç durum ortaya çıkar: İzinsiz gitmek ve yapmak, izin vermemek haklı olmasa bile katlanıp sineye çekmek, haksızlığı ortadan kaldırmak için şahsi gayreti veya yakın çevrenin hakemliği ile çözüm aramak.

İnsanların birbirine zarar vermemeleri, eziyet etmemeleri, haksız baskı uygulamamaları konusunda birçok ayet ve hadis yanında yalnızca şuna dikkat çekiyorum:

"Müslüman, diğer müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir." (Buharî, İmân, 4; Rikâk, 26; Müslim, İmân, 65; Ebû Dâvud, Cihâd, 3; Tirmizî, Kıyâme, 53, İmân,13)

Daha özel olarak da, "cinsel temasta kadının da duygu ve tatmininin gözetilmesini, horoz gibi çıkıp inme yapılmamasını" (bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) 6/323) buyuran hadisi hatırlalayalım.

Şimdi bu ayetin ve hadisin yanına "Koca istediğinde kadın gelmezse lanetlenir." (Buharî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120) mealindeki hadisi koyalım ve birlikte değerlendirelim: Bu hadislerden şu sonuç çıkarılabilir mi: "Kadın istesin istemesin, rahatsız olsun, eziyet görsün görmesin, kocanın dini ve ahlaki bir kusurundan dolayı ona tavır koymuş olsun olmasın, çağırınca koşacak, koşmazsa lanetlenecek!"

Elbette böyle bir sonuç çıkarılamaz. Lanetin bir sebebi olabilir ki, o da "ortada meşru bir mazeret olmadığı halde kadının, bazı isteklerini elde etmek veya kapris yüzünden cinselliğini kullanması"dır.

Bunları kuşatan ve aşan bir ayet meali şöyledir:

"Kadınlara karşı, örf ve adetlere uygun davranın." (Nisâ, 4/19).

Burada ölçü olarak verilen "örf ve adetler" Müslümanların yaşadığı farklı zaman ve mekanlarda ilişki kurallarının da kısmen değişebileceğini gösteriyor.

3. Eşlerin cinsel görevden kaçınmaları caiz değildir.

Kadının cinselliğinden yararlanmak kocanın hakkı olduğu gibi, erkeğin cinselliğinden yararlanmak da kadının hakkıdır. Kadın bu hakka riayet etmediği takdirde günahkar olmuş olur. Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları bir derece daha fazladır." (Bakara, 2/228)

Bu ayette bahsedilen "bir derece", cinsellik konusunda değildir. Cinsellik konusunda erkek-kadın eşittir. Erkeğin bir derece daha haklı olduğu konu onun kadını gözetmesi, malını koruması, onu idare etmesi, ailenin yükünü çekmesi açısındandır.

Allah Resulu (asm) buyuruyor:

""Kocası yanında iken onun iznini almadan bir kadının nafile oruç tutması helâl olmaz. Kadın, kocasının izni olmadıkça, evine hiç kimsenin girmesine izin veremez." (Buhârî, Nikâh 86; Müslim, Zekât 84)

"Kişi cinsel ilişkide karısını çağırdığı zaman, karısı ocak başında yemek pişiriyorsa da kocasının davetine cevap versin." (Tirmizî, Radâ` 10)

"Kişi karısını yatağa çağırdığı zaman (bir özrü olmadan) kadın gelmekten kaçınır, kocası da bu sebeple ona kırgın olarak gecelerse, melekler sabaha kadar o kadına lanet ederler." (Buharî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120)

"Size cennetlik kadınları tanıtayım mı? Onlar bir hata ettikleri veya kocaları tarafından bir haksızlığz uğratıldıkları zaman kocalarına karşı: 'Seni hoşnud etmedikçe uyumayacağım.' diyebilen kocalarına düşkün kadınlardır." (Tefsir-i Kurtubi, III/124)

Aynı şekilde kocanın cinselliğinden yararlanmak da kadını hakkıdır. Bu hakkını almasına yardımcı olmak da kocasının görevidir. Kocanın bu görevini yapmaması, onu suçlu ve günahkar yapar. (Tefsir-i Kurtubi, III/124) Hatta koca cinsel görevini yapamadığı zaman, kadın mahkemeye başvurup boşanabilinir. Bu hak erkeğe de verilmiştir.

Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. (bk. Suyutî, el Camiu's-Sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323] Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir.

Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Demek ki eşler arasında cinsel görevden kaçınma yoktur. Bu açıdan taraflardan her biri eşine karşı olan cinsel görevini yerine getirmelidir. Ancak eşlerden birinin meşru bir mazereti varsa ya da biyolojik veya psikolojik olarak hazır değilse, bu konuda eşlerin anlayışlı olmaları gerekir.

4. Yüce Allah evli eşlerin karı-koca hayatını meşru kılmıştır. İslamî edep sınırları içinde kalan eşlerin, kendi aralarındaki cinsel hayatının ayıplanma ve kınanma yönünün bulunmadığı da belirtilmiştir. (bk. Mü'minûn, 23/6.) Ancak özellikle kadını fizik ve ruh sağlığı bakımından korumak gayesiyle, evli eşlerin cinsel hayatına da bazı sınırlamalar getirilmiştir.

Kadının, aybaşı ve lohusalık günlerinde, hacda ihramlı olduğu sürece, dolaylı boşama yöntemleri olan zıhar veya îla, durumunda bunlara ait kefaret cezası yerine getirilinceye kadar kocası ile cinsel ilişkide bulunması caiz değildir. Böyle durumlarda kadın eşini reddetmelidir.

Ayrıca hastalık, zayıflık ve güçsüzlük gibi bir sebeple cinsel ilişkiye dayanamayan ve bu yüzden istemeyen kadın da cinsel ilişkiden sakınabilir. Hatta böyle bir durumda kadınla cinsel ilişkiye girmek ona zarar vereceğinden erkek sorumlu olur. (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-dürriyye I/26.)

Kadının sağlık, biyoloyik, psikolojik gibi nedenlerden dolayı eşiyle cinsel ilişkiden sakınma hakkı vardır. Bu konularda eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa, dindar ve uzaman bir doktorun vereceği karara göre haraket etmeleri gerekir.

Erkeğin eli vb. şeylerle kendini tatmin etmesi caiz olmadığı gibi, kadının da bu yolla tatmin araması câiz değildir. Ancak koca, karısının eli ile ya da vücudunun diğer yerleri ile tatmin olabileceği gibi, karısını da bu yolla tatmin edebilir. (Serahsî, Mebsût X/159.) Bu açıdan herhangi bir nedenle eşiyle ilişkiye girmeyen erkek, eşinin yardımıyla cinsel ilişkiye girmeden tatmin olabilir.

7 Kadının aile içerisindeki sorumlulukları ve kocasına karşı görevleri nelerdir?

Kadının Kocasına Karşı Vazifeleri: 

1. Kanaat. Çünkü kanaatkar olmak kalp rahatlığının sebebidir. Bir kadın arsızlık ve açgözlülük ederek efendisini, kendisinden ve evinden soğutmaktan sakınmalıdır. Kanaat; kafi gelecek miktar ile yetinmek, tamahkarlık etmemek demektir.

2. Kocaya itaat. Peygamberimiz (a.s.m.) 

"Bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer." (İbn Mace, Nikah, 4)

buyurmuşlardır.

3. Temiz olma. Kocanın göreceği yerlere itina ile dikkat etmek ve temizlemek. Bilinmelidir ki, güzellik ve temizliği getiren şeylerin en güzeli sudur. Daima güzel kokular sürünmeli.

4. İhtiyaçların karşılanması. Kocanın yemek yiyeceği vakte dikkat etmek, uyku saatini geçirmeme. Kocanın âdeti nasılsa o zamanlarda yemek ve yatağını hazırlamak

5. Malın korunması. Kocanın mal ve eşyasını korumak, çünkü mal ve eşyayı korumak iş bilmekten geçer.

6. Akrabaya saygı. Kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmek. Çünkü kadının kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmesi, güzel idare ve tedbirden ileri gelmektedir.

7. Sır saklanması. Kadın kocasından edindiği sırrını hiç kimseye duyurmaması. Eğer duyuracak olursa kocasının itimadını kaybeder. Kadında ondan emin olamaz.

8. Saygı ve hürmet. Kocanın emrini yerine getirmek. Ona karşı çıkmama ve asi olmamak. Eğer ona karşı gelecek olunursa onu kendine kinlendirip düşman yapma ihtimali yüksektir.

Ayrıca bir koca hanımını istediği şeye zorlaması da caiz değildir ve kadın bu gibi şeyleri dinen yapmak zorunda değildir. Mesela, bir kadın yemek yapmak veya kendi çocuğuna bakmak zorunda değildir. Ama ailenin huzuru ve selameti için, aile fertleri arasında karşılıklı hürmetin tesisi için, kadının meşru ve müspet olanı (kendi hoşuna gitmese de) yapması elbette güzeldir.

Aile İçinde Karı Kocanın Görev Paylaşması 

İslam'da aile, korunması gereken kutsalların başında yer alır. Bu sebeple aile başı boş bırakılmamış, bireylerini koruyacak biri aile reisi olarak en başta sorumlu tutulmuştur. Bu sorumlu kimse, sözünü dinletecek güç ve kuvvette olmalı ki, ailede haddi aşanları meşruluk çizgisinde muhafaza edip sözünü dinletebilsin. Bu da aile içinde etkisini herkese kabul ettirecek güçte olan baba ve koca olacaktır.

İslam’da ailenin bu reisi, başına buyruk kimse değildir. Tam aksine reisi olduğu ailenin sorumluluklarını olanca ağırlığıyla yüklenen, geçimini temin etme görevini de omuzlarına alan kimse demektir; yani baba ve kocanındır dışarıda çalışıp ailenin geçimini temin etme sorumluluğu. Hanım aile reisi gibi dış işlerinde çalışarak , geçim temin etme zorunda değildir.

Efendimiz (asm) Hazretleri, kızı Fatıma (ra) ile damadı Ali (ra)’yi evlendirdiği sırada, evin iç işlerini kızı Fatıma’ya, dış işlerini de damadı Ali’ye verirken şu tavsiyede bulunmuştur:

"Çeşmeden su getirmek, hamur yoğurup ekmek yapmak, evin temizliğini yapıp iç işlerini düzenlemek Fatıma’ya aittir. Dış işleri de Ali’nin sorumluluğundadır!.."

Bununla beraber, bey ev işlerine de yardım edebileceği gibi, hanımın da dış ilerinde beye destek olması da caiz görülmüştür. Nitekim Efendimiz (asm) Hazretleri ev işlerinde ailesine yardım etmiş, hatta evdeki bu yardımın ümmetine de sünnet olduğu kitaplarımızda ifadesini de bulmuştur.

Kadın Kocasına Yemek Yapmak Zorunda mıdır?

Kadının yiyecekleri, elbisesi, oturacağı yerden ibaret olan nafakası, meşrû şartlar dâhilinde kadının nikâhlı kocasına aittir. İsraftan sakınmak gerekir. Zira Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Kocanın malından, iyilikle sana ve çocuğuna yetecek kadar al.” buyurmuşlardır.

Hanımların yemek ve ekmek pişirmesi, elbise yıkaması, oda süpürmesi, ev işlerini tertip ve düzenlemesi, kocasının yükünü hafifletmeye çalışması ahlaki birer görevdir ve şerefli bir hizmettir. (Hukuku İslamiyye Ö. N. Bilmen 2/483)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem kızı Fatıma'ya: "Kızım sen ev işlerini, Ali de dış işleri görsün." buyurdu.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem her şeyde olduğu gibi aile hayatında bize en güzel örnektir. Bu günkü aile sıkıntılarımızın başında Kur'an ve sünnetten ayrılmamız gelir.

Anne Çocuğu Emzirmeye Zorlanır mı?

“Çocukların, annelerinin nafakaları ve elbiseleri kendileri için çocuk doğurdukları (kocaları) üzerinedir." (Bakara, 2/233)

Bir anneye doğurduğun çocuğu emzir diye cebrolunmaz. Ancak çocuk anasından başka kadınları emmez ise cebrolunur. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler.”(Bakara, 2/233) buyurmuştur. Bu ayet-i kerime, kadınların çocuklarını emzirmelerine delildir.

Annesi çocuğunu emzirmediği müddetçe babası ücretle bir sütanne tutup, annesinin yanında çocuğu emzirir. Zira çocuğu koruma ve terbiye etme hakkı annenindir.

Çocuğunu emzirmek, anne üzerine diyaneten lazımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de geçen, "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler." ifadesi, haber sigası ile tekitli emirdir.(Mevkufat, 1/597)

Kadın Eşinin Ailesine İyi Davranmalı

Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de, eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ, "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 55/60) buyuruyor.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:

"İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olandır."

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, Tirmizi, Birr 16)

"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (bk. Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16)

Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır.

Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur." diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır.

Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar.

Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Masiyette hiç kimseye itaat gerekmez.

Diğer taraftan, herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlrdan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan aklıselim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever.

Çalışan kadın iş gereği, işin zaruri kıldığı ölçüler içinde erkeklerle beraber ve yan yana olabilirler. Ancak, bu beraberlik zaruret sınırını aşmamalı ve ihtilat (karışım) çerçevesine girmemelidir. İş yerlerinde amirler bu ölçüye özen göstermeli, Müslüman (dindar ) kadınları gereksiz ihtilata zorlamamalı, bunun için baskı yapmamalı, iş arkadaşları da kadınlara anlayış göstermelidirler.

Şehirler arası seyahatlerde kadınlarımızın yanına yabancı erkeklerin oturtulmaması, ikinci bir kadın bulunamadığı zaman koltuğun maddi fedakarlık yapılarak boş bırakılması takdire şayan bir davranıştır. Bu titizliğin devlet dairelerinde ve iş yerlerinde de gösterilmesini beklemek Müslüman (inandığını yaşamak isteyen) kadınların hakkıdır.” (Hayreddin Karaman, Kadın ve Aile, s, 98)

Evet, İslam’ın aile anlayışındaki ölçü aşağı yukarı böyledir: Bey evin dış işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamalı, hanım da iç işlerini ve hizmetlerini görmelidir. Aralarında yardımlaşma her zaman mümkündür. Ancak hanım dış işte çalışma zaruretini duyarsa, bunun şartlarını beyiyle konuşup birlikte karar vermeli, çalışma mekân ve şartları müsait değilse bunda ısrarcı olmamalı, ailenin mutluluğunu en başta tutmalıdır

“Erkek, kadın, inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl, 16/97)

“... Ben sizden erkek ya da kadın olsun çalışan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz...” (Âl-i İmran, 3/195)

8 Sıkıntılar için dua ve sabır konusunda bilgi verir misiniz?

Allah'tan, sabır (oruç) ve namaz ile yardım dilemenizi tavsiye ederiz.

İnsan, maruz kaldığı sıkıntılı tekdirlere nefsinin isyan etmeyip itaat etmesi için duâ etmeli, hakkında hayırlısını dilemelidir. Peygamberimiz (asm) böyle sıkıntı içinde kalan kimseye dua tavsiye buyurmuştur. Onu okumalı, Allah'a teslim olmalıyız. Duâ şöyledir:

"Bismillâhi alâ nefsi ve mâlî ve dînî. Allahümme raddınî bi-kadâike ve bârik lî fîmâ kuddire lî, hattâ lâ uhibbe ta'cîle mâ ahhartehu ve te'hîra mâ acceltehu."

"Allah'ım, senin ismine malımı, dinimi ve nefsimi emanet ediyorum. Allah'ım, hükmüne beni razı kıl, kaderimde olanı bana mübarek kıl ki, te'hir ettiğinin acelesini, acele ettiğinin de te'hirini istemeyeyim. Nefsimin isyanını önle, teslimini sağla."

Allah'a içinizden geldiği gibi dua edebilirsiniz. Ama duaların kabul olması için bazı hususlara dikkat etmek gerekir.

- Evvela, dua kabul çerçevesi dahilinde olacak.
Sonra, samimi ve günahsız bir ağızla olacaktır.
Mümkünse abdestli ve helal lokma alınmak suretiyle bereketlenecektir.
Mübarek mevkilerde, özellikle mescit ve camilerde,
- Mübarek zamanlarda, özellikle ramazan ayı ve Kadir Gecesi, Berat Gecesi gibi mübarek gecelerde,
- Namazlardan sonra, özellikle sabah namazından sonra dua edilmesi,

kabule karin olması hikmet-i ilahiye ve rahmet-i ilahiyece matluptur. Bu şartlardan uzaklaşıldığı taktirde de duanın tesiri azalacaktır.

Onların verdiği sıkıntılara sabretmekle günahlarınızın affedileceğini ve sevap kazanacağınızı düşünün. Size neden sıkıntı verdiklerinin gerçek sebebini bulmaya çalışarak o hususlara dikkat ediniz.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155)

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Peygamber Efendimiz,

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet, 1) buyurarak, sabrın nice güzellikleri görmeye vesile olacağına dikkat çekmiştir.

Büyüklerimiz de:

"Sabreden başarıya ulaşır' ;
"Sabır başarının anahtarıdır";
"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir";

 

diyerek, sabrın faziletini anlatmışlar.

Ayrıca, Hz. Peygamber (asm);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır.

Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (asm);

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

diye dua etmiştir.

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (asm) 

"Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." (Beyhaki Şuabul İman, Hadis Nu. 9603)

buyurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla âyetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Müminler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, müminin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (Â'raf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (asm) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiçbir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43)

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"... Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (el-Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz buyuruyor:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiçbir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/307)

Ayrıca Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Müminin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mümine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzü's-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

9 Çocuğun anne ve baba üzerindeki hakları nelerdir?

İnsanların bu dünyada ekonomik imkanları aynı olmadığı için, bütün çocukların da ekonomik yönden aynı şartlar altında yetiştirilmesi mümkün değildir. Ancak çocuğun zaruri olan maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için İslam dini belirli hükümler koymuştur.

Mesela, çocuğun iki yaşına kadar anne sütü içirilmesi, çocuğun İslam ahlakıyla yetiştirilmesi, çocuğa güzel giysiler giydirilip temiz yataklarda yatırılması, helal rızık ile beslenmesi, güzel isim hakkı, sünnet olma hakkı, güzel terbiye edilme hakkı, eşit muamele hakkı, farzı ayn ilimleri öğrenme hakkı, yazı öğrenme hakkı, Kur'an öğrenme hakkı, sanat ve zanaat öğrenme hakkı, yüzme ve atıcılık gibi sünette yeri olan sporları öğrenme hakkı, oyun hakkı, evlendirilme hakkı gibi hususlar getirilmiştir.

Bir kimse, çocuğu olduğu vakit müjdelenince onu bir nimet bilip, Allah'a hamd etmeli, Hadis-i şerifte:

"Evlad kokusu, cennet kokusudur." (Câmiü’s-Sağîr, 2/2285)

"Evlad dünyada nur, ahirette sürurdur." (Câmiü’s-Sağîr, 2/2285)

buyurulmuştur. Çocuğu beyaz elbiselere sarmalı. Çocuğun ağlamasından, anası ve babası üzülmemelidirler.

Erkek çocuk olunca sevinip de, kız olunca üzülmek yersizdir. Çünkü, bunların hangisinin daha hayırlı olacağını Allah'tan başka kimse bilemez. Aksine olarak, kız çocuğunda daha fazla memnuniyet göstermek lazımdır. Zira, Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, çocuktan bahsederken, kız çocuğunu takdim ederek, mealen şöyle buyurmuştur:

"... Allah, dilediğine kız, dilediğine erkek evlad verir." (Şura, 42/49)

Bu ayet-i kerime, kız çocuğunun erkek evladdan hayırlı olduğuna delalet eder.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Bir kimsenin bir kız evladı olsa da, onu İslam adabı ile terbiye etse ve Allah'ın kendisine verdiği nimetlerle büyütse, Allah Teâlâ, o kişiyi cehennem ateşinden korur." (Taberani, Mu’cemu’l Kebir, 9/45, H. No: 10295)

"Bir kimsenin üç kızı olup da, onları besler, merhamet eder, terbiye ederse, cennet ona vacib olur." 

(Ebu Davud, Edep, 120, 121)

 

Kızını ve kızkardeşini besleyenler hakkında şöyle buyurulmuştur:

"Bir kimsenin bir kızı ve üç kız kardeşi olup, onlara ihsanda bulunursa, cennette ben onunla beraber olurum." (Taberani, Mu’cemu’l Evsat, 17/24, H. No: 8393)

Resulullah aleyhisselam, bunu söylerken şehadet parmağı ile orta parmağını göstermiştir; yakın olacağından kinayedir.

Diğer hadis-i şerifte:

"Birinin, üç kızı ile üç kızkardeşi olur da onların ezalarına sabrederse, Allah Teâlâ o kimseyi Cennet-i alaya (en yüksek makama) ulaştırır."

buyurunca, bir adam:

"Ya Resulallah! İki kızı olsa da cennet'e girer mi?" dedi. Resulullah aleyhisselam:

"Bir olsa da yine Cennet'e girer." buyurdu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned,22/150 ; Buhari, el-Müfred, Riyad, 1419/1998, 1/45; Hakim, Müstedrek (Telhis’le birlikte), 4/195 )

- Çocuk dünyaya gelince, sağ kulağına ezan,sol kulağına kamet okumak. Hz. Peygamber'in aleyhisselam torunu Hz. Hasan dünyaya geldiği zaman kulağına ezan okuduğu rivayet edilmiştir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunması, bu çocuğa bir çok fayda sağlar.

Buhari’nin rivayetine göre, Efendimizin baldızı, Hz. Zübeyr’in hanımı  Hz. Esma İslam döneminde ilk çocuğu Abdullah b. Zubeyr’i doğrunca onu resulullah’a götürmüş; Hz. Peygamber de bir hurmayı kendi ağzında çiğnedikten sonra çocuğun ağzına vermiş, onunla ağzını açmıştır. ‘Sonra da ona bereket (mübarek olması, her cihetle bereket bulması) için dua etmiştir…” (bk. Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45)

Anneler, babalar çocuklarının yüzlerine bakınca Sure-i İbrahim'deki Hz. İbrahim'in aleyhisselam duası olan şu mealdeki duayı okumalıdırlar:

"Hamd olsun o Allah'a ki, bana ihtiyarlık halimde İsmail'i, İshak'ı ihsan buyurdu. Şüphe yok ki, Rabbim her halde duayı işitiyor."

- Çocuğa güzel isim koymak. Çünkü, kıyamette herkes ismi ile çağırılacaktır. Hadis-i şerifte:

"Allah indinde sevgili olan isimler, (Abdullah, Abdurrahman)'dır."

(Müslim, Adab, 2, (2132); Ebu Davud, Edeb 69)

buyurulmuştur. Mehmed, Ahmed gibi medhi anlatan isimlerle çocuklara ikramda bulunulması; meşru olmayan (çirkin mana taşıyan) isimlerin değiştirilmesi hakkında hadisler rivayet edilmiştir. (Çocuklara kafir isimleri verilmemelidir. Bir de uydurma isimlerden de sakınmalıdır. Cengiz, Temuçin, Atilla, Ateş, Alev, Özbay gibi)

- Çocuğu olanın bir hafta sonra, başındki tüyleri kırkıp altın veya gümüş para ile tartarak o parayı fukaraya tasadduk etmesi. Çünkü, Hz. Hasan dünyaya gelince Resulullah aleyhisselam, kızı Fatıma'ya, tüyünü kırkıp, o zamanın parasiyle tartmasını ve onu tasadduk etmesini emir buyurdu.

- Yedinci günü sünnet edilebilir. Çünkü, çocuk taze iken yarası çabuk iyileşir. Yedinci gününden yedi yaşına kadar sünnet etmek müstehaptır.

- İmam Muhammed'e göre, akika kurbanı kesmek vacibtir. İmam Şafii'ye göre ise, sünnettir. Diğer imamlara göre, müstehaptır. Kesilecek kurban, erkek için iki koyun, kız çocuk için bir koyun olmalıdır.

Akikanın kemiklerini kırmamalı ve koyunun bir budunu ebe kadına verip, kalan kısımlarını fukaraya tasadduk etmelidir. Akikayı yedinci veya on dördüncü günde yapmalı, çocuğun ismini de bu müddet içinde takmalıdır.

Çocuk, Allah tarafından anaya, babaya her hususta temiz olarak verilmiş bir emanettir. Ebeveyn, çocuklarını terbiye hususunda dikkatli davranırsa, çocuklarını maddi manevi yüksek mertebelere çıkarmış olurlar. Aksi takdirde, çocuklarını helake sürükleyecekleri gibi, kıyamet gününde kendileri sorumlu olacaklardır. Çocuğuna dünyada iyi edep öğretmemek günahtır.

Âile efradını, çocuklarını terbiye etmeyip, İslami hususlarda cahil bırakan ana ve babadan, çocuklar Allah huzurunda davacı olacaklar ve şöyle diyeceklerdir:

"Bizi, anamız, babamız cahil bıraktı. Haram lokma yedirdi. Haram elbise giydirdi. Biz, bunları bilmiyorduk. Hakkımızı onlardan al."

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyun” (Tahrim, 66/6)

mealindeki ayet, çoluk-çocuğunun cehennemden kurtulmalarını sağlamaya yönelik her türlü sorumluluğunun olduğunu göstermektedir. Bu sorumlulğun hem babaya hem de anaya ait olduğunu gösteren şu hadis-i şeriftir: “Hepiniz çobansınız/gözetmensiniz ve hepinizi elinizin altındakilerden sorumlusunuz..” (Buhari, Nikah,91) manasındaki meşhur hadisten de ana-babanın bu sorumluluğunu anlayabiliriz.

Bazı alimler, bu gibi ayet ve hadislere dayanarak “kıyamet günü Allah babalardan dolayı çocukları sorguya çekmeden önce, evlatlardan ötürü babaları sorguya çeker” demişler. (bk. İbn Kayyım el-Cevziye, Tuhfetu’l-Mavdud bi Ahkami’l-Mevlud,Dımaşk, 1391/1971, 1/229)

İnsanın, evladına verdiği en büyük hediye, terbiyedir. Doğan çocuk, bir süt anaya verilecekse bunun iyi, akıllı, kanı temiz, huyu güzel, itaatkar bir kadın olması uygun olur. Çünkü, kadının sütü çocuğun huyuna tesir eder.

Nitekim, insanlarda yemeklere göre hal değişikliği olur. Yani haramdan haramzade olur. Nasıl ki, tohum iyi olursa, ekin de iyi olur. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Haramdan çekinin. Çünkü, haramın binası er geç harab olur."

(bk. Beyhaki, Şuabu’l-İman, Riyad, 1423/2003, 13/229)

Çocuk konuşmaya başladı mı, evvela kelime-i tevhidi, yani "La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah" cümlesini öğretmeli. Mü'minun suresinin yüz on altıncı ayetini yedi defa, sonra Âyete'l-Kürsi'yi, Haşr suresinin on üç ayetini okutmalıdır. Çocuğa bunları okutmakta şu faydalar vardır:

Çocukta haya alameti belirir; aklı, anlayışı, damarları bunların nuru ile aydınlanır ve iyi evlad olur. Çocuğa küçük iken, öğretimesi lazım gelen hususlar da şunlardır: Yemeğe besmele ile başlamasını, sağ eliyle ve önünden yemesini, lokmasını küçük yapmasını, çok çiğnemesini, elini elbisesine sürmemesini, çok yemenin zararlı olduğunu anlatmak, az yemenin faydasını medh etmek, gibi.

- Ana, baba çocuğuna eski elbise giydirmemeli, bazı aşk maceralarının hususi hallerini öğretmemeli, menkıbelerini medh ve hikaye etmemelidir. Çünkü, bunların menkıbeleri çocuğun yoldan çıkmasına, sefahete düşmesine sebep olur. (Çocuklara zararlı kitapları okutmamalıdır.)

Bu hususta seçilecek yol, Peygamber'in aleyhisselam sözlerini, alimlerin, iyi kimselerin hallerini hikaye etmektir ki, bunlar onun kalbine tesir eder, alim olmak veya iyi insanlardan olmak hevesi uyanır ve onlara karşı sevgi beslemeye başlar.

- Çocuk, yaramazlık yaptığında onu azarlamamalı, bazı zamanlarda yaptığı kötülüğü görmezlikten gelmelidir. Çünkü her zaman azarlanacak olursa, buna alışır, yüzgöz olur; tehditlerin, azarlamaların tesiri kalmaz. Anası çocuğu, "Kabahatlerini babana söylerim." diye korkutmalıdır. Çocukların tembel olmaması için yumuşak yatak üzerine yatırılmaması daha uygun olur. Arkasını açmaktan, çabuk yürümekten, akran ve emsallerine karşı elbiseleri ile, yediği yemekler ile böbürlenmekten, kibirlenmekten kat'iyyetle men etmelidir.

- Başkasından bir şey alınca ona kızıp, bir daha almaması için şiddetle azarlanmalıdır ki, böylece belki kalbi yumuşar. Kötü huyların fenalıklarından, para ve madde sevgisinin zararlarından bahsetmelidir.

- Kahvehanelerde oturmaktan, fena meclislere, [tiyatrolara, sinemalara, moda defilelerine, kokteyllere, balolara, plajlara, çıplak gösterilere] gitmekten men etmeli, insanların yanında gerinmekten, esnemekten, parmaklarını çıtlatmaktan, çok konuşmaktan, otururken arkasını başkalarına çevirmekten, ayak ayak üstüne koyup oturmaktan, ellerini çenesinin altına koymaktan, bağdaş kurup oturmak gibi, edebe aykırı hareketlerden men etmelidir.

- Bundan başka, yemin etmekten, herkesten evvel söze başlamaktan çekinilmesi lazım geldiğini öğretmelidir. Kur'an dinlemeğe teşvik etmeli, lüzumsuz şeylerle vakit geçirmenin doğru olmadığını, kötü şeylerden, fena kimselerden uzak kalmanın kendisi için selamet yolu olduğunu, sefih insanların meclisine gitmenin zararlı, köt ahlakın sirayet edici olduğunu söylemelidir.

- Dini terbiyesine ve nasihata medar olacak alimlerin meclisine göndermelidir. İnsanların feyz menbaı olan Kur'an-ı Kerim'i ve lüzumlu bütün ilimleri öğretmelidir. Her türlü atıcılık, binicilik, yüzücülük gibi faydalı şeyler anlatılıp öğretilmelidir. Resul-i Ekrem aleyhisselam bunların öğretilmesini emretmiştir.

* * *

Not: Prof. Dr. Mehmet Soysaldı’nın, “Çocukların Anne Baba Üzerindeki Hakları” isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Anne-babanın çocukları üzerinde hakkı olduğu gibi çocukların da anne ve babaları üzerinde birtakım hakları vardır. Genellikle anne-babanın çocukları üzerindeki hakları üzerinde durulup çocukların anne ve babaları üzerindeki hakları göz ardı edilir. İşte biz bu yazımızda çocukların anne ve babaları üzerindeki haklarını inceleyeceğiz.

Hiçbir varlığın bu dünyada ebedi var olma imkânı olmadığı gibi, insan denen varlığın da bu dünyada ebedi olarak yaşaması söz konusu değildir. Ancak insanın fıtratında ebedi olarak yaşama isteği ve arzusu vardır. İşte bu duygu ve istek bu dünyada insanın kendi neslinden gelen çocukları sayesinde gerçekleştirilmektedir. İnsan bu dünyaya doğumla gelmekte çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinden sonra eceli geldiğinde bu dünyadan göçüp gitmektedir. Ancak geride bıraktığı çocukları ve torunları vasıtasıyla bu dünyada neslini devam ettirebilmektedir. Adeta insanın sonsuzluk duygusu bu şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. O halde geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza ve gençlerimize önem vermeliyiz. Onlara karşı olan görev ve sorumluluklarımızı azami ölçüde yerine getirmeye çalışmalıyız.

Anne babalar çocuklarına Allah'ın verdiği bir emanet nazarıyla bakmalıdırlar. Ailevî sorumlulukları yerine getirmek anne-babanın kıyamet günü Allah huzurunda sorguya çekileceği bir emanettir. Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim, 66/6)

İslam âlimleri ayet-i kerimenin emrettiği ateşten koruma işinin eğitimle olacağını belirtmektedirler. Yani aile fertlerine İslamî terbiye verildiği takdirde, onların hem dünyada hem de ahirette mutluluğa ulaşmaları sağlanmış olur. Böylece onlar cehennem azabından korunurlar.

Kur'an'da aile reisine terettüp eden uhrevî sorumluluk çeşitli ayetlerde veciz bir şekilde ifade edilmektedir. Nitekim bir ayette İslamî terbiyeyi ailesine vermeyip de onların cehennem ateşine düşmelerine sebep olan kişinin kıyamet gününde en bedbaht kişi olacağı şöyle belirtilmektedir:

"De ki: Asıl ziyan edenler, asıl hüsrana uğrayanlar hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet günü hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun ki apaçık hüsran işte budur. Onların hem üstlerinde hem altlarında ateşten kat kat örtüler vardır. İşte Allah böyle bir azabın varlığını bildirerek kullarını bunlardan sakındırıyor. Ey kullarım! Bana karşı gelmenizden ötürü azabıma uğramaktan sakının."(Zümer, 39/15-16)

Rasulullah (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi siz de evlerinizde ve emriniz altındakileri cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz. Öğretmezseniz mesul olacaksınız." (Buhârî, Vesâyâ 9; Müslim, İmâre 20)

Bu ayet ve hadisten anlaşıldığı gibi çocuklar anne-babaya Allah'ın verdiği bir emanettir. Bu emanet de anne-babalara büyük bir sorumluluk getirmektedir. Zira anne babalar kıyamet gününde bu emanetlere karşı nasıl davrandıkları hususunda Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir.

İslam'a göre çocukların anne ve babaları üzerinde bir takım hakları vardır. Bu haklardan bazılarını burada açıklamaya çalışacağız:

1. Evlilik öncesi haklar: İslam'a göre çocukların anne ve babaları üzerindeki hakkı, anne ve baba evlenmeden önce başlamaktadır. Yani kişi evleneceği ve neslini devam ettireceği eşini seçerken dikkatli davranması ve eşini itinayla seçmesi gerekir. Çünkü soyu ondan devam edecektir. Bu dünyada en değerli varlığı olan çocukları ondan dünyaya gelecek ve aynı zamanda da çocukların yetişmesinde büyük rolü olacaktır.

Nitekim büyük İslam âlimlerinden olan Ebu Esved ed-Düelî çocuklarına şöyle deyip övünürmüş: "küçüklüğünüzde, büyüklüğünüzde ve doğumunuzdan önce size iyilik ettim." Doğumlarından önce kendilerine nasıl iyilik ettiğini soran çocuklarına: "Size sövülmeyecek bir anne seçtim." dermiş.(1)

Anne çocuğuna hamile olduğu süre içerisinde, yediğine içtiğine ve bütün davranışlarına dikkat etmek zorundadır. Çünkü hamilelik döneminde yaptıkları karnındaki çocuğuna mutlaka etki etmekte ve çocuğun ona göre şekillenmesini sağlamaktadır. O halde insan neslini devam ettireceği eşini itinayla seçtikten sonra, çocuğun anne karnındaki yetişme sürecinde de azami dikkati göstermesi gerekir.

2. Güzel bir isim koymak: Çocuk doğumla dünyaya geldikten sonra çocuğun anne-baba üzerindeki hakları devam etmektedir. Çocuk dünyaya geldikten sonra anne ve babanın çocuklarına karşı yapmaları gereken ilk vazifeleri; yavrularına uygun ve güzel bir isim koymalarıdır. Zira isim kişi için çok önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber (asm):

"Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de ona güzel bir isim koyması ve terbiyesini güzel yapmasıdır."(2)

"Siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız öyle ise çocuklarınıza güzel isimler koyunuz."(3)

buyurmaktadır.

İsim deyip geçmemek gerekir. Çünkü isim olarak seçilen kelime; adı olduğu şahsa psikolojik, sosyolojik ve daha pek çok yönlerden etki etmektedir. Bu tesir altına alış hem müspet manada hem de menfi manada olabilmektedir. Ayrıca ismin şahsiyetle bütünleşmesinin uyumluluğunun o kişinin çevresindeki insanlara da tesiri vardır. İsmin telkin gücünü artırdığı da bir gerçektir.

Çocuğa konulacak isim çocuğun içinde yetişeceği toplumda ve kültür çevresinde alay konusu yapılmayacak ve onu küçük düşürmeyecek isimlerden olmalıdır.

Allah Resulü (asm) de çocuklara güzel isim konmasını tavsiye etmiştir. Çocukluğunda kendilerine güzel isim verilmemiş olan pek çok sahabenin ismini değiştirmiştir. Mesela huzuruna gelen bir sahabeye ismini sormuş "Zahim" dediğinde bu ismi beğenmemiş ona "Beşir" ismini vermiştir. Böylece sıkıntı manasına gelen bir ismi neşeli müjdeci manasına gelen bir isimle değiştirmiştir.

Bir başka sahabenin ismi de "el-Âsî" idi. isyan eden anlamına gelen bu ismi Peygamberimiz (asm) itaat eden anlamına gelen "Mûtî" ismiyle değiştirmiştir.(4)

Hz. Ali çocuğuna isim verilmesi ile ilgili olarak şöyle anlatmaktadır:

"İlk oğlum doğduğunda ona savaş anlamında Harb ismini vermiştim. Allah Resulü geldi. 'Oğlumu bana gösterin ona hangi ismi verdiniz?' dedi. Harb ismini verdik dedik. Hayır onun ismi "Hasan"dır dedi."(5)

3. İyi bir eğitim ve terbiye vermek: Çocukların anne-baba üzerindeki diğer bir hakkı da onların güzel bir eğitim almalarını sağlamaktır. Zira çocukları eğitmek ve geleceğe hazırlamak anne babanın görevlerindendir.

Anne babalar çocuklarını sadece yedirmek, içirmek, giydirmekle görevli değildir. Aynı zamanda onların iyi bir eğitim görmesini sağlamakla da sorumludurlar. Ailenin çocukların eğitiminde büyük bir yeri ve önemi vardır. Zira aile çocukların ilk eğitim yeridir. Eğitim ailede başlamaktadır.

Çocukların eğitimi konusunda ilk etapta baba sorumludur. Babanın bu konudaki sorumluluğu Allah'a karşıdır. Bu sorumluluğunu yerine getirmeyen aile reislerinin kıyamet gününde en bedbaht ve hüsrana uğrayan babalar olacağı Kur'an'da ifade edilmektedir.

Kişi ailesinden sorumludur. Zira Kıyamet günü çocukları ya şefaatçi ya da şikâyetçi olacaklardır. Baba çocuklarına İslamî terbiye verdiği takdirde onların sevaplarına aynen iştirak edecek, böylece şefaatlerine mazhar olacak vermediği takdirde de "Bizim eğitimimizi niçin ihmal ettin niye cehennem ateşine girmemize sebep oldun?" diye şikâyetlerine sebep olacaktır. Nitekim bir ayet-i kerimede;

"Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir imtihandır." (Teğabün, 64/15)

buyrulmaktadır. Ayette bahsedilen imtihan babaların çocuklarının sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, ayrıca onların eğitimini de güzel bir şekilde yaptırmakla da sorumludurlar.

O halde İslam'a göre babalık sorumluluk demektir. Baba aile fertlerinin dünyevî ve uhrevî sorumluluğu sırtında olan kimsedir. Çocuğun güzel terbiye edilmesi, çocuğun hayata mükemmel bir şekilde hazırlanmasıyla bütün mükellefiyetlerini ifa edebilecek şekilde yetiştirilmesiyle yerine getirilmiş olur. Sadece din terbiyesi veya sadece meslek eğitimi vermek güzel terbiye değildir. Eksik terbiyedir.

Bir Babanın Sorumlulukları

İslama göre bir babanın çocuğuna öğretmekle yükümlü olduğu temel bilgileri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

a. İtikad ve ibadetle ilgili temel bilgiler.

b. Ahlak ile ilgili temel bilgiler.

c. Diğer insanlarla ilişkilerinde (adab-ı muaşerette) dikkat edeceği hususlarla ilgili bilgiler.

d. Meslek eğitimi.

Çocuğa aile içi eğitim verirken, anne baba başta olmak üzere büyükler çocuklara güzel örnek olmalıdırlar. Aile içerisinde anne babasından ve büyüklerinden daima güzel örnekler gören çocuk mutlaka onlardan olumlu yönde etkilenecektir. Anne-baba çocukları önünde birbirine güzel hitap etmeli, doğru konuşmalı yalandan sakınmalı, verdikleri sözlerde durmalıdırlar. Aynı zamanda ibadetlerini de düzgün bir şekilde sürekli yapmalıdırlar. Anne-babalarından bütün bu olumlu davranışları gören çocuklar olumlu yönde etkileneceklerdir. Demek ki bizler gençlere düzgün ve ideal yaşayışımızla örnek olmalıyız. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki hal dili söz dilinden daima daha etkilidir. Sigara içen bir anne-babanın çocuğuna "sigara içme" demesi ne derece etkili olur? Elbette ki etkili olamaz. O halde söz ve davranışlarımız birbirine uymalıdır. Davranışları sözlerine uymayan bir anne babanın çocuklarına verdiği eğitimde başarılı olması mümkün değildir.

Aile kanatları altında çocuğun inanç esaslarını; İslam'ın prensiplerini değerlerini ve öğretilerini öğrendiği ilkokuldur.

Bizler sadece çocuklarımızın bir meslek edinip ilerideki hayatlarında rahat etmelerini sağlayacak eğitim ve öğretimi almalarını değil, aynı zamanda onların inançlı ve dindar olarak yetişmesi için doğru ve yeterli bir dini eğitim almasını da sağlamak zorundayız.

4. Çocuklara güzel davranmak: Aile içinde anne-babaların çocuklara güzel davranmaları çocukların anne babaları üzerindeki haklarındandır. Çocukları terbiye etmek için dövmek doğru değildir. Ancak yanlış bir iş yapınca cezalanabileceği hissini vermek lâzımdır. Aile içinde anne-baba çocuklarını eğitirken onlara daima anlayış, sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Çocuk kötü bir davranışı ilk defa yapınca onun kötü olduğu güzelce izah edilmelidir. Çocuk ısrarla tekrar aynı hatayı yapmaya devam ederse uygun bir şekilde cezalandırma yoluna gidilebilir. Ancak asla zorlama ve baskıya müracaat edilmemelidir. Her hatayı büyütmek, hemen müdahale etmek, ağır şekilde cezalandırmak, başkalarının yanında yapılan hatayı teşhir etmek uygun değildir.

Hakikatler çocukların seviyelerine inilerek onların anlayabilecekleri bir üslupla anlatılmalıdır. Gençlerin seviyesine inmek onların anlayabilecekleri bir dille anlatmak eğitimin başarılı olmasında önemli bir etkendir. Çünkü dinî hakikatler genellikle soyuttur. Anlaşılması, idrak edilmesi kolay değildir. Bu nedenle Kur'an, Hz. Peygamber (asm) ve İslam büyüklerinin metoduna uyarak meseleleri temsil ve örneklerle onların akıllarına yaklaştırmalıyız. Günlük hayattan yaşayıp gördüklerinden temsiller getirmeliyiz. Temsil ve örnek, soyut gerçeği hem kavratır hem de zihinde kalıcı hale getirir.

5. Çocuklar arasında eşit ve adil davranmak: Anne-babalar çocuklarına karşı eşit ve adil davranmalıdırlar. Anne babalar aile içerisinde bütün çocuklarına kız erkek büyük küçük farkı gözetmeksizin eşit davranmalıdır. Bu eşitlik çocuklar için alınıp satılan maddî şeylerden tutun da bir öpücüğe varıncaya kadar her türlü ilgi ve ikramda da gözetilmesi gerekir. Maalesef günümüzde bazı anne babalar çocuklarına karşı gerek sevgi ve ilgide gerekse onlara aldıkları maddî şeylerde eşit davranamamaktadırlar. Özellikle erkek çocukların daha fazla sevilmesi ve kız çocuklarının hor görülmesi ülkemizde yaygın bir yanlış davranıştır. Bu yanlış davranışın sonucu olarak da çocuklar birbirine karşı haset ve kin beslemekte ve böylece aralarındaki sevgi ve saygı ortadan kalkmaktadır. Hâlbuki İslam dini çocuklar arasında adaletli ve eşit davranmayı emretmektedir.

Numan b. Beşir'den rivayet edildiğine göre o şöyle anlatmaktadır:

"Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravaha: 'Bu hibeye Resulullah (asm)'i şahit kılmazsan kabul etmiyoruz.' dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahit kılmak için babam beni de alarak Resulullah (asm)'e gittik. Durumu öğrenen Hz. Peygamber (asm) babama: 'Başka çocukların da var mı?' diye sordu. Evet cevabı üzerine 'Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?' dedi. Babam hayır deyince Hz. Peygamber (asm): 'Allah'tan korkun, çocuklarınız hususunda adil olun.' dedi. Babam oradan ayrıldı ve hibeden vazgeçti."(6)

Bu hadisten de açıkça anlaşıldığı üzere, çocuklar arasında eşit ve adil davranmak çocukların ebeveyni üzerindeki haklarındandır. Bazı İslam âlimleri çocuklar arasında eşit davranmak sadece maddi konularda değil öpücüğe varıncaya kadar her şeyde şarttır demişlerdir. Nitekim Hz. Enes (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

"Bir adam Hz. Peygamber (asm)'in yanında otururken oğlunun biri gelir. Adam çocuğunu öper ve dizinin üstüne oturtur. Az sonra kızı gelir. Adamcağız onu öpmeksizin önüne oturtur. Bunun üzerine Resulullah (asm):

'Böyle yaparak aralarında eşit davranıyor musun?' diyerek onu kınar.(7)

Yine başka bir hadiste Hz. Peygamber (asm) buyurmuştur:

"Allah öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever."(8)

Anne-babaların bu hususlarda azami dikkati göstermeleri ve çocukları arasında eşit ve adil davranmaları gerekir. Zira şunu asla unutmamalıyız ki bizler bu dünyada yaptıklarımızdan dolayı bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceğiz.

6. Evlilik çağına geldiğinde evlendirmek: Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de buluğ çağına erişince çocuğunu vakit geçirmeden evlendirmesidir. Zira gerek Kur'an gerekse Hz. Peygamber (asm) gençlerin ve yetimlerin buluğ çağına erince evlendirilmelerini emretmektedir.

Evlenme ve evlendirme işi çocuğa verilecek ailevî terbiyenin en önemli bir meselesi bir parçasıdır. Çünkü İslam'ın aile kurmada güttüğü gayeler iyi bir evlilikle gerçekleşebilir. Bu sebeple Kur'an evlenme meselesine teferruatıyla yer vermiş, namus ve iffet sahibi fuhuş ve gizli dosttan uzak kızların hoşa gidenlerinden ailelerin izniyle ve mehirleri verilerek aleni bir şekilde meşru bir nikâhla evlendirilmesi emredilmektedir.(Nisa, 4/25) Keza kızlar mümin ve dindar bir erkekle erkekler de mümine ve dindar kızlarla evlendirilmeli, müşrik ve dinsiz gençlerden kaçınılmalıdır. (Bakara, 2/221) Hz. Peygamber (asm) ise evlenecek eşin dindar olmasına dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.(9)

Esasen ebeveynin çocuğuna vereceği ideal manadaki temel eğitimi ve vazifesi, buluğa eren gencin vakit kaybetmeden bir iş sahibi kılınarak evlendirilip müstakil bir yuvaya kavuşturulmasıyla noktalanmaktadır.(10)

Evlenen genç artık müstakil, mükellef bir fert ve bir aile reisi olmuştur. Artık o ailesinin ve cemiyetinin sırtında bir yük olmaktan çıkmış sorumluluk sahibi bir fert haline gelmiştir.

Sonuç

Anne ve babaların çocuklarına karşı birtakım görev ve sorumlulukları vardır. Bu görevlerini yapıp yapmadıkları hususunda Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi yapmada azami gayret göstermeliyiz.

Çocuklarımıza karşı görevlerimiz daha onlar dünyaya gelmeden başlamakta, çocuk ana rahmine düştüğünde devam etmekte ve onlar dünyaya geldiklerinde ise sorumluluklarımız daha da artarak devam etmektedir.

Çocuğu dünyaya gelen bir anne baba önce ona güzel bir isim koymalıdır. Çocuğunun en güzel bir şekilde terbiyesi ve eğitimiyle ilgilenmeli bu terbiye ve eğitim süresinde de onlara şefkat ve merhametle muamele etmeli çocukları arasında eşit ve adil davranmalıdır.

Ergenlik çağına gelen çocuğunu da evlendirmek suretiyle ailesine ve topluma faydalı bir birey haline gelmesini sağlamalıdır.

Dipnotlar:

(1) Ahmed el-Gandur el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye fi't-Teşrî'i'l-İslâmiyye, Kuveyt 1972 s.27; Ateş Süleyman Evlenme ve Boşanma. s.5.
(2) Canan İbrahim Hadis Ansiklopedisi VII/363.
(3) Ebu Davud, Edeb 61.
(4) el-Edebü l-Müfred, II/181.
(5) el-Edebü l-Müfred, II/180.
(6) Müslim, Hibat 13.
(7) Canan Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, Tuğra Neş. İst. trs s.175.
(8) Feyzu l-Kadir, II/297.
(9) Buhârî, Nikah 15.
(10) Canan İslamda Aile Terbiyesi Din Öğretimi Dergisi s.63.

Not: Bu konuda detaylı bilgi için "Allah'ın Çocuklara Bahşettiği Haklar, Prof. Dr. İbrahim Canan" ın eserini DE okumanızı tavsiye ederiz.

10 Allah sevdiği kuluna kız çocuğu verir, anlamında bir hadis var mıdır?

Soruda geçen şekliyle bir rivayet bulamadık.

Günümüzde bile soğukluğunu hissettiğimiz bir Câhiliye devri âdeti vardır: Kız çocuklarını hor görmek. Bu kaba ve çirkin âdet, Peygamber Efendimiz (asm)’in yaşadığı devirde Arabistan’da pek yaygındı. Çöl bedevileri, kız çocuklarının doğumunu büyük bir felâket sayarlardı. Onların ileride kötü yollara düşeceği zannıyla üzülür, utanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in pek güzel tasvir ettiği üzere, bir kızları dünyaya geldiğini öğrenince yüzleri kararır, hiddetlerinden köpürürler, kendilerine verilen bu felâket haberinden dolayı halktan gizlenmeye çalışırlardı. Daha sonra da acaba bu kızı, herkesten utanmayı göze alarak büyütüp beslesem mi, yoksa toprağa gömüp ondan kurtulsam mı diye ince bir hesaba girerlerdi. (bk. Nahl, 16/58-59) Kızını diri diri gömmeye karar verince de o mâsum yavruyu alıp çöle götürürler, elleriyle kazdıkları bir çukura iterek üstüne yığın yığın kum atarlar, sonra da ellerini kollarını sallayarak evlerine dönerlerdi.

İnsanlıkla hiçbir şekilde bağdaşmayan bu âdet bazı bölgelerde oldukça tabii karşılanırdı. Evlilikten önce oğlan ve kız tarafı bu konuyu gündeme getirir, kız çocuğu doğarsa onu anne mi yoksa baba mı gömecek diye konuşup bir karara bağlarlardı. Şayet çocuğu gömme işini anne üstlenmişse, olayı seyre gelen bir sürü kadının gözü önünde cinayetini işlerdi.

Şükürler olsun İslâmiyet geldi de bu çirkin âdeti yerle bir etti.

Kur'an-ı Kerim'de mealen, “Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter." buyurulur. (Şura, 42/49-50)

İnsanoğluna ilâhî bir rahmet geldiği zaman sevinip şımarması, ama istemediği bir durumla karşılaşınca nankörlük etmesi her zaman mümkündür. Bu ayetlerde, Kur'an'ın geldiği dönemde ve toplumda bu tavrın çok açık bîr örneğine, çocuk sahibi olma ve çocukların cinsiyeti konusundaki anlayışa değinilmektedir. Câhiliye dönemi Arapları, çocuğun meydana gelmesi ve özellikle cinsiyetinin belirlenmesini Yüce Allah'ın irade ve kudretine bağlamak yerine insanlara nispet edercesine; bu konuyu övme, övülme, kınama ve kınanma sebebi sayıyorlardı. Esasen değişik toplumlarda görülegelen ve günümüzde de yer yer açık veya gizli biçimde insanlar üzerinde etkisini hissettiren bu telakki Kur'an tarafından mahkum edilmiştir.

Bu âyetlerde biri inanç diğeri ahlâk alanıyla ilgili iki ana tema dikkati çekmektedir:

İnançla ilgili olarak şu mesajın verilmek istendiği söylenebilir: Evrendeki hiçbir varlık ve oluş Yüce Allah'ın hükümranlığı dışında düşünülmemelidir; insanlar için büyük önem tanıyan çocuk sahibi olma ve çocuğun cinsiyeti konusunda -tıbbî müdahalelerin etkileri dahil olmak üzere- insan irade ve çabasının ürünü gibi görünen sonuçların da gerçekte ilâhî iradeden bağımsız olmadığı ve Allah Teâlâ'nın koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiği asla göz ardı edilmemelidir.

Buna bağlı olarak verilmek istenen ahlâkî mesaj da şu olmaktadır: 49. âyetin lafızlarından açıkça anlaşıldığı üzere, ister kız ister erkek cinsinden olsun, doğan her çocuk Allah'ın bağışı ve armağanı olduğuna, erkek ve kız çocuklarına birlikte sahip olmak da kısır kalmak da ilâhî iradeye bağlı bulunduğuna göre, çocuk sahibi olma veya olamama, kız veya erkek çocuğunun dünyaya gelmesi insanlar için bir övgü veya yergi konusu olmamalı, bir üstünlük ya da kusur gibi görülmemelidir. Kulun görevi, çocuk sahibi olmuşsa -bazı âyetlerde dünya hayatının süsü olarak nitelenen- bu armağanı veren Allah'a şükretmek, istediği veya gerekli meşru sebeplere tevessül ettiği halde çocuk sahibi olamamışsa -sınav alanı olan dünya hayatında insanların sağlık, vücut temliği vb. bütün nimetlerde eşit tutulmadıklarını dikkate alarak- sabretmektir.

İnsanın çocuk sahibi olmayı ve bunun mutluluğunu yaşamayı arzu etmesi doğaldır ve din bunu kınamaz. Fakat ister bu ister başka konuda bir kimsenin gerçekleşmesini arzuladığı bir sonucu kendi hayatı ve mutluluğu için vazgeçilmez görmesi, sonuçta kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu daha çok kendisinin bildiği iddiasında bulunması gibi bir anlam taşır. Böyle bir tutumun yanlışlığı ve İlâhî takdire rıza göstermeme anlamı taşıdığı ise açıktır.

Bu ve buna benzer bir yanlışlığa düşülmemesi için Kur'an'ın yaptığı uyanlardan biri şöyledir:

"Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz." (Bakara, 2/216)

Kaldı kî böyle bir durumda kişinin kendisini şartlandırıp gücü ve iradesi dışındaki bir sonucun meydana gelmesini isteme uğruna hayatını karartması yerine, sahip olduğu nimet ve imkânları başkalarıyla paylaşmaya çalışması, meselâ kimsesiz çocuklarla ilgilenmenin mutluluğunu yaşaması ve bunun ecrini Allah'tan beklemesi daha akılcı, hem dünya hem âhiret saadeti için daha elverişli bir yoldur. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin tefsiri)

Buna göre, erkek veya kız çocuk yerine, hayırlı evlat istemek ve hangisi veya hangileri verilirse şükrederek, maddi ve manevi terbiyelerine özen göstermek gerekir.

Çocuk, insana Allah’ın bir emanetidir. Onları himâye edip büyütmek yetişkinlerin vazifesidir. Çocukları hayata hazırlamak, yıllarca devam eden bir sabrı gerekli kılar. Kızları büyütüp yetiştirmek daha fazla bir dikkat ve îtina ister.

Çocuğu himâye edip yetiştirmek iki şekilde olur. Biri maddî ihtiyaçlarını temin etmek, diğeri onu mânevî bakımdan besleyip iyi bir terbiye almasını sağlamaktır.

Kız çocuklarının himâyesi, onların dürüst ve namuslu bir kişiyle bir yuva kurmasını sağlayıncaya kadar devam eder. Hatta Resûlullah Efendimiz (asm)’in işaret buyurduğuna göre bu himâye daha sonraları da devam eder. Bu nedenle, kız çocuğunu, kız kardeşini veya başkasına ait olan kız çocuklarını güzel yetiştiren ve dini terbiyelerini verenlerin cennete gireceklerine dair rivayetler vardır:

"Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa, o kişi için cennet vardır." (Ebu Davud, Edep, 120, 121)

"Kimin üç kızı ve üç kız kardeşi veyahut da iki kızı veya iki kız kardeşi olup da geçimlerini güzel sağlar, onlar hakkında Allah'tan korkarsa, o kişi için cennet vardır." (Tirmizi, Bir 13)

"Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben şöyle yanyana bulunacağız." (Müslim, Bir, 149; Tirmizi Bir, 13)

"Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar." (Buhârî, Zekât, 10, Edeb, 18; Müslim, Bir, 47 Ayrıca bk Tirmizî, Bir, 13)

Yetiştirilmesi tavsiye buyurulan kız çocukları insanın kendi çocuğu olabileceği gibi, kız kardeşleri, sonradan evlendiği eşinin çocukları, hatta başkalarının himâyeye muhtaç çocukları olabilir. Bu konuda yakınlık veya uzaklık önemli değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.” (Buhârî, Talâk 25, Edeb 24) müjdesini vermiştir.

Buna göre, kız çocuklarını yetiştirip hayata hazırlamak Allah’ı ve Resûlullah (asm)’ı memnun eden bir davranıştır. Kızlarının İslâm esaslarına göre büyütülmesini ve eğitilmesini sağlayan anne babalar, âhirette Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’e komşu olacaklardır.

Konuyla ilgili, Hz. Âişe (r.anha) validemizden gelen bir rivayet şöyledir: Yanında iki kız çocuğu bulunan bir kadın gelerek bir şeyler istedi. Evde bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu çıkarıp kadına verdim. Kendisi hiç tatmadan hurmayı ikiye bölerek çocuklarına verdikten sonra kalkıp gitti. Bu sırada Peygamber aleyhissalatü vesselâm yanımıza geldi. Ben bu olup biteni kendisine anlatınca şöyle buyurdu:

“Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar.” (Buhârî, Zekât 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147)

Yine Hz. Âişe (r.anha) validemiz şöyle bir olay anlatır: Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi; öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Kadının bu tutumuna hayran kaldım ve yaptığını Resûlullah (asm)’a anlattım. Şöyle buyurdu:

“Bu şefkati sebebiyle Allah Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş (veya) bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.” (Müslim, Birr 148)

Bir önceki hadiste Hz. Âişe (r.anha)’nın kadıncağıza bir hurma, bu hadiste ise üç hurma verdiği görülmektedir. Demek ki annemiz, bazen üç ay boyunca ocağı yanmayan, çoğu zaman yiyecek bir şey bulunmayan evinde, önce bir hurma bulup vermiş, sonra bir yerlerden iki hurma daha bulup vermiştir. Yahut bu olay iki defa meydana gelmiştir.

Hadis-i şerîfteki “Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa” ifadesinde geçen sıkıntı sözüyle Peygamber Efendimiz (asm) acaba neyi kasdetmiştir?

Bir ailede fazla sayıda kız çocuğunun bulunması, onlar için bir sıkıntı ve hoşnutsuzluk sebebi olabilir. Kızların himâyesi, yetiştirilmesi, evlendirilmesi gibi konular bazı ailelerin bütçesini zorlayabilir. Hele o aile kız çocuğunu istemiyorsa, bu yük daha ağırlaşabilir. İşte bu sebeple Efendimiz (asm) kızları büyütüp beslemenin, aile yuvası kurana kadar onlara yardımcı olmanın insanı cehennem azâbından kurtaracağını haber vermiştir.

Kız çocukları yüzünden sıkıntıya uğramanın bir başka şekli de o yavrulardan birinde veya birkaçında maddî veya rûhî bir rahatsızlığın bulunmasıdır. O takdirde bu çocukların bakımı, tedâvisi, korunup gözetilmesi birçok sıkıntı doğurabilir. Bu hâli Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi, kulunu denemesi kabul ederek sabreden, bu ağır imtihana isyan etmeyen insanlar -Efendimiz’in buyurduğuna göre- cehennem azâbından kurtulmuş olurlar.

Hadis-i şerife göre, normal ve sağlıklı iki kız çocuğunu büyütüp yetiştiren kimse Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’e komşu olacaktır. Öyleyse yetiştirilmesi problemli olan kız çocuklarını himâye edenler bu bahtiyarlığı daha öncelikle ve daha fazlasıyla elde edeceklerdir.

Merhamet ne büyük, ne ulvî bir duygu...

Elindeki bir tane hurmayı hiç tatmadan ve kendi açlığına bakmadan yavrularına veren bu annenin şefkati ne yüce, ne asildir değil mi? Ya evindeki üç hurmayı hiç düşünmeden fakire veren Âişe (r.anha) annemizin merhameti!..

Ebedî kurtuluşun merhamet sayesinde mümkün olacağını ifade buyuran Efendimiz (asm)’in şu hadîs-i şerîfi ne kadar düşündürücüdür:

“Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin...” (Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58)

Rabbimiz! Bizim gönlümüzü de merhamet duygusuyla yeşert!..

11 Kadının kocası üzerındeki hakları nelerdir?

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimiz (asm)'in vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asm) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, Edep 3) duyurur.

Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın, hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez,(1) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü, karısını anî baskınlarla rahatsız edemez. Peygamberimiz (asm) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımın yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)."(Buhârî, Nikâh, 122; Müslim, Radâ' 58,; Dârimî, Nikâh, 32)

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir.(2) Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın, kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır.

Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Mümtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil)]

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.(3)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz (asm)'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (r.anha) arasında iş bölümü yapması gibi.

Dipnotlar:

1) Karının dövülmesi konusunda Nisâ suresi 34. âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170,172,173; Elmalı IV/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyes. 391.
2) bk. Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ N/52 (Terc. N/129); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323.
3) Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır 1380 (1960) VI/571 vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût, V/180 vd.

12 Ergenlik yaşına gelen bir çocuğa, anne baba olarak nasıl davranmak gerekir?

ON BEŞ YAŞ CİVARINDAKİ çocuklara, yani ergenlere nasıl davranılması gerektiği, öteden beri bütün anne ve babaların kafalarında yer eden bir sorundur. Bir başka yaygın ifade biçimiyle “gençleri anlamak” (ya da anlamamak), dedelerimiz zamanında bir problemdi, babalarımız zamanında da problemdi, şimdi de problem. Ergen olmak da zor, ergen ana-babası olmak da. Zorlukları kolaylaştıran ise bilgi. Bu sorunlarla defalarca karşılaşmış bir uzmanın bilgi ve tecrübelerine dayanan birkaç tavsiyesi ise faydalı olabilir umarım.

YENİ BİR ERİŞKİN GELİYOR

Psikolojik açıdan ergenlik çağı, çocukluk döneminde temel elemanları (yani hammaddesi) belirlenmiş olan kişiliğin, toplumda bir birey olarak, nasıl bir rolle, nasıl bir şekilde var olacağının belirlendiği, yani gencin erişkin bir insan olarak toplumda kendi adına var olmaya hazırlandığı bir dönemdir. Çocukken her şeyi ailesinden bekleyen, sürekli desteğe muhtaç olan insanın, kendi ayakları üstünde durup kendi yolunu çizebilmesi için de, böyle zorlu bir değişim dönemi geçirmesi kaçınılmazdır zaten. Zahmetsiz rahmet olmaz. Yeni ve kendinden öncekileri aşmış bir bireyin meydana atılması zamanıdır artık. Ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile “anne-baba, kimsenin değil ama, çocuğunun kendisinden daha iyi olmasını ister.” İyi ama bu “kendisinden daha iyi” olma, nasıl olacaktır? Eğer çocuk anne-babanın dizinin dibinde, aynı yolda, onların izinde yürürse, ancak onlar kadar iyi olabilir; onları aşamaz ki. Onları aşabilmesi, kısmen de olsa onlardan ayrımlaşması, yeni şeyler denemesi ile mümkündür. Bu da gösterir ki, gencin kendine has bir yol çizmesi, değil şikayet etmek, istenmesi gereken bir şeydir aslında. İşte ergenlik çağı problemlerinin belki de en önemli püf noktası buradadır. Ebeveyn, çocuğunun hâlâ o eski uslu, ana kuzusu halinin devamını isterse, değişime karşı direnirse, bu dönem kolay atlatılamaz. Hatta bazen yirmili yaşlara kadar gecikir. Yoksa yirmi beş yaşında bile hâlâ dizinizin dibinde duran, her sorumluluğu size yıkan bir çocuğunuz mu olsun istiyorsunuz?

SERSERİ OLMASINI İSTEMİYORSAK

Yirmili yaşlardan bahsedince bir tespitimi sizlerle paylaşmak isterim. Bilmem dikkatinizi çekti mi, dünyada üniversite gençliği en haylaz, en sorumsuz ve en uç yaşam tarzlarında dolaşan ülkelerden biri biziz. Oysa aynı gençleri ilkokul, hatta lise yıllarında bile hayli uslu, efendi, terbiyeli çocuklar olarak görüyoruz genellikle. Nedir bunun sırrı sizce? Bence sebebi açık. Normalde ergenlik döneminde yaşanması gereken değişimler, farklı arayışlar, çoğu aile tarafından (hatta zorla) baskılandığı için, birikmiş olan dürtü ve hevesler, üniversitedeki özgürlükle birlikte âniden ve dengesiz biçimde patlayabiliyor. O yaşa kadar “uslu çocuk” konumunda yaşayan (tutulan) gençler, yaydan boşanırcasına diğer uca, haylazlık, serserilik, sorumsuzluk ucuna sıçrıyorlar bir anda. İşte böylesi dengesiz oynamalar istemiyorsak, ergenlik dönemindeki değişimleri zorla engellemeye çalışmak yerine, anlamaya ve doğru yönlendirmeye çalışmalıyız.

İPLERİ KOPARMAYIN

Bediüzzaman’ın muhteşem tespitidir: Canlılar âleminde ebeveyn-çocuk ilişkisinin ölüme dek devam ettiği tek canlı, insandır. Zira insan, yaradılış itibariyle acizdir, her zaman, her yaşta şefkate muhtaçtır. Düşünün, altmış yaşında bile olsa bir insan, seksen yaşındaki ebeveyninin kendisini okşamasından, sevmesinden zevk alır. Böylesi aciz bir insan, ebeveyni ile bağlarını koparmak isteyebilir mi? Ya da koparsa, mutlu olabilir mi? Genç ne kadar kızsa, hatta küçümsese bile, için için ebeveyninden tamamen kopmak istemez. Oysa (maalesef) bazı ailelerin tavırlarına bakınca, çocuğa sadece iki seçenek bırakıldığını görürüz:Ya benim dediğim gibi olursun ya da defolur gidersin.” Bir üçüncü yol olmalı değil mi? İlla evden kaçması mı lazım? Eğer aradaki bağı biz zorlayıp çocuğun kopmasına yol açmazsak, bazı hatalar yapsa bile sonunda ebeveyni ile bir uzlaşma noktası bulacaktır ergen.

DİSİPLİNİ DE BIRAKMAYIN

Anne-baba otoritesi olmalıdır tabii ki. Ben genellikle yazılarımda “gençlere daha fazla özgürlük ve seçme hakkı” kavramına yer veriyorum, ama bunun sebebi, bizim toplumumuzda ortalama ve sağlıklı olana kıyasla çok daha disiplinci bir yaklaşımın hâkim olmasıdır. Ama önerdiğim şey kesinlikle bir başıboşluk, mutlak serbestlik de değildir, yanlış anlaşılmasın lütfen. Zaten bu tip bir “ne isterse yapsın” boş vermişliği, aslında sorunlarla yüzleşmekten kaçışın bir başka biçimidir. Anne-baba, görevini yapacak ve evde geçerli olan kuralları koyacaktır mutlaka. Madem ki genç hâlâ kendi başına yaşayacak imkanlara sahip değildir, ebeveyninin desteğine bir ölçüde muhtaçtır, o desteğin karşılığında kendisinden bazı beklentiler olması da tabiidir. Ama bu kuralları koyarken de gencin fikirlerini almak ve onun da onayı ile kuralları netleştirmek daha doğru olur. Kendisinin de fikrinin alındığı kurallara uymak, zorla dayatılmış kuralları uygulamaktan daha hoştur muhakkak ki.

NEDEN OLUYOR BU DEĞİŞİMLER?

Ergenlik dönemindeki bu köklü değişimler, ilk etapta çocuğun vücudundaki hormonsal değişikliklerle başlar. 11-12 yaş civarında çocuğun vücudunda, hormon salgılarında yenilikler, farklılaşmalar oldukça, bu değişimler bir dizi fiziksel dönüşümü ve beyindeki davranış merkezlerini de etkileyerek köklü bir başkalaşmaya yol açarlar. Bunların ayrıntısına girmek istemiyorum. Ancak unutulmaması gereken şudur ki, bu değişimler anne-babadan önce, gencin kendisini huzursuz eder. Vücudundaki, özellikle de hislerindeki değişim, en önce genci tedirgin eder. “Bana ne oluyor?” der ergen; şaşırır. Ama için için de bu değişimlerle kendi kendine baş etmek ister ve pek de hevesle yardım istemez. Hem onun bu gururunu anlayışla karşılamak ve hem de ona rehberlik yapmak, gereğinde aydınlatmak, ebeveynin dikkat etmesi gereken hassas bir dengedir.

Bu dönemin fiziksel değişimlerinin en belirgin biçimi, gencin cinsel yönden “uyanma”sıdır. 6-10 yaşlarında cinsellik konusunda şaşırtıcı bir ilgisizlik sergileyen çocuk, ergenlik dönemiyle birlikte cinsel kimliğinin farkına varır ve bu konularla ciddi biçimde ilgilenmeye başlar. Bu dönemden itibaren ebeveynin çocukları bilgilendirmesi, bunun için de aralarında (bir anlamda) paylaşması, kız çocukları ile annenin, erkek çocukları ile de babanın daha fazla ilgilenmesi tavsiye edilir. Babanın kızlarına, annenin oğullarına karşı araya biraz mesafe koymasında fayda vardır. Aksi takdirde özellikle oğlan çocuklarının “koskoca adam oldum, ana kuzusu değilim artık, annem benim üstüme düşmeyi bıraksın” demesi veya kızların babanın aşırı ilgi ve merakından (bu döneme mahsus tedirginlikle) huzursuz olması mümkündür.

MEĞER BABAM SÜPERMEN DEĞİLMİŞ

Bu dönemin çok tipik bir özelliği, daha önceki bağımlı, uysal özelliklerin yerine isyankâr ve başına buyruk bir yapı gelişmesidir, demiştik. Ve daha önce de belirttiğim gibi, bu, bir anlamda çocuğun kendi başına ve kendi adına var olabilmek için kabuklarını kırması anlamına gelir. Ergenliğe kadar çocuk kendini güçsüz, yardıma muhtaç olarak kabul eder ve anne-babasını kendisini koruyan güçlü varlıklar olarak görür (görmek ister). “Benim babam senin babanı döver.” “Benim annem dünyanın en iyi annesidir.” der. Ama ergenlik döneminde bu abartılı makamlar geri alınır. “Ben güçlüyüm, her şeyi biliyorum, yardıma muhtaç değilim.” diyebilmek ister (ve der). Çocukluk döneminin Süpermen’leri olan anne babasını bu kez de acımasızca eleştirmeye başlar. Onların fikirlerini eskimiş bulur, tavsiyelerine tepki gösterir. Hatta bazen sırf onlara karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Sanki anne-babasını reddedercesine kendi yolunu çizmeye çalışır. Eğer ebeveyn, bu tip tavırları kendi kişiliklerine karşı bir saldırı gibi algılar ve aşırı tepki verirlerse, olacak olan bellidir: “Anlamıştım zaten böyle yetersiz olduğunu.” Bunun yerine “Ben de senin zamanında babam için böyle şeyler düşünürdüm, seni anlıyorum, zamanla değişir bu fikrin.” deyip, gülümseyerek geçmelidir.

BU HAMURA BİR KALIP LAZIM

Tabii, henüz şekilsiz bir hamur gibi olan bu dönemdeki kişiliğin bir şekle girmesi için bir de kalıp lazımdır. O kalıp da “idoller”dir. Yani genç, kendisine dış dünyadan taklit edilecek “mükemmel” örnekler bulur. Daha önceleri bu idoller anne-baba iken, artık dış dünyadan örnekler aranır. Bu bir öğretmen de olabilir, bir sporcu veya bir siyasetçi de. Ve onlarla özdeşim kurar, yani onlara benzemeye çalışır. Ayrıca kendine bir amaç, bir varoluş hedefi bulmaya çalışır. Meslek seçimi, işte bu noktada devreye girer (ya da girmelidir). Dikkat edin, çoğumuz kendimizi neredeyse sadece mesleğimizle tarif ediyoruz. Hâl böyleyken, meslek seçiminin 18 yaşına (hatta sonrasına) ertelenmesi, kişilik gelişiminin gecikmesine yol açar. Gelişmiş ülkelerde erken yaşlarda meslek seçiminin teşvik edilmesi ve eğitimin liseden itibaren branşlaşması, boşa değildir. Ben üniversitede okuduğu halde, hâlâ “ileride ne olacağına” karar vermemiş bir çok genç tanıdım. Bu belirsizlik gencin yolunu çizememesine ve kişiliğinin oturmamasına yol açar maalesef. O yüzden bu dönemlerde (en geç 15 yaşında) gencin meslek seçimini yapmasında çok fayda vardır. Onunla bu konularda sohbet etmek ve kabiliyetlerine göre (ama zorlamadan, sadece tavsiyelerle) yönlendirmek çok faydalı olacaktır.

SORUMLULUK VERİN

Bu dönemde bir diğer anahtar kavram sorumluluktur. Ergenin, kendi davranışlarından daha çok sorumlu, ana–babanın ergen çocuğunun davranışından daha az sorumlu olması gerekir. Bizde yine çok tartışmalı bir konudur bu. Sanki çocuklarımız aptal ve beceriksizmiş gibi, yapacakları her şeye karışmak, ona basit bir harçlık konusunda bile insiyatif vermemek, odasına varıncaya kadar her şeyine müdahale etmek gibi “kötü” alışkanlıklarımız var toplum olarak. Peki bu şartlarda çocuğun yetenekleri, iradesi, planlama kabiliyeti nasıl gelişir, söyler misiniz? Lafa gelince övdüğümüz gençlere, odalarının düzeni konusunda bile özerklik vermezsek, genç kendine nasıl güvenecektir? Benim bu dönem için önerdiğim görünürde basit ama çok etkili tedbirlerden birisi budur mesela. "Odasına karışmayın, orası onun özerk sahası olsun. Düzeni, temizliği bile onun sorumluluğunda olsun. Herhalde orayı çöplüğe çevirecek değil?" Ya da mesela giyim-kuşam vs. için ona ayırdığınız parayı, belirli bir haftalık olarak kendisine vermek ve kendi bütçesini yapmasını istemek de güzel bir yöntemdir. Bazı ev işlerinin (fatura ödeme gibi), sorumluluğunu ona aktarmak da çocuğun kendine güven kazanmasına yardımcı olur.

ÖRNEK OLUN

Anne ve baba arasındaki ilişki ailenin temel taşıdır. Eğer, ebeveynler kendi ilişkilerinde sıkıntılar yaşıyorlarsa, bu sıkıntıların ailenin diğer fertlerine yansıması kaçınılmazdır. Anne ve baba, çocukları ile olan ilişkilerine olduğu kadar, birbirleri ile olan ilişkilerine de dikkat etmelidirler. Eğer anne, babayı aşağılıyorsa veya baba, anneyi ciddiye almıyorsa çocuklar eşlerin (hatta genel olarak insanların) birbirine saygı göstermesi konusunda ne öğrenebilir dersiniz?

Zaten bir çocuğun mesela ruhsal sorunları olduğunda biz daima aileyi inceleriz. Çocuk uzaydan gelmediğine göre, sorunları da ailedeki sorunların bir yansımasıdır tabii ki. Ve (daha önce de yazmıştım) genel bir tabir olarak, bu tip görüşmelere “önce çocuk girer ve çıkar. Sonra aile girer ve kalır.” Zira problemin kaynağı hemen hemen daima anne-babadır. Bu görüşme tarzı ergenlerde biraz değişir ve gençle daha fazla görüşürüz. Ama bunun sebebi, artık gencin de (çevre değişmese bile) kendini fark etme ve değiştirme yeteneğine sahip olmasıdır, sorunların esas kaynağının aile olmaması değil.

Kısaca, iyi bir genç yetiştirebilmek için, önce ailenin çekirdeğinin, yani anne-baba ilişkisinin sağlam olması gerekir.

ÇOCUKLAR DUYSUN

Aile içi uyumdan bahsedince yeri geldi. Aile terapisine aldığım sorunlu çiftlerde en sık gördüğüm yanlış, aradaki sorunları çocuklardan saklamaya çalışmaktır. Oysa bu çaba anlamsız ve hatta boşunadır. Çocuklar aptal değildir, ebeveynlerin arasındaki tatsızlığı hissederler. Tartışmalar sadece baş başa kalındığında yapılsa bile, evdeki huzursuz havayı ve kopukluğu çocuk mutlaka hissedecektir. Eğer problemler onlara yeterince açık (ve tabii uygun) bir dille anlatılmazsa, kafaları daha da karışır. Temel güven duyguları iyice zedelenir. “Bir şeyler dönüyor ama, nedir anlamadım.” demek kadar, yani kaynağı belirsiz bir gerginliğin ortasında yaşamak kadar, insanı rahatsız eden bir şey de yoktur. Düşünün, yanınızda oturan iki kişinin arasında bir soğukluk var, bunu hissediyorsunuz ama sebebini bilmiyorsunuz; ne kadar rahatsız olursunuz değil mi? Hele bunlar anne-babanız olursa... Oysa aralarındaki problemi (yeterince) bilirseniz, en azından sebebi anlamanın rahatlığını hissedersiniz.

Hiçbir problem dünyanın sonu değildir, ama tüm problemler dünyanın gerçeğidir. Çocuğun bunlarla (dozunca) yüzleşmesi, onun hayattaki sorunlarla baş etme yeteneğini de artırır. Ama bunu söylerken, her ayrıntıyı olduğu gibi anlatın da demiyorum tabii. "Her dediğiniz doğru olmalı, ama her doğruyu demek de doğru değildir." Fakat hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmak, hiç doğru değildir. Bir tür (fiilî) yalancılıktır hatta. Hem unutmayın ki, biz kendi sorunlarımızı çocuğumuzdan saklarsak, onun da kendi sorunlarını bizden saklamasını teşvik etmiş oluruz aslında. Mantık aynıdır zira: “Üzülmesin diye anlatmıyorum.” O yüzden, meşhur dizinin adının zıddına, aile içi sorunları “çocuklar duysun” diyorum.

DİNLEYİN VE KONUŞUN

Bütün aile üyelerine, duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı verilmelidir. Hatta bunun için belli sıklıkla aile toplantıları düzenlemek hoş bir yoldur. Eğer bir gencin fikirlerini dinlemez ya da öfkeyle veya aşağılayarak susturursak, aradaki tek kapıyı da kapatmış oluruz. Ve artık o kapalı kapının ardında hangi dünyaların kurulduğunu anlamak da mümkün olmaz.

Aslında bu dönemde karşıdakini anlama ve iletişim konusunda, anne-baba çocuğa göre çok daha avantajlıdır. Zira ergenler henüz erişkin olmadılar ama, anne-baba bir zamanlar ergen olmuştu. İşte bu geçmişteki tecrübeleri hatırlayıp gözden geçirerek, çocuğu anlamaya çalışmak, ebeveynin en önemli yardımcısı olabilir. “Ben onun yaşlarında iken, buna benzer neler yaşamıştım acaba?” diye zihnini tarayan her ebeveyn, çocuğunu anlamasına yardım edecek ipuçları bulacaktır geçmişinde. Bu da çocuğa daha bir anlayışla yaklaşmayı sağlar. Hele hele bu hatıralarımızı çocukla paylaşırsak, o zaman çocuğumuz “o da bana benzer şeyler yaşamış, demek ki beni anlayabilir” diye düşünüp, daha önce paylaşmak istemediği şeyleri ifade etmeye başlayabilir. Bunu deneyin mutlaka.

DEĞER YARGILARINIZI ANLATIN

İnsanların davranışlarını belirleyen, değer yargılarıdır. Değerler, inançlar, bir ağaç ise, davranışlar onun meyvesidir. Sağlam bir hayat görüşü yerleşmeden, doğru davranışlar edinilemez. Eğer gençlerin davranışlarının istediğimiz yönde olmasını istiyorsak, önce onların hayat görüşlerinin doğru yönde gelişmesini sağlamalıyız. Maalesef bu nokta çokça gözden kaçırılıyor. “Onu yapma, bunu yap; o yanlıştır, bu doğru” demeyle yetiniyor çoğu kez. Peki neden? Neden gencin saatlerce ders çalışması ve üniversite kazanması lazımdır? Neden gece geç gelmemesi gerekir? Neden internette chat yapmamalıdır? Bunlar anlatılmaz genellikle. Sadece açıklamasız, kestirme cevaplar verilir. Oysa konulan kuralların içindeki mantık doğru biçimde anlatılsa, çocuk herhalde anlayacaktır. Zeka özürlü olduğunu mu sanıyorsunuz onun? Yoksa kendi değer yargılarınıza mı güvenmiyorsunuz? Belki de o kuralları ezbere öğrendiniz ve aslında yanlışlar? Nereden biliyorsunuz? Ha, eğer değerlerinize güveniyorsanız, o zaman buyurun münazara meydanına. Gençler biraz isyankardır evet, ama ne aptaldırlar ne de şeytan. Doğru anlatın, anlarlar tabii ki. Allah da, emir ve yasaklarını bildirirken hikmetleri ile birlikte açıklamıyor mu? Yoksa -haşa-, “hikmetini sormayın, siz anlamazsınız, bunu bunu yapın, soru da sormayın!” mı diyor?

Eğer bizim amacımız terbiye etmekse, terbiye ediciliğin kaynağı olan Rabbimizin insanlara nasıl muamele ettiğini hatırlamamız lazım. O, önce akla kapı açarak, gerçekleri bildirerek, emir ve yasaklarını (hikmetleri ile birlikte) açıklar, sonra da insanı özgür iradesi ile hareket etmek üzere serbest bırakır. Ve her ufak hatada hemen ceza vermez, sabırla kulunun ıslah olmasını bekler, zaman zaman ikazlarla uyarır, ama tövbe kapısını kapatmaz, umudu kırmaz, tekrar tekrar iyiye teşvik, kötüden sakındırmaya devam eder, ama sonuçta yine de seçme gücünü insana bırakır. Eğer “Rab” isminin gözlüğü ile Kur’an’a bakar ve Allah’ın kullarına (bu dünyada) nasıl muamele ettiğine dikkat edersek, çocuk yetiştirme konusunda çok ilginç ipuçları buluruz.

KISACA

Özet olarak söylersek, ergenlik çağındaki çalkantılar doğaldır ve hatta olması gerekli değişimlerdir. Bunları anlamamak, ya da engellemeye çalışmak da hatadır, tamamen boş verip sadece izlemek de. Kendi ergenlik dönemimizi de hatırlayıp çocuğumuza rehberlik yapmamız gerekir.  Bunun için;

1. Onu anladığımızı hissettirmemiz,

2. Kendisini gerçekleştirebileceği bir çevre sağlamasına yardım etmemiz,

3. Örnek alabileceği ideal insanlar, yıldız kişiler göstermemiz,

4. Seçimlerini ve çözümlerini kolaylaştırmak için bilgi ve tecrübelerimizi, değer yargılarımızı ona aktarmamız,

5. Ve son aşamada bulacağı yola saygı göstermemiz ve onun artık bağımsız bir birey olduğunu (olacağını) kabullenmemiz gerekir.

Tabii bütün bunları doğru yaptığımızı varsaysak bile, bu değişim döneminin sonunda nasıl bir kişinin ortaya çıkacağının garantisi de yoktur. Uç bir örnek verirsek, peygamberlerin bile çocukları, inançsız dahi olabilir. Hep dediğim gibi, biz üstümüze düşeni yaparız, ama neticesine karışamayız. O Allah’ın takdiridir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara dini ve ahlaki eğitimi nasıl vermeliyiz?

13 Çocuk terbiyesi ve din eğitimi nasıl olmalı?

Deneysel psikoloji, okul çağına kadar çocukta sanatsal bir düşünce biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre çocuk gördüğü her şeyin bir insan eliyle yapıldığını; güneş, ay, yıldızlar, denizler vs. gibi zor şeylerin de daha güçlü ve daha büyük bir insan tarafından yapıldığını düşünmektedir.

Çocuktaki bu "Büyük işleri büyük insan yapar." düşüncesi ileride, soyut zekânın gelişmesi ile birlikte, "Allah, yoktan var eden, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, kâinatın tek sahibidir." inancını kolay kabul etmesini sağlamaktadır.

Deneysel psikolojiye göre bir çocuğa Allah inancı verilmese bile, bu sanatsal düşünce yeteneği sayesinde kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu kolayca bulabilecektir. Çocuk ayrıca soyut zekânın işlemeye başladığı okul yaşına kadar -her şeyi canlı kabul eden- bir dünya görüşüne sahip olduğu için, Allah'ı büyük bir insana benzetmekten kurtulamaz. Bu yüzden çocukların "Allah nerede oturuyor? Allah'ın evi var mı? Allah'ı neden göremiyoruz?" gibi sorularını anlayışla karşılamalı, onlara kızmamalıyız.

Bazı anne ve babaların "Allah gökyüzünde oturur. Allah cennette oturur." şeklinde cevaplar verdiğini duyuyoruz. Allah mekândan münezzeh olduğu için, bu cevaplar İslam itikadına aykırıdır.

Çocukların en çok sordukları sorular "Allah nerede?", " Allah'ı niçin göremiyoruz?" sorularıdır. Bu soruya klasik cevabımız, "Allah'ın bizim gibi maddî bir varlığı yok. Bu yüzden Allah hiç bir yerdedir. Ancak, Allah'ın yarattığı varlıklar her yerdedir ve yarattığı bu varlıklardaki görünen güzellik, mükemmellik gibi özellikleriyle de her yerdedir." şeklinde olabilir.

Bir ailenin aktardığı şu örnek bizim de işimize yarayabilir:

O sıralarda çocukları baba ve anneye "Allah nerede, niçin göremiyoruz?" sorularını sormaktadır. Bir gün başka bir ilde oturan babaanne torunlarına özel bir su böreği yapar ve bir akrabalarıyla yollar. Su böreğini yerken babanın birden aklına gelir.

"Çocuklar, şimdi babaannemiz nerede?" diye sorar.

Çocuklar babaannenin oturduğu ili söylerler. Babanın,

"Bu börekleri kim yaptı ve yolladı bize?" sorusunu çocuklar,

"Babaanne!.." diye cevaplarlar. Baba yine sorar:

"Nerden biliyorsunuz onun yaptığını?"

"Çünkü bu güzel su böreğini babaanne yapıyor." diye cevap verir çocuklar. Baba burada şu yorumu ekler:

"Biz babaanneyi göremiyoruz gözümüzle. Ancak onun yaptığı bu börek yoluyla onu tanıyor ve biliyoruz. Ayrıca o İstanbul'da olmasa da yaptığı börekle şimdi bizim yanımızda. Yaratıcımızı da gözümüzle göremiyoruz. Ancak yaratmış olduğu çiçeklerle, rüzgârla, çilekle bizim yanımızda o da."

Allah'ın çok büyük olduğunu, bizim onu göremeyecek kadar küçük olduğumuzu söyleyebiliriz. Allah bizi görüyor, fakat biz onu göremiyoruz. TV'de görünenleri biz görürken, onlar bizi göremiyorlar. Vazifemiz Allah'ı görmek değil, bilmek, tanımak ve sevmektir. Sevdiğimiz her şeyi O verdi bize. Öyle ise onu çok sevmeliyiz. O'nu sevdiğimizi göstermek için, O'nun istediklerini yapmalıyız., O'nun istediği gibi olmalıyız, yani Peygamberimiz (asm) gibi... Kim o? Allah'ın elçisi, O'nun en çok sevdiği insan. Çocuğun merakını, nazarını Peygambere çevirirsek, O'nu düşünmesini temin edersek işimiz daha da kolaylaşır. O'nun gibi yaşadıkça Allah bizi sevecek, daha sonra (öldükten sonra) kendisini bize gösterecek.

Çocukların sıkça sordukları diğer bir soru da "Allah Nasıl Bir Varlık?"

"Nasıl" sorusu iki farklı anlamı ima eder. İlki maddî varlık anlamındadır. Büyük-küçük, uzun-kısa gibi. İkinci anlam ise o varlığın hususiyetlerini ima eder.

Allah maddi bir varlık olmadığı için, maddi varlıklar için geçerli olan özellikleri olamaz. Bu aynen bu şekilde çocuğa aktarılabilir:

İkinci anlamdaki Allah'ın nasıl bir varlık olduğu ise çocukların gerçek ihtiyaç duyduğudur. Çocuğun duygularını sadece "Bir Allah var. Her şeyi O yarattı." şeklindeki bir yaklaşım tatmin edemez. Yaratıcı öyle bir yaratıcıdır ki: Rahmetli, şefkatli, hayatı ve ölümü veren, rüzgârı harekete geçiren, ölen kuşunu cennete yollayan, güzel, mükemmel yaratan, adaletli, anlamsız iş yapmayan, insanı çok seven ve değer veren, kocaman her şeyi, küçücük her şeyi yaratan, hamam böceklerini, yılanları, fareleri, koyunları en güzel ve en biçimli şekilde yaratan, annenin kalbine kek yapma isteği koyan, anneye güzel yemekler yapma ilhamı veren, insanların iyiliğini isteyen bir Yaratıcıdır.

Yaratıcının nasıl bir varlık olduğu her fırsat değerlendirilerek anlatılabilir.

"Rabbimiz ağaçları ne güzel yaratmış, demek ki O çok güzel,"
"Kediye süt verme isteği koyuyor içimize, ne kadar şefkatli O,"
"Bulutları ne kadar düzenli yaratıyor. Ne kadar adaletli",
"İnsanların elinin değmediği her yer ne kadar temiz, O Kuddûs olmalı"
gibi.

Çocukların Allah'ın maddî varlığına ait sorularında ısrarcı olmalarının bir nedeni, çocuğa özellikleriyle Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu anlatmaktaki eksikliktir. Eğer bu eksiklik giderilirse, çocuklar, "Allah'ı neden göremiyoruz, maddî olarak nasıl bir varlık" şeklindeki sorularında ısrarcı olmayacaktır.

Çocuk doğruyu yanlışı farkedene kadar ailesi tarafından yönlendirilmeli ve eğitilmelidir. Eğitimi ileride doğruyu seçmesine yönelik olmalıdır. Çocukluğunda hiç dini eğitim almamış bir kızdan, yirmi yaşında örtünmeyi seçmesini beklemek zordur. Çocuk bu yönde eğitilmeli, ama bunu yaparken nefret ettirmemeye azami gayret etmeli ve sevdirerek gerekli eğitimi vermeli...

- Çocuğun Dini Eğitimi Ne Zaman Başlar?

Çocuk terbiyesi çocuğun doğumundan önce başlayan, peder ve validenin ortak bir misyonuyla kendilerinin vefatlarına kadar devam eden oldukça uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duyulan bir süreçtir.

Bu konuda örnek göstermemizi istediğiniz Bediüzzaman Hazretleri en önce kendi anne ve babası tarafından doğumundan önce terbiye edilmeye başlanmıştır. Validesi ona hamile olduktan sonra abdestsiz yere basmamakta ve doğumundan sonra da abdestsiz onu emzirmemektedir. Pederi de aynı inceliği gösterip, geçim kaynağı olan büyükbaş hayvanlarını tarlaya götürürken, başkalarının bağ ve bahçelerinden ot yiyip rızıklarına haram bulaşmasın diye ağızlarını bağlamıştır.

Bu örnekte de görüldüğü gibi, doğumdan önce peder ve valide en önce kendilerini bir terbiyeye tabi tutmuşlardır. Bir peder ve valide, çocuğunun doğumundan önce kendi ibadet hayatına çeki düzen vermeli, kötü alışkanlıklarından vazgeçmeye azmetmelidir. Unutulmamalıdır ki çocuğun doğumundan sonraya bırakılacak bir iş değildir. Bir çocuk hayatı boyunca öğrenip öğreneceklerinin hemen hemen yarısını bir ile beş yaş arasında öğrenmektedir. Bu döneme ailenin iyi hazırlanması gerekir.

Çocuk terbiyesinde diğer bir önemli hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:

“… bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: 'Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?..' ... ” (Emirdağ Lahikası-I, 20. Mektup)

Ayrıca çocukların küçük yaşta namaza başlatılması hususunda ise yedi yaşından sonra vefat edenler büyük insanlar gibi hesaba çekileceklerinden “vildanun muhalledun” ayetinin ifadesine dahil olmadıklarını, bu yüzden şeriatın “zamanında namaza başlamayan çocukların hafifçe dövülebilecekleri” ni söylemesinin hikmetlerini ifade etmektedir.

Çocuk Ruh Sağlığı Açısından Din Eğitimi

Bazı eğitimciler çocuklara küçük yaşlarda din eğitimi vermenin laikliğe aykırı olduğunu, ancak ergenlik çağına geldiğinde hür iradesi ile buna kendisinin karar vermesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bu görüş, gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ateist bir anne veya baba din eğitimine karşı olsa bile çocuğunu içinde yaşadığı toplumdan soyutlayamaz. Zira çocuk, yetişkinler gibi peşin yargılara sahip değildir. Çevresinde gördüğü her şeyle ilgilenir, öğrenme isteğiyle doludur, tarafsız bir gözlemcidir. İlk defa duyduğu ezan sesini yahut ilk defa gördüğü caminin ne olduğunu sorup öğrenmek isteyecektir.

Psikolog Antonie Vergote, "Din Psikolojisi" isimli eserinde, çocukların doğuştan din duygusuna sahip olduklarını söyler. İnsan sadece etten, kemikten ve kandan ibaret maddî bir varlık değildir. Onu diğer canlılardan ayıran doğuştan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sevmek, sevilmek, bir inanca sahip olmak, kendisini değerli ve güçlü hissetmek ister. Bu da ancak bir aileye, bir topluma, bir vatana ve bir dine bağlı olmakla mümkündür.

Kuralsız toplum yoktur. Bir toplumu ayakta tutan kurallar bütününe hukuk diyoruz. Hukukun olmadığı yerde anarşi, kargaşa ve kaba güç vardır. Hırsızlığı, haksız kazancı, zayıfı ezmeyi, adam öldürmeyi, kısacası cana-mala-namusa tecavüzü yasaklayan hukuk maddeleri kaynağını dinden almaktadır. Allah'ın elçisi bütün peygamberler bu kuralları insanlara bildirmek ve toplum düzenini sağlamak için gönderilmiştir. Helâl-haram, sevap-günah kavramlarını kullanmadan, yani dinî kaynaklara başvurmadan çocuklara ahlâkî davranışlar kazandırmamız çok zordur.

- Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatacağız?

Çocuklar, hikaye ile anlatılan konuları daha kolay ve daha istekli öğrenirler. Allah'ı ve sıfatlarını öğretirken Lokman (a.s.) ile oğlu arasında geçen konuşmaları hikaye şeklinde anlatabiliriz. Ben çocuklarıma Peygamberimizi (asm) anlatırken, çocukları ne kadar çok sevdiğini, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden ve kızı Fatıma anamızdan örnekler vererek hikaye şeklinde anlatmıştım. Keza gösterdiği mucizeleri anlatırken de hikaye yolunu seçmiştim. Meselâ, Sevgili Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir hicret için Sevr mağarasına gizlendiklerinde yaşanan örümcek ve güvercin mucizesini hikaye suretinde anlattığımda, oğlum dört yaşındaydı. O kadar hoşuna gitmişti ki, "Babacığım, bir daha anlat." demişti.

Lokman (as)'ın oğluna yaptığı öğütlere baktığımızda ilk sırada "Allah'tan başka ilâh yoktur." inancının geldiğini görüyoruz:

"Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: 'Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.' " (Lokman, 31/13)

Biz de bu âyetten hareketle, çocuklarımıza Allah'ın büyüklüğünü anlatacağız:

 "Kâinatı, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan Odur. Dünyanın en güçlü kralına da küçücük sineğe de can veren O'dur. Allah'tan başka ilâh yoktur. İbadete ve duaya lâyık ancak O'dur. Ancak Allah'ın önünde eğilir (namaz kılar) ve gücümüzün yetmediği şeyleri O'ndan isteriz. Eğer Allah'ı unutur, mal, para ve makam elde etmek için başkalarının önünde eğilirsek Allah'a ortak koşmuş, büyük bir haksızlık yapmış oluruz."

 "(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) 'Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.'" (Lokman, 31/16).

Biz de Lokman (as) gibi, çocuklarımıza Allah'ın yaptığımız her şeyi gördüğünü, aklımızdan ve kalbimizden geçen en gizli duyguları bildiğini, O'ndan hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimizi, iyi şeyler yaptığımızda çok hoşuna gideceğini ve bizi seveceğini anlatmalıyız.

Sonraki âyetlerde, Lokman (as) öğütlerine devam eder:

 "Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!" (Lokman, 31/17-19).

Bu âyetlerde hem Allah'a, hem de O'nun yarattığı insanlara karşı görevlerimiz sıralanmakta; adabımuaşeret kurallarının bir özeti verilmektedir. Bunları çocuklarımıza anlatırken, kelime ve açıklamalarımızı onların yaşına ve anlayışına göre seçmemiz gerekir.

Sorulara Çocuk Mantığı ile Yaklaşmalıyız

Çocukların her konudaki sorularına cevap verirken yetişkin mantığı ile değil, çocuk mantığı ile düşünmeliyiz. Yapacağımız küçük bir hata onların zihinlerini karıştırmaya yetecektir. Çocuklar dört yaşına kadar ben-merkezci bir düşünceye sahiptir. Canlı cansız ayırımı yapamazlar; onlara göre her şey canlıdır. Bu sebeple masallarda geçen olayların tamamına inanırlar, uydurma olduğunu düşünmezler.

Okul öncesi eğitimde masalların ve dinî hikayelerin rolü büyüktür. Masal kahramanlarının şahsında doğru davranışları öğretmek kolaylaşır. Çocuk kendisini kahramanın yerine koyar, onunla özdeşleşir.

Çocuklar yaptığımız basit açıklamalarla yetinir, fazlasını merak etmezler. Bir anne anlatmıştı:

"Dört yaşındaki çocuğum bana, 'Anne, neden Allahı göremiyoruz?' dedi. Ben de gözlerimiz küçük olduğu için Allah'ı göremeyiz, dedim. Kendi kendine mırıldandı: 'Evet, gözlerimiz küçük olduğu için Allah'ı göremeyiz.' Bu cevap ona yetti, başka soru sormadı. Büyük çocuklara bu açıklama yeterli olmayabilir."

"Niçin Allahı göremiyoruz, Allah nerededir, ne kadar büyüktür?" gibi soruların cevabını vermemiz ve onların şüphelerini ve zihinlerindeki yanlış imajları düzeltmemiz gerekir. Ben, on yaşında bu soruları soran oğluma karşılıklı diyalog yoluyla cevap vermiştim.

Önümüzde duran masayı göstererek sordum:

- Bu masa kendi kendine olur mu?
- Olmaz.
- Yani bunu yapan biri var, diyorsun.
- Evet.
- Şu giydiğimiz terlikler ve ayakkabılar da kendi kendine olmaz, değil mi?
- Olmaz.
- Onları kim yapıyor?
- Adamlar.

- Evet, adamlar yapıyor. Biz onlara ayakkabıcı diyoruz. Ayakkabı kendisini yapan ayakkabıcıya hiç benziyor mu? Ayakkabıcının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü var ne de kulağı, ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor, değil mi?

- Evet.
- Basit bir masa ve ayakkabı kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığımız şu dünya kendi kendine olur mu?
- Olmaz.
- Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kimdir o?
- Allah.

- Evet, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan yüksek bilgi ve güç sahibi Biri var ve biz Ona Allah diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allah'ın varlığını biliyoruz, ama Onu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için her şeyi göremez, her şeyi duyamaz ve her şeyi bilemeyiz. Allah melekleri nurdan yarattığı için onları da göremiyoruz.

- Çocuklarımızı İbadete ve Duaya Nasıl Alıştırabiliriz?

Sembollerle düşünme, yani soyut düşünce tam gelişmediği için, çocuklar yedi yaşına kadar her şeye inanırlar. Dört yaşındaki bir çocuk için imkânsız diye bir şey yoktur, her şey mümkündür. "Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi; seni öpüp gitti." deseniz hemen inanır, bunun mümkün olamayacağını düşünmez.

Dört yaşındaki çocuklara ibadetler ve dua çok ilginç gelir, bizi taklit etmeye çalışırlar. Bizimle birlikte namaz kılmak, dua etmek, oruç tutmak, camiye gitmek çok hoşlarına gider. Yemeklerden önce ve sonra Allah'a verdiği nimetlerden dolayı sesli olarak şükretmek, namazlardan sonra yine sesli olarak dua etmek; kendimiz, eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için iyi dileklerde bulunmak yavrularımız üzerinde büyük tesir bırakır ve onları Allah'a yaklaştırır.

Küçük çocukların dil ve zihin gelişimi henüz yeterince olgunlaşmadığı için, soruların amacını tam olarak ifade edemezler.

Bir gün çarşıda dolaşıyordum. Annesinin kucağında, iki-üç yaşlarında bir erkek çocuğu parmağıyla camiyi göstererek sordu:

- Bu ne? Annesi,
- O bir cami, dedi. Çocuk tekrar sordu:
- Bu ne? Annesi yine aynı cevabı verdi:
- O bir cami. Çocuk istediği cevabı alamadığını anlatmak için yine sordu:
- Bu ne? Anne sesini yükselterek ve kelimelerin üzerine basarak,
- O bir cami, dedi. Anneye yaklaştım,
- Hanımefendi, dedim, çocuk caminin adını sormuyor; eve benzemediği için ne işe yaradığını soruyor.

Eğitimci Yazar Cezmi Tahir Berktin, "Okul Öncesi Eğitim" isimli kitabında kendi başından geçen bir olayı anlatıyor:

- Dört yaşındaki kızım, açlık grevine başlamış gibi, birdenbire yemek yememeye başladı. Bizimle sofraya oturmuyor, ağzına bir lokma koymuyordu. Bütün çabalarımıza rağmen sebebini öğrenemedik. Gece olmuş, yatma saati gelmişti. Kucağıma alıp yatağına götürdüm. Başını okşayarak, "Seni seviyorum, yemek yemeyişin beni üzüyor." dedim. Ağlayarak boynuma sarıldı: "Babacığım, ne olur sen de yeme!" dedi ve çocuk diliyle sebebini anlatmaya başladı.

Meğer eşim, farkında olmadan, bir eğitim hatası yapmış. Her anne gibi, bizim hanım da çocuğun beslenmesini aşırı önemsediği için kızım soruyor:

- Anne, neden yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- Yaşlanacağız.
- Yaşlanınca ne olacak.
- Her yaşlı gibi bir gün biz de öleceğiz.

Kızım, o küçük mantığı ile ölümden kurtulmanın çaresini yemek yememekte buluyor. "Yemek yemesem büyümem, büyümezsem yaşlanmam, yaşlanmazsam ölmem." gibi basit bir mantık geliştiriyor.

Berktin Hocanın da ifade ettiği gibi, biz ne kadar saklasak da çocuk er veya geç ölüm gerçeği ile yüzleşecektir. Çok sevdiği büyükannesi, büyükbabası veya arkadaşı öldüğünde bize sormayacak mı: "Büyükannem (veya arkadaşım) nereye gitti?" Vereceğiniz cevapta ahiret (cennet) inancı yoksa, ayrılık acısıyla dolu o küçük yüreği nasıl teselli edeceksiniz? Omuzlar üzerinde taşınan bir tabutu görüp sorduğunda ne cevap vereceksiniz?

Korkutarak Değil, Sevdirerek Eğitmeliyiz

Çocuklar dört-beş yaşına kadar rüya ile gerçeği birbirinden ayıramaz, düşüncelerin ve hayallerin gerçekleşebileceğine inanırlar. Kardeşini kıskandığı ve içinden ölmesini arzuladığı zaman, bunun gerçekleşeceğini düşünerek korkar, suçluluk duygusuna kapılır.

Çocuğun yaramazlığından bıkan bir anne, "Beni çok üzüyorsun, bir gün üzüntüden öleceğim." diye yakınsa veya "Allah annelerini üzen çocukları sevmez, cehenneminde yakar." diye korkutsa, çocuk bunun gerçekleşeceğini zannederek paniğe kapılır.

Çocuklara din eğitimi verirken, çoğu aileler farkında olmadan korku objesini kullanırlar. Salzman tarafından kaleme alınan ve "Yengeç Kitap" olarak bilinen bir eğitim klasiğini "Çocukları Kötü Eğitmenin Yolları" adıyla çevirmiştim. "Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları" başlığı altında şu tavsiyeler yer alıyordu:

" Zorla dua ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.

" Yaramazlık yaptığı zaman Allah'ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.

" Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.

Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikayesini anlatırken de şöyle der:

"Bu ahmak kadın çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: Öcü, baba ve Allah. Çocukları yatmaya zorlamak için,

- Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer, derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman,

- Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar, diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder,

- Baban akşam gelsin görürsün sen, temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin, derdi."

Çocuk eğitiminde davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. Namaz kılacağı zaman çocukları odadan dışarı çıkaran anne babalar var. Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda, "Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor." derler. Davranışlarıyla çocukları dinden soğuttuklarının farkında değildirler.

Bir gün ailece yaşlı bir akrabamızı ziyarete gitmiştik. Hoş beş ve çay faslından sonra sıra namaz kılmaya geldi. Biz namazda iken dört yaşındaki oğlum gelip sırtıma çıktı, kollarıyla boynuma tutundu. İkimiz de buna alışığız. Peygamberimiz (asm)'in çocuk sevgisini anlatırken Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin dedeleri namazda iken sırtına tırmandıklarını, Peygamberimiz (asm)'in buna ses çıkarmadığını, böyle birlikte namaz kıldıklarını anlatmıştım. O günden sonra, kimbilir belki de kendisini Hz. Hasan veya Hüseyin yerine koyarak, ben namazda iken gelip sırtıma tırmanır, elleriyle boynuma tutunur, böylece birlikte secdeye varırız. "Ne yapıyorsun?" diyenlere de "Babamla namaz kılıyorum." der.

Biz oğlumla son rekatta iken, namazını bitiren yaşlı akrabamız hışımla çocuğu sırtımdan alıp odadan dışarı çıkardı ve kapıyı kapattı. Bana, "Bu namaz olmadı, yeniden kılacaksın!" dedi. Güldüm. "Yapma Hacı Amca, Peygamberimiz (asm)'in namazını bozmayan bir şey neden benim namazımı bozsun." dedim. Ne demek istediğimi anlamadı tabiî. "Neymiş Peygamberimizin namazını bozmayan şey?" dedi kızarak. Ben de anlattım, ama aklı yatmadı. "Olmaz öyle şey, nereden uyduruyorsun bunları!.." dedi.

Çocuklara Cenneti Olan Allah'ı Anlatmalıyız

Bir akşam bir komşumuz telefon etti:

- Ali bey, bizim çocuğa bir haller oldu, nazara geldi herhalde, şeytan ağza alınmayacak şeyler söylettiriyor, dedi.

- Hayırdır, hele anlat bakayım, dedim. Anlatmaya başladı:

- Ah sormayın, benimle birlikte namaz kılan, camiye giden bu güzel çocuğa neler oldu anlamıyorum. Gerçi yaşı daha küçük, dört yaşında, ama söylediği şeyler aklımı başımdan aldı, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. "Ben namaz kılmayacağım!.." diye tutturdu. Olur mu, Allah namaz kılmayanları cehenneminde yakar, dedim. "Ben de onu yakarım!" demez mi? Şaşırdım kaldım. Aklıma bir hocaya götürüp okutmak geldi, ama gitmeden önce size bir danışayım dedim.

Komşuyu dinledikten sonra güldüm.

- Hocaya filan götürmenize gerek yok, çocuk haklı, dedim.

Böyle bir cevap beklememiş olacak ki, tepkisi sert oldu.

- Ne diyorsunuz siz, Ali bey?

- Küçük çocukları cehenneminde yakan Allah'ı hangi çocuk sever ve içinden gelerek namaz kılar? Çocuğu cehennemle korkutmaya ve Allah'tan soğutmaya ne hakkınız var? Çocuklara cehennemin kapalı olduğunu bilmiyor musunuz? Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki: "Buluğa erinceye kadar çocuktan ve akıl hastasından kalem kaldırılmıştır." Çocuğu cehennemle korkutarak hem Allaha, hem çocuğa haksızlık ediyorsun. Çocuğun tepkisi gerçek Allah'a değil, senin uydurduğun Allah'a. Bu vebalin altından nasıl kalkacaksın?

Çocuk adına çok üzüldüğüm için sözlerim sert olmuştu, bunun farkındaydım, ama kendimi tutamamıştım. Adam bir müddet sustuktan sonra:

- Ali bey, kusura bakmayın, aklım iyice karıştı... dedi. Ben hocalardan Peygamberimiz (asm)'in "Çocuklarınızı yedi yaşından itibaren namaza alıştırın.", dediğini duydum.

- İyi de kardeşim, cehennemle korkutarak alıştırın dememiş ki!..

- Haklısınız galiba... Peki, ne olacak şimdi? Hatamı nasıl tamir edeceğim?

- Çocuğunuzun terapiye ihtiyacı var, gelin de bunu nasıl yapacağımızı konuşalım.

Baba iyiniyetli ve söz dinleyen biri olduğu için, verdiğim tavsiyeleri yerine getirdi ve çocuğun bozulan itikadı kısa zamanda düzeldi.

Çocuklarda Ölüm Korkusu

Araştırmalar, okul öncesi çocuklarda ölüm korkusunun çok baskın olduğunu göstermektedir. Öncelikle anne babasının, daha sonra kendisinin öleceğinden korkar. Ölüm korkusunun tek çaresi ahiret inancıdır. Ölümü öldürüp kabir kapısını kapatamadığımıza göre, "Nereden geldik, nereye gideceğiz?" sorusuna cevap bulmak zorundayız. Bu sorunun cevabı da İslâm inancında vardır.

Bir gün bir hanım okuyucum telefonla beni aradı. Ağlamaklı bir sesle,

- Ali bey, annemi kaybettik, dedi.

Başsağlığı ve sabır diledim. Konuşmaya devam etti:

- Annemin öldüğüne fazla üzülmüyorum, iyice yaşlanmıştı, kendini zor taşıyordu. Namazında, niyazında, iyi bir insandı. Çok defa, "Allah'ım beni çocuklarıma yük etme, yatağa düşürmeden emanetini al, beni Hasan'ıma kavuştur." diye dua ettiğini duydum. Hasan derken ölen babamı kastediyordu. Babamı üç sene önce kaybettik. Sözü fazla uzatıp başınızı ağrıtmak istemiyorum. Dört yaşındaki kızım için arıyorum. Büyükannesini çok severdi. Annem ölünce, kızımı hemen götürüp teyzesine bıraktım. Annemin hasta olduğunu söyledik, öldüğünü bilmiyor. Uzun süre saklamamız imkânsız, bir şekilde bir yerlerden duyacak veya nereye gittiğini soracak. Ne cevap vereceğimi, nasıl anlatacağımı bilemiyorum; bana yardımcı olun lütfen.

Tekrar başsağlığı ve sabır diledim.

- Siz inançlı bir insansınız. Bir-iki gün sonra acınız hafifleyince çocuğunuzu yanınıza alın. Ona "büyükannesinin öldüğünü, fakat cennete gittiğini, orada daha güzel bir hayat yaşayacağını" anlatın, dedim.

Anne biraz tereddüt geçirdikten sonra:

- Ben de buna benzer şeyler anlatmayı düşünmüştüm, dedi. Ancak, "Büyük annemi bir daha göremeyecek miyim?" derse ne cevap vereceğim?

- Çocukların sorularına cevap verirken dürüst olacağız. Detaylara girmeden, kısaca, anlayacağı kelimelerle cevap vereceğiz. Nasıl inanıyorsak öyle anlatacağız. İnancımıza göre, ahirette yine biraraya geleceğiz, akrabalık ve dostluk ilişkilerimiz devam edecek. Siz de çocuğunuza bunları anlatın. "Büyükannesiyle cennette buluşacağını, yine kendisini seveceğini" söyleyin.

Çocuğun din eğitimini bir makaleye sığdıramayacağımızı siz de takdir edersiniz. Çocuklardan gelen, cevaplamakta zorluk çektiğiniz soruları elektronik posta adresime gönderebilirsiniz; elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz.

Konu ile alakalı detaylı bilgi edinmek isterseniz Ali Çankırılı'nın "Çocuğun Manevi Eğitimi" isimli kitabından faydalanabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Çocuk ve Allah...

14 Gelin, damat kaynanasına, kayınpederine bakmak zorunda mıdır?

Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ buyuruyor:

"İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 55/60)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem,

"İnsanların hayırlısı, başka insanlara faydalı olanıdır.” (Feyzu'l-Kadir, III/480)

buyuruyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16) 

"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58)

Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır.

Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur." diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır. Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar, nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar.

Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi, birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Günahlarda ise hiç kimseye itaat gerekmez.

Saniyen herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlardan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan akl-ı selim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever.

Kayınpeder ve Kayınvalideye Hizmet

Bu ve buna benzer hadiselere, İslam hukukundaki maslahat prensibi açısından bakarak bazı şeyler söylemeye çalışacağım. Nihai anlamda söyleyeceğim şeylerin “mutlaka uyulmalı” veya literatürdeki ifadesiyle “mucebince amel oluna” cinsinden bir fetva olmayacağını baştan ifade edeyim. Çünkü hem bu satırların yazarı kendisini içtihadi ahkam üretme konusunda ehliyetli görmemektedir, hem de -velev ki öyle bile olsa- içtihadi meselelerde nihai ve mutlak doğru yoktur. Metodolojisine uyularak ehil insanlar tarafindan yapılan içtihadlar, yeni hükümler birbirinden siyah-beyaz nisbetinde farklı olsa da doğru oldukları herkesin bildiği bir gerçektir. Daha gerçekci bir ifadeyle bunlar, “Eşbeh bi’l-hak” nazariyesine göre, şartlarına riayet edilerek ehilleri tarafından yapılan içtihatlar olduğu için doğruya en yakın olandır. Fıkhi mezhepler arasındaki görüş ayrılıkları, hem de aynı mesele üzerindeki farklı hükümlerin bulunması bunu açık ve net bir biçimde göstermektedir.

Bu hadise münasebetiyle bahsini ettiğimiz türden bir denemeye girmemizin sebebi ise, soruda bahsi geçen konu ile alakalı olarak Kur’an ve bağlayıcı sünnette aksine ihtimal vermeyecek ölçüde nihai hükmün bulunmamasıdır. Burada hemen akla anne-baba hakkında Kur’an’da “öff” bile demeyin ayeti gelebilir. Ama şu detay oldukça önemlidir ve gözden kaçırılmaması gerekir; bu ayetin her bir kişinin kendi anne ve babasını kasdettiği kesindir, fakat kayınvalide ve kayınpederi kapsadığı şüphelidir. Usul-u fıkıh ifadesiyle bu ayetin sübutu kat’idir, ama muhtevanın kayınvalide ve kayınpedere delaleti zannidir. Zaten bağlayıcı bir beyan olsaydi Ebu’s-Suud Efendinin fetvalarına benzer tek kelimelik “mecbursun” türü bir beyanla soruyu cevaplamış olurduk.

Sorudaki meselenin iki boyutunun olduğunu baştan kabullenmek gerek; bir; evli bayanın anne-babasını veya anne-babasının kızını ziyaret etme hakları. İki; karı-kocanın aile saadeti, evliliklerinin huzur ve mutluluk içinde devamı ki benim maslahat prensibi açısından deneme yapacağım alan da burası. Hadisenin birinci boyutu ile alakalı olarak, evli bir bayanın anne-babasını veya anne-babasının kızlarını ziyareti tartışma götürmez bir haktır. Ama bunun zamanlaması tamamı ile örf ve adete ya da eşlerin pozisyonlarına göre karşılıklı anlaşmalarına bırakılmıştır. Yüz hanelik bir köyde evli olan bayanın anne-babasını ziyaret sıklığı ile örneğin başka bir şehirde veya yurt dışında hayatını sürdüren bir bayanın anne-babasını ziyaret sıklığı bir olmayacaktır.

İkinci hususa gelince; önce kayınpeder ve kayınvalidenin veya kayınbirader ve baldızların damad ile olan irtibatını açık ve net bir biçimde ortaya koyalım; akraba. İslam hukunda akrabalar asabe (kan bağı), zevi’l-erham (evlilik) ve vela (köle azadı) vesilesi ile olmak üzere üç ayrı grupta ele alınır. Gerek miras, gerek diyet, erş gibi tazminat ve gerekse ihtiyaç hasıl olduğunda vasi tayini gibi hususlarda bu sıralamaya riayet edilir. Kayınpeder ve kayınvalide başta kayınbirader ve baldızlar bu kategori içinde ikinci sırada yer alır. Bunlara yapılacak maddi destekler de üçüncü şahıslara nisbetle daha çok sevaptır. Bu görüşü şu hadisle temellendirebiliriz. Allah Rasulü (asm) sadaka mahallerini beyan eden hadislerinde akrabaya yapılan yardımlar için buyururlar ki; mealen: “Onlara verilen sadakadan hem sadaka hem de sılayırahim sevabı alınır.”

Kaldı ki bu vesile ile hadis kitaplarında akraba bağlarının gözetilmesi ile alakalı müstakil babların ve yüzlerce hadisin bulunduğunu da hatırlatmak isterim.

Bunu öncelikle belirtmemin sebebi, Kur’an ve sünnette kayınpeder ve kayınvalideyi görüp gözetme, koruyup kollama hususunda net bir beyan yoktur, itiraz veya düşüncelerinin önünü kesmek içindir. Hayır, Kur’an ve sünnette kayınpeder ve kayınvalideyi direkt veya dolaylı olarak ele alan beyanlar vardır. Yukarıda sunduğumuz akraba kategorileri buna bir örnek olduğu gibi, Kur’an’da (Nisa, 4/23) kendisi ile evlenilmesi haram insanlar sınıfında açıkca kayınvalidelerin zikredilmesi de ayrı bir örnektir.

Bir başka açıdan; diyelim ki Kur’ani ve Peygamberi beyanlarda bu çizgide bir açıklama, emir veya yasak yok. Bu takdirde ne yapılacak; işte maslahat prensibinin işletileceği nokta burasıdır. Maslahat İslam hukukuna göre hükmü bilinmeyen meselelerde kullanılan bir metodolojidir. Genel tarife göre maslahat; hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren ve bunun geçersiz sayıldığına dair şer'i bir delil olmayan manalara denir. Maslahat Allah'ın muteber sayıp-saymamasına göre üçe ayrılır. Mutlak anlamda dikkate alınması gerektiğine dair şer'i delil olan maslahatlara maslahat-i mutebere (mesalih-i mutebere) denir. Allah tarafindan geçerli veya geçersiz sayıldığına dair delil bulunmayan maslahatlara -ki içtihada bırakılmış meselelerdir bunlar- maslahat-i mürsele (mesalih-i mürsele), şer'i delilin muteber sayılmayacağını gösterdiği maslahatlara ise maslahat-i mülğa (mesalih-i mülğa) denir.

Bir başka açıdan maslahata dayalı olarak hüküm verebilmek için maslahat denilen, maslahat olarak görülen mananın Ramazan el-Buti’nin tesbitlerine göre;

1. Allah’ın hedeflediği gayelere uygunluk içinde olması,
2. Kur’an ile çelişmemesi,
3. Sünnet ile celişmemesi,
4. Kıyasa aykırı olmaması,
5. Kendinden daha önemli veya eşit bir maslahatı ortadan kaldırmaması gerekmektedir.

Şimdi bu aşamada şunu söyleyebiliriz; kayınvalide ve kayınpederin ya da eşinin kardeşlerinin damadın yardımına muhtaç olduğu durumlarda, damadın imkanları ölçüsünde maddi yardımda bulunması bir maslahattır. Maslahattır; çünkü dinin temel değerleri ile çatışması bir tarafa örtüşmektedir. Hatta mesalih-i mürsele değil, mutebere sınıfındandır. Ve Ramazan Buti’nin tesbitleri içinde yer alan hiç bir maddeye de aykırı değildir.

Bu hususa bir başka açıdan yaklaşarak farklı bir açılım kazandırmak istiyorum; usul-u fıkıhçılara göre maslahat zaruri, külli ve kat’i olmalıdır. Zaruri demek, usul-u hamse adı verilen ferdi ya da içtimai olarak el ele vererek korunması gerekli olan beş temel unsurun bu maslahatla korunmus olması demektir. Onlar da herkesin bildiği gibi, din, nesil, mal, ırz ve hayattır. Külli demek, maslahatın sadece şahsa özgü değil, bütün ümmete şamil olmasıdır. Kat’i ise maslahattan elde edilecek şeyin kesin olması demektir. Şimdi damadın kayınpeder ve kayınvalidesine bahsi geçen çizgide yardımı, sahiplenmesi şahsi kanaatıma göre bu üç unsuru da içinde barındıran bir maslahattır.

Pekala bu maslahata bağlı olarak elde edilen sonuç bağlayıcı bir değere sahip midir, denilecek olursa, yine bir usul kaidesi ile bu soruya cevap bulabiliriz; “Yasaklar mefsedete, emirler ise maslahatlar üzerine kuruludur.” Burada maslahat zaruri, külli ve kat'i olduğuna göre elbette farz, vacib mesabesinde olmayan bir yükümlülük söz konusu olabilir. Yalnız bu yükümlülük hukuki değil ahlaki düzeydedir. Hukuki olabilmesi için mahkeme kararı olması gerekmektedir.

Ayrıca Arap örf ve adeti ile bizim bugün içinde yaşadığımız toplumda damad ile kayınpeder-kayınvalide münasebetleri farklı bir seyir izleyebilir. Bu farklılık erken dönem İslami hayata ve hükümlere o toplumda kabullenilen şekliyle yansımasına sebep olmuştur. Bu durum aynı zamanda fıkıh kitaplarında bahsi geçen çizgide net görüşlerin yer almamasının da bir izahıdır.

Buraya kadar damad-kayınpeder, kayınvalide diyerek ele aldığımız her şey gelin-kayınpeder, kayınvalide münasebeti için de geçerlidir. Maddi açıdan, yani gelinin madden eşinin anne babasını desteklemesi, yardımda bulunması -istisnalar hariç- olmasa bile, onlara hizmet noktasında çok yoğun tartışmaların yaşandığı bir alandır. Bir başka ifadeyle gelin-kaynana geçimsizliği. "Kadının eşinin kayınpeder ve kayınvalidesine bakma yükümlülüğü var mıdır?" ile başlayan sorular kümesini kasdediyorum daha açıkcası. Bence bu ve benzeri istikametteki sorulara da yukarıda izahını yapmaya çalıştığımız maslahat açısından bakmalı ve cevabı gerek maslahatın mutebere oluşu ve gerekse zaruri, külli ve kat’i oluşu noktalarında aramalıdır.

- Dini açıdan anne babaya bakmak zorunda olan kimdir?

Anne baba bakıma muhtaçlarsa, evladın onların bakımıyla ilgilenmesi dinimizin emridir. Bu bakımdan evlat ya bizzat kendisi bu vazifeyi ifa edecek veya bir hizmetçi tutup onların hizmetlerini gördürmesi gerekir.

Kayınpeder kadın için babası hükmündedir; bu bakımdan kendisine namahrem değildir.

İslam’ın hakkıyla yaşanmadığı yerlerde veya şahıslarda, ister istemez bazı sıkıntılar yaşanacaktır. Bu sıkıntıları da İslam ve Kur’an ilacı ve reçetesi ile tedavi etmek durumundayız.

İslam hukuku olayları değerlendirirken öncelikle farz ve haram noktasından ele alır. Yani bu işi yapmak farzdır veya değildir, haramdır veya değildir, şeklinde bir hüküm açısından konuyu açıklar.

Bu nedenle, bir şeyin farz olmaması hiçbir şey yapması gerekmez anlamına gelmemelidir. Örneğin Hanefi mezhebine göre Fatiha suresi okunmadan kılınan namaz caizdir. Ancak Fatiha okumak vaciptir. Vacibin terkiyle namaz bozulmaz, demektir. Yoksa Fatiha okusan da olur okumasan da, demek değildir. Okumak vaciptir ve bilerek terk eden sorumlu olur, ancak namazın farzları yerine getirildiği için de namaz geçerli olur.

"Eşlerin kayınpederine bakma yükümlülüğü var mıdır?" konusunda İslam alimleri şunları söylemektedirler. “Bir gelin kendi kocası ve hatta çocuğuna bile bakma zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla bir kayınpedere bakma sorumluluğu da yoktur." İşte bu hüküm farziyet noktasından değerlendirilerek verilmiştir. Yani bir gelin kayınvalidesine bakmamakla haram işlemiş olmaz. Ancak birçok sünneti terk etmiş veya bazı mekruhlara girmiş olabilir.

Şimdi karşımıza bir gelin hanımı alarak sohbetimizi devam ettirelim:

Kayınpederiniz, beyinizin babasıdır. Siz ayrılsanız veya kocanız vefat etse dahi, akrabalığınız en azından çocuklarınız aracılığıyla devam ediyor demektir. Aile içinde şu veya bu şekilde, az veya çok, görüşmelerinizin sıklığı ve sâkinliği nisbetinde hak-hukuk mutlaka olacaktır ve zaten vardır. Bu gibi konularda hürmet ve saygı başta olmak üzere, dinî ölçüleri zorlamamak kaydıyla anlayış ve hoşgörü ortamı içinde münasebetleri sürdürürsünüz. Kendinizi dinen ve vicdanen rahat hissediyorsanız mesele yok, ancak kayınpeder olup olmaması bir tarafa, insan olarak kalbini kırma, gıybetini yapma, soğuk davranma, meşru istek ve arzularını yerine getirmeme gibi hallerde bulununca mutlaka hak geçer. Bunun için özür dileme, helâllik isteme gibi telâfi yollarını tercih etmelidir.

Demek ki bir evlat anne ve babasına bakmakla yükümlüdür. Bu vazifesini yapmadığı takdirde günaha girmiş olur. Gelin ise kayınvalide ve kayınpederini br yabancı olarak değil de anne ve babası gibi görmeli ve onlara hizmette kusur etmemelidir.

- Gelin kayınvalidesi ile aynı evde yaşamak zorunda mıdır?

Gelin kocasının ana babasıyla aynı yerde kalmaya, onlara bakmaya (hukuken) mecbur değildir. Ama (diyaneten) hizmet etmesi tavsiye edilir. Beyinin imkanı elverdiği nispette ayrı ev, yoksa ayrı oda dahi isteyip ayrı yerde kalabilir, hizmet etmeye zorlanamaz. Ancak beyinin mutluluk ve huzuru hanımın da mutluluk ve huzuru olacağından, bir hanımefendi mümkün olduğu kadarıyla beyinin ana babasına hizmette kusur etmemeye gayret gösterir, böylece ailenin mutluluğunu, huzurunu sağlamaya katkıda bulunmuş olur. Çünkü hiçbir evlad ana babasını ihmal etmez, muhtaç oldukları zaman onların hizmetine koşmaktan geri durmaz. Mutlaka ana babasına hizmet edecek, onların mutluluğuyla mutlu, mutsuzluğuyla da mutsuz olacaktır.

Hanım hukuki hakkını kullanıp da kayınvalide ve kayınpederine hizmetten uzak kalması, beyinin mutsuzluğuna sebep olup sevgi azalmasına vesile teşkil edecektir. Bir hanım da, bunu istemez elbette. Kaldı ki bugünün gelinleri yarınların da kayınvalideleridirler. Onlar bugün kayın validelerini ihmal edince yarın kendilerinin de ihmal edilmeye müstehak olacakları aşikardır.

Öyle ise hukuken olmasa da diyaneten istenen bu hizmet işlerini, gelinler ihmal etmemeli, bir gün kendilerinin de aynı şekilde hizmete, hürmete muhtaç hale geleceklerini unutmamalılar. Ayrıca bu gibi iyilikler karşılıklıdır. Bugün kendisi beyinin ana babasına hizmet eder, yarın da beyi kendisinin ana babasına hizmet eder. Hiç belli olmaz; kim kime ne zaman ne şekilde muhtaç hale gelecektir. Asıl vefa ve sadakat da böyle günlerde belli olur zaten. Kaldı ki bu hizmetler de yabancıya değil; ana baba makamına kaim olan kayınvalide ile kayınbabaya yapılmaktadır. Öz ana baba olmasa da ana baba yerine geçenlerdir bunlar.

- Anne-baba, yavrusunun yuvasını yıkan kişi olabilir mi?

Bir baba ve ana yavrusunun yuvasını bozabilir mi; aile ocağını söndürmeye yönelik tutum ve tavır içinde olabilir mi?

İlk bakışta insan buna ihtimal veremiyor, hatta hemen cevap da vermek istiyor:

– Hayır, bir baba ya da ana ne oğlunun, ne de kızının yuvasını yıkmak isteyemez, aile saadetini bozmaya yönelik telkinde bulunamaz.

Ne yazık ki beklenen bu olmasına rağmen, olan bu değildir. Kızının yuvasını, oğlunun ocağını bozacak tutum ve tavır içinde olan baba da vardır, ana da...

Niçin mi böyle?

Sebepleri çok ama, ne olursa olsun bazı babalar, analar beklenmeyen yanlışa sebep olabiliyorlar. Şayet gelin kendilerine hoş görünmemişse, isteklerine uygun hareket etmemişse (ki, istenen, uyum sağlamasıdır) bu defa veryansın ediyorlar gelin aleyhine. Bir de bakıyorsunuz ki evlad, hanımı ile ana babası arasında sıkışıp kalmış, kime göre hareket edeceğini bilemez hale gelmiş. Ya ana babanın telkinine uyacak, yuvasını bozmaya yönelecek; yahut da ısrarlı şekilde gelen telkinin altında ezilmeye devam edecektir.

– Sen bu kadını bırak, sana biz daha iyisini buluruz!..

Bir defa ana babalar bilmeliler ki, evlenen oğul artık elleri altında emir eri gibi tuttukları bekar çocukları değildir, evlenmiştir. Yani artık kendi başına yaşayacak hale gelmiştir. Onun da bir ailesi, onun da bir müstakil hayatı olacaktır. Siz onu süt çocuğu gibi görmeye, hayatına müdahale etmeye devam edemezsiniz.

Çoğuğunuz bırakın yakasını, yaşasın müstakil hayatını... Hanımı size hizmet eder, saygıda bulunursa takdir ve tebrike şayan bir tutumdadır. Ama bunu siz beklemeyin, o göstersin, o duysun bu saygı ve hürmeti.

Şayet dini ölçülerle zorlayacak olursanız karşınıza şu gerçekler çıkar:

* Gelin, sizinle birlikte yaşamaya mecbur değildir. Ayrı ev isteyebilir. Beyinin gücü yetmiyorsa aynı evde ayrı yaşayacağı oda bile isteyebilir. Bu odanın müstakil ev gibi özelliği de olacaktır...

* Gelin, beyinin babasına, anasına hizmete etmeye, arzularına uymaya mecbur değildir. Ancak uyum göstermesi, anlayışlı davranması elbette idealdir. Bu da zorla olmaz. Öyle ise artık elinizin altında bulundurmaya alıştığınız oğlunuzu, gelininizi birazcık bırakın, hayatlarını yaşasınlar. Bir gölge gibi takip ederek kendinize isyan ettirmeyin, hürmeti kendiliklerinden duymalarını bekleyin, zorla duyurmaya çalışmayın.

Şu satırların yazılmasına sebep olan bir konuşmanın özetini arz edeyim, sizler de ibretle bakın olaya. Kızcağız bakın neleri nasıl anlatıyor:

– Hocam, babam evimize geldi, beyimle tartıştı. Ondan sonra elimden tutup beni evine götürdü. Beyime, "Sana kız filan yok, bekle, gör." dedi. İki tane oğlum, şu anda beyimin yanında, ben babamın bedduasından korktuğum için babamın evinde beklemekteyim. Ne olacak benim halim? Bir tarafta beyim, bir tarafta babam. Babamın bu tavrı doğru mu?..

Siz böyle baba gördünüz mü hiç? Damadı ile bir konuda tartışacak, kızınca da kızının elinden tutup tekrar geriye döndürecek. İki tane de torun geride anasını bekleyecek...

Bir de şu ananın telkinine bakın:

– Oğlum, ben bu gelini beğenmiyorum. Hep kendi başına hareket ediyor, beni dinlemiyor. Sen bunu götür, babasının evine bırak, sana dünya güzelini bulurum ben...

Bunlar kızının, oğlunun yuvasını yıkmaya yönelik yanlışlar... Hem de ana babadan beklenmeyen yanlışlar. Evlatlar, böylesine haksız istekte bulunan ana babanın sözlerine uymaya mecbur değiller. Kurulmuş yuva yıkılmamalı, ama ana baba da kırılmamalı, bir münasip dille kendileri aydınlatılma ciheti tercih edilmelidir.

Ana babanın istekleri haklı olursa uyulur, olmazsa uyma mecburiyeti söz konusu olmaz. Bu konudaki bedduaları da tutmaz. Çünkü haklı değiller. Haklı olmayan beddualar etkili olmaz.

MUTLU BİR AİLEYE DÖRT MEKTUP

A. Sevgili Gelin Hanıma Mektup

1. Beyine hoşlanacağı isim ve sıfatlarla hitap et.
2. Onun sevdiği yemekleri güzel yap ki evini özlesin.
3. Beyin evden çıkarken onu uğurla; akşam döndüğünde güler yüzle karşıla.
4. En çok güzel görünmen gereken kişinin beyin olduğunu bil.
5. İffetini ve hayanı muhafaza et. En güzel elbisenin takva elbisesi olduğunu unutma; her işimizi murakabe eden Allah (c.c)'ı düşün.
6. Sevgini beyinle ve çocuklarınla paylaş. Evinin direği ol. Beyin evde olmadığı zaman gözü arkada kalmasın.
7. Beyine her fırsatta teşekkür etmeyi unutma. Gücü yetmeyeceği külfetin altına sokma, başkalarına da şikayet etme.
8. Beyinin işlerini, makam ve mevkisini bil. Sevincini ve üzüntüsünü paylaş.
9. Beyinin izni olmadan ve onun müsaade etmeyeceği yerlere gitme.
10. Tutumlu ol. Müsrif olma. Zor zamanlarda isyan etme.
11. Temiz ve tertipli ol. Beyinin elbiseleri de temiz ve ütülü olsun.
12. Beyinin akrabalarına ve onun sevdiklerine yedirip içirmekten kaçınma. Onlara güzel davran.
13. Kaynananı tecrübeli bir anne olarak sev ve say ki beyin üzülmesin.
14. Annenin evine gereksiz ve aşırı gitme ki evdeki işlerin aksamasın.
15. Çocuklarını hayırlı bir evlat olarak yetiştirmeye gayret et ki millette sizi hayırla yad etsin.

B. Sevgili Damat Beye Mektup

1. Evinden çıkarken hanımına "Allah'a ısmarladık!.." diyerek çık. Onun gönlünü hoş tut.
2. Pencerelerden yolunu gözletme, vakitlice evine gel.
3. Dışarıda yediğinden içtiğinden evine de getir.
4. Hanımının kusurlarını başkalarına anlatma, güzelliklerini an.
5. Evini harçlıksız bırakma, onları kimseye muhtaç etme.
6. İş hayatının sıkıntılarını eve yansıtma. Evde sevinç olsun.
7. Düğüne ya da gezmeye gittiğinde, mümkünse hanımını da götür.
8. Evine geldiğinde selamla ve güleryüzle gir ki, ev halkı da senin geldiğine sevinsin.
9. Evini Kur'an'sız, kitapsız, namazsız bırakma. Sabah namazına kalktığında ev halkını da kaldır ki, rahmet ve bereket gün boyu sizinle olsun.
10. Gayretli ol, kıskanç ol. Ancak tecessüs etme. Suizan ile hareket etme. Ayıp ve kusur araştırmakla meşgul olma.
11. İnsaflı ol. Hanımının gücünün yetmeyeceği işleri ondan bekleme. Gerekirse ona yardım et.
12. Kararlarında hanımınla da istişare etmeyi unutma.
13. Beklenmedik anlarda sürpriz hediyelerle gönül almasını bil.
14. Dünya evine girmek dünyaya dalmak olmamalı, ahiretini unutma. Din vatan ve insanlık için çalışmayı terk etme.
15. Şunu bil ki, az olan helal kazanç çok olan haram kazançtan hayırlıdır. Haram lokma yeme, hanımına ve çocuklarına da yedirme.

C. Değerli Kayınvalideye (Gelin Hanımın Annesine) Mektup

1. Kızını savunma, o şikayete geldiği zaman ona yüz verme. Damadının iyiliklerini başkalarına da anlat.
2. Kızının evine çok gitme ki saygınlığın artsın. Ancak torunların olduğunda yardımını da esirgeme.
3. Kızında ve torunlarında, damadının anne ve babasının hakları olduğunu unutma.
4. Hısımlarını akbalarını bil. Onların hatırını üstün tut.
5. Damadını oğlun bil. Onu da zaman zaman ara, gönlünü hoş tut.

D. Değerli Kayınvalideye (Damat Beyin Annesine) Mektup

1. Gelinini kızın gibi bil. El kızı gelip oğlumu aldı deme.
2. Gelinine annelik yap, kusur bulmak için çalışma. Çokta nasihat etme; kendini sevdir gerisi gelir.
3. Başkalarının, gelinin hakkındaki dedikodularına hemen inanma.
4. Yapabileceğin basit işleri kendin yap, gelininden bekleme. Kendi zamanınla kıyaslama.
5. Gelininden gizli oğlunla konuşma ki, gelinin senden endişe etmesin. Sana güvensin.

Özetle söylemek gerekirse:

“Sizden biri, kendisi için istediğini (Müslüman) kardeşi için de istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, 7)

15 Peygamberimiz (asm) eşlerine karşı nasıl davranırdı?

O’nun (s.a.s.) hanesi yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi olmuştur. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saâdet kokardı. Âlemde hiçbir kadın Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasûlü eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hasıl etmiştir.

Peşinen söylemek gerekir ki, onun aile reisi olarak çizdiği portre de hayranlıkla izlenecek mükemmelliktedir: Sabrın, merhametin, teennili davranışın, anlayışlılığın, inceliğin, hoşgörünün ve sorumluluğun timsalidir, o peygamber. Ve bu faziletler belki de hiç kimsede kendini bu denli güzel ifade edememiştir.

Allah katında aile reisinin değeri, eşine ve yakınlarına verdiği değerle ölçülür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.):

“En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım.” buyurmuştur.

İlgi ve Sevgi: Bir eş ve babanın ailesine olan ilgisinin en önemli göstergesi, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna îtinî eder, ne ibâdeti, ne arkadaşlarıyla geçirdiği vakit ne de dünya meşguliyeti buna mani olmazdı. O, ailesi ile birlikte olduğunda, onlarla sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar, şakalaşır ve eğitmeye çalışırdı.

Rivâyetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in âilevî sohbeti iki istikamette oluştuğunu göstermektedir: Birincisi, âile fertlerinin her biri ile şahsen teması ve husûsî sohbeti; İkincisi, âile fertlerinin tamamının birbiriyle temas ve sohbeti.

Bu her iki sohbetin, günlük siyasi ve irşadi faaliyet ve diğer meşguliyetler içerisinde ihmale uğramaması için Rasûlullah (s.a.s.), birkaç kesin prensibe yer vermiştir:

Hanımlarıyla geçireceği gece, belli bir esasa bağlanmış, kur’a ile tesbit edilen bir sıra ile her gece birinin yanında kalmak, prensip olmuştur. Nevevi’nin açıklamasına göre kadın hayızlı halde olsa bile sohbet nöbetinde atlama yapılmamıştır.

Ayrıca her sabah mescitten çıktıktan sonra ve her ikindi vakti namaz kıldıktan sonra kadınların her birine teker teker ziyaretler yapar, alışılan muayyen bir müddet boyunca onlarla sohbet ederdi.

Bir de özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasûlullah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcelerine ibretli kıssalar anlattığı, hepsinin güldürücü şakalar yaptığı rivâyet edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), günlük sabah ve ikindi ziyaretlerine gider, selam verir, elini omuzlarına ya da başlarına koyarak öper, hal hatır sorup meseleleriyle alakadar olurdu. Ondaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına bütün letâfeti ve nûrâniyetiyle sirâyet etmiş olacak ki, bir değil bir çok hanım birbirlerine aynı zarâfetle yaklaşmışlardır.

Meselâ, bir gün önce, savaşta babası ve bazı yakınlarını kaybeden Safiyye’nin yanında Hz. Peygamber (s.a.s.) hiç uyumamış, sabaha kadar kendisiyle sohbet edip, ilgilenmiştir. Böyle bir ilgiye de ihtiyacı vardır ve kendisinden bu ilgi esirgenmemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) hastalandığında “Keşke senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerinde yatan ben olsaydım.” deyince, diğer hanımlar birbirlerine göz kırparlar. Bunu gören Rasûlullah (s.a.s.), “Safiyye bu sözünde sâdıktır.” buyurur.

İnsan fıtratında var olan eğlenme ve şakalaşma ihtiyacını bilen Rasûlullah (s.a.s.) buna da imkân tanımış ve bizzat eşleriyle şakalaşmıştır. Muhtelif seferlerde Hz. Âişe (ra) ile koşu yarışması yaptığını vâlidemiz kendisi söyler.

İlgilenme ve değer verme, kendisini, muhâtabının fikrine saygı duyma ve önerilerini dikkate almada da gösterir. Ve tabiî ki Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda da örnek teşkil eder bugünün erkeklerine ve tüm insanlara. Özellikle eşinin sözüne ve düşüncesine, doğrudan hanımını ilgilendiren konularda bile müracaat etmeyen aile reisleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşayışı göz önüne alındığında en yakın arkadaşlarına haksızlık etmektedirler. Oysa Hz. Peygamber (s.a.s.) çok kritik anlarda eşlerinin fikrini almış ve uygulamıştır.

Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Kabe’ye varamadan geri döneceklerdi. Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına:

"Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!"

buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Rasûlullah (s.a.s.), emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme'nin çadırına girdi; ona halktan mâruz kaldığı bu hali anlattı. o, kendisine:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, tıraşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, ashaptan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni tıraş etsin!"

dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, tıraş oldu. Ashâb bunları görünce kalktılar kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler.

Üzerinde durulması gereken çok hassas bir konu bu. Kim, kadınlara karşı bu denli iltifatkar olabilmiştir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Hz. Peygamber’in (s.a.s.) örnek olduğu her alanla ilgili bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ve maalesef soruların çoğunda cevap olumsuz olacaktır. İşte bu nedenledir ki mükemmel olan dinimiz, bizlerin yaşayışında aynı seviyede değildir. Halbuki Efendimiz (s.a.s.) nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkar davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu:

“Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebû Dâvud, Tirmizî, Dârimî)

Hz. Peygamber (s.a.s.), âile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarıyla, onları memnun etmiş ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Hanımlarına faziletlerini söylemesi, sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde yardımcı olması ve dizine bastırarak bindirmesi, kendisine yapılan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayanın göz yaşlarını elleriyle silerek teselli etmesi gibi Rasûlullah’ın (s.a.s.) pek çok davranışı hanımlarını memnun etmeye yöneliktir. “Rasûlullah, Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı." Nitekim "O’nun gibi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi..." diye faziletlerini sayardı.

Ahmed İbn Hanbel'in bir rivâyeti bu hususu tavzih eder. Ona göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde:

"İnsanlar beni inkâr ederken, o inandı; herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana haram ederken, o malıyla benim için harcadı. Allah onun vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum olmadı."

buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Rasûlullah, Hz. Hatice (ra) hakkında daha nice faziletler saymıştır: "O akıllı idi, o faziletli idi, o ferâsetli idi...” gibi.

Hz. Peygamber (s.a.s.), ehlinin yakınlarına da iltifat ve alakayı ihmal etmemiş, vefat eden eşi Hz. Hatice (ra9’nin yakınlarını ve dostlarını da gözeterek eşi bulunmaz bir vefa örneği olmuştur.

İbn Abbas anlatıyor: "Rasûlullah buyurdular ki:

"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananınızdır. Ben aileme en iyi olanınızım.”

Rasûlullah (s.a.s.) kadınlara iyi davranmayı emretmiş, en hayırlı kimsenin, hanımına en iyi davranan kimse olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz "iyi davranma" izafi bir durumdur. Bu "iyilik"in içine öncelikle kadınların haklarına hakkıyla riâyet gelir: Nafaka hakkı, tahkir edilmeme, hatalarını başına kakmama gibi hadislerde belirtilen haklara riâyet. Ayrıca onların bir kısım huysuzlukları, kıskançlıkları karşısında sabretmek, terbiyelerinde iyi davranmak, geçimi iyi yapmak,.. hep kadınına karşı iyi olmanın içine girer.

Ancak kişinin "en iyi" olması için kadınına karşı iyiliğin yetmeyeceği de açıktır. Âyet ve hadislerde, bunun için başka şartlar da sayılmıştır: Takvâ, zühd, amel-i salih,.. gibi. Şu halde o şartları yerine getiren, hanımına karşı da iyi olunca iyilikte kemale yaklaşmış olur. Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcelerine karşı davranışları ile kadın hususundaki tavsiyeleri tahlil edilince bu "iyilik"ten kastedilen teferruat ortaya çıkarılabilir.

Rasûlullah (s.a.s.),

“Kadın eğe kemiği gibidir, doğrultmaya kalkarsan, kırarsın. Onu bırakırsan eğri olduğu halde istifade edersin.”

buyurarak sert, haşin davranışlardan uzak durmakla beraber, ilgi ve alakanın hiçbir şekilde kesilmemesi gerektiği ikazında bulunmuştur.

Kadın, erkekten daha hassas, daha ince mizaca sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu telâkkî ile, bazı fırsatlarda “zevcelerini camdan yapılmış şişeye” teşbih buyurmuştur.

Öyle ise hoşa gitmeyen davranışlarına karşı anlayış ve müsamaha esas olacaktır. Ashâba bir hatırlatması şöyledir:

“Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan, beraberce yatıyorsunuz?”

Buna rağmen eşlerini dövenlere ya da dövmek isteyenlere şöyle der:

“Dövün (ancak bilin ki kadını) sadece şerlileriniz döver.”

Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz.Hatice (ra)’nin vefatından sonra bir çok izdivaç yapmıştır. Birbirine rakip durumdaki hanımların geçinmesi ise pek zordur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) sabrı, anlayışlılığı, kadını iyi tanımasından dolayı, onları da birbirlerine yaklaştırmış, arkadaş olmalarına zemin hazırlamış, arada bir cereyan eden kıskançlık ve (birbirlerini) çekememezliklerine bazen gülümseyip geçmiş, bazen küsmüş, bazen uyarmıştır. İşte bunlardan bazıları:

Hz. Peygamber (s.a.s.), hanımlarının yetişmesine gayret eder, hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yaparlardı. Ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) refakatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara [hatta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra, kadın-erkek herkese] aktarmaya hazır hale gelirlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ev halkı, şehir dahilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, itikadi konularla ilgili Hz. Peygamber’in (s.a.s.) talimini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.

* * *

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL’ün, “Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Eşleriyle Münasebeti” isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Allah Resûlü, hanımlarıyla oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. Peygamber’in, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyetti. Ancak O, ümmetine bir şeyler öğretmek istiyordu. O güne kadar olanın aksine, kadın, çok muallâ bir yere oturtulacaktı. Allah Resûlü bunun pratiğine de yine kendi hanesinden başlıyordu.

İnsanı yaratan ve ona mutlu olmanın yollarını öğreten Yüce Mevla, gerçek mutluluğun kaynağını ve onun nasıl yakalanacağını da her dönemde gönderdiği peygamberlerle göstermiştir. Arıyı kraliçesiz, karıncayı beysiz bırakmayan Cenâb-ı Hak, insanı da lider ve rehbersiz bırakmamıştır. Hayatın her alanıyla ilgili takip edilmesi ve yapılması gereken en ideal davranışları, rehber insan peygamberlerle bildirmiştir. Bütün peygamberlerin mesajlarının esaslarını özetleyen ve en son ilkeleri insanlığa getiren Allah Resûlü (s.a.s.) ise örnek olma noktasında en zirveyi temsil etmektedir. O’ndan sonra peygamber gelmeyeceğinden dolayı da, herkese örnek olmuş ve herkesin yaşayabileceği bir hayatı temsil etmiştir. Hem Allah’ın son ve seçkin bir peygamberi olması, hem de her davranışının Yüce Yaratıcı tarafından öğretilmiş olması, Resûlullah’a (s.a.s.) ayrı ve önemli bir konum kazandırmıştır. Diğer bir ifadeyle Allah Resûlü’nün bu denli eşsiz bir konumda olması, onu terbiye edenin Allah olmasındandır:

“...Allah, sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana olan lütfu büyüktür.” (Nisa, 4/113) âyetiyle,

“Beni Rabbim terbiye etti. Hem ne kadar da güzel terbiye etti!” (Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1/224) hadisi de bunu göstermektedir.

Evet, O bir üsve-i hasenedir (güzel bir örnek). O’nun (s.a.s.) bizler için örnek olduğu önemli konulardan biri de aile kurumu ve eşler arasındaki münasebetlerdir. O’nun eşlerinin birden fazla olup onların değişik kültür ve yaşta olmasının belki de önemli hikmetlerinden biri, ümmetine aile konusunda örnek olması ve eşlere nasıl davranılacağını detaylı bir şekilde göstermesidir. Günümüz insanlarının aile kurumunu tam olarak ayakta tutamaması, özellikle de O’na inananların ailevi ilişkiler noktasındaki eksikliklerinden dolayı, boşanmaların artması, ailevî kavgaların çoğalması, boşanmadan dolayı arkada kalan çocukların çeşitli sıkıntılara maruz kalması gibi olumsuzlukları da düşündüğümüzde, yeniden O Örnek İnsan’ın bu yönüne ihtiyacımız daha bir önem kazanmaktadır.

İşte bu makalede Allah’ın (c.c.) kendisini terbiye ettiği O Eşsiz Resûl’ün (s.a.s.) ailesiyle olan ilişkisi, onlara nasıl davrandığı, yardım ettiği, değer verdiği, kırmadan ve severek bütün olumsuzluklara rağmen mutlu bir hayatı nasıl yakaladığı ortaya konulacaktır.

Aile Kurumunun Önemi

O’nun insanlığa getirdiği Son Mesaj’da, temelde insanların bir ana-babadan meydana gelen bir topluluk olduğuna (Hucurât Sûresi, 49/13) vurgu yapılır. Buna göre insanların renk, ırk, cins, ülke, soy, sop bakımından farklı olmaları bir ayrıcalık değil, tam tersine bir yakınlaşma, kaynaşma ve tanışma vesilesidir.

Böyle büyük bir insanlık topluluğu içinde aile, toplumun en küçük ve en önemli parçasını teşkil etmekte; bu parçanın da en merkezini karı-koca tutmaktadır.

Son Nebi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği İlahi Beyan’da özellikle erkeğe hitapta bulunularak eşiyle hoşça ve güzelce geçinmesi, onda hoşlanmayacak bir yön görse bile bunu kavga ve ayrılma sebebi yapmaması, bunlara katlanmak suretiyle bilmediği başka yön ve yerlerden mükâfatların takdir edileceği (Nisa Sûresi, 4/19) vaat edilmiştir ki, böyle bir tavsiye, eşler arasındaki ahengin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça manidardır.

Başta da belirtildiği gibi, ideal bir eş olma noktasında Kâinat’ın Efendisi (s.a.s.), her mü’min için tanınması ve uyulması gereken mükemmel bir modeldir. Bu ideal modelde ailesiyle ilişkilerine baktığımızda öne çıkan belli başlı ilkelerin şunlar olduğunu görmekteyiz.

Eşleriyle İstişaresi

İnsan, kurulu bir makine ya da robot değildir. Duyguları, düşünceleri, hisleri, belli konularda görüşleri olan ve bunların dikkate alınmasını, bunlara önem verilmesini isteyen bir varlıktır. Hayatı beraberce paylaşan, sıkıntıları beraberce göğüsleyen, uzun bir zaman dilimini beraberce geçirmek mecburiyetinde olan eşler için ise bu durum, daha da bir önem arz etmektedir. Dolayısıyla bir hayatı beraberce geçiren eşlerin, her zaman birbirlerinin fikirlerine müracaat etmeleri, onları dikkate almaları ve onlardan faydalanmaları kaçınılmazdır. İşlerin bir konsensüs içerisinde yürütülmesi, karar vermede zorlanıldığı yerlerde danışılması ve karşısındakine değer vermenin önemli bir işareti olan danışma mekanizmasını kullanması anlamlarına gelen istişarenin, evlilik hayatında vazgeçilmez bir yönü vardır.

Müşaverenin bir anlamı da farklı kovanlardan, çiçeklerden bal çıkarmaktır. Allah Resûlü (s.a.s.) bunu kullanmış, hem de en kritik zamanlarda ve olaylar karşısında tatbik etmiş, böylece eşlerle istişarenin yapılmasının bir Sünnet-i Nebevî olduğunu göstermiştir. Yüce Beyan müstakil bir sureye Şûrâ adını vermekle de buna dikkatleri çekmiş ve istişare yapanları övmüştür. Bu yüce beyanın beşer hayatına en ideal yansımasını, Fahr-i Âlem Efendimiz’in daha ilk vahiyle karşı karşıya kaldığındaki tavrında görüyoruz. Allah Resûlü (s.a.s.) ilk defa Cibril’le karşılaşınca, sevgili ve biricik eşi Hz. Hatice (r.a.) Validemiz’e varmış ve başından geçenleri onunla paylaşmıştı. O firaset sahibi Hz. Hatice de Resûlullah’ı (s.a.s.) teselli ederek gönül okşayıcı ve heyecan yatıştırıcı sözler söylemiştir. (bk. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3)

Allah Resûlü (s.a.s.) değişik zaman ve durumlarda eşleriyle istişare mekanizmasını ihmal etmemiş, böylece konunun ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Mesela Peygamberimiz (s.a.s.), Hudeybiye gibi son derece önemli olan bir anlaşmayı yaparken şartların zahiren Müslümanların aleyhine olduğunu gören Müslümanlar, yaşadıkları şokun tesiriyle Resûlullah’ın (s.a.s.), “kurbanlarını kesip ihramdan çıkmaları” şeklindeki emrini yerine getirmede işi ağırdan almışlardı. Bu, bir peygamber için oldukça zor ve hassas bir durumdu. İşte böyle zor bir durum karşısında Allah Resûlü (s.a.s.) eşlerinden Ümm-ü Seleme Validemiz’le istişare etti. Yaptığı istişarenin de hakkını vererek kendisi kurbanını kesip ihramdan çıktı. Bunu gören ashap efendilerimiz de hemen durumu anlayıp aynı şeyi yaptılar. Böyle bir danışma, tarihin belki de şahit olmadığı bir danışmaydı.

Bugün bile devlet başkanları, kadın haklarına önem verdiklerini iddia eden ülke ve milletler, aradan bu kadar süre geçmesine rağmen hâlâ böyle bir örnek sergileyememişlerdir. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) mümtaz eşi Hz. Aişe (r.a.) Validemiz’e atılan iftira karşısında da aynı istişare ilkesinin uygulandığını görüyoruz. Böyle bir durumda Resûlullah (s.a.s.), Hz. Aişe ile ilgili istişareyi, diğer eşi Zeyneb binti Cahş’la yapıyor. Örnek Rehber’imizin hayatı böyle olmasına rağmen, bugün “Kadına danış ama tersini yap!” şeklindeki bir anlayışın, nebevî çizgiden ne kadar uzak olduğu aşikârdır.

Eşlerine Yardım Etmesi

İnsanların tek başlarına hayatlarını devam ettirmeleri oldukça zordur. Beraberce yaşama, ancak birlikte iş yapmayla olur. Aynı yuvayı paylaşan eşler ise yardımlaşmaya en fazla muhtaç olanlardır. Bir evin işleri, eşlerin beraberce taşın altına ellerini koymalarıyla kolaylaşır, hayatları çekilir hâle gelir, zorluklar aşılır. Eşlerin konumu ne olursa olsun, bir eş, evinde eştir. İşi ve makamı evdeki bu fonksiyonuna hiçbir engel teşkil etmez, etmemelidir. “Şu konumdayım! İş yerindeki makamım bu işleri yapmaya engeldir! Toplumdaki statüm şudur!” gibi bahaneler, sadece sorumluluktan kaçma ve rahatı seçmenin yalancı kaçamaklarıdır. Hiç kimsenin konumu Kâinatın Efendisi kadar yüksek, işleri O’nun kadar yoğun ve statüsü de O’nunki kadar yüce değildir. O ki (s.a.s.), her an vahye muhataptı ve Cebrail’le sohbet ediyordu. Melekler selam duruyor, âlemin işi O’nu bekliyordu. Ama O (s.a.s.) yine de eşlerine yardımdan geri durmuyordu. Durmuyor ve ümmetine bu konudaki ideal ölçüyü gösteriyordu.

İşte Âlemlerin Efendisi’nin (s.a.s.) eşlerine yardımdaki birkaç örneği. Evinde ailesinin işleriyle kendisi ilgilenirdi. Elbisesini mübarek elleriyle kendisi dikip yamardı.

Koyunlarını kendisi sağıyor, ayakkabılarını kendisi tamir ediyordu, kendi hizmetini kendisi görüyor ve devesini de kendisi yemliyordu. Hizmetçisiyle beraber yemek yiyip hamur yoğurduğu zamanlar da olurdu. Çarşıdan aldığı malları kendisi taşır, çocuk işlerinde eşlerine yardım ederdi.

Eşlerine Değer Vermesi

İnsanî ilişkilerde karşıdakine değer verme, sevginin devam etmesine ve artmasına vesiledir. Bu değerin ifadesi bazen bir söz, bazen bir bakış ve bazen de bir muameleyle kendini gösterir. Başkasına haddinden fazla bir iltifat yersiz olduğu gibi, aradaki sevginin artmasına vesile olacak taltifi esirgemek de nankörlüktür. Dünya hayatında uzun bir süreç diyebileceğimiz bir ömrü beraberce sürdüren eşlerde ise, bu durum daha da önem kazanmaktadır. Böyle bir durumda Örnek İnsan Allah Resûlü (s.a.s.) şu muameleleri yapmıştır:

 Eşlerini sevdiğini bizzat ifade ederdi. Aynı zamanda eşlerine kendilerinde bulunan faziletlerini ihsas ettirir ve söylerdi. Hayvana binmesi için yardımcı olma gibi (Buhari, Megâzî 38) sevginin bir yansıması olarak kabul edeceğimiz nazik davranışı yaparak, aradaki sıcaklığı pekiştirirdi. Bir gün kendisini yemeğe davet etmişlerdi de O Nezaket Âbidesi (s.a.s.), böyle bir davete katılmasının şartı olarak: “Hanım da olursa!..” kaydını koymuştu. (Müslim, Eşribe 139).

Eşlerinin bir sıkıntısı olduğunda onlarla ilgilenir, ağlayan birini gördüğünde teselli eder, elleriyle onun gözyaşlarını siler ve böylece ağlamasını dindirmiş olurdu. Mesela bir gün Safiyye Validemiz’in üzüldüğünü görmüştü.

Hanımlarından biri Safiyye Validemiz’in Yahudi asıllı olduğunu hatırlatmış: “Ey Yahudi kızı!” demişti. O, bu durumu Allah Resûlü’ne aktarmış ve üzüntüsünü dile getirmişti. Efendimiz de (s.a.s.) onu şöyle teselli etmişti:

“Bir daha sana böyle bir şey diyecek olurlarsa, sen de onlara şu cevabı ver: ‘Benim babam Hz. Harun, amcam Hz. Musa, kocam da gördüğünüz gibi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Siz bana karşı neyinizle övünüyorsunuz?’ (Tirmizî, Menâkıb 63; Hâkim, el-Müstedrek, 4/31)

Böyle mükemmel bir çözüm kimi sevindirmezdi ki! Zaten öyle de oldu. Safiyye Validemiz Allah Resûlü’nün (s.a.s.) huzurundan bütün üzüntülerini geride bırakmış, öyle ayrılıyordu.

Hz. Aişe'nin (r.a.) çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hz. Aişe üzülürdü. Bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bunu arz etmiş ve Peygamberimiz (s.a.s.) de buyurmuştu ki:

“Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr'i kendine evlat edinirsin ve onun ismine izafeten de künye alırsın.” Bundan sonra Hz. Aişe yeğeni Abdullah bin Zübeyr'e izafeten Ümmü Abdillah diye künyelendi. (İbn Sa’d, Tabakât, 8/66).

Onlara Hoşgörü ve Şefkat Göstermesi

Eş, insana Allah’ın bir emanetidir. Emanete hıyanet ise bir nifak sıfatıdır. Yüce Beyan değişik ayetleriyle eşlere muamelenin nasıl olması gerektiğine vurgu yapmış, Allah Resûlü de (s.a.s.) lâl ü güher sözleriyle bunu pekiştirmiştir.

“...Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları olduğu gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır…” (Bakara Sûresi, 2/218) buyrularak haklara dikkat çekilmiş, 

“...Onlarla hoşça, güzelce geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur…” (Nisâ Sûresi, 4/19),

buyrularak da onlara karşı güzel bir muamele içerisinde bulunulmasının, âyette belirtilen haklardan biri olduğu açıkça belirtilmiştir.

Konuyla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) de, eşlere karşı güzel muameleyi, Allah katında hayırlı olarak kabul edilmeye vesile teşkil eden önemli bir davranış olarak kabul etmiş ve,

“En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı en hayırlı olanınızım.” (Tirmizi, Menakıb 63)

buyurarak, eşlerine nasıl davrandığını göstermiştir. Başka bir sözlerinde de:

“Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda emanet gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir çirkinlik işlemesinler.” [Tirmizi, Tefsiru Tevbe (9) 2]

buyurarak, hanımların, Allah’ın insanın uhdesine verdiği birer emanet olduğuna, dolayısıyla bunda kusur edilmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır.

Hayırlı olmanın bir ölçüsü de onların hataları karşısındaki tutumdur. Rahmet Elçisi (s.a.s.), erkeğin, eşine karşı nezaketli ve sabırlı olmasını, özellikle de hanımların hassas olmalarından dolayı da daha nazikçe davranılmasını tavsiye etmiştir. Bir teşbihle onların “eğe kemiğinden yaratıldıklarını” (Buhari, Nikah 79; Enbiya 1) belirterek, nezaket ve incelikteki konumlarına işaret etmiş, yerli yerince muamele yapılmadığında ise kırılmanın mukadder olduğunu belirtmiştir.

İnsan, kusursuz bir varlık değildir. Ancak kusurların da bir telafi yöntemi, hatta bunlardan dersler ve ibretler çıkarmanın söz konusu olduğu metotlar vardır. İşte Allah Resûlü (s.a.s.) de zaman zaman eşleri arasında meydana gelen bu kabil olaylar karşısında hemen karşılık vermiyor, teenni ile hareket ediyor, böylece öfkeyle alacağı müspet neticeden daha fazla netice elde ediyordu.

Safiyye Validemiz çok güzel yemek yapardı. Bir defasında Resûlullah (s.a.s.) Hz. Aişe Validemiz’in odasındayken ona yemek yapıp göndermişti. Bunun karşısında Hz. Aişe Validemiz bir kıskançlık hissetmiş ve kendisini bir titreme sarmıştı. O kadar ki yemek tabağını aldığı gibi yere atıp kırmıştı. Resûlullah (s.a.s.) sesini çıkarmamış, sabır ve tahammülüyle işin sonunu hayra çevirmişti. Bir süre sonra Aişe Validemiz pişman olmuştu. Hatta sadece pişmanlıkla yetinmemiş, aynı zamanda bunun kefaretini de sormuştu. Resûlullah (s.a.s.) da kefaretinin tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek olduğunu bildirmişti. (Ebu Davud, Büyu’ 91; Nesai, İşretu'n-Nisa 4).

Kadınlara karşı hayırlı olmanın bir ölçüsünün de onlara hakaret etmeme ve onları asla dövmeme olduğunu görüyoruz. Başka insanlara bile hakareti hoş karşılamayan Hz. Peygamber (s.a.s.) özellikle eşlere karşı daha hassas olunmasını tavsiye etmiş, hele dövme gibi insana yakışmayan kaba-güç gösterisini asla tasvip etmemiştir. Bilhassa gündüz, kadını hayvan döver gibi dövüp gece de yanına gitmeyi sert bir lisanla kınamıştır. Dolayısıyla gece, bütün bağları koparmak zorunda olan insanın gündüzkü tavrı hiç hoş karşılanmamıştır. Fiili olarak da Allah Resûlü’nün hayatında asla böyle bir şey görülmemiştir.

Hanımlarının Yakınlarına da Değer Vermesi

Allah Resûlü’nün (s.a.s.) hanımlarıyla ilişkisinde dikkate değer bir davranışı da, eşlerinin yakınlarına ve dostlarına itibar göstermesi, zaman zaman onlara hediye göndermesiydi. Evine uğrayan yaşlı bir kadına itibar gösterir, iltifat ederdi. Hz. Aişe Validemiz sebebini sorunca,

“Ey Aişe, bu kadın Hatice’nin arkadaşıdır. Onun sağlığında bize uğrardı. Dostluğa vefa göstermek imandandır.”

demiş, böyle bir davranışı Hz. Hatice’yi sevmenin bir belirtisi olarak kabul etmişti. Aynı zamanda Resûlullah (s.a.s.) her koyun kesiminde Hz. Hatice’nin arkadaşlarına da bir pay gönderirdi. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 7/84).

Onlara Karşı İlgi ve Sevgisi

Birbirlerini sevenler, birbirlerine katlanırlar, kusurlarını görmezler. Varsa müsamahayla karşılarlar. Hayat arkadaşlarının bu konuda daha duyarlı olması gerekir. Zira sadece burada değil, aynı zamanda ahirette de beraber olacaklardır.

Kâinatın Efendisi (s.a.s.) o kadar yoğun işlerinin arasında şefkatli bir eş olarak eşlerine kıymet veriyor, onları dinliyor, anlattıkları haberlerle ilgili onlara yorumlar yapıyor ve sevdiğini söylüyordu. Hz. Aişe Validemiz, bir gün Resûlullah’a (s.a.s.), o zaman Araplar arsında yaygın olan ve 11 (on bir) hanımın bir araya gelerek kocalarıyla ilgili birbirlerine anlattıkları hikayeyi anlatmıştı da Resûlullah (s.a.s.) bunu dinlemiş ve yorum yapmıştı. (Buhari, Nikah 82).

Allah Resûlü’nün eşlerine karşı gösterdiği sevginin bir alameti, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hem bir devlet başkanı, hem bir peygamber olmasına ve hem de yoğun işlerine rağmen ailesini ihmal etmiyordu. O’nun (s.a.s.) en mükemmel kul olmasından dolayı ibadet hayatı ve sahabesiyle geçirmek zorunda kaldığı çok önemli zaman dilimleri, asla ailesini ihmale götürmüyordu. Buna son derece dikkat ediyor, onlarla beraberliklerinde sohbet ediyor, hâl ve hatırlarını soruyor ve şakalaşıyordu.

Hatta özellikle ailenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Resûlullah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelir, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Resûlullah’ın (s.a.s.) eşlerine ibretli kıssalar anlatır, hepsini tebessüme sevkedecek latifeler yapardı.

Bu sevginin en önemli göstergelerinden biri de eşlerinin zevklerini nazar-ı itibara almasıydı. İnsan sarrafı Ufuk İnsan (s.a.s.) o kadar ince şeyleri düşünürdü ki, böyle bir inceliği de zaten ancak bütün eğitimini Allah’ın (c.c.) nezaretinde yürüten birisi gösterebilirdi. Hz. Aişe (r.a.) ile kaldıklarında kılacağı nafile namaz için ondan izin istemişti. Hz. Aişe (r.a.) de böyle bir soruyu şeref kabul etmiş ve istediğini ona vermişti. Hz. Aişe Vâlidemiz anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.s.), bir gece bana hitaben; ‘Ya Aişe’, dedi, ‘müsaade eder misin, bu gece Rabbimle beraber olayım?' (O, Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı.) Ben, ‘Yâ Resûlallah! Seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim.’ dedim. Sonra, Allah Resûlü (s.a.s.) abdest aldı, namaza durdu, kırâatinde ‘İnne fî halkissemâvâti ve’l ardi’ âyetini okudu, okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü.”

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) sadece dünyevi konularda değil, uhrevi konularda bile, eşine gösterilmesi gereken ihtimamı asla esirgemiyordu.

Sonuç

Allah Resûlü’nün (s.a.s.) her yönüyle Müslümanların örnek almaları gereken bir konumu vardır. Bunlardan biri de bir aile reisi olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yapmış olduğu muameleleridir. Günümüz Müslüman aile yapısı çeşitli sıkıntılarla karşı karşıyadır. Bunun temeline inildiğinde, aslında bunun çok küçük dikkatsizliklerden meydana geldiği açıkça görülecektir. Bu anlamda eşlerin değişik konularda şahsi davranıp istişareye kapalı olmaları, aynı zamanda bir sevgi emaresi olan evde hanıma yardım konusunun esirgenmesi, eşe verilen değerin doyurucu bir derecede olmaması, onlarla muamelede azı detay da olsa aslında önemli olan hususların gözden kaçırılması, sevgi, şefkat ve hoşgörünün verilmesi gereken ölçü ve şekilde verilmemesi, başlıca sebeplerdendir. Yukarıda sayılan bütün önemli durumlarda, Resûlullah (s.a.s.) önümüzde ideal bir rehberdir. Bu rehber, takip edildiği ve davranışları uygulandığında, aksaklıkların giderileceği ve sıcak bir aile yuvasının temin edileceği hususundaki inancımız tamdır.

16 Anne ve babanın yeni doğmuş olan çocuğa karşı dini görevleri nelerdir?

Anne ve babanın çocuğuna karşı vazifeleri, esas itibariyle doğumdan sonra başlasa da; çocuğun ana rahmine düşmesine, hatta babanın, anne adayını tercihine kadar uzanır.

Doğumdan sonraki ilk günlerde, ebeveynin çocuğu için yapması gereken görevleri, ana hatlarıyla vermeye çalışalım:

1. Dua: Dünyaya gözlerini açan çocuğa yapılması gereken ilk iş duadır. Çocuğun Müslüman olarak yaşaması, Allah’ın rızası dairesinde ömür sürmesi, şeytanın şerrinden korunması ve hayırlı bir evlat olması için hayır duada bulunmak, onun hem dünya, hem ahiret saadeti için büyük önem taşır.

Hz. Aişe (ra) validemizin rivayetine göre, yeni doğan çocuklar getirildiğinde Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) onlara hayır ve bereket duasında bulunurlardı. Aynı âdeti daha sonra sahabe-i kiram da devam ettirmişlerdir.

2. Kulağına ezan ve kamet okuyarak çocuğa isim koymak: Bu adet bizzat Peygamber Efendimiz (asm)'den gelmektedir. Sünen-i Tirmizi’de nakledildiğine göre, Hz. Hasan dünyaya gelince Peygamberimiz onun sağ kulağına ezan okumuştur.(1)

Hz. Hüseyin’in rivayetine göre ise Peygamberimiz (asm) bu adetlerinin hikmeti hususunda da şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin bir çocuğu olur da sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa, o çocuğa ümmüsıbyan hastalığı zarar vermez (cin zarar vermez).”(2)

Ezan ve kamet, çocuğa yapılan ilk iman telkinidir. Çünkü ezanın mana ve muhtevasında tekbir, tevhid, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır.

İsim verilirken, çocuğa güzel, İslami isimlerin verilmesine dikkat edilmelidir. Bu hususta Peygamberimizin (asm)  birçok tavsiye, ikaz ve tatbikleri vardır. Bu hadislerden birisinin meali şöyledir:

“Kıyamet günününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyun.”(3)

Çocuğun isminin, doğduğu günün akşamında verilmesi tavsiye edilmektedir; fakat yedinci güne kadar da ertelenebilir.

3. Çocuğun sünnet edilmesi: Kelime-i şehadet gibi Müslümanla kafiri birbirinden ayıran sünnet, bazı alimlerce vacip, bazılarınca da farz olarak kabul edilmiştir. Çocuğu sünnet etme zamanına gelince; bulüğ çağına kadar müsaade varsa da, müstehap olan vaktin doğumun yedinci günüdür.

4. Kurban kesilmesi ve başının tıraş edilmesi: Çocuğun doğumu üzerine kesilen kurbana akika kurbanı denmektedir. Peygamber Efendimiz (asm), çocuğu olan kimsenin akika kurbanı kesmesini tavsiye etmişlerdir. Hz Fatıma (ra) ise, çocukları Hasan, Hüseyin, Zeynep ve Ümmü Gülsüm’ün doğumları üzerine birer koç kesmiştir. Akika kurbanının müstehap olan zamanının yedinci gün olduğu bildirilmektedir.

Bazı alimler, bilhassa Hanefi alimleri akika kurbanını mendup olarak görmüşlerdir. İmkanı olan kimse bunu kesmekle, Allah’a olan şükrünü fiili olarak göstermiş olur.

Yine sünnet-i seniyyede yer aldığına göre, akika kurbanı kesildiği günlerde, çocuğun başının tıraş edilip, kesilen saçın ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilmesi tavsiye edilmektedir. Yine Hz. Fatıma (ra)’nın, çocuklarının doğumlarından sonra saçlarını kesip ağırlığınca gümüş tasadduk ettiği bildirilmektedir.

Çocuğa Yedirilecek İlk Gıda (Tahnik):

Yeni doğan çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek ağzına vermek, dudağına sürmek sünnet-i seniyedir. Bunu sâlih bir kimsenin yapması ise menduptur. Kuru üzüm ve şeker gibi tatlılarla yapılabilirse de, kuru hurma ile yapmak müstehaptır, daha faziletlidir.

Hz. Âişe (ra) Vâlidemiz der ki:

“Yeni doğan çocuklar Resulullah (asm)'a getirilirdi. O da bunlara mübarek olmaları için duâ eder ve ağzında yumuşattığı hurmanın suyunu çocuğun ağzına sıkardı.” (Müslim: 2147)

Görüldüğü üzere Resulullah Efendimiz (asm), yeni doğan çocuğun midesine ilk inen gıdaya dikkat etmekte ve bunun ana sütünden başka bir şey olmasını istemektedir. Nitekim çeşitli rivayetler, bu ihtimamı sadece kendi torunları için göstermeyip bir prensip olarak bütün müslüman çocuklarına uyguladığını ifade etmektedir.

Bunlar ebeveynin çocuğa karşı görevlerinden ilk akla gelenlerdir. Bu meselede daha geniş bilgi için Prof. Dr. İbrahim Canan’ın "Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye" isimli kitabına bakılabilir.

Kaynaklar:

(1) Tirmizi, Edaha:15.
(2) Feyzü'l-Kadir, VI/237.
(3) Buhari, Edeb:108.

17 Nişan ve nişanlılık devresi nasıl olmalıdır?

Evlenecek taraflar görüşüp, konuştuktan ve anlaştıktan sonra aralarında bir nişan merasimi düzenlenir. Nişan bir çeşit sözleşme sayıldığı için, talip olunan kızı artık bir başkası gelip isteyemez. Nişanlanma memleketimizde yaygın bir âdet olduğu gibi, İslâm'da da yeri olan bir husustur. Nitekim, Peygamberimiz (asm), Hz. Âişe (ra) ile üç sene kadar nişanlı kaldıktan sonra evlenmişlerdir. Böylece, nişan aynı zamanda bir sünnet sayılmaktadır.(1)

Nişan merasiminden sonra, aileler arasında akrabalık bağı kurmanın ilk teşebbüslerine başlanır. Taraflar karşılıklı olarak birbirlerine hediye gönderirler ve artık yavaş yavaş düğün hazırlığına başlarlar. Evlenecek kimselerin nişanlılıkları da bir yüzükle belli edilir. Erkeğin altın ve diğer madenlerden yapılmış yüzük kullanması uygun olmadığı için, ancak gümüş yüzük takabilir.

Nişan, sadece bir evlenme vaadi ve nikâhın başlangıcıdır. Böyle bir vaadden dönmek İslâmî edebe aykırı olduğu için, ölüm ve sonradan zuhur eden bir hastalık gibi, haklı bir sebep yokken, ahdi bozmak doğru olmaz. Fakat sadece nişanlanmakla nikâh hükümleri terettüp etmediğinden, iki taraftan hiçbirisi, İslâm hukuku açısından sözünü yerine getirmek zorunda değildir. Çünkü nişanda, nikâhta bulunan icap ve kabul yoktur. Yani evlenecek eşler iki şahit huzurunda sözlü olarak nikâh akdini yapmış değillerdir.

Nişanlanmanın her iki taraf için sağladığı en mühim fayda, evliliğin sağlam esaslar üzerine kurulması için başvurulan bir ihtiyat tedbiri olmasıdır. Çünkü, birtakım haklı sebeplerle nişanın bozulması, ileride vukuu muhtemel ve mümkün olan boşanma hadisesinden daha hafif düşmektedir. Her ne kadar "dünürlük" devresinde her hususun enine boyuna konuşulması gerekse de, nişanlıların mesut bir yuva kuramayacakları hususunda ciddî belirtiler çıkarsa, nişan sözleşmesine nihayet verilebilir.

Nişan bozulduğu takdirde, taraflar birbirlerine verdikleri hediyeyi iade edebilirler. Verilen şeyler telef olmuş veya kaybolmuşsa, bedeli istenebilir.

Nişanlılık devresinde, zaman zaman ihmal edilen ve dikkat edilmeyen husus, tarafların birbirlerini evliymiş gibi zannedip aradaki mahremiyet sınırını ihlâl etmeleridir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, evlenecek kimseler birbirlerini ancak istemeye gittikleri zaman görebilirler. Bunun dışında, bir nikâh akdi yapılmadığı müddetçe, nişanlıların yalnız olarak görüşmeleri, konuşmaları, beraber gezmeleri uygun olmaz. Çünkü birbirlerine karşı bir yabancıdan farksızdırlar. Görüşme zarureti hâsıl olsa, yanlarında kadının bir mahremi bulunmalıdır. Bu hususta , Peygamberimizin (asm) ikazı açıktır:

"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın. Çünkü bu takdirde üçüncüleri şeytandır."(2)

Nişanı, bir evlilikmiş gibi telâkki ederek nişanlılar arasındaki mahremiyet sınırına dikkat edilmemesi neticesinde, cemiyette pekçok üzücü ve aileleri sıkıntıya sokacak durumlar görülmekte ve duyulmaktadır. Bu hususta titizlik gösterilmemesi sonunda tarafları pişmanlığa düşüren bazı hataların çıkma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Evlilik akdi yapılıncaya kadar her iki taraf da meşruiyet sınırını aşmamaya itina etmelidirler.

Nişanlılar, nikâhları akdedilene kadar yalnız başlarına görüşüp konuşamayacakları gibi, tokalaşmaktan da kaçınmalıdırlar. Düğün merasimi esnasında dahi henüz nikâhları kıyılmadıkça, mahremiyet sınırını muhafaza etmeleri gerekir. Ancak nikâhları akdedildikten sonra birbirlerine helâl olurlar.

Bazı bölgelerimizde nişan merasimi esnasında dinî nikâh kıyılmakta; böylece tarafların birbirleriyle rahat bir şekilde görüşmeleri için mahzur ortadan kalkmaktadır. İslâm hukuku açısından eşler, karı koca olmaktadırlar; fakat resmî nikâhları daha sonraya bırakıldığından, evlilik muamelesi resmen gerçekleşmemektedir. Bununla beraber, iki şahit huzurunda icap ve kabul esaslarına uyularak akdedilen bir nikâh, tarafları birbirine helâl kılar. Baş başa görüşüp konuşabilirler, tokalaşabilirler, gezebilirler.

Her ne kadar taraflar birbirlerine "evet" dedikten sonra birbirlerinin helâli olmuşlar, ömür boyu bir ve beraber olmaya karar vermişler, birtakım riskleri göze almışlar ise de, en kötü ihtimalleri de hesaba katarak, nişanlılık devresinde münasebetlerde ölçülü olmanın sayılamayacak kadar çok faydaları vardır. Bilhassa damat adayının, kız tarafının hassasiyetini anlayışla karşılaması gerekir. Bu hassasiyetin bir itimatsızlıktan değil de, haklı bir ihtiyattan kaynaklandığı bilinmelidir. Allah göstermesin, bir nişan bozulması sırasında tarafların vicdan azabı çekmemesi ve ikinci evlilik teşebbüslerinin akamete uğramaması için böylesine bir ihtiyata ihtiyaç vardır.

Bu vesileyle şu hususa da açıklık getirelim: Nikâhlı olduğu halde nişanı bozulan kadının başka bir erkekle evlenmesi dinen caiz değildir. Başkasıyla yaptığı nikâh sahih olmaz. Kadının nikâhının sahih olması için önceki nişanlısının (kocasının) kadını boşaması gerekir. Kadını boşadığı takdirde, kadın başka bir erkekle evlenebilir. İddet beklemesine lüzum yoktur. Aksi takdirde, eski nişanlısı boşamadan kız bir başkasıyla evlenemez. Bu hususta karı-koca olup olmamaları aranmamaktadır. Yapılan nikâh akdi dinen tarafları nikâhlı göstermektedir. Kız boşanmadan bir başkasıyla evlendiği takdirde nikâhı batıl olup, bu evlilik sayılmaz. Erkeğin durumu ise farklıdır. Nikâhlı olduğu halde başka bir kadınla evlenebilir.(3)

Bu durum gösteriyor ki, nişanlılık döneminde nikah konusunda hassas davranılmalı, özellikle kız tarafının mağduriyetine sebep olabileceği unutulmamalıdır.

Dipnotla:

1. Müslim, Nikâh 69.
2. Müsned, III/339.
3. Nisa, 4/3.

18 Kadın yorgun olduğu zaman kocasının isteğini geri çevirmesi haram mı? Çalışan bir bayanım ve bazen çok yorgun oluyorum; eşim bana yaklaştığı zaman geri çeviriyorum...

Yüce Allah evli eşlerin karı koca hayatını meşru kılmıştır. İslamî edep sınırları içinde kalan eşlerin, kendi arasındaki cinsel hayatının ayıplanma ve kınanma yönünün bulunmadığı da belirtilmiştir. (bk. Mü'minûn, 23/6)

Ancak özellikle kadını fizik ve ruh sağlığı bakımından korumak gayesiyle, evli eşlerin cinsel hayatına da bazı sınırlamalar getirilmiştir. Kadının aybaşı ve lohusalık günlerinde, hacda ihramlı olduğu sürece, dolaylı boşama yöntemleri olan zıhar veya îla durumunda bunlara ait keffaret cezası yerine getirilinceye kadar, kocası ile cinsel ilişkide bulunması caiz değildir. Böyle durumlarda kadın eşini reddetmelidir.

Ayrıca hastalık, zayıflık ve güçsüzlük gibi bir sebeple cinsel ilişkiye dayanamayan ve bu yüzden istemeyen kadın da cinsel ilişkiden sakınabilir. Hatta böyle bir durumda kadınla cinsel ilişkiye girmek ona zarar vereceğinden erkek sorumlu olur. (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-Dürriyye I/26.)

Kadının sağlık, biyoloyik, psikolojik gibi nedenlerden dolayı eşiyle cinsel ilişkiden sakınma hakkı vardır. Bu konularda eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa, dindar ve uzaman bir doktorun vereceği karara göre haraket etmeleri gerekir.

Erkeğin eli vb. şeylerle kendini tatmin etmesi caiz olmadığı gibi, kadının da bu yolla tatmin araması câiz değildir. Ancak koca, karısının eli ile ya da vücudunun diğer yerleri ile tatmin olabileceği gibi, karısını da bu yolla tatmin edebilir. (Serahsî, Mebsût X/159.) Bu açıdan herhangi bir nedenle eşiyle ilişkiye girmeyen erkek, eşinin yardımıyla cinsel ilişkiye girmeden tatmin olabilir.

Kadın sebepsiz olarak kocasının isteğini reddetmesi ise caiz değildir. Peygamber (asm) de bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Erkek karısını yatağa çağırır, kadında gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar o kadına lanet ederler."(bk. Buharî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120-122)

19 İki bayram arasında nikâh yapılır mı?

Halk arasında konuşulan bazı meseleler yarım ve yanlış anlaşılmıştır. Bunlardan birisi de "İki bayram arasında düğün yapılmaz, nikâh kıyılmaz." düşüncesidir.

Şartlar ve imkânlar hazır olduğu zaman, senenin bütün gün ve saatlerinde düğün yapılabilir, evlenilebilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. "Nikâh şu gün caiz olur, şu gün caiz olmaz." diye bir şart yoktur.

Bu meselenin aslına gelince, hâdise şudur:

Bilindiği üzere, Ramazan ve Kurban gibi yıllık iki bayramımızın yanında bir de haftalık bayramımız vardır. O da cuma günü. Yani Ramazan veya Kurban Bayramı cuma gününe rast gelir, düğün de bugünlerde yapılırsa; bu arada nikâh kıyma ile meşgul olunur da cuma namazına yetişememe gibi bir tehlike baş gösterirse, o saat içinde nikâh kıymak caiz olmaz.

Çünkü bu saat içinde nikâhla meşgul olmak farz-ı ayn olan bir ibâdetin terkine sebep olmaktadır. Hayır yapalım derken, şerre sebebiyet verilmektedir.

Fakat böyle bir sıkışıklığa meydan verilmeden cuma namazından bir müddet önce veya namaz kılındıktan sonra nikâh kıyılırsa pekâlâ olur, bir mahzur da kalmaz.

Zaten böyle bir hâl de pek vuku bulmamaktadır. "İki bayram arasında nikâh olmaz." sözünün bâtıl da olsa târihî bir geçmişi vardır. Bilhassa bu inanç İslâm'dan önceki Cahiliye Arapları arasında yaygındı. Onlar Ramazan'dan sonra başlayan Şevval ayında evlenmeyi uğursuz sayar, düğünlerini başka bir tarihte yaparlardı. Her Cahiliye âdetinde olduğu gibi, bu âdeti de bizzat Peygamber Efendimiz (asm) yıkmış, geçersiz kılmıştır. Resul-i Ekrem Efendimiz Hz. Âişe validemizle Şevval ayında nişanlanmış, üç sene sonra da yine Şevval ayında evlenmiştir. Böylece iki bayram arası olan Şevval ayında düğün yapmak ve nikâh kıymak sünnet olmuştur.(Müslim, Nikâh: 73)

(bk. Mehmet PAKSU, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları)

20 Evlenilecek eşlerde aranan vasıflar nelerdir?

Erkeğin, evleneceği kızı seçmesi, kız velisinin de damat adayını seçmek için dikkatli davranması, kurulacak yuvanın selâmeti ve doğacak çocukların sıhhati ve terbiyesi açısından çok mühimdir. Gelin ve damat namzetlerinin tayininde dikkatli olunmasını tavsiye eden Sevgili Peygamberimiz,

"İnsanlar iyilik ve kötülükte madenler gibidir..."(1)

buyurarak bizleri ihtiyata davet etmektedir. Hz. Ömer, kendisine çocuğun babası üzerindeki hakkını soran bir oğluna şu üç şeyi sayar:

"Temiz ve iyi ahlâklı bir anne seç, güzel bir isim koy ve ona Kur'ân öğret."(2)

Her şeyden önce, evlilikte esas maksat hayırlı bir neslin vücuda gelmesidir; insanın bazı muhtemel günahlara girmesine mani olması ve düzenli bir hayata kavuşması için de ayrıca ehemmiyeti vardır. Yoksa sırf nefsin arzusundan kaynaklanan ve sadece geçici bazı zevklerin tatmini düşüncesine dayanan bir teşebbüsün, ilerisi için devamlı bir rahatsızlık unsuru olacağı şüphesizdir.

İmam-ı Gazali dinimizin bu husustaki prensiplerini sayarken ilk iki maddeye, "dindarlık ve güzel ahlâkı" koymuştur.(3)

Aile yuvasının ileride bozulmaması için eşler arasındaki denklik büyük ehemmiyet arz etmektedir. Dindar bir kız ile hevaî bir erkeğin denk olmayacağı muhakkaktır. Böyle bir evliliğin ileride bozulma ihtimali kuvvetlidir. Çünkü dünyaları ayrı iki insan arasında uyumun sağlanması çok defa mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde, dindar bir erkeğin, dindar olmayan, davranış ve hareketlerini İlâhî emirlere göre tanzim etmeyen bir kadınla evlenmesi ve hayat arkadaşlığı kurması beraberinde pekçok problem getirdiği gibi, böyle bir yuvanın da devamı zor olur.

İşte İslâmiyet, sonradan olabilecek hadiseleri önceden tedbir olarak engellemektedir. Böylece cemiyet nizamını sağlam esaslar üzerinde devam ettirmektedir.

Bu hususa dikkatimizi çeken Peygamberimiz (a.s.m.) mü'minlere şu tavsiyede bulunur:

"Kadınlarla dört hasletleri için evlenilir: Malı için, asaleti için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı tercih et, mesut olursun."(4)

Kadının diğer vasıfları yanında, bilhassa dinî cihetine ağırlık verilmesi bir Peygamber tavsiyesidir. Dolayısıyla, Müslümanın da göz önüne alması gereken en hayatî noktadır.

Peygamberimiz, Hz. Ömer'in

"İhtiyacımızı gidermek için ne gibi mal elde edelim?" diye sorması üzerine şu tavsiyede bulunurlar:

"Malın en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili [İslâmî] hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanım."(5)

Kocasına İslâmî hizmetlerde destek olan hanımı, Peygamberimiz, dünya servetinin en mühimlerinden birisi saymıştır.

Bu noktadan sık sık ikazlarda bulunan Peygamberimiz şu sözlerinde daha da dikkatli davranılmasını istemektedir:

"Kadınları [sırf] güzellikleri için nikâhlamayınız, Çünkü onların güzellikleri onları tehlikeye atabilir. [Sadece] malları için de nikâhlamayınız. Çünkü malları onları azdırabilir. Dindar olanını nikâhlayın. Şüphesiz, burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir cariye, dindar olmayan bir kadından efdaldir."

Evlenecek kadında dindar olma şartı arandığı gibi, kız velîsinin de erkekte öncelikle dinî tarafını araması bir vazifedir. Kızlarını verecekleri adamda sadece güzellik, zenginlik ve makam gibi üstünlükler arayıp, dinî cihetine itibar etmeyen kimseler bozgunculuğa ve fitneye meydan vermiş olurlar.

Kızının talipleri olan bir adam Hasan-ı Basrî'ye gelerek "Kızımı nasıl bir kimseye vereyim?" diye fikrini sorar. Hasan-ı Basrî de, "Allah'tan korkan bir adama ver. Çünkü böyle bir kimse kızını severse ona iyilikte bulunur, şayet ondan nefret duyacak olsa zulmetmez." buyururlar.(6)

"Şer'an, koca karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı." diyen Bediüzzaman Hazretleri de devamında, "Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp 'Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim' diye takvaya girer." demektedir.(7)

Her iki taraf dindarlık cihetini nazara aldıktan sonra,tabiî olarak, diğer yönlere de ehemmiyetine göre yer verir. Kadında aranan başka bir vasıf da iyi huylu ve temiz ahlâklı olmasıdır. Zaten dinî hayatına dikkat eden kadınların ekserisi, İslâm ahlâkını yaşamaya çalışacaktır.

Kadının erkek hakkında fikir ve tercihi de unutulmamalı, ihmal edilmemelidir. Çünkü ömür boyu sürecek ve sonsuz hayatta da devam edecek bir beraberlik olacaktır.

Dikkate alınması gereken diğer bir husus da kadının mehrinin az olmasıdır. Yani fazla masrafa yol açmayan bir çevreden alınmasıdır. Bugün hâlâ bazı bölgelerimizde bir cahiliye âdeti olan "başlık parası" nikâh yolunun kapanmasına sebep olmaktadır.

İslâm âlimleri, hayırlı ve faziletli bir namzetin fakirliğinin karı-koca arasındaki denklige mâni ve nikâha zarar veren bir durum olmadığını açıklamaktadırlar. O hâlde, eşler arasında karşılıklı rıza olduktan sonra zenginlik ve fakirlik noktasındaki bir dengesizlik evliliğe ciddî bir engel teşkil etmez.

Bunun yanında, dindarlığı ve ahlâkı istenen vasıfta olduktan sonra, kadının zengin bir aileden olması, malî cihetten yeterli bulunması da ayrı bir tercih sebebi olabilir. Hadiste de bu şık ayrı bir hususiyet olarak zikredilmiştir.

Dipnotlar:

1. Müsned, 2: 539.
2. Terbiyetü'l-Evlâd, 1: 38.
3. ihya, 2: 38.
4. İbni Mâce, Nikâh: 6.
5. Tirmizî, Tefsirü'l-Kur'ân.- 48, IbnİMâce, Nikâh: 5.
6. İhya, 2: 43.
7. Lem'alar, s. 186.

(bk, Mehmet PAKSU, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları)

21 Hz. Muhammed'in ailesi içindeki örnek davranışları nelerdir?

Onun (asm) hanesi yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi olmuştur. Onun (asm) hânesinde her zaman burcu burcu saâdet kokardı. Âlemde hiçbir kadın Hz. Peygamber (asm)’in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz. Peygamber (asm) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasûlü (asm) eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hasıl etmiştir.

Peşinen söylemek gerekir ki onun aile reisi olarak çizdiği portre de hayranlıkla izlenecek mükemmelliktedir: Sabrın, merhametin, teennili davranışın, anlayışlılığın, inceliğin, hoşgörünün ve sorumluluğun timsalidir, o Peygamber (asm). Ve bu faziletler belki de hiç kimsede kendini bu denli güzel ifade edememiştir.

Allah katında aile reisinin değeri, eşine ve yakınlarına verdiği değerle ölçülür. Bu konuda Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım.” (Heysemi, IV/302)

İlgi ve Sevgi: Bir eş ve babanın ailesine olan ilgisinin en önemli göstergesi, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hz. Peygamber (asm), buna îtina eder, ne ibâdeti, ne arkadaşlarıyla geçirdiği vakit ne de dünya meşguliyeti buna mani olmazdı. O, ailesi ile birlikte olduğunda, onlarla sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar, şakalaşır ve eğitmeye çalışırdı.

Rivâyetler, Hz. Peygamber (asm)’in âilevî sohbeti iki istikamette oluştuğunu göstermektedir: Birincisi, âile fertlerinin her biri ile şahsen teması ve husûsî sohbeti; ikincisi, âile fertlerinin tamamının birbiriyle temas ve sohbeti.

Bu her iki sohbetin, günlük siyasi ve irşadi faaliyet ve diğer meşguliyetler içerisinde ihmale uğramaması için Rasûlullah (asm), birkaç kesin prensibe yer vermiştir:

Hanımlarıyla geçireceği gece, belli bir esasa bağlanmış, kur’a ile tesbit edilen bir sıra ile her gece birinin yanında kalmak, prensip olmuştur. Nevevi’nin açıklamasına göre kadın hayızlı halde olsa bile sohbet nöbetinde atlama yapılmamıştır.

Ayrıca her sabah mescitten çıktıktan sonra ve her ikindi vakti namaz kıldıktan sonra kadınların her birine teker teker ziyaretler yapar, alışılan muayyen bir müddet boyunca onlarla sohbet ederdi.

Bir de özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasûlullah (asm), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasûlullah (asm)’ın zevcelerine ibretli kıssalar anlattığı, hepsinin güldürücü şakalar yaptığı rivâyetedilmiştir.

Hz. Peygamber (asm), günlük sabah ve ikindi ziyaretlerine gider, selam verir, elini omuzlarına ya da başlarına koyarak öper, hal-hatır sorup meseleleriyle alakadar olurdu. Ondaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına bütün letâfeti ve nûrâniyetiyle sirâyet etmiş olacak ki, bir değil bir çok hanım birbirlerine aynı zarâfetle yaklaşmışlardır.

Meselâ, bir gün önce, savaşta babası ve bazı yakınlarını kaybeden Safiyye (r.anha)’nin yanında Hz. Peygamber (asm) hiç uyumamış, sabaha kadar kendisiyle sohbet edip, ilgilenmiştir. Böyle bir ilgiye de ihtiyacı vardır ve kendisinden bu ilgi esirgenmemiştir.

Hz. Peygamber (asm) hastalandığında “Keşke senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerinde yatan ben olsaydım.” deyince, diğer hanımlar birbirlerine göz kırparlar. Bunu gören Rasûlullah (asm), “Safiyye bu sözünde sâdıktır.” buyurur.

İnsan fıtratında var olan eğlenme ve şakalaşma ihtiyacını bilen Rasûlullah (asm) buna da imkân tanımış ve bizzat eşleriyle şakalaşmıştır. Muhtelif seferlerde Hz. Âişe (r.anha) ile koşu yarışması yaptığını vâlidemiz kendisi söyler.

İlgilenme ve değer verme, kendisini, muhâtabının fikrine saygı duyma ve önerilerini dikkate almada da gösterir. Ve tabiî ki Hz. Peygamber (asm) bu konuda da örnek teşkil eder bugünün erkeklerine ve tüm insanlara. Özellikle eşinin sözüne ve düşüncesine, doğrudan hanımını ilgilendiren konularda bile müracaat etmeyen aile reisleri, Hz. Peygamber (asm)'in yaşayışı göz önüne alındığında en yakın arkadaşlarına haksızlık etmektedirler. Oysa Hz. Peygamber (asm) çok kritik anlarda eşlerinin fikrini almış ve uygulamıştır.

Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Kabe’ye varamadan geri döneceklerdi. Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Rasûlullah (asm), ashâbına:

"Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!"

buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Rasûlullah (asm), emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme (r.anha)'nin çadırına girdi; ona halktan mâruz kaldığı bu hali anlattı. O, kendisine:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, tıraşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, ashaptan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni tıraş etsin!"

dedi. Hz. Peygamber (asm) kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, tıraş oldu. Ashâb bunları görünce kalktılar kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler. (Vâkıdi, Meğazi, II/613)

Üzerinde durulması gereken çok hassas bir konu bu. Kim, kadınlara karşı bu denli iltifatkar olabilmiştir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Hz. Peygamber (asm)'in örnek olduğu her alanla ilgili bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ve maalesef soruların çoğunda cevap olumsuz olacaktır. İşte bu nedenledir ki mükemmel olan dinimiz, bizlerin yaşayışında aynı seviyede değildir. Halbuki Efendimiz (asm) nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkar davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu:

“Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebu Davud, Sünnet, 15; Tirmizî, Radâ, 11)

Hz. Peygamber (asm), âile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarıyla, onları memnun etmiş ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Hanımlarına faziletlerini söylemesi, sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde yardımcı olması ve dizine bastırarak bindirmesi, kendisine yapılan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayanın göz yaşlarını elleriyle silerek teselli etmesi gibi Rasûlullah (asm)'ın pekçok davranışı hanımlarını memnun etmeye yöneliktir. “Rasûlullah, Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı. Nitekim 'Onun gibi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi...'" diye faziletlerini sayardı." Ahmed İbn Hanbel'in bir rivâyeti bu hususu tavzih eder. Ona göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde:

"İnsanlar beni inkâr ederken, o inandı; herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana malını haram ederken, o malıyla benim için harcadı. Allah onun vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum olmadı." (İbn Esir, Üsdü'l-Ğabe, VII/84)

buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Rasûlullah (asm), Hz. Hatice (r.anha) hakkında daha nice faziletler saymıştır: "O akıllı idi, o faziletli idi, o ferâsetli idi...” gibi.

Hz. Peygamber (asm), ehlinin yakınlarına da iltifat ve alakayı ihmal etmemiş, vefat eden eşi Hz. Hatice (r.anha)’nin yakınlarını ve dostlarını da gözeterek eşi bulunmaz bir vefa örneği olmuştur.

Rasûlullah (asm) kadınlara iyi davranmayı emretmiş, en hayırlı kimsenin, hanımına en iyi davranan kimse olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz "iyi davranma" izafi bir durumdur. Bu "iyilik"in içine öncelikle kadınların haklarına hakkıyla riâyet gelir: Nafaka hakkı, tahkir edilmeme, hatalarını başına kakmama gibi hadislerde belirtilen haklara riâyet. Ayrıca onların bir kısım huysuzlukları, kıskançlıkları karşısında sabretmek, terbiyelerinde iyi davranmak, geçimi iyi yapmak... hep kadınına karşı iyi olmanın içine girer.

Ancak kişinin "en iyi" olması için kadınına karşı iyiliğin yetmeyeceği de açıktır. Âyet ve hadislerde, bunun için başka şartlar da sayılmıştır: Takvâ, zühd, amel-i salih... gibi. Şu halde o şartları yerine getiren, hanımına karşı da iyi olunca iyilikte kemale yaklaşmış olur. Rasûlullah (asm)’ın zevcelerine karşı davranışları ile kadın hususundaki tavsiyeleri tahlil edilince bu "iyilik"ten kastedilen teferruat ortaya çıkarılabilir.

Rasûlullah (asm),

“Kadın eğe kemiği gibidir, doğrultmaya kalkarsan, kırarsın. Onu bırakırsan eğri olduğu halde istifade edersin.” (Mubârekfûrî, IV/367)

buyurarak sert, haşin davranışlardan uzak durmakla beraber, ilgi ve alakanın hiçbir şekilde kesilmemesi gerektiği ikazında bulunmuştur. Kadın, erkekten daha hassas, daha ince mizaca sahiptir. Hz. Peygamber (asm) bu telâkkî ile, bazı fırsatlarda “zevcelerini camdan yapılmış şişeye” teşbih buyurmuştur.

Öyle ise hoşa gitmeyen davranışlarına karşı anlayış ve müsamaha esas olacaktır. Ashâba bir hatırlatması şöyledir:

“Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan, beraberce yatıyorsunuz?” (Mubârekfûrî, IX/269; İbn Sa'd, VIII/205)

Buna rağmen eşlerini dövenlere ya da dövmek isteyenlere,

“Dövün (ancak bilin ki kadını) sadece şerlileriniz döver.” (İbn Sa'd, VIII/204)

Bilindiği üzere Hz. Peygamber (asm), Hz.Hatice (r.anha)’nin vefatından sonra bir çok izdivaç yapmıştır. Birbirine rakip durumdaki hanımların geçinmesi ise pek zordur. Ancak Hz. Peygamber (asm) sabrı, anlayışlılığı, kadını iyi tanımasından dolayı, onları da birbirlerine yaklaştırmış, arkadaş olmalarına zemin hazırlamış, arada bir cereyan eden kıskançlık ve (birbirlerini) çekememezliklerine bazen gülümseyip geçmiş, bazen küsmüş, bazen uyarmıştır. İşte bunlardan bazıları:

Hz. Peygamber (asm), hanımlarının yetişmesine gayret eder, hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yaparlardı. Ve Rasûlullah (asm)'ın refakatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara (hatta Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra, kadın-erkek herkese) aktarmaya hazır hale gelirlerdi. Hz. Peygamber (asm)'in ev halkı, şehir dahilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, itikadi konularla ilgili Hz. Peygamber (asm)'in talimini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.

Peygamberimiz (asm) özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi.

Hz. Enes diyor ki:

"Çoluk çocuğuna Peygamberimiz (asm)'den daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in -Medine'nin- Avali semtinde oturan bir süt annesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum hâlde Resulullah (asm) sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi." (Buharî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 63)

Peygamberimiz (asm), kızı Fatıma (r.anha)'yı çok severdi. Bir sefere çıkacağı zaman en son ona uğrar, dönüşünde ise önce onun yanına giderdi.

Hz. Fatıma (r.anha) babasını ziyarete geldiğinde ise, Peygamberimiz (asm) sevgili kızını karşılamak için ayağa kalkar, alnından öper ve yanına oturturdu.

Hazret-i Fatıma (r.anha)'nın iki oğlu vardı: Hasan ve Hüseyin. Peygamberimiz (asm) bu torunlarım çok severdi. Onları kucağına alır, omuzuna çıkarır, okşar, sırtında taşır, oyun oynar, isteklerini yerine getirirdi.

Peygamberimiz (asm) dünyasını değiştirdiğinde Hz. Hasan (ra) yedi, Hz. Hüseyin (ra) altı yaşındaydı. Yani Peygamberimiz (asm) hayatta iken Hasan ve Hüseyin çok küçük yaşlarda idiler.

İşte Peygamberimizin (asm) iki torununun şahsında çocuklara gösterdiği sevgi ve şefkat örnekleri:

Bir gün Peygamberimiz (asm) minberde hutbe okurken Hasan ve Hüseyin'in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek aşağı iner, onları tutar, bağrına basar.

"Cenab-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir.' (Enfâl, 8/28; Teğâbun, 64/15) buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım." (Buharî, Fiten, 20)

dedikten sonra konuşmasına devam etti.

Hz. Enes de kendi gördüklerini şöyle dile getiriyor:

"Peygamberimizi (asm) hutbe okurken gördüm, Hasan dizinin üstündeydi. Ne söyleyecekse halka söylüyor, sonra eğilip çocuğu öpüyor ve 'Ben bunu seviyorum.' diyordu." (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 56)

Ebû Said anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz (asm) secdede iken torunu Hasan geldi, sırtına çıktı. Peygamber Efendimiz (asm) de onun elinden tuttu ve ayağa kalktı. Tekrar rükûa varıncaya kadar onu sırtında tuttu. Rükûdan kalktıktan sonra bıraktı ve çocuk gitti." (Heysemî, IX/176)

Abdullah bin Mes'ud anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz (asm) namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına bindiler. Oradakiler karışmak isteyince, Peygamber Efendimiz (asm) onlara karışmamaları için işaret etti. Namaz bittikten sonra da kucağına aldı ve şöyle buyurdu:

"Kim beni seviyorsa, bunların ikisini de sevsin." (Heysemî, IX/179)

Enes bin Mâlik anlatıyor:

"Bir defasında Peygamber Efendimiz (asm) secdede iken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz (asm) secdeyi uzattı. Oradakiler sordu:

"Yâ Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?"  Peygamber Efendimiz (asm) buyurdular ki:

"Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim." (Heysemî, IX/181)

Katâde anlatıyor:

"Bir defasında Peygamberimiz (asm), kızı Zeynep (r.anha)'ten olan torunu Amame kucağında olduğu halde yanımıza geldi. O şekilde namaza durdu. Rükûa varırken çocuğu yere bırakıyor, kalktığı zaman da kaldırıyordu."

Ebû Hüreyre anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz (asm) bir gün bir omuzunda Hasan, diğer omuzunda Hüseyin olduğu halde geldi. Yanımıza varıncaya kadar bir onu öpüyor, bir de diğerini öpüyordu."

"Yâ Resulallah, anlaşılan onları çok seviyorsunuz." dedik.

"Evet, severim. Kim onları severse beni sevmiş, kim onlara kin tutmuşsa, bana kin tutmuş olur." buyurdular. (İbn Sa’d, VI/360; İbn Hacer, el-İsâbe, I/329)

Peygamberimiz (asm) bir yere davet edilmişti. Yolda Hz. Hüseyin'i gördü. Hüseyin kollarını açıp koşarak dedesine geleceği anda birdenbire yön değiştirip bir tarafa kaçtı. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Peygamberimiz (asm) de peşinden koşuyordu. Sonunda yakaladı, bağrına bastı:

"Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim." buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Peygamberimiz (asm) çocukları memnun etmek için dediklerini yapar, onların kalbini kazanırdı.

Bir seferinde Hz. Hasan'ı omuzuna almış, gidiyordu. Bir adam kendisini bu halde görünce, Hasan'a;

"Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir." dedi. Peygamberimiz (asm) de cevap verdi:

"O da ne güzel binicidir." (İbn Hacer, el-İsâbe, I/329)

O bir peygamber olduğu halde omuzunda çocuk taşımaktan utanç duymuyor, bununla iftihar ediyordu.

Peygamberimiz (asm) çocuklara o kadar şefkatli ve hoşgörülü idi ki, bebekler ve küçük yaştaki çocuklar kucağını ıslatsalar dahi onları anlayışla karşılar, işlerini bitirinceye kadar kendi hallerine bırakırdı.

Peygamberimiz (asm)'in  torunu Hüseyin, sütannesi Ümmü Fadl'ın yanındaydı. Bir defasında Peygamberimiz (asm) Hüseyin'i görmeye gitti. Ümmü Fadl der ki:

"Hüseyin'i emziriyordum. Resulullah (asm) yanıma geldi. Çocuğu istedi, verdim. Çocuk hemen üzerine akıttı. Almak için elimi uzattım. 'Çocuğun işemesini kesme.' dedi. Sonra bir bardak su istedi ve çocuğun ıslattığı yere döktü."

Peygamber Efendimiz (asm) çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların susturulmasını, yorulmamasını isterdi. Sevgisi ve şefkati çocukların ağlamasına dahi müsaade etmezdi.

Hanımlarını sıkı sıkıya tembih eder, Hüseyin'den söz ederek, "Bu çocuğu ağlatmayın." der, ağlayan çocuğun susturulması konusunda da şöyle buyururdu:

"Kim ağlayan çocuğunu susturuncaya kadar gönüllerse (gönlünü alırsa), Cenab-ı Hak ona cennette memnun olacağı kadar nimet verir."

Öyle ki, bazen ağlayan bir çocuk sesi duysa namazını bile kısaltır, annenin çocukla meşgul olmasına imkân verirdi.

22 Kadının, kocasının sözünü dinlemeyip kendi başına hareket etmesinin dindeki yaptırımı nedir?

Erkek, âilenin reisi ve hâkimidir. Âile efradının güdücüsü, koruyucusu, murâkabe ve gözcüsü ve her türlü meşrû ihtiyaçlarını karşılayıcı bir ev reisidir.

Binaenaleyh erkek, böyle meşakkatleri üzerine alıp her türlü zorluklara göğüs gerdiğinden, kadının üzerinde âmir ve kumandandır. Meşru olan emirlerinde erkeğe kadının itaat etmesi farzdır. Haram ve kötü olan emirlerine ise, itaat etmek yoktur. Zira ulülemre itaat, helal ve doğru olan yerlerdedir.

Erkeklerin, âile reîsi ve söz sahibi olduklarını Yüce Allah (C.C.) şu âyeti celilesiyle beyan ediyor:

"Erkekler, kadınlar üzerine Hâkimdirler, (Âilenin reisidirler) O sebeple ki Allah (C.C.) onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Birde (erkekler onlara) mallarından infâk etmektedirler. İyi kadınlar (kocalarına) itaâtli olanlardır. Allah (C.C.) kendi (hak)'larını (Kur'an'ı Kerim'de) nasıl koruyorsa, onlar da (kadınlar da) öylece göze görünmeyeni (erkeğin gıyabında malını, onun ve kendisinin şeref ve namusunu, birde ev sırlarını) koruyan (kadın) lardır." (Nisa, 4/34)

Hz. Rasülü Ekrem (S.A.V.) Bir hadis-i şeriflerinde kadının kocasına itaat etmesinin lüzumunu, aksi takdirde büyük vebal ve kahra uğrayacağını mealen şöyle haber veriyor:

"Bir kadın, kocasının rızası olmadığı hâlde evinden çıkarsa, gökteki meleklerin hepsi ve cinnîlerle insanlardan başka varlıkların hepsi, o kadın evine dönünceye kadar lânet ederler." (El-Hicab, Keşfülgamme)

Şu halde evin reisi olan erkek, meşru olan yerlerde mutlak söz sahibidir. İtâat edilmesi lazım ve helal olan yerlerde emirlerine karısının itaat etmesi lazımdır. İtaat etmediği takdirde kahri ilahiyyeye müstahak olur.

Erkeklerin, ev reisi olduklarını beyan eden pek çok hadis-i şerifler vardır. Rasûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

"Hepiniz güdücü çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz (sorulacaksınız). Emir (devlet reisi: padişah, vâli ve emsali âmirler) güdücü çobandır, erkek ev halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evinin ve çocuğunun çobanıdır. Binaenaleyh (ey ümmetim) hepiniz güdücü çobansınız, ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz." (Buhari, Müslim)

Bu hadis-i şerifte beyan edildiğine göre, her fert bulunduğu mevki ve salahiyetine göre birer amir, idareci ve güdücü çobandır. Aynı zamanda güttüklerinden de iyi veya kötü sorumludurlar.

Meselâ: Devlet reisi, îdare ettiği memleket ve milletin, vali idaresinde bulunan vilâyet ve halkından, muhtar, idaresindeki mahalle, nahiye, köyden ve halkından, baba terbiyesi ile mükellef olduğu evlatlarından, koca nikah altındaki karısından ve kadında muhafaza ve bakımı ile mükellef olduğu kocasının evinden ve çocuğundan sorumludur.

Şu halde dünyaya gelen her fert, kendine göre çeşitli vazife ve mükellefiyetlerle yükümlüdür. İman eden her Müslüman, bu vazifeleri üzerinde ve zamanında yaparsa ne mutlu ona, şayet kulluk vazifelerini müdrik olmaz ve yerine getirmezse, böyle kimseye de ne yazık ve ne kadar felakettir.

Burada yeri gelmişken ev reisi olan erkeğe kayıtsız itâat etmek gerektiğinden bahsedildiği zaman, haram helâl, doğru, eğri ne olursa olsun itâat lazımdır, diyenlerin sözleri üzerinde duralım.

Âmirlik; ev reisi baba., koca, muhtar, kaymakam, vâli ve devlet reisi gibi en küçüğünden en büyüğüne şâmildir.

İki kişi arasında bir münakaşa oldu mu? "Efendim ülülemre itaat lazımdır, falandır, filandır." dedikodu devam ediyor.

Diğer birisi de hayır efendim olamaz, burada ülülemre itaat edilmez. Neden edilmez?..

Efendim haram ve günah olan yerde ülülemre itaat edilmez, diye cevap verir.

Bu münakaşanın hangisinin doğru olduğunu şer'i delillerle izah edelim. Ülülemir'den olan baba ve anaya itaatle ilgili âyeti celilelerden bir tanesi şudur:

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” (Ankebut, 29/8)

İşte bu âyeti celile de beyan edildiği üzere, anaya, babaya, hocaya, kocaya ve her hangi ülûlemre itâat etmek; helâl caiz, güzel, iyi, ibâdet ve hayır, olan yerlerde ve emirlerdedir. Şirk ve masiyet/günah olan yerlerde itâat etmek yoktur. Zira küfre itâat, küfür, masiyete rıza ve itaat mâsiyettir.

Ülûlemre itaat meşru ve helal yerlerde câiz ve lâzım olup, gayri meşrû emirlerine itaat etmemenin hükmünü bir de Resûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimizin buyurduklarından okuyalım :

"Hâlik'a isyan olan yerde, mahluka itâat yoktur." (Ahmed bin Hanbeli Hâkim)
"Allah (C.C.)'a itâat etmeyen kimseye itâat yoktur." (Ahmed bin Hanbel)
"Allah (C.C.)'a mâsiyet olan yerde (kula) itâat yoktur." (Ahmed bin Hanbel)
"Kula itâat, ancak mâruf (meşru ve helâl) olandadır." (Buhari)

Bu gerçekler karşısında, çeşitli yerlerde çeşitli sebeplerden dolayı, "Aman efendim ülûlemre itaat lâzımdır" diyenlerin söz ve iddialarının doğru veya eğri yönleri açıklanmış oluyor.

Evet aile reisi olan erkek, "Ben amirim, bana kayıtsız şartsız itaat edeceksin." diyerek, âilesinin tepesine dikilip zûlüm yapmağa hakkı yoktur. Bununla beraber meşrû olan bütün emirlerine itaat etmesi ve kudreti nispetinde kocasının sözlerini yerine getirmesi Müslüman bir kadın için farz ve lâzımdır .

Kadının farz olan ibadetlerine hiç bir suretle kocası mâni olamaz. Hatta zengin olan âilesi hacca gitmek istediğinde "salmam" dese, kadın burada itaat etmeyip gidebilir, zira kocanın meşru olmayan isteğine ve emrine karısının itaat etmesi yoktur. Erkek gibi kadında dîni, fikri, malî ve ibadet hürriyetine sahiptir. Ancak nâfile ibâdetlerde kocasının izni olması şarttır.

Bu meselelerin daha genişi fıkıh ve ahlâk kitapların da zikredilmiştir. Ev reisi olan erkeklerin; kendisini, karısını, çocuklarını, ana ve babaları gibi yakınlarını koruması, bakıma muhtaç olanlara bakması ve her türlü dinî, dünyevî ve uhrevî hayatını mesut halde bulundurması lâzımdır.

Allahüzülcelal Hazretleri aşağıdaki âyeti celileninde şöyle buyuruyor:

"Ey îman edenler! Gerek kendilerinizi ve gerek âilelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla (kafirlerle) taştır. (O ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler (cehennem zebanileri) vardır (Memurdur) ki onlar Allah (C.C.)'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler, neye de memur edilirlerse yaparlar." (Tahrim, 66/6)

Yukarıdan beri naklettiğimiz gerçeklerden anlaşılmıştır ki; Müslüman erkek, âile reisidir. Meşru olan her emrine, karısı, çocukları ve kendisinin himayesinde bulunan küçük kardeşlerinin ve yetimlerin itâat etmesi lâzımdır.

Âile reisi olan erkeğin de, hem kendisini ve hem de bakmakla, korumakla mükellef olduğu aile efradının dünyevî saâdetini temin edip helâk ve felaketten koruması için bütün imkânlarını sarf etmesi lâzımdır.

(Mustafa Uysal, Aile Saadeti)

23 Evli olduğu hanımından gizli, başka bir bayana nikâh kıyılırsa geçerli olur mu?

Erkeğin, evlenmek istediği zaman hanımına haber vermesi veya ondan izin alması nikahın geçerliliği açısından şart değildir. Ama aile huzurunun temini için böyle bir niyeti olan erkeğin hanımına haber vermesi ve bu işi gizli yapmaması tavsiye edilir.

Birden fazla evlenmeyi düşünen erkek, eşler arasında davranış, geceleme, adalet, giyim, ihtiyaçları giderme ve diğer konularda aralarında hiç bir fark gözetmeyeceği konusunda kesin kararlı ise ve ikinci bir evliliğe ihtiyaç hissediyorsa evlenmesi caizdir. Eğer bu şartlara riayet etmezse evlenmemesi gerekir.

Allah Kur'an-ı Kerim'de birden fazla evliliğe müsaade etmiştir. Ancak adaletli olunamayacak durumlarda tek evliliğin yapılmasını istemiştir. 

Bununla beraber, ikinci bir evliliğin zorunlu olduğunu düşünen birisinin de şahitler yanında nikah kıyabileceğini ve akrabalarına haber vermesinin farz olmadığını ifade edelim.

Çok eşlilik İslam'ın getirdiği bir sistem değildir. İslam öncesi dünyada yaygın olan ve sınır tanımayan bir şekildeydi. Kadının zaten hiçbir konuda fikir beyan etmesi bile mümkün değildi. İslam dini böyle bir ortamda ortaya çıktı ve bu çok eşliliği 20-30'dan dörde indirdi. Buna da çeşitli şartlar getirdi. Bu konuda eşler arasında adaletin yapılması gibi ağır şartlar getirdi. Aksi takdirde bir hanımla evlenmenin daha sağlıklı olacağını tavsiye etti.

İslam dininin çok evliliğe ruhsat vermesinin önemli hikmetleri vardır. Toplumlarda azımsanmayacak derecede var olan hastalık, iki cins arasındaki nüfus orantısızlığı gibi faktörler bu hikmetlerden bir kaçıdır. Örneğin, Batı medeniyetinde, hanımı felç de geçirse, deli de olsa, bir erkek ikinci bir hanımla evlenemez. Bu sebeple de gayrimeşru yolların kapısını açmak zorunda kalmıştır.

Genellikle erkekler savaşa katılırlar. Bu savaşlarda erkeklerin ölmesi ve özellikle ahir zamanda, bir hikmete binaen doğumlarda kız çocukların sayısının daha fazla olması, kadınların ister istemez bekâr kalmasına sebep olmaktadır. İşte, gerek ağır ve müzmin hastalıklar sebebiyle olsun, ister kızların sayıca daha fazla olmasından dolayı olsun, bazen çok evlilik zorunlu hale gelebilir. Aksi takdirde, aile yuvası bir yandan erkek için cehenneme dönerken, diğer yandan birçok kadın, bu kutsal evlilik hakkından mahrum kalır. Bu ise, toplusal barışı zedelediği gibi, ahlâkı da deforme eder.

İşte İslam'ın çok evlilikle ilgili verdiği ruhsat bu yaraları tedavi etmeye yöneliktir.

Bu asırda, mümkün oldukça, fertlerin tek evlilikle yetinmeleri daha uygundur. Onları zulümden, mutsuzluktan, hukukî yönden illegal eş ve çocuklarının haklarını zayi etmekten korur.

Çok evlilik söz konusu olduğu takdirde, formel hukuk açısından eski eşinden izin alması gerekmiyorsa da, ailede saygı ve sevginin devamı adına böyle bir izin ve rızanın alınması daha uygun düşer.

ÇOK EVLİLİK

Eski Mısır Hukuku: Koca bazı şartlar altında birden fazla kadınla evlenebilirdi.

Babil Hukuku: Hamurabi kanunlarına göre, zevce çocuk doğurmazsa veya ağır bir hastalığa tutulursa, koca odalık alabilirdi.

Çin Hukuku: Kocanın serveti müsait olursa, ikinci derecede zevceler alabilirdi. Şu kadarki, bu kadından doğacak çocuklar, birinci ve asıl zevcenin çocukları sayılırdı.

Eski Brehmenler: Vichnou kitabına göre, erkekler bulundukları sınıflara göre bir, iki, üç veya daha fazla kadınla evlenebilirdi. Apastamba kitabında ise, bu konuda tahdit vardı, kadın vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyor ve erkek çocuğuda oluyorsa, koca ikinci bir kadınla evlenemezdi. Manu düsturlarında, bir adam, ilk zevcesini kendi toplumsal seviyesinde seçmesi lazımdı, ikinci zevcesini, daha alt tabakalardan alabilirdi.

Eski İran: Çok evlilik kabul edilmişti.

Roma Hukuku: Odalık almak, kanuni nikah olmaksızın yaşamak vardı.

Kitab-ı Mukaddes: Eski Ahid'de Davud (a.s)'ın bir çok kadınla evlendiği zikredilir. Eski Ahid'de çok evlilikten bahseden başka yerler de vardır. Müsevilikte de çok evlilik vardı. Yeni Ahid'de (İncil), birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir madde yoktur. Ancak tek zevce ile yetinmenin iyi olacağına dair tavsiyeler vardır. Birden fazla evlenme, Hristiyanlık aleminde XVI. asra kadar normaldi.

İslam'dan Önceki Arabistan: Çok evlilik konusunda hiçbir tahdit ve sınır yoktu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebildiği gibi, aralarında zevce değişimi bile olurdu.

İSLAM'DA ÇOK EVLİLİK

Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır." (Nisa, 4/3)

Âyette açıkça görülmektedir ki, birden fazla kadınla evlenme; mutlaka yapılması gerekli farz ve vacib kabilinden bir emir değil, bir müsaadedir. Ancak bu izin, kadınlar arasında tam bir adalet yapmaya bağlanmış, bir tek zevce ile yetinmenin, adalete en yakın ve en doğru yol olduğu belirtilmiş; adaleti yerine getiremeyeceğinden korkanın, tek kadınla yetinmesi emredilmiştir.

ÇOK EVLILILIK KONUSUNDA ISLAM PRENSIPLERI

1) Adetin sınırlandırılması: Cahiliye devrindeki erkeğin hudutsuz evliliğine sınır getirilmiş. Bu âyetin nuzulünden sonra Resulullah (asm)'ın emriyle dörtten fazla hanımı olanlar, fazlalarını boşadılar.

2) Eşler arasında adaletin gözetilmesi: Zevceler arasında adalet, yedirme, içirme, giydirme, barındırma, kocalık muamelesi, sevgide gösterilecektir. Yalnız şu varki, insanın sevgi hususunda tam bir eşitlik gösterebilmesi, imkansız denecek kadar zordur. Kadının çeşitli fiziksel ve ruhsal özellikleri sevginin derecesindeki farklılıkları meydana getirecektir. Erkek ne kadar eşitlik konusunda çaba harcasa da bunu başarması imkansız derecesindedir.

Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/129)

Bu âyet-i kerimeyle Cenab-ı Hak erkekleri kadınlarına sevgi ve muhabbet hususunda mutlak bir eşitlik göstermekten afvetmiş. Sadece erkeğin bir tarafa bütün bütün meyledip ötekinden yüz çevirmesini yasaklamış, elinden geldiği kadar eşit davranmaya çalışmasını emretmiştir. Bir hadis-i şerifte bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"İki zevcesi olup da birine tamamen meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir." (İbn-i Mace, Nikah, 47; Mişkâtü’l-mesabih, 2/196)

Kadın yaratılışı itibariyle erkeğini normal şartlar altında ikinci bir kadınla paylaşmaya razı olmadığı gibi, hiçbir kadın da mecbur kalmadan evli bir erkekle hayatını birleştirmek istenmez.

Çok evliliğin hak olduğuna inanmak imanın gereğidir. Ancak, buna inanmak kadının, kocasının kendi üzerine evlenmesini onaylayarak rıza göstermesi, tasvip etmesi zorunluluğunu getirmez.

Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir. Nitekim:

Peygamberimiz (asm)'in kızı Hz.Fatıma, kocası Hz.Ali'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı Allah Resulü (asm) onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü, damadı Hz.Ali'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali'nin Fatıma'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.

Allah Resulü'nün bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.

Sözün özü: İslam çok evliliği ne emir ne de tavsiye etmiştir. Sadece bazı zaruri hallerde müsaade etmiştir. Zaten yukarıdaki olayı naklettikten sonra diyecek bir şey olmasa gerek.

Kaynaklar:

1) Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde, Sayın Mehmet Dikmen tarafından kaleme alınan "İslamda Kadın Hakları" eserden yararlanılmıştır.
2) bk. Elmalılı Tefsiri, ilgili ayet.

24 Erkek eşinden yatakta en fazla kaç gün uzak kalabilir? Kadın istemediği halde erkeğin ayrı odada yatması ve sadece ayda bir ihtiyacı için gelip, ertesi gün tekrar odasına dönmesinin hükmü nedir?

Kocanın eşinden uzun süre ayrı yatması caiz olmaz. Eşlerin birbirinin cinsi ve hissi yönlerinden yararlanmaları haklarıdır.

Her şeyde olduğu gibi, ibadette de ifrat ve tefrit makbul degildir. Makbul olanı, ne ifrata kaçan, ne de tefrite düşen... Belki vasatî olandır. Nitekim hadîste de ayni hüküm verilmekte, ayni ölçü tavsiye buyurulmaktadir:

"Allah için yapılan ibadetlerin en faziletlisi, vasat olanıdır!"

Vasat ibadet, sahibini mecburî mükellefiyetlerini yapamaz hale düşürmez. Aile ve çoluk çocuğunu ihmal eder hale sürüklemez. Belki her hak sahibine hakkını verme mükellefiyetlerini hatırlatır, o imkânı dâima elinde muhafaza etme titizliği temin eder.

Hal böyleyken, yazımıza konu olan genç, böyle bir anlayış içinde değildi. O, yeni evlenmiş olmasına rağmen, yazın en sıcak günlerinde bile gün boyu oruç tutuyor, sabahlara kadar da namaz kılıyordu. Yâni, mükellefiyetlerini ifa ettikten sonra, ayrıca nafile ibadetlerle çok ileri gidiyor, hattâ bu yüzden hanımını da ihmal etmiş oluyordu.

Anlayışlı ve tahammüllü hanımı, onun bu halini zamanla geçer düşüncesiyle çok görmedi, sabırla karşılamayı düşündü. Ama kocası, devam ettirmek niyetinde görünüyordu bu halini. Bu yüzden durumu Halife Hazret-i Ömer’e izah etmekte zaruret gördü. Ancak, bunu nasıl söyleyecek, ne türlü bir ifadeyle anlatacaktı?

Kendine göre bir ifade tarzı da buldu. Doğruca Halifenin huzuruna girdi. Halifenin yanında mesşur hukukçu Kâ’b vardı.

Bütün kuvvet ve cesaretini toplayarak konuştu:

"Yâ Emîre’l-Mü’minîn, öyle zâhid bir beyim vardır ki, bütün yaz boyu sıcak günlerde oruç tutuyor, yine böyle kısa gecelerde sabahlara kadar da nafile namaz kılıyor. Bunu aralıksız sürdürüyor, hiç bırakmıyor!"

Halife böyle bir gencin varlığından dolayı memnun oldu.

 "Masaallah, barekallah, senin kocana. Demek bu uzun günlerde, böyle kısa gecelerde bütün mevsim boyu ibadette bulunuyor, tebrik etmek gerek böyle genci."


Kendisinin şikâyet ettigi konuyu Halifenin tebrik ettiğini gören kadın, başka hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti.

Ama meşhur Basra Kadısı Kâ’b, buna itirazda bulundu:

"Yâ Emîre’l-Mü’minîn, siz bu kadının kocasını tebrik mi ediyorsunuz? Halbuki kadın onu size şikâyet ediyor?"
dedi.

Halife tereddütlü:

"Hayır, şikâyet değil, tebrik ediyor."

Şikâyetti, tebrikti derken, Halife adam gönderip kadını çağırttı.

"Söyle bakalım, zâhid gencin hanımı! Beyinin bu halini şikâyet mi ettin, yoksa takdirinden dolayı mı böyle konuştun?"


"Ne takdiri yâ Emîre’l-Mü’minîn, şikâyet ettim. Ben de başka kadınlar gibiyim. Benim de normal ve fitrî ihtiyaçlarım var. Ama onun böyle bir meselesi yok. O, bütün gün akşama kadar oruç tutar, yine bütün gece sabahlara kadar namaz kılar. Bunun dışında başka bir mes’ele dikkatini çekmez, zihnini meşgul etmez. Benim varlığımın farkında bile değil."


İslâm hukukçusu Kâ’b’in tahmini doğru çıkınca Halife ona döndü:

"Söyle bakalim ey Kâ’b, ne diyeceksin bu hanıma? Teşhisi sen yaptın, tedaviyi de sen göstereceksin."

"Yâ Emîre’l-Mü’minin, bu kadının kocasını getirtin, ben söyleyeceğimi bilirim."

Hemen genci buldurtup getirttiler. Kâ’b, ona su kısa nasihatta bulundu:

"Bütün gün oruç tutup, sabahlara kadar da namaz kılan delikanlı, şunu iyi bil ki, bu halin bir ifratın eseridir. İfrat ise, her şeyde olduğu gibi, ibadette de iyi değildir. Makbul sayılmamıştır. Amellerin efdali, vasat olanıdır."

Ve Kâ’b söyle devam eder:

"Bundan böyle aileni günlerce ihmal etmeyecek, her dört günde bir mutlaka onun yanında olacaksın. En azından dört günde bir yanında olmaz, onu yine yalnız bırakmakta israr edersen, yaptığın ibadetten kazandığın sevabın, onu odasında yalnız bırakmaktan dolayı üstüne aldığın sorumluluğu ortadan kaldıramaz."

Genç, İslâm Hukukçusu Kâ’b’den bu nasihati dinledikten sonra, teşekkür ederek ayrılınca Halife merakla sordu:

"Ey Kâ’b, şimdi de bana cevap ver bakalım, yarın huzur-u Ilâhî’ye varınca verdiğin bu fetvanın delilini nasıl bulacak, 'Dört günde bir ailenin yanında bulunmaya mecbursun.', gibi sözün izahını nasıl yapacaksın?"


Kâ’b, rahat cevap verdi:

"Ey Emîre’l-Mü’minîn. Allahü Azimüşşân Kur’an-ı Kerim’inde bir erkeğin dörde kadar evlenebileceğini bildirmiyor mu? Bildiriyor. Bu ne demektir? Demek ki, bir kadın beyinden üç gün ayrı kalabilir. Dördüncü gün ise sıra kendisine gelir. Bundan anlaşılıyor ki, onu yalnız başına uzun müddet bırakmamalı, hiç olmazsa dört günde bir yalnızlıktan kurtarmalıdır. Şayet dört günden de azına muhtaç olsalardı, erkeklerin dörde kadar evlenmelerine müsaade çıkmazdı."


"Bu cevap, önceki teşhisten de orjinal!" diyen Halife Hazret-i Ömer, bu defa Kâ’b’a gözünü dikerek konuştu:

"Ey Kâ’b, hemen yol hazırlığına başla. Çünkü sen şu andan itibaren Basra Kadısısın! Tayinin yapılmıştır."

Genç adamın ifratını böylece vasata getiren Kâ’b, vefat edinceye kadar Basra Kadılığında kalmıştır.

25 Kendisine gusül farz olan kadın, yıkanmadan çocuk emzirip temizlik yapar, bulaşık yıkayabilir mi?

Gusletmesi farz olan kadın, ihtiyaç duyduğu anda gusülden önce çocuğunu emzirebildiği gibi, temizlik de yapar, bulaşık da yıkayabilir. Gusülsüzlüğü bu gibi hizmetlerine mâni olmaz.

Ancak, guslü bir namaz vakti geçirecek kadar tehir etmemek gerektiğini de âlimlerimiz ikaz yollu ihtar etmişlerdir. Çünkü, namaz vakti geçtiği hâlde gusletmemek, namazı kazaya bırakmak demektir. Özürsüz namazı kazaya bırakmak ise câiz değildir.

Bu bakımdan, kendisine gusül farz olan kadın, gusülden önce gereken işleri yapar, temizlikte bulunur, hatta yemek dahi hazırlarsa da bulduğu ilk fırsatı hemen kullanıp guslünü yapmalı, gusülsüzlüğünü bir namaz vakti çıkıncaya kadar ertelememelidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, guslünü özürsüz erteleyenleri ikaz ettiği hadîsinde, cünübün bastığı toprağın kendisine lânet okuyacağını hatırlatmış, guslü tehir etmemeyi tembih buyurmuştur.

Bununla beraber gusülsüz insan, necis de değildir. Mânevî kirlidir, ama necis hükmünü almaz. Ebû Hüreyre (R.A.) Resûl-i Ekrem Efendimize bu mevzuda sorduğu sorusuna şöyle cevap almıştır:

"Sübhânallah! Hiç mümin necis olur mu?.."(bk. İbn Mâce, Tahâret, 80) 

Demek ki, cünüp insan mânen kirlidir, ama bu kirlilik kendisinden tiksinilmesine sebep olacak necislik hükmünü de almaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Cünüb olan bir kişinin pişirdiği yemeği yemek caiz midir? Cünüp olarak uyumanın bir sakıncası var mıdır?

26 Eşlerin birbiriyle tartışmaları ve dargın durmalarına dinimiz nasıl bakmaktadır?

İslam, milletin varlığını teşkil eden aile hayatının mesut ve huzurlu olması için, gerçek ve keskin hükümler beyan etmiştir. Bir milletin huzuru, terakki ve tealisi, o milletin bireylerini teşkil eden aile ocaklarının huzur ve saadetine bağlıdır. Binaenaleyh, ailenin çatısını teşkil eden ev reisi erkek ile medeniyet ve terakkinin tamamlayıcı unsuru ve erkeğin felaketini önlemeye sebep olan ev hanımı olan kadındır.

Aile bireyleri olan karı ile kocanın geçimsizlik yapmamaları ve birbirlerine sevgili ve saygılı olarak yaşamaları için şu hususlara riayet etmeleri şarttır:

1. Kadın, erkeği aile ve ev reisi olarak tanıması ve bilimesi lazımdır. Bu bir dini, ahlaki ve ilahi hükümdür. Bir geminin iki kaptanı, bir ordunun iki komutanı, bir memleketin iki sultanı olmaz, olamaz ve olmamalı. Elbette ailenin de bir sorumlusu ve yöneticisi gerekir.

2. Kadın ve erkeğin huy ve tabîatlarında birbirlerini anlaması ve anlaşması gerekir.

3. Fikir ve ahlak bakımından birbirlerine saygı ve hürmet etmelidirler. Yani ev işlerinde ve benzeri şeylerde istişare ve fikir alışverişinde bulunmalı, birbirinin fikrine iltifat ederek değer vermelidirler.

4. Kadın ve erkek, her iki taraf da birbirinin haklarını gözetmesi gerekir.

5. Erkek ile kadın, müşterek veya her birinin kendisine has vazifelerini gözetmeli ve birbirinin vazîfesini küçümsememeleri lazımdır. Her ikisi de birbirinin vazifelerinde yardımlaşmaları veya vazifelerini takdir etmelidirler.

Mesela; erkek, devamlı hayatta ve mematta lazım olacak evin ihtiyacını, ailenin nafakasını, mehrini ve her türlü ihtiyaçları karşılamak için çeşitli vazife ve iş görmektedir. İşyerinden, dükkanından, dairesinden, camisinden, cemaatinden ve sair vazifelerinden evine geldiği zaman, karısı güler yüzle, tatlı dille ve en güzel saygı ve sevgi ile taltif etmesi ve gereken hizmetinde bulunması lazımdır.

Kadın da kocası gittiği zaman onun evini, çocuklarını bekliyor, yemeğini yapıyor, cinsi arzusunu tatmin ediyor ve erkeklerin yapamayacağı pek çok vazifeleri görmektedir. Kadının, bu ve benzeri vazifelerini de erkeğin takdir etmesi ve iyi muamelede bulunması lazımdır.

Binaenaleyh, şuurlu ve îmanlı olan her erkek ve kadın, birbirlerini kötülemek değil, son derece birbirlerine ve yaptıkları vazifelere saygı gösterirler. Böylece karşılıklı sevgi, saygı ve takdirle mesut bir aile yuvasında yaşarlar.

Ailenin yönetimi genel olarak erkeğe yüklenmiştir.

"Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdır. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamaktadırlar …" (Nisâ, 4/34)

anlamındaki ayet ve

"Erkek aile fertlerinin yöneticisidir." (Buhârî, Nikâh, 81. VI/46; Müslim, İmare, 20. II/1459; Ebû Dâvud, İmare, 1. III/342-343. no. 2928. Tirmizî, Cihad, 27. IV/208. No: 1705)

anlamındaki hadis, ailenin yönetiminin erkeğe ait olduğunu ifade etmektedir. Erkeğin, aile kurumunu yönetmekten aciz olması veya başka nedenlerle ailenin yönetimini kadın üstlenir.

"Kadın; eşinin, evinin ve çocuklarının yöneticisidir." (Buhârî, Nikah, 81. VI/146. Müslim, İmâre, 20. II/1459. Tirmizî, Cihad, 27. IV/208. No: 1705)

anlamındaki hadiste ifade edildiği üzere, kadının da aile içinde yönetim sorumluluğu vardır.

Eşi ile iyi geçinmek ve ona yumuşak davranmak

"Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur." (Nisâ, 4/19)

anlamındaki ayet, eşlerle iyi geçinilmesini ifade etmektedir. Hatta aile reisi, evliliğin sağlıklı olarak devamı ve huzuru için eşine karşı şefkatli ve merhametli, güler yüzlü ve yumuşak davranmak, kaba ve kırıcı olmamak durumundadır.

Ev Halkını Selamlamak

Yüce Allah, Nur suresinin 27. ayetinde müminlere başkalarının evlerine izin aldıktan sonra selam vererek girmelerini emrettiği gibi 61. ayette de kendi evlerine girince selam vermelerini istemektedir:

"… Evlere girdiğiniz zaman birbirinize Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak selam verin…" (Nur, 24/61)

Selamlaşmak Allah ve Peygamber (asm)'inin müminlere bir tavsiyesidir.

Ev Halkına Güzel Söz Söylemek

"Güzel söz"den maksat; yalan, aldatma ve kırıcı olmayan yapıcı, doğru ve gönül alıcı söz söylemektir. Yüce Allah Kuran’da müminlerin doğru sözlü olmalarını (Ahzab, 70) istemekte ve kötü sözlerin açıktan söylenmesini sevmediğini bildirmektedir:

"Allah zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıktan söylenmesini sevmez…" (Nisâ, 4/48)

Sorunları Büyütmemek ve Dargın Durmamak

Aile fertleri arasında zaman zaman birtakım sorunlar ve tartışmalar çıkabilir. Bunu olağan karşılayıp büyütmemek, işi kavgaya götürmemek ve dargın durmamak, dinimizin istediği bir davranıştır. Peygamberimizin (a.s.m),

"Müslümanın, mümin kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helal olmaz." (Tirmizî, Birr, 24. III/329. No: 1935)

anlamındaki hadisi bırakın aile fertlerini, Müslümanların birbirleriyle dargın durmamaları gerektiğini ifade etmektedir.

İşlerini Aile fertleriyle İstişare Etmek

Her seviyede işlerin, istişare ederek karara bağlanıp yürürlüğe konulması Allah’ın emridir. Bu husus,

"(Ey Peygamberim!) … İş konusunda onlarla (müminlerle) müşavere et…" (Al-i İmrân, 3/159)

anlamındaki ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Şura suresinin 36-43. ayetlerinde Allah’ın övdüğü insanların nitelikleri arasında "işleri aralarında danışma ile olanlar" da sayılmaktadır. Talak suresinin 6. ayetinde eşler arasındaki sorunlar ile ilgili olarak, "…Aranızda iyilikle/güzellikle danışıp görüşün/konuşup anlaşın ..." denilmektedir.

Kusurları Affetmek

İnsanlar, istemeseler de kusur işleyebilirler. Kusurları affedebilmek olgunluğun göstergesidir. Yüce Allah, Âl-i İmran suresinin 133. ayetinde cennetin muttakîler için hazırlandığını bildirdikten sonra 134-135. ayetlerde muttakilerin niteliklerini saymıştır. Bu niteliklerden biri de onların "…öfkelerini yenenler ve insanları affedenler …" olmalarıdır. Allah, bu kimseleri "muhsinler" olarak niteleyip onları sevdiğini ve onları bağışlayacağını ve cennete koyacağını bildirmektedir.

Eşini Kötülememek ve Vurmamak

Erkeklerin; eşlerini yermemeleri ve onlara şiddet uygulamamaları, evlilik kurumunun sağlıklı ve mutlu olarak devam etmesi için önemli bir husustur. Sahabeden Muaviye el-Kuşeyrî anlatıyor: Hz. Peygambere gittim ve ona dedim ki:

"(Ey Allah’ın Elçisi!) Kadınlar hakkında ne tavsiyede bulunursunuz?" O da;

"Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onlara vurmayın ve onları kötülemeyin." buyurdu. (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42 II, 607. No: 2144. İbn Hıbbân, Nikah, IX, 482. No: 4175)

Ayrıca

"Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır. Sizin hayırlınız kadınlarına/eşlerine en hayırlı olanlarıdır." (İbn Hıbbân, Nikah, IX, 483. No: 4176. Tirmizî, Rada, 11.III, 466. No: 1162. Buhârî, Edeb, 112. Ahmed, II, 250)

"Sizin hayırlınız, eşi ve aile fertlerine hayırlı olanınızıdır. Ben sizin, eşi ve aile fertlerine en hayırlı olanınızım." (İbn Hıbbân, Nikah, IX, 484. No. 4177)

anlamındaki hadisler de erkeklerin, eşlerine iyi davranmalarını ve onlara şiddet uygulamamalarını öngörmekte ve eşlere iyi ve yumuşak davranmayı iman ve ahlak ile irtibatlandırarak tekit etmektedir.

Veda hutbesinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz…" (Müslim,Hac, 147. I, 889-890. Ebû Dâvûd, Hac, 57. II, 462. No: 1905)

Kadın veya erkeğin eşine iyi davranması, saygılı olması

Karşılıklı olarak eşlerin birbirlerine saygılı olmaları esastır.

Erkek, eşinin helal ve meşru isteklerine uygun hareket etmelidir.

Yine kadın da eşinin meşru isteklerini makul ve olumlu karşılaması gerekir.

Allah iyi / saliha kadınları, iffetini koruma ve itaatkar olma ile övmektedir:

"…İyi / saliha kadınlar itaâtkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da gaybı (namusu, eşinin malı-mülkünü ve haklarını) korurlar …" (Ebû Dâvûd, Nikâh, 41. II, 605. İbn Hıbbân, Nikah, IX, 470. No: 4162)

Ancak kadın veya erkek, eşinin Allah’a isyan olan isteklerine uymaz. (Buhârî, Nikah, 4. VI, 153)

"…İnsana günah olan bir şeyi yapması emredildiği zaman, bu emir dinlenmez ve o kişiye itaat edilmez." (Buhârî, Ahkâm, 4. VIII/106) 

"İtaat ancak dine ve akla uygun olan (ma’ruf) şeylerde olur." (Buhârî, Ahkâm, 4. VIII/106)

Güler Yüzlü Davranması, İyilik ve Hizmetlerine Teşekkür Etmesi

Hoşgörülü ve güler yüzlü olmak, iyilikler karşısında müteşekkir olmak insanın temel görevidir. Peygamberimiz (a.s.m),

"İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez." (Tirmizî, Birr, 35.IV/339. No: 1954-1955. Ahmed, IV/298)

"Aza teşekkür etmeyen, çoğa da teşekkür etmez." (Ahmed, II/370)

sözleriyle, bu genel ilkeye işaret etmiştir. Kadının, eşine teşekkürü için şöyle demektedir:

"Eşine teşekkür etmeyen kadına, Yüce Allah itibar etmez (merhamet nazarıyla bakmaz). Kadın, eşinden müstağnî olamaz." (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Uşretü’n-Nisâi, 58. V/354. No: 9135)

Peygamberimizin (asm) eşi Hz. Aişe (ra);

"Hz. Peygambere ‘kadının üzerinde en büyük kimin hakkı vardır.’ diye sordum, ‘Eşinin hakkı vardır.’ diye cevap verdi." demiştir. (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Uşretü’n-Nisâi, 63. V, 363. No: 9198)

Kadının, eşini hoşnut etmesi ile ilgili olan şu hadisler dikkat çekicidir:

"Eşi kendisinden razı olarak ölen mümin kadın cennete girer." (Tirmizi, Rada’, 10. III/466. No: 1161. İbn Mâce, Nikâh, 4. I/595. No: 1854)

"Kadın beş vakit namazını kıldığı, Ramazan orucunu tuttuğu, ırzını koruduğu ve eşine itaat ettiği zaman, hangi kapısından isterse cennete girer." (İbn Hıbbân, Kitâbü’n-Nikâh, No: 4163. IX/471)

Şunu baştan kabullenelim; aile içinde karı-kocanın şu ya da bu sebeple birbirine dargın olduğu, konuşmadığı, ayrı yerlerde geceledikleri zamanlar olabilir. Haklı ya da haksız gerekçelerle girilen bu süreç eğer çabuk halledilmezse ve aile düzeni İslami değerleri benimsemiş ailenin uyması gerekli olan minimum standartlara göre yeni baştan kurulmazsa, hele bu sürecin uzaması veya sık tekrarı dolayısıyla ailenin hayat modeli, yaşam şekli bu olursa, böyle bir ailede problemler hiçbir zaman bitmez.

İlave bilgi için tıklayınız:

Aile içerisindeki tartışmalarda kadın ve erkek nasıl davranmalıdır?

27 Çocuğu olmayanlarla ilgili hadis var mıdır?

Çocuk bir nimettir, bu nimete sahip olmanın da külfeti vardır. Allah dilediğini dilediği nimetle imtihan eder. Bize düşen görev, vermediği nimetleri araştırmak değil, verdiği nimetlere hakkıyla şükretmektir. Çünkü Allah Hakim'dir, asla abes iş yapmaz.

“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir. Veya erkek ve kadın olarak onları evlendirir de onlardan dilediğini kısır bırakır. O her şeyi en iyi bilir, dilediği her şeye kadirdir.” (Şura, 42/49-50)

mealindeki ayette, kısırlığın erkek tarafından da, kadın tarafından da olabileceği ve her iki durumda da bu kısırlığı -hikmetinin gereği olarak bir sebep altında- meydana getirmek Allah’ın işi olduğu belirtilmektedir. Bundan ne erkek sorumludur, ne de kadın sorumludur. Eşler, kısırlığın sorumlusu olmadıkları gibi,  erkek veya kızların doğumundan da sorumlu değildir. Toplumdaki bazı telakkilerin yanlışlığı, bu ayetten de rahatlıkla anlaşılabilir.

Çocuğu olmayanlarla ilgili  olarak olumsuzluklar ifade eden ve hadis olarak gelen rivayetlerin sahih olmadığı, uzmanlarınca ifade edilmiştir.(bk. Z. el-Irakî, Tahrici Ahadisi’l-İhya, İhya ile birlikte-, II/26-27).

Ayrıca bir zamanda nimet olan bir durum, bir başka zamanda sıkıntı nedeni olabilir. Nitekim ahir zamanda çoluk çocuk sıkıntısı çekmeyenler övülmüştür.

İlave bilgi için tıklayınız:

- "Ahir zamanda, sizin en iyiniz çoluk çocuğu olmayandır." sözü hakkında bilgi verir misiniz?

- Çocuğu olmayan kadınla evlenmek sakıncalı mıdır?

28 Dinimizde eşlerin (karı kocanın) birbirine karşı vazifeleri / sorumlulukları nelerdir?

Kadının Kocasına Karşı Vazifeleri:

1. Kanaat. Çünkü kanaatkar olmak kalp rahatlığının sebebidir. Bir kadın arsızlık ve açgözlülük ederek efendisini, kendisinden ve evinden soğutmaktan sakınmalıdır. Kanaat; kafi gelecek miktar ile yetinmek tamahkarlık etmemek demektir.

2. Kocaya itaat. Peygamberimiz (a.s.m) buyurmuşlardır:

"Bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer." (Tirmizi, Rada, 10; İbn Mâce, Nikah 4)

3. Temiz olma. Kocanın göreceği yerlere itina ile dikkat etmek ve temizlemek. Bilinmelidir ki, güzellik ve temizliği getiren şeylerin en güzeli sudur. daima güzel kokular sürünmeli.

4. İhtiyaçların karşılanması. Kocanın yemek yiyeceği vakte dikkat etmek; uyku saatini geçirmeme. Kocanın adeti nasılsa o zamanlarda yemek ve yatağını hazırlamak.

5. Malın korunması. Kocanın mal ve eşyasını korumak, çünkü mal ve eşyayı korumak iş bilmekten geçer.

6. Akrabaya saygı. Kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmek. Çünkü kadının kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmesi, güzel idare ve tedbirden ileri gelmektedir.

7. Sır saklanması. Kadın kocasından edindiği sırrını hiç kimseye duyurmaması. Eğer duyuracak olursa, kocasının itimadını kaybeder. Kadın da ondan emin olamaz.

8. Saygı ve hürmet. Kocanın emrini yerine getirmek. Ona karşı çıkmama ve asi olmamak. Eğer ona karşı gelecek olunursa, onu kendine kinlendirip düşman yapma ihtimali yüksektir.

Ayrıca bir koca hanımını istediği şeye zorlaması da caiz değildir ve kadın bu gibi şeyleri dinen yapmak zorunda değildir. Mesela, bir kadın yemek yapmak veya kendi çocuğuna bakmak zorunda değildir. Ama ailenin huzuru ve selameti için, aile fertleri arasında karşılıklı hürmetin tesisi için, kadının meşru ve müspet olan (kendi hoşuna gitmese de) yapması elbette güzeldir.

Aile İçinde Karı Kocanın Görev Paylaşması 

İslam'da aile, korunması gereken kutsalların başında yer alır. Bu sebeple aile başı boş bırakılmamış, bireylerini koruyacak biri aile reisi olarak en başta sorumlu tutulmuştur. Bu sorumlu kimse, sözünü dinletecek güç ve kuvvette olmalı ki, ailede haddi aşanları meşruluk çizgisinde muhafaza edip sözünü dinletebilsin. Bu da aile içinde etkisini herkese kabul ettirecek güçte olan baba ve koca olacaktır.

İslam’da ailenin bu reisi, başına buyruk kimse değildir. Tam aksine reisi olduğu ailenin sorumluluklarını olanca ağırlığıyla yüklenen, geçimini temin etme görevini de omuzlarına alan kimse demektir; yani baba ve kocanındır dışarıda çalışıp ailenin geçimini temin etme sorumluluğu. Hanım aile reisi gibi dış işlerinde çalışarak , geçim temin etme zorunda değildir.

Efendimiz (asm) Hazretleri, kızı Fatıma (ra) ile damadı Ali (ra)’yi evlendirdiği sırada, evin iç işlerini kızı Fatıma’ya, dış işlerini de damadı Ali’ye verirken şu tavsiyede bulunmuştur:

"Çeşmeden su getirmek, hamur yoğurup ekmek yapmak, evin temizliğini yapıp iç işlerini düzenlemek Fatıma’ya aittir. Dış işleri de Ali’nin sorumluluğundadır!."

Bununla beraber, bey ev işlerine de yardım edebileceği gibi, hanımın da dış ilerinde beye destek olması da caiz görülmüştür. Nitekim Efendimiz (sav) Hazretleri ev işlerinde ailesine yardım etmiş, hatta evdeki bu yardımın ümmetine de sünnet olduğu kitaplarımızda ifadesini de bulmuştur.

Aynı anlayış hanım için de söz konusudur. İhtiyaç halinde hanım da dış işlerinde çalışarak ailenin geçiminde beyine yardımcı olabilecektir. Beyi hanımın çalışma şartlarını uygun bulması halinde izin de verebilecektir.. İzin vermez de: ”Evinde hizmetini gör, ben geçimini sağlamaya borçluyum,” derse, kadın çalışma isteğinde ısrar etmeyecektir. Eder de bir anlaşmazlık çıkarsa, durum nasıl çözülecektir?

Bu ve benzeri tüm aile içi anlaşmazlıklarda tarafların çözüm bulmaları için (Nisa sûresi âyet 35)'de bildirilen ailenin "hakem heyeti" toplanabilir. Hakem heyeti, hanımla beyin seçtikleri birer, ikişer itimat ettikleri, bilgili, tecrübeli kimselerden oluşurlar. Bunlar tarafları dinleyip, durumu inceleyerek, neye karar verirlerse ona uymak suretiyle anlaşmazlık çözülecektir. Tarafların hakimleri durumunda olan bu "hakem heyeti" de çözemezse elbette, bir taraf ısrarından, inadından vazgeçecektir. Biri fedakârlıkta bulunmaz da inatlı tutum devam ederse, her halde aile için daha iyi sonuç vermeyecek, birlik bozulacaktır...

"Çalışma izini" için, kadının çalışma ortamının müsait olması aranan ilk şartlardandır. İş yerinde yabancı erkekle iki ikiye baş başa çalışma durumunda kalmamalıdır kadın... Böyle tenha yerlerde en azından her an birilerinin oraya girme ihtimali söz konusu olmalıdır. Kimsenin giremeyeceği tenhalıkta, iki ikiye baş başa kalma durumu, tarafları çevrenin dedikodusuna da maruz bırakabilir. Aileyi korumaya alan İslam, böyle şaibeli baş başa kalmalara izin vermemekte, çalışma ortamının umuma açık olması şartını getirerek, tarafları korumaya almaktadır.

Çevreden üretilebilecek söylentiler de baştan önlenmiş olmaktadır...

İslam’da birbirine yabancı kadınlarla erkeklerin iç içe, beraber, karışık, senli benli yaşamaları, beraber oynayıp eğlenmeleri, gülüp söyleşmeleri, yan yana oturmaları,.. sakıncalı bulunmuş ve bütün bunlar “ihtilat” (karışım) terimi içinde ifade edilmiştir. Çalışan kadın iş gereği, işin zaruri kıldığı ölçüler içinde erkeklerle beraber ve yan yana olabilirler. Ancak, bu beraberlik zaruret sınırını aşmamalı ve ihtilat (karışım) çerçevesine girmemelidir... İş yerlerinde amirler bu ölçüye özen göstermeli, Müslüman (dindar) kadınları gereksiz ihtilata zorlamamalı, bunun için baskı yapmamalı, iş arkadaşları da kadınlara anlayış göstermelidirler.

Şehirler arası seyahatlerde kadınlarımızın yanına yabancı erkeklerin oturtulmaması, ikinci bir kadın bulunamadığı zaman koltuğun maddi fedakarlık yapılarak boş bırakılması takdire şayan bir davranıştır. Bu titizliğin devlet dairelerinde ve iş yerlerinde de gösterilmesini beklemek Müslüman (inandığını yaşamak isteyen) kadınların hakkıdır.” (Hayreddin Karaman, Kadın ve Aile, s, 98)

Evet, İslam’ın aile anlayışındaki ölçü, aşağı yukarı böyledir:

Bey evin dış işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamalı, hanım da iç işlerini ve hizmetlerini görmelidir.

Aralarında yardımlaşma her zaman mümkündür. Ancak hanım dış işte çalışma zaruretini duyarsa, bunun şartlarını beyiyle konuşup birlikte karar vermeli, çalışma mekân ve şartları müsait değilse bunda ısrarcı olmamalı, ailenin mutluluğunu en başta tutmalıdır.

“Erkek, kadın, inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız...”(Nahl, 16/97)

“Ben sizden erkek ya da kadın olsun, çalışan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Al-i İmran,3/95)

Kocanın Hanımına Karşı Vazifeleri:

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58)

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar."(Sûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimiz (asm)'in vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, Edep 3) duyurur. Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır.

Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş, haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. Meselâ Resûlüllah (asm)'ın zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.

Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır.

Kadının ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, "elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al" diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz.

"Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır."(1)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez,(2) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez. Peygamberimiz (asm) bir hadîslerinde "ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır." Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)"(3)

(Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.)

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa, elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkıvardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışabilir.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır.(4) Hz. Ömer'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.(5)

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.

(Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümlerine bakılabilir.)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda, mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz (asm)'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (ra) arasında iş bölümü yapması gibi...

Dipnotlar:

(1) bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68.

(2)  bk. Karının dövülmesi konusunda (Nisâ, 4/34) âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim, hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr, s. 395; Halebî Kebîr, s. 621; Canan, Terbiye, s. 391.

(3) bk. Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163.

(4)  bk. Mumtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.

(5) bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112.

29 Kocam internette porno sitelere giriyor, bu durumda nasıl davranmam gerekir?

İslam dini, aşırı-uçuru / ifrat-tefritten uzak, orta yolu takip eden bir dindir. Bu sebeple, yargılarımızda aşırılığa kaçarsak, hem doğruluktan sapmış, hem de olması gerektiğinden daha fazla kendimizi üzmüş oluruz.

Evvela, porno sitesine girmek zina ile eşdeğer değildir. Bazı hadislerde "gözün zinası, kulağın zinası, elin zinası" gibi ayrı, ayrı zina çeşitlerinden söz ediliyorsa da, bunlar gerçek zina anlamında değiller. Eğer öyle olsaydı, İslam hukukunda zina için öngörülen ceza bunlar için de öngörülecekti. Hadisteki bu sert ifadeler, insanları çok çirkin bir iş olan zina konusunda irşat etmeye yöneliktir. Çünkü, şehvetle harama bakmak, müstehcen lafları dinlemek veya bilerek eliyle bir bayana dokunmak, gerçek zinanın kılavuzlarıdır.

"Sakın zinaya yaklaşmayın..." (İsra, 17/32) ayeti, aynı zamanda zinaya zemin hazırlayan bu gibi davranışlara tevessül edilmemesi konusunda uyarıda bulunmaktadır.

Dolayısıyla, sizin kocanız hakkında vereceğiniz hüküm, Allah'ın hükmünden daha büyük olmamalıdır. Ve bu hayalî zina suçuyla yargılayıp, ona karşı yapman gereken ödevlerini ihmal etmeniz hoş bir davranış değil, bilakis size sorumluluk da getirebilir.

Ailenizin selameti, kocanızı bu çirkin davranışından kurtarmanız için, bu konuda daha esnek davranmanızda fayda vardır. Özellikle, namaz kılan biriyse, ara sıra yumuşak bir tavırla Allah'tan korkmasını telkin edebilirsiniz. Bunu söylemek için de ona düşman olmadığınızı, onu hala sevdiğinizi, onun hayrına çalıştığınızı kanıtlamanız gerekir. Bu da dostça tavrınızı sürdürmenize bağlıdır. Niyetinizde samimi olduktan sonra, onun günahından size bir zarar gelmez. Hz. Nuh (as) ve Hz. Lut (as) gibi peygamberlerin hanımlarının inkârcıların safında yer almaları, söylediklerimizin doğruluğunu teyit etmektedir.

"Porno filmini seyrettikten sonra, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkarsınız! İnandığınız Allah, sonsuz ilmiyle har an seni kontrol etmektedir. Evli bir insanın böyle alçak bir çukura düşmesi erkekliğe yakışır mı? Eşini ahirette kaybedecek işlere giren kocaya yazıklar olsun. Bu tür çirkeflere girmeye tenezzül eden kimsenin, her şeyden evvel, kendine saygısı yoktur. Kendine saygısı olmayanın başkasından saygı beklemeye hakkı da yoktur."

"Kıyamet gününde bütün gizli kapalı sırların ortaya döküleceğini Kur'an bize bildiriyor. Buna iman eden bir kimsenin yarın mahşer meydanını gösterecek büyüklükte bir ekran açılsa ve bu kimseler de o ekranda porno rezaletini seyrederken halka ve özellikle de onu yakından tanıyan, anne-babasına, çoluk çocuğuna, dostlarına gösterilse, yerin dibine geçse ne ifade eder?. Tek çıkar yol tövbe etmektir. Ölüm her an gelebilir ve iş işten geçmiş olur, artık pişmanlık fayda vermez."

gibi sözleri kaldırabilecekse, hatırlatmakta fayda vardır. Bunun nasıl, kim tarafından ne şekilde anlatılacağı konusu ise, sizin maharetinize, ferasetinize bağlıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tebliğ ve Peygamberimizin tebliğ metodu hakkında bilgi verir misiniz?

30 Eşlerin birbirinin cinsel organını görmesi arada saygısızlığa neden olurmuş, böyle bir durum söz konusu mudur?

Böyle bir sınırlama bulunmamaktadır; eşler birbirlerinin her yerine bakabilirler.

Bu konuyu birkaç madde halinde sunmakta yarar görmekteyiz:

 Fıkıh kitaplarında -detaylara ait- delil olarak kullanılan birçok hadis vardır. Ümmet bu hadsilerle amel etmektedir. İslam alimleri tarafından “Fezail-i amalde (yani, amellerin faziletine dair konularda) zayıf hadislerle amel etmek caizidir.” diye bir kural da geliştirilmiştir. Buna göre, ilgili hadislerin konusunun fazilete dair olduğunu kabul etmekte ve ona göre davranmakta sevaptan başka ne getirebilir ki!

- Gördüğümüz kadarıyla, fıkıh kitaplarında, “eşlerin birbirlerinin avretlerine bakmalarının haram olduğuna” dair bir ifade yoktur. Yalnız konuyla ilgili,

“Biriniz eşine yaklaşmak istediği zaman örtünsün; eşler merkeplerin açılması gibi, açılıp saçılmasınlar.” (İbn Mace, Nikah, 28; Neylu’l-Evtar, 6/189)

gibi hadislere dayanarak “mekruh” diyorlar.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/555).

  Mecmau’z-Zevaid’de bu hadis Abdullah b. Mesud’dan nakleden Bezzar ve Taberanî’de aktarılmış ve zayıf kabul edilmiştir. Gerekçesi şudur: “İsnat zincirinde Mendel b. Ali vardır ki zayıftır. Ancak bazı alimler onun sika olduğunu söylemişlerdir. Geriye kalan ravilerin hepsi Buharî’nin ravileridir.” (4/393-Şamile)

- İbn Mace’nin (Nikah, 28) rivayetine göre Hz. Aişe (ra) “Ben hiçbir zaman Resulüllah’ıın cinsel organını görmedim.” demiştir.

- Şafii mezhebine göre, kişinin tuvalette kendi avretine bakmaması, lüzumsuz orasıyla oynamaması müstehaptır.(bk. Nevevî, Mecmu, 2/94).

- Banyoda veya odada tek başına iken, kişinin avret yerini açması, bakması haram / sağairden / küçük günahlardan değildir. Ancak örtmesi daha faziletlidir.(bk. Nevevî, a.g.e, 2/166, 197, 204-206).

- Zahirî mezhebinin imamlarından İbn Hazm, eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmasında bir kerahetin olmadığını söylemiştir. Yukarıda Hz. Aişe (ra)’den rivayet edilen hadiste meçhul bir kadın olduğu gerekçesiyle zayıf saymıştır. Bunun mekruh olmadığını gösteren rivayetlerin bulunduğunu, bunlardan biri de “Peygamberimizin hanımlarından Hz. Aişe, Hz. Ummü Seleme ve Hz. Meymune’nin Hz. Peygamber (a.s.m)’le aynı kaptan yıkandığına” dair hadis rivayetlerini delil olarak göstermiştir.(el-Muhella, 10/33; Huveynî, el-Fetava’l-hadisiye, 1/45-Şamile).

- İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace ve Hakim’in Muaviye b. Hîde’den aktararak bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m) kendisine “Avretini eşinden ve cariyenden başkasına göstermekten sakın.” diye buyurmuştur.(bk. Huveynî, el-Fetava’l-hadisiye, 1/44-45-Şamile).

- Hz. Âişe (ra)'nin "Ben ve Rasûlullah (a.s.m.), Ferak denilen bir kaptan birlikte yıkanıyorduk.” (Buhârî, Gusül, 2) şeklindeki ifadesini göz önünde bulunduran Davudî de bu hadisi delil göstererek, eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmalarının mekruh olmadığını söylemiştir.

İbn Hibban'ın, Süleyman Bin Mûsâ kanalıyla rivayet ettiği şu haber de bunu teyit etmektedir: Bu haberde verilen bilgilere göre, karısının cinsel organına bakan kimsenin durumu, Süleyman bin Musa'ya sorulmuş, o da demiş ki:

Ben bu meseleyi Atâ'ya sordum. Bana dedi ki: Ben de bunu Hz. Aişe'ye sordum. O, bu hadisi mânâ olarak bana anlattı. İbn Hacer de bu görüşe temayül etmiştir.(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/364).

- Özetlersek; eşlerin birbirinin cinsel organlarına bakamayacağına dair hadis rivayetleri zayıftır. Bu rivayetlerin aksine, eşlerin birbirinin cinsel organlarına bakmalarının caiz olduğunu gösteren sahih hadisler söz konusudur.

- Bununla beraber, alimlerin bir kısmı, “Fezail-i a’malde zayıf hadisle amel edilir.” diyerek, bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Nitekim Hanefi fıkıh kitaplarında, zayıf sayılan Hz. Aişe (ra)’nin ve diğer bazı hadisler göz önünde bulundurularak, “Eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmaları caiz olmakla beraber, bakmamak daha faziletli olduğuna.” işaret edilmiştir.(bk.el-Mebsut, 12/363;  el-Bedai’, 10/473-75-Şamile).

Şafii fakihlerinden de bazıları “Eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmaları" caiz olduğunu, diğer bir kısmı da bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. İmam Nevevî de bunun caiz olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin daha doğru olduğunu kabul etmiştir.(bk. el-Mecmu, 16/ 134-135).

- Bu açıklamalar gösteriyor ki, İslam fakihlerinden bazıları, zayıf kabul edilen hadisleri de göz önünde bulundurmuş ve bu sebeple eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmalarının günah olmadığını, ancak bakmamanın adaba daha uygun olacağını ifade etmişlerdir.

31 Aile geçimsizliği ve çözüm yolları hakkında bilgi verir misiniz?

AİLE GEÇİMSİZLİĞİ:

1. Evliliğinizi Kurtarın!

Çoğumuz eşimizi kendi bakış açımıza göre değerlendiririz. Oysa duygusal değerlendiriyor olabiliriz. Bakış açımız bencil olabilir. Her şeye kendi çıkarımıza göre yaklaşabiliriz.

Bunun yerine olayın dışına çıkıp objektif bakmaya ne dersiniz? Kim bilir, belki de siz değil de eşiniz haklıdır. Empati denilen sihirli formülü hangimiz uyguluyoruz?

Kendimizi eşimizin yerine koyup onun beklentilerine göre hareket edemez miyiz? İkili ilişkilere bir de karşımızdakinin gözüyle bakmak çok mu zor? Objektifliğin kuralı bu. Deneyin. Evliliğinizin bir anda muhteşem bir değişim yaşadığını göreceksiniz.

2. Mutlu Olmaya Mahkûmsunuz!

Eğer evlenmişseniz, geçinmeye ve mutlu olmaya mahkûmsunuz. Hem boşansanız bile, ikinci evliliğinizde kesinlikle mutlu olacağınızı garanti edebilir misiniz?

Sonraki evliliğinizde mutlu bile olsanız, yıkılan yuvanın enkazından gelen hatıralar ya da geride kalan çocukların hüznü sizi mutsuz etmeyecek mi? Bunları göze alabilir misiniz?

Sakın fedakârlığı tek taraflı düşünmeyin. İkiniz de birbirinize katlanıyorsunuz. Herkes kendisini sever ve doğru olduğuna inanır. Sizin için o ne kadar çekilmezse -ki böyle tek taraflı değerlendirmelere her zaman itiraz ederim- siz de ona göre çekilmezsiniz.

3. Geçimsizlik Sebeplerinizi Belirleyin

Eşler arasındaki geçimsizliğin tek sebebi vardır: Geçinmeyi bilmemek. Evleninceye kadar bir sürü lüzumsuz bilgiler beyinlerimizi doldurur. Çoğunun bize hiçbir faydası yok. Çevrenize bakın. Birçok genç, evliliğe hazırlıksız adım atıyor. Yeterli eğitim ve alt yapı yok. Sonuçta bocalıyor.

Ailevî sorun yaşayanlardan bir kısmı, “Karı dırdırı dinlemekten bıktım.” diye düşünür. İyi de hiç düşündünüz mü, hanım niçin dırdır eder? Hem evdeki hanımınızın yaptığı tek iş dırdır etmek mi? Onun iyi yönlerine niçin bakmıyorsunuz?

4. En Büyük Yanılgıdan Kurtulun

Yeni evlenenlerin en büyük yanılgısı, “dikensiz bir gül bahçesi” düşleyerek hayal kırıklığına uğramaları; yıllardır evli olanların en büyük hatası ise, “Böyle gelmiş böyle gider.” havasına girip daha iyiyi bulmak için hiçbir girişimde bulunmamalarıdır.

Dalgasız deniz ve dikensiz gül bahçesi olmayacağını, zaten hiç olmadığını düşünün. Rahat edersiniz. İnsanın olduğu yerde mutlaka sorun olur. Asıl sorun, sorun olmayacağını hayal edip hazırlıksız olmaktır. Yoksa problemin muhtemel olduğunu düşünüp çözüm için hazırlıklı olmakta hiçbir sakınca yok.

5. Önce Hatayı Kendinizde Arayın

Önce siz kendinizde olan hatayı yok edin. İnsan hep başkasını hatalı görür. Oysa en doğrusu, önce kendimizi hatalardan arındırmaktır.

Önemli olan, sizin ne olduğunuzdan ziyade eşinizin sizi nasıl “algıladığı”dır. Belki sizin sevgi ve bağlılığınız, hiçbir kimseyle kıyaslanmayacak kadar çok. Ama o bunun farkında olmayabilir. O halde duygularınızı hissettirmelisiniz. Her insanın hoşlandığı şeyler farklıdır. Hayat arkadaşınız nelerden hoşlanıyor? Hediye, gezme, sohbet, ilgi, iltifat veya başka unsurlardan hoşlanabilir. Bunları yeterince kullandığınızdan emin misiniz?

Eşler için etkili ve süper bir kural söyleyeyim: Eşinizin size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de ona öyle davranın.

6. Seviyeli Tartışın!

Eğer evliliğinizin mutlu ve huzurlu geçmesini istiyorsanız, tartışmaktan korkmayın. Ancak sorun çözücü ve sonuç alıcı bir tartışmanın kurallarına uyun.

Kurallarına uyularak yapılan seviyeli bir tartışma, aile içi geçimsizliklerin en güzel çözümü, mutluluğun zirvesine ulaşmanın da en güzel anahtarıdır.

Tartışma, eşlerin birbirini tanımasına, birbirini keşfetmesine sebep olur. Yıllardır evli olduğu halde eşini yeterli tanımayan kimseler vardır. “İnsanlar konuşa konuşa anlaştığına” göre, konuşup tartışmadan birbirinizi tanıyamazsınız.

7. Evlilik Aldatan Aşkın Bitişi, Gerçek Sevginin Başlangıcıdır.

Evlilik, sevginin ve aşkın bitişi değil, kökleşme dönemidir. Evlilik öncesi aşk ise, kısa süreli tanışma safhasıdır; dikkat edilmezse insanı aldatır. Asıl sevgi, evlenince devreye girer ve giderek şiddetlenir.

Eşler arasındaki karşılıklı sevgi öyle bir sevgi olmalıdır ki, onu hiçbir engel, hiçbir problem sarsmamalıdır. Sevmek, aynı zamanda acı çekmektir, katlanmaktır, feragattir, fedakârlıktır. Karşılığında acı çekilmeyen ya da acı çekmenin göze alınamadığı sevgi, sevgi değildir ve kolayca vazgeçilir.

Severek ve isteyerek evlenen, ancak eşinden kaynaklanan sürekli bir hastalık ya da problem çıktığında ayrılmanın plânlarını yapanlar, âşık değil, en büyük sahtekârdırlar.

8. İşinize Yoğunlaşırken Ailenizi İhmal Etmeyin

Bazı ailevî problemler, erkeğin kendi işiyle aşırı ilgilenerek ailesine fazla zaman ayırmamasından kaynaklanır. Çok nadir de olsa, aynı durum çalışan kadınlarda da olabiliyor.

“Gözden ırak olan gönülden ırak olur.” sözü boşuna söylenmemiş. Eşlerin görüşememesi, diyalogsuzluğa yol açıyor. Birbiriyle konuşamayanlar, duygu, düşünce ve beklentilerini ifade edemiyorlar. İletişim kanalları kapalı olduğu zaman, sûizanlar, vehimler, tahminler ortaya çıkıyor. Eşler birbirlerini, zanlara, varsayımlara, dedikodulara göre değerlendiriyorlar. Sonuçta bir dizi problem sökün ediyor.

Çözüm: “Önce eş, sonra iş” kuralını uygulamaktır.

9. Eşinizin Doktoru Sizsiniz!

Eğer eşinizin psikolojik bir problemi varsa, şuna kesin inanın: En büyük doktor sizsiniz. Evet, mutlaka tecrübeli bir doktor ve dilinizden hiç düşmeyen dua çok önemlidir. Ancak psikolojik sorunu çözecek asıl şahıs hastanın kendisidir. Ama pek az hasta bu rolü oynayabildiği için en büyük görev size düşüyor.

Evliliğin olmazsa olmaz şartı, iffet ve sadakattır. Zoru, sıkıntıyı, acıyı görünce kaybolan bir eş, tatlı ve mutlu günleri hak edemez.

Eşinizin problemine sabredeceksiniz. Ancak çözmek için de elinizden geleni yapacaksınız.

10. Yeni ve Mutlu Bir Dünya Kurun!

Psikolojik sorunu olan eşinize en büyük yardım ve desteği siz vereceksiniz. Çoğu kimse katlanılması zor olan bu sorunun hiç bitmeyeceğini sanır. Zanneder ki, sabretmesi güç bu amansız sıkıntılar, acılar, insanı ne yapacağı hususunda şaşkına çeviren davranışlar, oldu-bittiler, dayatmalar, hep böyle devam edip gidecek.

Hayır! Yanılıyorsunuz. Cenab-ı Hak, her derde derman, her probleme çare yaratmıştır. Acılı günler sonsuza kadar sürüp gitmeyecektir. Bir gün sizinle ağlayan yağmur gülecek, güneş yine pırıl pırıl doğacak, üzerinizdeki kara bulutlar dağılacaktır.

Eşiniz eski sağlıklı günlerine mutlaka kavuşacak, belki eskisinden daha iyi olacaktır. Psikolojik probleme yakalanıp iyi bir tedaviden sonra tekrar sağlığına kavuşan o kadar çok insan tanıdım ki, onların ilk hallerini görseniz iyileşeceğine hiç inanmazdınız.

11. Koca Olmanın Sorumluluğu

Eğer içinizde eşinize karşı coşkun bir sevgi hissedemiyorsanız, onun bugününü değil, geleceğini düşünün. Eşinizin geleceğini sevin.

Öğretmen öğretmediği bilgiden imtihan edemez. Önce siz verici olun, ondan sonra isteyin. Karşılıklı beklentilerinize cevap vermeden, istemeye hakkınız olamaz.

Kimi erkekler, eşi hakkındaki beklentilerde yanıldığını düşünüyor. Artık evlendikten sonra “Hayal kırıklığına uğradım.” deyip atamazsınız, çünkü ev eşyası veya otomobil almadınız ki hemen değiştirmeye kalkacaksınız. Onların bile beş yıl garantisi var.

12. Sevginizi Bütün Haşmetiyle Hissettirin

Evliliklerinin sarsılmaya başladığını ve aralarında çözülmeyi bekleyen sorunlar olduğunu farkeden nice insan, “Onun için her şeyi yaptım. Ama bir türlü mutlu edemiyorum.” diye düşünür.

Gerçekten onun için her şeyi yapmış mıdır? Hiç kimsenin kalbini suçlayamayız, kötü zanda bulunmaya da hakkımız yok. Elbette evliliğini düşünen bir kimse, “Her şey yaptım” diyorsa, önemli bir gerçeği söylüyordur. Belki her şeyi yapmamıştır, ama yapabileceğine inandığı çok şeyi yapmıştır.

Fakat eylemler sonuçlarıyla ölçülür. Eğer beklediğiniz mutluluğu yakalayamıyorsanız, “her şeyi” ya da “yapmanız gerekeni” yapmamışsınızdır.

13. Dayağı Kullanmayın!

Allah'ın en değerli nimetlerinden birisi, kendilerine emanet edilen erkekler! Her şeyden önce şefkati sonsuz olan Rabbimiz, “şefkat kahramanı” olan kadınları sizlere emanet etmiş. Emanete hıyanet etmeyiniz. Emin ve güvenilir olunuz.

Siz eşinizi her türlü kötülükten korumakla görevlisiniz. Başkasının zararlarına karşı göğsünüzü siper etmeniz gerekirken, nasıl olur da asıl zararı veren siz olursunuz? Birisi eşinize kötü söz söylese veya vursa, canınızı ortaya koyarcasına savaşmaz mısınız? Başkasına yasak olan bir şey nasıl olur da size serbest olabilir?

14. Cinsel Sorunları Önemseyin

Evliliğin en büyük hikmeti, insanın üretilmesi ve eğitilmesidir. Ancak bu iki görev çok zor ve ağır olduğu için, cinsel duygular peşin bir ücret olarak verilmiştir. Bir yerde Rabbimiz, cinselliği evlilik gibi ağır sorumluluk isteyen bir görev için teşvik edici bir cazibe unsuru olarak kullanmıştır.

Madem ki evlenip birlikte yuva kurmuşsunuz, bütün sorunlar gibi cinsellikle ilgili problemlerinizi de çözmeye mecbursunuz. Siz birbirinize aitsiniz ve birbirinizi mutlu etmek birinci görevinizdir.

Cinsel hayatınızı öylesine düzenli ve verimli bir hâle getirmelisiniz ki, ileride sizi üzecek, belki ayıracak ciddi problemler çıkmasın.

Her eş, eşini cinsel yönden mutlu etmeyi kendisine dert edinmelidir. Eşler birbirinden memnun ve birbiriyle tatmin olmalıdır.

Eğer eşlerin beklediği tatmin olmazsa, birisi veya her ikisi farklı arayışlara ve özlemlere girebilecektir. Belki bu arayış, kimilerinde sadece düşünce plânında kalacak, bazıları ise karşılarına çıkan ilk imtihanda dünyasını ve ahiretini yıkan bir hataya girebilecektir.

Burada sadece hatayı yapan taraf değil, karşı taraf da sorumludur. Çünkü, eşini ihmal etmiş, beklentilerine cevap verememiştir.

15. Eşinizin Anne ve Babasına Saygı Gösterin

Eşlerin anne babası ve akrabalarıyla sağlıklı ilişkilerin kurulamaması, evlilikleri sarsıyor. Tek taraflı veya karşılıklı olumsuz davranışlar, mutluluk adına ne varsa alıp götürüyor.

Bazen eşlerden birisi veya ikisi ömrünü gözyaşıyla geçirmeye mahkum oluyor, bazen de akrabalarla iyi geçinememek boşanmayla sonuçlanıyor.

Öncelikle toptancı yaklaşımlardan kesinlikle kaçınmalısınız. Bundan kastımız şudur:

“Bütün kaynanalar kötüdür.” veya “Bütün gelinler iyidir.” yaklaşımı veya bunun tam tersi bir anlayış yanlıştır. Ne var ki, eşlerin akrabaları hakkında bu tür ön yargılarımız var.

Eşlerin her biri, kendi anne babasına ve akrabasına daha saygılı, daha hoşgörülü davranıyor; ancak eşinin akrabalarına karşı hoşgörüsüz, tahammülsüz, sorgulayıcı, eleştirici ve suçlayıcı bir anlayış sergiliyor.

Elbette bunlar sorunları olan aileler için geçerli. Yoksa kayın pederi ve kayın validesiyle çok iyi geçinen, tıpkı öz anne babası gibi ilişkilerini sıcak ve sağlıklı tutan evliler var.

16. Evlilikle İlgili Kitap Okuyun

Her şeyin bir çaresi var. Ancak kesin çare, çözüm yönteminin hakkıyla uygulanmasıyla mümkün. Bunun motoru sizsiniz. Çözüm sürecinde asıl güç ve idare, sizin elinizde. Direksiyonun başında oturan sizsiniz. Bizim sıraladığımız formüller ise, çözüm için yöntem ve ipucu sunmak.

Eşler arasındaki problem birçok sıkıntımızın kaynağı. Bunu aşmak için elinizden gelen gayreti gösterin. Kitap okumak gerekiyorsa, onlarca, yüzlerce kitabı okuyun. Danışmanlık gerekiyorsa, hiç çekinmeyin danışın. Tecrübeli birisine görüş sormak gerekiyorsa, hiç sıkılmadan sorun, öğrenin. Merak etmeyin. Sorunlu tek insan siz değilsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Aile içerisindeki tartışmalarda kadın ve erkek nasıl davranmalıdır?

32 Anneler ve babalar gününü kutlamak caiz mi? Aslında her gün annelerin günü değil midir? Her gün annemize değer vermemiz önem göstermemiz, halini hatırını sormamız gerekmez mi?

Anneler veya babalar gününü kutlamanın dinen sakıncası yoktur. Hatta anneler ve babalarla çocukları arasında yakınlaşmaya ve sevgiye vesile olduğu için, kişi böyle bir günde sevap da kazanabilir. Bu bir sevgi vesilesidir. Anne babaya her zaman gerekli değer ve hürmetin gösterilmesi gerekir.

Senenin tek gününü Anneler Günü ya da Babalar Günü ilan etmek belki bir yabancı âdetidir. Ama tümüyle de İslam’a aykırı düşen bir yabancı âdeti de değildir. Belki, eksik bir âdettir. Çünkü İslam, senenin tek gününü değil belki hayatın tüm günlerini Anneler Günü ve Babalar Günü olarak ilan eder. Bu itibarla, dışarıdan gelen her şeyi, yabancıdan geldiği gerekçesiyle hemen reddetmek yerine, İslam’a uygun olup olmadığını incelemek, uygun yanı varsa almak, yoksa uygun hale getirerek düzeltip ıslah etmek gerekir diye düşünmek yanlış olmasa gerektir.

Anneler Günü, Babalar Günü, çocuğun yaş günü, hanımla beyin evlilik yıl dönümü,.. gibi daha ziyade dışarıdan gelme yabancı âdetler, aslında iyiliklere vesile yapılabilecek âdetlerdir. Bunların içeriğini İslam’a göre düzenleyip uygulamakta mahzur olmaz...

Mesela Anneler ve Babalar Gününde annelerin, babaların, nenelerin, dedelerin, teyzelerin, halaların, amcaların, dayıların elleri öpülüyor, yaşlıların gönülleri alınarak memnun kılınıyorsa;.. yaş gününde çocukların sevinecekleri bir doğum günü toplantısıyla arkadaşlarıyla mutlu olmaları sağlanıyorsa, evlilik yıl dönümünde taraflar geçmişi bir daha hatırlıyor, aradaki sevgi, saygıyı yenileme imkanı buluyor, komşular bu vesilelerle bir araya gelerek kaynaşmalar söz konusu oluyorsa,.. neden bunlar yabancılara aittir denerek hemen reddetme mecburiyeti duyulsun?

İslamî hayat zevksiz, neşesiz ve eğlencesiz değildir. Sınırı aşmamak, ölçüyü taşmamak, israfa ve harama girmemek şartıyla İslamî hayatın da zevki, eğlencesi ve neşeli toplantıları olacaktır elbette. Nitekim Efendimiz (asm) Hazretlerinin doğumunu senelerdir kutluyoruz. Bu vesile ile toplantılar yapıyor, hayırlara vesile kılıyoruz. Kimse de İslam’da doğum günü kutlaması yoktur demiyor. Çünkü harama değil hayra vesile kılınıyor, günah değil sevaplar işleniyor...

Bazılarındaki gibi yabancılardan gelen her şeyi hemen sahiplenmek nasıl yanlışsa, hemen karşı olmak da öyle yanlıştır. Doğru olanı, önce bir incelemek, faydalı olanı almak, zararlı olana karşı olmak... İslam’ın bize makul telkini budur. Bu konuda Efendimiz (asm)’den  fevkalade değerli ve düşündürücü muhteşem bir hatıra bize ışık tutup rehberlik etmektedir:

Sahabenin ileri gelenlerinden Temimdari, Şam’daki Hristiyanların kullandıkları zeytinyağı ile yanan bir kandili getirip Resulüllah’ın Mescidi’nin tavanına asmıştı. Görenler,

"Resulüllah’ın Mescidi’ne Hristiyanların kilisesinde kullandıklarını mı asıyorsun?"

gibilerden sitemde bulunmuşlardı. Müslümanlar o günlerde mescidi aydınlatacak kandili bilmiyorlardı. Yaktıkları hurma yapraklarıyla aydınlatıyorlardı mescidi. Akşam namazında mescide gelip de bir çanak içindeki yanan fitilin külsüz dumansız etrafı aydınlattığını gören Efendimiz (asm) Hazretleri tebessüm ederek sordu:

- Kim getirdi bunu mescidimize?

- Temimdari, Şam’daki Hristiyanlardan alıp getirdi, dediler. Herkes bir azarlama beklerken O’nun eşsiz iltifatı şöyle oldu:

- Temimdari! Sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin kabrini aydınlatsın.

Daha çarpıcı açıklamada da bulundu:

- Faydalı şey Müslüman’ın cebinden düşürdüğü malı gibidir. Nerede, kimde bulursa hemen sahip çıkıp alır. Yeter ki o şey faydalı olsun, içeriğinde haram ve günah bulunmasın... (bk. İbn Hacer, el-İsabe, II/18)

Hristiyan’dan alınan böylesine faydalı bir kandil örneği varken, "Yabancıdan gelen âdetler alınır mı alınmaz mı?" diye sorulmaz bile. Belki yabancıdan gelen bu âdetler faydalı mı değil mi diye incelenir. Faydalı ise cebinden düşürdüğü kendi malı gibi sahip çıkılır, zararlı ise karşı konur, uzak durulur...

Mescid-i Saadet’e asılan bu kandil örneği, Islam’ın çağdaş anlayışını anlatan muhteşem bir misal olarak ufkumuzda asılı durmaktadır...

33 Bir erkeğin dinimizde sünnet olma yaşı kaçtır? Bir erkek çocuk en geç kaç yaşına kadar sünnet olmalı ve sünnet için en uygun yaş kaçtır?

Sünnet olmanın yaşı için bir sınır yoktur; ileri yaşlarda da yapılabilir. Bunun son sınırı yoktur.

Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yoktur. Bölgelere göre yedi günlükten on üç yaşına kadar değişmektedir. Çocukların büluğa ermeden sünnet ettirilmeleri babalarının bir vazifesidir.

Hz. Peygamber (asm) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirmişti.

Çocuk büluğa erdiğinde şeriat hükümleriyle yükümlü bulunacak, ilahî buyruklara göre amel etmekle emrolunacaktır. O halde bu çağa henüz girmeden sünnet olmalı, sünnetli bir şekilde mükellef düzeyine gelmelidir. Böylece ibadeti, İslam'ın çizdiği şekilde sıhhat kazanır. Şeriatın belirttiği ölçüde dosdoğru olarak gerçekleşir.

Fakat velinin görevi, çocuğun sünnetini, onun doğumunun ilk günlerinde yerine getirmesi, düşünmesi ve böyle yapmanın daha uygun olduğunu bilmesidir. Böylece çocuk kendini tanımaya başlayıp temyiz çağına geldiğinde, kendisini sünnet olmuş bulur. İleride bundan ötürü kendi kendisini hesaba çekmez. İçinde herhangi bir üzüntü ve ürküntü bulunmaz. Gerçekten çocuk akletmeye başlayıp eşyayı asıl anlamıyla anlamayı idrak edince, kendisini sünnet engelini aşmış olarak görmesi güzel ve kolay bir hava oluşturur.

Uzmanlar, üç yaşına kadar çocuk sünnet ettirilmez ise, yedi yaşına kadar beklenmesini ve yedi yaşından sonra olmasını tavsiye ediyorlar. Çocuk üç yaşından önce olanları çok fark edemiyor, ancak üç-yedi yaş arasında kendisinden bir parçanın koparıldığını fark ediyor ve bu travmaya sebep olabiliyor.

Yedi yaşından sonra ise, olayı anlayabilecek yaşa geliyor ve bunun bir eksi olmadığını, her erkeğin yaşadığı bir olay olduğunu farkettiği için, daha kolay atlatılabiliyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

SÜNNET (Hitan)

34 Aile içerisinde eşlerin görevleri nelerdir?

Aile; nesep ve evlilik yoluyla bir araya gelmiş, bir çatı altında bulunan en küçük ve en önemli bir sosyal gruptur. Aile, toplumun çekirdeği ve temel taşıdır.

Aile, kişinin güçlerinin, kabiliyetlerinin, yeteneklerinin, eğilimlerinin hatta içgüdü ve isteklerinin bir düzen içinde gelişip olgunlaştığı; onun fizikî, ruhî ve kültürel gelişiminin tamamlandığı, kişiliğinin oluştuğu verimli bir ortamdır. Aile, sevincin, mutluluğun birlikte yaşandığı mukaddes bir müessesedir.

Aile, sorumlulukların ve yükümlülüklerin paylaşıldığı, dertlerin anlaşıldığı, fertlerin kaynaştığı, sevinç ve tasanın paylaşıldığı, dinin ve değerlerin birlikte yaşandığı bereketli bir alandır. Bu öneminden dolayı dinimiz evlenmeyi ve aile kurmayı kolaylaştırıcı ve teşvik edici olmuştur.

Yüce dinimiz İslam aile kurmayı teşvikle kalmamış, onun dayanakları ve sağlıklı işleyişi ile ilgili ölçüler koymuş, bu konuda aile fertlerine hak ve sorumluluklar yüklemiştir. Kur’ân’a baktığımızda ailede “gönül huzuru (sekîne), dostluk (meveddet) ve rahmet” arandığı, sorumlulukların paylaşıldığı, “iyilikle yaşama”nın hedeflendiği, eşlerin birbirine tutamak, dayanak ve korunak oldukları; Peygamberimizin (asm) sözlerine, tavırlarına ve uygulamalarına da bakınca sağlıklı bir yuva kurmanın önemi, aileyi korumanın gereği, aile fertlerinin birbirine karşı görevleri, eşler arasında adaletli, ölçülü, sabırlı, anlayışlı, fedakar, sevgi ve merhamet dolu olmanın önemi... ile ilgili zengin malzeme buluruz.

SEVGİ

Sevgi, eşlerin hem evliliğe başvururken hem de evliliği sürdürürken muhtaç oldukları en önemli kavramdır. Sevgi, ruhun olgunluk hissettiği, çok hoşlandığı şeye karşı meylidir. Âlemin dokusu sevgi ile döşelidir. Bir başka ifadeyle, kâinatın temeli sevgi üzerine kuruludur. Yüce Allah da bizi sevgiyle, severek yaratmış ve bu zengin gücümüzü kendisi, sevdikleri ve razı oldukları için kullanmamızı istemiştir. Bu bitmeyen ve harcadıkça artan zengin sevgi hazinemizden vermeyi hak edenlerin başında eşimiz, çocuklarımız ve yakınlarımız, sonra da diğer insanlar ve doğa gelir.

Sevgi, aile mutluluğumuzu besleyen ana kaynağımızdır. Bu kaynağın tıkanması durumunda aile saadetimiz de tehlikeye girer. Bunun için “Seven katlanır!..” sözü gereği sevdiklerimizin bazı olumsuzluklarını görmezden gelmemiz, onlara katlanmamız gerekmektedir.

Modern hayatta insanların tez sevgili bulduklarını; ama uzun süreli sevgili kalamadıklarını görüyoruz. Sevgide dâim olmak için ona kutsallık atfetmek, güzel eşimizi sevmenin, ona muhabbetle bakmanın Allah sevgisinin gereği olduğunu hatırda tutmak gerekir.

Kadın, eşinden sürekli sevgi ve ilgi bekler. Sırası gelince o da, aynen hatta fazlasıyla mukâbelede bulunur. Bu şekilde sevgi yeşerme, güçlenme ve yayılma imkânı bulur. Sevginin yeşerme, güçlenme ve devamlılık arz etmesinde güzel sözlerin, güzel davranışların, anıları yenilemenin, kültüre göre anma günleri düzenlemenin, hediyeleşmenin, bazen ufak jestler yapmanın, bir de duanın önemli yeri vardır. Biz sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşamamız için olduğu kadar sevgimizin cennette de taşınması, orada da bir olmamız için duacı olmalıyız.

SAYGI

Eşler arası ilişkilerin sağlıklı yürümesi için sevgi gerekli; ama onu yıpratmamak, tüketmemek, ayağa düşürmemek için saygı da gereklidir. Saygı, eşimizin onurunu koruma, değerlerini ve tercihlerini göz önünde tutma, hakkına ve hukukuna dikkat etme, çevresindekilere değer verme hassasiyetidir.

Saygı, karşındakinin varlığını göz önünde bulundurma, sana yapılmasını istemediğini ona yapmamandır.

Saygı; ince, kibar, seviyeli ve medeni davranmayı, hak ve hukuka riayet etmeyi gerektirir. Bunun için saygılı bir insan eşine küfredemez, onun düşüncelerini hafife alamaz, tarzını ve tavrını aşağılayamaz, değerlerini küçümseyemez, akraba ve çevresini reddedemez. Eşine saygılı olan “hem severim, hem döverim” anlayışını da benimseyemez.

SABIR

Evlilik, bir bakıma sorumluluk yüklenmektir. Sorumluluğu artan kişinin haliyle yükü de artmıştır, rolleri de. Görev ve sorumluluğu artan eşler ailede haliyle bekarlık dönemine göre daha çok yorulabilecektir. Yorulan çiftlerin stresi artacaktır. Stres artınca sataşma veya bağırma da kendini gösterecektir. İşte bu aşamada eşlerin sataşma, bağırma ve dövüşmeye karşı kendilerini frenleyebilmesi için sabır şarttır.

Sabır, eşlerin birbirinin bazı olumsuz söz ve davranışlarını sakince, anlayışla ve tepkisizce karşılamada olduğu gibi, eşlerin birbirlerinin isteklerini yerine getirememeleri durumunda da gösterilmesi gereken önemli bir erdemdir. Bu güzel erdem, eşlerin birbirine karşı gösterildiği gibi yakınlarına karşı da gösterilmelidir. Söz gelimi, eşinin fazla konuşmalarına sabreden, onun annesinin konuşmalarına da sabretmelidir. Böyle davranan bir kimsenin Allah katında da büyük mükâfata erişeceği unutulmamalıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Huysuz bir kocanın kahrına sabreden bir kadına Cenab-ı Allah tarafından, Firavun’un eşi Âsiye’ye verilen ecrin bir benzeri verilir; buna karşın huysuz eşine sabreden erkeğe de (yaralar içerisinde kıvranıp da sabredip şikayetçi olmayan) Eyüp Aleyhisselam’a verilen sevabın benzeri verilir.” (bk. Gazzali, İhya, Nikah Adabı)

Evlilikte, özellikle eşlerin birbirini tanımaya çalıştıkları ilk yıllarda, birtakım olumsuzluklar, bazı huzursuzluklar, maddi sıkıntılar, çevresel baskılar yaşanabilir. Bunları sabırla aşmak gerekir. En ideal bir yuvada bile bazı eksikler ve olumsuzluklar yaşanabilir. Bunları doğal karşılayıp sabırla aşmak lâzım. Halk arasındakiSabreden derviş, muradına erermiş.” sözünü, aile için de unutmamak gerekir.

SADAKAT

Sadakat, eşlerin sözlerinde ve işlerinde doğru ve birbirine güven dolu olmaları demektir. Sadakat duygusu, eşin fiziğinden, huyundan, çapından, gücünden, birikiminden razı olup onunla yetinmeyi, başka arayışlara koyulmamayı, halinden memnun olmayı ifade eder. Eşinin durumundan memnun olmayıp sadakatsizlik göstermek, başka insanların güzelliğinden yararlanma açgözlülüğünden, başkasındakileri merak etmekten, para veya menfaatten, aldatılmaktan yahut kandırılmaktan kaynaklanabilir ki, bunların hepsi sonuçta bir aldanışı ve aldatışı ifade eder.

Aldatma ise bir olgunsuzluk, onursuzluk, sebatsızlık, vefasızlık kısacası Allah’ın verdiğine razı olmayış, küfran-ı nimette bulunuştur. Sadakatin zıddı “hıyanet”tir. Bu sıfat eşe ve olgun bir Müslüman’a asla yakışmadığından bunu Kur’ân yasaklamış ve Sevgili Peygamberimiz (asm) de münafıklığın alâmeti olarak saymıştır. Örneğin Kur’ân’da,

“Allah’a, Resulü’ne ve emanetiniz altında olanlara (çoluk-çocuk ve eşlerinize) karşı hıyanette bulunmayınız!..” (Enfal, 8/27)

buyrulmaktadır. Müslüman hem eşiyle hem de diğer insanlar hatta canlı ve eşya ile ilişkilerini sadakat ahlâkı üzere, doğruluk, dürüstlük ve açıklık ilkesine göre düzenlemelidir. Eşler hem evdeki görevleri açısından, hem de iffetlerini korumaları açısından birbirlerine karşı sâdık olmalıdırlar.

Kadın, ailesine sadakat göstermeyen erkekten intikam almaya kalkışmamalıdır. Zira, nihai planda herkes kendi karakteri ve kişiliğinin gereğince hareket ettiğine göre, herkesin fiili kendisini bağlayacaktır ve herkes kendi hesabını verecektir.

SAĞLIKLI CiNSEL HAYAT

Cinsellik insan doğasının bir parçasıdır. İnsanı duygusal, rasyonel yönden zengin yaratan Allah, ona şehevi güçle de ayrı bir zengin ve bereketli bir boyut eklemiştir. Bu güçle insan haz alır, motive olur, şiir ve edebiyat inşa eder, bereketli nesiller elde eder, hayatına renk katar. Söz konusu bu gücü dengede tutan, itidal ölçüsünde kullanan insan “iffet” sahibi olmakta, bu gücü aşırı ve gayri meşru şekilde kullanan da “fücûr” ehli veya seks manyağı olmaktadır. İşte insanda var olan cinsel duyguları dinimiz asla yadsımamış, onu olumsuzlamamış, meşru ölçüler içinde bu duyguların tatmin yolunu açmıştır. Bunun en güzel yolunun da evlilik olduğunu göstermiştir.

Kur’ân’da kadınların, eşlerinin “tarlası” olduğu ve erkeklerin kendi tarlalarını istedikleri gibi sürebilecekleri sembolik bir dille anlatılarak, meşru yolla cinsel arzuların tatmin edilmesinin engellenmemesi istenmiştir. Bir başka âyette de kadınların erkekler için “örtü”, erkeklerin de kadınlar için “örtü” olduğu belirtilmiştir. Yani eşler birbirini harama, günaha karşı korurlar, birçok konuda birbirinin yardımcısı olurlar.

Peygamberimiz (asm) de evlenerek, aile kurarak, çoluk-çocuğa karışarak bize uygulamalarıyla eş ve baba olmanın örnekliğini sergilemiştir. Hal böyle iken din adına, İslâm adına birçok şeyi yasak, günah ve tabu ilan etmek; eşlerin yatak odalarına girerek onların cinsel yaşamlarına sınır getirmek haksızlıktır ve günahtır.

Bu konuda meşru olmayan ilişkiler bellidir. Bu da aile mahremiyetini ihlal, dışarıda edep ve ahlak dışı yakınlaşmalar, yine dışarıda yapmacık tavırlar, cinsel ima ve görüntüler, fuhuş, homoseksüellik, teşhircilik, pornografi vs’dir. Bunun dışında eşler birbirlerinin meşru cinsel taleplerini karşılamak, birbirlerine güzel söylemek, güzel görünmek ve güzel yaklaşmak; kısacası birbirleriyle tatmin olmak zorundadırlar. Evliliğin devamı, ailenin bekası, insanların dengeli ve huzurlu olması, yüzlerin ve gözlerin gülmesi için bu gereklidir.

Eşler, bu sıraladığımız altı S’de derinleşir, kendi özel ve güzel yönleriyle bunu zenginleştirirlerse, çağımızda aile yapısını tehdit eden birçok unsura rağmen evliliklerini yürütecekleri düşünülmektedir. Kısacası bu altı S’den aile saâdet ve selameti hasıl olacaktır. Bütün niyazımız da her ailenin mutluluk ve esenlik üzere varlığını sürdürmesidir.

SORUMLULUK

Sağlam bir aile, buraya kadar sıraladıklarımıza ilave olarak, eşlerin sorumluluk duygusunu hissetmeleriyle mümkündür. Eskilerin “mesuliyet” dedikleri sorumluluk ailede eşin önce kendisini yetiştirmesi, koruması, görev bilincinde olması, yükümlülüklerini yerine getirmesi, sonra da eşi, çocukları, büyükleri ve akrabalarına karşı nasıl davranacağını bilip, bunlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmesidir.

Ailede maddi sorumluluklarımız vardır, manevi sorumluluklarımız vardır. Birincisi barınma, yeme içme, giydirme, eğitim, meşru ölçüler içerisinde gezme, eğlenme ve dinlenme ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Manevi sorumluluk ise, eşin ve aile bireylerinin ruhen sağlıklı olmaları, manen gelişmeleri, kültürel açıdan seviye kazanmaları, gönül dünyalarını genişletmeleri kısacası iyi insan, iyi Müslüman olmanın donanım ve birikimini kazanmaları için elden gelen gayreti sarf etmektir. Biraz açacak olursak, çalışan eşlerin evde birbirine daha çok yardımcı olmaları, çocukların ilmî, imanî, fiziksel ve ruhsal gelişimleriyle birlikte ilgilenmeleri, akrabaları da ilgi çemberine almaları (zira aile ocağı yakınlar ve dostlarla da güçlenir), aile onurunu, namusunu ve sırlarını korumaları, aile kazancını çarçur etmemeleri, güzellikleri paylaşmaları, kötülüklerde birbirlerini engellemeleri, cennete giden yolu birlikte kat etmeye çalışmaları eşlerin sorumlulukları altında olan hususlardır. Bu sorumlulukların hissedilmediği aile dağılır. Onun için “Din de insana sorumluluklarını hatırlatmak için gelmiştir.” desek mübalağa etmiş olmayız. Zira insanların ahirette kendisine, ailesine ve Rabbine karşı görevlerinden sorulmadan bir tarafa ayrılamayacakları haber verilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadının aile içerisindeki sorumlulukları ve kocasına karşı görevleri nelerdir?

35 Anne karnında ölen çocuklar için yapılması gereken dini vecibeler nelerdir?

Sağ doğup ölen çocuğun adı konulur, yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Ölü doğan çocuğun adı konulur, yıkanıp bir bezle sarılır ve cenaze namazı kılınmadan defnedilir.

 Büyük bir Hanefi alimi olan Kasani İmam Ebu Yusuf’tan naklen der ki:

“Ölü olarak doğan çocuk yıkanır ve isim verilir. Fakat cenaze namazı kılınmaz.” (Bedaiyu`s-Sanayi, I/302)

Kendisinde hayat belirtisi olan (ses, nefes, hareket gibi...) düşük çocukların yıkanması vâcibdir. Azaları tam teşekkül etmiş, ölü doğan çocuk da yıkanır. Azaları tam teşekkül etmemiş düşükler ise, yıkanmaz. Bir beze sarılıp isimsiz olarak gömülürler. Cenaze namazı da kılınmaz. 

Hanefilere göre:

Çocuk, doğumdan sonra bir ses çıkarıp da öldüyse, yani doğduğunda canlı olur ve hemen ölürse, adı verilir, yıkanır ve cenaze namazı kılınır. Ancak hiç yaşama işareti olmamışsa yani ölü alarak doğmuşsa isim verilir, yıkanır ve bir beze sarılarak cenaze namazı kılınmadan gömülür. (Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı, 3/60)

Büyüklerin kabrinde olduğu gibi çocuğun da kabrinin belli olması için baş ve ayak uçlarına taş konularak belirlenmesi gerekir. Akika kurbanı kesmek gerekmez.

Şâfiîler’e göre ise çocukta canlılık alameti görülmezse dört ayı doldurmuş olması halinde yıkama, kefenleme ve defin işlemleri yapılır, cenaze namazı kılınmaz.

Hanbelîler’e göre dört ayı doldurmuş olarak doğan bir çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır.

Mâlikîler ise hayat alâmeti göstermeyen çocuğun namazının kılınmayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Kefenlenemeyecek ve cenaze namazı kılınamayacak durumda olanlar da bir kumaş parçasına sarılarak defnedilir.

36 Eşinin başını örtmemesinin erkeğe günahı var mıdır?

Erkek, eşinin baş açık gezmesine rıza gösteriyorsa, kendisi de mesul olur. Ancak kendisi razı olmadığı halde, eşi baş açık geziyorsa mesuliyet kadına ait olur. Erkek bundan dolayı mesul olmaz.

Kadın eğer dinin emirlerini yerine getirmiyorsa, kocası ona nasihatta bulunur. Ona örtünmenin hükmünü ve ehemmiyetini anlatan eserler okutmaya ve iyi hatipleri dinletmeye çalışır.

Bunu yaptığı halde bir türlü yola gelmezse, ebedî hayatını kurtarmak gayesiyle kendisine karşı biraz sert davranmak, bununla da yola gelmezse geçici olarak ondan uzak kalması gerekir. Bununla da yola gelmezse vazifesi sona ermiş olur; artık vebal kadına aittir. Koca bu gibi yaptırımları uygulamayıp yalnızca nasihat etse, yine kadının günahından dolayı mesul olmaz. İlla ki yaptırım uygulamak mecburiyeti yoktur. Önemli olan gerekli nasihatı ve uyarıları yapmakla birlikte, kadının günahına kalben taraftar olmamak rıza göstermemektir.

Böyle bir kadını boşamak icab etmez. Özellikle yuva kurup çocuk sahibi olduktan sonra boşamaya baş vurmak çok acıdır. İslâm dininde iyi olmazsa da Hristiyan ve Yahudi bir kadınla evlenmek caiz olduğuna göre, fasike bir Müslüman hanım ile evlenmek elbette caiz olacaktır. Fasıke bir kadın Yahudi ve Hristiyan bir kadından çok üstündür.

Bir kişinin eşinin başı açık olmasından dolayı haccı kabul olmaz veya hacca gidemez gibi bir düşünce ve söz doğru değildir. Gerek kadın olsun, gerek eşi olsu hacca gidebilirler ve haccı yapmalarından dolayı hasıl olan sevabı da alırlar.

37 İslam'da mehîr adı altında alınan para başlık parası mıdır? Mehirde ölçü nedir?

Evliliğin ilerleyen seneleri içinde ortaya çıkan meselelerden birisi, kız için mehir konuşulurken erkek tarafının tedarik etmekte güçlük çekeceği külliyetli bir paranın talep edilmesidir. Veya hediye ve ev eşyası alınırken kız veya erkek tarafın bütçesini zorlayan nispet ve kalitede eşya istenmesidir. Bu durum karşısında taraflar imkân ve mâlî kaynaklarını zorlayarak, gerektiğinde borç altına girerek, istenileni yapmakta ve tedarik etmektedir. Her ne kadar ilk başta mesele hallolmuş, talepler yerine getirilmiş olsa da ya anne-babanın üzerine veya eşlerin payına büyük bir külfet ve ağır bir yük gibi miras kalmış olacaktır. Bazen bu borç ödeme müddeti seneleri bile aşmaktadır. Böylece genç evlilerin gamsız tasasız geçmesi gereken ilk yılları, taksit veya borç ödeme sıkıntısıyla geçmiş olacaktır.

Her meselede olduğu gibi, bu hususta da bize en salim ve mâkul yolu gösteren Peygamberimiz

"Nikâhın en hayırlısı en kolay olanıdır."(1)

buyurarak, nikâhta herkesin kaldırabileceği ve kolayına gelen kadar bir masrafa girmesini tavsiye etmişlerdir.

Kadının bir hakkı olarak, erkek tarafından verilmesi gereken mehrin miktar ve ölçüsü de yine sünnette mevcuttur. Bu husus gerek Peygamberimizin kendi şahsî tatbikatında, gerekse mümtaz sahabîlerine gösterdiği örneklerde açıkça görülmektedir.

Hz. Fâtıma'nın çeyizi ve ev eşyası, zarurî olarak evde bulunması gereken birkaç parça eşyadan ibaretti. Nikâh muamelesini kolaylaştırıp gençlerin meşru olmayan yollara düşmelerine set çekilmesini isteyen Peygamberimiz, hiç parası olmayan, mâlî durumu pek zayıf bulunan sahabîleri de yuva sahibi yapmıştır.

Nitekim bir seferinde evlenmek isteyen bir sahabîye,

 "Demirden bir yüzük bile olsa kadına mehir olarak ver." buyurur. Sonra o zat Peygamberimize,

"Demirden bir yüzüğüm de yoktur." deyince, Resul-i Ekrem Efendimiz,

"Kur'ân'dan ezberindeki sûreleri kadına öğretmen şartıyla seni onunla evlendirdim." buyururlar.(2)

Adalet güneşi Hz. Ömer de insanların aşırı derecede mehir istemeleri üzerine şu hitabede bulunur:

"Ey mü'minler, kadınların mehrini çoğaltmak hususunda aşın gitmeyiniz. Çünkü bunda aşırı gitmek, eğer dünya hayatında övünülecek bir şey veya Allah katında bir takva olmuş olsaydı, buna en çok hakkı ve liyakati olanınız Muhammed (a.s.m.) olacaktı. Halbuki o, hanımlarından hiçbir kadının mehrini on iki ukiyyeden [500 dirhem] fazla yapmamış ve onun kızlarından hiçbirinin mehrİ de on iki ukiyyeden fazla yapılmamıştır." (3)

İslâm hukukunda "başlık parası" değil, mehir vardır. Bazıları mehirle başlık parasını karıştırır. Mehir doğrudan kıza, erkeğin bir hediyesi olarak verilirken, başlıkta kızın babasının, kızına mukabil kendi hesabına istediği bir para bahis mevzuudur. Damat adayından istenen bu para evliliği maddî bir pazarlık mevzuu hâline getirmektedir.

Mehrin Kısımları:

İslâm hukukuna göre, bir Müslüman erkekle evlenen kadın, mehir adı altında bir mal alma hakkına sahip olur. Nikâh kıyılırken mehrin zikredilmesi tavsiye edilmektedir. Ancak nikâh esnasında mehir zikredilsin edilmesin, hattâ yok sayılıp inkâr edilse bile, kadın mehir almaya hak kazanır. Yâni, mehir kadının en tabiî hakkıdır.

Bu aynı zamanda İlâhî bir haktır, ancak evlilikten sonra, kadın, mehri kocasına bağışlayabilir. Kadın gönül rızâsı ile hibe etmediği takdirde bu hak devam eder.

Nisa Sûresinin 4. âyet-i kerimesinde bu husus meâlen şöyle ifâde buyurulur:

"Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle bir kısmını size bağışlarlarsa, onu da afiyetle yiyin."

Mehir daha çok iki tarafın karşılıklı rızâlarıyla tespit edilip edilmemesi itibariyle mehr-i müsemma ve mehr-i misil olarak iki kısma ayrılır. Konuşulup kararlaştırılan mehir (mehr-i müsemma) muaccel (peşin olarak) ve müeccel olmak üzere iki şekilde mütâlâa edilir. Nikâh akdi yapılırken veya birkaç gün içinde verilen mehre muaccel (peşin) adı verilir. Daha sonra vermek üzere söz verilen mehre de müeccel (veresiye) mehir denir. Her iki çeşit mehrin bir kısmı peşin verilerek bir kısmı da sonraya bırakılabilir.

Müeccel mehir için bir tarih verilmişse, vaktin girmesinden sonra kadın mehri hak eder, verilmesi icap eder.

Verilen süre bitmeden erkek ölse bile, kadına vaad edilen, mehir borç para gibi erkeğin geriye kalan mal varlığından ayrılarak verilmesi gerekir. Müeccel olan mehirde bir müddet tayin edilmemiş, kararlaştırılmamışsa; boşanma veya vefat hâline kadar tecil edilmiş sayılır. Boşanma yahut vefat vuku bulursa ödenmesi gerekir. Kocanın veya vârislerinin söz verilen meblağı ödemesi vaciptir, bunu ödemekle mükelleftirler.

Bir de mehr-i misil vardır ki, bu da başta mehir tayin edilmese, tabiî olarak kadın yaş, ahlâk, güzellik, mal gibi evsaflarda mümasili olan, benzeri diğer kadınlar göz önüne alınarak tespit edilen bir mehir esas alınır. Kararlaştırılan miktar peşin veya daha sonra ödenir.

Mehrin miktarı meselesine gelince, bunun azamî sınırı için belli bir miktar yoktur. Ancak en azı, Hanefî mezhebine göre on dirhem gümüştür. Bu da yaklaşık 40 gram eder. Ancak mehir hususunda itidali muhafaza etmeli, aşırıya varmamak, erkeğin de kadının da hukukî menfaatlerine riâyet edilmelidir.(4)

Dipnotlar:

1. Ebu Dâvud, Nikâh: 31.
2. Müslim, Nikâh: 76.
3. İbniMâce, Nikâh: 17.
4. Reddü'l-Mubtar, 2: 329; Hukuk-u islâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 2: 115-124.

38 Akraba içi ilişkilerde mahremiyet hakkında bilgi verir misiniz? Kuzenlerimiz (dayı, amca, hala ve teyze kızları / oğulları) ile olan münasebetlerimiz nasıl olmalı?

Mahremiyet meselesinde, en çok birbirine mahrem olmayan yakın akrabalar arasında dikkat edilmelidir. Çünkü bu kimseler her ne kadar nesep ve evlilik dolayısıyla akraba sayılsalar da, birbirlerine nâmahremdirler. Yani birbirlerine nikâhları düşmektedir. İşte çok kere mahrem sayılmayan erkek ve kadın akrabalar arasındaki münasebetler önemsenmemekte, hassas davranılması gereken yerlerde ihmal edilmektedir. Halbuki erkek ve kadın ancak kendisine ebedî olarak nikâhı düşmeyen kimselerle bir arada bulunup rahat hareket edebilir.

Mahremi sayılmayan kimseler, kadın ve erkek için bir yabancıdan farksızdır ve münasebetler de sınırlıdır. Erkeğin geçici olarak mahremi sayılan hanımının akrabalarıyla da münasebeti mahduttur. Bunlar, hanımının kız kardeşi (baldızı), hanımının halası, teyzesi, kayın biraderinin ve baldızının kızıdır. Erkek, hanımı hayatta olduğu müddetçe ve boşanıp ayrılmadıkça bu kadınlarla evlenemez. Çünkü iki kız kardeşi ve hanımın teyze ve halasını bir nikâh altında bulundurmak âyet ve hadislerde yasaklanmıştır.

Ancak, erkek bu kadınlarla da üçüncü bir kişi bulunmadan tek başına bir arada bulunamaz, yolculuk yapamaz. Yüz ve ellerinden başka uzuvlarına bakamaz. Onlarla tokalaşamaz veya birbirlerinin elini öpemezler. Böyle bir durumun sınırını da Peygamberimiz (a.s.m.) çizmişlerdir.

Hz. Âişe (ra)  validemizin anlattığına göre, bir gün Hz. Ebû Bekir (ra)'in kızı Hz. Esma, tenini gösterecek kadar şeffaf bir elbise ile Peygamberimizin (asm)  huzuruna gider. Bunu görür görmez Peygamberimiz yüzünü bir tarafa çevirerek, "Ya Esma, bir kadın bulûğ çağına erince vücudunun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi doğru değildir." buyurur ve yüzüyle ellerini gösterir.(1)

Bilindiği gibi Hz. Esma, Peygamberimizin (asm) hanımı Hz. Âişe'nin kız kardeşi olmaktadır. Peygamberimiz ona kendisi yanında, yalnız yüz ve ellerini açabileceğini hatırlatmıştır. Akraba olarak bildiği için çok defa dikkatli davranmaktadır. Lakayıtlık sonunda bazı vahim ve çirkin neticelerin doğmasına sebebiyet verebilmektedir. Çünkü bu akrabalarla kadının yalnız başına birarada bulunması başkasından daha tehlikelidir. Fitne ihtimali daha kuvvetlidir. Peygamber Efendimiz (asm) bu meselede çok titiz davranmaktadır.

Bir keresinde "Kadınların bulunduğu yere girmekten sakının." buyurunca, Ensardan bir zat, "Ya Resulallah, kayınlar [erkeğin akrabaları] hakkında ne buyurursunuz?" diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), "Kayın ölümdür."(2) buyurdular.

Sahih-i Müslim Şarihi İmam-ı Nevevî bu hadisin izahında şöyle demektedir:

"Burada kayından murad, kocanın babası ve kocanın başka kadından olan oğulları değildir. Çünkü kocanın babası ve kocanın başak akdınladan olan oğulları kadının mahremleridir. Onlar kadınla birarada bulunabilir ve ölümle de vasıflanamazlar. Burada kayından maksat, kocanın kardeşi, kocanın kardeşi oğulları, kocanın amcası, kocanın dayısı ve bunlara benzer mahrem olmayan kimselerdir."

"Halkın âdeti bu hususta kayıtsız olarak serbest davranmaktadır. Bir kimse âdete göre kardeşinin hanımıyla başbaşa kalır. İşte ölüm de budur. Böylesinin yasaklanması yabancı erkeklerden daha lâyıktır. Hadisin doğru mânâsı da budur."(3)

Kayınlar, zaman zaman kadının evine girip çıktıklarından, aile içinde bazı sırlara vakıf olabilirler. Kadınla bu kayınlar arasında istenmeyen bir dururn meydana gelirse, aile içinde büyük bir huzursuzluk ve önü alınmayan bir tehlike vücuda gelmiş olur. Neticede akrabalar arasında kötü zanlar düşünülür, şüpheler başlarsa akrabalık münasebetleri kopmaya yüz tutar... İşte Peygamberimiz (asm) meydana gelmesi muhtemel olan bu tehlikeyi ölüme benzetmiştir. Durumun ehemmiyetini göstermek için de ürkütücü bir tabir kullanarak dikkatli olunmasını, tâvizkâr davranılmamasım tavsiye buyurmuştur.

Birbirine nâmahrem olan erkekle kadının yanında, emniyeti sağlayacak üçüncü birisi bulunmadan yalnız başlarına kalmalarını Peygamberimiz (asm) yine şiddetle yasaklamıştır:

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse mahremi olmayan yabancı bir kadınla bir arada bulunmasın, zira üçüncüleri şeytandır."(4)

Kadınla erkeğin bir arada bulunması ateşle barutun yan yana bulunması gibidir. Şeytan bu durumda her iki cinsteki kötü duygulan tahrik edip, onları yoldan çıkarabilir.

Erkeğin yakın akrabalarının kadınla bir işleri olduğu takdirde veya kocası evde bulunmadığı zaman, eve uğradıklarında ihtiyaçlarını kapı dışından görmeleri gerekir.

Evde, hayra şerre aklı eren üçüncü bir kimse yoksa, içeri girmelerine cevaz verilmez. Bu durumda dahi kadının tesettüre tam manâsıyla riayet etmesi gerekir.

Misafirlikte Mahremiyet Sınırı

İmanın zevkine varan ve İslâm'ın hayata akseden cihetlerine riayet etmek için elinden gelen gayreti sarf eden insan, dünyevî hayatında huzur ve rahat kapılarını açıp sıkıntı ve darlıktan uzak bir düzen kurduğu gibi, ebedî hayatı için de saadet çiçeklerini derlemeye başlar. Dinî yaşayışımızda en çok zorluk çektiğimiz ve inancımızın icaplarını yerine getirmek için karşılaştığımız problemlerin başında, şahsî hayatımızda mühim bir yer tutan çevremizle olan münasebetler gelir.

Dinimizin bizlere emrettiği sıla-ı rahmi yerine getirmek için yakın ve uzak akrabalarımızı, dost ve ahbaplarımızı ziyaret ediyoruz. Bir araya gelip sohbet ve görüşmelerde bulunuyoruz. Zaman zaman da onların bize geldiği, iâde-i ziyarette bulundukları olmaktadır. Bazen bu gelip gitmelere düğün, taziye, davet gibi durumlar da sebep teşkil etmektedir. Bu karşılaşma ve görüşmeler çok defa ailece olmaktadır. Haliyle gerek biz dostlarımızın veya nâmahrem sayılan akrabalarımızın kız ve hanımlarıyla, gerekse onlar bizimkilerle karşı karşıya gelebilmekte, bazı zaruri hallerde bir mecliste geçici de olsa yer darlığı veya birtakım sebeplerle birarada oturabilmekteyiz. Bu durumda dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?

Sözünü ettiğimiz bu kimseler dinen birbirlerine yabancı olduğu için, yani mahremleri sayılmayıp, nikâhları birbirine düştüğü için, mahremiyet sınırını aşmamaya dikkat etmek gerekir. Bu hususa uyulmadığı takdirde bazı istenmeyen hallerin ve mahzur teşkil eden durumların meydana gelme ihtimali vardır. Bunun için Kur'ân-ı Kerim,

"(Resulüm) mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve namuslarını da korusunlar."(5)

buyurmakta, aynı şekilde kadınlar için de

"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve namuslarını da muhafaza etsinler. Görünmesi zarurî olan, kısımlar müstesna olmak üzere zinetlerini açığa vurmasınlar."(6)

ikazı yapılmaktadır.

Bu âyetler istizan (birisinin evine girmek için izin isteme) âyetlerinden sonra zikredilmektedir. Buhari'nin şerhinde bu hususa dikkat çeken Aynî, "istizan" âyetlerinden sonra bu âyetin zikredilmesindeki asıl maksat, ev sahibi erkeğin aile kadınlarına bakmaları helâl olmayan misafirin nazarından sakınması ve yabancı erkeklere göstermemesidir, demektedir.(7)

Yine Buharîde bu âyetin tefsirinden sonra,

"Allah hem hain gözlerin [tecessüslerini] hem de [fasit] gönüllerin gizlediği temayülleri bilir."(8)

mealindeki âyeti zikretmektedir. İbni Abbas ise bu âyeti tefsir ederken şu açıklamayı yapmaktadır: Hain gözlü o kimsedir ki, bir mecliste otururken yanından güzel bir kadın geçse veya misafir bulunduğu bir evde güzel bir kadın görse yanın dakilere sezdirmeden kadına sinsi sinsi bakar. Yanındakiler de kendisine bakınca hemen gözünü ayırır. Fakat Allah bilir ki, o hain gözlü kimse kadının mahremiyet dairesine girmeye gücü yetse harama tevessül edecektir.(9)

Bu hususta Bediüzzaman'ın,

"Bir meclis-i ihvana [dost meclisine] güzel karı girdikçe riya ile rekabet, haset ile hodgâmlık debretir damarları."(10)

şeklindeki tespiti ne kadar manidardır.

Her ne kadar bakmak zina derecesinde bir mesuliyet getirmese de, o tarafa açılan bir kapı olduğundan müminler sakındırılmışlardır. İnsanların diğer âzalarının da zinadan nasibinin olduğu ve bunların küçük günahlar sınıfına girdiği hakkında bir hadis rivayet eden Ebû Hüreyre, Peygamberimizin (asm) şöyle buyurduğunu bildirmektedir:

"Hiç şüphe yok ki, Allah, Âdemoğlunun zinadan nasibini yazmıştır. Buna behemehal erişecektir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir. Kalb ise heves eder, temenni eder. Tenasül uzvu bunu tasdik eder veya yalanlar."(11)

Mecazî zina sınıfına giren bu hallerden, bakışta şehvet ve lezzet bulunur, helâl olmayan gayrimeşru konuşmalarda bulunulur ve dinlenir ve nefis de şiddetli arzu ederse, mesuliyet sahası daha da büyümektedir. Bu hususlar küçük günahlar sınıfına girdiği için, zinaya yol açmadığı müddetçe, tövbe edildiği zaman Allah'ın mağfiretine yaklaşmaktadır.

İşte, bu nevi istenmeyen hallere meydan verilebileceği için, kadın ve erkek davetlilerin ayrı ayrı oturmaları ve zaruret olmadan birbirlerini görmemeleri en emin yoldur. Ancak bu kötü duygulara kapılmaktan emin olunduğu zaman, kadının tesettüre riayet ettiği ve tahrik edici davranışların bulunmadığı zamanlarda, ev hanımının erkek misafirlere hizmet edebilmesinin caiz oluşu hakkında Buharı ve Müslim'de, şöyle bir hadis zikredilmektedir:

"Hz. Ebû Üseyd, düğününde Peygamberimizi (asm) ve bazı sahabîleri davet etti. Misafirlere hizmeti hanımı [gelin] yapıyordu. Geceden, bir taş kabın içine hurma ıslatmıştı. Peygamberimiz yemeği bitirince, hurmaları ezdi, sulandırdı, şerbet yapıp misafirlere ikram etti."(12)

Bu hadisi zikreden muhaddisler, fitneden emin olmak şartıyla bir kadın, kocasının misafirlerine hizmet edebileceği hükmünü çıkarmaktadırlar.(13)

Kaynaklar:

1. Ebû Dâvud, Libâs: 32.
2. Müslim, Selâm: 20.
3. Nevevî, Şerhu Sahib-i Müslim, 14: 154.
4. Buharı, Nikah: 111.
5. Nur Suresi, 30.
6. Nur Suresi, 31.
7. Aynî, Umdetü'l-Kâri. 22. 231.
8. Mü'min Sûresi, 19.
9. Aynî, Umdetü'l-Kâri, 22: 231, Tecrit Tercemesi, 12: 171.
10. Sözler, s. 678
11. Müslim, Kader: 21; Buharı, istizan: 12.
12. Buharı, Nikâh, 77; Müslim, Eşribe: 86.
13. Aynî, Umdetü'l-Kârî, 20: 164-165.

39 "Üçten dokuzâ şart olsun" demek boşamak mıdır?

Önce bir hususa önemle dikkat çekmek isteriz. "Boşama" kelimeleri son derece tehlikeli lâfızlardır. Ne şakası, ne de ciddisi sevimli olmaz, tehlikeden çıkmaz. Bu sebeple, boşama mânâsına yaklaşan kelime ve sözlerden dikkatle uzak kalınmalı, böyle cümle ve kelimelerle kadını korkutmak cihetine dahi gidilmemelidir. Zira bu gibi kelimelerin korkutma veya sevindirme niyeti hükmü değiştirmez. Hemen hepsi de âile bağını bir anda koparıp yok edebilir.

"Şart olsun" sözü, söylenen muhitte ne mânâya geliyor, bunu bilmek gerek. Genellikle bununla "boş olsun" mânâsı kast edilir. Bu mânâya gelen "şart olsun" sözü boşamaktan başka bir şey değildir. Böyle olunca "üçten dokuza şart olsun" demek, kadını boşamak manasına gelir.

Bununla beraber, şiddetli öfke içinde söylenen boşama sözünü tamamen geçersiz sayan müçtehitler vardır. Bu görüşe bazı Hanefî fukahâsı da katılmaktadır. (bk. İbnu'l-Humâm, Feth III/38; Kâmil Miras, Tecrîd, XI/465 1. baskı)

İslâm müçtehitlerinin çoğuna (cumhura) göre ise soruda geçen "üçten dokuza şart olsun" sözünü söyleyen kişi (erkek), eğer sözü muteber olacak durumda ise -meselâ akıl hastası, ne söylediğini bilmez derecede hiddetli... değilse- üç boşama hakkını kullanmış sayılır ve karısını tam olarak boşamıştır.

Ancak İslâm müçtehitlerinden bazıları bunu "usûlsüz boşama" kabul ederek boşama saymamış, bazıları da "bir boşama hakkını kullanmış olur" demişlerdir.

Boşama (talâk) Allah'ın sevmediği, bazı durumlarda zaruret haline geldiği için sevmeyerek izin verdiği bir tasarruftur. İslâm’ın çok önem verdiği aile hayatını sona erdiren bu tasarrufun, iyice tartıp düşünülerek icra edilmesi gerekir. Hiddet tartıp düşünmeyi engellediği için, bazı müctehidler öfke içinde boşamayı geçersiz saymışlardır. Taraflar boşanmak istemedikleri takdirde bu içtihada göre fetvâ verilebilir.

Daha geniş bilgi için:

- bk. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 1/304-310.

40 Çocuk terbiyesinde şiddet, azarlama, dayak ve çeşitli yasaklama cezaları uygulamak caiz midir?

Merhametsizlik, İslam'ın umumî yasaklarından biridir. Bu sadece çocuk veya insanlar hakkında değil, hayvanlar yani "her ruh taşıyan" mahlûk hakkında yasaklanmıştır. Bu zîruh, hayvan da olsa, kâfir de olsa fark etmez:

"Herhangi bir zîruha (ruh ve hayat sahihine) kim işkence yapar, sonra da tövbe etmeden ölürse, kıyamet günü, Allah da ona işkence yapar." (Müsned-i Ahmed, II, 92)

Müslümana rahîm (merhametli) olmak, kerim olmak tavsiye edilir:

"(Halka) merhametli olmayan kimseye (Hak tarafından) rahmet edilmez.”(Buhari, Edeb 18; Ebu Davud Edeb 66)

"Rahmet ve şefkat sahiplerine Rahman olan Allah rahmet eder; arz ehline rahmet edin ki (müşfik olun ki) semâ ehli de size rahmet etsin." (Ebu Davud, Edeb 66)

"Merhamet ancak şakî olanlardan alınmıştır.” (Tirmizi, Birr 16)

Hz. Peygamber (asm) çocuklara karşı gösterilmesi gereken şefkate ayrıca ağırlık verir:

"Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir.” (Hakim, El-Müstedrek, I/62)

"Çocuklarınızı çok öpün, zira her öpücük için size cennette bir derece verilir, melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Müsnedu İmam-ı Zeyd İbni Ali, s. 505)

diye, çocukları sevmeye teşvik eden Hz. Peygamber (asm), torunlarından birini öperken, orada bulunanlardan birisi,

"Benim on çocuğum var, hiçbirini de öpmedim." diyerek Hz. Peygamberin (asm) davranışını yadırgadığını ifade eder. Resulullah'tan aldığı cevap şu olur:

"Şefkatli olmayana merhamet edilmez." (Buhari, Edeb 18)

Bir başka rivayetin bildirdiğine göre, bir grup bedevi, "Çocuklarınızı öper misiniz?" diye Hz. Peygamber (asm)'den  sorar. "Evet!" cevabını alan bedeviler "Fakat biz Allah'a andolsun öpmeyiz!" deyince Resulullah (asm)'ın onlara cevabı şu olur: "Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?(İbnu Mace, Edeb 3)

Hz. Enes, her yönüyle, her davranışıyla insanlara en iyi örneği sunan Hz. Peygamber (asm)'i "çocuklara karşı insanların en müşfiği" olarak tavsif eder. (Bezzar, Müsned, Yzm. Köprülü, Nu. 426, 6/a.)

Tedib

Çocuğu gaddarlığa karşı koruma meselesinde İslam'ın hassasiyeti bilhassa tedible ilgili olarak koyduğu kaidelerde kendini göstermektedir. Çünkü, çocuğu en ziyade ezen husus, tedib ve terbiye maksadıyla takınılan sert ve merhametsiz tavırdır.

Tedib, lügat olarak, edeb verme manasına gelir. Umumiyetle, âdab ve davranışlarla ilgili olarak cemiyetin iyi saydığı şeyleri öğretme, kötü saydığı şeylerden de koruma faaliyetidir. Bu maksatla yapılacak her çeşit talim, müdahale, tedbir, ceza, azar birer tedib faaliyetidir. Her tedib bir terbiye vasıtasıdır. Çocuğun anlayışına, işlediği hatanın cinsine ve derecesine göre tatbik edilecek çeşitli tedib şekilleri vardır. "Vaaz ve nasihat, Allah'ın nasihatıyla korkutma (vaîd), tehdit, dövme, hapsetme, ikram, hediye, ihsan, (çeşitli şekillerde) iyilik etme," hepsi tedibin çeşitlerine girer. (Münavi, Feyzü'l-kadir, 5/257)

İslam alimleri, Hz. Peygamber (asm)'in

"Herkese derecesine göre davranın.” (Ebu Davud, Edeb 22)

"Akılları nisbetinde ikabda bulunun.” (Suyuti, Camiu's-Sağir, 4/299)

hadisini, çocukların tedibi mevzuunda, "Kendi aklınıza göre değil, onların aklına uygun düşecek ceza ile cezalandırın.” (Münavi, Feyzü'l-kadir, 5/257) şeklinde anlayarak, tedib edilecek çocuğun iyice tanınmasını, çocuğun umumî durumuna göre, bunlardan birinin tercih edilmesini prensip kabul ederler.

Tedib vasıtaları arasında, dayağın yer alma keyfiyetini, "terbiyede dayağın kaldırılması" fantazisine meyleden Batı kaynaklı günümüz esprisi, "çocuğa kötü muamele, işkence kapısının açılması" olarak değerlendirebileceğini göz önüne alarak, bu mevzuda İslam'ın görüşünü belirtmek gerekecektir:

a. Her şeyden önce, gerek dünyevî, gerek uhrevî meselelerde kişinin terbiyesinde, onun, ümit ve korku arasında (beynerrecâ vel havf) tutulması mühim bir esastır. Kur'an daima cennet ve cehennemi yan yana zikreder, Allah'ın rahmeti ile ümit verirken, adalet ve cezasıyla, gadab ve celaliyle de korkutur.

b. Çocuk terbiyesinde ümitle birlikte korku da yer almalıdır. Çocuk için korkunun en müşahhas, en uyarıcı temsilcisi "dayak"tır. Hz. Peygamber (asm), çok sıkı kayıtlarla dövmeye müsaade etmesine rağmen, deyneğin korkutucu, caydırıcı tesirinden istifade edilmesi için onun evde, "herkesin göreceği şekilde asılı tutulmasını" tavsiye etmiştir.(Taberani, Mucemu's-sağir, 1/44) Gazali, muallimlere: "Tediblerin büyük kısmını korkutarak, dayak ve tedibi de azaltarak" yapmalarını tavsiye eder. (Gazali, el-Edeb, Mısır, 1326, s. 67)

c. Hz. Peygamber (asm), "küçük çocukların" dövülmesini yasaklar:

"Henüz tıfıl olan çocuklarınızı dövmeyin.” (Deylemi, Müsned, Yzm. Şehit Ali Paşa, Nu. 565)

Buradaki "tıfıl" kelimesi "doğum-buluğ arasındaki çocuk" mânâsına gelirse de, "doğum-temyiz arasındaki çocuk” (İbnu Manzur, Lisanü'l-Arap, ilgili md.) mânâsına da gelmektedir ve hadiste bu ikinci mânâda kullanılmıştır; zira belli yaşlardan sonra, belli kayıtlarla dayağa izin verildiğine dair rivayetler de mevcuttur. Aliyyü'l-Kaari, çocuğun altı yaşından önce sadece dil ve ihsanla tedib edilmesi gerektiği, dövmek suretiyle tedibe altı yaşından sonra tevessül edilebileceğini söyler. (Kaari, Şerhu Aynu'l-İlm, I/418-419)

Şu halde, hadisten "temyiz yaşından önce dövmenin yasaklandığı" anlaşılmıştır.

d. Hadiste dayağa namazla ilgili olarak ruhsat verilmektedir:

"Çocuklar yedi yaşına basınca namazı emredin, öğretin; on yaşına basınca da kılmadığı takdirde (alıştırmak için) dövün.” (Ebu Davud, Salat, 26)

Alimler daha küçük yaşta dayağın fayda değil zarar vereceğini ifade ederler. Hatta başta Beyhakî olmak üzere bazı âlimler "dayağın sadece vacip olan bir fiile icbar için caiz olacağı" düşüncesine dayanarak, büluğa kadar hiçbir şey vâcib olmadığı için bu yaşa kadar, hiçbir surette dövülmemesi gerektiğini ileri sürmüştür. (Şevkani, Neylü'l-evtar, 1/349; İbn Hacer, Fethu'l-bari, 2/489-490)

e. Alimler dayağın münhasıran tedib maksadıyla olması gereğine işaret ederler. Öfke ve hıncını teskin etmek, işkence ve eziyette bulunmak maksadıyla olan dayak helâl değildir. Çocuğun kasıtsız, unutarak yaptığı fiilleri sebebiyle dövülmesi de haramdır. (Münavi, Feyzü'l-kadir, 4/372)

f. Vurulacak miktar üzerinde de durulur. Hz. Peygamber (asm), Muallim Mirdas'a:

"Sakın üçten fazla vurmayasın; aksi takdirde Allah sana kısas tatbik eder." (Üstruşeni, Ahkamu's-sığar, 1/10)

buyurur.

Bu konuda âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Her halükarda "hadd" maksadıyla olmayan tedib için olan dövmeler, on darbeyi geçmeyecek ve yaralayıcı olmayacak. (Tebrizi, Mişkatü'l-mesabih, 2/310)

Kabisi, henüz buluğ çağına yaklaşmayan çocukların hafif dövülmesi ve üç darbeden fazla vurulmaması gerektiğini söyler.(Kabisi, İslamda Öğretmen ve Öğrenci Meseleleri, Ankara, 1966, s. 54) Büluğa yaklaşanlara da en fazla on darbe tecviz edilir. Alimlerin ekseriyeti bu görüşü iltizam eder. (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 540)

g. Vurulacak nahiye de tahdit edilmiştir. Yüze vurmak kesinlikle yasaklanmıştır. (Müslim, Birr, 112, 116) Hayvanın bile yüzüne vurmak dinen yasaktır. (Ebu Davud, Cihad, 58) Bazı alimler bütün vuruşların aynı mahalle olmasını da hoş karşılamazlar.(Razi, Tefsir, 10/90) Kabisî en uygun mahallin ayak altı olacağını söyler.(Kabisi, s. 54)

ğ. Alimler, hadislere dayanarak kullanılacak vasıta üzerinde de dururlar. Tahta, deynek, kamçı gibi yaralayıcı şeyler de yasaktır. Elle, bükülü mendille veya ince çubukla dövmeye müsaade edilmiştir. Aksi takdirde, yasağın dışına çıkıldığı için, ortaya çıkacak durumlardan döven kimse hukuken sorumludur. (Razi, a.y; Ustruşeni, 1/10) Hukuku tecavüz ettiği için uhrevî sorumluluğu da olacaktır.

Hülasa görüldüğü üzere, dayak tedib maksadıyla tecviz edilmiş olmasına rağmen, çeşitli kayıtlarla son derece sınırlandırılmıştır. Bu kayıtlara her zaman riayetin mümkün olmayacağını göz önüne alan İmâm-ı Şafii, Zeynü'd-Dîn el-Irâkî gibi diğer bazı alimler "Dayak caiz olmakla beraber terki efdaldir, daha iyidir." neticesine varmışlardır. (Razi, a.y.)

Alimleri bu hükme götüren Hz. Peygamber (asm)'in şahsi tutumunu da burada belirtmemizde, mevzumuzun aydınlanması açısından zaruret var:

Hz. Ayşe, Resulullah'm ne kadınlarından, ne de hizmetçilerinden kimseyi dövmediğini, eliyle hiçbir şeye (bu niyetle) vurmadığını kesin bir dille ifade eder. Sahabeden, Hz. Peygamber'e (asm) yakınlığıyla meşhur Hz. Enes de Aleyhissalatu vesselam'a (hazerde ve seferde) on yıl hizmet ettiğini, işlerinin her defasında Resulullah'ın arzu ettiği şekilde olmadığını, buna rağmen kendisine bir defacık ne vurduğunu, ne sebbettiğini, ne azarladığını, ne surat astığını ne de ayıpladığını, hatta bir kere olsun "of be" demediğini, yaptıkları arasında hoşuna gitmeyen için "Ne fena yapmışsın." demediğini veya yapılan bir şey için "Bunu niye böyle yaptın?", yapılmayan şey için de "Onu niye yapmadın?" diye hesaba çekmediğini, kazara hanımlarından biri, "Keşke şöyle yapsaydın" diye müdahale edecek olsa "Bırakın çocuğu, o Allah'ın murad ettiğinden başka bir şey yapmamıştır." dediğini anlatmaktadır.(Burada dokuz ayrı rivayet birleşitirlmiştir. bk. Canan, İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 132; Çocuk haklarıyla ilgili detaylı bilgi için bk. Canan, İbrahim, Allah’ın Çocuklara Bahşettiği Haklar)

- Namaz kılmayan çocuk dövülür mü?

"Çocuklarınızı yedi yaşında namaza alıştırın. On yaşına geldiklerinde (kılmıyorlarsa) onları dövün." (Tirmizî, Salât 183; Ebu Davud Salât 26)

Hadis-i şerifin günümüzde zayıf hatta uydurma olduğunu söyleyenler vardır. Tirmizî hadisin Hasen-Sahih olduğunu belirtir, Nevevî, Hulasatu’l-Ahkam’da Ebu Davud hadisinin de hasen olduğunu ifade eder.

Mümin ebeveynler çocukları dövme heveslisi değillerdir, olmamalılardır. Şu kesinkes bilinmelidir ki, anne babalar önce kendileri çocuklarına örnek olmalı, sadece “ben dedim, olmadı, o halde dövebilirim” mantığıyla olaya yaklaşmamalılardır. Namaz gibi ulvi bir hadisenin ruhlarda ve yüreklerde makes bulması adına mutlaka gerekli alt yapı hazırlanmalı ve bu manada ebeveynler ellerinden gelenleri yapmalılardır. Sadece sözlü olarak uyarılar yerine çoğu zaman bizzat örnek olma, idol kabul edilme, model insan hüviyetine sahip bireyler olma yoluna süluk edilmelidir.

Çocuk ister kız olsun ister erkek olsun alıştırmak için küçük yaştaki çocuklara namaz emredilir. Yedi yaşında emredildiği halde namaz kılmazlarsa üç vuruşu geçmemek şartı ile sopa ile değil de el ile hafifçe dövülür (Ebu Muhammed Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed İbn Kudame el-Muğni II. 48 Kahire t.y.).

Bu şekilde davranma sebebi çocuğun dini görevlerinde ihmalkârlık yapan bir kimse gibi yetişmesini engellemek içindir. Ayrıca burada adı geçen dövmek çocuğa işkence etmek değildir. Bundan maksat çocuğu terbiye etmek ve ibadetin önemini ona öğretmektir. (Ahmet Şerbani, Sorulu Cevaplı İslam Fıkhı, çev. Mustafa Özcan, Ahmet İyibildiren, Bekir Ağlamaz, cilt:1, sayfa: 102-133, Özgü yay. İstanbul 1998)

Namaz kılmayan çocuğun dövülebileceğine kail olan âlimler, bu eyleme geçebilmek için öncesindeki bütün yol ve yöntemlerin denenmiş ve netice alınmamış olması gerektiğinde ısrar ediyorlar. Yoksa çocuğu, ibadetin gerekliliği konusunda yeterince eğitip öğretmeden ilk iş olarak dayak cezasına başvurmayı hiçbir İslam âlimi öngörmemiştir.

Beyhakî ise dayakla ilgili hadislerin mensuh olduğunu onlarla hükmedilemeyeceğini, zira onların Hz. Ali (ra)'dan rivayet edilen sahih şu hadisle neshedildiğini belirtir: "Kalem/sorumluluk, üç kimseden kaldırılmıştır. Küçük buluğa erinceye kadar, uyuyan uyanıncaya kadar... Hasta / mecnun, kendisine gelinceye kadar..." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/116)

İslâm âlimleri, dayaktan çok rıfkla muameleden yana görüş belirtmişlerdir. Sevgi-merhamet ve şefkatle çocuğa yaklaşması gerektiğini benimseyenler şu hadisi delil getirmişlerdir:

“Ya Rabbi! Kim ümmetimin herhangi bir işini üzerine alır da zorluk çıkarırsa sen de onlara zorluk çıkar. Kim de ümmetimin bir işini üzerine alır da onlara rıfk ve mülayemetle davranırsa sen de ona rıfk ve merhametle muamele eyle." (Müslim, İmare, 19)

Yine bu konuya ışık tutacak bir örnek olay da Hz. Ömer'in ikazı ve tavrıdır ki son derece önemlidir. Uyuyan çocuğunu namaz kılması için uyandırmaya çalışan bir kadına tesadüf eden Hz. Ömer:

"Bırak onu! Akil baliğ oluncaya kadar o sorumlu değildir" (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, I/382) diyerek kadını bundan vazgeçirmeye çalışması Hz. Ömer gibi tavizsiz bir şahsiyetin bu konuda Resûlullah'a muhalif düştüğü söylenemeyeceğine göre onun, Beyhakî'nin de işaret ettiği gibi söz konusu hadislerin neshedilmiş olduğu kanaatinde olduğunu gösterebilir.

41 Süt kardeşi olan iki insanın, kendi kardeşleri de süt kardeşinin kardeşleriyle kardeş olurlar mı ve onların yanında tesettür farz mıdır?

Süt emme çağındaki bir çocuğun bir kadın memesinden süt emmesiyle, o kadının çocukları ile süt kardeşliği gerçekleşir. Bir damla dahi olsa sütün azından ve çoğundan kardeşlik hükmü meydana gelir.

Süt emme çağı İmam-ı Azam'a göre otuz ay (iki buçuk yıl) dır. İmameyne göre ise yirmi dört ay (iki yıl) dır. Bu müddetten sonra ne kadar emerse emsin süt kardeşlik olmaz.

Mesela, bir annenin yeni bir erkek bebeği olsun. Başka bir annenin de kız çocuğu olsun. Bu kız çocuk diğer kadının sütünü emse, sadece aynı dönemde emdiği erkek çocukla mı süt kardeş olur, yoksa o kadının büyük çocukları da süt kardeşi olur mu?

Bu konuda genel bir kaide vardır: "Sütü emenin kendisi emdirenin nesline haramdır." Yani sütü emen çocuk, emdiği kadının bütün neslinden gelenlere haram olur.

Buna göre süt emen çocuğun diğer kardeşleri, emdiği kadının çocuklarıyla evlenebilir. Çünkü sadece emen çocuk emdiği kadının süt oğludur. Emen çocuğun diğer kardeşleri o kadının süt oğlu olmadığı için çocuklarıyla evlenmesi helaldir.

"Nesep birliğinden haram olanlar sütten dolayı da haram olur."1

hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, nesep yönünden mahrem olanlar, süt hısımlığı yönünden de mahrem olurlar. Buna göre süt anne ile süt babanın akrabaları süt evladının da akrabasıdır.

Bu mesele ile ilgili temel hükümleri şöyle tespit edebiliriz:

- Süt emme dolayısıyla mahremiyet anne tarafından sabit olduğu gibi baba tarafından da sabit olur. Süt annenin kocası süt emen çocuğun süt babası olur. Aynı şekilde süt annenin ve süt babanın anne-babaları ve çocukları süt emen çocuğun mahremleri olurlar.

- Bir anneden süt emen çocuk, o annenin gerek önceki, gerek sonraki kocalarından olan bütün çocuklarının süt kardeşleridir. Bu çocukların süt emen çocuktan büyük ve küçük olmaları hükmü değiştirmez.

- Aynı şekilde süt babanın süt anneden önce ve sonraki hanımlarından doğan çocuklar da süt emen çocukla süt kardeşi olurlar. Bunların çocukları da emen çocuğun süt bakımından yeğenleri olurlar.

Süt babanın erkek kardeşi emen çocuğun süt amcası olur.
Süt babanın kız kardeşi emen çocuğun süt halası olur.
Süt annenin erkek kardeşi emen çocuğun süt dayısı olur.
Süt annenin kız kardeşi emen çocuğun süt teyzesi olur.
Büyük anne ve büyük babalarla ilgili hükümler de böyledir.

Diğer taraftan süt babaya süt oğlanın hanımı mahrem olduğu gibi, süt oğlana da süt babanın diğer hanımı mahrem olur.2

Temel mahremiyet meseleleri bunlar olmakla birlikte, karşılaşılan diğer yakınlar ve akrabalar için ayrıca bu konunun genişçe ele alınan fıkıh kitaplarına bakmak gerekecektir.

Kaynaklar:

1 Tirmizî, Radâ: 1.
2 el-Feteva'l-Hindiyye Tercümesi, 2: 485-487.

42 Kocanın hanımına karşı vazifeleri, yani ailede kadının hakları nelerdir?

İslam öncesi devirlerde kadın bir insan bile sayılmıyordu. İslam dini, kadını olması gereken konuma yükseltmiştir. Özgürlük kişinin, nefsinin ve şeytanın istediği gibi yaşaması değildir. Aksine onu yaratanın istediği gibi yaşamasıdır. Çünkü, Allah'ın isteğine uymayan kişi, nefsinin veya şeytanın isteğine uymuştur.

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah diledigine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin (asm) vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asm) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve

"Üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını." (Ibn Mâce, edep 3)

duyurur. Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "Şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş, haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın (asm) zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz.

"Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır." (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, (Karının dövülmesi konusunda (Nisâ, 4//34) âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. (Örnek olarak bk. Ibn Kesîr IV/257; Kurtubî VI/170,172,173; Elmalı IV/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyesi, s. 391) Kıskançlığından hastalığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez.

Peygamberimiz (asm) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)." (Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163)

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. [Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ IV/52. Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-Sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323)] Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır.

Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlık söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda, kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Mümtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil)]

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.

(Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, Mısır 1380 (1960).  Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimizin (asm) ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (ra) arasında iş bölümü yapması gibi.

43 Kayınpeder gelin, kayınvalide damat münasebeti nasıl olmalı?

Nur suresi 31. ayette geçen "kocalarının babaları" ifadesi ile Nisa suresinde geçen "hanımlarınızın anneleri" ifadeleri bu meselenin aslını teşkil ediyor. Yani bir hanım için kayınpederi, bir erkek için de kayınvalidesi gerçek baba ve annesi gibidir, aralarında ebedî mahremiyet vardır. Hiçbir şekilde oğlu ölse veya hanımını boşasa da kayınpeder geliniyle, damat da kayınvalidesi ile evlenemez.

Fıkıh dilinde "hurmet-i müsahare" şeklinde bir tabir vardır ki, "akrabalığa benzeyen bir yakınlık" demektir. Yani kişi, bu insanlarla evlilik yoluyla akraba olmuştur.

Hanefi mezhebine göre, bir damat kayınvalidesinin, bir gelin de kayınpederinin elini öper veya tenine dokunursa, her iki taraftan birinde cinsel haz ortaya çıkarsa, gelin-damat diğer bir ifade ile karı-koca birbirlerine haram olurlar. Yani esas itibariyle damat kayınvalidesinin, gelin de kayınpederinin elini öpebilir, tokalaşabilir; ancak yukarıda sözü edilen mahzur ortaya çıkmaması için, bir tedbir olarak taraflar birbirlerinin tenine dokunmaması uygun görülmüştür.

Ancak bu hüküm Hanefi ve Mâliki mezhebine göredir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre bu yolla haramlık sabit olmaz. Böyle bir halle karşılaşılmış olsa bile Şafiî mezhebini taklid etmek mümkündür. Onun için bu konularda müsamahalı olmak en güzelidir. Çünkü bazı bölge ve ailelerde erkeğin kayınvalidesinin, hanımın da kayınpederinin elini öpmemesi çok yanlış anlaşılmakta ve aile bağlarını koparacak tartışma ve münakaşalara kadar varmaktadır.

Bir kimse annesine imamlık yapabildiği gibi, kayınvalidesine de imamlık yapabilir.

44 Aile içerisindeki tartışmalarda kadın ve erkek nasıl davranmalıdır?

Zaman zaman hanımıyla zıtlaşmalar, ters düşmeler oluyormuş. Bu yüzden huzuru kaçık, rahatı bozukmuş. Basit de olsa bu kadarcık bir zıtlaşma bile bu işin sonunun gelmeyeceği kanaatine götürüyormuş kendisini. Sorusunda:

"Ne diyorsunuz bu zıtlaşmamıza? Bu hayat yürümez mi, işi bitirmeye yönelmeli miyim?"

diye de ilave ediyor. Ben böyle kimselere biraz da ibretle, hayretle bakıyor, henüz hayatı bilmeyen acemiler olarak nazar ediyorum. Sen tanımadığın birinin evinde dünyaya gelip büyümüş biriyle müşterek bir hayat yaşamaya başlayacaksın. Sonra da tümüyle aynılık bekleyecek, basit de olsa bir zıtlaşma ve ters düşmeyi, normal kabul etmeyeceksin, olur mu böyle hayali bir evlilik, böyle anlayış? Böyle insan tipi?..

Hayalperest olmamak lazımdır. Sen hanımınla, hanımın da yer yer seninle zıt düşebilir, farklı anlayış ve düşüncede olabilirsiniz. Bunlar geçimsizlik sebebi olamaz. Büyütülüp de huzursuzluk icabı sayılamaz.

Hangi babanın öz evlatları arasında görülmüş biribiriyle tamı tamına aynı olmak, farklı düşünce ve tavırların sahibi olmamak. Var mı böyle öz kardeşlerin arasında tıpkılık, aynılık, farksızlık? Kardeşler arasında bile farklılık mevcut değil mi? Aynı babanın, ananın çocukları arasında bulunan farklılık, başka ana babanın çocukları arasında neden bulunmasın? Bulununca neden bir geçimsizlik sebebi olarak görülüp kötülük işareti şeklinde değerlendirilsin?

Karı koca demek, iki tane ağaçtan yapılmış manken insan gibi birbirinden farksız olmak demek değildir. Mesele, temel mefhumlarda ayrı olmamak, İslâm’ın esas konularında zıt düşmemektedir. Bunlarda bile farklılık olsa işi zamana bırakıp, düzeltmeye yönelmek gerekir.

İnsanın kalbini, gönlünü gerçeğe çevirme selahiyeti yalnız kendi elinde olan Allah’a havale etmelidir.

Rabbimiz Rasul'üne (sav) bile şöyle buyurmuştur:

"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah’tır istediğini hidayete erdiren, gerçeğe döndüren." (Kasas, 28/56)

Sözün burasında insanlığa örnek aile hayatı yaşamış olan Efendimiz (sav)’den bir misal arz edeyim de görün aile içinde ne gibi olaylar olabilir, ne türlü de düzeltme yoluna gidilir. Olayı Buhari’den özetleyeceğim:

Efendimiz Hazretleri kızı Fatıma’nın evine girdiğinde damadı Ali’nin bulunmadığını görünce soruyor. Cevap:

– Ali ile bir konuda biraz tartıştık. O da küsüp gitti, nerede olduğunu bilemiyorum.

Efendimiz (sav) üzülerek yanında bulunan Sehl bin Sad’a emir verir:

– Git Ali’yi bul. Nerede olduğunu bana bildir.

Az sonra gelen Sehl bin Sad:

– Ya Rasûlallah, Ali mescitte toprak üzerine uzanmış uyuyor, der.

Efendimiz (sav) hemen mescide gider, uzanmış halde toz toprağa bulanmış vaziyette görünen Hz. Ali’ye şöyle seslenir:

– Kalk ya Eba Tûrab!..

Bu sesleniş üzerine uyanıp baktığında başı ucunda Rasûlullah’ı (sav) gören Hz. Ali (ra) hemen fırlayıp ayağa kalkar. Efendimiz (sav) şefkatle elinden tutar, evine getirir ve birlikte otururlar. Şuradan buradan sohbetle arayı bulup küslüğü giderir, tam bir sevgi saygı ortamı meydana getirdikten sonra kalkıp gider.

Bu sırada Rasûlullah’ın mübarek yüzündeki sevinci gören sahabi sorar:

– Ya Rasûlallah, sizi çok sevinçli görmekteyiz.

Şöyle cevap verir:

– Nasıl sevinmeyeyim? Çok sevdiğim iki kişinin arasını bulmaya muvaffak oldum. Bu sevinilecek bir olay.

Hanımlarla beylere bu olay bir şeyler fısıldamış olmalı, benim bir şey ilave etmeme ihtiyaç duyulmamalıdır.

Zira Hazret-i Ali ile Hazret-i Fatıma da aile içi nazlanmalara maruz kalabiliyor; ama işi uzatmayıp düzeltmeye yöneliyorlar. Bize ne oluyor sanki? Yoksa -haşa- biz onlardan daha mı ileriyiz?

AİLENİN VAZGEÇİLMEZ ŞARTI, NİÇİN SABIRDIR?

Arzulanan aile hayatı odur ki, hanımla bey ortak düşüncede ve anlayışta olsunlar, verecekleri kararlarını ortak olarak versinler, "evet"lerini, "hayır"larını birlikte tespit etsinler.

Ancak bu, bir idealdir; idealler her zaman vaki ve mümkün olmamaktadır. Ya bey ya da hanım tarafında farklı mizaç, kültür ve beğeniler söz konusu oluyor, bazen ortak noktayı da bulamadıkları görülüyor; bu defa birinin isteğine ötekinin evet demesi, anlayış göstererek aile hayatını sürdürmesi söz konusu olabiliyor.

İşte burada sabır devreye giriyor. Zaten ben de bugün sabırdan söz etmek istiyorum sizlere.

Gerçekten de aile hayatında sabrın yeri küçümsenemez. Hatta denebilir ki sabırsız aile hayatı olamaz, olursa mutlaka birilerinin öfkesi, hiddeti, şiddeti havayı gerginleştirir, Bu da zor bir hayat olur. Bundan dolayı Efendimiz (sav), aile hayatında sabra dikkat çekmiş, fevkalâde özel ve güzel değerlendirmeler nazara vermiştir. Şöyle ki:

Sabır her yerde güzeldir; ama aile hayatında daha güzeldir. Çünkü aile hayatındaki sabır sahibini cennete götürmekle kalmaz, sabrın derinlik ve şiddetine göre de cennetteki makamları da yüceltir, hatta cennet hanımlarının ablası, ağabeyi makamına bile yükseltebilir.

Daha da ilerisi, sabır, erkeği Eyyüb aleyhisselam’ın sabrının sevabına ulaştırabileceği gibi; hanımı da Asiye validemizin sabır sevabına kavuşturabilir.

Efendimiz (sav)’in bu konudaki hadis-i şerifini İmam-ı Gazali Hazretleri, Mükaşefe'sinde şöyle nakletmektedir:

– Kim hanımının uyumsuzluğuna sabrederse (sabrın zorluk ve şiddetine göre) Allah o beye Eyyüb aleyhisselam’ın sabrına verdiği mükafat gibi mükafatlar verebilir. Kim de beyinin uyumsuzluğuna sabrederse (yine sabrın şiddet ve zorluğuna göre) Allah Teala o hanıma da Firavun’un hanımı Asiye’nin sabrına verdiği sevap gibi sevap verebilir.

Evet, aile içindeki taraflara sabrın kazandırdığı uhrevi derece ve mükafatlar böyledir. Zaten sabrın bu türlü sevabını düşünüp de sabredenler, derhal evde güzel bir havanın esmesine de sebep olurlar, kendilerini sabra zorlayan olumsuzluklar da bu sebeple azalır, hatta zaman içinde de yok bile olabilir. Ahiretten önce dünyada sabrın karşılığını alırlar.

İmam–ı Gazali bu hadisi naklettikten sonra taraflara oldukça ikaz edici bir not daha ilave etmekte ve demektedir ki:

Bu niçin böyle? Allahü Azimüşşan yuvanın yıkılmasını değil, devamını istiyor da ondan. O yüzden evliliğin devamını sağlayacak beylere Eyyüb aleyhisselam, hanımlara da Asiye validemizin sevabını vaat ediyor.

Sözü uzatmamak için diyebiliriz ki:

– Ailede ideal olan, tarafların konuşarak, anlaşarak kararlarını ortak vermeleridir. Ancak idealler her zaman vaki ve mümkün olmamaktadır. Geriye sabır kalıyor. Sabrı tercih edenlerin asla pişman olmayacakları, hatta ahretteki mükafatlarını görünce "Keşke daha da sabırlı davransaydık."  diyecekleri de hatırlatılıyor.

45 Nikâh tazeleme diye bir şey var mı? Varsa hangi durumlarda nikâh tazelenir?

Boşamak için kullanılan kelimeleri erkeğin hanımına karşı söylemesi ile talak yani boşama hasıl olur. 

Boşamak için kullanılan sözler iki çeşittir: Açık sözler ve kinayeli sözler.

"Sen benden boş ol.", "Ben seni boşadım." gibi sözler açık sözdür. Bu sözleri, şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, manasını bilmese bile, boşamış olur.

"Seni bıraktım, seni terk ettim." kelimeleri açık söz kabul edilir. Bir veya iki defa böyle açık sözle boşamaya, yani geri dönüşü mümkün olan boşamaya talak-ı rici denir. Ama yine de üç haktan biri gitmiş olur. Bu sözlerden herhangi biri bir defa söylendiğinde, pişman olunmuşsa, eski nikâha dönmek niyetiyle hanımının elini tutarsa, tekrar nikâh yapmadan iki bağ ile evliliğe devam eder.

Evlilikte üç bağ vardır. Yani, boşama sözleri üç defa tekrarlanırsa, "Seni boşadım, boşadım, boşadım." derse veya "Seni üç defa boşadım." derse üç bağı birden koparmış, geri dönüşü olmayacak şekilde boşamış olur. Böyle üç kere boşayınca talak-ı rici, talak-ı baine dönmüş olur.

"Babanın evine git!..", "Defol git!..", "Cehenneme git!..", "Senin kocan değilim artık!.." gibi, başka manalarda da kullanılan sözler kinayeli, kapalı sözlerdir. Bu sözler, boşamak niyeti ile söyleyince boşamış olur. Buna bain talak, yani iddet müddeti içinde geri dönüşü olmayan kesin boşama denir.

Bu şekilde boşamada, iddet müddeti geçip yeniden nikâh yapılmadıkça bir araya gelinemez. 

Kayın pederine "Ben senin kızını istemem, kime ister ise varsın." demek ve hanımı gezmek için izin istediğinde, "Ben seni ip ile bağlamadım git.", "İstediğin yere gidersin. Bana hanım olmazsın." veya "Artık ben seni istemem.”, "Seni boşamak istiyorum." gibi şeyler söylese, boşamak niyet etmedikçe, boşamış olmaz. 

Kinayeli sözle boşamada, bain talak iddetinde, hanımının odasına giremez. Kadın süslenemez, koku sürünemez, yabancı kadın gibi talak veren kocasından uzak durur. İddet sonunda yeniden nikâh lazımdır.

Boşamada, sayı bildirilmezse bir boşama olur. Üç veya fazla sayı söylerse, üç talak ile boşamış olur. "Bedenimdeki kıllar adedince" veya "Denizdeki balıklar adedince" yahut "Gökteki yıldızlar kadar" veya "üçten dokuza" deyince, yine üç boşama olur.

Hanımını boşayan erkeğin akıllı ve uyanık olması gerekir. Sarhoşun, hastanın ve tehdit edilenin sözü ile veya mektubu ile, e-maili ile, faksı ile boşama geçerli olur. Bunlar kadının eline vardığı anda, boş olur. Yani kadın bu boşamayı öğrenince, haberdar olunca boşama gerçekleşmiş olur.

Delinin, bunağın, baygının, uyuyanın ve hastalıkla ve kızarak dalgın olanın söylemesi ile boşama olmaz. Kızarak dalgın olmak, söylediğini bilmemek demektir. Bu da iki türlü olur:

Manasını bilmeden, kast ve arzu etmeden söyleyince, boşama olmaz. Bu kinaye sözler içindir. Yoksa açık kelime ile yani "seni boşadım" dese, kast ve arzusu olmasa bile yine talak vaki olur.

Manasını bilerek ve isteyerek söyleyip, sonra söylediğini bilmemek, hatırlamamaktır. Bu sözünü iki şahit işitip, sonra söylerlerse, boşama olur. Yani seni boşadım der, fakat sonra bunu hiç hatırlamaz, sen böyle demiştin denilince hayır ben hiç hatırlamıyorum, böyle bir şey söylemedim derse, eğer iki şahit, "Evet biz duyduk bu hanımını boşadı." derse, o zaman boşama vuku bulur. Demezlerse, adam inkâr ettiği için boşama vaki olmaz.

Hiç ilişki olmamış veya bir odada veya tenha bir yerde hiç beraber kalınmamış ise, bir kere boşayınca, kadın iddet beklemeden aynı gün bile, başkası ile evlenebilir.

Hanımına başka başka üç zamanda birer kere boşarsa veya bir defa, "Üç kere boşadım." derse, geri dönüşü olmayacak şekilde nikâh bozulmuş olur. Bu kadını tekrar alabilmek için, hulle lazım olur. Hulle demek, kadın başka erkekle nikâhlanıp, düğün olup, ilişki olup, o erkek de boşayıp ve bundan sonra, tekrar iddet zamanı geçmek demektir. Ancak bundan sonra, birinci kocası yeni bir nikâh ile tekrar alabilir.

Bu ise, bir erkek için zillettir, aşağılıktır. Allah Teâlâ, erkeklere boşamak hakkını verdi ise de, bu hakkı gelişi güzel kullanmamaları ve kadınlar, erkeklerin elinde oyuncak olmamaları için, erkeklere bu hulle zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan Müslüman bir erkek, boşama lafını ağzına bile alamaz. Aile arasında boşanmak lafı, şakası olamaz.

Korkutmak için, şaka için de olsa boşama sözlerini hiç kullanmamalıdır. Hatta ayrılmaya karar verilse bile yine bu kelimeleri kullanmamalıdır. Daha sonra ayrılmaktan vazgeçilebilir. Yakınları ile dostları ile istişare edip ayrılmaya kesin karar verildikten sonra bir talak vermelidir. Hiçbir zaman üç talak birden vermemelidir. Zaten üç talak birden vermek günahtır. 

Hayat şartları insanı birçok şeye katlanmayı gerektirebilir. Olmaz denilen şey olabilir. Bir talakla boşama yapılırsa kapı tamamen kapatılmamış olur. Boşamamak bir risk getirmez; ancak boşamak hele üç talak vermek çok büyük risktir. Telafisi mümkün olmayabilir.

İddet, boşanmadan sonra, kadının yeniden evlenmesi haram olan zamandır. İlk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zamandır. Hayız görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm için dört ay on gündür.

Nikâhı bozan şeyler: Boşadım demek, boşamak niyetiyle kinaye sözler söylemek, mesela hanımına "çık git" demek. Bir de küfre düşürücü söz söylemek.

- İnsan elfaz-ı küfür söyleyince imanı ve nikâhı gidiyor mu? Nikâh tazelemesi nasıl yapılır?

Nikâh tazelemek demek, yeniden nikâh yapmak demektir. Bunu bir hocanın nezaretinde yapmak gerekmez. Nikâh tazelemek için hanımdan vekalet aldıktan sonra, iki erkek şahit yanında, "Öteden beri, nikâhlım olan hanımımı, onun tarafından vekaleten ve tarafımdan asaleten kendime nikâh ettim." denirse nikâh tazelenmiş olur.

Boşamak ayrı, küfre düşmek ayrı. Bu talak sayılmıyor. Yani bağın biri kopmuyor. Bin kere küfre düşse bin kere nikâh tazelemek gerekir, fakat bu talak sayılmaz.

Bir kadın, boşanma hakkı kendi elinde olmak üzere nikâhlanmak için ne yapması gerekiyor?

Kadın, "Boşanmak benim elimde olmak üzere seninle evlendim." der ve erkek de "Bunu kabul ettim." derse, kadının boşanması kendi elinde de olur. Erkek eşine "İşin, senin elinde olsun." veya "Kendini sen boşa." yahut "Diler isen boşsun." gibi cümlelerden birini söylerse, kadın, ancak o oturumda kendisini boşayabilir. Kocası "Ne zaman istersen kendini boşa." derse, o oturuma mahsus olmaz. Kadın istediği zaman, kendini boşayabilir.

Kendisine boşanmak hakkı verilen kadın, kocasına "Seni boşadım." derse, boşanma işi gerçekleşmez; "Kendimi boşadım." demesi lazımdır. Nikâh yapılırken kadın, "Ne vakit istersem, kendimi senden boşamak üzere..." diyerek şart ederse, erkek de nikâh yapılırken, "Bu şartı kabul ettim." derse, böyle şartlı nikâh sahih olur ve kadın da boşanmak hakkına sahip olur.

Erkek boşanma hakkını verse, kadın "Ben boşanma hakkını istemem." dese de, hakkını red etmiş olmaz. Dilediği zamanda, kendini boşayabilir. Erkek nikâh yaparken, "Boşanmak senin elinde olmak üzere, seni nikâh ettim." derse, nikâh sahih olup, boşanmak hakkı kadının elinde olmaz. Fakat, önce kadın, "İstediğim zaman, boşanma hakkı elimde olmak üzere sana nikâhlandım." der, erkek de, "Kabul ettim." derse, hem nikâh sahih olur, hem de boşanmak kadının elinde olur.

Küfre düşen karı-kocanın, tecdid-i imandan sonra, iki şahit yanında tecdid-i nikâh yapmaları gerekir. Kolaylık olmak için, nikâhı yenilemeye hanımdan vekalet almalı, iki erkek şahit yanında, "Öteden beri, nikâhım altında bulunan hanımımı, onun tarafından vekil olarak ve tarafımdan asil olarak kendime nikâh ettim." demelidir. Camilerde yapılan meşhur tecdid-i iman ve tecdid-i nikâhı cemaat ile okumak bu hükme dayanmaktadır.

46 Aile içi huzursuzluğun (geçimsizliğin) sebebi nedir?

Hiçbir evlilik, "aile içi şiddet" konusuna malzeme olma niyetiyle başlamaz. Aksine, kadın ve erkek hayatında belki de en tozpembe hayallerini evlilik üzerine inşa eder:

“Sevgilim, kırmızı panjurlu bir evimiz olacak, bahçesinde oyun oynayan çocuklarımızla mutlu bir hayat süreceğiz…”

Ne var ki, hayatın gerçekleri, hemen her zaman, filmlerdeki kötü adamlar gibi, bu hayallerin gerçeğe dönüşmesini engelleyen rolle çıkar evlilik adayların karşısına. Daha taraflar evlilik kararı alıp almama arasında gidip gelirken, o boş zamanlarda özene bezene süslenmiş olan hayaller, birden, en büyük düşmanıyla karşılaşır: çatışma!

Tarafların birbirleriyle yakınlaşması ilerledikçe, çatışmalar da büyür ve derinleşir. Ama belki de ilk çatışma, evlilik hayallerinin kendisi üzerinde meydana gelir. Çiftler daha evlenmemişken, hayalleri üzerinde çatışma deneyimi yaşarlar:

“Hayır sevgilim, ben kırmızı panjurlu değil, yeşil panjurlu bir evde oturalım istiyorum.”

İşte bu söz, taraflardan her birinin kendi zihninde, ama karşısındaki kişiyi de dahil ettiği hayale çekilen ilk sınırdır. Aslında, taraflar, ilk defa, birbirlerini gerçekten tanıma noktasına gelmişlerdir. Gerçekliğin eşiğine şimdi gelinmiştir.

Bundan sonraki süreç, tarafların hayalleri ile karşılaştığı gerçek durumlar arasındaki farkı ne kadar başarılı bir ölçüde tolere edip edemeyeceği ile ilgilidir.

Halk arasında "cicim ayları" olarak ifade edilen evliliğin ilk birkaç ayı boyunca, genellikle, çiftler olabildiğince çatışmalardan uzak durmaya, çatışmaları "görmemeye" çalışırlar. Ama bir vakit sonra, mızrak çuvala sığmaz olur ve çiftler kaçınılmaz bir şekilde çatışmalarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Genellikle, en büyük çatışmalar da bu evrede yaşanır.

Eşler Arası Çatışma

Eşler arasında yaşanan çatışmaların temelinde, her şeyden önce, evlilik gibi bir deneyimin ilk defa yaşanıyor oluşu gelir. Her iki taraf da yıllar yılı alışkın oldukları çevrelerini terketmiş ve yeni bir çevreye adım atmışlardır. Üstelik, "aile" adı verilen bu yeni çevreyi, tüm sorumluluklarıyla beraber, kendileri oluşturmak, aile evine tuğlaları birer birer kendileri koymak durumundadır.

Bu durum, ister istemez, eşler üzerinde ciddi bir yük oluşturur. Dahası, henüz birbirleriyle ilgili olarak ‘tanıma’ süreçleri bitmemiştir. Eşler evliliklerini sağlam bir temele oturtmak için birbirlerini iyice tanımak ve birbirlerine tam anlamıyla güvenmek ihtiyacı hissederler. Bu süreçte, eşlerin evlilik öncesi birbirleri hakkında zihinlerinde taşıdığı düşüncelerde ciddi değişiklikler olabilir. Çevremizde sıkça duyduğumuz gibi, “Ben seni böyle tanımıyordum...” yakınmaları bu dönemin tipik özelliklerindendir.

Eşler açısından çatışmanın özü ise şudur: “Önümüzde evlilik gibi halletmemiz gereken ciddi bir iş var, fakat ben bu konuda sana tam olarak güvenip güvenemeyeceğimi bile bilmiyorum daha.” Tüm bu zihinsel yüklere, hemen hemen tüm evliliklerde yaşanan bir başka sorgulama da eşlik eder: “Acaba doğru kişiyle mi evlendim?”

Bu temel çatışma ve sorgulamaların dışında, eşler arasında "ekonomik sorunlar"dan, "eşlerin aileleriyle ilişkileri"ne; "iletişim biçimleri"nden, "evde kararların nasıl alınacağı"na; "eşlerden birinin mi yoksa ikisinin birden mi çalışacağı"ndan, "ev işlerinde iş bölümünün nasıl yapılacağı"na; "pazar alışverişini kimin yapacağı"ndan, "diş macununu ortadan mı yoksa ucundan mı sıkıldığı"na kadar.. pekçok konuda çatışma yaşanır.

Evliliğin ilk bir iki yılı, bu sorunların nispeten istikrarlı bir çözüme kavuşturulmaya çalışıldığı yıllardır. Eşlerin anlayış düzeyleri ve olgunlukları nispetinde bu süre uzayıp kısalabilir. Aslında evliliğin tamamı da, eşler arasındaki uyumun derinleşerek daha köklü bir istikrar düzeyine ulaşması çabası olarak okunabilir.

Burada belirtilmesi gereken nokta, yaşanan ve yaşanma ihtimali olan bu çatışmaların aslında çok doğal ve normal olduğudur. Bu çatışmaları bir patoloji olarak görmek, evliliğin doğası hakkında ciddi bir yanılgıdır. Çünkü, ait oldukları yerden alınıp tek bir kovaya dökülen soğuk ve sıcak suyun belli bir etkileşim sonrasında ortak bir ısıya kavuşması gibi, eşler de evlilik potası içinde ortak bir anlayış ve duyuş birliğine, ancak bu çatışmalar sonucunda ulaşırlar.

Çatışmalar, aslında, bir taraftan eşlerin birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı, bir taraftan da evliliğin başarılı olup olmayacağının sınanma yeridir. Çünkü eşlerin kendi tercihlerinde ne kadar ısrarcı, eşinin tercihlerine ne ölçüde saygılı olduğu, bu çatışmalar neticesinde belli olur.

Hatta bir adım daha ileriye giderek söylersek, çatışmaların, eşler arasında daha iyi ilişkilerin oluşturulması, psikolojik açıdan eşlerin olgunlaşmaları, aile içinde etkinlik ve verimliliğin geliştirilmesi, sorunlara daha iyi çözümler getirilmesi, eşler arasında ahenkli bir birlikteliğin sağlanması noktasında önemli bir rolü olduğu da söylenebilir.

Çatışmayı Çözme Becerisi

Tabii, bu faydalar çatışmaların adil ve uygun bir biçimde çözüme kavuşturulabilmesi hâlinde geçerlidir. Tüm mesele, çatışmaların doğru biçimde çözümlenmesinde düğümlenmektedir. Sorunlu evlilikler genellikle çatışmaların çözüme ulaşamadığı ve giderek evliliğin bir girdabın daireleri gibi üzücü sona doğru ilerlediği evliliklerdir. Sorunların bir çözüme kavuşturulması ise elbette bir dizi şartın yerine getirilmesine bağlıdır.

Bir defa, çatışmaların sağlıklı bir biçimde çözüldüğü ailede, eşler birbirlerini iyi tanır ve duygular karşılıklı olarak hissedilir ve paylaşılır. Duygu ve düşünceler olduğu gibi, yani abartılmadan ortaya konur. Daima sükûnet korunur. Taraflar kendileri için önemli olan hususları serbestçe ifade ederler.

Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınır ve eski birikimler işin içine sokulmaz. Kesinlikle öğüt verme gibi karşı tarafa yanlış yaptığı ve anlaşılmadığı hissi yaşatacak davranışlardan sakınılır.

Keskin biçimde yargılamaya gidilmez. Kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilir. Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi ifade edilir. Karşı tarafın beklentisine ya da ‘en mükemmel’e göre ayarlanmaz.

Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırd edilir. Örneğin, aile içinde biri eve geç geldiğinde, ne kadar geç kalındığı değil, niye geç kalındığı, hatta niyetin ne olduğu üzerinde durulur.

Çatışmanın çözümünde, taraflar birbirlerini pozitif bir tutum içinde dinler. “O sussun da ben ona ne diyeceğimi çok iyi biliyorum.” şeklinde, saldırgan bir tutum sergilemez ya da sözünü kesmez. Böylece taraflar birbirlerine “seni dikkate alıyorum ve seni önemsiyorum,” mesajını verir.

Bir konuşma sırasında yalnız bir çatışma üzerinde durulur; başka çatışma konuları çatışmaya katılmaz. Örneğin, “Hem geç kalıyorsun, hem de bana yardım etmiyorsun.” diyerek, iki konu birden ortaya atılmaz.

Tek kişinin haklı çıkması yerine, iki tarafın da üzerinde anlaşabileceği bir çözüme yönelinilir. “Ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun.” tarzında davranılmaz. Çözümlerin, her iki tarafın da kabul edebileceği, gerçekçi ve gerçekleştirilebilir ölçüde belirgin ve dengeli olmasına dikkat edilir. “Sen” yerine Biz,” “Sen yapmalısın!” yerine “Biz yapmalıyız,” biçiminde ifadelerin kullanılmasına özen gösterilir.

Tehlike Sinyalleri

Buna karşılık, eşler arasındaki iletişimi sabote eden birtakım tutum ve davranışlar, bir bütün olarak evliliği de gün geçtikçe daha olumsuz bir noktaya taşıyan ‘tehlike sinyalleri’dir.

Çatışmaların sağlıklı bir biçimde çözüldüğü ailelere karşılık, bunların marazîleştiği ailelerde, ya eşlerden birinin diğerine (genellikle kadın kocasına) bütünüyle boyun eğmek zorunda kaldığı; ya da eşler arasında sürekli bir güç mücadelesi yaşandığı görülür. Böyle ailelerde, modern zamanın zihinlere zerk ettiği bireycilik fikri doğrultusunda hareket eden eşler, sürekli olarak, karşı tarafı kontrolü altına almaya çalışır. Evliliğin neslin devamı, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlayarak olgunlaşmaları, iffetlerini korumaları, sağlıklı bir cemiyet hayatının teşekkülü gibi hikmetlere binaen Allah’ın lütfettiği bir hayır olduğu unutulur.

Eşler arasında duygu alışverişi çok azdır. Aile ortamına sevgisizlik ve anlayışsızlık hâkimdir. Ne akşam eve yorgun argın gelen koca, karısından güler yüzlü bir karşılama görür; ne de kadın çabalarına karşılık kocasından bir takdir ve teşekkür cümlesi duyar.

Aile ortamına sevgi ve anlayıştan ziyade, güçlü olan eşin diğerini sürekli denetim altında tutmaya çalışması damgasını vurur. Bu yüzden, zayıf olan eş duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade etmekten çekinmektedir. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır.

Eşler birbirlerinden yapabildikleri kadarını değil, en mükemmelini ister. Temelde aile ferdleri arasında ötekini onaylama ve kabul etme krizi yaşanır. Yapılanın takdir edilmesi yerine, sürekli olarak ‘olması gereken’ vurgusu yapılır. Bu yüzden, her şey göstermeliktir; ötekinin beğenmesi için yapılır.

Bu tarz bir mükemmeliyetçilik sonucunda aile ferdleri kendilerinin oldukları haliyle hiçbir değerlerinin olmadığı, kendi düşünüş ve davranışının önemsiz olduğu hissine kapılırlar. Böylesi bir ortamda yetişen çocuklar da, umutsuzluk duygusuyla yaşar ve kendilerini değersiz ve yetersiz bulurlar.

Yaşanan olaylar çoğu zaman olduğu gibi kabul edilmez. Hep bir suçlama konusu yapılır. Her şeyin denetim altında tutulması ve mükemmel olması gerektiği düşüncesi hâkimdir. Dolayısıyla, aile ferdleri değersizlik duygusunun yanı sıra, kaygı ve utanç duygusu da yaşarlar. Böylece tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla kopuk, robot gibi yaşayan bir insan tipi, aile ortamında geçerli hâle gelir.

Kırgınlık ve küskünlükler, ifade edilemeden ve çözümsüz bir biçimde sürdürülür. Aile ferdleri birbirlerini anlamaz, birbirlerine anlayış göstermez.

Nihayet, eşler arasında birbirine güven aslında yoktur. Güven var gibi gözükse de, temelde güvensizlik vardır.

Ve Şiddet…

Aile içinde görülen tüm bu hatalar, ister istemez, aile ferdlerinin ruhlarına huzursuzluk ve gerginliğin hâkim olmasına neden olur. Çatışmalar çözümsüz kaldığı gibi, evlilik de yavaş yavaş mutsuz ve umutsuz bir mecraya doğru sürüklenmeye başlar.

Ve şiddet, önce, kendisini tartışmalar ve sonrasında âni patlamalar şeklinde gösterir. Sağlıklı bir iletişimin başarılamaması ve kızgınlıkların doğru bir dille aktarılamaması, bu tartışmalar esnasında kızgınlığın hızla fiziksel şiddete dönüşmesine yol açar. Taraflar psikolojik açıdan çok yüklü ve incinmiş olduğu için, genellikle kavgayı başlatan küçük çatışma konusu unutulur; bir tür genel meydan muharebesi havası ortamı belirler.

Kuşkusuz, şiddetin ortaya çıkışında, bu davranışın bir çözüm yolu olarak "öğrenilmiş" olmasının da önemli bir rolü vardır. Yapılan araştırmalarda fiziksel şiddete başvuran eşlerin, kendi ailelerinde buna tanık oldukları ve bir şekilde bu davranışı modelledikleri görülmüştür.

Kritik olan nokta, huzursuzluk, kızgınlık ve nihayet sonu şiddete çıkan süreçte, sağlıklı iletişime dayalı çatışma çözme biçimlerinin ya çok az kullanılması ya da hiç kullanılmamasıdır. Burada duyguların kızgınlığa ve öfkeye dönüşmeden evvel ifade edilmesi önemlidir. Özellikle eşler huzursuz oldukları konularda, “Eve geldiğinde benimle suçlayıcı konuşman beni sinirlendiriyor.” “Ben bir şey anlatmaya çalıştığımda sözümü kesip bağırmaya başladığında çok kırılıyorum.” diyerek kendilerini neyin huzursuz ettiğini ve kızdırdığını ifade etmelidirler.

Tabii, bunun yanında, eşlerin cümleyi olumluya çevirerek, “Ben geldiğimde hatırımı sorman beni mutlu ediyor.” “Bir sorunun olduğu zaman benimle paylaşman hoşuma gidiyor.” “Benimle bağırmadan konuştuğunda seni daha iyi anlıyorum ve daha huzurlu oluyorum.” demeleri de eşlerin memnuniyetleriyle beraber, birbirlerinden tam olarak ne istediklerini ifade etmeleri bakımından çok faydalı ve çatışmaların daha başlamadan bitmesinde çok etkilidir.

Özellikle günümüz şehir hayatında eşlerin iletişim becerilerini çok ama çok geliştirmeleri ve çatışmaları fiziksel, psikolojik ya da ekonomik şiddet boyutuna varmadan çözmeleri, çözemedikleri noktada ise yine şiddete başvurmadan iki tarafın saygı duyduğu bir büyüğün hakemliğine başvurmaları çok önemlidir.

Unutmayalım ki, en büyük örneğimiz Sevgili Peygamberimiz (asm) de hayatı boyunca hiçbir kadına el kaldırmamıştır. Bu, eşleriyle sorun yaşamadığından dolayı değil, sorunu bu şekilde çözmeyi tercih etmeyişindendir. Peygamberimiz (asm), çatışmalar ciddi boyuta vardığında, eşinden bir ya da birkaç gün uzak durmuş ama hiçbir zaman fiziksel şiddete başvurmamıştır.

Zira o bir peygamberdi ve aile içinde bir çatışma çözme yöntemi olarak şiddetin, özellikle erkek için bir yönüyle acz ve yenilgi anlamına geldiğini çok iyi biliyordu.

Ne mutlu, şiddet uygulamanın aslında bir yenilgi olduğunu görenlere ve kendilerini ondan uzak tutanlara!

(Ömer Baldık, Zafer Dergisi, Sayı: 349, Şubat-2006)

47 Aile hayatında karı kocanın kavgadan sonra yataklarını ayırması doğru mudur, süresi var mıdır? Bu durum nikahın sıhhatini etkiler mi?

Kavga sonucu eşlerin yataklarını ayırması nikahın sıhhatine mani değildir; bununla nikah düşmez.

İslâm'da dargınlık hâli, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu hâlin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir. (Buhârî, Edep, 57, 62; Müslim, Birr, 23, 25).

Bu, alelâde günlük vakalar içindir. Ayrıca, "yüz çevirme" denilen bir dargınlık türü de vardır ki, asîler ve fasıklara karşı yapılır. Dârü'l İslâm' da yaşayanlardan Müslümanlar arasında kesinlikle ayrılık söz konusu olamaz. Eğer küskünlük meydana gelmiş, nefislere uyulmuşsa, Allah'ın şu emri tatbik edilir:

"Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, size rahmet edilsin." (Hucurat, 49/10).

Hz. Peygamber (asm) de şöyle buyurur:

"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla küs bırakması helâl değildir. İki mümin karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu tarafa, öbürü öte tarafa çevirir. Halbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII / 145)

Yüz çevirmeye gelince; bu, asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır. Tebük gazasına katılmayıp geride kalan Kâ'b ibn Mâlik, Mürâre İbn Rebî' ve Hilâl İbn Ümeyye adlarındaki üç sahabî ile Hz. Peygamber (asm)'in emriyle elli gün hiçbir Müslüman konuşmamış, onlara selâm bile verilmemiş ve selâmları alınmamış, onlara güler yüz gösterilmemiş, tamamen dışlanmışlardı. Kâfirlere karşı düzenlenen cihat harekâtından geri kalan bu üç kişiden Kâb, bizzat, yaşadığı o acıklı durumu şöyle anlatır:

"...Sonra Rasûlullah müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı. Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu. Herkesten ayrı kalmıştık. Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman..."

Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tövbe etmişlerdi. Nihayet Allah Teâlâ onları affedip haklarında şu âyeti indirdi:

"Ve Allah savaştan geri kalan o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Bütün genişliğiyle beraber yeryüzü başlarına dar gelmiş, canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'tan, yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Allah onların tövbesini kabul buyurdu ki tövbe etsinler. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir. " (Tevbe, 9/118).

Bu âyet indikten sonra, kendilerinden yüzçevirilen üç sahâbî büyük bir sevinçle ümmetle bütünleşmişlerdi. (Hadîsin ve olayın tam metni için bk. Buhârî, Meğâzî, Gazvetü Tebük)

Bu olay göstermektedir ki, İslâm toplumunda Müslümanlar bir vücût teşkil ederler. Onlar, birlik ve bütünlük içinde topluca Allah'ın şerîatına sarılırlar, ümmete aykırı düşenler hemen toplum dışına itilirler. Ka'b ve arkadaşlarının başına gelen olay ayrıca İslâm toplumunun samimi bir iletişim düzeni kurmasının önemini; Allah rızası için dostluk kardeşlik bağı ile bağlı olan müminlerin cemâat anlayışında bulunması gereken aşıklık ve netliği; davanın mükellefiyetlerine göğüs germe, verilen emirlere değer verme ve müşrûiyyet dairesinde itirazsız itaat etmenin ehemmiyetini; Müslümanlardan ayrı düşüldüğünde nasıl pişman olunduğunu da anlatmaktadır.

Rasûlullah (asm) Müslümanların birbirine buğz etmelerini, arka çevirmelerini, hased ve birbirleriyle alay etmelerini yasaklamıştır. (Buhârî, Edep 57; Müslim, Birr, 24, 28; Tirmizî, Kıyâme, 54) Rasûlullah (asm), İslâm toplumunda da insanlar arasında türlü geçimsizliklerin çıkacağını bilerek müminlere kesinlikle üç günden fazla birbirlerini bırakmamalarını emretmiştir. Rasûlullah (asm), müminlerin birbirlerine üç günden fazla küs durmalarının onları kin, nefret, buğz duygularıyla donatacağını ve doğal olarak zıtlaşmanın çatışmalara bile yol açacağını haber vermiştir.

Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarfedilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep vb. görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir. Netîce itibariyle her kim Rasûlullah'ın en güzel yoluna uymuşsa, cahilî, ilkel, kaba yobaz, ham softâ tavır ve tutumları bırakmak zorundadır. Buna riayet eden Müslümanlar asla dargın kalmazlar. (Sait KIZILIRMAK, Şamil İslam Ansiklopedisi)

* * *

Hadiste belirtildiği üzere karıya, kocanın "iyi muâmele"de bulunması esastır. Kocasının onun üzerinde bazı hakları vardır. Ancak onun da kocası üzerinde hakları vardır. Her ikisi de diğerinden bu haklardan daha fazlasını zorla isteyemez. Erkeğin kadınına karşı borçları nafakadır: Yiyecek, giyecek ve mesken temini. Dinimiz bunların asgarî miktarını tâyin ederken devrin şartlarını, örfü, kadının geldiği ailenin iktisadî seviyesini göz önüne almıştır. Fıkıh kitaplarımız bu meselelere geniş yer verir. Teferruata girmeden İslâm âlimlerinin icma ettikleri ana prensipleri kaydedelim:

Nikah akdi, istihdam (kadını hizmetlenme) akdi değildir. Bu sebeple yemek yapmak, evi süpürmek, çamaşır yıkamak gibi dahilî; dükkanda, tarlada çalışmak, hayvanları tımar etmek gibi harici işleri yapmakla mükellef değildir. Kadın, bu çeşit hizmetlerin görülmesi için, masrafı kocası tarafından karşılanmak üzere en az bir hizmetçi tutmak hakkına sahiptir. Koca, hanımın yemeğini pişmiş ve hazırlanmış olarak getirmek zorundadır. Kadın bir kısım ev işlerini yapıyorsa, bunu hukukî bir mecburiyet olarak değil, bir iyilik, hoş bir âdet, örf olarak yapar. Bu çeşit işleri yapmak istemese kocası icbar edemez. Bu davranışı sebebiyle kadın günahkâr da olmaz. Ona terettüp eden hukukî vecibe: “Kocasından izin almadan evden ayrılmaması, kocasının istemediklerini eve almaması, çağırdığı takdirde yatağa gelmesidir.”

* * *

Erkek eşinden yatakta en fazla kaç gün uzak kalabilir?

Her şeyde olduğu gibi, ibadette de ifrat ve tefrit makbul değildir. Makbul olanı, ne ifrata kaçan, ne de tefrite düsen... Belki vasatî olandır. Nitekim hadîste de ayni hüküm verilmekte, aynı ölçü tavsiye buyurulmaktadır:

"Allah için yapılan ibadetlerin en faziletlisi, vasat olanıdır!"

Vasat ibadet, sahibini mecburî mükellefiyetlerini yapamaz hale düşürmez. Aile ve çoluk çocuğunu ihmal eder hale sürüklemez. Belki her hak sahibine hakkını verme mükellefiyetlerini hatırlatır, o imkânı dâima elinde muhafaza etme titizliği temin eder.

Hal böyleyken, Hz. Ömer (ra) zamanında bir genç, böyle bir anlayış içinde değildi. O, yeni evlenmiş olmasına rağmen yazın en sıcak günlerinde bile gün boyu oruç tutuyor, sabahlara kadar da namaz kılıyordu. Yâni, mükellefiyetlerini ifa ettikten sonra ayrıca nafile ibadetlerle çok ileri gidiyor, hattâ bu yüzden hanımını da ihmal etmiş oluyordu.

Anlayışlı ve tahammüllü hanımı, onun bu halini zamanla geçer düşüncesiyle çok görmedi, sabırla karşılamayı düşündü. Ama kocası, devam ettirmek niyetinde görünüyordu bu halini. Bu yüzden durumu Halife Hazret-i Ömer’e izah etmekte zaruret gördü. Ancak, bunu nasıl söyleyecek, ne türlü bir ifadeyle anlatacaktı? Kendine göre bir ifade tarzı da buldu. Doğruca Halifenin huzuruna girdi. Halifenin yanında meşhur hukukçu Kâ’b vardı. Bütün kuvvet ve cesaretini toplayarak konuştu:

– Yâ Emîre’l-Mü’minîn, öyle zâhid bir beyim vardır ki, bütün yaz boyu sıcak günlerde oruç tutuyor, yine böyle kısa gecelerde sabahlara kadar da nafile namaz kılıyor. Bunu aralıksız sürdürüyor, hiç bırakmıyor!

Halife böyle bir gencin varlığından dolayı memnun oldu.

– Maşallah, barekallah, senin kocana. Demek bu uzun günlerde, böyle kısa gecelerde bütün mevsim boyu ibadette bulunuyor, tebrik etmek gerek böyle genci.

Kendisinin şikâyet ettiği konuyu Halifenin tebrik ettiğini gören kadın, başka hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti.

Ama meşhur Basra Kadısı Kâ’b, buna itirazda bulundu:

– Yâ Emîre’l-Mü’minîn, siz bu kadının kocasını tebrik mi ediyorsunuz? Halbuki kadın onu size şikâyet ediyor? dedi.

Halife tereddütlü:

– Hayır, şikâyet değil, tebrik ediyor.

Şikâyetti, tebrikti derken, Halife adam gönderip kadını çağırttı.

– Söyle bakalım, zâhid gencin hanımı! Beyinin bu halini şikâyet mi ettin, yoksa takdirinden dolayı mı böyle konuştun?

– Ne takdiri yâ Emîre’l-Mü’minîn, şikâyet ettim. Ben de başka kadınlar gibiyim. Benim de normal ve fitrî ihtiyaçlarım var. Ama onun böyle bir meselesi yok. O, bütün gün akşama kadar oruç tutar, yine bütün gece sabahlara kadar namaz kılar. Bunun dışında başka bir mes’ele dikkatini çekmez, zihnini meşgul etmez. Benim varlığımın farkında bile değil.

İslâm hukukçusu Kâ’b’in tahmini doğru çıkınca Halife ona döndü:

– Söyle bakalım ey Kâ’b, ne diyeceksin bu hanıma? Teşhisi sen yaptın, tedaviyi de sen göstereceksin.

– Yâ Emîre’l-Mü’minin, bu kadının kocasını getirtin, ben söyleyeceğimi bilirim.

Hemen genci buldurtup getirttiler. Kâ’b, ona şu kısa nasihatte bulundu:

– Bütün gün oruç tutup, sabahlara kadar da namaz kılan delikanlı, şunu iyi bil ki, bu halin bir ifratın eseridir. İfrat ise, her şeyde olduğu gibi, ibadette de iyi değildir. Makbul sayılmamıştır. Amellerin en faziletlisi, vasat olanıdır.

Ve Kâ’b söyle devam eder:

– Bundan böyle aileni günlerce ihmal etmeyecek, her dört günde bir mutlaka onun yanında olacaksın. En azından dört günde bir yanında olmaz, onu yine yalnız bırakmakta ısrar edersen, yaptığın ibadetten kazandığın sevabın, onu odasında yalnız bırakmaktan dolayı üstüne aldığın sorumluluğu ortadan kaldıramaz.

Genç, İslâm Hukukçusu Kâ’b’den bu nasihati dinledikten sonra, teşekkür ederek ayrılınca Halife merakla sordu:

– Ey Kâ’b, simdi de bana cevap ver bakalım, yarin huzur-u İlâhî’ye varınca verdiğin bu fetvanın delilini nasıl bulacak, dört günde bir ailenin yanında bulunmaya mecbursun, gibi sözün izahını nasıl yapacaksın?

Kâ’b, rahat cevap verdi:

– Ey Emîre’l-Mü’minîn. Allahü Azimüşşân Kur’an-ı Kerim’inde bir erkeğin dörde kadar evlenebileceğini bildirmiyor mu?

– Bildiriyor.

– Bu ne demektir? Demek ki, bir kadın beyinden üç gün ayrı kalabilir;dördüncü gün ise sıra kendisine gelir. Bundan anlaşılıyor ki, onu yalnız başına uzun müddet bırakmamalı, hiç olmazsa dört günde bir yalnızlıktan kurtarmalıdır. Şayet dört günden de azına muhtaç olsalardı, erkeklerin dörde kadar evlenmelerine müsaade çıkmazdı.

– Bu cevap, önceki teşhisten de orijinal! diyen Halife Hazret-i Ömer, bu defa Kâ’b’a gözünü dikerek konuştu:

– Ey Kâ’b, hemen yol hazırlığına başla. Çünkü sen şu andan itibaren Basra Kadısısın! Tayinin yapılmıştır.

Genç adamın ifratını böylece vasata getiren Kâ’b, vefat edinceye kadar Basra Kadılığında kalmıştır.

48 Hamilelik döneminde cimada (cinsel ilişkide) bulunmak caiz mi?

Hamileliğin devamı süresince ilişkide bulunmak helaldir. Çünkü doğum öncesinde ilişkiyi yasaklayan açık bir ilahi buyruk yoktur. Eşler, aralarında zararsız bir ilişki metodu geliştirebileceklerinden, yasağın olmaması da tabidir.

Ancak, hamile eşin özel durumu sebebiyle belirli sürelerle de olsa tıb bilginlerinin yasaklayacağı ilişkiyi, dini bir yasak şeklinde değerlendirebiliriz. Değerlendirmeliyiz de. Zira Allah'ın ve peygamberlerinin bildirileri ve kesinlik kazanmış hususlarda tecrübeye, daha genel bir ifadeyle ilim verilerine uymak, İslami bir kuraldır.

Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir.

49 İslam dininin birden fazla kadınla evlenmeye izin vermesini tenkit edenlere nasıl cevap vermeliyiz?

İslam dini Arabistan Yarımadasına yayıldığı sırada, bir kısım cahiliye adetleri de bütün tesirleriyle hükmünü icra ediyordu. İslamiyet bunlardan bazılarını tamamen kaldırıyor, bazılarını mutedil hale getiriyordu. Bunlardan birisi de Cahiliye dönemindeki sınırsız kadınla evlenme meselesi idi. İslamiyet gelmeden önce Arap Yarımadasında erkekler, sayı tahdidi olmaksızın, istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi.

İşte Kur'an-ı Kerim bu cahiliye adetine bir sınırlama getirdi. Azami olarak dörde kadar evlenebileceğini açıkladı. Cenab-ı Hak buyurdu:

“Eğer hanımlarınız arasında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sadece bir tane ile yetinin.”(1)

Buna göre, birden fazla evliliği Kur'an tesis etmedi. Ancak daha önce sınırsız olan adedi sınırlandırdı. Mesela Giylan ismindeki Sahabi Müslüman olduğu zaman on hanımla evli idi. İslamiyeti kabul ettiğinde dörtten fazlasını boşadı.

İslamiyet her ne kadar birçok kadınla evlenmeye müsaade etmişse de, bir tek kadınla evlenmeyi esas olarak kabul etmiştir. Birden fazlasına müsaade “ahlaki ve sosyal zaruretler” haline tahsis edilmiştir. Bu durumda kadınlar arasında adaletin şart olduğu açıklanırken ruhi temayüllerde eşit davranmanın pek mümkün olmadığına dikkati çekilmiştir:

“Ne kadar isteseniz, kadınlar arasında adaletli davramaya güç yetiremezsiniz.”(2)

Cenab-ı Hak bir ayette adaleti emrederken, diğer ayette de insanların hanımları arasında adaleti gerçek manada gerçekleştiremeyeceklerini açıklaması, birden fazla kadınla zaruret olmaksızın evlenmemeye işaret içindir.

Tarihin her devrinde milletler arasında ortaya çıkan kanlı savaşların acımasız tesiriyle erkek nüfusu azalıp, kadın nüfusu bir kaç misli artar. Böyle bir durumda bir erkeğin bir kaç kadını koruması bir vazife olur. Türkiye, Birinci Dünya, Almanya da İkinci Dünya Savaşından sonra bunu yaşamıştır. Almanya'da İkinci Dünya Savaşından sonra kadınların sayısı erkeklerin üç katı kadardı. Alman milleti şiddetli bir sosyal dengesizlik tehlikesiyle yüz yüzeydi. Çünkü kadınların hemen hemen üçte ikisi çaresizlik ve kimsesizlik içinde bulunuyordu. Böylece Almanya hükümeti bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine imkan tanımak zorunda kalıyordu. Bir Alman Profesör, Alman kadının kurtulması için İslamın bu ruhsatını kabul etmekten başka çare olmadığını ısrarla belirtiyordu.

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki durumunda olduğu gibi, şayet bir topluma bir erkeğe karşı üç kadın bulunsa, problemin halledilmesi için üç durum söz konusu olur:

1. Her erkek bir kadınla evlenecek ve her üç kadından ikisi aile hayatını, çocuk sevgisini, annelik şefkatini tadamayacaktır.

2. Her erkek bir kadınla evlenecek ve diğer kadınlarla gayrimeşru münasebetler kuracak; kadın bu durumda yine aile hayatını, annelik şefkatini ve çocuk sevgisini tadamayacaktır.

3. Bir erkek birkaç kadınla evlenecek, meşru daire dahilinde aralarında adalet prensiplerine riayet ederek haysiyet ve şereflerini koruyacak, vicdani rahatsızlıktan kurtaracaktır. Toplum da cinsiyet ve nesep karmaşasından kurtulmuş olacaktır.

Akl-ı selim sahibi her insan üçüncü şıkkı kabul eder. Çünkü insan fıtratı bunu gerektirir.

İslam'ın dörde kadar kadınla evlenmeyi bir ruhsat olarak göstermesinin insan fıtratına, akla ve hikmete uygun olduğunu açıklayan Bediüzzaman şöyle diyor:

“Dörde kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden dörde indirmiştir. Bahusus taaddütte öyle şerait (şartlar) koymuştur ki, ona müraat etmekle (uymakla) hiçbir mazarrata müeddi olmaz (hiçbir zarara sebep olmaz). Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Alemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.” (3)

Kaynaklar:

1. Nisa, 4/3.
2. Nisa, 4/129.
3. Münazarat, s.69.

50 Gelinlik giymek caiz midir? Nikah merasiminde gelinlik giyilebilir mi?..

Müslüman kadının nasıl örtüneceği, namahrem erkeklerin yanına veya sokağa çıktığı zaman nasıl bir örtü takınabileceği Kur'an-ı Kerim'de açıkça bildirildiği gibi; hadis-i şeriflerde, sahabe hanımların tatbikatlarında belirtilmiş, gösterilmiştir. Bilineni bir tekrardan öte, bir tespit bakımından bu husustaki ayetlerin mealini verelim:

“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine cilbab (örtü) almalarını söyle. Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Bununla beraber Allah bağışlar ve merhamet eder.”(1)

Bu ayetle birlikte,

“İslam'dan önceki Cahiliye kadınlarının yaptığı gibi süslerinizi göstererek ve görünmek için dışarı çıkmayın.”(2)

Nur Suresinin 31. ayet-i kerimesindeki, “kendiliğinden görünenleri müstesna, süslerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerinden iyice bağlasınlar” ifadeleri mü'min kadınların nasıl giyineceklerinin birer ölçüsüdür.

İlk ayette geçen “cilbab” kelimesini, müfessirler, "vücudu baştan aşağı örten dış kisve, elbisenin üzerinden giyilen dış kıyafet" olarak açıklarlar.(3)

Dikkat edileceği gibi, Ahzap Suresinin 59. ayetinde kadınların mahrem yerlerini örten elbisenin dışında bir de sokağa çıkarken ayrıca giyecekleri bir örtünün giyilmesinin gerektiği ifade edilmektedir. Gerçek manada tesettür ancak bu şekilde mümkün olmaktadır. Yoksa, ev içinde kadının mahremleri arasında giydiği elbise ile dışarı çıkması, Kur'an'ın istediği şekilde bir tesettür değildir. Bu örtünün adı ne olursa olsun, esas olan bedeni bütünüyle örten bir dış örtü olmasıdır.

Zaten sahabe hanımların, ayet iner inmez nasıl örtündükleri de bu şekle müşahhas bir misal olmaktadır. Peygamberimizin bahtiyar hanımlarından Ümmü Seleme Hazretleri, bu ayet nazil olduktan sonra Ensar kadınlarının "üzerlerine siyah örtüler alarak, başları üzerinde kuşlar varmışçasına tam bir edep ve sükunet içinde" dışarı çıktıklarını söylemektedir.

Ayet-i kerimenin sonunda “Allah bağışlar ve merhamet eder.” denmektedir. Bu bağışlama, kadınların bu ayet inmeden önceki cahiliye âdeti üzerine giyiniş şeklini içine almaktadır.

Mü'min hanımların, ince dokunmuş, altlarını belli edecek şekilde elbise giymeleri de tesettüre aykırı bir giyim şeklidir. Bir seferinde Beni Temim kabilesinden bir grup kadın Hz. Aişe'nin yanına gelirler. Üzerlerinde ince elbiseler vardır. Bu durumu gören Hz. Aişe, “Nur Suresine inanan mü'min bir kadın, bu şekilde giyinemez.” diye hatırlatmada bulunur.(4)

Gelinlik giymeye gelince, herkesin bildiği gibi gelinlik; manto, elbise, pardesü gibi içeride ve dışarıda giyilen alışılmış kıyafetlerden değildir. Belli bir zamanda giyilmek üzere özel olarak hazırlanmış bir kıyafettir. Maksat, gelini daha cazip hâle getirmektir.

Gelinin vücut hatlarını örtmeyecek kadar şeffaf, başı, kolları ve diğer yerlerini kapatmayacak ölçüde dikilmiş gelinliklerin tesettür yerine geçmeyeceği açıktır. Kadın ve erkeklerin karışık olarak bulundukları nikâh salonlarında ve düğün merasimlerinde dinen bu tarz gelinliklerin giyilemeyeceği bellidir.

Ancak böyle gelinliklerin sırf hanımlar arasında yapılan merasimlerde, erkeklerin bulunmaması şartıyla giyilmesi caiz olabilir. Buna rağmen bu meselede hassas olan kimselerin böylesine tesettür ölçüsünden uzak gelinlikleri giymemeleri uygun olur.

Gelinlik giymekte arzulu olanlar tesettürü yerine getiren gelinlikler giymek şartıyla merasimlerde ve törenlerde bulunurlar. Dini hassasiyet taşıyan aileler zaten bugün düğün merasimlerinde de kadın ve erkeklere farklı salonlarda ağırladıklarından, muhtemel mahzurlar da böylece ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Kaynaklar:

1 Ahzab Suresi, 59.
2 Ahzab Suresi, 33.
3 Hak Dini Kur'an Dili, 6: 3927.
4 Tefsir-i Kurtubi, 14: 244.

(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)

51 Mehir, erkek tarafından kadına sadece boşandığı zaman mı verilir?

Mehir, nikâhın sahih olmasının şartlarından değildir. Yani mehir olmadan, mehri şart koşmadan da nikâh akdi yapılabilir. Nikâh kıyılırken mehri belirtmek de şart değildir. Bunun için mehirsiz evlilik sahihtir. Mehir nikâhın şartlarından değildir, ama nikâhın hükümlerindendir.

Mehrin nikâhın hükmü olmasının mânâsı şudur: Nikâh kıyıldıktan sonra kadın erkekten mehir almayı hak eder. Yani mehir, evliliğin üzerine terettüp eden bir neticedir. Şayet belli bir miktar belirlenmişse (mehr-i müsemmâ), belirlenen miktarı; belirlenmemişse mehr-i misil olarak bilinen, kızın akran ve emsâli kadınların almış oldukları mehir miktarını hak eder. Her iki şekildeki mehri erkeğin vermesi vaciptir. Bunun delili şu âyet-i kerimedir:

“Nikâhladığınız kadınların mehirlerini seve seve verin.” (Nisâ, 4/4)

Bu meseleye güzel bir örnek olması bakımından şu hadis-i şerifi zikredelim:

Ukbe bin Âmir anlatıyor: 

Resulullah (a.s.m.) bir adama şöyle dedi:

“Seni falanca hanımla evlendireyim mi?”
Adam, “Evet” dedi.
Kadına da “Seni falanca erkekle evlendirmemi kabul eder misin?” sordu.
Kadın “Evet” dedi.

Onları birbiriyle evlendirdi. Adam kadınla zifafa girdi. Ama herhangi bir mehir tespit edilmemişti. Bir süre sonra adama ölüm vakti geldiğinde şöyle dedi:

“Resulullah (a.s.m.) beni falanca kadınla evlendirdi. Ona herhangi bir mehir tespit etmemiştim. Başka bir şey de vermedim. Şimdi ona mehir olarak Hayber’deki hissemi veriyorum.”

“Kadın o hisseyi aldı ve yüz bin dirheme sattı.” (Ebû Dâvud, Nikâh: 32)

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar) 

52 Bir kadın çocuğuna ve kocasına bakmak zorunda mıdır?

Evli kadının evinde oturması, mutat ev işlerini yapması ve çocuklarının eğitim ve bakımıyla uğraşması, itaat kapsamına girer. Diğer yandan erkeğin meşru isteklerini yerine getirmesi, aile huzur ve düzenini bozacak davranışlardan sakınması gerekir.

Kadının kocasına itaat yükümlülüğünün delili ise ayet-i kerimede şöyle beyan buyurulur:

"Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır." (Bakara, 2/228)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyuruyor:

"Bir kadın kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse cennete girer.” (Tirmizi, Rada, 10; İbn Mâce, Nikah 4)

Bugün insanların planlarını hep dünya ile sınırlandırmaları sıkıntıya yol açıyor. Hâlbuki asıl yaşanılacak gerçek hayat ahirette ve cennettedir. Ahiret hayatı takva sahipleri için daha hayırlıdır.

Koca, eşinin görüşüp görüşmeyeceği kişi veya aileleri belirleme hakkına sahiptir. Meşrû mazeretlerin dışında kadın izinsiz olarak dışarı çıkmamalıdır. Ancak eşlerin birbirine güveni tam olur ve aile çevresi güvenilir durumda bulunursa, koca eşine serbestlik verebilir.

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümadan rivayet edildiğine göre:

“Bir kadın Allah'ın Elçisine gelerek; 'Ey Allah'ın Rasulü! Kocanın karısı üzerindeki hakkı nedir?' diye sordu. O da 'Kadının kocasının evinden izinsiz çıkmamasıdır.' dedi. 'Çıkarsa ne olur?' sorusuna Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem 'Allah'ın rahmet ve gazap melekleri bu kadına tövbe edinceye kadar lanet eder.' dedi.” (Ebu Davud Tayalasi, Müsned, 3/457, H.No: 1063)

Kadının eve bağlı olması, onun oraya hapsedildiği ya da kafes arkasına, dar bir alana sıkıştığı anlamına gelmez. Kadın için evi en hayırlı yerdir. Evi onun mescidi, huzur ve mutluluk yuvasıdır. Kadın örtülmesi gerekli bir varlıktır. Evden dışarı çıkınca şeytan gözünü ona diker. Kadın için Rabbinin rahmetine en yakın olduğu yer evinin içidir.

Bu dünyada kadın eve hapis oluyor, diyen anlayış sahiplerine sormak gerek: Cehenneme hapsolması ile eve hapsolması arasında hangisi hayırlıdır?

Bu durum kadının evden dışarı çıkınca tesettüre riayet etmesini gerektirir. Çünkü kadının örtünmesi kadın için bir koruyucu perde vazifesi görür. Kötü niyetli bakışları kırar. Kadın, kendi iffetini koruduğu gibi, kocasının bulunmadığı zamanda onun şeref ve namusunu, evini, malını ve çocuklarını koruması gerekir. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor:

"Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız hoşlanmadığınız kimselere yataklarınızı çiğnetmemeleri ve onları evinize sokmamalarıdır.” (İbn-i Mace, Nikâh 3)

Kadın kocası ile iyi geçinmeli, koca da eşine karşı daima iyi muamele etmelidir. Eşlerin birbirlerine eziyet etme ve zulüm yapma hakkı yoktur.

Muaz bin Cebel radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Dünyada bir kadın kocasına eziyet ederse, o erkeğin kıyamet gününde eşi olacak olan Huri eziyet eden kadına şöyle seslenir: Allah seni helak etsin, bu adama eziyet etme, o dünyada senin misafirindir. Yakında senin yanından ayrılıp bize kavuşacak." (Tirmizi, İbn-i Mace, Aile İlmihali, Prof. Dr. Hamdi Döndüren)

Kadın Kocasına Yemek Yapmak Zorunda mıdır?

Kadının yiyecekleri, elbisesi, oturacağı yerden ibaret olan nafakası, meşrû şartlar dâhilinde kadının nikâhlı kocasına aittir. İsraftan sakınmak gerekir. Zira Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Kocanın malından, iyilikle sana ve çocuğuna yetecek kadar al.” buyurmuşlardır.

Hanımların yemek ve ekmek pişirmesi, elbise yıkaması, oda süpürmesi, ev işlerini tertip ve düzenlemesi, kocasının yükünü hafifletmeye çalışması ahlaki birer görevdir ve şerefli bir hizmettir. (Hukuku İslamiyye Ö. N. Bilmen 2/483)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem kızı Fatıma'ya: "Kızım sen ev işlerini, Ali de dış işleri görsün." buyurdu.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem her şeyde olduğu gibi aile hayatında bize en güzel örnektir. Bu günkü aile sıkıntılarımızın başında Kur'an ve sünnetten ayrılmamız gelir.

Anne Çocuğu Emzirmeye Zorlanır mı?

“Çocukların, annelerinin nafakaları ve elbiseleri kendileri için çocuk doğurdukları (kocaları) üzerinedir." (Bakara, 2/233)

Bir anneye doğurduğun çocuğu emzir diye cebrolunmaz. Ancak çocuk anasından başka kadınları emmez ise cebrolunur. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de:

"Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler...” (Bakara, 2/233)

ayet-i kerimesi, kadınların çocuklarını emzirmelerine delildir.

Annesi çocuğunu emzirmediği müddetçe babası ücretle bir sütanne tutup, annesinin yanında çocuğu emzirir. Zira çocuğu koruma ve terbiye etme hakkı annenindir.

Çocuğunu emzirmek, anne üzerine diyaneten lazımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de geçen, "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler." ifadesi haber sigası ile tekitli emirdir.(Mevkufat 1/597)

Kadın Eşinin Ailesine İyi Davranmalı

Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de, eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ, "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 55/60) buyuruyor.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:

"İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olandır." (Buhari, Mağazi 35)

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16)

"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58)

Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır.

Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur." diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır.

Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar.

Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Masiyette hiç kimseye itaat gerekmez.

Diğer taraftan, herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlardan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan aklıselim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever.

53 Tüp bebekle çocuk sahibi olmak caiz midir, şartları nelerdir?

1. Tüp Bebek Nedir?

Çocuksuz ailelerde anne adaylarından elde edilen en az 7-9 yumurta hücresi baba adayının spermleri ile laboratuar koşullarında döllenir ve yine laboratuar koşullarında embriyoların gelişmesi için üç gün beklenir. Elde edilen embriyolardan iki ile üçü rahme yerleştirilir. Bu işlem başarılı bir gebeliğe yol açarsa, hazırlanmış olan diğer embriyolara ihtiyaç kalmaz. Bu embriyolar çiftlerin isteği doğrultusunda, daha sonra kendileri için başka bir gebelikte kullanılmak veya başka evli ve çocuksuz çiftlere bağışlanmak üzere veya kök hücre geliştirmek üzere dondurulmaktadır.

Tüp bebek (IVF) uygulamasının safhaları şunlardır:

a. Anneye birtakım hormonlar aşılamak suretiyle yumurtalıklar uyarılarak birçok yumurta elde edilmekte,

b. Anne yumurtalığından alınan yumurtalar ile babadan alınan erkek tohum hücreleri (sperm) karşılaştırılarak laboratuarda döllenmekte,

c. Birçok blastocist elde edilmekte,

d. Laboratuvar’da hazırlanmış birkaç tane blastocist anne rahimine konmakta,

e. Eğer anne hamile kalırsa diğer blastocistler yok edilmekte, ya da araştırmalarda ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmakta,

f. Anne veya babanın çocuk yapma kabiliyeti yoksa, başka kadın veya erkeklerden sperm veya yumurtalık elde edilmekte,

g. Anne rahmi uygun değilse taşıyıcı anne bulunmaktadır.

Şimdiye kadar hemen hemen bütün İslam âlimleri, normal yoldan çocuk sahibi olamayan eşlerin, kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarıda döllenerek kadının rahmine yerleştirilmesi ya da kocanın sperminin mikroenjeksiyon yöntemiyle hanımının rahmine ulaştırılarak çocuk sahibi olmalarının caiz olacağına; tüp bebek uygulaması belirlenen bu standartların dışına çıkıldığı ve araya yabancı unsur sokulduğu; yani sperm, yumurta ve rahimden biri karı-koca dışında başka bir şahsa ait olduğu takdirde caiz olmamaktadır. Çünkü meşrû bir çocuğun, gerek sperm ve yumurta, gerekse rahim bakımından nikâhlı karı-kocaya ait olmasında İslam Dini’nin genel prensipleri bakımından zaruret vardır.

Ancak tüp bebek yönteminde birden fazla blastocist üretilmesi ve bunlardan bir kısmının ana rahmine konması ve diğer blastocistlerin yok edilmesi yada araştırmalarda ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılması, tüp bebek konusunu dini açıdan yeniden tartışılır hale getirmektedir. Çünkü sperm ve yumurtanın döllenmesinden itibaren, oluşan zigotu insan olarak kabul eden bilim adamları bulunmaktadır. Buna göre insana ilk anından itibaren bir birey olarak saygı duyulmalı, hukuki hakları tanınmalı ve ihlal edilmemelidir.

Bu sakıncayı giderebilmek için, tüp bebek uygulamasında eğer mümkünse ihtiyaçtan fazla yumurta döllenmemeli ve bunlar ilmî-teknolojik imkânlarla korunmalı, sadece ihtiyaç duyulan yumurtaların döllenmesiyle yetinmelidir. Aksi takdirde fazla aşılanmış yumurtaların imha edilmesi dini yönden sakıncalı olacaktır.

Katolik kilisesi de tüp bebek uygulamaları sonunda elde edilen kök hücrelerin itlafını kabul etmemektedir.

2. Yumurta / Sperm Dondurulması ve Bağışı

İlk olarak spermin başarıyla dondurulup çözülmesinin ardından embriyonun da dondurulmasına başlandı. Nitekim dondurulmuş ve çözülmüş insan yumurtasından elde edilen ilk gebelik 1986 yılında Chen tarafından gerçekleştirildi. Bu ilk başarıdan sonra dünyada birçok merkezde yumurta dondurma teknolojisinin geliştirilmesi için çalışmalar yapıldı. Yumurta büyük ve kompleks bir yapı olduğundan düşük ısılara karşı çok hassastır. İlk çalışmalarda olgun olmayan yumurtaların dondurulması önerilirken, bugün yapılan çalışmalarda olgun olan yumurtaların dondurma işlemine daha dayanıklı olduğu gösterilmiştir. Yumurta, toplama işlemi sonrasında yumurtalar etrafındaki hücrelerden temizlenir ve normal olan olgun yumurtalar dondurulur. Dondurma işlemi esnasında ısının hangi hızla azalacağı, hangi koruyucu maddenin kullanılacağının seçilmesi çok önemlidir. Yumurta dondurma işleminden sonra, dondurulmuş yumurtalar sıvı nitrojen içerisine (-196°C) konulur. Sıvı nitrojen içerisindeki yumurta genetik olarak uzun süre bozulmadan kalabilir. Yumurta dondurma çözme sonrası doğan bebeklerde bir sakatlık görülmemiştir. İlk zamanlarda çözme işlemi sonrasında yüzde 60 yumurta canlı kalırken günümüzde bu oran yüzde 80-90’lara ulaşmıştır. Aynı zamanda, yumurta çözme işlemi sonrasında başlangıçta düşük olan döllenme oranları mikroenjeksiyonun kullanılmaya başlamasıyla birlikte artmıştır. Bu işlemler artık çok sık yapıldığı için konuyla ilgili banka terimi kullanılmaktadır. Bu nedenle sperm ve yumurta bankalarının yanı sıra, günümüzde embriyo bankalarından da söz edilmektedir.

Yumurtaları alınıp dondurularak saklanan kadınların ileride iyileşmeleri durumunda bunlar yine kendilerine verilecekse bu durum dini açıdan bir sakınca teşkil etmez. Ancak bu yumurtaların başka kadınlara nakledilmesi caiz değildir. Çünkü yumurta, kromozomlar sayesinde annenin bir takım kişisel özelliklerini/genetik şifresini taşır. Yumurta hücresi bir kadından diğerine aktarıldığında, bütün özellikleri sahip olduğu miras hakkıyla birlikte aktarılmış olmaktadır. Böylece bu nakil işlemi potansiyel olarak ileride ortaya çıkabilecek dînî, hukuki, sosyal ve psikolojik vb. bir çok problemi de beraberinde getirecektir. Bu nedenle aşılanmış yumurtaların bir başka kadında kullanılması caiz değildir.

Sperm konusuna gelince, bankaya konan sperm, erkeğin ileride kendi nikahlı eşinin rahmine, tüp bebek yöntemiyle yerleştirilip gebe kalmasını sağlamak amacıyla verilecekse bu uygulama zaruret durumlarında caizdir. Ancak böyle yapılmayıp, bankada toplanan spermler, daha sonra talepte bulunacak olan diğer kadınlara verilecekse caiz değildir. Çünkü bu işlem, zinanın yasaklanış gerekçelerinden birisi olan çocuğun nesebinin sahih olmaması, nesep karışıklığı sonucunu doğuracaktır. Onun için sperm verenin de talip olup alanın da ortak sorumluluğu vardır. Aralarında nikah bağı olmadığı için yaptıkları iş günahtır.

Kısaca sperm bankasına sperm vermek, sperm almak -nikahlı eşler arasındaki alışveriş hariç- haram olmanın yanısıra, sosyal bir felakettir. Çünkü bütün ilahi dinlerin ortak beş hedefinden birisi neslin korunmasıdır. Zinanın haram kılınmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Bu uygulama nesillerin dejenere olmasına, nesebi belli olmayan çocukların dünyaya gelmesine, sperm yoluyla stratejik amaçlı olarak bir çok hastalıkların aktarılabilme olasılığına vb. bir çok sosyal problemlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vereceği için caiz değildir. Ancak çeşitli tıbbî nedenlerden dolayı kişinin kendi spermi alınıp dondurularak daha sonra kendi nikahlı eşine verilirse bu uygulama caiz olur.

3. Kök hücre ve Tedavi Amaçlı Kullanımı Mümkün mü?

Kök hücreler hayatın temel taşları ve insan vücudunu oluşturan ana hücrelerdir. Kök hücreler, sınırsız bölünme, her türlü vücut hücresine dönüşebilme ve yeni görevler üstlenme imkân ve özelliğine sahiptir. Kök hücre araştırmaları günümüzün en önemli, aynı zamanda en tartışmalı konusunu oluşturmaktadır. Doku ve organları yenileme bağlamında ki üstün potansiyelinin yanı sıra, doku harabiyeti ve/veya kaybı sonucunda ortaya çıkan pek çok hastalığın ve bozukluğun tedavisine (sağaltımına) yönelik tıp dünyasında ve toplumda büyük beklentiler doğurmaktadır.

Kök hücrelerin bir kaynağı yetişkin kemik iliğinden elde edilen dokulardır. Ancak araştırmalar erişkin bireylerin farklılaşmış olan dokularında bulunan bu tür kök hücrelerin farklı yönlerde gelişme yeteneklerinin oldukça kısıtlanmış olduğunu ortaya koymaktadır. Beklentilere gerçek anlamda karşılık verme potansiyeli taşıyan embriyonal kök hücreler için kullanılması söz konusu olabilecek kaynaklar ise yukarıda da belirtildiği gibi tartışmalıdır. Bunlar insanda tüp bebek uygulamalarından arta kalan, kullanılmayan embriyolar ya da gebeliğin sonlandırılmasıyla ceninden elde edilen doku örnekleri olabilmektedir. Kök hücrelerinin genelde insan embriyosundan elde edilmesi bazı çevrelerce insan yaşamına müdahale olarak görülmekte, ayrıca kök hücrelerinde yürütülen çalışmaların insan kopyalamasına bir zemin oluşturması ihtimali dünya kamuoyunda insan yaşamının ne zaman başladığına dair etik, hukuksal ve yasal tartışmalara yol açmaktadır. Bu tartışmalar en yoğun şekilde Batı ülkelerinde kök hücre araştırmalarını sınırlandıran ve hatta engelleyen bir boyut kazanmış, sonuçta bu alandaki araştırmalar Güney Kore gibi gelişmekte olan ülkelere kaymaya başlamıştır.

Kök hücre araştırmalarında bugüne kadar ulaşılan nokta gerçekten gelecek için büyük umut vaat etmektedir. Kök hücre araştırmaları istenildiği doğrultuda gelişirse, bazı hastalıkların hücre düzeyinde tedavileri yapılabileceği gibi, hücre ve organların nakli için de yeni bir kaynağı oluşturabilecektir. Kök hücrelerinin üzerinde yürütülecek temel bilimsel araştırmaların yakın gelecekte klinikte tedavisi mümkün olmayan birçok hastalığın tedavisinde önemli açılımlar getirmesi beklenmektedir. Böylece, kendini yenileme ve onarma kapasitesi olmayan hücrelerin kaybına bağlı olarak gelişen hastalıklar tedavi edilebilecektir. Bunlar arasında Parkinson hastalığı, Alzheimer hastalığı, multipl skleroz, kaza sonucu oluşan felçliler ve sinir hücrelerinin yıkımı ile ilgili diğer hastalıklar, kalp krizi sonucu oluşan kalp yetmezliği, osteoartrit (kemik ve eklem iltihapları) veya çeşitli nedenlerle oluşan kıkırdak ve kemik kayıpları, kanser ve bağışıklık sistemi hastalıkları ile şeker hastalığı sayılabilir.

Kök hücreleri, bölünerek kendilerini yenileyen ve kan, karaciğer ve kas gibi özelleşmiş görevler üstlenen organları oluşturabilecek biçimde farklılaşabilen hücrelerdir. Bu hücreler totipotent (her yönde farklılaşma yeteneği olan) ve pluripotent (çok yönlü farklılaşma yeteneği olan) kök hücreleri olarak iki grupta incelenmektedirler. Embriyoda erken dönemde bulunan totipotent kök hücreleri embriyonik kök hücre olarak adlandırılır ve bunlar in vitro döllenmeyle geliştirilen, ancak ihtiyaç fazlası olan embriyolardan veya istem üzerine sonlandırılan gebeliklerden elde edilmektedir. Yine yetişkin bireylerden elde edilen, embriyonik kök hücreleri gibi topipotent ya da bir takım yöntemlerle çoğaltılabilen yetişkin kök hücreleridir. Bunlar kemik iliğinde, bebek göbek kordon kanında ve kanda bulunan ve yetişkinde de özel yöntemlerle ve belli büyüme faktörlerinin yardımı ile çoğaltılabilen ve gelişimler sonunda kan hücrelerine dönüşebilen kök hücreleridir. Embriyonik kök hücrelerden insan vücudunu oluşturan 200 farklı tipteki farklılaşmış hücreden herhangi biri gelişebilirken, yetişkin kök hücrelerinden sadece bir ya da sınırlı sayıda tipteki hücrenin gelişmesi mümkündür.

ABD, İngiltere ve Avustralya başta olmak üzere birçok ülkede embriyonik kök hücrelerin deneysel araştırmaları tamamlanmış olup, hayvanlar üzerinde uygulamaları uzun süredir gerçekleştirilmektedir. İnsanda uygulamaya ait bazı elektronik veriler olmakla birlikte, henüz bilimsel otoriteler tarafından kabul gören başarılı uygulamalar gerçekleşmiş değildir. Kök hücreleri in-vitro kültür şartlarında üretilirken, bazen istenmeyen ve organizmaya zararlı olabilecek genetik mutasyonlara uğrayabilmektedir. Buna ek olarak, kök hücre araştırmaları henüz tedavi amacıyla uygulanacak ürünleri vermekten uzak görünmektedir.

Kök hücre konusunun dini açıdan değerlendirilmesine gelince; kök hücre konusunda her geçen gün yeni şeyler öğrenmekteyiz. Öğrendikçe de geçmişte konu ile ilgili bilinenler tartışılır hale gelmiş, konunun dini boyutu da özel bir önem kazanmıştır. Ortaya çıkan tabloya göre, tüp bebek konusu dahil birçok konu yeniden değerlendirilmeye muhtaçtır.

Hıristiyanlık dünyası kök hücre konusunda fikir birliği içinde olmasa da birbirine yakın görüşlere sahiptir.

Katolik dünyasına göre, insan embriyosu değerlidir ve zigota insan muamelesi yapılmalıdır. Bunlar imha edilemez veya saklanamaz, araştırmalarda dahi kullanılamaz. Tabii ki, bedenin dışında döllenme teknolojisi olan tüp bebek uygulamasına da aynı gerekçelerle sıcak bakılmamaktadır. Bununla birlikte Kilise, yetişkin kök hücrelerinin kullanılmasına ise tam destek vermektedir.

Evangelist ve Katolik Bişoplar Kilise’ne göre, embriyonik kök hücrelerin kullanımı, oluşmakta olan çocuğu korumak için, Almanya’da kesin olarak yasaklanmıştır. Ancak Alman parlamentosunun insan embriyoları öldürülerek elde edilen kök hücrelerin belirli koşullarda ithaline izin veren kararı Evangelist ve Katolik Bişoplar kiliseleri üzerinde şok etkisi yapmış ve ceninin döllenme anından itibaren insan olduğunu ve insan hayatının koruma altında olması gerektiğini ifade etmişlerdir.

Yahudilere göre, embriyonik kök hücrede yaşamı destekleyen bir potansiyel olduğu bu yüzden bu araştırmaların devletin desteğine ihtiyaç duyduğu, öte yandan ise Amerikan halkının yaşamı veya gelecek kuşaklar için de bir tehdit oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden sıkı kontrol altında tutulması şartıyla kök hücre araştırmalarının desteklenmesi gerekmektedir. Yahudi din adamlarına göre, tüp içerisindeki kök hücre tam bir insan sayılmamaktadır ve korunması gerekmemektedir. Özetle, embriyonik kök hücre araştırmaları, insan yaşamını daha büyük başarılar için koruyor ve yaşamı tehdit etmiyorsa bunlar devam etmelidir.

Protestan kilisesi ise, insan embriyosu konusunda diğer kiliselerden farklı düşünmemekle birlikte kök hücre konusunda araştırmaların devam etmesinden yana olduklarını deklare etmişlerdir.

İslam dini ise; insan ve toplum için yararlı olabilecek her türlü çalışmayı teşvik etmektedir. Ancak bunların hukuki, ahlaki ve manevi değerler açısından problem oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini de onaylamaz. Bu alanda gerekli önlemlerin alınmasını öngörür. Esasen, teknolojinin insanlık yararı için kullanılması, bilim ve hukuk otoritelerince de savunulmaktadır. Bu itibarla, hangi şekilde olursa olsun, insana, çevreye, ekolojik dengeye ve topluma zarar vermemek kaydıyla, genler üzerinde biyolojik ve tıbbi nitelikli çalışmalar yapmak, İslam açısından bir sakınca taşımamaktadır. Hatta, İslâm, insanlığa hizmet gayesi taşıyan bu ve benzeri çalışmaları takdir ve teşvik etmektedir. Önemli olan, varılan bilimsel sonuçların insanlığın hayrına kullanılmasıdır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, İslam hukukunda dünyaya sağ gelmesi şartıyla cenin miras hakkı olduğu kabul edilmiştir. Bu gerçek 1883 yılında insan embriyosu bilimi tarafından da deklare edilmiş ve bugün de aynı kanaat devam etmektedir. Bu nedenle insana ilk anından itibaren bir birey olarak saygı duyulmalı, hukuki hakları tanınmalı ve ihlal edilmemelidir.

Bu itibarla, embriyonik kök hücreler değil de vücudumuzun organlarından alınan özelleşmiş yetişkin hücrelerinin de aynı fonksiyonu icra edebileceğine dair yapılan çalışmalar olumlu sonuç verir ve bunların tedavi amaçlı kullanımı mümkün hale gelirse, bu takdirde insan olma potansiyeli taşıyan kök hücrelerin yedek parça gibi kullanımı söz konusu olmayacaktır. Dolayısı ile tıp dünyasının bağımsız bir canlı olma potansiyeli kalmamış, özelleşmiş yetişkin kök hücrelerinin tedavi amaçlı kullanımı üzerinde yoğunlaşmaları gerekmektedir. Bunun ise, dînî ve ahlâkî açıdan organ naklinden bir farkı olmayacaktır.

Ancak, özelleşmiş yetişkin hücrelerden embriyonik kök hücrenin özelliklerini taşıyan kök hücre elde edilememesi durumunda ve başka tedavi imkanının bulunmaması halinde, ticari ve her türlü kötü amaçlı kullanımı engelleyici tedbirleri almak kaydıyla tüp bebekten arta kalan blastocistler, tedavi amaçlı olarak kullanılabilir.

4. Cinsiyet Tayini:

Erkek cinsiyetini belirleyen “Y” kromozomlu bir spermatozoid tarafından aşılanan yumurtadan erkek çocuk; “X” kromozomlu bir spermatozoid tarafından aşılanan yumurtadan ise kız çocuk doğmaktadır. Demek oluyor ki, doğacak olan çocuğun cinsiyeti aşılanma (döllenme) sırasında kesinleşmekte ve bu da yumurtaya giren spermatozoidin taşıdığı cinsiyet kromozomunun çeşidine göre olmaktadır. Çocuğun cinsiyetini tespit etmek tıp bilimine göre mümkündür.

Ancak doğacak çocukların cinsiyetinin belirlenmesi şimdiden öngörülmeyecek başka demografik ve ekolojik sorunlar ortaya çıkarabileceği cinsiyetlerin dağılımı konusunda var olan dengenin bozulmasına yol açabileceğinden, herhangi bir zorunluluk olmadıkça yapılması uygun değildir. Nitekim Asya ve Doğu ülkelerinde aileler, genelde erkek çocuk istemektedirler. Bizim toplumumuzda da durum farklı değildir. Bu da dünyadaki dengenin erkek çocuğun lehine bozulabileceğini göstermektedir. Bu ise, sünnetullaha aykırıdır. Zira Kur'ân’da,

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir. Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz o, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir.” (Şûrâ 42/49-50)

buyurularak insanların erkek veya kız olmasının Allah tarafından belirlendiği ifade edilmiştir.

Pek çok uluslararası temel metinde, örneğin Avrupa Konseyinin Biyoetik Komisyonunun raporlarında ve yakın geçmişte Kahire'de 238 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı toplantısının sonuç metninde de konu ele alınmış ve tıp dışı nedenlerle gerçekleştirilen cinsiyet seçimi uygulamaları uygun görülmemiş ve buna karşı önlem alınması gerektiği dile getirilmiştir.

Bu itibarla tıbbi bir zorunluluk bulunmadıkça cinsiyet tayinine gidilmesi dinen uygun değildir.

5. Preimplantasyon Genetik Tanı Nedir?

Preimplantasyon genetik tanıyla birkaç kez tüp bebek tedavisi yaptırıp çocuk sahibi olamamış çiftlerde gebelik şansı artırılmakta ve düşük ihtimali azaltılmaktadır. Bu uygulamayla bebekte ortaya çıkabilecek çok önemli genetik rahatsızlıkların bir bölümü embriyoların ana rahmine yerleştirilmeden önce bulunup tedavi edilmesi mümkün olabilmekte, böylece sakat çocukların dünyaya gelmesinin de önüne geçilebilmektedir. Bunun yanında bazı embriyoların imha edilmesi de söz konusu olabilmektedir.

İslam dini, insan ve toplum yararına olan her türlü çalışmayı teşvik eder. Ancak bu çalışmaların dini, ahlaki ve manevi değerler açısından problem oluşturacak ve insanlık için tehlikeler arz edecek noktalara getirilmesini onaylamaz. Zira, ahlaki ilkeler ve dini değerlerden soyutlanarak yapılan çalışmalar, insanlığa fayda yerine zarar getirir. Bu itibarla, insanlığın hayrına olan genetik araştırmalar da İslam dinince tasvip edilmekle birlikte, bu araştırmaların insan neslini ve tabiatın dengesini bozacak şekilde yapılması kabul edilemez. Embriyo, insanın maddi kaynağını oluşturduğundan, dış dünyadaki insanın sahip olduğu keramet ve itibara sahip bulunmaktadır. Bu nedenle, icbar edici bir gerekçe yokken, insan embriyosunun öldürülmesi veya deney aracı olarak kullanılması ahlaki olmadığı gibi dinen de hoş görülemez. Bundan dolayı tüp bebek yönteminde birden fazla blastocist üretilmesi ve bunlardan bir kısmının ana rahmine konması ve veya sağlıklı olanların seçilip sağlıksız olduğu düşünülenlen diğer blastocistlerin yok edilmesi ya da araştırmalarda ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılması, tüp bebek konusunu dini açıdan yeniden tartışılır hale getirmektedir. Çünkü sperm ve yumurtanın döllenmesinden itibaren, oluşan zigotu insan olarak kabul eden bilim adamları bulunmaktadır. Buna göre insana ilk anından itibaren bir birey olarak saygı duyulmalı, hukuki hakları tanınmalı ve ihlal edilmemelidir. Bu sakıncayı giderebilmek için, tüp bebek uygulamasında eğer mümkünse ihtiyaçtan fazla yumurta döllenmemeli ve bunlar ilmi-teknolojik imkanlarla korunmalı, sadece ihtiyaç duyulan yumurtaların döllenmesiyle yetinmelidir. Aksi takdirde fazla aşılanmış yumurtaların imha edilmesi dini yönden sakıncalı olacaktır. Bununla beraber döllenmiş olan fazla embriyoların itlafı, anne rahmine yerleştirilmiş olan ceninin itlafı veya diğer bir tabir ile kürtaj gibi de değerlendirilmez. Bu nedenle en başından gerekli tedbirler alındığı halde, sağlıksız olduğu tespit edilen veya anneye transfer edilemeyen embriyoların imha edilmesinden başka bir çare gözükmemektedir.

6. Kürtaj:

Henüz kırk günlük olmayan gebeliğe son verilebileceği görüşünde olan bazı fakihler varsa da, gebelik gerçekleştikten sonra, kırk günlük süre içinde de olsa, bir zaruret olmaksızın rahimdeki nutfe ve ceninin gerek ilaç, gerekse diğer etki ve işlemlerle düşürülmesi veya aldırılması (kürtaj) İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu tarafından uygun görülmemiştir. Kırk günlükten sonra ise, annenin hayatının kurtarılması dışında bir sebeple gebeliğe son vermenin (kürtajın) haram ve cinayet hükmünde olduğu unutulmamalıdır.

Sonuç olarak denilebilir ki, gebeliği önleyici tedbirlere başvurarak doğumu kontrol altında bulundurmak, istenmeyen durumlarda gebeliğe engel olmak caiz ve mümkündür. Ancak, gebelikten sonra, annenin hayatî tehlikesi gibi haklı, kesin ve meşru bir zaruret olmaksızın, düşürmek veya aldırmak (kürtaj) yolu ile bir canlının hayatına son verilmesi caiz değildir.

Çocuk sahibi olamayanların tüp bebek yöntemiyle gebe kalmaları caiz ise de, doğacak çocuk/çocuklarının daha sağlıklı olmaları düşüncesiyle embriyolardan birinin alınması caiz değildir. Kısa zamanda neticeye ulaşabilmek için bu şekilde birden fazla embriyo transferi yapılıyor. Biri tutmazsa diğeri tutsun diye. Bunun yerine sadece bir veya en fazla iki embriyo transferi yapılması ve tutmazsa daha sonra tekrar yeni bir deneme yapılması daha iyi olur. Böylece uzun zaman alsa dahi anne rahmindeki embriyoların alınmasına engel olunur.

7. Embriyo ve Anne Rahmindeki Bebeğin Hakları Nelerdir?

İslam hukukunda dünyaya sağ gelmesi şartıyla ceninin miras hakkı olduğu kabul edilmiştir. Türk Medeni Kanununda da şahsiyetin başlangıcı çocuğun sağ olarak bütünüyle doğduğu andır. Çocuk sağ doğmak kaydıyla ana rahmine düştüğü andan itibaren medeni haklardan istifade eder.

54 Hz. Ömer'in, kadınları dövmekle ilgili Hz. Peygamber'den izin aldığı şeklinde bir rivayet var mıdır?

İyâs İbni Abdullah İbni Ebû Zübâb (ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kadınları dövmeyiniz." buyurmuştu. Hz. Ömer (ra) Peygamber aleyhisselâm'ın huzuruna çıkarak: "Kadınlar kocalarını dinlemez oldular." dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) kadınların dövülmesine izin verdi. Bu defa birçok kadın Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hanımlarına gelerek kocalarını şikâyete başladılar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Birçok kadın Muhammed ailesine gelerek kocalarını şikâyet ediyorlar. Kadınlarını döven o kimseler, sizin hayırlınız değildir." (Ebû Dâvûd, Nikâh 42. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 51)

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir: O günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri ile cahiliye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile zaman zaman çatışıyordu. İslâm'ın direktifleri ile cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer alanlarında da yaşanmaktaydı. Nitekim anlamını verdiğimiz bu hadis de bunlardan birini göstermektedir. Bu durum İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice yerleşinceye ve Müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.

Allah’ın, "Kadınlarla iyi geçinin." (Nisâ, 4/19) emrine göre, onlarla iyi geçinmek için önce onlara güzel ve tatlı söz söylemek, sonra da elden geldiğince iyi ve nâzik davranmak gerekir. Peygamber Efendimiz (asm)'in ortaya koyduğu ölçüye göre insanların en hayırlısı, aile fertlerine karşı iyi davrananlar, onlarla iyi geçinenlerdir. Bu ölçüyü iyice pekiştirmek isteyen Resûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselam, "Aile fertlerine en iyi davranan kimsenin kendisi olduğunu" belirtmiştir (Tirmizî, Menâkıb 63; İbni Mâce, Nikâh 50). Nitekim,"kendisi hayatı boyunca hiçbir hizmetçiyi dövmemiş, hiçbir hanımına tokat atmamış, hiçbir kimseye eliyle vurmamıştır." Bunu on yıllık eşi Hz. Âişe (r.anha) söylemektedir. (İbni Mâce, Nikâh 51)

Resûlullah Efendimiz (asm)'in hanımlarıyla gülüp şakalaşması, akşamları zaman zaman hanımlarından birinin evinde diğer eşlerini de toplayıp onlarla birlikte yiyip içmesi, şakalaşması, Hz. Âişe (r.anha) ile -bilindiği kadarıyla- iki defa koşu yapması, Habeşlilerin gösterilerini seyretmeye onu dâvet etmesi ve hatta zaman zaman hanımlarının kadınlıklarından ve eşi olmalarından kaynaklanan sıkıntılara katlanması âyet-i kerîmede tavsiye edilen iyi geçimin en güzel örnekleridir.

Kadınlara iyi davrananların değerli kişiler, kötü davrananların ise âdî kimseler olduğu; insanın evinde çocuk gibi, fakat dışarıda erkek gibi davranması gerektiği İslâm büyükleri tarafından ortaya konmuş sağlam ölçülerdir.

"Kadınları dövmeyiniz" diye tercüme ettiğimiz hadîs-i şerîfin asıl metni: "Allah'ın câriyelerini dövmeyiniz" şeklindedir. Bilindiği gibi erkek kölelere abd, kadın kölelere câriye denir. Bu ifadesiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), herkes Allah'ın kuludur; erkekler onun kölesi, kadınlar da câriyesidir, demek istemiştir.

Köleler himâye edilmesi gereken kimselerdir. Onlar Allah’ın birer emânetidir. Dövülmedikleri gibi, kendilerine hakaret de edilemez.

Allah'ın câriyesi sayılan kadınlar da birer ilâhî emânettir. Onlara bu gözle bakılmalı ve birer ilâhî emânet gibi korunmalıdır. Görüldüğü üzere "câriye" sözü kadınları küçümsemek için değil, tam aksine onları himâye etmek için özellikle kullanılmıştır.

Peygamber Efendimiz (asm) kadınları dövmeyi yasaklayınca, erkekler onlara karşı daha anlayışlı oldular. Fakat bazı kadınlar arkalarında Peygamber (asm) desteğini görünce şımardılar. Kocalarına karşı cüretkâr davranmaya başladılar. Hz. Ömer (ra) bu hâli Resûl-i Ekrem (asm)'e arzetti. Resûlullah Efendimiz (asm) de âyet-i kerîmedeki dövme iznine bakarak, kadınların dövülmesine izin verdi.

Bu defa da erkekler aşırı davrandılar ve kadınları hırpaladılar. Kadınlar tekrar Peygamber aleyhissalatü vesselama sığınmak zorunda kaldılar ve kocalarını bir daha şikâyet ettiler. Peygamberimiz (asm) "Kadınlarını döven o kimseler, sizin hayırlınız değildir." buyurdular.

Bu olay da bize gösteriyor ki, insanoğlu aşırılıktan kurtulamıyor. Kadınlar da erkekler de orta yolu kolay kolay bulamıyorlar. Peygamber desteğini yanlarında hisseden bazı hanım sahâbîlerin erkeklere kafa tutmaya başlaması, buna karşılık kadınları dövme izni alınca, bazı sahâbîlerin fırsatı ganimet bilip ölçüyü kaçırması ne kadar ibretlidir!..

Peygamber Efendimiz (asm)'in yukarıdaki buyruklarından anlaşılan şudur: Karı kocanın iyi geçinmesi esastır. Eşlerin birbirine karşı görevini yapması şarttır. Kadının bir kusuru görüldüğünde onu dövmek yiğitlik ve erkeklik değildir.

Erkeklere verilen kadını hırpalama izni, hassas bir reçetedir. Bu sebeple gerektiğinde yeterli dozda alınacaktır.

Mizacının sertliğini bildiğimiz ve Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)'den kadınları dövme iznini bizzat aldığını gördüğümüz Hz. Ömer (ra)'in bu konuda nasıl davrandığını büyük âlim Zehebî, zayıflığına dikkat çektiği bir rivayete göre, şöyle anlatır:

Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında bir adam, davranışlarını beğenmediği karısını şikâyet etmek üzere halifenin evine gelir. Kapının önüne oturur ve Hz. Ömer'in çıkmasını bekler. Derken içeriden bir gürültü kopar. Hz. Ömer'in hanımı koca halifeye bağırıp çağırmakta ve fakat Hz. Ömer ağzını açıp da karısına tek kelime söylememektedir. Bu hâli gören kapıdaki zavallı boynunu bükerek: "Bütün şiddetine ve sertliğine rağmen, üstelik mü'minlerin emiri iken Ömer'in hâli böyle olursa, benim derdime nasıl çâre bulabilir." diye düşünür ve kalkıp giderken Hz. Ömer dışarı çıkar. Adamın arkasından:

  "Hayrola, derdin neydi?" diye seslenir. Adam da der ki: "Ey mü'minlerin emiri! Karımın kötü huylarını ve bana olan saygısızlığını şikâyet etmek üzere gelmiştim. Senin karının da sana karşı olmadık sözler söylediğini duyunca, vazgeçip geri döndüm ve kendi kendime: Mü'minlerin emiri karısıyla böyle olunca, benim derdime nasıl devâ bulacak?" dedim.

O zaman Hz. Ömer (ra) adama şunları söyledi:

"Kardeşim, karımın benim üzerimdeki hakları sebebiyle ona katlanmaya çalışıyorum. Zira o benim hem aşcım, hem fırıncım, hem çamaşırcım, hem de çocuklarımın süt annesidir. Halbuki o bütün bunları yapmak zorunda değildir. Üstelik gönlümün harama meyletmesine engel olan da odur. Bu sebeple onun yaptıklarına katlanıyorum."

Bu sözleri duyan adam: "Ey mü'minlerin emiri! Benim karım da aynen öyle." dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) adamı: "Haydi kardeşim, karına katlanmaya bak! Hayat dediğin göz açıp kapayana kadar geçiyor!" diye teselli etti. (Zehebî, el-Kebâir, s. 179).

Kadınlara iyi davranmakla ilgili bazı hadisler:

"Sizden biriniz karısını köleyi döver gibi dövmeye kalkışıyor. Belki de o akşam onunla aynı yatakta yatacaktır." (Buhârî, Tefsîru sûre (91)1; Müslim, Cennet 49)

"Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir." (Müslim, Radâ` 61)

Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi: "Yâ Resûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir?" diye sordum. Şöyle buyurdu:

"Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır." (Ebû Dâvûd, Radâ` 41; İbni Mâce, Nikâh 3)

"Mü'minlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır." (Tirmizî, Radâ` 11; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50)

"Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindar kadındır." (Müslim, Radâ` 64; Nesâî, Nikâh 15; İbni Mâce, Nikâh 5)

Sonuç:

-  Kadınlar erkeklere Allah'ın emanetidir.

-  Kadınları dövenler, dar gönüllü, sabırsız ve hayırsız kimselerdir.

55 İslamiyete göre iyi anlayışlı bir anne nasıl olmalıdır?

Saliha bir kadın, önce evinin kadını olmalı. Kocasına, akrabalarına, komşularına karşı daima saygılı ve uyumlu bir kişilik sergilemelidir.

Tutumlu olmalı, zira Allah (c.c.) israf edenleri sevmez. Evde her şeyi dikkatli ve itina ile kullanmalı. En ufak ve değersizmiş gibi görülen her şeyi değerlendirmesini ve yerinde kullanmasını bilmeli. Zenginde olsa, her şeyi bolca alabilecek imkanlarada sahip bulunsa bile, daima her varlığın bir yokluğu bulunabileceğini ve aç-yoksul insanların varlığını düşünmeli, her şeyi iktisatlı kullanmalı. Az masrafla güzel ve leziz yemekler pişirmesini bilmeli. Her konuda kocasına yardımcı olmalı, ona lüzumsuz masraf yaptırmamalı, kocasının malını ve servetini çar-çur etmemelidir.

Özellikle misafir geldiği zamanlarda mutfak sanatını iyi kullanmalı; kendi akrabaları ve dostları geldiğinde nasıl davranıyorsa, kocasının akrabalarına karşı da daima en güzel ikramı yapmaya gayret etmeli. Misafirin gelmesinden dolayı kocasına eziyet etmemeli, severek hizmet etmelidir

Kadın hareketli ve eli çabuk olmalı, uyuşuk, mıymıntı olmamalı. Kocasının olmadığı saatlerde çabucak işlerini bitirip kendisine zaman ayırmalı. Kocası işten gelmeden ona en güzel şekilde süslenip hazırlanmalı, o gelince lüzumsuz başka şeylerle oyalanmayıp, eşi ile hoşca vakit geçirmeli. Özellikle yeni evlilik aylarında, çocukları çoğalmadan böyle yaparak, kocasını eve iyice bağlamasını bilmeli, kocasının kalbine girmelidir.

Kadın cilveli, tatlı dilli, güler yüzlü olmalıdır. Eve gelen eşine sevimli bakışlarıyla, güzel davranışlarıyla onun yorgunluğunu unutturmalıdır. Bir kadın kadınlık sanatını iyi kullanmazsa, eşini evinden soğutabilir. Inatçılık kötüdür ama, kadınlarda daha da kötüdür. İnatçılık yüzünden nice yuvalar, bir hiç uğruna yıkılıp gitmiştir. Geride ise annesiz-babasız çocuklar, üzüntü ve gözyaşı, hatta bazen de kan bırakdığı olmuştur. Onun için kadın uysal olmalı, kocasıyla ve çevresiyle kolayca uyum sağlamalıdır. 0 zaman değeri anar, yuvada huzur ve mutluluk hakim olur.

Fakat bunun yanı sıra, her türlü zorlukları yenme hususunda ise azimli olmalıdır. Gelen bela ve musibetlere karşı kocasına daima destek vermelidir. Nankörlük etmemeli; varlık anında yanında olup, fakirlik ve sıkıntı anında eşini yalnız bırakmamalıdır.

Eşinden daima helal rızık istemelidir. Luzumsuz ve israf olan, eşinin maddi gücünün yetmediği şeyleri istememelidir. Çocuklarını daima helal ve hayırlı rızıkla yetiştirmeyi şiar edinmelidir. Zira ecdadımız; "Yuvayı dişi kuş yapar." sözünü boşuna söylememişlerdir. Çocuklarının hem annesi ve hem de eğiticisi olmalıdır. Onları sürekli azarlayan, döven ve babalarına şikayet eden biri olmamalıdır. Bilhassa onları seven, eğiten, sabırla onlarla arkadaş gibi oynayan bir mürebbiye olmalıdır.

Kadın evinde, özellikle de kocasının yanında ne kadar hareketli ise, sokakta bunun aksine ağırbaşlı, onurlu, ciddi ve hanımefendi olmalıdır. Haya ve edebini hiçbir zaman kaybetmemelidir; Hayasız kadınlardan daima uzak durmalıdır. Yanlış düşünceye sebeb olacak mekanlardan uzak durmalıdır. Yürümesinde, konuşmasında, bakışlarında, alışveriş ve bütün davranışlarında çok ciddi olmalıdır. Hele yürürken kadınlık belirtilerini tamamen gizlemeye çalışmalıdır. Zira Cenab-ı Hakk Nur Suresi 31. ayette;

"Kadınlar ziynetlerinin bilinmemesi ve erkeklerin dikkatlerini üzerlerine çekmemeleri için ayaklannı yere sert vurarak çalımlı ve hareketli yürümesinler."

buyurmuştur. Ozetlersek; kadın evinde dişiliğini ve güzelliğini, dışarıda ise kişiliğini sergilemelidir.

Anne ve Çocuk Eğitimi

Günümüz pedagojisi çocuk eğitiminin anne karnında başladığını söyler. Bundan dolayı annenin hamilelik döneminde yedikleri ve içtikleri, bulunduğu ortam, aldığı nefes, kullandığı ilaçlar, ayrıca bu dönemde yaşamında meydana gelen acı- tatlı olaylar karnındaki yavrunun kişiliğini ve terbiyesini şekillendiriyor.

Kişilik, insanı doğuştan getirmiş olduğu mizaç özellikleriyle, sonradan çevresi yoluyla edindiği karakterin birleşmesiyle meydana gelen bütünlüğe; terbiye ise çocuğu belli bir eğitim ile yetiştirmeye denir.

Anne ve babaya emanet olan çocuk her şeye rağmen kişiliğin ilk oluşumunu bu kutsal varlıklardan alır. Onun tertemiz ve saf olan kalbi her türlü art niyetten uzaktır.

Saflığı, duruluğu ve melekliği iç yapısında barındıran çocuk işlenmemiş bir mermer gibidir. Kimin elinde ise onun istediği şekle sokulur. Tertemiz bir toprak gibi olup hangi tohum atılırsa en iyi şekilde büyür. Bu toprağa iyilik ve güzellik eken sonuçta onu biçer.

Çocuğun içinde bulunduğu ortam onun karakterinin oluşmasını sağlar. Şayet çocuğun iyi bir insan olması isteniyorsa, kendisine örnek olacak insanların çok iyi birer temsilci olmaları gerekir. Ve çocuğa daha küçük yaştan itibaren iyi telkinde bulunmaları icab eder. Gerek sözle, gerekse de davranışlarla? çocuğu güzel terbiye etmek ilk önce ebeveynin tutumuna bağlıdır. Bu da ilk aylar ve ilk yaşlarda olmalıdır. Sonraya bırakmak geç olabilir.

Çocuk daha ilk yıllardan itibaren çok iyi öğrenmeye başlar. Bu öğrenme daha ziyade taklitten ibarettir. Fakat çocuk gördüğü ve algıladığı şeyleri kolay kolay unutmaz. Öğrendikleri tıpkı taşın üzerine kazılan yazı gibidir.

Çocuğun temiz fıtratlı, şahsiyetli ve terbiyeli olmasını isteyen anne babalar, önce ona temiz ve güzel bir ortam hazırlamalı. Tohumun iyisi, güzel ve bakımlı toprakta meyveye dönüşür. Anne-babalar çocuğun terbiyesine ve bakımına hazır olmadan beşiği, odayı hazırlamamalı. Anne-baba çocuğu nasıl güzel yetiştiririm derdini duymadan çocuk sahibi olmamalı.

Anne baba şunu bilmeli; insandaki güzel ve çirkin duyguların geneli çocukluk döneminde başlar. Utanma, hırs gösterme, saldırganlık, sevecenlik, güzel ahlak sahibi olma, bencillik v.s duygular bu dönemde mayalanmaya başlar çocukta. Bu ve benzeri duyguların güzel bir terbiyeye tabi tutulması çocukta sağlam bir kişiliğin kazanılmasını, ayrıca kuvvetli bir zekanın ve muhakemenin oluşmasını sağlar. Çocuk ilk hırsı yemeğe ve kardeşe gösterir. Bu sebepten çocuğa yeme içme adabı ilk verilecek terbiyelerden olmalı.

Ebeveyn çocuğun cinsiyetine göre hitap etmeli, elbiseyi alırken cinsiyeti göz önünde bulundurmalı, alınacak oyuncaklar da bu yönde alınmalı. Çocuk ilk yetişme çağında şayet ihmal edilirse ahlakı bozulur, bir sürü kötü huylar ortaya çıkar ki, bu da ileride telafisi mümkün olmayan sıkıntılar meydana getirir.

Çocuk okul çağına gelmeden ebeveyn onun eğitimiyle ilgilenmeli. Sözden çok anlamayacağından yaşanmış hikayeler ve iyi insanların hayatı örnek olarak kavratılmalı. Çocuğun güzel ahlak ile ilgili güzel bir davranışı görüldüğü zaman çocuk sevineceği bir şekilde ödüllendirilmeli. Unutulmamalı ki ödül ve mükafat çocuğu güzel davranış sergilemeye teşvik eder. Yalnız ödülün dengeli ve yerinde verilmesi önem arz eder.

Anne-baba çocuklarının gizli kusurlarını araştırırsa kusurlu bir evlat sahibi olur. Şu akıldan çıkarılmamalı; ebeveyn çocuğunun on kusurlu hareketinden dokuzunu görmezlikten gelmeli. Kusurlu davranışlar çocuğun yüzüne vurulursa zamanla çocuk çivi tutmayan bir tahtaya dönüşür. Ve yüzsüzleşir, yaptığı kötü davranışların da normal olduğuna inanır, kişiliği bu yönde gelişir. Yaptığı kusurlu davranışlar çocuğun başına kakılmadan güzel bir lisanla kendisine anlatılmalı. Şayet anne baba bu tür sorunlarla başa çıkamıyorsa yardım almalıdır.

Çocuğu sık sık aşağılama, kınama ve ayıplamadan uzak durmak gerekir. Bu tür olumsuz komutları bilinç altına toplayarak büyüyen çocuk zamanla bu tür kusurlu davranışların kendinde olduğunu varsaymaya başlayacak ve bu doğrultuda şahsiyet geliştirecektir. Belli bir süreden sonra da hem annesinin hem de babasının ikazlarını kulak ardı edecektir. Onun için ebeveyn bu tür olumsuz davranışlardan uzak durmalı, kendini yapmaya mecbur hissederse de binde bir yapmalıdır, bu yaklaşım kanaatimce daha etkili olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuk terbiyesi ve din eğitimi; çocuklara Allah'ı nasıl anlatmak gerekir?..

56 Kız çocuklarını sünnet etmek helal mi, haram mı, yoksa caiz mi? Bu konuyu kaynaklarıyla (ayet-hadis) izah eder misiniz? Bildiğim kadarıyla kızların sünnet edilmesi eski Firavunların uyguladıkları bir gelenekmiş.

Bazı toplumlarda, kızlar da erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan Müslümanların bir kısmında halen mevcuttur. Bu toplumlarda İslamiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. İslâmiyetin zuhuruyla İslâmi bir anlam kazanmıştır. Bütün İslam dünyası dikkate alınırsa, azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak görülür. (A.J. Wensinck, Hiton, IA, VlI, s. 543).

Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti rivayete göre Hz. İbrahim (as) zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hacer'dir. (Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. K. Uğan, Ankara 1954, I, 371).

Hz. Peygamber (asm), "Sünnet (hıtan), erkeklere sünnet, kadınlar için fazilettir." (Ahmed b. Hanbel, V, 75; Ebu Davud Edeb, 167; el-Fethu'r-Rabbânî, XVII, 1312) buyurur. Bu sünnet, Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre mutlak sünnet, Ahmed b. Hanbel'e göre erkeğe vacib, hanımlar için sünnettir. Şafiî erkek ve kadın arasında vucûb bakımdan bir fark görmemiştir. (el-Fethu'r-Rabbanî, XVII, 1312). Çoğunluğu hanefi olan Türklerde kadınlar sünnet edilmezler.

Ebu's-Suud Efendi kendisine yöneltilen; "Diyar-ı Arap'da avratları sünnet ederler. Bu fiil sünnet midir?" sorusuna "el-Cevap: Müstehaptır" şeklinde cevap vermiştir. (M. Ertuğrul Düzdağ, Şerhul-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972, s. 35).

Kadınların sünnet edilmesi konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı, Maşrık kadınları ile Mağrib kadınlarının fizyolojik bakımdan farklı olduklarını kabul ederek Maşrık kadınlarındaki yaradılıştan gelen fazlalık sebebiyle, sünnetle yükümlü olduklarına, öbürlerinde ise böyle bir fazlalığın bulunmayışı sebebiyle sünnetle yükümlü olmadıklarına hükmetmişlerdir.

Rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, bizzat Medine'de, kızların sünnet edildiğini ve sünnet etmeyi kendilerine meslek edinmiş kadınların bile bulunduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kızların sünnet edilmeleriyle ilgili olarak sağlığa uygun bir tarzda olması için tâlimât verdiğini de öğrenmekteyiz.

Ebû Davûd'un rivayeti şöyle: "Medine'de bir kadın (ki ismi Ümmü Atiyye'dir) kızları sünnet ediyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ona:

"Fazla derin kesme, çünkü derin kesmemen, hem kadın için ahzâ (en ziyâde haz ve lezzet vesîlesi) hem de kocası için daha hoştur." der.

Hz. Ali (ra)'den gelen bir rivayette sünnetci kadına Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in birisini yollayarak (çağırttığını) ve "Sünnet ettiğin zaman üstten hafifçe kes, fazla dipten kesme..." dediğini öğreniyoruz. Münâvi, bu hadisi şerh ederken, kadınlardaki sünnet mahallinin derin kesilmesi hâlinde, kadının cinsî arzusunun söneceği, bu nedenle de kocası ile cinsel ilişkiden nefret edebileceğini belirtir.

Bu açıklamalardan, kızların sünnet edilmesinin biyolojik yapısına göre değişebileceğini, eğer fazlalık varsa alınması daha uygun ise de, alınmamasında da dini bir sakınca olmadığını söyleyebiliriz.

57 İslam'a göre çocuk terbiyesi ne zaman başlar?

İslâm, çocuğun babası üzerindeki şu üç büyük hakkını dikkate alır:

Temiz ve ahlâklı bir annenin seçimi.
– Güzel bir isim.
– Dinî terbiye.

İslâm, henüz dünyaya gelmenin çok ötelerinde bulunan bir çocuğun, babası üzerindeki birinci hakkını, “ona temiz ve ahlâklı bir anne seçmesi” olarak tespit etmekle, çocuk terbiyesini pedagogların ve sosyologların hayallerinin dahi varamayacağı bir noktadan başlatmış oluyor. Bir erkek, müstakbel eşini seçerken bu birinci ölçüde hassasiyet gösterdiği takdirde, üçüncü görevi büyük ölçüde rahatlayacaktır.

58 Bebeğin kulağına ezan okumak dinimizde var mıdır; Peygamber Efendimiz uygulamış mıdır?

Evet, doğan çocuğun kulağına ezan okumak, bin beş yüz yıllık ümmetin uygulamalarında yer alan bir sünnettir.

Hz. Ebu Rafi anlatıyor:

"Hz. Hasan dünyaya geldi zaman Hz. Peygamber (asm)'in onun kulağına ezan okuduğunu gördüm." (Ebu Davud, Edep, 107; Tirmizî, Edahî,16; Ahmet b. Hanbel, VI/9, 291).

Hz. Peygamber (asm)'in doğan çocuğun sağ kulağına ezanı, sol kulağına da kametin okunmasını tavsiye ettiğine dair rivayetler de vardır. (bk. Gazalî, İhya, II/55; Zeynu'l-Irakî, Tahricu Ahadisi'l-İhya, İhya ile birlikte).

İlave bilgi için tıklayınız:

Yeni doğan çocuk için yapılması gerekenler nelerdir; isim koyarken nelere dikkat etmek gerekir?..

59 Kadın kocasından izin almadan anne babasını ziyaret edebilir mi? Annem açık bir bayan, namazını kılmaz; fakat benim üzerimde sonsuz emeği vardır. Eşim annemle görüşmemi yasakladı;..

Eşinizin farklı özel bir sebebi yok ise haftada bir defa annenizle görüşmenize izin vermesi gerekir. Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin (asm) vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asm) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, Edep 3) duyurur.

Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. Meselâ Resûlüllah (asm)'ın zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (Bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, (Karının dövülmesi konusunda Nisâ suresi 34. âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170,172,173; Elmalı N/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyes. 391;) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez.

Peygamberimiz (a.s.m) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımının yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)" Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163; Müsned NI/298.

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. (Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ N/52, Terc. N/129); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323. Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Mümtehine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil)]
 
Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.

Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, Mısır 1380 (1960) NI/571 vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz (asm)'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (ra) arasında iş bölümü yapması gibi.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadının eşinden izinsiz dini sohbetlere gitmek için dışarı çıkması ve kocasının malından sadaka vermesi...

60 "Ağabeyin / abinin kardeşi üzerindeki hakkı, baba hakkı gibidir." ifadesi hadis midir; açıklar mısınız?

Aile, evlilik bağıyla bağlı anne, baba ve varsa çocuklardan oluşan en küçük toplum birimidir. Bu bakımdan aile toplumun temel taşı sayılmıştır. Anne baba ve çocukların yanında nine dede, amca hala, dayı ve teyzeler de aileden sayılır.

Toplumun özü ve temeli ailedir. Milletler bir çok ailenin birleşmesinden meydana gelmiştir. Aileler ne kadar sağlam temeller üzerine kurulursa, böyle ailelerden meydana gelen toplumlar da o derece sağlam ve huzurlu olur.

İslâm dini, aile kurmaya önem vermiş, evlenmeyi teşvik etmiş ve onun korunmasını istemiştir. Yüce Allah, Nur suresinde şöyle buyurur:

“Ey müminler! Sizden bekar olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları lütfuyla zengin yapar.”(Nur, 24/32.)

Peygamber Efendimiz (asm) de, evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı teşvik etmiştir. Bu yüzden, sebepsiz yere evlenmemek hoş görülmemiştir. Gençlik yıllarını, nefsinin arzularına uyarak iyi değerlendiremeyen insanların sonları perişan olur. Böyle kimseler istedikleri makama, paraya ve şöhrete kavuşsalar bile sıcak bir aile yuvasının neşesinden, aile bireylerinin sevgi ve saygı dolu bakışlarından ve öldükten sonra iyi bir şekilde hatırlanmaktan mahrum kalırlar.

Dinimiz aileye ve aile bireyleri arasındaki ilişkilere çok önem vermiştir. İslâm’a göre aile, insanın doğup büyüdüğü kutsal bir ortamdır. Bu kutsallığın temelinde sevgi, saygı, şefkat, merhamet ve acıma duygusu vardır. Hepimizin kaldığı bir yer vardır, orası bizim yuvamızdır. İnsanların kaldıkları yerlere ev deriz. Ancak aile bireylerinin yaşadıkları yerlere yuva denir. Aile yuvalarına, aile ocağı da denilmektedir. Aile yuvası ve aile ocağı gibi deyimler, insana rahatlık ve güven duygusu veren, sıcaklığını hissettiğimiz yerler anlamında kullanılmaktadır. O halde, içinde yaşadığımız binaların maddi yapısına ev derken, içinde yaşadığımız manevi ortama da aile yuvası veya aile ocağı diyoruz.

Aile bireyleri olarak, ailemizde sevinçlerimizi paylaşır, iyi günlerimizde hep birlikte güler, eğleniriz ve sıkıntılı günlerimizde hep beraber üzülür, sorunlarımıza hep beraber çözümler ararız. Sevinçler paylaşılınca artar, sevinçlerimizi ailece paylaşarak daha çok seviniriz. Aynı şekilde üzüntülerimizi, paylaştıkça daha kolay unuturuz.

Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi, saygılı olmayı, doğayı, hayvanları, insanları sevmeyi ailemizden öğreniriz. Küçüklerimizi sevmeyi, büyüklerimizi saymayı bize ailemiz öğretir. Toplum içinde nasıl davranmamız gerektiğini, kötülüklerden nasıl korunacağımızı ailemizden öğreniriz.

Aile bir erkek ve kadın ile varsa çocuklardan oluşur demiştik, aile içinde çocukların ayrı bir yeri vardır. Dinimize göre çocuklar, anne babaya Allah’ın bir emanetidir. Çünkü, Allah çocuklar için şöyle buyuruyor:

“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür;..”(Kehf, 18/46)

diyor. Aynı şekilde, Kur’an-ı kerim’de anne-babaların şöyle dua etmesi istenmektedir:

“(Rabbimiz! Bize, gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!..”(Furkan, 25/74)

 Çocukları topluma faydalı bir insan olarak yetiştirmek, onların başta gelen görevlerindendir. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunamaz.”(Tirmizî, Birr 33.)

Aynı anne babadan ya da anne veya babaları bir olan çocuklara kardeş denilir. Kardeşler arasındaki ilişkilerin temelinde de sevgi ve saygı olmalıdır. Böylece, birbirlerini seven ve sayan kardeşler, kendi aralarında iyi geçinirler.

Kardeşler, birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçaları gibidir. Hiçbir şey, bu birliği bozmamalı, kardeşleri birbirlerinden uzaklaştırmamalıdır. Büyük kardeşler, küçükler için anne-baba gibidir. Peygamberimiz (asm),

“Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın çocuğu üzerindeki hakkı gibidir.”(İhya-i Ulumuddin, II/195)

buyurmaktadır. Bu sebeple küçükler, büyüklerine saygı göstermeli, onlara karşı gelmemeli, kırıcı söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Büyük kardeşler de, küçükleri sevmeli ve şefkatle korumalıdır. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm), bizi şöyle uyarmaktadır:

“Büyüklerine saygı göstermeyen ve küçüklerine merhamet etmeyenler bizden değildir.”(age., II/485)

Kardeşler arasında sevgi ve saygıyı azaltan sebeplerden birisi de aralarındaki kıskançlıklardır. Kıskançlık duygularının hiç bir kardeşe yararı yoktur. Bu nedenle, kardeşler birbirlerini kıskanarak hem kendilerini hem de kardeşlerini huzursuz etmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de kardeşlerin birbirlerini kıskanmalarının kötülüğü ile ilgili Yusuf suresinde, Hz. Yusuf peygamberin kıssası anlatılmaktadır.

Kardeşlerin birbirlerine karşı bir takım görevleri vardır. Çünkü kardeş demek, aynı bir vücudun iki parçası demektir. Aynı kökten gelen bir ağacın dallarına benzerler. Onun için her insan kendini nasıl severse; kendisinden bir parça olan kardeşini de aynı şekilde sevmek zorundadır.

Aynı çatı altında büyüyen kardeşler, hem kendi aralarında hem de anne ve babaları ile ilişkilerini, sevgi ve saygı üzerine kurarak, aile kurumunun devamına katkıda bulunmalıdırlar.

61 Anne babanın çocukları arasında eşit davranmaları hakkında bilgi verir misiniz?

"Hayatta olan bir kimsenin, çocuklarından bazılarına mal verip, diğerlerine vermemesi caiz midir?"

Hanefîlere göre hukuk açısından bir sakıncası yoktur, bağış geçerlidir, ancak adaletsizlik ve sebepsiz ayırımcılık yapılmış ise, ahlaki bakımdan kusur işlenmiş olur.

"Eşitlik ve adalete aykırı bağış sahih olmaz." diyen müçtehitler de vardır.

Hz. Peygamber (asm)'ın çocuk terbiyesinde ısrarla üzerinde durduğu bir husûs, eşit muâmeledir. Bu, aynı âile içerisindeki çocuklar arasında olduğu gibi, okulda aynı hocanın nezâreti altındaki çocuklar arasında da uygulanması gereken bir düstûrdur. Yani anne ve babalar çocukları arasında kızdır-erkektir, büyüktür-küçüktür, şudur-budur diye bir ayırım yapmaktan yasaklandığı gibi, hocalar da ders verdikleri talebeler arasında hür çocuğu-köle çocuğu, akrabâ çocuğu-yabancı çocuğu vs. gibi akla gelebilen her çeşit tefrîk ve ayırımlardan yasaklanmıştır.

Nûman İbnu Bişr anlatıyor:

“Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravâha:

“Bu hibeye Resûlullahı şâhit kılmazsan kabul etmiyorum.” dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şâhit kılmak için babam, beni de alarak Resûlullaha gitti.

Durumu öğrenen Hz.Peygamber (asm):

“Başka çocukların da var mı?” diye sordu. (Babamın) “Evet!” cevabı üzerine,

“Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?” diye sordu. Babam: “Hayır!” deyince,

“Allah'tan korkun, çocuklarınız husûsunda âdil olun!” dedi.

Babam oradan ayrıldı ve hibeden rücû etti.”

Bu hadîsin başka vecihlerinde, Hz. Peygamber (asm)'in şu cümleleri de sarfettiği belirtilmektedir:

“Çocuklarınızın arasını eşit tutun”, “Bunu iade et”, “Beni şâhit kılma, ben cevre (zulme) şahitlikte bulunamam”, “Bu doğru değil, ben ancak hakka şahâdet ederim”, “Buna benden başkasını şâhit kıl”, “... çocuğun senin üzerindeki haklarından biri, onlara eşit davranmandır.”

Tirmizî'nin açıklamasına göre, bu hadîsten hareketle, İslâm âlimleri, “ihsân ve atiyye”de olduğu gibi “öpücüğe varıncaya kadar” zâhire akseden her husûsta eşitliği şart koşmuştur.(1)

Ulemâ bu hükme giderken, Resûlullahın:

“Allah, öpücüğe varıncaya kadar her husûsta, çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever.”(2)

hadîsini esas almış olmalıdır.

Muallimlerin eşit davranmasıyla ilgili emir, Aleyhissalâtu vesselamın şu tâlimatından anlaşılır:

“Bu ümmetten üç çocuğun talîmini üzerine alan bir muallim, bunların zengin ve fakirini yan yana müsâvî olarak talîm etmezse, kıyâmet günü hainlerle haşredilir.”(3)

Evlâdlara eşit davranmanın gerekçesi, mevzûmuz, yani çocukları suç işlemekten koruma tedbîrleri açısından önemli ipuçları vermektedir. Yukarıda kaydettiğimiz Nûman İbnu Bişr hâdisesinde Hz. Peygamber (asm), Nûmanı, çocuklarına maddî bağışta farklı davranmaktan men ederken sorar:

“Çocuklarının sana karşı hürmet ve lütufta adâletli olmaları seni memnûn etmez mi?” Nûman:

“Evet Ya Resûllallah!” deyince:

“Öyleyse başkasını şâhit kıl!”

Bir başka rivâyette:

“Onların sana eşit bir şekilde iyilik etmeleri nasıl senin hakkınsa, senin de onlara eşit muâmelede bulunman öylece onların hakkıdır.”

Şu hâlde çocuğun babasına karşı hürmetini, kardeşlerine karşı da sevgi ve dayanışmasını korumak, aradaki “sıla-ı rahim” denen yüce bağları korumak, öncelikle bu adâletli davranışa bağlıdır.

Bu noktada şu hadîsi hatırlatmada da fayda var:

“Çocuğunun kendisine iyi davranmasında ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın.”(4)

Çocuklar arasında eşit davranmayı vâcip gören İslâm âlimleri, şöyle bir muhâkeme yürütürler:

“Eşit muâmele vâcibin mukaddemesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn hukukuna riâyetsizlik (katur-rahm vel-ukuk), dinen harâm kılınan iki husûstur. Öyle ise, bu iki harâma müeddî olan vâsıtalar da harâmdır. Çocukların birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harâma müeddî olur.” (5)

Bir başka âlim, bu adâletsizlik meselesini çok daha geniş bir buutta ele alarak şöyle der:

“Dünyâ ve âhiretin intizâmı adâlete bağlıdır. Çocuklar arasında farklı muâmele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve adâvete, ebeveyne karşı da bir kısmının muhabbeti ve diğer bir kısmının buğzuna sebep olur. Bu durumdan ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neşet eder.” (6)

Şu hâlde, gerek evde ve gerek okulda çocuklar arasında adâletsiz davranış, çocukları çok farklı cürümlere itecek bir vetîrenin başlangıcı olmaktadır. Yûsuf Sûresi bu meselede güzel mesajlar vermektedir.

Babanın evlatlarına eşit davranması her zaman için en iyi olanıdır. Ancak bir baba eşit davranmadığı zaman mesela, birine diğerinden fazla mal verse, ona haram işliyorsun denilmemeli. Nitekim, insan malından dilediği gibi helal yerlere harcama yetkisine sahiptir, hürdür. Bir kişi bir başkasına bir ev, araba veya başka bir malını verebilir. O halde neden evlatlarından birine veremesin, diye düşünmek mümkündür.

Ancak yukarıda geçen hadislerde de belirtildiği gibi, evlatlar arası kıskançlık ve kırgınlıklara sebebiyet verebilir.

Özetle söylemek gerekirse, bu konuda iki asıl görüş bulunmaktadır:

1. Babanın evlatları arasında eşit muamele yapması şarttır, yoksa günahkar olur.

2. Evlatlar arası eşit muamele istenen bir durum ise de bu konuda babayı zorlamak gerekmez. Yani eşit uygulama yapmazsa, haram işledin, denilmez. Nitekim, Peygamberimiz (asm) yasaklamamış, ancak memnun olmadığını da belirtmiş. Öyleyse haram derecesinde değildir. Mekruh yani hoş olmayan fakat caiz olan bir durumdur.

Diğer taraftan evladın baba-anaya hürmeti ve onları üzmemesi de farzdır. Eğer davranışımız onları üzecekse çok dikkatli olmamız gerekir. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Biz de ana ve baba olacağız.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuğun Anne Baba Üzerindeki Hakları...

Kaynaklar:

1. Kaynaklar ve geniş bilgi için bk. Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s.172-177
2. el-Câmius-Sağîr, II/297.
3. İbnu Sahnun, age, s.353.
4. el-Câmius-Sağîr, IV/29.
5. İbnu Hacer, Fethul-Bârî, VI/141.
6. Münâvî, Feyzul-Kadîr, V/557.

62 Yuva yıkmanın hükmü nedir?

- Kur’an’da, sihir gibi bazen küfrü de içinde barındıran bir suç mekanizmasından söz edilirken, onun çok çirkin bir vizyonu

Sihirbazlar, Harut ve Maruttan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.” (Bakara, 2/102)

mealindeki ifadeyle ortaya konmuştur. Kur’an’ın bu ifadesinden yuva yıkmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu anlamak mümkündür.

- Bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Üç kişiye Allah lanet etmiştir: Ana-babasından yüz çeviren, karı-kocanın arasına girip onları ayırmaya çalışan, bir de Müslüman toplumun arasına nifak sokmak için dedi-kodu yapmaya çalışan kimse.” (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no:43930).

63 Ailede kadının / hanımın görevleri nelerdir?

Kadının Kocasına Karşı Vazifeleri:

1. Kanaat. Çünkü kanaatkar olmak kalp rahatlığının sebebidir. Bir kadın arsızlık ve açgözlülük ederek efendisini, kendisinden ve evinden soğutmaktan sakınmalıdır. Kanaat; kafi gelecek miktar ile yetinmek tamahkarlık etmemek demektir.

2. Kocaya itaat. Peygamberimiz (a.s.m) buyurmuşlardır:

"Bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer." (İbn Mace, Nikah, 4)

3. Temiz olma. Kocanın göreceği yerlere itina ile dikkat etmek ve temizlemek. Bilinmelidir ki, güzellik ve temizliği getiren şeylerin en güzeli sudur. daima güzel kokular sürünmeli.

4. İhtiyaçların karşılanması. Kocanın yemek yiyeceği vakte dikkat etmek; uyku saatini geçirmeme. Kocanın adeti nasılsa o zamanlarda yemek ve yatağını hazırlamak.

5. Malın korunması. Kocanın mal ve eşyasını korumak, çünkü mal ve eşyayı korumak iş bilmekten geçer.

6. Akrabaya saygı. Kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmek. Çünkü kadının kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmesi, güzel idare ve tedbirden ileri gelmektedir.

7. Sır saklanması. Kadın kocasından edindiği sırrını hiç kimseye duyurmaması. Eğer duyuracak olursa, kocasının itimadını kaybeder. Kadın da ondan emin olamaz.

8. Saygı ve hürmet. Kocanın emrini yerine getirmek. Ona karşı çıkmama ve asi olmamak. Eğer ona karşı gelecek olunursa, onu kendine kinlendirip düşman yapma ihtimali yüksektir.

Ayrıca bir koca hanımını istediği şeye zorlaması da caiz değildir ve kadın bu gibi şeyleri dinen yapmak zorunda değildir. Mesela, bir kadın yemek yapmak veya kendi çocuğuna bakmak zorunda değildir. Ama ailenin huzuru ve selameti için, aile fertleri arasında karşılıklı hürmetin tesisi için, kadının meşru ve müspet olan (kendi hoşuna gitmese de) yapması elbette güzeldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Eşlerin birbirine karşı vazifeleri nelerdir?..

64 Aileden izinsiz / gizli kız arkadaş ile dini nikâh kıyılabilir mi?

aman zaman kapıldığı öfkelerle pişman olacağı şeyler yapan bir adam Efendimize gelerek sormuştu:
– Beni Cennete götürecek bir iş haber ver ki onu yapayım da Cennete gideyim! 
Efendimizin (asm) cevabı çok kısa ve net oldu.:
– Öfkeni yen, öfkene uyma, sana yeter!

Evet, öfke basite alınacak bir hal değildir. Nitekim öfkesini yenemeyen adam, tetiğe basar; bir insanı gözünü kırpmadan öldürüverir. Bundan sonrası ise ömür boyu pişmanlıktır... Öfkenin bu türlü sonucundan dolayıdır ki Efendimiz (asm) sık sık ikazlarda bulunur:

– Öfkene uyma, öfkeni yen, öfkeni yut, öfkeye götüren tahrikten uzak dur, şayet cennete götürecek bir amel sahibi olmak istiyorsan!.. diyerek, çevresine uyarılarda bulunmuştur.

Sonucu mutlaka pişmanlık olan öfke konusunda bilinmesi gereken en mühim nokta, öfkenin tek çeşit olmamasıdır.

Bazıları öfkeyi sadece sinirsel bir şiddetten ibaret zannederler. Halbuki öfkenin bir de cinsel tahrik sonucu duyulanı vardır ki, bu türlü cinsel öfke, tetiği çekip de gözünü kırpmadan adam öldürten sinirsel öfkeden daha korkunç sonuçludur.

Hatta cinsel öfkenin sinirsel öfkeden çok daha korkunç sonuçlar vereceğinden dolayıdır ki Efendimiz (asm) bu öfkeye sebep olacak tahrikçi görüntü ve çevrelerden uzak durmayı, mahremiyet sınırlarını aşmamayı, taşmamayı tenbih buyurmuş, bu konudaki ikazlarından birinde de şöyle çarpıcı bir uyarıda bulunmuştur:

– Cinsel duyguları ayaklanan insan, aklının ya tümünü ya da üçte ikisini yitirmiş insan gibidir. Yani her türlü riski göze alacak hale gelir, cinsel duyguları kabarıp isyana yönelen insan...

Evet, tek ve tenha yerlerde iki yabancının göz göze, yüz yüze gelmesi, cinsel öfkenin yavaş yavaş kabarmasına zemin teşkil etmesi demektir. Önce masumca sohbetler, sonra el tutuşup tokalaşmalar, derken bir zaman gelir ki cinsel öfkenin kabarmış dalgaları tarafları sürükleyip götürmeye başlar. Olmayacak şeyleri olur hale getirmeye bile yönelirler. Tıpkı telefondaki kızcağızın çare arayışları gibi.

Bir kızcağız telefonun öbür ucundan soruyordu:

– Okuldaki arkadaşımla gizli dini nikâh yapmak istiyoruz, ne dersiniz?..

Tepkili cevabım sert oldu herhalde.

– Ben,intiharın her türlüsüne karşıyım. Hayatının baharında bir genç kızın ailesinden habersiz gizli nikâhla hayatını baştan riske sokması, büyük ihtimalle bir intihar gibidir. Erkek için aynı derecede olmasa da kız için sonuç bundan başkası değildir.

– Çaresi yok mu bunun?

diye üsteledi kızcağız.

– Var, hem de çok kolay.

Heyecanlandı:

– Lütfen onu söyleyin hemen.

– Resmi nikâhla evlenmek. Böylece kendini ve aileni büyük bir yıkıma uğramaktan kurtarmak.

– Ama şu anda buna imkan yoktur. Ne ailem buna razı olur, ne de bizim okul ve yaş durumumuz buna müsaittir.

– Demek hem yaş, hem okul, hem de aile durumu müsait olmadığı halde, siz yine de gizlice dini nikâhla evlenmeye cesaret edebiliyorsunuz. Bu acelenin sebebi ne ola ki?

– Uzun zamandır birlikte arkadaşlık etmekteyiz. Birbirimize çok alıştık. Önümüzdeki bu manileri düşünemez hale geldik sanki. Dini nikâh yaptırmayı göze alıyoruz artık.

Evet, cinsel öfkeye girecek kadar mahremiyet sınırlarını aşıp da yabancıyla yüz yüze, göz göze yaşamaktan kaçınmamak, işte böyle sonucu düşünemez hale getirir tarafları. Ömür boyu pişmanlık duyacakları hatayı göze aldırır. Sadece kendilerini değil ailelerini de perişan hale sokarlar.

Kaldı ki, Şafiiye göre, velinin izni olmadan dini nikâh yapılamaz. Hanefi’de de, taraflar denk değilse velinin itiraz edip ayırma hakkı vardır.

Bunlardan başka resmi nikâhtan önce dini nikâh yapmak da kanunen yasaktır artık. Ama bütün bu engelleri cinsel öfkeye kapılanlar düşünemezler ki!..

65 Öz kardeş ve üvey kardeş kime denir?

Arapça’da erkek kardeşe ah, kız kardeşe uht denilir.

Ayrıca aynı kaynaktan (ayn) gelmeleri veya diğer kardeşlere nisbetle daha asıl ve önemli (ayn) olmaları bakımından ana baba bir kardeşler için benü’l-a‘yân, aynı şeyin parçaları olmaları dolayısıyla da şakīk, annelerinin birbirine kuma (alle) olması sebebiyle baba bir kardeşler için benü’l-allât, ayrı babalarından dolayı farklı şekil ve özelliklere sahip olmaları (ahyâf) sebebiyle de ana bir kardeşler için benü’l-ahyâf tabirleri kullanılır.

Buna göre, öz kardeş, ana baba bir kardeştir. Diğerleri baba bir kardeş veya ana bir kardeş olarak ifade edilir. İslam hukukunda kardeş denilince bunlar kasdedilir.

Kardeşler arasındaki akrabalık bağı, İslâm hukukunun çeşitli alanlarında karşılıklı hak ve yükümlülüklere ve bazı özel hükümlere konu teşkil eder. Sütkardeşliği de özellikle evlenme engelleri bakımından önem taşır.

Kardeşlik ilişkisinin ağırlıklı şekilde söz konusu edildiği miras hukukunda, kardeşler erkek veya kız yahut öz veya baba bir kardeş veya ana bir kardeş oluşlarına göre farklı hükümlere tâbidir.

Aile hukuku alanında kardeşlik evlenme mânileri, hidâne ve nafakayla ilgili olarak söz konusu edilir. Kur’an’da evlenilmesi yasak kadınlar (muharremât) arasında kız kardeşler, kardeş kızları, kız kardeş kızları ve ayrıca süt kız kardeşler sayılmış (Nisâ 4/23), âlimler de ister öz ister baba bir kardeş isterse ana bir kardeş olsun kardeşlerle sütkardeşi ve bunların çocukları, çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir.

Şahsın hukuku bakımından evlenmede velâyet konusunda erkek kardeşin rolü de tartışılmış, kadının velisi olarak Hanefî ve Şâfiîler baba ve dededen, Mâlikîler oğul ve babadan, Hanbelîler baba, dede ve oğuldan sonra kardeşe yer vermişlerdir.

Kardeşler arasında da önce ana baba bir, sonra baba bir kardeşler gelir. Hanefîler’in aksine diğer üç mezhebe göre nesep birliği olmadığından ana bir kardeşlerin velâyet yetkisi yoktur

Küçüğün velâyeti kural olarak babaya; bakımı, gözetimi ve terbiyesi anlamındaki hidâne hak ve sorumluluğu da anneye aittir.

Kız kardeşler arasında öncelik sıralaması genel olarak ana baba bir, ana bir ve baba bir kardeşler şeklindedir. Kadın akrabanın yokluğunda hidâne sorumluluğu asabe sırasına göre erkeklere ve bu çerçevede erkek kardeşlere geçer.

Şâfiîler kardeşler arasındaki öncelik sırasını ana baba bir, baba bir ve ana bir şeklinde belirlerken Hanefîler asabe olmadıkları için ana bir kardeşlere bu hakkı tanımaz.

Şâfiî mezhebinde nafaka sorumluluğu sadece usul ve fürû, Mâlikî mezhebinde sadece ana, baba ve çocuklarla sınırlı tutulurken Hanefîler birbirleriyle evlenmesi yasak olan bütün akraba, Hanbelîler de ashâbü’l-ferâiz ve asabe sıfatıyla mirasçı olanlar ve bu çerçevede kardeşler arasında karşılıklı olarak nafaka sorumluluğunu gerekli görürler. Erkek veya kız kardeşler birden fazla ise, bu mezheplere göre mirastaki hisseleri ölçüsünde sorumluluk yüklenirler. Hanbelîler’e göre kardeşin mirasçı olmasına engel teşkil eden daha yakın birisinin bulunması halinde (oğul gibi) kardeşin nafaka sorumluluğu kalkar.

Yargılama hukuku alanında Hanefîler kardeşin kardeşe şahitlikte bulunabileceğini kabul ederken Şâfiîler, şahitlik yapana bir menfaat sağlayıcı veya ondan zararı önleyici bir durum söz konusu olmadıkça şahitliği geçerli sayarlar. Mâlikî ve Hanbelîler’in bu konuda ileri sürdükleri bazı şartlar da genel anlamda bu yaklaşıma dayanmaktadır.

Kişinin usul ve fürûu dışındaki akrabasına zekât verip veremeyeceği konusu tartışmalıdır.

Hanefîlere göre kişi ister kendisine nafaka verme sorumluluğu taşısın ister taşımasın, bu akrabalarına ve dolayısıyla erkek ve kız kardeşlerine zekât verebilir. Diğer üç mezhepte ise kişinin nafaka sorumluluğu taşıdığı akrabasına zekât veremeyeceği belirtilmiştir.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre erkek ve kız kardeşe nafaka ödeme sorumluluğu bulunmadığından bunlara zekât verilebileceği anlaşılmaktadır. Hanbelî mezhebinde nafaka sorumluluğu için mirasçılık şartı arandığından kişi mirasçısı olduğu kimseye zekât veremez, zira ona nafaka ödemek zorundadır.

66 Birbirini seven iki genç evlenemez ve bayan olan bir başkasıyla evlenirse; bu birbirini seven, ama kavuşamayan iki insan cennette kavuşabilecekler mi? Peygamber Efendimiz (s.a.v); "Kişi sevdiği ile beraberdir." diye buyuruyor...

"Kişi sevdiği ile beraberdir."

hadisi, Allah için birbirini seven dostluklar için kullanılır. Yani bu dünyada birbirlerini Allah için seven dostlar, ahirette makamları farklı da olsa birbirleri ile beraber olmalarına mani olmadığını ifade etmek için söylenmiştir. Yani en ami bir mümin de cennette Peygamberimiz (asm) ile birlikte olabilecektir. Dünyevi ve nefsani sevgilerden dolayı orada insanlar birbirleriyle birlikte olması anlamında söylenmemiştir.

Rasulüllah (asm) Medine-i Münevvereye hicret ettikten sonra hizmetine giren, dokuz on yaşlarında bu göreve başlayıp Rasulüllah (asm) vefat edinceye kadar on yıl kendisinin yanında bulunan Enes b. Malik (ra) Medine'de olan bir olayı şöyle anlatır (Hayâtus-Sahâbe, I/406 vd, Sahabiler Ans. I/408):

Bir bedevi Peygambere (asm):
“Ey Allah'ın Rasulü “Metes - Sâatü? = Kıyamet ne zaman?” diye sordu. Bunun üzerine Rasulüllah (asm):
“Mâ adette lehâ = Kıyamet için ne hazırladın?”
“Hubballâhi ve Rasulihî = Allah ve Rasulünün sevgisini.” (Bunun üzerine) Rasulüllah şöyle buyurdu:
“Ente meamen ahbebte = Sen sevdiklerinle berabersin.” (Riyâzus-Salihîn s. 282. 45. bab; Hayatus-Sahabe II/476; Cevâhirul-Buharî, s. 408; et-Tâc V/ 80; Tefsîrul-Kurânil-Azîm II/330 (Enfal, 74. ayeti ile ilgili olarak)]

Hadisin metni Müslime aittir. Buhari ve Müslimin müşterek olduğu metinde:
“Ben kıyamet için, çok fazla oruç, namaz, sadaka hazırlamadım, fakat Allah'ı ve Onun Rasulünü çok seviyorum.” (Riyâzus-Salihîn s. 282; et-Tâc, V, 80; Cevâhirul-Buhârî, s. 408 (edep. 96)) kısmı vardır.

Enes (ra)'ın bildirdiğine göre, köylü bir Arap Medine'ye gelmiş ve bir topluluk huzurunda bu konuşma geçmiştir. Bu adam yalnız Allah ve Rasulünü sevdiğini iddia eden, fakat ameli olmayan bir kimse değildir. Buhari ve Müslim ittifakla belirttiğine göre pek fazla nafilesi olmasa da namazlarını kıldığı, orucunu tuttuğu, Allah ve Rasulünü çok sevdiği anlaşılmaktadır. Yoksa yalnız “Seviyorum!..” demekle Allah ve Rasulü sevilmiş olmaz. Rasulüllah (asm) Enes b. Malike yaptığı bir tavsiyede:

“...Kim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, beni seven de Cennette benimle beraberdir.” (Tirmizî, Edeb. 63)

buyurur. Sevgide esas, sevilenin yolunda olmaya çalışmak, hayatını sevdiğine göre yaşamaya uğraşmaktır. Yukarıda da geçtiği gibi, kişi gerçekten sevdiği kişinin dini üzerine yürüyecektir.

Bu dünyada bir kadının evlendiği eşi cennetlikse ahirette onunla evlenecektir. Ahirette kişi nefsani ve kötü hislerinden arınmış olacağı için, dünyadaki mümin olan eşi onun için en sevimli kişi olacaktır.

Bu hususta şu nokta hatırdan hiç çıkarılmamalıdır:

Cennette birlikte olacak hanımla bey, dünyadaki zaafların sahibi hanımla beyin aynısı olmayacaktır. İkisi de ayetin tabiriyle (tathir) olmuş, yani her türlü maddi manevi kirlerden kusur ve çirkinliklerden tümüyle temizlenmiş olarak Cennette birlikte olacaklardır. Hatta hayallerinde olan hanım ve bey nasıl idiyse, ikisi de aynen öyle duruma çıkacaklar, birbirlerini mutlu edecek cennet genciyle cennet hurisi görüntüsüne gireceklerdir. Dünyada var olan bazı sevgiyi gölgeleyici görüntülerden de tümüyle arınmış halde buluşacaklardır cennette...

Böylece beyin dünyadaki hanımı her manasıyla hayran kalacağı bir cennet hurisi haline geleceği gibi, hanımın dünyadaki beyi de her manada hayran kalacağı bir cennet genci haline gelecek; dünyadaki gölgeli mutluluklarını cennette gölgesiz şekilde daha ileri safhada yaşama imkanı bulacaklardır.

Bu sebeple dünyadaki sevgilerini yalnız gençlik devresine ait geçici dış güzelliğe bağlamamalılar. Yaşlandıkça gelişen, cennette ebedi hayat arkadaşlığını kazandıracak olan iman ve ahlak güzelliğine kilitlenmeliler ki, aile sevgisi ömür boyu sürmekle kalmasın, ebedi hayat arkadaşlığına dönüşme özellik ve güzelliği kazansın...

İlave bilgi için tıklayınız:

Cennette kadınlar dünyadaki eşiyle evlenmek zorunda mıdır? Sadece bir evlilik yaşamışsa, dünyadaki eşinin yerine başka bir erkek seçme hakkı var mıdır?

67 Bacak bacak üstüne atmak Allah'a saygısızlık mıdır?

Niyeti Allah'a saygısızlık olmayan kimsenin bacak bacak üstüne atması saygısızlık olmaz. Ama Allah'ın kendini her an gördüğüne inanan bir kimse, onun huzurunda elden geldiği kadar mütevazi bir tavır almalıdır.

Bugün çok yaygın olan bazı tavır ve hareketler vardır ki, dinde bunlar mezmum sayılmış, sevimli bulunmamış ve yerilmiştir. Hatta, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bunlardan bazılarını zikrederek, ellerini kalçaya koyma ve kolları arkaya atıp elleri sırtta birleştirme gibi hareketleri kibir alameti saymıştır.

Bir bacağı diğeri üzerine atmak, bir ayağı öbürünün üstüne koymak da bir kibir işareti olarak kabul edilmiştir. Ayak ayak üstüne atarak oturmak, bizim geleneğimizde ve terbiye sistemimizde hiç yoktur. Başkalarının yanında yatmak, uzun oturmak, ayaklarını uzatmak, bacak bacak üstüne atmak bizim kültürümüze uygun olmadığı gibi, birine karşı yüzdeki ekşime, bakıştaki sertlik, lüzumsuz el kol hareketleri yapmak ve dudak bükmek de bizim edep anlayışımıza çok terstir. Bir mü'min bu tür davranışlarla asla başkalarını hafife almamalı ve o manaya gelebilecek her hareketten sakınmalıdır. Bazıları, biraz dinlenmek için ayak ayak üstüne atıyor olabilirler ama Hak dostları gece yatarken bile öyle yapmamaya çalışırlar. Bazen unutarak bir ayaklarını diğeri üzerine azıcık koyacak olsalar, hemen toparlanır, “Estağfirullah Ya Rabbi, Sen görüyorken benim böyle yapmam ayıptır.” der ve kendilerine çekidüzen verirler.

Fakat, o tür hareketler, bazı insanlarda tabiat haline gelmişse, onlar da bir büyük tarafından ikaz edilmeli; doğrudan söylemek onları rencide edecekse, umumun içinde ve umuma hitap edilerek, dolaylı yoldan onların da nasiplenmesi sağlanmalı.

Ne var ki, bu hususun da istisnaları olabilir. Mesela, bazen bizim devlet büyüklerimizin başka ülkelerin temsilcileriyle görüşürken bacak bacak üzerine attıklarını ve rahat oturduklarını görüyoruz. O şekilde oturmayı kaba bulsam ve tek başımayken dahi öyle oturmasam bile, ne zaman o tabloyu görsem çok hoşuma gider. Zira, mütekebbire karşı gösterilmesi gereken tavır kibir tavrıdır. Onların gurur ve kibir ifade eden hareketleri karşısında bizimkiler de ezilmemeli, bilâkis onlardan da rahat olmalıdırlar. Hem tabiatında tevazu bulunan bir insanın bir mütekebbire karşı o şekilde davranması iradîdir ve genel karakterini yaralayıcı bir durum değildir. Zannediyorum, muhatapları saygılı davransa bizimkiler de tabiatlarının gerçek rengini ortaya koyacak ve yüksek bir edeple mukabele edeceklerdir.

Hâsılı, biz nasıl bir edebin çocuklarıysak, nasıl bir edep ortamında ve nasıl bir edep kültürüyle neş'et etmişsek onu canlandırmalı ve ona göre yaşamalıyız. Bizim kendimize ait kültür kaynaklarımız vardır. O kaynaklara bağlı olarak gelişip olgunlaşmış olan edep anlayışımız da Allah'ı hoşnut edecek, Peygamberimiz'i sevindirecek ve insanlar arasında da rahatsızlığa sebebiyet vermeyecek şekilde düz çizgili bir kültürdür ve saf bir edep telakkisidir. Biz, bir edep toplumunun ve sağlam bir kültürün çocuklarıyız. Öyleyse, tavır ve davranışlarımız bu özümüzü yansıtacak keyfiyette olmalıdır.

68 Çocuk ismi olarak "Muhammed" ismi koymak ağır gelir, salavat getirmek gerekir deniyor, doğru mudur?

"Muhammed" ismi çocuklara verilebilir. İsmin çocuğa ağır gelmesi diye bir durum yoktur.

Ayrıca çocuğa "Muhammed!.." diye seslenildiğinde, salavat getirmek de şart değildir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Aleyna ve Keziban isimleri ne manaya geliyor?

- Peygamberimiz'in künyesi "Ebu'l-Kasım" ile künyelenmenin ve "Muhammed" ismini koymanın dinen bir sakıncası var mıdır?..

69 Evladın anne baba üzerinde hakkı var mı ve evlat anne babasına hakkını helal etmeyebilir mi?

Anne babanın evlat üzerinde hakkı olduğu gibi, evladın da anne baba üzerinde hakkı vardır. Ancak anne baba hakkı daha büyüktür. Bu bakımdan hiç bir evlat anne babasına hakkını helal edememe gibi bir tavırda bulunamaz.

Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e gelerek sordu:

"Ya Resulallah! Acaba anamın hakkını ödeyebildim mi?"

Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Selem:

"Hayır! Seni karnında taşırken çektiği bir sancının, seni doğururken duyduğu tek bir acının karşılığını bile ödemiş değilsin."(2) diye cevap verdiler.

Anne ve babasına itaat eden kimseye şu müjdeler vardır:

"Bir kimse anne ve babasını kendisinden razı ederek sabahlarsa, onun için cennetten iki kapı açılır. Akşamlarsa yine iki kapı açılır. Eğer yalnız annesini yahut yalnız babasını razı ederse o zaman bir kapı açılır. Kim de anne ve babasını kızdırarak sabaha kavuşursa onun cehennemden iki kapı açılır. Akşamlarsa (aynı şekilde) yine iki kapı açılır. Eğer yalnız birini öfkelendirmişse sadece bir kapı açılır. Ana babası haksız dahi olsalar, onların gönüllerini kırmamak, karşılarında öf bile dememek lazımdır."(3)

Kim anne ve babasına itaat ederse, iyilik ve ikramda bulunursa, kendi evladı da ona itaat eder. Bu konuda bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Siz babalarınıza iyilik ediniz ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler!.."(4)

ANNE BABAYA ASİ OLANLAR CENNET KOKUSU ALAMAZ

Anne ve babasına asi olanlar, ne kadar iyiliklerde bulunurlarsa bulunsunlar, cennete girmeleri çok zor olur. Diğer taraftan onlara iyilikte bulunanlar ne kadar kötü amelde bulunurlarsa bulunsunlar, itikadı bir bozukluk içinde değilseler, eğer varsa cehennemdeki cezasını kolay geçer, cennete gider. Bu konuda bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Cennetin kokusu beş yüz yıllık mesafeden duyulur. Ancak onun kokusunu anne ve babaya asi gelen ile akraba bağını koparan alamaz!"(5)

Hazreti Musa Aleyhisselam bir gün Allah Tealâ'ya münacat ederek şöyle niyazda bulundu:

"Ya Rabbi! Acaba benim cennette arkadaşım kimdir? "

Allah Tealâ Celle Celaluhu:

"Ey Musa! Falan beldeye git, orada bir kasap vardır. İşte senin cennette ki arkadaşın odur." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Hazreti Musa Aleyhisselam o beldeye geldi ve tarif edilen kasabın dükkânını buldu. Orada oturup bir müddet kasabın hareketlerini seyretti. Akşam olunca kasap heybesine bir parça et koyup, dükkânını kapayarak evinin yolunu tuttu. Hazreti Musa Aleyhisselam kasabın yanına yaklaşarak:

"Beni misafirliğe kabul eder misiniz?" diye sordu.

Kasap da tebessüm ederek:

"Buyurun!.." diyerek Musa Aleyhisselam'i evine davet etti.

Eve varınca kasap getirdiği eti kendi eliyle pişirerek çorba yaptı. Sonra evin tavanına asılı olan büyük bir heybeyi aşağıya indirdi ve içinden gayet yaşlı bir kadını çıkardı. Kendi eliyle onu doyurdu, üzerindeki elbiselerini alıp yıkadı ve kuruttuktan sonra onu giydirdi. Sonra tekrar annesini heybeye koyup yerine astı. Tam o sırada kadının dudaklarının kıpırdadığını gördü. Musa Aleyhisselam:

"Bu kadın kimdir?" diye sordu.

Kasap da:

"Annemdir!.." diyerek cevap verdi.

Musa Aleyhisselam:

"Sen onu heybeye koyarken dudakları kıpırdıyordu. Sanki bir şeyler söylüyordu. Acaba ne diyordu?"

"O, devamlı olarak şu sözü söyler: 'Ya Rabbi! Oğlumu cennete Musa'ya arkadaş yap.' İşte bu söylediği söz onun duasıdır."

Bunun üzerine Hazreti Musa Aleyhisselam:

"Sana müjdeler olsun! Ben Musa'yım. Sen de benim cennetteki arkadaşımsın." dedi.

Bir kimse annesinin ayağını öperse, cennetin eşiğini öpmüş gibidir. Bu konuda Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:

"Kim annesinin ayağını öperse, tıpkı cennetin eşiğini öpmüş gibi olur."(6)

Ashab–ı Kiram'dan Alkame adında bir zat vardır. Bu zat bir gün çok ağır hasta oldu. Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hz. Ali, Hz. Ömer ve Hz. Bilal Radıyallahu Anhum hazretlerini onu görmeye gönderdiler. Onlar Alkâme'nin yanına vardıklarında bir de ne görsünler: Alkame'nin dili tutulmuş, bir türlü kelime–i şehadet getiremiyor.

Hemen gelerek durumu Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e anlattılar. Sahabeler, Alkame'nin durumunu gözden geçirdiklerinde onda bir kusur bulamadılar Daha sonra hanımı yüzünden annesiyle arasının iyi olmadığını öğrendiler. Bunun üzerine Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Alkame'nin annesine haber gönderdi. Kadın Peygamber Efendimiz'in huzuruna gelince Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem kadına:

"Oğlun ile dargın mısın?" diye sordu.

Kadın:

"Dargınım ya Resulullah)!" diye cevap verdi.

Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

"Oğlun çok zahmet çekiyor. Oğlundan razı olmasan bile ona hakkını helal et." dedi.

Kadın:

"Oğlum karısını bana tercih etti. Ben oğlumdan razı olamam." dedi.

Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem kadına ne tavsiye ettiyse kabul etmedi. Nihayet Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

"Nefsim yed–i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen ona öfkeli ve dargın bulunduğun sürece ne namazı ne de zekatı fayda vermez."

Daha sonra sahabelere Alkame'yi yakmak için ateş toplamalarını emretti. Bunun üzerine kadıncağız feryad edip;

"Bırakın oğlumu! Allah'ı şahit tutuyorum ki, ben oğlumu bağışladım, ondan razı oldum, ona hakkımı helal ettim." dedi.

Bunun üzerine Alkame'nin dili açıldı ve kolayca kelime–i şehadet getirerek vefat etti. Bu hadiseden sonra Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Ey Muhacirler ve Ensar topluluğu! Kim hanımını annesine tercih ederse, Allah'ın laneti üzerine olsun. Allah Teala o kimsenin ne farz ne de nafile ibadetini kabul etmez."(7)

ÖZETLE ANNE VE BABA HAKKINDA DİKKAT ETMEMİZ GEREKEN HUSUSLAR ŞUNLARDIR

* Allah Teala Celle Celaluhu isyanı ve günahı gerektiren hususlar dışında emrettikleri her konuda anneye ve babaya itaat etmek.
* Anne ve babaya nezaketle ve saygı dolu bir dille hitab etmek.
* İçeri girdikleri zaman hemen toparlanıp ayağa kalkmak.
* Sabah akşam uygun zamanlarda ellerini öpmek.
* Anne ve babanın kişiliklerini, şeref ve itibarını korumak.
* Kendi arzuladığımız şeylerden onlara da ikram edip sunmak.
* Anne ve babaya sık sık dua edip, bağışlanmalarını Allah–u Teala'dan dilemek.
* Bütün dünyevi iş ve amellerinde onların fikirlerine danışmak.
* Anne ve babanın yanında misafir bulunuyorsa kapıya yakın oturup onların verecekleri emirleri yerine getirmede acele etmek.
* Onları sevindirecek işlerde bulunmak ve memnun kalacakları işleri yapmak.
* Karşılarında yüksek sesle konuşmamak.
* Konuşurlarken onları dinleyip, sözlerini kesmemek.
* İzin vermedikleri takdirde evden çıkmamak.
* Uyudukları zaman onları rahatsız etmemeye dikkat etmek.
* Eşi ve çocuklarını onlara tercih etmemek ve her konuda onlara öncelik tanımak.
* Beğenilmeyecek bir iş yaptıkları takdirde onları kınamamak.
* Gülmeyi gerektiren önemli bir etken olmadıkça onların karşısında kahkaha ile gülmemek.
* Sofrada onlardan önce yemeğe başlamamak.
* Anne ve baba huzurunda ayakları uzatmamak, derli toplu oturmak.
* Onların önünden yürümemek, onlardan önce bir eve veya işyerine girmemek.
* Çağırdıkları zaman edeple "Buyur" deyip, hemen yanlarına gitmek.
* Anne ve baba hayatta iken de, vefat ettikten sonra da onların dostlarına saygılı olmak.
* Anne ve babasına kötülük eden kimselerle arkadaşlık yapmamak.
* Onlar için sık sık, özellikle vefatlarından sonra dua etmek. Çünkü Salih evladın ölen anne ve babasına yaptığı dualar kabul olur.

Onlara  (anne-babaya) şu şekilde dua edilmesi güzel olur:

"Ey Rabbim! Anne babam beni küçükken nasıl terbiye ettiler, besleyip büyüttülerse, sen de onlara merhamet et, geniş rahmetine kavuştur!"

Dipnotlar:

1. İsra Suresi 23–24
2. Mecmaul Adab
3. Beyhaki, İhya
4. Taberani; Terğib ve Terhib, Birr:21
5. Taberani, İhya
6. Mecmaul Adab
7. Mecmaul Adab

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuğun anne-baba üzerindeki hakları nelerdir?

70 Baba, evladını mirastan mahrum bırakabilir mi?

Dinimiz miras hukukuna büyük önem vermiştir. Gerek Kur’an-ı Kerim'de, gerekse hadis-i şeriflerde miras bırakan kimsenin durumu, nasıl hareket edeceği, mirası hak edecek kimselerin kimler olduğu, ne şekilde ve ne kadar miras alacakları teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.

Miras meselesi, ayrıca İslami ilimler arasında mühim bir mevki tutmuş, “feraiz” adıyla anılır olmuştur. Feraiz hakkında da müstakil olarak pek çok kitap yazıldığı gibi, fıkıh kitaplarında da başlı başına bir bölüm olarak işlenmiş, mirasın taksimi hususunda ince hesaplar yapılarak, yanlışlığa meydan verilmemeye gayret edilmiştir.

Miras meselesine dikkat etmeyen, bu vesileyle de mirasçılar arasında anlaşmazlıklara sebep olan kimseler, kul hakkına riayet etmediklerinden hem dini bir sorumluluk altına girerler, hem de akraba olan mirasçılar arasında devam etmesi gereken akrabalık bağına zarar verirler.

Miras meselesinde ilk önemli vazife, malını miras olarak bırakacak kimseye düşmektedir.

Hayattayken malının bir kısmını veya kıymetli tarafını çocuklarından birisine bağışlayarak, kardeşler veya diğer mirasçılar arasında bir kin ve nefretin doğmasına sebep olmak; yahut malının büyük bir kısmını sağlığındayken veya vasiyet ederek bir şahsa yahut bir kuruma bırakmak mirasçılar arasında anlaşmazlıklara, kavgalara yol açar.

Bu husustaki Kur’an emirleri çok açıktır.

“Yapılacak vasiyet ve borç ikrarı hiçbir surette mirasçıları zarara sokmaksızın yapılmalıdır. Bütün bu emir ve hükümler Allah’tan birer fermandır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, Halimdir." (Nisa, 4/12)

Bu ayeti takip eden diğer ayette ise Allah’a ve Peygamber (asm)'ine itaat ederek, Allah’ın koyduğu hudutlar içinde hareket edenlere ebedi saadet müjdesi vaad edilmektedir.

Bir hadis-i şerifte ise Peygamberimiz (asm) mirasçıları mağdur düşürecek şekilde vasiyet edilmemesini tavsiye etmektedir.(Tirmizi, Vasaya 1; İbn-i Mace, Vasaya 3)

İnanç bakımından bir insanın mirastan mahrum bırakılabilmesi için her şeyden önce, o kişinin -Allah korusun- dinden çıkmış, irtidat etmiş olması lazımdır. Yoksa bir insanın günahkâr olması, birtakım dini vazifelerini ihmal etmesi mirastan mahrum bırakılmasını gerektirmez.

Kişinin çocuklarına böyle bir ceza vermesi, müsbet bir ıslah yolu değildir.

Diğer taraftan, mirası hak edecek kimseler ne kadar varlıklı olursa olsunlar, bu zenginlikleri, onları mirastan uzak kılacak bir gerekçe olamaz.

Ancak, insan, servetinde istediği gibi tasarruf etme hakkına da sahiptir. Lakin, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bazı haksızlıklara meydan vermemesi de gerekir.

Bu meselede şu şekilde hareket etmek mümkündür: İnsan, malının üçte birinin tayin ettiği bir şahsa veya hayır kurumuna verilmesini vasiyet edebilir. Böylece düşüncesindeki hayrı yapmış olur. Geriye kalan malını da mirasçılarına bırakır.

71 Yazın deniz kenarında tatil yapmak günah mı? Deniz kenarına gidiyoruz, kadın erkek karışık denize giriyorlar. Bizim orda bulunmamız ya da eşimin orda yüzmesi doğru mu? Dinimizin tatil anlayışı hakkında bilgi verir misiniz?

Denize girmenin iki sakıncası var: Birincisi insanın kendisini namahreme göstermesi, ikincisi ise başkalarının mahrem yerlerini görmek.

Denizlerde genellikle tesettüre riayet edilmediğinden, kadın olsun erkek olsun gidilmesini tavsiye etmiyoruz.

Kadın ve erkekte örtünmesi gereken yerlere avret denir. Dört çeşit avret vardır:

l. Erkeğin erkeğe nisbetle avreti,
2. Kadının kadına nisbetle avreti,
3. Erkeğin kadına nisbetle avreti,
4. Kadının erkeğe nisbetle avreti.

Erkeğin erkeğe nisbetle avreti: Diz ile göbeğin arasıdır. Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Cumhuru ulemaya göre böyledir.

Kadının kadına nisbetle avreti, yine diz ile göbeğin arasıdır. Ne hamamda ne başka yerde diz ile göbeğin arasındaki kısma bakmak caiz değildir.

Erkeğin kadına nisbetle avreti ise yine diz ile göbeğin arasıdır.

Kadının erkeğe nisbetle avreti ise, yüz ve el müstesna bütün vücut avrettir. Bu bakımdan kadın ve erkeğin avret yerlerini açması haram olduğu gibi bakılması da haramdır. 

72 Evlenmeden önce, evlenilecek adayla görüşmede ölçüler nelerdir?

Evliliğe niyet etmek, sonsuz bir beraberlik için atılan ilk adımdır. Kişi henüz bu niyet safhasında iken meseleyi ciddîye alır, ölçülü ve mâkul davranırsa, ilerisi için sıhhatli ve huzurlu bir yaşayışın temelini atmış sayılır. Çünkü yaratılış, mizaç ve huy bakımından farklı olan değişik çevre ve muhitte yetişen iki ayrı insanın beraberliği söz konusudur.

Aile hayatının istenilen şekilde olması ve arzu edilen saadet ve huzurun temini açısından ilk teşebbüslerdeki davranışlar mühim bir yer tutmaktadır. Mesut bir yuvanın fertleri hem dünyaları, hem de dinî hayatları bakımından kazançlı kimselerdir. Geçimsiz bir evde ise, maddî ve manevî sarsıntıların her an ortaya çıkması mümkündür. İşte, yuvanın temeli atılırken, dikkatli, ihtiyatlı ve akıllıca hareket etmek lâzımdır.

Evlenmeye teşebbüs eden insan, ilk olarak araştırma ve soruşturmaya başlar. Müsait bir aday bulunca, nasıl bir insan olduğunu öğrenmek için görmek ve bazı hususiyetlerini bilmek ister. Bu hâl, şahsın bizzat kendisi tarafından yapılabildiği gibi, yakınları veya itimat ettiği kimseler tarafından da gerçekleştirilebilir. Bu meselede dinimizin gösterdiği yol ve tavsiye ettiği usûl en mâkulü ve en isabetlisidir.

İstenmeyen birtakım durumların ortaya çıkmasını baştan önlemek için, tarafların birbirlerini görmeleri istenmiş ve bu görme sünnet olarak vaz edilmiştir. Ashabdan Muğire bin Şube, bir gün Peygamberimize gelerek bir kadınla evlenmek istediğini söyler. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Onu gördün mü?" diye sorunca, "Hayır" der. Bunun üzerine Peygamberimiz,

"Git, o kadına bak. Çünkü bakman, evlendiğinizde aranızda ülfet [uyuşma, geçim] ve sevginin devam etmesi için daha uygundur."

buyururlar. Hz. Muğîre, Peygamberimizin dediğini yapar, daha sonra kadınla evlenir. Hz. Muğîre, Peygamberimizi tavsiyesi üzerine yaptığı bu evlilikten mesut olduğunu ve çok iyi anlaştıklarını söylemektedir.(1)

Yine bir başka sahabi Peygamberimize gelerek, Ensâr kadınlarından birisiyle evlenmek istediğini söyler. Peygamberimiz, ona da "O kadına baktın mı?" diye sorar.Görmediğini söyleyince Resulullah,

"Öyleyse git, o kadına bak. Çünkü Ensarın gözlerinde bir şey vardır." buyurur.(2)

Rivayetlerde Ensar kadınlarının bazılarının gözlerinin küçük veya gece körlüğüne müptelâ olduğu bildirilmektedir. Muhammed bin Mesleme'ye de Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah, bir erkeğin kalbine bir kadınla evlenme isteğini attığı zaman, artık onun o kadına bakmasında hiçbir beis yoktur."(3)

Ulemâdan Âmeş ise bu hususta şöyle demektedir:

"Hangi evlenme ki bakmaksızın ve tetkik etmeksizin olmuştur, sonu üzüntü ve sıkıntıdır."(4)

Bütün mezhep imamları evlenmek niyetinde olan kimsenin talip olduğu kadına, kadının da erkeğe bakmasının caiz olduğu hükmüne varmışlardır. Ancak, bu görüşme esnasında, kadının yanında mahremlerinin birisinin bulunması şartı aranmaktadır. Çünkü taraflar her ne kadar evlenmek niyetiyle bir araya gelmişlerse de nikâh olmadığı müddetçe birbirlerine yabancı ve nâmahremdirler. Yalnız olarak bir arada bulunmaları doğru olmaz.

Tarafların birbirlerini görmeleriyle sadece güzellik veya çirkinlikleri belli olur. Fakat, diyanet ciheti, ahlâkı ve ev hanımında bulunması gereken özellikleri ise, ya bizzat kendisi sorar veya sözlerine güvendiği bir kimse vasıtasıyla öğrenebilir. Bu meselede dikkat edilmesi gereken en mühim husus, tarafların açık fikirli ve iyi niyetli olmalarıdır. Daha işin başındayken alışkanlık ve huylarını anlatmalıdırlar. Hattâ sevip sevmediği yemeklere varıncaya kadar konuşmalarında fayda vardır. Sadece beğenilen huyların bahsedilmesi, hususî mizaç ve alışkanlıklardan söz edilmemesi, ileride bazı rahatsızlıklara meydan verebilir.

Çok kere tarafların yüz yüze konuşmaları mümkün olmaz. Bu durumda her iki adayın durumu bir başkası kanalıyla öğrenilir. Bu hususta îmam-ı Gazalî Hazretleri şu tavsiyede bulunmaktadır:

"Kadının gerek ahlâkını ve gerekse güzelliğini, ancak, doğru, basiret sahibi, iyiye kötüyü birbirinden ayırdedebilen birisinden öğrenmelidir. Kendisiyle istişare edilen kişi, istenilen kıza fazla taraftar olmamalı ki, kızın vasıflarını olduğu gibi anlatsın. Aynı zamanda bu kişi kızı sevmeyen birisi de olmamalı ki, onun iyi vasıflarını gizleyip, meziyetlerinden gereği gibi bahsetmemesi durumu ortaya çıkmasın. Çünkü insan tabiatı, evliliğin başlangıcında ve kendisiyle evlenilmek istenen kadınların vasfında ya ifrata veya tefrite meyledicidir. Bu hususta normal hareket edip, gerçeği söyleyen pek azdır. Bu sebeple, ihtiyatlı hareket etmek, hanımından başkasına gönül vermekten korkan bir mü'min için çok mühimdir."(5)

Gerçekten de çevremizde mübalağacı bazı kadınların erkeği veya kızı aşırı derece övmesi, onlarda bulunmayan vasıfları bir bir sayması büyük mahzurlara yol açmaktadır. Evlilik gerçekleşip, eşler bir araya geldiklerinde, birbirlerinde söylenenleri bulamayınca huzursuzluklar başlamaktadır. Bunun için, her şeyi olduğu gibi anlatmalı, ifrata ve tefrite kaçmamalıdır.

Dipnotlar:

1. Neseî, Nikâh: 17; tbni Mâce, Nikâh: 9.
2. Müslim, Nikâh: 74.
3. tbni Mâce, Nikâh: 9.
4. İhya, 2: 40.
5. a.g.e.

(bk. Mehmet PAKSU, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları)

73 Dargınlığın, küs durmanın caiz olduğu yerler var mıdır?

Müslümanlar arasında dargınlığın süresi en fazla üç gündür. Bundan fazlası caiz değildir. Bu nedenle kişi haklı da olsa üç günden fazla dargın kalmamalıdır. Dargın olanlardan biri diğeri ile konuşmak istediği hâlde diğeri buna yanaşmazsa, konuşmak isteyenin üzerinden mesuliyet kalkar. Konuşmak istemeyen mesul olur.

Aynı Allah’a, aynı Peygambere ve aynı mukaddeslere inanan ve iman dâvâsına gönül veren insanlar arasında kopmaz ve sarsılmaz bir bağ vardır. Bu birlik ve beraberliğin temelinde Allah rızası ve din sevgisi olduğundan, bambaşka bir yücelik taşımaktadır.

Aynı ana-babadan meydana gelen kimseler nasıl ki bu irsî bağın neticesinde kardeş sayılıyorlarsa, aynı ulvî değerlere inanan kişiler de kardeş olmaktadırlar. Çok kere, nesebî kardeşlikten daha büyük bir ehemmiyet arzeden bu kardeşlik, Yaratıcımızın bizlere bir lütfu, nimeti ve ihsanıdır. Çünkü imanın nuru kalplerde yer etmediği zamanlar insanlar birbirlerine düşmandır. Onları bir araya getiren, ancak İlâhî bir güçtür. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade buyurulur:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm'a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.”1

Bu kardeşliğin mü’minin üzerine yüklediği mükellefiyetlerin başında, birbirlerini sırf Allah için sevmeleri, gerektiğinde yardımına koşmaları, ellerinden gelen desteği esirgememeleridir. Kardeşlik rabıtasını zedeleyen kin, haset, gıybet, inat, nifak ve düşmanlık gibi çirkin ve zararlı huylara yer vermemelidir. Fakat insan nefis sahibi olduğu, “gadabiyye kuvvesi”nin icabı olan bazı duygular taşıdığı ve her zaman peşinde insî ve cinnî şeytanlar bulunduğu için, kalbdeki muhabbet hissi gölgelenmekte, yerine nefret ve düşmanlık duyguları geçmeye çalışmaktadır.

Böylesi durumlara mâruz kalındığında, aradaki mânevî değerlerin ehemmiyeti hatırlanıp, en kısa zamanda telâfisine gidilmelidir. Yoksa kalbde yer eden nokta kadar bir leke, zamanla büyüyüp, bütün kalbi kaplayabilmektedir. Böyle bir davranışta da Rabbimizin biz mü’minlere tavsiyesi şöyledir:

“Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, esirgenesiniz.”2

Ayrıca, bir kimsenin mü’min kardeşine düşmanlık beslemesi, kin tutması, haset etmesi ve ona karşı nefret duyması bir zulüm ve haksızlıktır. Bu nevi acı hallere düşmemek için de şu ifadelere kulak vermek gerekir:

“Mü’min kardeşine kin ve adavet (düşmanlık) ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan (Uhud Dağından) daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye, muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın.”3

Muhabbeti yaralayan huylara her ne kadar meydan verilmemeye çalışılsa da, insanlık hâli, birtakım sebepler yüzünden kardeşler arasında dargınlık ve kırgınlıklar olabilmektedir. Bu hususta da ümmetine ikazda bulunan Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Bir Müslümana, kardeşini üç geceden fazla terk etmesi helâl değildir. Birbirlerine karşı gelirler. O yüz çevirir, bu da yüz çevirir. Bunların hayırlısı, başta selâm verendir.”4

Bu hadisi İmam Müslim, “Dinî bir özür yokken üç geceden fazla dargınlığın haram kılınması” bâbında zikretmektedir. Hadisin şerhinde ise, “İnsan nefis taşıdığı için bir kardeşine dargın olması mümkündür, fakat bu müddetin üç günü geçmemesi gerekir. Bu üç gün içinde aradaki pürüzler yumuşayacağı ve dargınlığa meydan veren meseleler hafifleyeceği için, üç gün beklemek mubah kılınmıştır.” denilmektedir.

“Günahkâr olan kimseyle dargın durmanın caiz oluşu” adında bir bâb açan İmam Buharî ise, İslâm tarihinden bazı misaller vererek haklı bir sebep olunca, bir müddet dargın kalmanın cevazı kanaatine varmıştır. Nitekim, Tebük Gazvesine katılmayan Kâ’b bin Mâlik ve iki arkadaşıyla Peygamberimiz (asm) elli gün kadar konuşmamış ve tövbe edinceye kadar da sahabîlerin onlarla konuşmamasını istemiştir. Kâ’b hadisinin izahında Buharî Şârihi Aynî şu hükümlere yer vermektedir:

“Günah işleyen kimseye selâmı kesmek ve üç gün kendisini terk etmek ve böyle bir kimsenin de selâmını almamak caizdir.”

Aynı zat, “Günahkâr kimseyle küs durmanın caizliği” bâbının şerhinde ise şöyle der:

“Dinî suç işleyenin, durumuna ve işlediği günahın derecesine göre, onunla bir müddet dargın durmak caizdir. Eğer o kimse dinen günah sayılan büyük bir cürüm işlemişse, onunla küs durmak, ona yaklaşmamak ve konuşmayı kesmek gerekir.”5

Bu durumda, açıktan açığa, kimseden utanmadan masiyette bulunan, İslâm'ın yasakladığı kötülükleri işlemekte ısrar eden kimseyle arayı soğutmak, ona bir ceza olacağından, caiz görülmüştür.

Ayrıca, insanın dinine, namus ve malına zararı dokunabilecek, dinî hizmetine zarar verecek, İslâmî yaşayışına mâni olacak kimselerden uzak durması, onlarla samimiyeti azaltması, gerektiğinde irtibatı kesip konuşmayı terk etmesi caiz görülmüştür. Çünkü bu tür kimseler, “üç günden fazla konuşmanın yasak edildiği” hadisinin içinde dahil olmamaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- DARGINLIK

Dipnotlar:

1. Âl-i İmran, 3/103.
2. Hucurat, 49/10.
3. Mektubat, s. 243.
4. Müslim, Birr ve’s-Sılâ: 25.
5. Umtedü’l-Kari, 22: 144.

74 Aileme, anne baba ve kardeşlerime karşı görevlerim nelerdir?

Aile: Neseb veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk. Büyük baba, nine, torunlar da aile tanımı içine girdiğinden, onlar da ailenin bir parçasıdırlar.

Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu, ve meyiller Sünnetüllah gereğidir. (Âl-i İmrân, 3/14). Allah Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır. Bu sınırlar, sünnete uygun evlenmelerdir. İslâm'a uygun olmayan evlenme ve ilişkilerle meyiller yasaklanmıştır.

Evlilik, eşler arasında maddî ve manevi tatmini sağladığından, sükunet ve rahatlık unsurudur. Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır. Kur'an-ı Kerîm ve sünnetde belirlendiği şekilde olmadıkça, bir aile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşru olacağı düşünülemez.

İlk aileyi ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havva kurmuştur. O zamandan beri aile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir. Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli aile tipleri meydana gelmiştir.

Aile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabasından oluşur.

İslam ailesinin kurulması için ilk şartı, mümin bir erkekle mümine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur'an'da yasaklananlardan olmaması gerekir. Kur'an'da anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile süt kardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır. Yine Kur'anî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır.

İslâm'ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefatından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır. Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır. Çocukların eşleri ile kayınvalide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır.

"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder." 

"... Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı..." (Nisâ, 4/23-24)

Ailenin huzurlu olması için, aileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir. Bu görevler şöyle özetlenebilir:

a. Karı-Kocanın Birbirlerine Karşı Görevleri:

Karı-koca birbirlerinin eksiklerini, kusurlarını görmemeli, namus ve iffetlerini korumalıdırlar. Böylece bütünleşerek aile saâdetini sağlamalıdırlar. Dinimiz aile reisi olarak erkeği tanır:

"Erkekler kadınlar üzerinde hakimdir." (Nisâ, 4/34)

ayeti bunu ifade eder. Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır. Ailesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir. İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızasını gözeterek aile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder. (Riyâzu's-Sâlihîn, I/331)

Kocanın hanımına karşı hak ve görevlerini hadisler ışığında şöyle sıralayabiliriz:

Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Ey ümmetim! Kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar sizin emriniz altındadır. Fazla tahakküme hakkınız yoktur. Ancak açıktan fuhuş irtikâb etmiş olsalar o zaman durum değişir." (Riyâzu'sSâlihîn, I/319)

Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saadeti evlerinde aramalıdırlar. Meşru olmayan yollara düşmemelidirler. İffet ve namus konusunda titiz davranmalıdırlar:

"Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar." (Nûr, 24/30)

ayeti bunu ifade eder.

Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı iyi yönde eğitmelidir.

"Ailene namaz kılmayı emret." (Tâhâ, 20/132).

"Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezalandırınız." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/339)

Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür. (Ebû Davud, Nikâh, 41). Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi, kocasına danışmadan malından harcama yapabilir.

Koca, hanımına asla "çirkinsin" dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı (İbn Mâce, Nikâh, 3), hanımını asla dövmemeli (Buharî, Nikâh, 93), hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice takip etmeye kalkışmamalıdır. (Müslim, İmâre, 56).

Hanımının kocasına karşı görevlerine gelince;

Hanım, ailenin reisi olan kocasına karşı bütün meşru ve İslâmi meselelerde itaat eder.

Kadın eşinin malını ailesinin her türlü sırrını, namusunu, çocuklarını korumalıdır.

Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir. Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır (Ebû Dâvud, Talâk, 18).

Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır (Buhârî, Nikâh, 116).

Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Herhangi bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse Cennet'e girer." (Riyâzu's Sâlihîn, I/326).

Yine başka bir hadislerinde Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Kadın kocasının yatağını (mazeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler." (Aynı eser, 323)

Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zenginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V/174).

b. Anne Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri:

Anne ve babanın ilk görevi, çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Bir adamın hayır için harcadığı paranın en faziletlisi, ailesine sarfettiği parayla, Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği ve bu de Allah rızası için (mücahid) arkadaşlarına sarfettiği paradır." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/329)

Çocukların ihtiyaçları temin edilirken ne israfa kaçılmalı, ne de cimrilik yapılmalıdır. Her iki husus da dinimizin uygun görmediği şeylerdir.

Anne-baba çocuğunu güzel terbiye etmeli, anlayamayacağı bilgilerden ona bahsetmemeli, eğitimde basitten mürekkebe (karmaşığa) gitmelidir. Evvelâ, Allah'ı tanıtmalı, imanı kavratmalı, inandırmalı, uygun yasa vardıklarında da ibadetleri öğretmelidirler. Ayrıca neyin iyi, nelerin kötü olduğunu anlatmalı, yeme-içme, oturup-kalkma adabını öğretip bunları benimsetmelidir. Bunlar yapılırken anne babanın çocuklarına iyi örnek olmaları gerekir. Çünkü çocuklar daima büyüklerini taklit ederler.

Anne-baba, çocuklarına adaletle davranmalı, onların kıskançlık duygularını kamçılamamalı, kız-erkek ayrımı yapmamalıdır.

Anne-baba çocuklarına güzel isimler koymalı, sünnet ettirmeli, İslâmî bilgi ve duygularını geliştirmelidir.

Anne-baba çocuklarına sevgi ve merhamet göstermelidir. Peygamber Efendimiz, bir dizine Üsâme'yi, diğer dizine de Hasan'ı oturtur, sonra:

"Allah'ım bunlara rahmet ve saâdet ihsan buyur, çünkü ben bunların hayır ve mutluluğunu diliyorum." buyurmuştur (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII/127)

Anne-baba evlenme cağına gelen çocuklarını, temiz ve ahlâklı kimselerle evlendirmelidirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

"Geride kendisine dua edecek hayırlı bir çocuk bırakan kimsenin amel defteri kapanmaz, kendisine sürekli olarak hayır yazılır." (Ebû Davud, Vesâyâ, 14).

c. Çocukların Anne ve Babalarına Karşı Görevleri:

Çocuklar, anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar:

"Biz insana, ana babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik." (Lokman, 31/14).

Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir.

Çocuklar, anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir.

"Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O'na ibadet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara 'öf' bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. ikisine de merhamet besleyerek tevazu göster ve de ki:

'Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et.'

"Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü o, günaha tövbe edenleri muhakkak affedicidir." (İsrâ, 17/23-25).

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Peygamber (s.a.s.) Efendimize:

- Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir, diye sordum, Peygamber (s.a.s.):
- Vaktinde eda olunan namazlar, buyurdu.
- Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir, dedim.
- Ana-babaya iyilik etmektir, buyurdu.
- Sonra hangisidir, dedim.
- Allah yolunda cihaddır, buyurdular." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/347).

Çocuklar, anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara sövmemelidir, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar:

"Ey Rabbimiz kıyamet günü, beni, anne-babamı ve bütün müminleri mağfiret eyle." (İbrahim, 14/41) diye dua etmelidir.

Baliğ olan çocuklar ana-babalarının odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Baliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında yatsı namazından sonra yatılacağı zaman.

Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün müminlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (Nûr, 24/58).

Hz. Peygamber, "Kime iyilik edeyim?" diye soran bir sahâbiye şu karşılığı vermiştir:

"Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara." (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1,2; Ebû Dâvud, Edeb, 120).

Yine Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Anne Cennet kapılarının ortasındadır." (İbn Hanbel, V/198);

"Cennet annelerin ayakları altındadır." (Nesâî, Cihad, 6) .

Çocuklar, ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah'a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızasını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır dua etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.

Allah'a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler, bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah'a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.

d. Kardeşlerin Birbirlerine Karşı Görevleri:

Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir.

Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, ahengi bozmamalıdırlar.

Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevketmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı şey olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır.

Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Ailevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.

İslâm aile hukukunun özelliklerine gelince;

Evliliğin gayesi aileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir,

"Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz. Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur." (Rûm, 30/21).

"Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz..."(Bakara, 2/187).

İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber, evliliğin gayesinin bundan ibaret olmadığını söylemektedir.

"Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir.",

"Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim." (Avnu'l Ma'bûd Şerh Ebu Dâvud, I/173).

Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gayeye matuftur.

Ailenin mutluluğu, çocukların asaleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu evleneceklerin birbirlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s.) şöyle bir ölçü koymuştur:

"Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!" (Buhârî, Nikâh, 16).

İslâm'da evlilik, formalite ve merasimlerden uzak İslâmî bir akittir. Nikâh'ın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb. çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir davete icabet etmemek hoş karşılanmamıştır (Buhârî, Nikâh, 66 vd.).

Evlilik gerçekleşince karı ve koca Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar aile reisliği hariç eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi aile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.

Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır.

"İyileriniz, ailesine karşı iyi olandır..." (İbn Mâce, Nikâh, 50).

Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir:

"...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur."(Nisa, 4/19)

Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usulüne uygun "tedricî boşanma" sistemi uygulanacaktır .

İslâm aile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir. İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise, ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usulüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini gözönünde bulundurmak gerekir.

Manevî ve ahlâkî ilişkiler yanında, anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münasebetler de itina ile tanzim edilmiştir. Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatları ile alâkalıdır. İslâm muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır. Nihayet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir .

İslâm hukuku, evlilerin zinasını -şartları tahakkuk ettiği takdirde- ölüm cezasına çarptırdığı, zinayı bu ölçüde yasakladığı için, ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini, yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, kadının, yanında bir yakını bulunmadan, yalnız başına yolculuğa çıkmasını, kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını yasaklamıştır.

İslâm'da âile düzeninin oturduğu bu temeller, İslâm hukukunun aile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır.

75 Anne baba fasık, günahkâr ise onlara itaat nasıl olmalıdır?

Esma Bintu Ebî Bekr (radiyallahû anha) anlatıyor:

"Henüz müşrik olan annem yanıma geldi; nasıl davranmam gerekeceği hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'den sorarak:

'Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?' dedim.

'Evet, ona gereken hürmeti göster.' dedi." [Buharî, Hibe 28, Edeb 8; Müslim, Zekat 50 (1003); Ebu Davud, Zekat, 34 (1668)]

Hadiste zikri geçen, Esma'nın annesi hakkında birçok münakaşalar var. Bizim için hadisin ifade ettiği ahkam mühimdir. Anne ve baba kafir olsa bile onlara karşı insani vazifelerimizi, evlatlık alaka ve hürmetini göstermek gerektiği anlaşılmaktadır. Hatta bu hadisten, kafir bile olsa anne ve babaya nafaka vermenin vacip olduğu hükmü çıkarılmıştır.

Kafir bile olsa anne ve babaya karşı hürmet etmek ve nafaka vermek meselesinin ehemmiyeti şuradan anlaşılmaktadır ki, yukarıdaki hadis üzerine vahiy gelmiş ve mesele Kur'an-ı Kerîm'de hükme bağlanmıştır.

"Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik, onlara adaletle muamele etmenizden Allah sizi men etmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever." (Mümtahine, 60/8)

Müşrik bile olsa anne ve babaya hürmet hususunda şu ayet daha açıktır: (Mealen)

"Eğer onlar (ebeveyn) sence ilimde (yeni) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa, kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy…" (Lokman, 31/15)

Bu açıklamalara göre Müslüman olan bir anne baba, ne kadar günahkar olursa olsun, onlara saygı ve hürmette kusur etmemek lazım geldiği kendilinden anlaşılır.

İtaat etmek ayrıdır, isyan etmek ayrıdır. Allah Teâla'ya isyan olmadıkça anne-babaya mutlak itaat emredilmiştir. O halde Allah’ın emrine aykırı olmayan her isteklerini yerine getirmek gerekir. Allah’ın emirlerine aykırı olan isteklerine ise uyulmaz; ama isyan da edilmez. Bu istekleri yerine getirilmez ve sessiz kalınır. Hürmet ve saygı devam eder.

Kalpleri çeviren Allah’tır. Ona iltica etmek gerekir. Çocukların anne babalarına gösterdikleri bu sevgi, saygı ve hürmet onların kalplerinin yumuşamasına neden olabilir. Hedef ve gaye onları kazanmak olmalıdır.

Dinimiz teyze ve dayıyı anne yerinde, hala ve amcayı da baba yerinde kabul etmiştir. Bu sebeple onlara hürmet ve saygı anne babaya yapılmış gibi kabul edilmiştir. Onların haram isteklerine uyulmaz. Fakat saygı, hürmet ve sılayı rahimde kusur etmemek gerekir.

Diğer akrabalara gelince, sıla-i rahimi kesmek doğru değildir. Günahkâr da olsa onlarla ilişkiyi kesmek yerine tedavi etmek için çalışmak gerekir.

İyi günde iyi insanlarla herkes kardeşlik yapar. Önemli olan en zor zamanlarda kardeşlik yapmak ve kardeşini kötülükleri ve günahı içinde bırakmamaktır. Gerçek vefa gerçek dostluk ve kardeşlik budur.

İnanç yönünden bâzı kusurları, İslâmî yaşayış bakımından birtakım eksiklikleri olan akarabalarımızın, imkân nispetinde bu eksikliklerininin telâfisine çalışmak, onları hakka ve hakikata ısındırmaya gayret etmek bize düşer.

Cenâb-ı Hakk'ın da Peygamberimize (asm) tavsiyesi açıktır:

"Önce en yakın akrabalarına hakkı tebliğ et." (Şuarâ, 26/214)

Bu İlâhî tavsiye hepimiz için geçerli değil midir?

İlave bilgi için tıklayınız:

- SILA-İ RAHİM (Akrabaları ziyaret).

- Tebliğ ve nasihat metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir?

ANNE-BABA (hakları, itaat).

76 Düğünlerimiz nasıl olmalı?

Aile yuvası, Müslümanın bir saadet merkezi, sırlarını gizlediği bir hane, kendisini pek çok günah ve kötülüklerden koruyan bir sığınaktır. Bundan dolayı bu ocağın ilk kuruluş safhalarında dikkatli olmak, tam bir İslâmî şuur içinde hareket etmek büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.

Aile yuvası, bir binaya benzer. Bir binanın temeli ne kadar sağlam olursa, o binanın hayatı o kadar devamlı ve uzun olur.

Düğün merasimlerini İslâm'ın umumi haram ve helâl esasları çerçevesinde düşünmek gerekir. Çünkü evlenecek kimselerin yaşadığı çevre şartları, örf ve âdetler çeşitlidir. Bunları teker teker tahlile tâbi tutup ayıklamak çok güç olacağından, bu merasimlerde aranacak vasıf, İslam'a zıt olmamasıdır.

Sünnette belirtildiğine göre, nikâhta aranan şartlardan birisi ilân edilmesidir. Böyle bir ilân meşru evlilikle gayrimeşru münasebetleri birbirinden ayırır. Bu hususu Peygamber Efendimiz (asm.)

"Bu evlenme işini ilân edin, halka duyurun." (Buhari, Nikah, 48.),

buyurarak tavsiye etmiştir.

Hangi erkeğin hangi kızla, kimin oğlunun kimin kızıyla evlendiğini çevreye duyuran vesileler ve evlilik merasimi olan düğünün açıktan, çevrenin geleneklerine göre İslâmî çerçevede kalmak kaydıyla, birtakım eğlence ve şenliklerin yapılması bu "duyurma" işini gerçekleştiren şeylerdir.

Zaten düğünler birer sevinç ve sürür günüdür. O gün herkes sevinçlidir, neşelidir. Bu sevinç, bazen birtakım eğlence ve oyunlarla süslenerek dile getirilir. Fakat bu oyun ve eğlencelerdeki ölçü nasıl olmalıdır? Söylenecek türkü ve şarkılarda, oynanan oyunlarda mübahlık ve haramlık ölçüsü nedir?

Esas itibariyle, bizzat kendisi güzel olsa da, dinen yasak olan bir fiilin işlenmesine sebebiyet veren hareket, haramdır. Makamla söylenen sözlerde, oyun ve eğlencelerde haram olan unsurlar bulunuyorsa ona göre hüküm alır.

Hatta bunun içindir ki, sırf nikâhı ilân etmek maksadıyla davul, zurna ve boru gibi musikî âletlerinin düğünlerde çalınabileceğine cevaz verilmektedir. Davul ve zurna bazı yerlerde olduğu gibi kahramanlık türküleri ve mehter marşlarının söylenmesine eşlik edince, meşru çerçevede kalmış bulunmaktadır. İnsanın şehevî duygularına hitap etmediği için mübah sayılmaktadır. Fakat bugünkü düğünlerde davul-zurnanın eşliğinde yapılan merasimlerde gayrimeşru unsurlar karıştığından, onlar da haliyle haram yolda kullanılmaktadır. Bunun için de çalınmasına ruhsat verilmemektedir.

Düğünlerde ve sair zamanlarda mûsikî eşliğinde oynanan oyunlara gelince, bunun da birtakım şartlan vardır. Bir kere çalınan âlet ve söylenen parçalar belli çerçevede kalmalıdır. Bunun yanında oyun tutan kimseler yalan ve kötü sözler söylememeli, başkalarına gösterilmesi haram olan organlarını açmamalı, kadınlar kendilerine nâmahrem olan erkeklerin yanında oynamamalıdır. Oyun esnasında bunlardan birisi olursa, o haram sınıfına girer.

İmam Gazalî, düğün, bayram ve şenlik günlerinde erkeklerin kendi aralarında oyun tertip etmelerinde, raks etmelerinde bir mahzurun olmadığını kaydederek, ancak kadınların erkekler karşısında oynadığı oyunun haram olduğunu söyler.

Bunun için düğünlerde kadınlar kendi aralarında, yabancı bir erkek olmadan oynayıp eğlenebilirler. Aynı şekilde erkekler de meşru ölçüler çerçevesinde eğlenip oynayabilirler. Bu şekilde oynamak mübah olduğu gibi, onları seyretmek de mübahtır. Bütün bunlar tamamen ihtiyarîdir, kişinin arzu ve inisiyatifine bırakılmalıdır. "Düğün sahibidir, yakınıdır" diye mecbur tutulmamalıdır.

Düğünler, sünnetteki tavsiyelere uyularak, İslâm'ın nezahet ve temizliği çerçevesinde yapılırsa, aynı zamanda güzel bir örnek olur. Çünkü evlilik gibi ebedî bir hayat arkadaşlığının temeli, geçici, dünyevî heveslerin, çürük ve bâtıl âdetlerin üzerine kurulmamalıdır. Buna hassasiyet gösterecek Müslümanların artması, aynı zamanda umûmî bir belâ gibi düğün merasimlerimize musallat olmuş örf, âdet ve millî geleneklerimize ters hareketlerden bizi milletçe kurtaracaktır.

Unutulmamalıdır ki, güzel örneklerin artması nispetinde şikâyetçi olduğumuz kötülüklerin önü alınacaktır. Yoksa hem şikâyetçi olup, hem de nefsimizi tesirinden kurtaramazsak, yanlışlıkların önü alınmaz.

(bk. Mehmet PAKSU, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları)

77 Yakın akraba evliliğinin dinen sakıncası var mıdır?

Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerim yakınlık cihetiyle evlenilmesi haram olan kadınları açıklamıştır. Bunlar, kızkardeş, hala, teyze gibi yakın akrabalardır. Bunların dışında kalan amca kızlarıyla, dayı kızlarıyla, hala kızlarıyla ve teyze kızlarıyla evlenmeye ruhsat vermiştir. Peygamber Efendimiz de bu ruhsatı kendisi ve yakınları üzerinde de kullanmıştır. Bilindiği gibi, Peygamberimizin hanımlarından Zeyneb binti Cahş, halasının kızıydı. Ayrıca kendi kızı Hz. Fâtıma'yı amcası oğlu Hz. Ali'ye nikâhlamıştı.

Dinimizde her ne kadar böyle bir ruhsat mevcutsa da birtakım irsî ve sıhhî mahzurlarından dolayı bazı hadislerde yakın akraba ile evliliğin tavsiye edilmediğini görmekteyiz.

İmam-ı Gazali Hazretleri, sünnet ölçüleri içinde evlenecek eşlerde aranan vasıfları sayarken, cinsî duygunun zayıf olacağından dolayı kızın yakın akrabalardan olmamasını da zikreder.

"Pek yakınınız olan bir kadınla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf, çelimsiz olur."(Terbiyetü'l-Evlâd, 1: 39; ihya, 2: 42)

hadis-i şerifine yer verir.

İşte bu mahzur göz önüne alınarak, çok yakın akraba ile evlenilmesi tavsiye edilmemektedir.

Yine bu hususta,

"Yabancılarla evlenin, yakınlarınızla evlenmeyin." (Kadı Beydâvî. Gâyetü'l-Gusâ, 2: 721)

mealindeki hadis de bu hikmetleri nazara vermektedir.

Bu meselede ehemmiyetli bir mahzur da zamanla eşler arasında bir geçimsizlik olduğu takdirde, akrabalar arasında devam etmesi gereken manevî bağların zayıflamaya yüz tutmasıdır. Hadis îmamlarından Deylemî'nin bir rivayetinde, akraba ile evliliğin sıla-i rahim bağlarının kopmasına sebep olacağı bildirilmektedir.

Bütün evliliklerde olduğu gibi, bilhassa akraba ile olan bir evlilikte kan uyuşmazlığının tespit edilmesinin sıhhî bir tedbir olarak düşünülmesinde büyük fayda vardır.

Başta da söylediğimiz gibi, yakın akraba ile evlilikte esas itibariyle dinî bir yasaklama yoktur. Sözü edilen sıhhî mahzurlar da muhakkak surette olacak diye bir durum da mevcut değildir. Ancak, çocukta görülebilecek sakatlık ve benzeri hususlar, yabancı kadınla olan evliliğe nispetle akraba evliliklerinde belli bir ölçüde daha fazla müşahede edilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

YAKIN AKRABA EVLİLİĞİ

78 Anne ya da baba, haksız oldukları hâlde, bir konuda çocuklarına beddua ederlerse kabul olunur mu?

İslam dini, evladın anne ve babaya karşı son derece saygılı olmasını istemiş ve onlara karşı en küçük bir hürmetsizliği dahi haram kılmıştır. Bu bakımdan evlat anne ve babanın meşru dairedeki isteklerine uymalı ve onların hayır dualarını almalıdır. Anne babanın bedduasından ise sakınmalıdır. Ancak haksız olarak beddua ederlerse, Allah her şeyin iç yüzünü bilmektedir. Elbette anne baba dahi olsa haksız olarak yapılan bedduadan dolayı evladı hesaba çekmeyecektir ve haklarını helal etmemelerinden dolayı evladı sorumlu tutmayacaktır. Yeterki evlat anne ve babasına karşı vazifeyi aksatmasın.

Rasûlüllah Efendimiz (asm) buyurur:

"Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, Birr 87).

"Bir mü'mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu" bildirir. (Buhârî, edep 44)

"Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini" haber verir. (Tirmizî, Birr 48; Ebû Dâvûd, Edep 45)

Dua ve bedduaları kabul edecek olan Allah'tır. Eğer haksız iseler, anne ve baba da olsa bedduaları kabul olmaz. Ancak anne baba haksız da olsa çocukların onlara isyan etmesi ve onları rencide etmesi doğru değildir. Onların her türlü helal isteklerine uymak gerekir. Ancak haram isteklerine uyulmaz.

Ayrıca haksız yere yapılan beddua geçerli değildir. Anne ve baba olmak, evlatları üzerinde sınırsız tasarruf hakkını gerektirmez. Anne ve babanın yaptığı haksızlıklara karşı, evladın güzel bir lisanla onları kırmadan uyarması gerekir. Şayet güzel lisandan anlamıyorlarsa ya da kırılacaklarsa, susmak daha uygundur.

79 "Karı koca arasına fitne sokana lanet olsun." diye bir hadis-i şerif var mıdır?

“Fitne çıkarmak, iki kişinin arasını bozmak maksadıyla söz dolaştıran (nemmam / fesatçı / koğucu) kimse, cennete girmez.” (Müslim, İman, 168)

Hz. Peygamber (asm) arkadaşlarına:

“Size en kötü olanlarınızı haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar

“Evet!..” deyince, şöyle buyurdu:

“Nemmamlık yapan / dedikodu eden, sevenlerin arasını bozmaya çalışan ve masum kimseler için kusur arayanlardır.” (Irakî, Tahricu Ahadisi’l-İhya-İhya ile birlikte-III/151).

Şüphesiz, aralarını bozmanın en çirkin olan bireyler aile fertleridir ve karı-kocadır.

Kur’an’da sihrin / büyücülüğün çirkinliklerinden bahsedilirken, bir örnek olarak sihirbazların karı ile kocanın arasının ayırdıklarına vurgu yapılmıştır. (bk. Bakara, 2/102).

80 İslam'a göre aile reisi erkek midir? Bunu erkeklerin kadınlardan üstün olduğu şeklinde yorumlayabilir miyiz?

Erkeklerin de kadınların da yaratıcısı, sahibi, maliki olan Allah, Kur’an-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor:

“Erkekler kadınlar üzerine hâkimdir (idarecidir). Çünkü Allah Teâlâ onların bazısını bazısı üzerine tafdil buyurmuştur (üstün yaratmıştır). Ve (erkekler) mallarından infak etmektedirler (kadınlara harcamaktadırlar). Saliha kadınlar itaatlidirler. Allah Teâlâ’nın hıfzı sayesinde gaybı (kocalarının gıyabında, ırz ve mallarını) muhafaza ederler.” (Nisa, 4/34)

Bu âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır’ın yaptığı özlü bir tefsir şöyledir:

“Erkekler kadınlar üzerine hâkimdir. Aile içerisinde hâkimiyet, yâni aile fertlerini koruyup gözetme vazifesi, erkeğe verilmiştir. Âyetten, erkeğin bu vazifeyi yapmak üzere kadından daha üstün kılındığı anlaşılmakla beraber, açıkça ‘Erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır.’ yerine ‘Bazısını bazısından üstün kılmıştır.’ buyurulmasının da, daha başka mânâları vardır. Şöyle ki, bu tarz ifadeden anlaşıldığına göre, gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur.”

Yine bu tarz ifadeden şu mânâ anlaşılmaktadır: "Her erkek her kadından üstündür.", diye bir hüküm vermek doğru olmaz. Bazı kadınların müstesna bir yaratılışa sahip oldukları, yine bazı erkeklerin de erkeğe ait hususiyetleri taşımada, bazı kadınlardan daha yetersiz oldukları ayrı bir gerçektir.

Bununla beraber, aile en küçük bir cemaat olması itibariyle, onun her halükârda bir hâkimi olacaktır. Bu hâkim, her zaman ve her şart altında, yine erkektir. Bunu da âyetin devamından anlıyoruz.

Erkekler için "...ve mallarından infak etmektedirler." yâni çoluk çocuğun ve hanımın nafakalarını temin etmektedirler, buyruluyor ve âyet-i kerime: "Onun için, iyi kadınlar itaatkârdırlar." diye son buluyor.

Demek ki, aile içerisinde, hâkimiyet hakkı erkeğe verilmiş; kadının da, ancak, kocasına itaat etmekle “iyi kadın” olabileceği ifade buyurulmuş...

Bu hâkimiyet meselesiyle ilgili olarak, peygamberlik, imamet gibi birçok vazifelerin de erkeklere verilmiş olduğuna ayrıca dikkat çekmek isteriz. Ama bu demek değildir ki, her erkek, her kadından mutlaka üstündür. Âyetin tefsirinde de ifade edildiği gibi, fazilet ve meziyette, erkekleri çok gerilerde bırakan nice müstesna kadınlar yaratılmıştır. Hazret-i Fatma (ra.)gibi...

81 Eşimin erkek akrabaları (amcası, dayısı,...) bana helal mi, haram mı?

Eşinizin amcası, dayısı size mahrem olmaz, nâmahremdir. Âyette de açıkça geçtiği üzere evlilik yoluyla sizin mahreminiz olan tek erkek vardır, o da kayınpederiniz. Bir de eşiniz daha önce bir hanımla evlenmişse ondan olan oğlu. Bu ikisinin dışında eşinizin hiçbir erkek akrabası size mahrem değildir, hepsi nâmahremdir. Yani onlar sizin için dinen yabancı erkek sayılır.

82 Misyar nikahı hakkında bilgi verir misiniz? İslamda bu nikahın yeri var mıdır?

Anladığımız kadarıyla misyar denilen nikah, tarafların evlilik sorumluluğu almadan rahatça kendi yaşamlarına devam etmesi ve evliliği -sadece isim olarak- bir arada götürmesi anlamına geliyor. Sanki bu nikah sadece tarafların istedikleri anda görüşmelerine biçilmiş şer'i bir kılıf gibi olmuş.

Maalesef bu tarz çarpık evlilikler yaygınlık kazanmasa bile Şark toplumlarında da yayılıyor. Her gün muhafazakar bir ülke olan Suudi Arabistan basınında bu tarz evlilik çeşitleri veya modelleriyle karşılaşabiliyoruz.

Bunun en son örneklerinden birisi M. Diyab adlı yazarın yine 14 Mayıs 2007 tarihli Şarku'l-Avsat gazetesindeki yazısı. Bahsettiği evlilik çeşitleri bize yabancı.

Mehmet Zihni Efendi'nin Nimet-i İslam kitabı, iş yeri ile ikametgahı farklı olan bir insanın muayyen günler veya gecelerde buluşmak üzere eşiyle akit yapabileceğine dair hükümlere havidir...

Bu şeriat-ı semha'nın bir ruhsatıdır. Burada maişet derdi ile izdivaç zorunlulukları arasında bir uyum ve denge kurulmuş veya dikkate alınmıştır. Yoksa sırf zevke hitap eden bir evlilik tarzı değildir. Şartlarla ihtiyaçları bir araya getiren bir tarz.

Günümüzde ise sadece yolculuklara veya gezilere münhasıran yapılan evlilikler var. Bunun formunu veya formülünü bilmemekle birlikte, Araplar bu gezi beraberliklerine "misfar evliliği" diyorlar.

Bir de yazlık evlilikleri var. Bu bağlamda bazı Suudlu veya Körfez zengini yeni yetme gençlerin Yemen'e giderek fakir ailelerin kızlarıyla yazlığına evlenebildiklerini ortaya koyan veriler var. Buna da "zevacu misyaf" deniliyor. Yani yazlık evlilikleri. Buna mukabil, "friend evlilikler" denilen evlilik çeşidi de var. Dost hayatı veya metres evliliği. Hayatın yeni gerçekleri. Yani metreslik artık evlilik makamına kaim olmaya başladı.

İşte bunlara ilaveten çoktan beri tedavülde olan "misyar evliliği" de var. Kadın babasının evinde kalıyor, erkek istediği zaman kadının yanına gelip gidiyor. Erkek eşinin hiçbir ihtiyacına karışmıyor. Eşlerinin geçimini karşılamak zorunda olmaksızın evlenme imkanı tanıyan bu nikah şekline, Körfez ülkelerinde yaşayan kadınların yanı sıra pek çok din alimi de karşı çıkıyor. Suistimale açık ve kadını mağdur etmeye müsait bir uygulama olarak görülüyor.

83 "Öyle bir zaman gelecek ki, aile reisinin felaketini, hanımı ve çocukları hazırlayacaktır." diye bir hadis var mıdır?

Evet böyle bir hadis vardır ve bu konularda dikkatli olmamız, sevdiklerimizi ateşe atmaktan sakınmamız istenmektedir:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişinin helak olması, eşinin, anne-babasının ve çocuklarının elinden olacaktır. Onu fakirlikle ayıplarlar, gücünün üstünde tekliflerde bulunurlar, o da dinini kaybedecek işlere girer ve helak olur.”

(bk. Zeynu’l-Irakî, Tahricu Ahadisi’l-İhya-İhya ile b irlikte-,II/24; Ayrıca bu hadisi, Hattabî, el-Uzle; Beyhakî, ez-Zühd adlı eserinde zikretmiştir).

84 Kız çocukları dokuz yaşında evlenebilir mi?

Erginlikle Allah'ın insanda bir takım fizyolojik, psikolojik değişiklikler husule getirmesi, artık bu işe başlanılabileceğinin işareti olmalıdır. Ancak evlenme yaşını ve zamanını herkesin kendisinin tesbit etmesi gerekir. Biyolojik ve psikolojik olarak ergin olduktan sonra, olabileceğine erken evlenme, dînen de tıbben de tavsiye edilmiştir. (Sibâî, el-Mer'a 59 vd.)

Bilindiği gibi sıcak ülkelerde kız çocuklarının büluğa erme ve gelişme yaşı soğuk memleketlere göre daha erkendir. Bugün bile Afrika ülkelerinde kız çocukları, örneğin Türkiye'ye göre “erken / küçük” sayılabilecek yaşlarda gelişimini tamamlamakta ve evlenmektedir. Bu konu, yaşı ifade eden rakamdan ziyade gelişme durumuyla ilgili bir olaydır.

Fıkıh kitaplarında evlilik yaşı ile ilgili olarak zikredilen rakamları, bu kitapların yazarlarının yaşadıkları coğrafyaların özelliklerini dikkate alınarak belirlediğine dikkat edilmelidir.

Kültürden kültüre ve toplumdan topluma değişkenlik gösteren son derece şaşırtıcı hususlar vardır. Aileye ve insana bakış da bu değişkenler arasındadır. Asr-ı Saadette, şimdi bize “sabi” gibi gelen nice genç insan savaşlarda Efendimiz (asm)’in müsaadesi ile savaşmış, gazi veya şehid olmuştur! Hatta Milli Mücadele’de de bunun örneklerini görürüz. Geçenlerde televizyonlara da yansıdı. Bir okuldaki talebelerin tamamı Milli Mücadele’ye iştirak ettiği için okul öğrencisiz kalmış. (Tam da modern bakış açısının “çocuk istismarı” olarak damgalayıp afişe edebileceği türden bir durum değil mi?!) Şimdi o okula “Gazi” ünvanı verilmesi için çalışıyorlar!..

Dolayısıyla 1.400 sene öncesinin Arap toplumu hakkında konuşurken bugün “modernleşmiş” (yani değer erozyonuna uğrayarak Batılı gibi düşünmeye / algılamaya başlamış) bir toplumun bireyleri olduğumuzu akıldan çıkarmamalı. Dünya bizim yaşadığımız coğrafya ve tarihten ibaret değil.

Dinimiz kız çocuklarının dokuz yaşında evlenmesini emretmemiştir. Aksine kızın kendisini evliliğe hazır hissetmesinden sonra evlendirilmesi tavsiye edilmiş ve hatta büluğ yaşına gelmiş kızını zorla evlendiren babaya Peygamberimiz (asm) müdahale ederek buna mani olmuştur.

Demek ki konu yaş değil, baştır; akıl ve beden yönünden aile kurmaya, karı koca olmaya hazır ve uygun olmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Küçüklerin zorla evlendirilmesi caiz mi?

85 Gelin kaynanasına / kayınvalidesine bakmak zorunda mıdır?

İslam’ın hakkıyla yaşanmadığı yerlerde veya şahıslarda, ister istemez bazı sıkıntılar yaşanacaktır. Bu sıkıntıları da İslam ve Kur’an ilacı ve reçetesi ile tedavi etmek durumundayız.

İslam hukuku olayları değerlendirirken öncelikle farz ve haram noktasından ele alır. Yani bu işi yapmak farzdır veya değildir, haramdır veya değildir, şeklinde bir hüküm açısından konuyu açıklar.

Bu nedenle bir şeyin farz olmamas,ı hiçbir şey yapması gerekmez anlamına gelmemelidir. Örneğin Hanefi mezhebine göre Fatiha suresi okunmadan kılınan namaz caizdir. Ancak Fatiha okumak vaciptir. Vacibin terkiyle namaz bozulmaz demektir. Yoksa Fatiha okusan da olur okumasan da, demek değildir. Okumak vaciptir ve bilerek terk eden sorumlu olur, ancak namazın farzları yerine getirildiği için de namaz geçerli olur.

Eşlerin kayınvalidesine bakma yükümlülüğü var mıdır? Bu konuda İslam alimleri şunları söylemektedirler:

“Bir gelin kendi kocası ve hatta çocuğuna bile bakma zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla bir kayınvalideye bakma sorumluluğu da yoktur."

İşte bu hüküm farziyet noktasından değerlendirilerek verilmiştir. Yani bir gelin kayınvalidesine bakmamakla haram işlemiş olmaz. Ancak birçok sünneti terk etmiş veya bazı mekruhlara girmiş olabilir.

Şimdi karşımıza bir gelin hanımı alarak sohbetimizi devam ettirelim:

Kayınvalideniz, beyinizin annesi olduğu gibi, aynı zamanda çocuklarınızın babaannesidir. Siz ayrılsanız veya kocanız vefat etse dahi, akrabalığınız en azından çocuklarınız aracılığıyla devam ediyor demektir. Aile içinde şu veya bu şekilde, az veya çok, görüşmelerinizin sıklığı ve sâkinliği nisbetinde hak-hukuk mutlaka olacaktır ve zaten vardır. Bu gibi konularda hürmet ve saygı başta olmak üzere, dinî ölçüleri zorlamamak kaydıyla anlayış ve hoşgörü ortamı içinde münasebetleri sürdürürsünüz. Kendinizi dinen ve vicdanen rahat hissediyorsanız mesele yok, ancak kayınvalide olup olmaması bir tarafa, insan olarak kalbini kırma, gıybetini yapma, soğuk davranma, meşru istek ve arzularını yerine getirmeme gibi hallerde bulununca mutlaka hak geçer. Bunun için özür dileme, helâllik isteme gibi telâfi yollarını tercih etmelidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Gelin, damat kaynanasına, kayınpederine bakmak zorunda mıdır? Anne baba yavrusunun yuvasını yıkan kişi olabilir mi? Aynı evde oturmaları konusunda hüküm nedir?

86 Nişanlıdan ayrılmak vebal almak mıdır? Ayrılırken defalarca helallik istedim; ama vermediler...

Nişanlılık dönemi kişilerin birbirini tanıma dönemidir. Bu bakımdan bu dönemde çeşitli sebeplerden dolayı evlilikten vazgeçildiği takdirde karşıki insanın hakkına geçilmiş olmaz.

İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse bir şey gerekmez.

Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yok olmuşsa bedeli bakımından iade edilirler.

Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir.

(Şamil İ.A., Md. NİŞANLILIK)

87 Süt hısımlığı / akrabalığı ve süt bankası tabirlerini açıklar mısınız?

Süt hısımlığı, İslâm hukukuna has evlenme engellerinden biridir. Bu yasak Nisa Sûresinin 23. âyetinde getirilmiş ve bu âyette Cenâb-ı Hak mü'min erkeklerin süt anneleriyle ve süt hemşireleriyle evlenmelerini yasaklamıştır. Bir hadis-i şerifte de

"Doğumdan (nesepten) haram olan her şey, süt emme yoluyla da haram olur." buyurulmuştur. (Müslim, Redâ: 1)

Bu yasağın en büyük hikmetlerinden biri,varlıkların en şereflisi olan insanın sütünün de büyük bir kıymete sahip olması ve süt vasıtasıyla insanlar arasında ayrı bir akrabalık ve yakınlık bağının meydana gelmesidir. Süt, anne ile evlât arasında cismânî bir bağ, ortadan kaldırılması imkânsız ruhî ve manevî bir irtibat kurar. Süt hısımlığı insanlar için ayrı bir yardımlaşma vâsıtası, müstakil bir yakınlaşma unsurudur. Bunun için süt hısımları birbirinin mahremi sayılmış ve evlenmeleri yasaklanmıştır. Aralarında nazar helâl, nikâh haram kılınmıştır.

Evlenecek kişiler arasında süt hısımlığının bulunup bulunmadığına çok dikkat etmek gerekir. Çünkü süt hısımlığı evlenmeye engeldir. İmam-ı Azama göre doğumdan en fazla iki buçuk yıl (30 ay) —İmam-ı Muhammed'le îmam-ı Ebû Yusufa göre ise iki senedir— sonrasına kadar, memesinden süt içilen veya emilen kadın süt annedir. Bu emme ile çocukla süt anne, süt annenin mahremleri ve aynı süt anneden süt emip süt kardeş durumuna giren diğer kimseler arasında süt akrabalık bağı meydana getirir. Az da olsa sütün mideye inmesi, kâfidir.

Bunun için emmek şart değildir, anne sütünün daha başka vâsıtalarla çocuğun midesine gönderilmesi de yeter. Şafiî ve Hanbelî mezhebinde, bir defa emme ile süt hısımlığı kurulmaz. Çocuğun en az beş defa emmesi lâzımdır.

Azamî iki buçuk senelik süt emme devresi geçtikten sonra alınan sütte, artık süt hısımlığı teessüs etmez. Yâni, iki buçuk yaşından büyük çocuk, memesini emdiği kadının süt evlâdı olmaz.

Bir erkeğin süt hısımlığı sebebiyle evlenemeyeceği kadınlar şunlardır:

1. Süt anne; süt anne ve babanın gerek neseb, gerekse süt cihetinden anneleri. Buna göre, kişi her şeyden önce süt annesiyle evlenemez. Süt annenin gerek hakikî annesiyle, gerekse süt annesiyle de evlenemez. Aynı yasak, süt babanın nesebî veya süt annesi yahut ninesi için de bahis mevzudur.

2. Hanımının süt kızları; süt evlâtlarının nesebî veya süt kızları; onların kızları. Şu hâlde, erkek, karısının süt annelik yaptığı kızlarla evlenemez. Çünkü onlar aynı zamanda kendi süt kızları durumundadır. Aynı şekilde, süt kızlarının ve süt oğullarının neseb ve süt kızlarıyla, yani süt hısımlığına sahip olduğu kız torunlarıyla evlenmesi de yasaktır. "Fürû" olarak adlandırılan bu alt soy silsile hâlinde devam eder ve her yeni kuşağın kız torunları ile süt dede arasında evlenme yasağı tahakkuk eder.

3. Süt cihetinden ana baba bir veya baba bir yahut ana bir kız kardeşleri; süt erkek ve kız kardeşlerinin nesebî ve süt kızları; onların kızları. Kişi süt kız kardeşleri ile de evlenemez. Aynı kadından süt emmiş olan çocuklar süt kardeşidirler. Süt veren kadınla kocasının gerek nesebî, gerekse süt çocukları, "ana baba bir" süt kardeşidir. Süt veren kadının önceki veya sonraki kocalarından olan nesebî ve süt çocukları ise, "ana bir" süt kardeşi olur. Aynı kocanın süt veren hanımından ayrı bir zevcesinden olan süt ve neseb evlâdı da, "baba bir" süt kardeşi olur. Kişi bu süt kardeşlerinden hiçbiri ile evlenemez.

4. Süt cihetinden ana baba bir veya baba bir yahut ana bir teyze ve halalar; nesebî anne ve babanın süt anneleri, süt kız kardeşleri, süt teyze ve halaları. Bu durumda, süt babanın nesebî ve süt erkek ve kız kardeşleriyle, süt annenin nesebi ve süt erkek ve kız kardeşleri de süt emenin süt akrabası durumundadır. Dolayısıyla süt emen, süt teyze ve halalarıyla evlenemez. Süt anne ve babanın akrabası, süt evlâdın da akrabası olmasına karşılık, süt evlâdın nikâhlısı ile çocukları dışındaki akrabası, süt anne ile süt babanın akrabası olmaz. Meselâ süt anne, süt evlâdın nesebi babasıyla veya kardeşiyle evlenebilir.

Süt hısımlığıyla alâkalı olarak halk arasında yaygın şekilde söylenegelen "Süt aşağı inmez, yukarı çıkar" tâbirinin şer'î bir tâbir olmadığını belirtelim. Süt emme müddeti içinde olmak kaydıyla, aynı memeden süt emen çocuklar, memeyi farklı zamanlarda emseler ve babaları da değişik olsa dahi, süt kardeşidirler. Bunun için, süt emen kızla süt annesinin oğlu evlenemeyeceği gibi, oğlunun oğlu ile dahi evlenemez. Oğlun, kızın süt emmesinden önce veya sonra doğması ve emme ile doğum arasındaki zaman farkının seneleri bulması dahi bu neticeyi değiştirmez.

Süt bankası hakkında bilgi için tıklayınız:

Süt bankası kurulması caiz midir, sakıncaları ve buna karşılık alınması gereken tedbirler nelerdir?