Ahir Zaman konusunda en çok merak edilenler

1 Dâbbetü'l-arz nedir, çıkmış mıdır?

Kıyamet alametlerinden biri "dâbbetü'l - arz"ın çıkışıdır. Peygamber efendimiz şöyle bildirir:

"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II/491)

Dâbbe kelimesi "canlı, hareket eden varlık" anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de "dâbbe" denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse "işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.

Burada "Dâbbetü'l- arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?" sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.

Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: "Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir." Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.

Dâbbeye "AİDS mikrobu" diyenler vardır. "Televizyon" şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta "robotlar olabilir" görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe göre, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, "efendilerinin" sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.

Kur'an'da Dâbbe

"Dâbbe" kelimesi Kur'anda ondört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan "devâbb" ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6)

"Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir." (Hud, 11/56)

"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45)

Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:

"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."

Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde "Dâbbenin başı bulutlara değecek" denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.

Dinin helal-haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.

Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma "lisan-ı hal" yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.

Dâbbe neler söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab- Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.

Kur'ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. "Rüzgârın dişleri" denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.

Keza, Ka'beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur'anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen "ebabil" kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir "semavi bombalama" olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları "kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına" çevirmişlerdir.

Kur'an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve inatçı bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.

Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle "Allah zar atmaz." Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, "bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur." (Yazır, IV, 2802)

Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terk etmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez. 

"Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 6/59)

"Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 35/11)

Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rastgele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazan meltem olur yüzümüzü okşar, bazan fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü'minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.

AİDS Dâbbe mi?

Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur'anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir

"Eceli gelip de Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 34/14).

Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.

(Not: Burada nazara verilen Hz. Süleymanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)

İşte bu dâbbe Hz. Süleymanın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama "Dâbbe AİDS midir?" denilirse "evet" demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatının bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Meseleye şu açılardan bakmakta yarar görüyoruz:

- Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan "the" takısı gibi Arapçada "el" takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

- Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

- Din bir imtihandır. İmtihanda ise "akla kapı açılır, irade elinden alınmaz." Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında "bu kâfir" yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını beklemek de böyledir. Bazı kitaplarda "Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar." rivayeti geçer. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece askıda bıraktığımız görülür.

İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela "zaman nedir, ruh nedir" gibi sorulara çok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de bir derece bilinmezlik söz konusudur. Sözgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar. Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan böyle bir seyahatte önünü çok net göremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik katar.

Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. "Bundan murat şudur" diyenler yarın öyle olmadığını gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin hüküm vermek yerine "Bundan murat şu olabilir." demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü,

"De ki: Gerçek ilim Allah'ın katındadır." (Mülk, 67/26)

"Göklerde ve yerde Allah'tan başkası gaybı bilemez." (Neml, 27/65)

(Doç Dr. Şadi EREN)

* * *

Not: Mehmet KIRKINCI Hocanın konuyla ilgili şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Dâbbetül-Arz

Dâbbe; hareket eden canlı bir hayvan demektir. Dâbbeyi tek bir canlı olarak değil de bir tür olarak düşünmek daha doğru olur.

"Dâbbe" kelimesi Kur’an-ı Kerimde on dört yerde geçmektedir.

“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/6)

Bu ayette geçen dâbbe kelimesi bütün hayat sahiplerini ifade etmektedir.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml, 27/ 82)

Dâbbenin insanlarla konuşması, sadece dil ile konuşması anlamına gelmez. Nitekim bu kâinat sarayında teşhir edilen nice antika eserler ve birçok hadise hal diliyle akıl sahiplerine çok şey anlatmaktadırlar.

Merhum Elmalılı Hamdi YAZIR Efendi bu ayetin tefsirinde şöyle der:

“Debb ve Debib: Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi, hareketi gözle tespit olunamayan şeylerde de kullanılır.  “Dabbe” kelimesi de bundan fail olmak üzere asıl lügatte "mâyedübbü", yani debbeden, hafif yürüyen, debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi otomatik şeylere de, lügatin aslına göre  “dâbbe” demek uygun olabilecekse de dilde kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta örfte dört ayaklı hayvanlarda ve onlar içinde özellikle atta daha çok kullanılmıştır. Bununla beraber,

“Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayaküstünde yürür...”(Nur, 24/45)

âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvan hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı gibidir."

"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'a aittir.”(Hud, 11/6)

  âyetinden anlaşılan da budur. Bundan dolayı dabbe kelimesi hayvanlar için olduğu  gibi insanlar için de kullanılır. Bu ayette "dâbbe" kelimesi nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden başka bir dâbbe olması akla gelir. "Onlarla konuşan dâbbe" terkibinde açıkça belirtilen bunun konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır."

"Râgıb, ‘Müfredat’ında bu konudaki görüşleri şöylece özetlemiştir: “Dâbbe”, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, çıkması kıyamet vaktine mahsustur.” Bir de denildi ki: “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.”

Bu takdirde dâbbe bütün debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur. “Hâin” kelimesinin cemisi, “hâine” gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu “cessâse” casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir. Ebü's-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garipliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder…

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (asm), şöyle buyurmuştur:

"Neml sûresi 87. ayette geçen Dabbet-ül Arz denilen yaratık kıyamete yakın çıktığında beraberinde Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asası da bulunacaktır. Mü’minin yüzü pırıl pırıl olacak kafirin burnu da mühürle mühürlenecektir. Bu yüzden bir yerde oturanlar birbirini tanıyacaklar ve bu mü’mindir buda kafirdir, diyebilecektir." (Tirmizi, Tefsir, 28)

Bu hadise göre de, dâbbe, normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Musa'nın asasına, Süleyman'ın mührüne sahip olan kimse, büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette; "Onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” buyrulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah Teâlâ'ya göre onun meydana çıkarılmasının zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır. Bu konudaki bazı açıklamaları da kaydedelim:

1. İbnü Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet ettiğine göre: "Dâbbe'nin üç çıkışı vardır: Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar mescitlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır, müminlerden bir grup kalır, bizi Allah'tan hiçbir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar" dedi. "O zaman insanlar ne halde olur?" dedik. "Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar" dedi.

2. İlim ehlinden birçokları dâbbenin ortaya çıkması, emr-i bi'l-ma'rûf (iyilikleri emir) ve nehy-i ani'l-münker (kötülüklerden menetme) terk edildiği vakittir demişler.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  “Ne zaman ki Süleyman'a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı.” (Sebe, 34/14)

Hz. Süleyman’ın (a.s) dayandığı asasını yiyen ağaç kurdunun veya bir güve böceğinin mahiyeti hakkında da iki görüş vardır: Bir görüşe göre burada ifade edilen kurdun, bilinen ağaç kurdu olduğudur.

Diğer görüşe göre ise bu kurt, asaları yiyen bir kurtçuktur.

Ayette ifade edilen dâbbenin Hz. Süleyman’ın (a.s) bastonunu kemirerek yiyip bitirmesi gibi, AİDS mikrobu veya başka bir hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini aşan bazı insanları kemirip eritmesi mümkündür.       

Peygamber Efendimiz (sav.) "dâbbetü'l-arz"ın meydana çıkmasını kıyamet alametlerinden birisi olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir.” (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201)

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle buyurur:

“Amma "Dabbet-ül Arz": Kuran’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka meseleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: (Laye’lemulğaybeillallah) Nasılki kavm-i Firavun'a "çekirge âfâtı ve bit belası" ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe'ye "Ebabil Kuşları" musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan'ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dabbe bir nev'dir. Çünki gayet büyük bir tek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki  إِ  لَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ     âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû'-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Nursî, Şuâlar, Beşinci Şuâ)

Bediüzzaman Hazretleri müminlerin iman bereketiyle ve sefahatten içtinap etmeleriyle böyle bir duruma düşmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır. Öyle ise asrımızın en dehşetli ve en büyük tehlikesi olan sefahat yangınına karşı, takva kalasına sığınmak lazımdır.

Evet, günahların her taraftan sel gibi hücum ettiği günümüzde, nefs-i emmarenin tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar hevesatın hücumundan kurtulmanın yegâne çaresi, iffet, edep, hayâ ve takva dairesinde yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır.

Ulvî maksatlar için yaratılan insan, bu imtihan yeri olan dünyaya sadece yemek, içmek ve zevk etmek için gönderildiğini zannedip, helal dairesindeki keyfi kâfi görmeyerek, her türlü ahlaksızlığı işlemekte ve sefahat bataklığında sürünmektedir.

İman, marifet, muhabbet, ibadet, takva, adalet ve istikamet gibi ulvi seciyelerden mahrum olan bir cemiyetten sefahat ve fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur eder; memleketleri yıkar, aileleri tarumar eder, haysiyet ve şerefleri silip süpürür ve fert ve cemiyetin dünya ve ahiret hayatını zehirler.

Evet, ahlaksızlık ve hayâsızlıkta haddini aşan ve sefahat bataklığında boğulan geçmiş bazı ümmetler ve kavimler bir çok elim azaba, bela ve musibetlere duçar olmuşlardır. Bunlardan ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur: “De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün.” ( Rum, 30/42) 

Mazide edep ve hayâsızlığa sukut etmiş ve ahlaksızlık çukuruna düşmüş olan birçok asi kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in birçok ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan sefahate, çok güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete girdi mi, artık onun bünyesini kısa bir zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir.  Öyle ise geçmiş kavimlerin başına gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hayâ ve istikamet dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilâhinin celbine vesile olmayalım.

Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin başına gelen elim hadiseleri bizlere anlatmasının hikmeti, onlardan ibret ve ders almamız içindir. Firavun ve kavmini bit, çekirge ve kurbağa istila etmişti. Ama onlar her defasında tövbelerini bozmuş, başlarına gelen musibetlerden ders almamış ve sonunda denizde boğulmuşlardı.

Hem yine Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna Cenab-ı Hak sürüler halinde kuşlar göndermiş,  o kuşlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları taşlarla onları perişan etmişlerdi.

Hem yine, Hz. Nuh’un (a.s) kavmini helak eden o büyük tufan, asi ve mütemerrit bir kavmi tarih sahnesinden silmişti.

Evet, Cenab-ı Hak, insanları uyarmak ve uyandırmak için zaman zaman deprem,  kasırga, açlık ve sel gibi bazı afetlerle onları ikaz etmektedir. Ancak insan öyle garip ve acip bir mahluktur ki, gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de  onların birçoğu  bunlardan ibret alıp uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek hata ve günahlardan sakınmaz.

Bu bakımdan, çeşitli bela ve musibetlere maruz kalmamak için, her mümin ve özellikle de ilim ve irfan erbabı olanlar, kanser mikrobundan daha tehlikeli olan bu asrın hastalığı  “sefahate” karşı büyük bir mücadele etmelidirler. Aksi halde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: 

“Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar) ” (Enfal, 8/25)

Edep ve hayâsızlıkta haddini aşan geçmiş kavimlerin başına birçok elim hadise geldiği gibi, Roma, Endülüs ve Pers gibi birçok imparatorlukları da tarih sahnesinden silip atan sefahattir. Evet, tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi.  Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne de zenginlikleri onları yıkılmaktan kurtaramadı.   

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“… gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile 'Eyvah gençliğimizi bâdi heva, belki zararlı zayi' ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.' diyecekler.” (Nursî, Şuâlar)

2 Kıyamet ne zaman ve nasıl gerçekleşecektir ?

Kıyamet Saati

“Kıyamet, filan tarihte kopacaktır.” demek haddime olmadığı halde, burada size tarih tahmin etme cüretinde bulunacağım. Elbette kimse yarın başına ne geleceğinden emin olamaz. Ama, ölüm yaklaştıkça, yakınlığını hissedersiniz. Yaratan, yaklaşarak iyice açıklanma noktasına gelen kıyameti “Neredeyse gizleyeceğim.”(1) diyor. Kıyamet iyice yaklaştığında da geldi geliyor demeye başlarsınız ve tahminleriniz doğruya yaklaşır.

Allah şöyle uyarır:

“Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun zamanını Ondan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.”(2)

“Kıyametin zamanı hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.”(3)

“Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır.”(4)

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz. Habersiz oyalanıyorsunuz.”(5)

Kur'an dan kıyamet senaryoları

26 Ekim 1992 gecesi rüyamda kıyametin kopuşunu görmüştüm. Kıyametin başlayacağını anlayınca, caddelere daldım; karşılaştıklarımı kollarından tutup, ahirete hazırlanmamız gerektiğini anlatıyordum. Her kimi yakaladıysam, sözümü bitiremeden elimden sıyrılıp gitti. Anlatamamamın üzüntüsüyle koşuştururken, yıkılış başladı ve ben köşeme çöküp, ölümü izledim.

Dünya dalgalanıyor; çatlayıp parçalanan zeminlerden alevler fışkırıyordu. Üzerime serpilecek kaya, dağ veya alev yığınlarının korkusu içerisindeydim. Dizlerime kapanıp beklerken, “Allah’ım, bana acı verme!” diyordum.

Karanlıkta bedenimi kaybettim. Ardından, kömürleşmiş harabeler üzerinde gözlerimi açtım; bir yerlere doğru ilerliyordum. İçimden, “Neden dinlemedik, anlamadık.” diye üzülüyordum. Başımı çevirip, toprağı siyah, göğü karanlık gördüğüm anda uyandım.

Sabahleyin, TBMM Soruşturma Komisyonlarındaki görevime gittim. Bir elimde günün gazetesi, diğer elimde çayı yudumlarken, rüyamı anlamlandırmaya çalışıyordum. Gazetenin rasgele bir sayfasını açtım. Gözüm “Kıyametin tarihi belirlendi.” şeklindeki başlığa takıldı. Heyecanlandım, ürperdim. Haber şöyleydi: “Herkesin merak ettiği kıyamet günü, sonunda açıklandı: 14 Ağustos 2126. İngiliz-Avustralya Rasathanesinde görevli ünlü gökbilimci Duncan Stell, üç mil genişliğindeki Swift Tuttle adlı bir kuyruklu yıldızın saniyede 37 mil süratle üzerimize geldiğini ve hesaplanan tarihte, bir milyon nükleer bombadan daha etkili bir patlamayla yeryüzüne çarpacağını açıkladı.”(6)

Haberin rüyamın üzerine gelmesinden etkilendim ve kıyametin tarihiyle ilgili araştırmalar yaptım. Hz. Muhammed (asm)’in

“Ümmetimin ömrü bin seneyi geçecek; fakat bin beş yüz seneyi çok aşmayacaktır.”(7) 

dediğini okudum. Ebced hesabıyla yorumlanan bir hadisten de Hicri 1545 (Miladi 2120) tarihinin kıyamet yılı olabileceğinin bulgulandığını gördüm.(8) Bunlara benzer başka tarihleri de yan yana getirdiğimde, ilginç bir örtüşmenin yaklaşık aynı yıllara işaret ettiğini anladım.

Bu rüyadan dokuz yıl sonra, kıyamet hakkında bir kitap yazmak istedim; verileri toparladım.(9) Swift-Tuttle’la ilgili gelişmeleri konunun uzmanlarından Prof. Brian G. Marsden’e sordum. Prof. Marsden’in, 17 Nisan 2001 tarihli e-posta cevabı şöyleydi: “Eğer yörüngesi dünyanın yörüngesiyle kesişen Swift-Tuttle, gelecek geçişinde dünyaya çarpacak olsaydı, bu 14 Ağustos 2126’da olacaktı. Kuyruklu yıldız her geçişinde gecikme yapıyor. Çinlilerin M.Ö. 68 ve M.S. 188 yıllarındaki gözlemlerini de dikkate alarak yapılan hassas hesaplamalarda, o tarihte dünyaya çarpma ihtimalinin çok düşük olduğu anlaşıldı.” Prof. Marsden’e, 2120’de herhangi bir çarpışma ihtimali olup olmadığını da sordum. “O tarihte bir çarpışma olacaksa, bunun bizim henüz bilemediğimiz bir gökcismiyle olabileceğini” yazdı.

Bilemediğimiz göktaşlarının dünyaya yaklaşıyor olma ihtimalleri yüksekmiş demek. NASA bilim adamlarına göre, 2004 Haziran ayında keşfedilen 400 metre çapındaki 2004 MN4 adı verilen göktaşı 13 Nisan 2029’da üç yüzde bir ihtimalle dünyaya çarpabilirmiş.(10) Göktaşı yaklaştıkça çarpışma ihtimali artıyor; hesaplanan son ihtimal otuz sekizde bir(11)… Daha böyle ne haberler okuyacağız, hiç de ciddiye almadan…

Gerçekten de 2100 yılından sonrası tufan mı olacak? Artık önümüzdeki 50-70 yılın ardından, kıyamet saatine kadar çevresel dengesizlikler birbirini kovalayacak mı? Kıyamet dünyayı ne zaman yakalayacak? Her uyanık vicdan kendi cevabını bulur.

2004 yılında, 50 bin ışık yılı uzağımızda patlayan Nötron yıldızının saniyede yaydığı enerjiyi, Güneş’imiz ancak bir milyon yılda yayabiliyor. Bilimcilere göre, bu patlama 10 ışık yılı yakınımızda yaşansaydı, dünya hayatının çoğu sönecekti.(12) Bundan böyle, kıyamet haberleri de fırtınayı bildiren rüzgarlar gibi esip duracaktır. Sonunda asıl fırtına ansızın, umulmaz ve beklenmezken gelip çatacaktır.(13)

Alman Bild Gazetesinin manşetten verdiği bir haberde, bilim adamları kıyamet uyarısı yapıyorlardı. Bunlardan BBC’ye de konuşan Prof. Sir David King, “Eğer dünyanın bu kötü gidişi daha da hızlanmazsa, bize geriye sağ salim yaşayabileceğimiz 60 yıl kalıyor.” demiş.(14) Hatta Washington Worldwatch Enstitüsüne bakılırsa, torunlarımızdan sonrasına dünya yok.(15) Yani artık iş işten geçmiş demeye getiriyorlar.

Dünyanın yaşanmaz hale geleceği yıllar pek yakın diye korkmalı ve çabayı terk etmeli miyiz? Aksine, sonsuzluğa layık olmanın yolu, tamir etmeye, iyi izler bırakmaya çırpınmaktan geçer. Kıyamet bilgisi, çalışkanlığa ve iyiliklere yönelmemizi sağlamalıdır.

Evrenin Yıkılışı

Kıyamet nasıl kopacak? Sadece dünyayı ve güneş sistemini mi kapsayacak; yoksa tüm evreni mi kuşatacak? Dünyanın kıyameti ile güneş sisteminin ve evrenin kıyameti aynı zaman kesitinde mi gerçekleşecek?

“Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar!”(16)

Fakat, ne yazık ki, “insanların çoğu (kıyametin geleceğine) inanmazlar.”(17)

“Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. O saate / dünyanın sonuna ilişkin emirse, bir göz açıp yummak gibi, hatta ondan da yakındır. Allah’ın kudreti her şeye yeter.”(18)

Yaratan evrene birden vücut verdiği gibi, kıyameti de birden başlatır. Yolunda gider gibi görünen her iş, aniden tersine döner.

Dünyamıza yönelen tehditler artıyor. Geçenlerde bir göktaşı dünyanın yakınından teğet geçmiş.(19) Bilimciler bir göktaşının çarpacağından emin olsalar, bunu bize açıklayabilirler miydi? Rusya Bilimler Akademisinden Mihail Smirnov “175 yıl içinde dünyamıza göktaşı düşmeyeceğini” açıklamış. Smirnov’a göre, “o zamana kadar zaten insanoğlu, göktaşlarını yok etme yolunu çoktan bulurlarmış.”(20)

Science dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre, 16 Mart 2880 tarihinde bir kilometre genişliğindeki bir göktaşının dünyaya çarpacağı “belirlenmiş.” Bilim adamları bu sürede göktaşının yörüngesini değiştirme teknolojisini geliştirebileceğimize inanıyormuş. Hatta Jet Propulson Laboratuvarından Jon D. Giorgini önümüzdeki uzun zamandan yararlanarak çaresine bakacağımızı düşündüğünden, endişelenmiyormuş.(21) Hep aynı kandırmaca ve aynı oyalanma…

Göktaşları, yer taşları işin bahanesidir. Evrenin yıkılışına yönelen İlâhî Kudret, evrensel meleklerden İsrafil’in (as) nefesi üzerinden evrene akar. İsrafil’in surundan yayılan enerji, evrenin enerji dengesini bozarsa sistem çökmeye başlar. Dengesizlik her zerreciğe ulaşır; evren galaksileriyle ve gök katlarıyla çökmeye başlar. O gün Sur üflenir; göklerde ve yerde kim varsa, Allah’ın dilediği kimselerden başka hepsi çarpılıp yıkılır.(22)

Evren gerilen bir kauçuk çarşaf gibi her yandan genişliyor; atomlardan galaksilere kadar tüm zerreler birbirinden uzaklaşıyor. Bilimciler bu durumun evrenin içerisinde gizli kara enerjiden kaynaklanabileceğini düşünüyorlar.(23) Evren, kendisinden onlarca kat büyüklükte gizli bir enerjinin elindeyse, o enerjinin geriye çekilmesinin sonuçlarını hayal edebilirsiniz.

İster gelmekte olan, isterse aniden yaratılan bir sebeple perdelenerek veya isterse de sebepsiz başlatılan yıkılış süreci dünyayı kuşatır. Bir göktaşı mı çarpar; evrenin enerji dengeleri mi bozulur; güneş sistemi ve galaktik sistemler mi çöker? Nasıl olacaksa, kıyamet başlar.

Allah, göklerin ve yerin gaybından elektronlara gönderdiği kuvveti geri çekiverse, o saniyede olacakları hayal edin. Evren saatinin tüm çarkları birbirinden kopar; madde makinesinin parçacıkları yay gibi yerlerinden fırlar. Tarifsiz bir başıboşluk ve beraberinde köpük gibi sönüp yok olma yaşanır.

Dünyanın ölümü ürkütücüdür: “Yer o sarsıntıyla sarsıldığında, yer ağırlıklarını çıkardığında…”(24) Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar serpildikçe serpildiği, hepsi dağılıp toz duman haline geldiği, (zaman)…(25) O gün yer ve dağlar sarsılacak, dağlar erimiş bir kum yığınına dönecektir!(26)

Ölüm evrene yayılır. “Hani o yıldızlar silinip, o gök kubbe açıldığında,(27) gökyüzü çatlayıp, yıldızlar döküldüğünde…(28) Gök onun dehşetiyle çatlamıştır ve Onun vaadi yerine getirilmiştir.”(29) Ne zaman ki o göz kamaşır, Ay tutulur, Güneş ve Ay bir araya getirilir… O gün insan, “Kaçacak yer neresi!” diyecektir.(30)




Güneş’le aramıza bir perde girseydi karanlığa düşerdik. Yaratan, nurunun, kudretinin yansımasını bir an durdursa, o an evren yoktur. Boşuna kıyamet senaryoları üretiyoruz.

Yokluğa Dönüş

Kıyamet gününe ulaşıldığında, dünyada sadece cisimsel zevklerine saplanmış, ilgisiz ve duyarsız insanlar yaşıyor olacak. Tüm işaretleri gördükleri halde, hâlâ bir biçimde kurtulacaklarını hesaplayacaklar, oyalanacaklar, isyanlarını sürdürecekler.

Öyle bir deprem gürültüsüyle sarsılacaklar ki, birçok kalp göğüs kafesinde patlayıverecek. Pek çoğunun beyin damarları oracıkta çatlayacak. Ufkunuzdan Ay’a uzanan alevlerin üzerinize estiğini düşünün. Denizler göklerden boşalırcasına üzerinize akıyor. Dağlar temellerinden parçalanıyor, zeminler çöküyor, toprağın içinin dışına çıkışını izliyorsunuz. Yer ölüm, gök ölüm haykırıyor.

Kıyamet anında melekler, cinler, şeytanlar, ruhlar güçsüz ve çaresizdir, şaşkındır, ürperti halindedir. Evren doğdu doğalı, böyle inanılmaz bir dehşetle karşılaşmamıştı.

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!”(31)

Her canlı, ölünceye kadar kıyametin dehşetine tanıklık eder. İnsanlar öldükten sonra da olayları ruh gözleriyle görmeye devam ederler. Yıkılış berzahtaki ruhların huzurlarında yaşanır. Berzah evreni de parçalanır. Cehennemi umanların dehşeti, cenneti bekleyenlerin müjdeleşmelerine karışır.

Hani gece vakti idamlık mahkumları alıp darağacına veya kurşuna dizilecekleri meydana götürürler ya… Bir de seçilmeyi başarmış liderlere büyük törenlerde taç giydirirler… O gün, herkes yakında yaşayacaklarını hissetmektedir. Her şey herkesin huzurunda açığa çıkacak; yakında tarihin en büyük hesaplaşması yaşanacaktır.

“O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürüp büker gibi düreceğiz.”(32)

emri gerçekleşir. Evrenin maddesi çöker, sistemler dağılır. Galaksilerin çöküşünü gök katlarının kapanışı izler. Ruhlar ve melekler de birer birer söner ve

“O (Allah’ın) zatından başka her şey yok olucudur (olacaktır.)”(33)

ayetinin nihaî hükmü gerçekleşir.

Kıyamet kopmuştur. Zaman biter ve Allah’tan başkasının vücudu yok olur. Artık her şey sadece Allah’ın bilgisindedir. Muhteşem bir romanın son sayfası da yaşanmış ve tarihe gönderilmiştir. Madde ve vücut adına her şey köpük gibi sönmüş; evren mum gibi eriyip tükenmiştir.

Kaynaklar:

(1) Kur’an, Tâhâ 15.
(2) Kur’an, Araf 187.
(3) Kur’an, Lokman 34.
(4) Kur’an, Necm 57.
(5) Kur’an, Necm 60.
(6) bk. Hürriyet, 27.10.2002… Ayrıca, bu konuyu ilk kez “Kıyamet ne zaman kopacak?” başlığıyla 18.11.2002 tarihli Yeni Asya gazetesinde yayınlanan yazımda dile getirdim.
(7) Celaleddin Suyuti’nin “el-Keşfu fi Mücazeveti Hazin el-Ümmeti el-Elfe Ellezi Dellet Aleyh el-Asar” isimli kitabından naklen el-Berzenci, Kıyamet Alametleri (İstanbul: Pamuk Yay., 2002) s. 299.
(8) Şu an Hicri 1426 (Miladi 2005) yılındayız. Konu hakkında bk. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 23.
(9) Kıyametle ilgili her türlü veriyi tamamladıktan sonra, artık kitabımı yazabilirim dediğim sırada, bilgisayarımı yeniledim. Çekilen formattan çok sonra öğrendim ki, kıyamet bilgilerini de beraberinde sildirmişim.
(10) Milliyet, “Kıyamet 13 Nisan 2029’da mı?” (25.12.2004).
(11) Vatan, “Meteor Alarmı”, (10.4.2005).
(12) Hürriyet, “Samanyolu’nda dev patlama” (20.02.2005).
(13) “O (kıyamet) size ancak ansızın gelecektir.” (Kur’an, A’raf 187).
(14) Hürriyet, “Dünyanın 60 yıl ömrü kaldı” (07.11.2004).
(15) NTVMSNBC, “Bir ya da iki nesillik vaktimiz kaldı” (10.01.2003).
(16) Kur’an, Muhammed 18.
(17) Kur’an, Mümin 59.
(18) Kur’an, Nahl 77.
(19) Hürriyet, “Göktaşı teğet geçti” (19.03.2004).
(20) Hürriyet, “175 yıl göktaşı düşmeyecek” (05.02.2001).
(21) Akşam, “Kıyamet 878 yıl sonra” (05.04.2002).
(22) Kur’an, Zümer 68. Hz. Muhammed (asm) “Sur sahibi” şeklinde tanımladığı büyük melek İsrafil’in (as) sağında Hz. Cebrail’in (as), solunda Hz. Mikail’in (as) konumlandığını belirtir. (Ebu Davud, Hurufve’l-Kıraat 1, 3999) Bu üçüyle birlikte Hz. Azrail (as), evrenin boyutlarına ya­yılmış, dört çok büyük enerji alanını, bilinç ve emir düzeyini temsil ederler. Anladığımıza gö­re İsrafil (as) Allah’ın evreni temel yok ediş ve diriltişlerinde rol alan enerji alanını temsil et­mektedir.
(23) Evrenin bilinen baryonik maddesi (galaksiler) vücut toplamının % 4’üdür. % 75’in kara e­nerji ve kalanın da karanlık madde olduğu sanılıyor. bk. http://universe.gsfc. nasa. gov/science/darkenergy.html
(24) Kur’an, Zilzal 1-2.
(25) Kur’an, Vakıa 4-6.
(26) Kur’an, Müzzemmil 14.
(27) Kur’an, Mürselat 8-11.
(28) Kur’an, İnfitar 1-3.
(29) Kur’an, Müzzemmil 18.
(30) Kur’an, Kıyamet 7-10.
(31) Kur’an, Hacc 1.
(32) Kur’an, Enbiya 104.
(33) Kur’an, Kasas 88.

(Bu yazı, Yazarın Nesil Yayınlarından çıkan "Sonsuzluk Yolculuğu" isimli kitabından alınmıştır.)

3 Hz. İsa, kıyamet kopmadan önce tekrar yeryüzüne inecek mi?

Bir mu’cize eseri, babasız olarak Hz. Meryem’den yaratılan Hz. İsâ, dört büyük peygamberden biridir. Otuz yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik verilmiş, üç sene sonra da Yahudîlerin sûikastlarına maruz bırakılmadan Allah tarafından gökyüzüne çıkarılmıştır. Mesih ünvanıyla da anılır. Meshederek hastalıkları iyileştirdiği, Hz. Zekeriya kendisini meshettiği, yeryüzünü meshedeceği, yani katedeceği gibi hususlar yüzünden bu ünvanın verildiği belirtilir. Rivayetlere göre Hz. İsa, âhir zamanda tekrar yeryüzüne inecek ve ümmet-i Muhammed’den olacaktır.

Hz. İsa’nın Çarmıha Gerilme İddiâsı

Günümüz İncillerine baktığımızda bu konuda tutarlı, üzerinde ittifak edilmiş bir görüş bulmak mümkün değildir. İncil'e göre, Hz. İsa meşrû ve haklı mücadelesinde bir kısım engellerle karşılaşmış, halkı kışkırtmakla suçlanmış ve Yahudîlerin ısrarlı "Haça germe" teklifleri karşısında Roma İmparatorluğunun Yehudiye bölgesinin 6. valisi Platus (Filatos) tarafından haça gerilmiştir. Luka İncili'nde, Platus'un, Yahudîlerin isteklerine boyun eğdiği(1) ve Hz. İsa’yı, Yahudîlerin yüksek dinî mahkemesi Sanhedrin tarafından idama mahkûm ettirdiği kaydedilmiştir.

İncillere göre, Hz. İsa'nın yerinin bilinmediği, ancak 12 Havarîden birisi olan Yehuda İskaryot'un 30 gümüş gibi az bir para karşılığında onun yerini bildirdiği, Allah'ın da ceza olarak onun sûretini Hz. İsa'ya benzettiği anlatılır.(2)

Hristiyanlarca, Hz. İsa'nın âkıbeti ise ihtilâflıdır. Onun çarmıha gerildiği ağırlıklı görüş olmakla birlikte, çarmıha gerilmediğini kabul eden Hristiyanlar da vardır. Cerinthi ve Tatianos mezhepleri gibi. Kur'an-ı Kerimi İngilizceye çeviren George Sale,

"Bazı Hristiyanlar, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeme fikrinin Hz. Muhammed tarafından îcad edildiğini söylerlerse de bu doğru değildir. Daha önceden de Basilid, Cerinthi, Carpocrati gibi mezhepler bu görüşteydi. Photius, Resûllerin Seyahatları adlı eserde şu cümlenin yazılı olduğunu okumuştu: 'İsa çarmıha gerilmedi, bir başkası onun yerine çarmıha gerildi. Onun için onu çarmıha gerenlere güldü.'" diyor.

Ekser Hristiyanlar ise, onun Platus zamanında çarmıha gerildiği, sonra da diriltilip gökyüzüne çıkarıldığına inanırlar. Onun yerini gösteren 12 Havarîden İskaryot, sonradan hiyanetinden pişmanlık duymuş ve kendini asmıştır. Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi konusunda Hristiyanlar üç gruba ayrılmışlardır. Melkâiye denilen grup, Hz. İsa’nın hem bedenen, hem de rûhen çarmıha gerildiğini, fakat bu ölümün ruhuna doğrudan değil de temasla ve hissen vâkî olduğuna inanırlar. Yakubiye denilen diğer bir grup iki cevherden meydana gelen cevher-i Mesih'in idam edildiğini, Nasurîler denilen üçüncü grup ise bedenen öldürüldüğünü, fakat ruhunun göklere yükseldiğini söylerler.(3)

Kur’ân’da Hz. İsa’nın Sonu

Kısaca, İncillerin ve Hristiyanların Hz. İsa'nın âkıbeti konusundaki görüşleri böyle. Kur'an ise, bu konuda gâyet net ve kesin açıklamada bulunmaktadır. Konuyla ilgili bazı âyetler şu meâldedir:

"Yahudîler, İsa'yı öldürmek için hile yaptılar. Allah da onları kurdukları tuzağa düşürdü ve İsa diye kendilerinden birini öldürttü. Allah, hileyi hileyle cezalandıranların en hayırlısıdır."

"O vakit Allah buyurdu ki: 'Ey İsa! Seni ecelin geldiğinde öldürecek olan benim. Seni ben semaya yükselteceğim, Yahudîlerin suikastından tertemiz kurtaracağım ve sana uyanları Kıyamete kadar, seni inkâr edenlere üstün kılacağım.'"(4)

Diğer bir âyette ise, meseleye daha da açıklık kazandırılmakta ve şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar, İsa'yı inkâr etmeleri, Meryem'e pek büyük bir iftirada bulunmaları ve 'Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük.' demeleri sebebiyle de lânete uğramışlardır. Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat başkası ona benzetildi de onu öldürdüler. Muhakkak ki, bu hususta ihtilâfa düşenler, İsa'yı öldürüp öldürmedikleri hakkında şüphe içindedirler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur; kapıldıkları şey, ancak bir zan ve tahminden ibarettir."

"Hakikatte ise, Allah, onu kendi huzuruna yükseltti. Allah'ın kudreti herkese gâliptir ve Onun her işi hikmet iledir."(5)

Âyette, açıkça Hz. İsa'nın asılmadığı, ona benzetilen başka birinin öldürüldüğü anlatılmaktadır. Âyeti tefsir eden âlimler, bu hususu şöyle yorumlamışlardır: Yahudîler, Hz. İsa'yı öldürmek maksadıyla yanına girdiklerinde onu bulamadılar. Çünkü Cenab-ı Hak, onu gökyüzüne çıkarmıştı. Telaşlanan ve halkın karışmasından korkan Yahudîler, bir kişi tutup onu Hz. İsa diye çarmıha gerdiler. Halk çarmıha gerilen adamı ismen tanısa da şahsen tanımamaktaydı.

Diğer bir görüşe göre ise, Yahudîler, Hz. İsa'nın bir evde bulunduğunu öğrenmiş, öldürmek maksadıyla eve gitmişlerdi. Başlarındaki Yehuda, Taytayus adında birini öldürmesi için içeri gönderdi. Cenab-ı Hak ise, İsa Aleyhisselâmı göğe kaldırmış, o adamı da İsa'ya benzetmiş, Yahudîler de Hz. İsa diye onu asmışlardı.

Bu rivayetlere ilave olarak, Havarîlerden birinin münafıklık edip casusluk yaptığı, Allah'ın da ceza olarak onu Hz. İsa'ya benzettirip astıkları şeklinde bir rivayeti daha bulunmaktadır.

Bu âyetler açıkça göstermektedir ki, Hz. İsa'yı öldürme teşebbüsüne geçen Yahudîler onu öldürememiş, Cenab-ı Hak onların tasallûtundan onu kurtarıp gökyüzüne çıkarmıştır.

Hz. İsa’nın Yeryüzüne İnişi

Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) birçok yönleriyle övülen bir millettir. Kur’ân’da da diğer İlâhî kitaplarda da övülmüştür.

Hz. İsâ, İncil’de, bu ümmetin övgü dolu sıfatlarını gördüğünde, onlardan eylemesi için Allah’a duâ etmiş, Allah da onun duâsını kabul etmiştir. Günü geldiğinde müceddit olarak yeryüzüne inmesi bunun içindir.(6)

Âlimler, İsâ Aleyhisselâmın yeryüzüne inişinin Kitap, Sünnet ve icma ile sabit olduğunu(7) ve bunun mütevatir hadislere dayanan bir inanç meselesi haline geldiğini, inkâr edenin küfrüne hükmedileceği kanaatine varmışlardır.(8)

Şevkânî’ye göre, İsâ Aleyhisselâmın yeryüzüne ineceğini bildiren hadislerin toplamı 29’u bulmakta ve tevatür derecesine ulaşmaktadır.(9) Sahih-i Müslim’de de aynı kayıt vardır.(10) Şöyle der:

“Beklenen Mehdî, Deccal hakkında rivayet edilen hadisler olduğu gibi Hz. İsa bin Meryem'in (a.s.) ineceği hakkındaki hadisler de tevatür derecesine ulaşmıştır.”(11)

İbni Kesir Tefsirinde, Zuhruf Sûresinin 61. âyetinde geçen İsa Aleyhisselâmın Kıyamet alâmeti oluşu hakikatini açıklarken, onun Kıyamet kopmadan önce ineceğini bildiren rivayetlerin tevatür derecesine geldiğini bildirmektedir. Şeyh Abdülfettah Ebû Gudde de, Hz. İsa’nın yeryüzüne inip Deccalı öldürüceğine dair rivayetlerin tevatür derecesini bulduğunu belirtir.(12) Allame muhaddis Kittânî’nin de Nazmü’l-Mütenâsır isimli eserinde(13) aynı görüşleri savunduğu görülür.

İbni Hacer’in Fethu'l-Barî'sinde de, Hz. Mehdînin bu ümmetten olacağı, Hz. İsa'nın (a.s.) onun arkasında namaz kılacağıyla ilgili hadislerin mütevatir oldukları kaydı da yer almaktadır.(14)

Sadeddin Taftazanî de, Şerhu'l-Makasıd’ında, Hz. İsa'nın inişiyle ilgili birçok sahih hadis bulunduğunu ve bunların mütevatirü'l-mânâ olduğunu kaydeder.(15)

Bir kısım âyet ve hadislerde, kıyamet alâmetlerinin anlatıldığını görürüz. Bunlar hadis kitaplarında olsun, İslâm âlimlerinin eserlerinde olsun, "Kıyamet alâmetleri" başlığı altında toplanmıştır. Bu alâmetlerden biri de, Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesidir. Yani İsa Aleyhisselâm, Kıyamet kopmadan önce yeryüzüne inecektir. Cenab-ı Hak, bir âyetinde, "İsa'nın inişi kıyamet alâmetlerindendir."(16) buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Resûl-i Ekrem de (a.s.m.), birçok hadislerinde, Hz. İsa'nın ineceğini bildirmişlerdir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

"Sizler on alâmeti görmedikçe hiçbir zaman kıyamet kopmaz. ... Biri de İsa Aleyhisselâmın inmesi..."(17)

"Hayatım Kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa'nın adaletli bir hâkim olarak içinize inmesi yakındır."(18)

Bilindiği gibi, Hz. İsa, gökyüzünderi ve üçüncü hayat tabakasında bulunmaktadır. Bizim gibi yiyip içmeye, beşerî bir kısım ihtiyaçlara gerek duymamakta, nuranî, yıldız misal, melek gibi bir hayat sürmektedir. Peygamberimizin, “Hz. İsa âhir zamanda gelecek, şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek.”(19) müjdesi gereğince yeryüzüne bir insan olarak inecektir.

Mâdem hikmet-i İlâhiye onun yeryüzüne inmesini gerekli görmektedir. Öyleyse çok önemli bir kısım vazifeler yapmalıdır. Bunların bir kısmını sıralayalım:

Hz. İsa' nın Faaliyetleri

a. Hz. Mehdî’ye Tâbî Olması

Hz. İsâ geldiğinde islâm şeriatıyla amel edecektir. "Eğer İsa hayatta olsa, bana uymaktan başka birşey yapmaz."(20) buyuran Allah Resûlü, Müslim'de yer alan bir hadislerinde de onun Sünnet-i Seniyyeye tâbi olacağını açıkça belirtmektedir.(21)

İmam-ı Nevevî, "Hz. İsâ, ümmet-i Muhammed’e ayrı bir peygamber olarak değil, şeriat-ı Mahmmediyeyi tatbik etmek için gelecektir."(22) der.

İmam-ı Rabbanî de (r.a.), Hz. İsa’nın yeryüzüne inip peygamberlerin sonuncusu Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) şeriatına tâbi olacağını söyler.(23)

Kadı İyaz ise, onun halkın terk ettiği Şeriat hükümlerini ihya etmek için ineceğinin sahih hadislerle sâbit olduğunu belirtir.(24)

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (a.s.m.) hâtemülenbiyadır, yani son peygamberdir. Böyle olunca Hz. İsa'nın yeni bir peygamber olarak değil, ancak Resûl-i Ekreme ümmet olarak gelmesi ve Şeriat-ı Muhammediyeye göre amel etmesi düşünülebilir. Âlimler derler ki:

"Hz. İsa, Şeriat-ı Muhammediyeyi tekrar ve tecdidle görevlidir. İslâmla amel edecek tek peygamber, Hz. İsa'dır. O, dinin hor ve hakir görüldüğü, itildiği bir zamanda gelip âdil bir hâkim olarak vazife yapacaktır. Yeryüzüne inmeden önce o günün şartlarında İslâmla ilgili gerekli her türlü bilgiyi öğrenmiş olarak gönderilecek ve geldiğinde bunları tatbik edecektir."(25)

Tevatür derecesinde olan Hz. İsa'nın Hz. Mehdî'nin arkasında namaz kılması(26) tarzındaki hadisler de onun İslâma tâbi olacağını göstermektedir. Bu konuda birçok rivayet vardır. Bir kısmı şöyledir:

“Hz. Mehdî imam olur, Hz. İsa da ona uyar.”(27)

Buharî ve Müslim'deki diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur:

"İmamınızın sizden olduğu bir anda Meryem oğlu İsa, yanınıza inip namazda ona uyduğunda ne yaparsınız?"(28)

Ahmed'in Cabir'den rivayet ettiği Müsned’de yer alan bir hadis-i şerifte, Hz. İsa'ya, “İmamete geç, ey Ruhullah.” diye namaz kıldırması teklif edilince, “Sizin imamınız öne geçsin ve namaz kıldırsın.” diyeceği belirtilir.(29)

Konuyla ilgili rivayetlerden birisinde de şöyle buyurulur:

“İsa bin Meryem'in (a.s.) sabah şafağının attığı bir sırada Beyt-i Makdis'e ineceği vakte kadar, bu ümmetin içinde hak için çarpışan bir cemaat muhakkak bulunacaktır. İsa bin Meryem (a.s.) Hz. Mehdî'nin yanına iner. Kendisine, ‘Geç öne ey Allah'ın peygamberi! Bize namaz kıldır!’ denilir. O da, ‘Hayır, Allahu Teâlanın bir ihsanı olarak siz birbirinizin emiri kılınmışsınızdır.’ der.”(30)

İbni Mâce’de Ebû Ümame’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise imamlık Hz. İsa’ya teklif edilince o, “Sen geç, bu görev sana verildi” der.

Konuyla ilgili diğer bir rivayet de şöyledir:

“Hz. Mehdî, mü’minlerle beraber Beytü’l-Makdis’te sabah namazı kılarken o sırada nüzûl eden İsa’yı (a.s.) öne geçirecek ve Hz. İsa, ellerini onun omuzlarına koyarak, ‘Namazın kàmeti senin için getirilmiş, bu yüzden sen kıldır.’ diyecek ve nihayet Hz. Mehdî, İsa (a.s.) ve mü’minlere imam olarak namazı kıldıracaktır.”(31)

Fıkhü'l-Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhinde ise mesele biraz daha netleştirilir:

"İsa Aleyhisselâm, Mehdî (r.a.) ile buluşacak. Bu arada namaz kılınacak. Mehdî namazı kıldırması için İsa Aleyhisselâma işaret edecek, fakat İsa Aleyhisselâm, 'Bu namaz senin için kılınıyor' diyerek mazeret belirtecek ve 'Sen bu namazı kıldırmaya benden daha lâyıksın' diyecek. İsa Aleyhisselâmın Hz. Peygamberin şeriatına uyduğu ortaya çıkması için Mehdî'ye uyacak, böylece beraber namaz kılacaklardır."(32)

Hz. İsa'nın namazda Hz. Mehdî'ye uyması şeklindeki bütün bu rivayetler, onun İslâma tâbi olacağını göstermektedir. Yani Hz. İsa yeni bir dinle gelmeyecektir. Ayrıca Hristiyanlıkla İslâmiyetin ittifak edeceğine, hakikat-i Kur’âniyenin metbûiyetine ve hâkimiyetine işaret etmektedir.(33)

Hz. İsa’nın Şeriat-ı Muhammediye ile amel etmesinin bir sırrı da şöyle tecellî etmektedir: Âhirzamanda tabiat felsefesinden kaynaklanan küfür cereyanı ve Allah’ı inkâr fikrine karşı İsevîlik, hurafelerden arınıp İslâmiyete dönüşecek ve İsevîliğin şahs-ı mânevîsi vahy-i semavî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürecektir. Yani Hz. İsa, İsevîliğin şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı, yani onun yaydığı Allah’ı inkâr fikrini öldürecektir.(34)

b. Hristiyanlığı Hürafelerden Arındırması

Hz. İsa'nın diğer önemli bir vazifesi de, az önce kısaca temas ettiğimiz gibi Hristiyanlığı sonradan içerisine sokulan birkısım hurafelerden, bilhassa teslisten arındırması, Tevhide dönüştürmesidir. Çünkü çağın, ilmin, insanî ve medenî duyguların bunca gelişmesi karşısında insaf ve hakperestliği esas alan insanlarca, Hristiyanlığın eski haliyle ayakta kalması mümkün değildir. Ya sönüp gidecek, ya da asliyetine dönüşecek, hurafelerden arınacaktır.

Bir kısım inkılâplardan geçen Hristiyanlık, önce Prutluğa, sonra mutlak dalâlete düşerken, bir kısmı ise Tevhide yaklaşmış, onunla teneffüs etmeye başlamıştır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarından itibaren, bilhassa son yıllarda yeni birkısım değişikliklere uğrayan Hristiyanlık teslisten Tevhide geçişin sancılarını yaşamaktadır. Hristiyan bir grup tarafından çıkarılan ve sekiz milyon insana hitap eden "Plain Truth" dergisi, teslisin Hristiyanlığa sonradan ilâve edildiğini açıkça söyleyebiliyor. Nice rûhanî, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini kabul etmekte tereddüt etmediklerini ifade edebiliyor. Vatikan gibi bir yerde bile Michael Lelong isimli Müslümanlarla Münasebetler Bölümü Başkanının bunu açık açık belirtmesi, bu yolda büyük mesafe alınmış olduğunu göstermiyor mu?

d. Küfrü Yok Etmesi

Hz. İsa küfre çetin bir savaş açar. Küfür, kendisinde onun karşısında durabilecek tâkât bulamaz. Rivayete göre, “onun nefesini duyan her kâfir ölecek, nefesi de gözün görebildiği mesafeye kadar ulaşacaktır.”(35) Yani o, İslâmın hayat verici hakikatlerini bayrak edindiği için, o müdellel hakikatler karşısında hiçbir küfrî görüş dayanak noktası bulamayacak, yıkılmak zorunda kalacaktır.

Hz. İsa’nın küfrü yok etmesi demek, küfrün temsilcisi olan Deccalı ve inançsızlığa dayanan köhne sistemini ve şahs-ı mânevîsini yerle bir etmesi demektir.

c. Barışı Sağlaması

Yeryüzünde kırk yıl adaletli bir idareci olarak kalan Hz. İsa,(36) barışı da hâkim kılacak, -barış hâkim kılındığı için de- kılıçları tırpan olarak kullanacaktır.(37)

Evet, onun döneminde kılıçlar kınına girecek, silah kullanmaya gerek kalmayacaktır.

İsa Aleyhisselâm, yeryüzünde kaldığı süre içerisinde, her türlü kötülüğün kaynağı olan küfrü yok ederken, onun yerine bütün güzelliklerin kaynağı olan îmanı yerleştirecektir. Böylece îmanın gereği olan adalet, eşitlik, bolluk, huzur ve saadet boy gösterecektir. Rivayetlerde bu gerçeklere bir bir dikkat çekilir. O geldiğinde "düşmanlıklar, boğazlaşmalar, kıskançlaşmalar yok olacak,"38 gerçek huzur ve saadet ortamı teşekkül edecek, “Tek bir secde dünya ve içindekilerden hayırlı görülecek.”(39)

Evet, o dönemde insanlar öylesine düzelecek, îmanları öylesine kuvvetleşecek ve hayırlı amellere öylesine koşacaklar ki, tek bir secdeyi dünya ve içindeki herşeyden daha üstün tutacaklar.(40)

Şu rivayet de o günki mânevî atmosferi göstermesi bakımından oldukça enteresandır:

"İsa bin Meryem, ümmetim içinde bulunacak, adaletli bir hâkim ve âdil bir imam olacak. Haçı kırıp ezecek ve domuzu öldürecektir. Cizyeyi kaldıracak, zekâta ise dokunmayacaktır. Artık ne koyun, keçi, sığır sürüsü, ne de deve sürüsü üzerine zekât memuru çalıştırılmayacaktır. Düşmanlık ve kin kaldırılacaktır. Zehirli olan her hayvanın zehri sökülüp alınacaktır. Hattâ küçük oğlan çocuğu, elini yılanın ağzına sokacak da yılan ona zarar vermeyecektir. Küçük kız çocuğu da arslanı kaçmaya zorlayacaktır da arslan ona zarar vermeyecektir. Kurt, koyun-keçi sürüsü içinde sürünün köpeği gibi olacaktır. Kap suyla dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah'tan başkasına tapılmayacaktır. Savaş da ağırlıklarını (silâh ve malzemelerini) bırakacak."(41)

Müslim’de yer alan bir rivayette de aynı şekilde onun, "domuzu öldüreceği, haçı kıracağı, cizyeyi kaldıracağı"(42) belirtilmektedir.

Bu ve diğer rivayetlerde geçen haçı kırma, Hz. İsa’nın, akla, ilme ve hakikate ters hurafelerle aslı değiştirilen Hristiyanlığı bunlardan arındırıp İslâmiyete dönüştüreceğine, teslisten kurtaracağına işaret eder.

Cizyeyi kaldırması ise, zamanında malın bollaşacağını gösterir. O geldiğinde mal öylesine bollaşır ki, cizye almaya bile gerek kalmaz. Bunu, Hristiyanların, İslâmı kabul edecekleri şeklinde yorumlayanlar da vardır. Çünkü Müslüman olanlardan cizye alınmaz.

Zehirli hayvanların zehirlerinin alınması, kurtla kuzunun bir arada gezmesi gibi ifadeler barış atmosferinin belirtileridir. “Savaş da ağırlıklarını, yani silah ve malzemelerini bırakacak” ifadelerinde olduğu gibi.

d. Deccalı Öldürmesi

Hz. İsa'nın en büyük muvaffakiyetlerinden biri ise, Deccalı öldürmesidir. Hz. Mehdî’yle birlikte bunu gerçekleştirecektir.

Deccal'ın çıkışı, icraatı nasıl dehşetliyse, öldürülmesi de o ölçüde önemli ve sevindiricidir.

Rivayete göre Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Miraca çıktığında Hz. İsa'yla görüşmüş; Deccal söz konusu olmuş ve Hz. İsa şöyle demişti:

"Rabbim bana Deccalın çıkacağını haber verdi. Yanımda kadib ağacından yapılmış iki ok bulunacak. Deccal onları görünce kurşunun erimesi gibi eriyecektir."(43)

Bu hakikati, Resûl-i Ekrem Efendimiz de (a.s.m.) şöyle haber vermiştir:

"Allah'ın düşmanı olan Mesih-i Deccal, İsa Aleyhisselâmı görünce, tuzun suda eridiği gibi erir. Hz. İsa, onu terk edip bıraksa bile helâk oluncaya kadar eriyip gidecektir. Lâkin Allah, onu bizzat İsa Aleyhisselâmın eliyle öldürür."(44)

Diğer birkaç rivayet de şöyledir:

“İsa (a.s.) gökten inecek, Deccalı öldürecek veya Hz. Mehdî’nin Deccalı öldürmesine yardım edecek.”(45)

“Mehdî, İsa (a.s.) ile beraber çıkacak, Filistin topraklarında Bab-ı Lüdd’e Deccalı öldürecek, Mehdî’nin Deccalı öldürmesine yardım edecektir."(46)

Acaba bu hakîkat nasıl tecellî edecektir?

Önce Deccal çıkar, kademe kademe plânladığı sinsî icraatını yapmaya başlar. Istıraplı bir dönem başlar. Son derece sıkıntılı günler yaşanır.(47)

Evet, onun döneminde mü'minler şiddetli sıkıntı ve açlık çekerler. Afik Akabesine veya Şam'daki Duhan tepesine sığınmak zorunda kalırlar. İşte böyle bir zamanda Hz. İsa bir sabah namazı vakti gelir, Deccal onu görünce kurşunun eridiği gibi erir.(48)

Deccalın öldürüleceği yerin Afik Akabesi olması da enteresandır. Hz. İsa burada şeytanla mücadele etmiş, sonunda Cenab-ı Hakkın yardımıyla gâlip gelmişti. Aynı yerde aynı şekilde Deccalı mağlup edecektir.(49)

İsa bin Meryem, iki eli iki meleğin omuzunda olarak Şam'ın doğusundaki minareye inecektir. Nefesinin ulaştığı her kâfir ölecektir. Deccalı da arayıp bulacak ve Lüd* kapısında öldürecektir.(50)

İbni Kesir'in belirttiğine göre Hz. İsa, hakkı temsil etmektedir. Gün gelecek, onun sayesinde hak kuvvet bulacak ve Deccalizmi mağlup edecektir. Hadiste Lüd kapısının özellikle zikredilmesi İslâmın Yahudîlere (Deccal da Yahudîdir) galebe çalacağını göstermektedir. Çünkü Yahudîler en geniş şekliyle Deccalizmi temsil etmektedirler ve Lüd onların hâkimiyeti altında bulunmaktadır.(51)

Fitneyi uyandırmak ve hâkimiyet kurmak maksadıyla dünyayı dolaşan, bir kısım istidracî harikalar gösteren Büyük Deccal, bütün bunlara rağmen Hz. İsa’nın elinden kurtulamayacaktır.

Rivayetler, ayakbastığı her yeri, uğradığı her bölge insanını mânen bozup toplum hayatı için birer felâket unsuru haline getiren Deccal ve taraftarlarının dördüncü devrede artık iş yapamaz hale geleceğini, durumunu muhafazaya çalışacağını göstermektedir. Onun hakkından Hz. İsa gelecektir. Evet, büyük Deccalı, o öldürecektir.

Bu nasıl gerçekleşecektir?

Bediüzzaman Hazretlerinin belirttiğine göre bunun iki tevili vardır:

"Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî harikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden (büyüleyip emri altına alan) o dehşetli Deccalı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mûcizatlı ve umumun makbûlü bir zât olabilir ki; o zât, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hz. İsa Aleyhisselâmdır."

"İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk (maddecilik) ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek, ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevînin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek."(52)

Evet, Hristiyanlık dini üçlü bir Allah inancından kurtulup tek bir Allah inancına yönelecek, bir kısım hurafe ve saçmalıklardan arınacak, İslâmiyete inkılâb edecek, Kur'ân'a teslim olacak ve birlikte büyük bir kuvvet kazanarak dinsizlik fikrini yok edeceklerdir.

Ancak herşey sebepler tahtında yürüyecektir. Çünkü sebepler dünyasında yaşıyoruz. Olup bitenlerin olağanüstü olarak gerçekleşeceği beklenmemelidir. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bile bütün işleri harika değildi. Ara sıra ve ihtiyaç ânında mûcize göstermekte, diğer zamanlarda nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranmaktaydı. Yerine göre aç kalıyor, yerine göre de sıkıntılara göğüs geriyordu.

Hz. İsa'nın da bütün işlerinin olağanüstü olmasını beklememeliyiz. Yeri gelince elbet harikulâdelikler gösterecektir. Diğer zamanlarda ise günün şartlarını dikkate alacak, nerede, ne zaman ve nasıl davranılacaksa öyle davranacaktır.

Deccal, dinsizliğin temsilcisi olduğu, onun bir komitesi, sistemi, rejimi bulunduğu ve bugün de bunun komünizm olarak tecellî ettiği bilindiğine göre, Hz. İsa'nın en büyük mücadelesinin dinsizlik, îmansızlığa ve komünizme karşı olacağı unutulmamalıdır.

Evet, Hz. İsa, dinsizliğin kökünü kurutacak, fikriyâtını yok edecektir. Bazı müfessirler, Nisa Sûresinde yer alan, "Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'nın hak peygamber olduğuna îman etmesin."(53) âyetine dayanarak Ehl-i Kitabın, Hz. İsa'ya inanacaklarını belirtirler. Aliyyü'l-Karî, bu âyeti izah ederken, Hz. İsa yeryüzüne indiğinde bütün dünyanın tek bir İslâm milleti haline geleceğini(54) belirtir. Mehmet Vehbi Efendi de Hz. İsa'nın Deccal çıktığı zaman gökyüzünden inip Deccalı öldüreceğini, sonra da bütün milletlerin Hz. İsa'ya îman edip dünyanın ehl-i İslâm olacağını kaydeder.(55)

Âhirzamanda maddecilik ve tabiatçılığın kuvvet bulup yaygınlaştığı, Allah'ı inkâr edecek dereceye geldiği ve Deccal, bizzat bu komitenin başına geçtiği bir zamanda Hz. İsa vazifeye başlar. Allah'ı ve dini inkâr eden bu grubun kuvvetli göründüğü bir anda Hz. İsa'nın mânevî şahsiyetinden ibaret olan hakikî Hristiyanlık dini, ortaya çıkan bu dinsizliğe karşı mücadele verir. Hz. Mehdî ile birleşerek Deccalı öldürürler. Yani hürafelerden arınmış Hristiyanlıkla İslâm ittifak ederek Deccalın fikr-i küfrîsini öldürürler.

Bu durumu Bedîüzzaman Said Nursî, bizzât kendi ifadeleriyle şöyle anlatır:

"O cereyan (dinsizlik cereyanı) pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hz. İsa Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiye semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakîkate karşı tasaffî edecek, hürafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakàik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir... Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi, tâbi; ve İslâmiyet metbû (tâbi olunan) makamında kalacak. Din-i hak bu iltihak neticesinde azîm (büyük) bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Küll-i Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadîr-i Küll-i Şey vaadetmiş, elbette yapacaktır."(56)

"Evet, Alem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet (Allah'ı inkâr) niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hz. İsa Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyet hakikatıyla birleştirmeğe çalışan hamiyetkâr ve fedâkâr bir İsevî cemaati nâmı altında ve ‘Müslüman İsevîleri’ ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hz. İsa Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracaktır."(57)

Asıl mesele bir virüsle ölebilecek Deccalın şahsını öldürmek değil, mesleğini, kurduğu dinsizlik sistemini öldürebilmektir. Bu hususa da Şuâlar’da şöyle açıklık getirilir:

“Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükümetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebattar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ: ‘O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hz. İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz.' rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavî ve halis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hz. İsâ Aleyhisselâmın nüzûlü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”(58)

Hz. İsa, Deccalı öldürdükten sonra insanlar ekseriyetle hak dine girecek, hak din bütün ağırlığıyla varlığını hissettirecek, az önce geçen âyette belirtilen gerçek kendini gösterecektir.

Bütün bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki, Hz. İsa, icraatını şahs-ı mânevîye dayanarak bir bir gerçekleştirmektedir. Dinsizliği yaymaya çalışan Deccal ve komitesi, onun ve Hz. Mehdînin karşısında bir buz gibi eridi ve erimeye devam edecek.

Yetmiş sene dünyaya kan kusturan, Rusya’nın bin yıllık mahsûlâtını bir çırpıda yıkan, mukaddes namına tahrip etmedik bir şey bırakmayan ateist rejim komünizmin uğradığı sevindirici âkibet, bu rivayetlerin bir nevi tasdiki, gözler önüne serilmesi değil midir?

Evet, fıtrata, âdetullaha zıt dinsizlik ölmek zorundaydı ve öldü. Rusya’nın bizzât kendisi de bu hakikat karşısında fazla direnemeyecektir. Çünkü, "İki dehşetli Harb-i Umûmînin neticesinde beşerde hâsıl olan bir intibah-ı kavî (kuvvetli uyanma) ve beşerin uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakîkata dayanan hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir müsalaha (barış yapar) veya tâbî olabilir"(59) müjdesinin gerçekleşmeye başladığını bugün açık seçik görüyoruz..

e. Yahudîleri Öldürmesi

"Deccal, beraberinde yetmiş bin Yahudî olduğu halde, gelecek. Hepsi de süslü kılınç kuşanmış, yeşil şallı olacaklardır. Deccal, İsa Aleyhisselâma bakınca, tuzun suda eridiği gibi eriyecek ve kaçmaya başlayacaktır. İsa Aleyhisselâm da ona, 'Sana öyle bir darbem olacak ki, sen bundan kurtulamayacaksın.' diyecek ve Lüdd'ün doğu kapısı yanında yetişip onu öldürecektir. Allah, Yahudîleri de hezimete uğratacaktır. Artık Allah'ın yarattığı yaratıklardan, arkasında bir Yahudînin saklanıp da Allah'ın konuşturmayacağı hiçbirşey kalmayacaktır. 'Ey Allah'ın Müslüman kulu! Gel, onu öldür' demeyen ne bir taş, ne bir ağaç, ne bir duvar, ne de bir hayvan kalacaktır. Yalnız, 'Garkad' denilen ağaç müstesna. Bu, onların ağaçlarındandır. Konuşmayacaktır."(60)

Müslim'de yer alan bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:

"Müslümanlar ile Yahudîler arasında çok kanlı bir muharebe olmadıkça Kıyamet kopmaz. O muharebede Müslümanlar, Yahudîleri tamamıyla kırıp öldürürler. Hattâ (bu kırıp öldürme o dereceye varır ki), bir Yahudî taş veya ağaç arkasına saklansa, o taş veya ağaç, 'Ey Müslüman! Ey Allah'ın kulu! Şu arkamdaki kişi bir Yahudîdir. Gel, onu öldür.' diyecek olmasın. Garkad ağacı (büyük bir ağaç) müstesna. Çünkü o Yahudî ağacı nevindendir."(61)

Dinsizlik rejimi olan komünizmin darbe yemesi demek, tarih boyunca yeryüzünü fesada veren; bozgunculuk ve karıştırıcılığıyla tanınan ve çağımızda da komünizmi dünyanın başına musallat eden Yahudîlerin darbe yemesi demek değil midir?

Kur'ân'da belirtildiği gibi, yaptıkları şer ve tahribat sebebiyle Allah'ın gazabına müstehak olan, zillet ve meskenat damgası yiyen bu milletin çağımızdaki fesadları geçmiş çağlardakileri topyekûn kusacak boyutta olduğu için, İlâhî cezaya da—sanıyoruz—o ölçüde müstehak hale gelmişlerdir. Komünizmin iflasıyla unutamayacakları bir darbe yiyen Yahudîlerin, müstehak oldukları diğer cezaları ne zaman ve nasıl çekeceklerini zaman gösterecek.

f. Bolluk ve Berekete Vesile Olması

Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz, “Mesih’ten sonraki yaşayışa ne mutlu!” buyururlarken, bunun sebebini de anlatırlar: O gün geldiğinde gök yağmurlarını yağdırır, yer bitkilerini bitirir. Öyle ki tohumu kaskatı bir taşın üstüne dahi atsan bitirir."(62)

Bu hadis-i şerif, Hz. Mehdî zamanında görülecek bu bolluğun sonra da devam edeceğini göstermektedir.

Evet, Hz. İsa’nın hâkimiyeti döneminin mazhar olduğu güzelliklerden sadece birkaçı bunlar. Bu güzelliklerden biri de bir rivayette belirtildiği gibi malın bollaşmasıdır.(63) Hem de öylesine bollaşacaktır ki, onu kabul edecek kimse bulunmayacaktır.(64)

İnsanlar şükre yöneldikleri için Allah da onlara bol bol vermektedir. Diğer bir önemli sebep de savaşa harcanan paraların halkın hizmetine sunulmasıdır. Ayrıca o dönemde teknoloji geliştiği, tarım ve sanayide hamleler gerçekleştirildiği için üretim kat kat artacaktır.

Hz. İsa Geldi mi?

Bediüzzaman, Hristiyanlığın ya söneceğini ya da hurafelerden arınıp Tevhide dönüşececeğini, İslâma terki silah edeceğini söyler.

Kanaati ikinci şıkkın gerçekleşeceği noktasındadır. Bunun gerçekleşmesi yolunda, Hristiyanlığın geçmişten bugüne geçirdiği evreleri ise şöyle anlatır:

“Mükerreren (tekrar tekrar) yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salâh verecek."
“Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin yakınlaştı Tevhide; onda felâh görecek,"
“Hazırlanır şimdiden... Yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâma mal olacak."
“Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz ve işaret: Fahr-i Resûl demişti: ‘İsa Şer’im (Şeriatim) ile amel edip ümmetimden olacak.’
(65)

Yukarıda bu hakikatin nasıl gerçekleştiğinin bir kısım örneklerini vermiştik. Bediüzzaman eserlerinde bu konuda oldukça örnekler verir. Bir eserinde, “Âhir zamanda Hz. İsa’nın (a.s.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek.”(66) der. Kur’ân, Asr-ı Saadette olduğu gibi, Ehl-i Kitabı yalnız Allah’a ibadet etme, Ona ortak koşmama gibi tek kelimede birleşmeye(67) davet etmekteydi. Bu âyet asrımızda eskiye göre büyük ölçüde tatbikat bulmaya başladı. Cehalet ve körü körüne taklitçiliğin kırılıp yerini akıl, ilim, insaf ve hakperestliğe bırakmaya başladığı günümüzde, Hristiyanlık dünyası da artık Kur’ân’ın bu emrine kulak vermeye başladılar.

Resûlullah, tâ Asr-ı Saadetten bu günleri görüp, “Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacaklarını”(68) bildirmişti. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerden biri de şöyle:

“İstikbalde Rum ile emniyeti temin eden bir sulh akdedeceksiniz ve birlikte ikinize de muhalif olan bir düşmana karşı savaşacaksınız.”(69)

İbni Mâce’de yer alan bir hadiste ise, savaşlar başgösterdiğinde Arap olmayanlardan atları cins atların en kıymetlisi, silahları silahların en iyisi olan bir ordunun İslâmı teyid edeceği bildirilmektedir.(70) Bu ordu, âhirzamanın büyük savaşları ânında, İslâma destek olan harp teknolijisi yüksek Hristiyan bir devletin ordusu olamaz mı?

Nitekim Bediüzzaman, İkinci Cihan Savaşı esnasında komunizmi temsil eden Rusya’ya karşı mücadele veren, “Allah’a istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyeti ve İslâmları himaye edeceğim” diyen Almanya ve Bolşeviklere gâlibâne ve öldürücü darbe vuran içerisindeki muharip gruptan sitayişle söz etmiş, Hz. İsa’nın şahs-ı mânevîsinin bir nevi temsilcisi olduğunu zikretmiştir.(71)

Yetmiş-seksen yıldır ateizm adına hareket eden komünizmle ne İslâm ülkeleri ve ne de Hristiyan ülkeler tek başlarına mukabele edebildiler. Onun için de ittifak zaruret oldu. Nato, Cento gibi kuruluşlar da bunun sonucunda doğdu.

Zaman bu zamandı. Bunu çok iyi hisseden Bediüzzaman, ehl-i îmana da, dindar ruhanîlere de bazı hakikatleri hatırlatma ihtiyacı hissetmişti:

“Şimdi ehl-i îman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar rûhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.”(72)

“Şu zamanda ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar rûhanîleri ile dahi medar-ı ihtilâf noktaları, muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”(73)

Misyonerler, Hristiyan ruhânîleri ve Kur’ân hizmetkârları çok dikkat etmeliydiler. Çünkü Kuzeyden çıkan dinsizlik cereyanı, İslâmla İsevîliğin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek için Müslümanlarla misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışıyordu. Bu cereyan, İslâmın halkı kollaması, zekâtı farz, fâizi haram kılması ve zulümden sakındırması gibi esaslarını kullanarak Müslümanları aldatıp onlara bir imtiyaz verip kendi tarafına çekebilirdi.(74)

İkinci Cihan Savaşının bir cephesinde dinsizlik rejimi komünizm vardı. Bir tarafta da Hristiyan devletleri. Bediüzzaman bu yönüyle harbi değerlendirirken,

“... Çünkü bu cihan harbinde iki hükümet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme dâvâsında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak dâvâsı açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi (büyük mücahedesi) başladı.”(75)

Durum nazikti. Düşman ise büyük ve dehşetli. İhtilâf edenler ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar az kuvvetle alt edilebilirlerdi. “Deccalâne” cereyan ise iş başındaydı. Buna karşı Hristiyanlarla Müslümanların ittifak içerisinde olmaları gerekmekteydi. Şöyle diyordu Bediüzzaman:

“Ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da Deccalâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar; âlem-i İslâmın tam intibahıyla Yeni Dünyanın, Hristiyanın hakiki dinini düstûr-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’la ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muâvenetle dayanıp inşaallah galebe eder.”(76)

Bu Deccalâne cereyan komünizmden başka birşey değildi. Dünya kurulalıdan bu yana “Din afyondur” zırvasını esas alıp bütün dinlere, mukaddeslere böylesine savaş açan ikinci bir sistem görülmemişti. Nemrutlara, Firavunlara, Şeddatlara taş çıkartan bu sistem, önüne geleni yutarak gelişmiş, kuvvet bulmuş, dünyanın önemli bir kısmını istilâ etmişti. Böyle bir zamanda ne hak din mensupları olan Müslümanlar ve ne de Hristiyanlar tek başlarına karşı koyabilecek güce sahip değillerdi. Müslüman-Hristiyan ittifakından başka yol olamazdı.

Eskiden Hristiyan devletleri İttihad-ı İslâma taraftar değillerdi, fakat komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika, hem de Avrupa devletleri ittihad-ı İslâma da taraftar olmaya mecburdular.(77) söyler.

İttihad-ı İslâmın teşekkül etmesi demek ise Hz. Mehdî’nin şahs-ı mânevîsinin üç önemli vazifesi îman, hayat ve şeriatten ibaret olan üçüncüsü vazifesinin gerçekleşmesi demekti. Çünkü Hz. Mehdî’nin üçüncü vazifesi, hilafet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma binâ ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlara fedâkârlarla tatbik edilebilirdi.(78)

13 Aralık 1992’de papalık 627 sayfalık bir kitap yayınladı. Bütün kiliselere dağıtılan bu kitaptan sadece Fransa’da 200 bin adet satıldı. Kitapta Hristiyanlık İslâmiyet doğrultusunda yorumlanıyor. Fatiha Sûresinin de yer aldığı bu kitapta şöyle deniliyor:

“İnsanlar, diğer insanların yaptıkları kànunlara değil, İlâhî kanunlara itaat etmelidirler.”

Tevhid inancının tüttüğü eserde teslis ise şöyle ele alınıyor:

Teslis akidesini tek Allah inancına göre izah etmek imkânı kalmamıştır. Hazreti İsa, sadece Allah’ın kendisine tebliğ ettiklerini nakleden bir peygamberdir.

1967’den bu yana papalık “Dinler Arası Diyalog Konseyi Başkanı” sıfatıyla Müslümanların Ramazan bayramlarını tebrik ediyor. 1992 yılında yayınladığı tebliğ şöyleydi:

“Aziz Müslüman hemşireler ve kardeşler! 

Sizlerin oruç ve namaza bağlılığınıza saygı duyan biz İsevîler, Allah’ın bir nimeti olan barış ve huzura kavuşmak için birlikte çalışmayı arzu ediyoruz.

Sizler mü’min ve Müslümanlar olarak farz olan Ramazan orucunu tutmanın verdiği yüksek duyguyla gâyet iyi biliyor ve idrak ediyorsunuz ki, gerçek huzur ve barışın temini Allah’tan gelen bir yardım ve nur olmadıkça mümkün değildir. O Allah ki, huzur, saadet ve barışın yegâne Rabbidir.

Cenab-ı Allah’a duâ ederiz ki, bizlere Müslümanlar ve İsevîler olarak karşılıklı yardımlaşma ve diyalog ile huzur ve barışı temin etmek için zorluklara dayanacak bir güç ve kuvvet ihsan etsin.”

1996 yılında Dinlerarası Diyalog Papalık Danışma Kurulu Başkanı Kardinal Francis Arinze ise, Ramazan Bayramı münasebetiyle İslâm dünyasına yönelik mesajında, hem Müslümanların bayramlarını tebrik ediyor, hem de Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki ilişkilerin geliştirmesi, birbirlerine tahammülden öte daha ileri ve derin bir seviyeye varması gerektiğinden söz ediyordu. Papa Jean Paul’ün “Biz Hristiyan ve Müslümanlar, genellikle birbirimizi yanlış anlamış ve geçmişte bazan birbirimize karşı gelmiş ve hatta polemik ve savaşlarla kendimizi tüketmişizdir” şeklindeki sözlerini nakleden Arinze, “Hafızalarımızı geçmişin olumsuz kalıntılarından kurtarma ve istikbale bakma vakti gelmiştir. Kim diğerini üzmüşse, buna pişman olarak af dilemelidir. Karşılıklı olarak birbirimizi affetmeliyiz” diyordu.(79)

Hz. İsa icraatını perdeler arkasında yürütüyor sanki. Demek ki gelmiş. Tabii ki imtihan sırrı gereği herkes onu tanıyamıyor. Onu ancak ona çok yakın olanlar tanıyabilecek.

Dipnotlar:

1. Luka İncili, 23.
2. Matta, 26:14-16.
3. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, 3:1517-1518.
4. Al-i İmran Sûresi, 54-55.
5. Nisa Sûresi, 157-158.
6. Hz. İsa (a.s.) Peygamber Efendimiz (sav)’e ümmet olmak için inecektir. Hakiki İncil’de Muhammed aleyhissalatü vesselamın üstünlüklerini gören Hz. İsa, onun ümmetinden olmak için dua etmiş, Allah duasını kabul buyurmuş. (bk. Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 1996, 14/74; Herkese Lazım Olan İman, Ebü’l-Baha Ziyaeddin Mevlana Halid b. Ahmed Halid-i Bağdadi, 1242/1827 ; Trc: Kemahlı Feyzullah Efendi, 6. bsk., İstanbul, 1989)
7. Said Havva, a.g.e., 9:336.
8. a.g.e., s. 420.
9. İbni Mâce, 10:338.
10. Müslim, 2:58.
11. Sıddık Hasan Han, es-Seyyid Muhammed Sıddık el-Kannucî, el-İzaa (Kahire: 1407/1986), s. 114; Said Havva, a.g.e., 9:335-336, 446.
12. Said Havva, a.g.e., 9:445.
13. Kittânî, a.g.e., s. 147.
14. İbni Mâce, 10:338.
15. et-Teftazanî, Mes’ûd bin Ömer bin Abdillah, Şerhu'l-Makasıd (İstanbul: 1277), Hatime: 8; 2:307.
16. Zuhruf Sûresi, 61.
17. Müslim, Kitabü'l-Fiten: 39.
18. Buharî, Büyû: 102; Mezalim: 31; Enbiya: 49; Müslim, Kitabü'l-İman: 242; Ebû Davud, Melahim: 14.
19. Buharî, Mezalim: 31; Büyu’: 102; Müslim, Îman: 242-243; İbni Mâce, Fiten: 33.
20. Müsned, 3:387; el-Fıkhü'l-Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhi Terc., s. 284.
21. Müslim, Kitabü'l-Fiten: 34.
22. el-Heytemî, a.g.e., s. 68.
23. İmam-ı Rabbanî, Mektûbât, 2:1309.
24. İbni Mâce, 10:338.
25. Şârânî, Muhtasaru Tezkiretü'l-Kurtubî Terc., s. 500.
26. Said Havva, a.g.e., 9:338.
27. Sahih-i Buharî Terc. 1:83 (H. 1406, 5:208); el-Fethu’l-Kebîr, 2:143.
28. Buharî, Kitabü'l-Enbiya (Babü nüzûl-i İsâ): 60, 4:324; Müslim, 2:56.
29. İbni Hacer, el-Feth, 6:491.
30. Müslim, Îman: 247; Suyûtî, Celaleddin Abdurrahman, el-Havî li’l-Fetâvâ, I-II (Beyrut: 1983), 2:83.
31. el-Heytemî, a.g.e., s. 64.
32. el-Fıkhu'l-Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhi Terc., s. 284.
33. Şuâlar, s. 507.
34. Nursî, Mektûbât, s. 13.
35. İbni Mâce, 10:323.
36. Müsned, 2: 437; 6:75.
37. Müsned, 2:482-483.
38. Müslim, Kitabü'l-İman: 243.
39. Buharî, Büyû: 102; Mezalim: 31; Enbiya: 49; Müslim, Kitabü'l-İman: 242; Ebû Davud, Melahim: 14.
40. Canan, a.g.e., (İstanbul, 1996), 14:73.
41. Müsned, 2:437; Muh. Tezkiretü'l-Kurtubî, s. 498.
42. Müslim, Kitabü'l-İman: 243.
43. Abdullah bin Mes'ûd, Tefsîru İbni Mes'ûd, s. 243.
44. Müslim, Kitabü'l-Fiten: 34.
45. Kittânî, a.g.e., s. 145.
46. Kitabü’l-Bürhan, s. 105.
47. Müsned, 6:125, 435; Müslim, Fiten: 110.
48. Müsned, 3:368; 4:216-217.
49. Sarıtoprak, a.g.e., s. 128.
* Lüd, Kudüs'e 68 km uzaklıkta on beş bin nüfuslu bir kasabadır.
50. Müslim, Fiten: 110; Tirmizî, Fiten: 59, 62; İbni Mâce, Fiten: 33; Müsned, 2:66; 6:455-456.
51. İbni Kesir, Nihayetü'l-Bidaye, 1:158.
52. Nursî, Şuâlar, s. 506-507.
53. Nisa Sûresi, 61.
54. el-Fıkhu'l-Ekber Aliyyü'l-Karî Şerhi Terc., s. 284.
55. Mehmet Vehbi, Hülasatü'l-Beyan, 3-4: 1109.
56. Mektûbât, s. 54.
57. Nursî, Mektûbât, s. 413.
58. Nursî, Şuâlar, s. 581.
59. Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2:71.
60. İbni Mace, Fiten: 33.
61. Müslim, Kitabü'l-Fiten: 82.
62. el-Münavî, Feyzü’l-Kadîr, 4:275.
63. Müslim, Kitabü'l-İman: 243.
64. Tirmizî, 4:93; İbni Mâce, 10:340.
65. Nursî, Sözler, s. 723.
66. Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 111.
67. Âl-i İmran Sûresi, 64.
68. Nursî, İhlas Risaleleri, s. 24.
69. Tac Tercümesi, H. 960; İbni Mâce, H. 4089.
70. İbni Mâce, H. 4090.
71. Nursî, Kastamonu Lâhikası, 53-54.
72. Nursî, Emirdağ Lâhikası, 1:206.
73. Nursî, İhlas Risaleleri, s. 24; Lem’alar, s. 151.
74. Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 159.
75. Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 191.
76. Nursî, Emirdağ Lâhikası, 1:53.
77. a.g.e., 2:54.
78. Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.
79. 17 Şubat 1996, Yeni Asya.

4 Hz. İsa'nın nüzulü ve Mehdi'nin gelmesi ile ilgili açık ayet var mıdır?

Hz. İsa (as)'n tekrar dünyaya gönderileceğine dair ayetlerden işaretler vardır; Mehdi hakkında ise hadisler bulunmaktadır.

Kur'an'dan Deliller

I. Delil

"... sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim..."

Hz. İsa (as)'ın ikinci kez yeryüzüne geleceğine dair işaretler taşıyan ayetlerden ilki Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetidir:

"Hani Allah, İsa'ya demişti ki: 'Ey İsa, doğrusu seni ben vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda ben hükmedeceğim.' " (Al-i İmran, 3/55)

Allah kıyamete kadar inkar edenlere üstün gelen ve Hz. İsa (as)'ya gerçekten tabi olan bir grubun varlığından söz etmektedir. Hz. İsa (as) hayatta iken ona uyanların sayısı çok azdı. Ve onun Allah katına yükselişinin ardından da hızla dinde dejenerasyon başladı. Sonraki iki yüz yıl boyunca da, Hz. İsa (as)'ya iman edenler (İseviler) şiddetli baskılara maruz kaldılar. Üstelik İsevilerin hiçbir siyasi gücü de bulunmamaktaydı. Bu durumda geçmişte yaşayan Hristiyanların, inkar edenlere üstün geldiklerini ve bu ayetin onlara baktığını söyleyemeyiz.

Günümüzde ise Hristiyanlığın özünden uzaklaştığını, Hz. İsa (as)'ın anlattığı hak dinden farklı bir dine dönüştüğünü görürüz. Hristiyanların çoğu arasında Hz. İsa (as)'ın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki -Allah'ı tenzih ederiz- sapkın inanç benimsenmiş ve teslis inancı (üçleme; baba, oğul, kutsal ruh) asırlar önce kabul edilmiştir. Bu durumda, dinin aslından iyice uzaklaşmış olan günümüz Hristiyanlarını da Hz. İsa (as)'ya uyanlar olarak kabul edemeyiz, çünkü Allah, Kur'an'ın birçok ayetinde "üçleme"ye inananların inkar içerisinde olduklarını bildirmiştir:

"Andolsun, 'Allah üçün üçüncüsüdür.' diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir İlah'tan başka İlah yoktur..." (Maide, 5/73)

Bu durumda "sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim" ifadesi açık bir işaret taşımaktadır. Hz. İsa (as)'ya uyan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bir topluluk olması gerekmektedir. Böyle bir topluluk, kuşkusuz Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne tekrar gelişiyle ortaya çıkacaktır. Ve tekrar dünyaya gelişi sırasında bu kutlu insana tabi olanlar, kıyamete kadar inkar edenlere üstün kılınacaktır.

Ayrıca ayetin sonunda geçen "...Sonra dönüşünüz Banadır..." ifadesi de dikkat çekicidir. Allah Hz. İsa (as)'ya uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğini haber verdikten sonra Hz. İsa (as) da dahil olmak üzere tümünün kendisine döneceğini bildirmektedir. "Allah'a dönmeleri" ölmeleri olarak anlaşılmaktadır. Bu da, Hz. İsa (as)'ın da kıyamete yakın dönemde yeryüzüne tekrar geldikten sonra ölümünün gerçekleşeceğine bir işaret olabilir.

II. Delil

"... ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur..."

Nisa Suresi'nin 156-158. ayetlerinin arkasından Allah, 159. ayette şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisa, 4/159)

Yukarıdaki ayette yer alan "ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur" ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Bu cümlenin Arapça karşılığı şu şekildedir: "... ve in min ehlil kitâbi illa leyü’minenne bihi kable mevtihi"

Burada bazı tefsirciler "o" zamirinin Hz. İsa (as) yerine Kur'an'a baktığını düşünmüşler ve ayete Kitap Ehlinin ölmeden Kur'an'a iman edeceği şeklinde bir yorumda bulunmuşlardır. Oysa bu ayet öncesindeki iki ayette de "o" zamiri tartışmasız bir biçimde Hz. İsa (as) için kullanılmıştır:

Nisa Suresi, 157. ayet:

"Ve: 'Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük.' demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler."

Nisa Suresi, 158. ayet:

"Hayır; Allah onu kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."

Bu ayetlerin hemen arkasından gelen ayette kullanılan "o" zamirinin Hz. İsa (as)'dan başka bir varlığı kastettiğinin hiçbir delili yoktur.

Nisa Suresi, 159. ayet:

"Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır."

Diğer taraftan ayetin ikinci cümlesinde yer alan "Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır" ifadesi de oldukça önemlidir. Kur'an'da kıyamet günü insanın dilinin, ellerinin ve ayaklarının (Nur Suresi, 24; Yasin Suresi, 65), işitme, görme duyularının ve derilerinin (Fussilet Suresi, 20-23) kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri bildirilmektedir. Kur'an'ın şahitliği ile ilgili ise hiçbir ayet yoktur. İlk cümlenin -cümle yapısı olarak veya ayetlerin ardarda gelişi açısından herhangi bir delil bulunmamasına rağmen- "Kur'an"ı ifade ettiği kabul edilirse, ikinci cümlede yer alan "o" zamirinin de Kur'an'a işaret ettiği iddia edilmiş olur. Oysa Allah Kur'an'da bizlere bu konuyla ilgili herhangi bir bilgi vermemiştir. (En doğrusunu Allah bilir)

Kur'an ayetlerine baktığımızda aynı zamirin, Kur'an'a işaret ettiği durumlarda, (Tarık Suresi, 13; Tekvir Suresi, 19; Neml Suresi, 77 ve Şuara Suresi, 192-196'da olduğu gibi) ayetin öncesinde ya da sonrasında mutlaka Kur'an'dan bahsedildiğini görürüz. Ayetin öncesinde, sonrasında veya ayetin içinde Kur'an'dan bahsedilmiyorsa, bu ayetin Kur'an'ı tarif ettiğini söylemek yanlış olabilir. Ayet çok açık bir biçimde Hz. İsa (as)'ya inanılmasından ve onun inananlara şahit olmasından bahsetmektedir.

Ayetin manası hakkında belirteceğimiz ikinci nokta ise "ölümünden önce" ifadesinin yorumu ile ilgilidir. Bazıları bu ifadenin "Kitap Ehlinin kendi ölümlerinden önce" inanması anlamında olduğunu düşünmektedirler. Bu yoruma göre Kitap Ehlinden olan her kişi kendisine ölüm gelmeden Hz. İsa (as)'ya mutlaka iman edecektir. Oysa Hz. İsa (as) döneminde "Kitap Ehli" tanımlamasına dahil olan Yahudiler ona iman etmemekle kalmamış, onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır. Daha sonra da onu öldü sanıp inkarlarını sürdürmüşlerdir. Aynı durum bugünkü Yahudiler için de geçerlidir, çünkü onlar Hz. İsa (as)'yı peygamber olarak kabul etmemektedirler. Bugüne kadar Hz. İsa (as)'ya iman etmemiş milyonlarca Ehli Kitap Yahudi yaşamış ve Hz. İsa (as)'ya iman etmeden ölmüştür. Dolayısıyla ayette söz konusu olan Kitap Ehlinin değil, Hz. İsa (as)'ın ölümüdür. Sonuç olarak, ayetlerin bizlere gösterdiği gerçek ise şudur: "Hz. İsa (as) ölmeden önce tüm Ehli Kitap ona iman edecektir."

Ayet gerçek manasıyla ele alındığında ise çok açık gerçeklerle karşılaşırız. Birincisi, ayette gelecekten bahsedildiği açıktır, çünkü Hz. İsa (as)'ın ölümü söz konusudur. Oysa o ölmemiş Allah katına yükselmiştir. Hz. İsa (as) dünyaya yeniden gelecek ve her insan gibi yaşayıp ölecektir. İkincisi, Hz. İsa (as)'ya tüm Ehli Kitabın iman etmesi söz konusudur. Bu da kesin olarak gerçekleşeceği bildirilen bir olaydır. Dolayısıyla buradaki "ölümünden önce" ifadesinin işaret ettiği kişi Hz. İsa (as)'dır. Kitap Ehli onu görüp bilecek, ona Müslüman olarak itaat edecek ve Hz. İsa (as) da onların durumlarıyla ilgili ahirette şahitlik edecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

III. Delil

"Şüphesiz o, kıyamet-saati için bir ilimdir..."

Hz. İsa (as)'ın yeniden yeryüzüne döneceği ile ilgili bir başka ayet de Zuhruf Suresi'nin 61. ayetidir. Bu surenin 57. ayetinden itibaren Hz. İsa (as)'dan bahsedilir:

"Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: 'Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?' Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar 'tartışmacı ve düşman' bir kavimdir. O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğullarına bir örnek kıldık. Eğer biz dilemiş olsaydık, elbette sizden melekler kılardık; yeryüzünde (size) halef (yerinize geçenler) olurlardı." (Zuhruf, 43/57-60)

Bu ayetlerin hemen arkasından gelen 61. ayette Hz. İsa (as)'ın kıyamet saati için bir ilim olduğu belirtilmektedir:

"Şüphesiz o, kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve Bana uyun. Dosdoğru yol budur." (Zuhruf, 43/61)

Bu ayetin Hz. İsa (as)'ın ahir zamanda yeryüzüne dönüşüne açık bir işaret taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü Hz. İsa (as), Kur'an'ın indirilişinden yaklaşık altı asır önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu ilk hayatını "kıyamet saati için bir bilgi" yani bir kıyamet alameti olarak anlayamayız. Ayetin işaret ettiği anlam, Hz. İsa (as)'ın, ahir zamanda, yani kıyametten önceki son zaman diliminde yeniden yeryüzüne döneceği ve bunun da bir kıyamet alameti olacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Bu ayette geçen "O, kıyamet saati için bir ilimdir" ifadesinin Arapça karşılığı şu şekildedir: "İnnehu le ilmun lissâati." Bu ifadede yer alan "hu" zamirinin "Kur'an"a işaret ettiğini söyleyenler vardır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Kur'an için "hu" yani "o" zamiri kullanıldığında mutlaka ayetin öncesinde veya sonrasında veya ayetin içinde Kur'an'ı anlatan başka ifadeler de bulunmaktadır. Başka bir konu içinde "hu" zamiri ile Kur'an'dan bahsedilmez. Ayrıca bu ayetin öncesindeki ayete bakıldığında, orada da açıkça Hz. İsa (as) kastedilerek o zamiri kullanıldığı görülecektir:

"O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğullarına bir örnek kıldık." (Zuhruf, 43/59)

Bu zamirin Kur'an'a işaret ettiğini söyleyenler ise ayetin devamında geçen "Ondan kuşkulanmayın, bana uyun" ifadesini delil olarak gösterirler. Ancak bu ifadenin öncesindeki ayetler tamamen Hz. İsa (as)'dan bahsetmektedir. Bu nedenle "hu" zamirinin bir önceki ayetlerle ilgili olması ve Hz. İsa (as)'yı anlatması daha uygundur. Nitekim büyük İslam alimleri de bu zamiri gerek ayetlere gerekse sahih hadislere dayanarak Hz. İsa (as) olarak açıklamaktadırlar. Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinde bu konu şu şekilde açıklanmaktadır:

"Muhakkak ki o saat için bir ilimdir de -saatin geleceğini ölülerin dirilip, kıyam edeceğini bildiren bir delil ve alamettir. Çünkü İsa gerek zuhuru ve gerek emvati ihya (ölüleri diriltme) mucizesi ve gerek emvatın kıyamını (ölülerin kalkışını) haber vermesi itibarıyla kıyametin vaki olacağına bir delil olduğu gibi hadiste varid olduğuna göre eşratı saattendir (kıyamet alametidir)."2

IV. Delil

"... Ona Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek..."

Hz. İsa (as)'ın ikinci gelişine işaret eden başka ayetler de şöyledir:

"Hani Melekler, dediler ki: 'Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir. 'Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?' dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona 'Ol!..' der, o da hemen oluverir. Ona Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek." (Al-i İmran, 3/45-48)

Ayette, Allah'ın Hz. İsa (as)'ya, Tevrat'ı, İncil'i ve bir de "Kitab'ı" öğreteceği haber verilmektedir. Bu kitabın hangi kitap olduğu kuşkusuz önemlidir. Aynı ifade Maide Suresi'nin 110. ayetinde de yer almaktadır:

"Allah şöyle diyecek: 'Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim...'" (Maide, 5/110)

Her iki ayette de geçen "Kitap" ifadesini incelediğimizde, bunun Kur'an'a işaret ettiğini görürüz. Ayetlerde Tevrat ve İncil dışında gönderilen son hak kitabın Kur'an olduğu bildirilmektedir. (Hz. Davud'a verilen Zebur da Eski Ahit'in içindedir) Bunun yanında, Kur'an'ın başka ayetlerinde, "Kitap" kelimesi, İncil ve Tevrat'ın yanında Kur'an'ı ifade etmek için kullanılmıştır:

"Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O, sana Kitab'ı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat ve İncil'i de indirmişti." (Al-i İmran, 3/2-3)

Kitap kelimesinin Kur'an'a işaret ettiği başka ayetler de şu şekildedir:

"Allah Katından yanlarında olan (Tevrat)ı doğrulayan bir Kitap geldiği zaman, -ki bundan önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bilip-tanıdıkları gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah'ın laneti kafirlerin üzerinedir." (Bakara, 2/89)

"Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik." (Bakara, 2/151)

Bu durumda, Hz. İsa (as)'ya öğretilecek olan üçüncü "Kitab"ın Kur'an olduğunu ve bunun da ancak Hz. İsa (as)'ın ahir zamanda dünyaya dönüşünde mümkün olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü Hz. İsa (as) Kur'an'ın indirilmesinden yaklaşık ALTI YÜZ sene önce yaşamıştı. Biraz sonra detaylı olarak göreceğimiz gibi, Peygamber Efendimiz (asm)'in hadislerinde Hz. İsa (as)'ın dünyaya ikinci kez gelişinde İncil ile değil Kur'an'la hükmedeceği bildirilmektedir. Bu da ayetteki manaya tam olarak uygun düşmektedir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

V. Delil

"Şüphesiz, Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir..."

"Şüphesiz, Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir..." (Al-i İmran, 3/59)

ayeti de Hz. İsa (as)'ın dönüşüne işaret ediyor olabilir. Tefsir alimleri genellikle bu ayetin her iki peygamberin de babasız olma özelliğine, Hz. Adem (asm)'in Allah'ın "Ol" emriyle topraktan yaratılması ile Hz. İsa (as)'ın yine "Ol" emriyle babasız doğmasına işaret ettiğine dikkat çekmişlerdir. Ancak ayetin ikinci bir işareti daha olabilir. Hz. Adem (as) cennetten nasıl yeryüzüne indirildiyse, Hz. İsa (as) da ahir zamanda Allah'ın katından yeryüzüne indirilecek olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

VI. Delil

"...doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün..."

Kur'an'da Hz. İsa (as)'ın ölümünü ifade eden bir diğer ayet ise Meryem Suresi'nde şöyle haber verilmektedir:

"Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de." (Meryem, 19/33)

Bu ayet Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetiyle birlikte incelendiğinde çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Al-i İmran Suresi'ndeki ayette Hz. İsa (as)'ın Allah Katına yükseltildiği ifade edilmektedir. Bu ayette ölme ya da öldürülme ile ilgili bir bilgi verilmemektedir. Ancak Meryem Suresi'nin 33. ayetinde Hz. İsa (as)'ın öleceği günden bahsedilmektedir. Bu ikinci ölüm ise ancak Hz. İsa (as)'ın ikinci kez dünyaya gelişi ve bir süre yaşadıktan sonra vefat etmesiyle mümkün olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)

VII. Delil

"... beşikte iken de, yetişkin (kehlen) iken de insanlarla konuşuyordun..."

Hz. İsa (as)'ın tekrar dünyaya geleceği ile ilgili bir başka delil ise Maide Suresi'nin 110. ayetinde ve Al-i İmran Suresi'nin 46. ayetinde geçen "kehlen" kelimesidir. Ayetlerde şu şekilde buyurulmaktadır:

"Allah şöyle diyecek: Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin (kehlen) iken de insanlarla konuşuyordun…" (Maide, 5/110)

"Beşikte de yetişkinliğinde (kehlen) de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir." (Al-i İmran, 3/46)

Bu kelime Kur'an'da sadece yukarıdaki iki ayette ve sadece Hz. İsa (as) için kullanılmaktadır. Hz. İsa (as)'ın yetişkin halini ifade etmek için kullanılan "kehlen" kelimesinin anlamı "otuz ile elli yaşları arasında, gençlik devresini bitirip ihtiyarlığa ayak basan, yaşı kemale ermiş kimse" şeklindedir. Bu kelime İslam alimleri arasında ittifakla "otuz beş yaş sonrası döneme işaret ediyor" şeklinde çevrilmektedir.

Hz. İsa (as)'ın genç bir yaş olan otuz yaşının başlarında Allah Katına yükseldiğini, yeryüzüne indikten sonra kırk yıl kalacağını ifade eden ve İbni Abbas'tan rivayet edilen hadise dayanan İslam alimleri, Hz. İsa (as)'ın yaşlılık döneminin, tekrar dünyaya gelişinden sonra olacağını, dolayısıyla bu ayetin, Hz. İsa (as)'ın nüzulüne dair bir delil olduğunu söylemektedirler.3 (En doğrusunu Allah bilir)

İslam alimlerinin bu yorumunun isabetli olduğu, söz konusu ayetler dikkatle incelendiğinde kolaylıkla anlaşılmaktadır. Kur'an ayetlerine bakıldığında bu ifadenin, yalnızca Hz. İsa (as) için kullanıldığını görürüz. Tüm peygamberler insanlarla konuşup, onları dine davet etmişlerdir. Hepsi de yetişkin yaşlarında tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Ancak Kur'an'da hiçbir peygamber için bu şekilde bir ifade kullanılmamaktadır. Bu ifade sadece Hz. İsa (as) için ve mucizevi bir durumu ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Çünkü ayetlerde birbiri ardından gelen "beşikte" ve "yetişkin iken" kelimeleri iki büyük mucizevi zamana dikkat çekmektedirler.

Nitekim İmam Taberi, Tefsir’inde bu ayetlerde geçen ifadeleri şu şekilde açıklamaktadır:

"Bu ifadeler (Maide Suresi, 110), Hz. İsa (as)'ın ömrünü tamamlayıp yaşlılık döneminde insanlarla konuşabilmesi için gökten ineceğine işaret etmektedir. Çünkü o, genç yaştayken göğe kaldırılmıştı… Bu ayette (Al-i İmran Suresi, 46), Hz. İsa (as)'ın hayatta olduğuna delil vardır ve ehl-i sünnet de bu görüştedir. Çünkü ayette, onun yaşlandığı zamanda da insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Yaşlanması da ancak, semadan yeryüzüne ineceği zamanda olacaktır."4

"Kehlen" kelimesinin açıklamaları da, Kur'an'da yer alan diğer bilgiler gibi, Hz. İsa (as)'ın tekrar yeryüzüne gelişine işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir)

Tüm bu anlatılanlar Hz. İsa (as)'ın ahir zaman adı verilen dönemde yeryüzüne tekrar geleceğini ve insanları hak din olan İslam'a yönelteceğini ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu, Allah'ın iman edenlere büyük bir müjdesi, rahmeti ve nimetidir. İman edenlerin sorumluluğu ise, Hz. İsa (as)'yı en güzel şekilde savunup desteklemek ve onun insanları çağırdığı Kur'an ahlakını en doğru şekilde yaşamaktır.

Hadislerden Deliller

Hadis-i şeriflerde, Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne dönüşü, dönmeden önce ve döndükten sonra gerçekleşecek çeşitli hadiseler hakkında Peygamber Efendimiz (asm) çok önemli bilgiler vermiştir. Peygamberimiz (asm)'in gelecek hakkında verdiği bilgiler "gayb" haberlerindendir. Allah ayetlerde dilediği elçilerine gayb bilgilerini vereceğini bildirmiştir:

"O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer." (Cin, 72/26-27)

Rabbimiz Fetih Suresi'nde de Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)'e rüyalar aracılığı ile bilgi verdiğini haber vermiştir:

"Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı." (Fetih, 48/27)

Ayette görüldüğü gibi, Rabbimiz, Peygamberimiz (asm)'e çeşitli gayb haberleri vermiştir. Bu haberler, Peygamberimiz (asm)'e ve onunla birlikte olan salih müminlere Allah'ın büyük bir desteğidir, yardımıdır.

Peygamberimiz (asm), Allah'ın bildirmesiyle, kıyamet alametleri ile ilgili de birçok haber vermiştir. Hz. İsa (as)'ın ahir zamanda yeryüzüne ikinci kez gelişi Peygamber Efendimiz (asm)'in gelecekle ilgili verdiği haberler arasında önemli bir yere sahiptir. Ahir zamanla ilgili rivayetler sahih hadis kaynağı olan Kütüb-ü Sitte'nin tamamına ve ardından İmam Malik'in Muvattası, İbn Huzeyme ile İbn Hibban'ın Sahih'leri, İbn Hanbel ve Tayalisi'nin Müsnedleri gibi en muteber hadis kaynaklarına girmiştir. Bu kaynaklardan öğrendiğimize göre Peygamberimiz (asm), Hz. İsa (as) ile ilgili çok özel açıklamalarda bulunmuştur. Hz. İsa (as)'ın ikinci gelişi konusu, "tevatür" (kuvvetli haber) derecesinde bilinen bir konu olarak hadis ilmi içinde yerini almıştır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) hadislerinde, ahir zamanda din ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olacağını, yeryüzüne barış, adalet ve refahın hakim olacağını bildirmektedir. Peygamberimiz (asm) bu hakimiyeti Hristiyan dünyası ile İslam dünyasını birleştirecek olan Hz. İsa (as)'ın gerçekleştireceğini bizlere müjdelemektedir. Günümüzde yeryüzünde mevcut bulunan din karşıtı felsefelerin uygulamaları sonucu toplumların içine sürüklendiği durum ortadadır. Ahlaksızlık, uyuşturucu, terör, kıtlık ve diğer birçok sorun Hristiyan ve İslam dünyasının bunlarla fikri olarak mücadele için birleşmesini gerektirmektedir. Dünyanın şu anki sosyal yapısı Hristiyan ve İslam ittifakını adeta zorunlu hale getirmiştir. Hristiyanlığın dünya üzerindeki gelişmiş ülkelerde, liderler seviyesindeki etkisi de göz önünde bulundurulursa önümüzdeki yıllarda oluşabilecek bir İslam-Hristiyan ittifakının ne derece etkili olabileceği açıkça görülmektedir.

Hz. İsa (as) Hakkındaki Hadisler Tevatür Derecesindedir

Hz. İsa (as)'ın gelişi konusunda nakledilen hadisler tevatür derecesindedir. Birçok araştırmacı da alimlerimizin görüşlerinin bu yönde olduğunu aktarmaktadır. Tevatürün tanımı Büyük Lügat'ta şöyle yapılmaktadır:

Tevatür: Kuvvetli haber, içinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber.5

İslam alimi Seyyid Şerif Cürcani, tevatür hadis kavramını şöyle açıklamaktadır:

"Haber-i mütevatir, ravileri çoklukta o dereceye ulaşan bir haberdir ki, adete göre, o kadar çok rivayetçinin yalan üzerine birleşmeleri imkansız olur. Bu durumda rivayet edilen haber hakkında lafız ve mana tutuyorsa buna, "mütevatir-i lafzi" denir. Eğer hepsinin arasında müşterek manada ittifak olmakla beraber lafızlar (sözler) arasında ihtilaf bulunuyorsa buna, "mütevatir-i manevi" denir."6

Hz. İsa (as)'ın gelişinin tevatür derecesinde hadislerle bildirildiğine dair özel olarak bir eser kaleme alan büyük hadis alimi Şeyh Muhammed Enver el Keşmiri "Et Tasrih bi-ma tevatera fi nuzuli'l Mesih" isimli çalışmasında yetmiş beş tane hadise ve yirmi beş tane sahabeye ve sahabeleri görenlere ait esere yer vermiştir.

Hz. İsa (as)'ın tekrar geleceğini nakleden alimlerin başında İmam-ı Azam Ebu Hanife gelmektedir. Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber adlı eserinin son bölümünde şunları bildirmektedir:

"Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cücün çıkması, Güneş'in batıdan doğması, İsa (as)'ın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametleri, sahih haberlerde varid olduğu vech ile, haktır, olacaktır."7

Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne tekrar gelişi konusu kıyametin on büyük alametinden biridir ve birçok İslam alimi eserlerinde bu konuyu detaylı olarak ele almışlardır. Bu konudaki izahlar topluca değerlendirildiğinde Hz. İsa (as)'ın ikinci gelişi hakkında İslam alimleri arasında bir söz birliği olduğu açıkça görülür. Örneğin Es Seffarini, Levami adlı eserinde, İslam alimlerinin bu konuda ittifak halinde olduklarını şöyle ifade eder:

"Bütün ümmet, Meryem oğlu İsa'nın ineceği hususunda ittifak etmiştir. Şeriat ehlinden hiç kimse bu hususta muhalif olmamıştır."8

Büyük İslam alimi Seyyid Alusi de, Ruhu'l Meani tefsirinde, -diğer İslam alimlerinin görüşlerinden örnekler vererek- Hz. İsa (as)'ın inişi konusunda cemaatin söz birliği yaptığını, bu konuda haberlerin manevi tevatür derecesine ulaşacak kadar meşhur olduğunu, Hz. İsa (as)'ın gelişine imanın vacip olduğunu açıklamıştır.9

İmam Kevseri de Hz. İsa (as)'ın inişi ile ilgili görüşlerini şu şekilde bildirmiştir:

"Hz. İsa (as)'ın inişiyle ilgili hadis-i şerfilerdeki tevatür, 'tevatür-i manevidir.' Sahih (sağlam) ve hasen (güzel) hadis-i şerifin her biri, farklı manalara delalet etmekle birlikte hepsi de Hz. İsa (as)'ın ineceği hususunda söz birliği içindedirler ki, bu, hadis ilminin kokusunu koklayan bir kimse için inkarı mümkün olmayan bir gerçektir… Mehdi ile Deccal'in çıkacağı ve Hz. İsa (as)'ın ineceği hususundaki hadis-i şeriflerin tevatür derecelerine ulaşmış olmaları, hadis ilmi ehlince asla şüphe edilecek bir husus değildir. İlm-i kelam ehlinden (inanç ilmiyle uğraşanlardan) bazısının kıyamet alametleriyle ilgili hadislere inanmanın vacip olduğunu kabul etmeleriyle beraber, bu hadislerden bir kısmının mütevatir olup olmadığı hususundaki şüpheleri ise, hadis ilmiyle ilgili bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır."10

Alim İbn-i Kesir ise, konuyla ilgili ayetlerin tefsirini yaptıktan ve ilgili hadisleri açıkladıktan sonra düşüncesini şöyle ifade etmektedir:

"İşte bunlar Resulullah (asm)'den mütevatir olarak rivayet edilmiştir ve bu hadis-i şeriflerde, Hz. İsa (as)'ın nasıl ve nereye ineceği hususu açıklanmıştır… Hz. İsa (as)'ın cesed-i şerifiyle dünyaya ineceği hakkında zikredilen sahih ve mütevatir hadis-i şerifler, tevile (başka şekilde yorumlanmaya) elverişli değildir. Dolayısıyla, zerre kadar imanı ve insafı olan herkesin, Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne ineceğine inanması gerekmektedir ki, bunu ancak şeriata zıt, Allah'ın Kitabına, Resulü'nün sünnetine ve Ehl-i sünnetin ittifakına muhalif olan kimseler inkar edebilir."11

Hadislerin tevatür olduğu konusunda yapılan bir diğer açıklama da şöyledir: Şevkani de İsa (as)'ın ineceğine dair hadislerin sayısının yirmi dokuza ulaştığını söyleyerek, bunları bir bir nakletmiş ve sonunda:

"Bizim naklettiğimiz hadisler görüldüğü gibi tevatür sınırına ulaştı. Bu beyanımızla şu sonuca varılıyor ki, beklenen Mehdi hakkındaki hadisler, Deccal hakkında hadisler ve İsa (as)'ın inmesine dair hadisler mütevatirdir." demiştir.12

Tirmizi, Ebu Davud, Bezzaz, İbni Mace, Hakim, Tabarani ve Ebu Ya'la Musuli bu konu hakkında çeşitli sahabelerden rivayetler nakletmişler; Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Talha, İbni Mes'ut Ebu Hureyre, Enes, Ebu Sa'id Hudri, Ümmi Habibe, Ümmi Seleme, Sevban, Kurre bin İyas, Ali Hilali ve Abdullah bin Haris bin Cüz'e birtakım senetlerle isnad etmişlerdir.13 Bunların yanı sıra İbn-i Hacer-i Haysemi "es-Sevaik-ul Muhrika" kitabında, Şeblenci "Nur-ul Ebsar" kitabında, İbn-i Sabbağ "el-Fusul-ul Muhimme", Muhammed es-Sabban "İs'af-ür Rağibin", Genci-i Şafiî "el-Beyan" kitabında, Şeyh Mansur "Ali Ğayet-ul Me'mul" kitabında, Suveydi "Sebaik-uz Zeheb" adlı kitapta Hz. İsa (as)'ın gelişiyle ilgili hadislerin mütevatir olduğunu yazmışlardır.

Bu hadisleri Ehl-i sünnet muhaddis ve alimleri kendi kitaplarında yazmışlardır. Örneğin: Ebu Davud, Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace, Hakim, Nesai, Taberani, Ravyani, Ebu Nuaym-i İsfahanî, Deylemi, Beyhaki, Sa'lebi, Hameveyni, Menavi, İbn-i Meğazili, İbn-i Cevzi, Muhammed-us Sabban, Maverdi, Genci-i Şafii, Sem'âni, Harezmi, Şa'rani, Darakutni, İbn-i Sebbağ-i Maliki, Şeblenci, Muhibbuddin Taberi, İbn-i Hacer-i Haysemi, Şeyh Mansur Ali Nasıf, Muhammed b. Talha, Celaleddin Suyuti, Şeyh Süleyman-i Hanefi, Kurtubi, Bağavi ve diğer alimler bu konuya eserlerinde yer vermişlerdir.

Şeyh Abdülfettah Ebu Gudde de Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne inip Deccal'i öldüreceğine dair rivayetlerin tevatür derecesini bulduğunu belirtir.14 Hadis alimi Kettani'nin de Nazmü'l-Mütenasır isimli eserinde15 "Hz. İsa (as)'ın inişinin kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olduğunu, bu husustaki hadislerin, ayrıca Deccal ve Mehdi hakkındaki hadislerin de mütevatir olduğunu" savunduğu görülür. Tefsir alimi İbn-ü Atiyye el Gırnadi el Endülüsi'nin El Bahru'l Muhit adlı tefsirinde, "Hz. İsa (as)'ın diri olduğu, ahir zamanda ineceği hususunda ümmetin ortak görüşünün bulunduğu ve bu konudaki hadislerin mütevatir olduğu" ifade edilir.

Konu hakkında eserleri bulunan yazarların nakillerinden de anlaşılmaktadır ki hadis kaynakları çok zengindir. Dahası, Hz. İsa (as)'ın gelişinin ahir zamanda gerçekleşecek olan kıyamet alametlerinden olduğunu bildiren hadisler de Buhari, Müslim gibi ana hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bu hadislerden bazıları şöyledir:

"Sizler on alameti görmedikçe hiçbir zaman Kıyamet kopmaz... Biri de İsa (as)'ın inmesi..." (Müslim, Kitabü-l Fiten: 39)

"Vallahi Meryem oğlu (Hz. İsa (as) Aleyhisselam), …hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için icabet edecektir." (Müslim, Hacc: 216, 1252)

"Kıyamet on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetu'l arz, Güneş'in batıdan doğması, İsa'nın yeryüzüne inmesi..." (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362)

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa'nın adalet sahibi olarak inmesi yakındır..." [Buhari, Kitabü'l-Büyu': 102, Mezalim: 31, Enbiya 49; Müslim, İman: 242 (155); Ebu Davud, Melahim: 14 (4324); Tirmizi, Fiten: 54 (2234)]

"İsa inecek; emirleri: 'Haydi gel, bize namaz kıldır!' diyecek. Buna karşılık: 'Kiminiz kiminizin emiridir. Bu, Allah'ın bu ümmete bir lütfu keremidir.' diyecek." (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 380)

"Vallahi muhakkak ve muhakkak Meryem oğlu İsa inecek, hem adil bir hakem, adaletli bir hükümdar olarak inecek..." (Sahih-i Müslim bi Şerhin-Nevevi, cilt 2, s.192; Kenzul Ummal, Kitabul-İman, Bab-ı Nüzul-i İsa İbn-i Meryem, 14/332)

"İmamınız kendinizden olduğu halde, Meryem oğlu sizin içinize indiği zaman sizler nasıl olursunuz?" (Buhari, Enbiya 50, 3265, 3/1272; Müslim, İman: 71,155,1/136; Beyhaki, Esma ve Sıfat: 3265, 2/166)

İslam Alimleri Hz. İsa (as)'ın gelişini, akide (inanılan ve itikad edilen esas) konusu olarak değerlendirmektedirler:

Ehl-i sünnetin inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde, Hz. İsa (as)'ın kıyametten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücadele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağı yer almaktadır. İslam alimleri, Kur'an-ı Kerim'de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri bir arada değerlendirerek, Hz. İsa (as)'ın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir. Ve konuyu şu şekilde açıklamaktadırlar:

1. Nisa Suresi'nin 157. ayetinde Allah, "... Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi..." diye bildirmiştir. Bu ayetle birlikte Kur'an'ın diğer pek çok ayetinde Hz. İsa (as)'ın Allah Katında diri olduğu bildirilmekte ve yeryüzüne ikinci kez geleceğine işaret edilmektedir. İslam alimleri bu konuda ittifakla, bunun aksini savunmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığını söylemektedirler. Örneğin İbn Hazm bu ayeti tefsir ederken; "Hz. İsa (as)'ın öldürüldüğünü söyleyen bir kimsenin mürted (İslam dininden dönen) veya kafir olacağını." vurgulamıştır.16

2. Hz. İsa (as)'ın gelişi ile ilgili hadislerin, tevatür derecesinde ve bu konuda hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açık olmaları Müslümanlar için çok önemli bir delildir. Üstelik bu konudaki hadislere karşı öne sürülebilecek -yani Hz. İsa (as)'ın yeniden gelmeyeceğini bildiren- tek bir farklı hadis dahi yoktur.

3. Cabir İbn-i Abdullah'dan rivayet edilen "Mehdi'nin çıkışını inkar eden, muhakkak Muhammed (asm)'e indirilene küfretmiştir. Meryem'in oğlu İsa'nın inişini inkar eden de muhakkak kafir olmuştur. Deccal'in çıkacağını kabul etmeyen de muhakkak kafirdir." hadisi de İslam alimleri tarafından kullanılan bir diğer delildir. Bu hadis, Şeyh Hace Muhammed Parisa'nın "Faslu'l Hitap", Şeyh Ebu Bekir el Kelabazi'nin "Meani'l Ahbar", İmam Süheyli'nin "er-Ravuzu'l Ünüf", İmam Suyuti'nin "el-Arful Verdi fi Ahbaril Mehdi" gibi ünlü İslami kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Şeyh Ebu Bekir, bu hadisin senetini de açıklamıştır: "Bize Muhammed İbni Hasen, ona Ebu Abdillah el-Huseyn İbni Muhammed, ona İsmail İbni Üveys, ona Malik İbni Ebes, ona Muhammed İbni Münkedir, ona da Cabir İbni Abdillah Hazretleri böylece bildirmişlerdir."

4. Hz. İsa (as)'ın gelişiyle ilgili hadisleri nakleden ravilerin çokluğu ve güvenilirlikleri de İslam alimlerinin dikkat çektikleri bir diğer husustur. Bu ravilerden bazıları şunlardır: Ebu'l Eşas es-Sanani, Ebu Rafi, Ebul Aliye, Ebu Ümametle Bahili, Ebud Derda, Ebu Hureyre, Ebu Malik el-Hudri, Cabir İbn Abdillah, Huzeyfe İbni Edis, Sefine, Katade, Osman İbnül As, Nafi İbni Keysani, Velid İbni Müslim, Ammar İbni Yasir, Abdullah İbni Abbas...

Tüm bu bilgiler sonucunda İslam alimleri Hz. İsa (as)'ın inişine ve gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağına imanı, önemli inanç esaslarından biri olarak değerlendirmişlerdir.

Kaynaklar:

1. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Prof. Dr. Süleyman Ateş, 2. cilt, s. 49-50
2. Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsir
3. Faslu'l-Makal fi Ref’i İsa Hayyen ve Nüzulihi ve Katlihi'd-Deccal, Muhammed Halil Herras, Mektebetü's Sünne, Kahire, 1990, s. 20
4. Taberi Tefsiri, İmam Taberi, 2. cilt, s. 528; cilt 1, s. 247
5. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav, İstanbul, 2000, 3003
6. Muhtasar-ı Seyyid-i Şerif, s. 46
7. Fıkh-ı Ekber, Ebu Hanife, Nu'man b. Sabit (150/767), Çeviren: H. Basri Çantay, Ankara, 1982
8. Levamiu'l Envaril Behiyye, es-Seffarini, 2/94-95; Nüzul-i Mesih Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Ekmel Yayıncılık, İstanbul, 1998, s.169
9. Ruhu'l Meani, Seyyid Alusi, 7/60; Nüzul-i Mesih Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Ekmel Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 168
10. İmam-ı Kevseri, Nazratün Abira, s.44-49; Nüzul-i Mesih Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Ekmel Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 167-168
11. İbn-i Kesir, 1/578-582; Avnü'l Mabud, 11/457-464
12. Sünen-i İbn-i Mace, 10/338
13. Mukaddime, İbni Haldun, MEB Şark Islam Klasikleri, 2. cilt, s. 137-139
14. Said Havva, 9: 445
15. Nazmü'l-mütenasir fi'l-hadisi'l-mütevatir, el-Kettani Ebu'l-Fayd Muhammed b. Ca'fer el-Hasani, Halep, s.147; İslam İnancı Açısından Nüzul-i İsa Meselesi, Dr. Zeki Sarıtoprak, Çağlayan Yayınları, İzmir, 1997, s.108
16. İlmü'l-Kelam, İbn Hazm, s.56-57; İslam İnancı Açısından Nüzul-i İsa Meselesi, Dr. Zeki Sarıtoprak, Çağlayan Yayınları, İzmir, 1997, s.53.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Mehdi ile ilgili hadisler...

5 Âdemoğlunun (insanlığın) dünya üzerindeki ömrü kaç yıldır?

Kıyametin kopacağı konusunda dinimizde şüphe olmadığı gibi, günümüz ilmi araştırmalar da görüş birliğindedir. Ancak zamanlama konusunda farklı tefsir ve yorumlar yapılmaktadır.

Bu konuda Kur'an, kıyamet anının Allah’ın ilminde olduğunu bildirmiştir. Ayrıca kıyametin alametlerini ve oluşumu esnasındaki tasvirine geniş yer vermektedir. Hadislerde de kıyamet alametlerine geniş yer verilir. Âdeta kansere yakalanmış yetmişlik bir ihtiyarın ölüm sinyallerinin raporize edilmesi gibi. 

Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. 

Bazı müfessirlere göre müteşabih âyetleri Allah’ın bildirdiği, bazı ilimde derinlik kazanmış ulemanın da bilebileceği bir gerçektir. Bu açıdan baktığımız da “Yaş ve Kuru” her şeyin bulunduğu Kur'an’dan ve kıyametle ilgili bazı hadislerden, kıyametin zamanı ile ilgili yerleri tefsir ve şerh eden ulemayı görmekteyiz. Bu âyet ve hadislerin işaretlerinden kıyametin 150-200 sene sonra kopabileceğini çıkarmışlar.

Ancak bu anlayışlar geleceği bilmek manasına gelmeyip, âyet ve hadislerin işaretlerini anlamaktır. Allah’ın koyduğu işaretleri bulmaktır. 

Özet olarak, Peygamberimiz (asm)'in zaten ahir zaman peygamberi oluşu, yeni bir peygamber kapısının kapanması, dünyamızın ve evrenin yüzlerce hastalıkla yüz yüze gelmesi, güneşteki siyah lekelerin büyümesi, termodinamiğin ikinci kanununun işlemesi (ısı kaybetmesi), fizik kurallarına göre dünyanın mucize eseri yaşantısına devam etmesi birer gerçektir. 

Müfessirlerin ve günümüz ilmi araştırmalarının ortak görüşü, dünyanın ömrünün gittikçe sona yaklaştığı yönündedir. Kur'an'da: “Kıyamet yaklaştı” diyerek aynı kelimeye vurgu yapmaktadır. Kimi altmış yıl, kimi yüz yıl , kimi yüz elli, kimi de başka bir rakam söyler. Bunların ortak yönü, kıyametin yakın ve kaçınılmaz olmasıdır. Bu bizi korkutmamalı ve tembelliğe sevk etmemelidir. Çünkü “Yarın kıyamet kopacak olsa, elinizdeki fidanı dikin.” hakikatı var.

Şu da bir gerçektir ki kıyamet yok oluş değil, ahiret alemine açılacak bir kapıdır.

- İlk insan Hz. Âdem (as)'dan bu yana ne kadar zaman geçmiştir? Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur?

Bugünkü kabule göre, dünya beş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.

Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiği anlaşıldı. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre aynı hızlarda seyretmemesine benziyordu.

Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip edebiliyor. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere oranla on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık onda bir (1/10) ölçüsünde küçültmek mantıklı olur. Buna göre Güneş Sistemi'nin dört milyar değil dört yüz milyon, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve yüz bin yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin on bin yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.

Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz. Mesela, ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg'dan 210 kg'a yükselen o kişinin, elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kâinatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi?

Aynı şekilde yerdeki biri de enerji dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlara ulaşamayız. Aynı hesaplamayı, enerji dünyasında yaşayan enerji-varlık cinlerden biri yapmaya kalkışsa, enerjinin ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.

Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela, bir kg. uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre uranyumun yarı ömrüdür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken, onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir.

Radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının yüzde doksan dokuz küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atomaltı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kâinatın yaşının on altı-yirmi milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine üç yüz milyon yıl bulunur. Yüz bin yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden yedi bin yıla iniverir.

Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin on beş bin yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep yetmiş yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi bir trilyon civarında olmalıydı. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin on beş bin yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kâfi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumundayız. Yüz  sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun iki yüz elli milyon kadar olduğu hesaplanıyor (Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975)

Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ettiği kabul ediliyor. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün on bin bin yılı geçemeyeceğini gösteriyor.

Bugünkü tarih hesaplamalarında kullanılan metot, termodinamik soğuma gibi kaba bir metottur. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Bu durumda en güvenilir ve doğru kaynak, Kur'an ve hadislerin haberleri olmalıdır. Zaten ilmin doğru sonuçları ile Kur'an'a ait gerçekler birbiriyle her zaman mutabık kalmış, birbirini çürütmemiştir... Çünkü kâinat ve Kur'an, Allah'ın iki ayrı kitabıdır. Yeter ki her iki kitabı da doğru anlayalım ve yorumlamayı bilelim. Bazen görülen yanlışlıklar, yorumlayanların yetersizliğinden ileri gelmektedir.

Peygamberimiz (asm), “Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.”(İbn-i Kesir tefsiri, 12/6549) buyuruyor. Diğer bir hadisinde ise “Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.”[bk. el-Havi li'l-Fetavi, Suyuti, 2/248; Ruhul Beyan, Bursevi, (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, İlel, s, 89] buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadarki vakti 1.500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 6.000 - 7.500 yıl arasında olduğu ortaya çıkar. Diğer bir meşhur hadis rivâyetinde ise bu açıkça ortaya konmuştur:

“Âdem'den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” (Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Munavî, Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278)

Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır. Muhbir-i Sadık olan Peygamberimiz (asm)'in ahir zamanla ilgili verdiği haberler bir bir çıkmaktadır. (bk. Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Tezkiretu’l-Mevduat, I/223.; Sahavî, el-Makasıdu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243; Munavî Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278, Deylemi’den naklen)

Şayet bilimin keşfettiği -faraza- yüz binlerce yıllık fosil vb. veriler olsa da yine insanlık tarihinin 7000 yıl olduğu gerçeğini bozmaz. Çünkü Allah konuşunca ve onun namına konuşan Peygamberimiz (asm) söyleyince, bir günü, ayetlerde bahsedildiği gibi, bazen bin yıl ve bazen de elli bin yıl olarak da kast edilmiş olabilir. (bk. Hac, 22/47; Mearic, 70/4)

Her şeyin doğrusunu ancak Allah bilir. 

Not: Aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

Kur'an'da insanlığın ve kâinatın yaşı konusunda bilgi var mıdır?

Kur'an-ı Kerim'de insanlığın geçmişi ve kâinatın teşekkül zamanı ile alâkalı çeşitli âyet ve hadisler mevcuttur. Ancak, bunlarda mesele, ya işaret nev'inden nazara verilmiş, ya da teşbihlerle belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, gerek Hz. Âdem (as)'in ne kadar zaman önce yaratıldığı ve gerekse kâinatın yaşının ne olduğu hususunda değişik rivâyetler söz konusudur.

Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin altı günde, arzın iki günde, bitki ve hayvanların ise dört günde yaratıldığı nazara verilir.(1)

Bir hadiste de Allah'ın toprağı cumartesi, dağları pazar günü, ağaçlan pazartesi, madenleri salı, Nur'u çarşamba günü, hayvanları perşembe günü, Hz. Âdem (as)'i de cuma günü ikindi vakti sonunda yarattığı belirtilir.(2)

Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerimede bir günün, bizim saydığımız günlerle bin yıl, bir başka âyette ise, elli bin yıl olduğunu nazara verir. Dolayısıyla burada "gün" tabirinden neyin anlaşılması gerektiği hususunda tam bir açıklık olmadığı için, İslâm âlimleri arasında konuya farklı yaklaşımlar olmuştur.(3)

Uzayda her bir gezegen ve yıldızın hareketi farklıdır. Dünya kendi etrafında bir günde dönerken, Merkür bu dönüşünü, dünya günü ile elli sekiz buçuk günde yapar. Dünyanın güneş etrafındaki dolanımı bir yıl iken, Plüton'un güneş etrafında bir defa dönüşü iki yüz kırk sekiz yıldır.(4)

Konuya Risale-i Nur'un Yaklaşımı

Risale-i Nur'da göklerin ve yerin altı günde yaratıldığından bahisle, insan dünyası ve hayvan âleminin altı gün yaşayacağına, kâinatın ömrünün de bu paralelde olabileceğine işaret edilir. Kur'an'da bildirilen bin ve elli bin Kur'an gününü ise, asır ve seneleri temsil eden "devir" manasında ele alır.(5)

Kur'an hakikatlerinin hüküm ferma olacağı süre, Risale-i Nur'da, Hz. Muhammed (asm)'in kâinatın hem çekirdeği, hem de meyvesi olduğu, dolayısıyla Kur'an hakikatlerinin de, Hz. Âdem (as)'dan şimdiye kadar, silsile halinde peygamberlerin suhuf ve kitaplarında neşredilerek nihâyette Kur'an suretinde tezahür ettiği belirtilir. Kur'an-ı Kerim'deki âyet sayısının 6.666 olmasının, bir bakıma Kur'an-ı Kerim'in ne kadar süre hüküm ferma olacağının işareti kabul edilir.

Bediüzzaman, Hz. Âdem (as)'dan kıyamete kadar insanlık tarihinin, Kur'an günü ile yedi bin sene olduğunu belirten bir rivâyete atfen, mutlak fetret devrinin bundan çıkarılmasıyla, 6666 senenin elde edildiğini, bunun da Kur'an âyetlerinin sayısına eşit bulunduğunu, dolayısıyla Kur'an hakikatlerinin de bu kadar süre hakim olacağını nazara verir.(6)

Fen bilimlerinin geçmişe bakışı, fen ve felsefenin insanlık tarihi ile arz ve kâinatın geçmişi hakkında ileriye sürdüğü değerler, yukarıda sözü edilenlerden oldukça farklıdır. İlk insandan günümüze kadar geçen süre, milyonlarca yıl olarak ele alınır. Bitki ve hayvanları içine alan ilk canlılığın iki milyar yıl önce teşekkül ettiği, arzın geçmişinin ise, dört milyar yıl olduğu kabul edilir.(7) 

Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik, radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla ya da ışık tayflarından faydalanarak yapılır. Hepsinin de sıhhat derecesi tartışmalıdır. Geçmişle alâkalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi bir değeri verdiği kabul edilmektedir. Dolayısıyla, gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların ya da kâinatın yaşı hakkında ileri sürülen değerlerin hakiki yaşı göstermediği bilinmektedir.

Nitekim son on-on beş yıla gelinceye kadar, kâinatın yaşı beş milyar yıl kabul ediliyordu. Şimdilerde, bazı araştırmacılar, uzaydaki galaksilerin yaşını on beş milyar olarak bildirirken, bazıları bunu otuz milyar yıla kadar çıkarmaktadır.(8)

Bediüzzaman, tarih, coğrafya, jeoloji ve antropolojik açıdan insanlık tarihinin yedi bin sene değil, yüz binler sene olarak ifade edildiği kabul edilse bile, bunun Hz. Âdem (as)'dan kıyamete kadar insanlık ömrünün yedi bin sene olduğunu belirten rivâyete ve Kur'ani hakikatlerin 6666 sene hüküm ferma olduğuna ters düşmediğini belirtir. O, Kur'ani günlerin dört saatten elli bin seneye kadar şümulünün olduğunu nazara verir.(9)

Arzın, insanlık tarihinin ve kâinatın ömrü Risale-i Nurlarda; arzın, güneş sisteminin ve galaksinin ayrı ayrı hareketlerine dikkat çekilerek, Kur'an-ı Kerim'de bunların her birisine işaret edildiği belirtilir. Kur'an'da "Rabbü'ş-şi'ra" tâbir edilen ve güneşten büyük "Şi'ra" namındaki bir güneşin bin seneden ibaret gününe, Şemsü'ş-Şümus'un elli bin seneden ibaret bir Kur'an gününün olabileceğine dikkat çekilir.

Bediüzzaman'a göre; kâinatın bir ömrü, arzın ondan daha kısa bir ömrü ve küre-i arzda yaşayan insanın da ondan daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içindeki mahlûkatın ömürleri, saatin dakika, saniye ve saatleri sayan çarklarının birbiriyle olan münasebetine benzetilir. İnsanlık ömrünün, arzın kendi ekseni etrafındaki hareketiyle hasıl olan gün ile olduğu gibi, yeryüzünde canlıların ilk teşekkül ettiği andan kıyamete kadarki canlılık ömrünün ise, güneşin kendi ekseni etrafındaki hareketi ile kâinatın ömrünün de, Şemsü'ş-Şümus'un kendi ekseni etrafındaki hareketi ile meydana gelen gün ile olması gerektiği belirtilir.

Bir başka ifade ile insanlık ömrü yedi bin sene olduğu gibi, canlılık tarihinin ömrü de yedi bin sene, kâinatın ömrü de yedi bin senedir. Ancak, insanlığın ömrü arz günü, bitki ve hayvan ömrü ise güneş günü, kâinatın ömrü de galaksi günü esas alınarak ölçülmelidir. Bilindiği gibi arz, kendi ekseni etrafında dönüşünü yirmi dört saatte, yani, bir günde tamamlar. Güneş ise, bütün sistemiyle birlikte, Herkül takım yıldızına saatte 7.200 km. süratte gitmekte ve aynı zamanda kendi ekseni etrafında da dönüş yapmaktadır. Güneş sistemini de içinde barındıran Samanyolu Galaksisi ise, bir bütün olarak kendi ekseni etrafında saatte 90.000 km. hızla dönmekte ve bir defa dönüşünü iki yüz milyon yılda tamamlamaktadır.(10)

Canlıların ve Kâinatın Ömrü

Risale-i Nur'da sözü edilen "Şi'ra" güneşinin Herkül takım yıldızı, Şemsü'ş-Şumus'un da Samanyolu galaksisi olması muhtemeldir.

Bediüzzaman, insan nev'i ömrünün arz günü ile yedi bin sene olması durumunda, arzda hayatın başlamasından, yani bitki ve hayvanların teşekkülünden kıyamete kadar, güneş günü ile iki yüz bin sene, yaklaşık iki buçuk milyar arz günü olduğunu belirtir. Kâinatın yaşının da, Şemsü'ş-Şumus'un, Kur'an'ın işaretiyle bir gününün elli bin sene olduğu dikkate alınarak, yedi bin senelik sürenin, bir yıl 360 gün hesabiyle yüz yirmi altı milyar yıla tekabül ettiğine işaret eder.(11)

- Hz. Âdem (as)'dan önce insan yaratılmış mıydı?

Cenab-ı Hak melâikeye; "Ben yerde bir halife yaratacağım." hitabına, melâike; "Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın?"(12) mealindeki âyetten hareketle, bazı müfessirler ve yorumcular, Hz. Âdem (as)'den önce de başka Âdemlerin mevcudiyetini ileri sürmektedirler.

Bediüzzaman ise, arzın, insanların hayatına elverişli şartlara sahip olmadan önce idrakli mahlûk olarak cinlerden bir nev'in bulunduğunu, yaptıkları fesattan dolayı insanlar ile mübadele edildiklerini belirtir.(13)

- Hz. Âdem (as)'dan günümüze kadar geçen süre nedir?

Bu süreyi tam olarak vermek mümkün olmamakla beraber, takribi bir rakam söylenebilir. Yukarıda temas edildiği gibi, insanlık tarihinin, yani Hz. Âdem (as)'den kıyamete kadar geçen sürenin yedi bin sene olarak alınabileceğini gördük.

Bediüzzaman, ahir zamana işaret eden;

"La tezâlu tâifetün min ümmeti zâhirine alel hakkı, hatta ye'tiyallahu bi emrihi = Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.”(14)

hadisi ile Fatiha sûresinden hareketle, Allahuâlem, 1545'te beşeriyet tarihinin sona ereceğini, sözü edilen hadis ve âyetten böyle anladığını belirtir.(15)

Bu durumda insanlık tarihinin Milattan sonra yaklaşık 2150 yıl, Milattan önce ise 4850 yıla kadar uzandığı söylenebilir. Demek ki, Hz. Âdem (as)'in Milattan yaklaşık 4850 yıl önce yeryüzünde göründüğü anlaşılıyor. Bir hadiste Hz. Âdem'in dokuz yüz kırk sene yaşadığı belirtilir.(16)

Yazının icadı, Milattan önce 4.000 seneye kadar geriye götürülebildiğine göre, Hz. Âdem (as)'le, yani ilk insanla yazı başlamış olmalıdır. Gerçeği ve doğruyu ancak Allah bilir.

Sonuç

Bediüzzaman, hadis ve âyetlerden hareketle, insan nevi ve arzdaki canlı hayatı ile kâinatın ömürleri hakkında değerlendirme yapar. İnsanlık ömrünün dünya günü ile, canlı hayatının, güneşin kendi ekseni etrafındaki dönüş günü ile, kâinatın ömrünün de Şemsü'ş-Şumus günü ile hesaplanması gerektiğini belirtir.

Arz günü ile düşünüldüğü zaman, insanlık nevinin yaklaşık yedi bin sene, arzda hayatın iki buçuk milyar sene, kâinatın da yüz yirmi altı milyar senelik ömrünün olabileceğine işaret eder.

Bununla beraber, insanlığın ömrünün 7.000 yıl olduğuyla ilgili rivâyette geçen "yıl" ifadesinin ne anlama geldiği kesin değildir. Bu açıdan başka ve farklı yorumlar da yapılabilir. Başka derin manâlarının da olabileceği ve onların açıklamaya başka manâ boyutu getirebileceği de düşünülebilir.

Dünyanın kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki hareket hızlarının eski devirlerden şimdiye değişiklik gösterdiğinden şimdiye kadar hiç bahsedilmediği ve zamanın da hıza bağlı olarak değişebileceği gözönüne alınarak, sadece eski devirlerdeki büyük bitki ve hayvanların ömür müddetleri ile şimdikileri kıyaslayarak eski devirlerde zamanın daha hızlı aktığı söylenebilir.

Dipnotlar:

l. Hud, 11/7; Furkan, 25/59; Fussilet, 41/9-12.
2. Canan, l., Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. VI/393, Akçağ Basım Yayın Pazarlama, Hadis no: 1692, 1989, Ankara.
3. Hac, 22/47; Mearic, 70/4.
4. Taşkın, T. Uzay ve Ötesi. Boğaziçi Yayınları, İkinci baskı, 1-280, 1995.
5. Nursi, S.B. Sözler. Envar Neşriyat, s. 163, 1996, İstanbul.
6. Nursi, S.B. Barla Lahikası. Envar Neşriyat, s.324, 1989, İstanbul.
7. Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış, ikinci baskı, s.44-45, 1998, Kütahya.
8. Tatlı, A. a.g.e. s. 31-41.
9. Nursi, S.B. Barla Lahikası. s. 325.
10. Taşkın, T. a.g.e. s. 56-59.
11. Nursi, S.B. Barla Lahikası, s.326.
12. Bakara, 2/30.
13. Nursi, S.B. İşarat-ül İ'caz. Envar Neşriyat, s.201, 1991, İstanbul.
14. Buhari 9:125,162; Müslim:137,2:1522.
15. Nursi, S.B. Kastamonu Lahikası Envar Neşriyat, s.27-29, 1995, İstanbul.
16. Canan, İ. a.g.e. hadis no: 1699, s.393.

6 "Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek." ifadesi hadis midir?

Ebu Sa’lebe anlatıyor: Resulüllah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Allah bu ümmeti yarım günden âciz bırakmaz.” (Ebu Davud, Melahim 18; Müsned, IV/193)

Münavî, bu hadisin senedinin sağlam olduğunu söylemiştir.(Avnu’l-Mabud, 11/512). Heysemî, bu hadis ricalinin Sahih’in ricali olduğunu ifade etmiştir.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 6/219). Aclunî de Ebu Davud ve Taberanî’nin Ebu Sa’lebe’den naklettikleri hadisin sahih olduğunu vurgulamıştır.(Keşfu’l-Hafa, II/149)

Bu hadisi rivayet edenlerden biri olan Sad b. Ebi Vakkas’a "yarım gün"den maksatın ne olduğu sorulmuş, o da “Beş yüz senedir.” diye cevap vermiştir. (Müsned, 1/170) Hz. Sad bu açıklamayı

"Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin sene gibidir." (Hac, 22/47)

ayetine göre yapmış olmalıdır.

Celâleddin-i Suyutî "El-Keşf-ü An Mücavezeti Hâzihi-l Ümmeti El-Elfe" isimli bir Risale te'lif etmiştir. Bu Risale'de bir çok sahih hadîsleri tahlil etmiş ve "bu ümmetin ömrü bin beş yüz seneyi fazla geçmeyeceğine" dair kanaatini belirtmiştir.[bk. el-Havi li'l-Fetavi, Suyuti,  2/248; Ruhul Beyan, Bursevi, (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, İlel, s, 89]

İsmail Hakkı Burusevî de, yine bir çok kaynaklardan deliller getirerek, aynı hükmü kaydetmiştir. Bediüzzaman da, bu mes'eleyi, hususî bir ilham ve keşif neticesinde ve aynı zamanda bir hadîs-i şerifin cümlelerinin  hem mâna, hem mutabakat, hem cifir ve ebced kaideleriyle görmüş ve ispat etmiştir.

İlk insan Hz. Adem (as)'den bu yana ne kadar zaman geçmiştir? Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur? Bugünkü kabule göre, dünya beş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.

Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiği anlaşıldı. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre aynı hızlarda seyretmemesine benziyordu.

Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip edebiliyor. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere oranla on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık onda bir (1/10) ölçüsünde küçültmek mantıklı olur.

Buna göre Güneş Sisteminin dört milyar değil dört yüz milyon, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve yüz bin yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin on bin yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.

Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz. Mesela ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg'dan 210 kg'a yükselen o kişinin elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kainatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi? Aynı şekilde yerdeki biri de enerji dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlara ulaşamayız. Aynı hesaplamayı, enerji dünyasında yaşayan enerji-varlık cinlerden biri yapmaya kalkışsa, enerjinin ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.

Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela 1 kg. Uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre uranyumun yarı ömrüdür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir. Radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının %99 küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atomaltı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kainatın yaşının 16-20 milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine üç yüz milyon yıl bulunur. 100.000 yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden 7000 yıla iniverir.

Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin 15.000 yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep yetmiş yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi bir trilyon civarında olmalıydı. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin 15.000 yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kafi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumundayız. Yüz sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun 250.000.000 (iki yüz elli milyon) kadar olduğu hesaplanıyor (Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975). Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin, ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ettiği kabul ediliyor. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün 10.000 yılı geçemeyeceğini gösteriyor.

Bugünkü tarih hesaplamalarında kullanılan metot, termodinamik soğuma gibi kaba bir metottur. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Bu durumda en güvenilir ve doğru kaynak, Kur'an ve hadislerin haberleri olmalıdır. Zaten ilmin doğru sonuçları ile Kur'an'a ait gerçekler birbiriyle her zaman mutabık kalmış, birbirini çürütmemiştir... Çünkü kainat ve Kur'an, Allah'ın iki ayrı kitabıdır. Yeter ki her iki kitabı da doğru anlayalım ve yorumlamayı bilelim. Bazen görülen yanlışlıklar, yorumlayanların yetersizliğinden ileri gelmektedir.

Peygamberimiz (asm),

“Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.” (İbn-i Kesir tefsiri, 12/6549)

buyuruyor. Diğer bir hadisinde ise,

“Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.” [bk. el-Havi li'l-Fetavi, Suyuti, 2/248; Ruhul Beyan, Bursevi, (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, İlel, s, 89]

buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadar ki vakti 1500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 6000 - 7500 yıl arasında olduğu ortaya çıkar. Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise bu açıkça ortaya konmuştur:

“Âdem'den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” (Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Munavî, Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278)

Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır. Muhbir-i Sadık olan Peygamberimizin (asm) ahir zamanla ilgili verdiği haberler bir bir çıkmaktadır. (bk. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, s, 324-326, Envar Neşriyat)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kıyamet ne zaman ve nasıl gerçekleşecektir?
- "İmamı Rabban Mektubat adlı eserinde, kıyametin hicri 2000 yılında kopacağını söyler. Bediüzzaman Hazretleri ise kıyametin kopacağı vakti kimse tam olarak bilmez,.." Kıyametin kopma tarihi hakkında bilgi verir misiniz?

7 Hadiste belirtilen fitnelere karşı nasıl tedbir alabiliriz?

(Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre) Resulullah (asm.):

Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)

FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAKLAR KONUSUNDA HADİSLERDE BELİRTİLEN TAVSİYELER:

1. (4758)- Ebu Ümeyye eş-Şa'bânî anlatıyor: "Ey Ebu Sa'lebe, dedim, şu ayet hakkında ne dersin?" (Mealen): 

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar vermez..." (Maide, 5/105).

- Bana şu cevabı verdi:

"Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi  Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum: Demişti ki:

"Ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini  beğendiklerini müşahede edersen, o zaman  kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır.  O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir." [Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizî, Tefsir, Mâide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014).]

AÇIKLAMA:

Hadis, kişinin kendisiyle meşgul olmasını, başkasının sapıklığının kişiye zarar vermeyeceğini ifade eden bir ayeti (Maide, 5/105) açıklama sadedinde varid olmuştur. Ayetin zahirine bakılınca emr-i bi'lmarufa yer vererek başkalarıyla meşgul olmayı değil, kendi işiyle meşgul olmayı emrediyor gözükmektedir. Ayet suale vesile olmuştur. Çünkü mü'min kişiyi emr-i bil marufta bulunmaya, münkerden nehyetmeye teşvik eden ayetler ve hadisler var. Bu ayetle öbür ayetler arasında zahirî bir tezad gözükmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beyan buyurdukları açıklama ile "Marufa sarılın..."  emretmektedir. Ma'ruf, güzel kabul edilen, meşru olan, şeriatın yapılmasını tecviz ve teşvik ettiği her şeydir. Bunlar arasında emr-i  bi'lmaruf ve nehy-i anil münker de yer alır. Şu halde mü'min buna ara vermeden devam edecek. Ancak cemiyette zuhur edecek bazı alametler var. Onlar  görüldü mü, artık emr-i bil maruf ve nehy-i ani'lmünkeri terketmek evladır. Çünkü, bu safhada emr-i bil'maruf, fayda değil zarar verebilecektir. Hadiste bu  alametler şöyle sayılır:

* İtaat gören cimrilik. Bazı alimler aşırı, hırsla karışık cimrilik diye açıklamıştır.

* Hevaya uyulması, yani şeriatın emirlerinin terkedilmesi.

* Dine tercih edilen dünya.

* Rey  sahiplerinin kitaba, sünnete, icma-ı ümmete, sahabe  akvaline bakmadan kendi görüşünü beğenip ona tabi olması.

Bu sayılanlar, haricî bir düşmanın  hakimiyeti değil, İslam cemiyeti içerisinde gayr-ı İslamî, beşerî değerlerin hakimiyetidir, fitnedir, dahili kargaşanın had safhaya ulaşmasıdır. Bu derece bozulan insanlara emr-i bil maruf fayda vermez, zararı daha da artırır mânasında olmak üzere Aleyhissalâtu vesselâm, kişiye, cemiyeti terketmesini, kendini kurtarmayı düşünmesini tavsiye etmektedir. Çünkü arkada sabrın övüleceği sıkıntılı günler gelecektir.

2. (4759)- Vakid İbnu Muhammed  babasından, o da Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'dan anlattığına  göre demişti ki:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) parmaklarını kenetledi ve dedi ki:

"Ey Abdullah İbnu Amr! Ahidleri bozulup şöyle karmakarışık hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa kalırsan ne yaparsın?"

"Ne yapmamı tavsiye edersiniz, Ey Allah'ın Resulü!" dedim. Buyurdular ki:

"Güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi yakınlarının (hallerini düzeltmeye) yönelirsin. O  hezele takımı (ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı) terkedersin." [Buhârî, Salat 88, Fiten 13; Ebu Davud, Melâhim 17, (4342); İbnu Mace, Fiten 10, (3957).]

AÇIKLAMA:

1. Ahdin bozulması, güven ve  emniyetin  kalkmasıdır. İster mal, ister can, isterse ırz emniyeti olsun, hepsinin kalkması, halel görmesi, ahdin bozulması ile ifade edilmiştir. Irz emniyeti deyince vicdan hürriyeti, din hürriyeti gibi kişinin şahsiyetine giren hususları da anlamamız gerekir. Ahdin bozulmasıyla cemiyette bunlar da kalmaz, vicdanlara baskı artar, inançları sebebiyle dindarlara taarruz ve tasallut  tahammül edilmez hale gelir. Önceki hadiste de kısmen geçtiği üzere dindarlığın, ahirzamanda, elde  ateş tutmak gibi zorlaşması, ahdin bozulmasıyla din ve vicdan hürriyetinin de ortadan kalkacağını ifade eder.

2. Şarihler bu hadisi açıklarken, hadisin "parmakların kenetlenmesini yasaklayan" bir başka hadisle arzettiği tenakuza dikkat çekip, aralarını telif ederler: "Resûlullah buyurmuştur ki:   اِذَا صَلّى اَحَدُكُمْ فََ يُشَبِّكَنَّ بَيْنَ اَصَابِعَهُ فاِنَّ التَّشْبِيكَ مِنَ الشَّيْطَانِ وإنَّ اَحدَكُمْ َيَزَالُ في صََةٍ مَادَامَ في الْمَسْجِدِ حَتّى يَخْرُجَ مِنْهُ   "Biriniz namaz kılınca parmaklarını kenetlemesin. Zira, kenetleme işi, şeytandandır. Biriniz mescidde olduğu müddetçe, oradan çıkmadıkça namazdadır." Şarihler, umumiyetle bu iki rivayet arasında tearuz görmezler. Çünkü bu sonuncu hadiste, namaz esnasında veya namaz beklerken parmakların kenetlenmesi yasaklanmaktadır. Halbuki, sadedinde olduğumuz hadis, hadisenin  namazla ilgisinden bahsetmez. Hadisin mescidde vürud etmesi de muhtemeldir. Bu takdirde cevap şöyledir: Yasak, gayesiz bir şekilde boş yere kenetlemekle ilgilidir. Halbuki Resûlullah bir temsil vermek, kapalı bir mânayı daha anlaşılır kılmak için parmaklarını kenetlemiştir. Öyle ise, namaz dışında müsbet, faideli bir maksatla parmakların kenetlenmesinde bir mahzur yoktur.

Kenetlenme yasağının hikmeti üzerine: "Çünkü "şeytandandır", "uykuyu getirir", "kenetlemenin arzettiği manzara, ihtilafın manzarasıdır, bu manzara namazda veya namaz hükmündeki bir halde bulunan kimse hakkında  mekruh görülmüştür. Çünkü bir başka hadiste   وََ تَخْتَلِفُوا فَتَخْتَلِفُ قُلُوبُكُمْ.   "Karışık olmayın; kalplerinize ihtilaf girer"  buyrulmaktadır" gibi yorumlar getirilmiştir.

3. Hadisin, fitne sırasında Müslümanın takip edeceği yolla ilgili mesajı izah gerektirmeyecek kadar açıktır: Fitneye  bulaşmamak, ateşi avuçta tutmak kadar zor  bir iş dahi olsa fitneden kaçmak; öyle ki,  icabında emr-i bi'lmaruf ve nehy-i ani'l münkeri de terkedip, sözünü dinleyecek yakınlarla meşgul olup, onları kurtarmaya çalışmak. Müteakiben kaydedilecek ilk  iki hadiste (4760, 4761) fitneden kaçmanın gereği ve hayrı daha açık olarak ifade edilecektir.

.3. (4760)- Hz. Ebu  Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:

"Ey Ebu Zerr!"

"Buyurun, Ey Allah'ın Resulü, emrinizdeyim!"  dedim.

"İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın?" buyurdular.

"Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım!"  dedim.

"Sabrı tavsiye ederim!" buyurdular -veya, sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:

"Ey Ebu Zerr!"

"Buyurun ey Allah'ın Resûlü, sizi dinliyorum!" dedim.

"Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın?"

"Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!" dedim

"Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!"  dedi. Ben sordum:

"Ey Allah'ın Resulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı?"

"Böyle  yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!" buyurdular.

"Bana ne emredersiniz!" dedim.

"Evine çekil!" buyurdular.

"Evime girilirse?" dedim.

"Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!"  buyurdular." [Ebu Davud, Fiten 2, (4261); İbnu Mace, Fiten 10, (3958).]

AÇIKLAMA:

1. Bu hadis fitneye karışmayı yasaklayan hadislerden biridir. Hadisin, Begavî tarafından Mesabih'te kaydedilen veçhi biraz daha teferruatlıdır; şöyle ki: "Ebu  Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben bir gün, bir merkep üzerinde,  Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın terkisinde idim. Medine'nin (dış) evlerini geçtiğimiz sırada bana:

"Ey Ebu Zerr! Medine'ye açlık hakim olduğu; öyle ki, yatağından kalkınca açlıktan bitkin düşüp mescide kadar gidemediğin zaman ne yapacaksın?" dedi" diyerek başlayan hadis, Resûlullah'ın şu tavsiyesi ile noktalanır:

"Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (dayanamayıp kılıca sarılıp fitneye katılmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne çek, ta ki, (haksız yere öldürerek) senin günahınla ve kendi günahlarıyla geri dönsünler."

2. İnsanlara (kitle halinde) ölüm  nisbeti kıtlık, veba, savaş gibi sebeplerle gelecek umumi ölüm hadisesi olarak  anlaşılmıştır.

3. Hadiste geçen beyt   البيت (ve vasif)  الوصيف (kelimelerini anlamada şarihler bazı farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:

* Mezar olarak tercüme ettiğimiz   البَيْت   (beyt) kelimesini bazı alimler mezar olarak anlamıştır. Hattabî der ki: "Beyt, burada "mezar" demektir, vasif de hizmetçi. Murad olan mâna şudur: "İnsanlar, öylesine meşguldürler ki öleni gömmeye  fırsat bulamazlar da onu gömmesi için hizmetçiye verirler, yahut ücretle gömdürürler."

* Buradan şöyle anlayanlar da olmuştur: "Mezar yerleri öylesine dardır ki, her bir ölüleri için bir kabir yerini bir köle vererek satın alırlar." Ancak bu ikinci te'vil tenkit edilmiş ve: "Ölüm, sağlar arasında devam etse ve fevkalade yayılarak artsa da yine böyle  bir darlık hasıl olmaz. Çünkü arz geniştir" denmiştir. Ancak, hadisin Mesabih'ten kaydettiğimiz veçhinde ikinci mânayı teyid eden ibareler mevcuttur. Hadisin şerhinde imkan varsa hadisten istifade en evla yoldur. Burada o  imkan mevcuttur.

* Bu ibareden şu mâna dahi çıkarılmıştır: "O zaman evler, ölümlerin çokluğu ve ikamet edeceklerin azlığı sebebiyle çokça ucuzlar. Öyle ki bir ev, aslında normal olarak bir köleden pahalı olduğu halde, bir köle mukabilinde satılır."

* Şu mâna da çıkarılmıştır: "Evlerde  önceleri çok insan mevcut olduğu halde, bu evin işini görmeye sadece bir köle kalır."

4. Zeyt'in Medine'nin bir mahallesi veya Medine civarında bir yer adı olduğu söylenmiştir. Türbüşti: "Burası, Yezid  zamanında cereyan eden meşhur hadisenin vukua geldiği Harra'da bir noktanın adıdır. Orada savaşan zalim orduların komutanı da Müslim İbnu Ukbe el-Mürri'dir. Resûlullah'ın koyduğu haramları mübah kılan heriftir. Karargahı Medine'nin batısında yer alan Harre-i garbiyye idi. Medine'nin hurmetini ihlal etti, erkekleri hep öldürdü. Orada üç gün -beş de denmiştir- talanda bulundu."

5. "Kendinden oldukların" tabiriyle kişinin ailesi, yakınları, kavmi kastedilmiştir. Bununla "İmam"ın yani biat etmiş  olduğu  imamının kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda mâna: "İmamına ve bey'at ettiğin kimseye tabi ol" demek olur.

6. Hadiste, kişinin kılıcı alıp omuza koyması halinde, günahta fitnecilere ortak olacağı ifade edilmiştir. Öyleyse fitne şartlarında fitnecilere iştirak etmemek, günahlarına ortak olmamak için silaha sarılmamak gerekir. Aliyyu'l-Kârî der ki: "(Fitnede) hasım  Müslümansa, fesad  terettüp etmeyecek ise, müdafa-i nefis caizdir. Ancak hasım kafir ise, imkan  nisbetinde müdafaa etmek vacib olur."

7. "Kılıcın parıltısının galebe çalması", kılıcı kullanmaktan kinayedir. "Elbisenin kenarıyla yüzünü örtmek", düşmanı görüp, korkmamak içindir. Bundan maksad, "Onlar seninle savaşsa da sen onlarla savaşma,  ölmeyi tercih et" demektir.

Bu taktirde,  gelenler "seni öldürmüş olmanın günahı ve diğer günahlarıyla dönerler" mânası anlaşılır.

4. (4761)- Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Âdem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)[Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).]

Ebu Davud, "koşandan" kelimesinden sonra şu ziyadeyi  kaydetmiştir: "Yanındakiler, "Bize ne emredersiniz (ey Allah'ın Resulü)?"  dediler. "Evinizin demirbaşları olun!" buyurdu."

AÇIKLAMA:

1. Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin dehşetini belirtmek için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peşpeşe fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani doğruyanlış, haklıhaksız, isabetlihatalı vs. şekilde tefrik etmek imkanı tanımayacak, son derece dehşetli olacak demektir. Bu  teşbihten maksat fitnenin  büyüklüğünü ifadedir.

2. Hz. Âdem'in iki oğlundan hayırlısı Hz. Habil'dir. Kardeşi Kabil  onu öldürmek istediği vakit ayet-i kerimenin ifadesiyle kardeşine: "Sen beni öldürmek  için elini bana kaldırsan da , ben seni öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım" (Maide 28) demiştir. Bu ayette, Cenab-ı Hakk fitne sırasında Müslümanların takip edeceği siyaseti vaz' etmiş olmaktadır: "Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek." İslam'da bunun ilk örneğini Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın verdiği belirtilir: O fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil, öldürülmeyi tercih etmiştir.

3. Evin demirbaşı olmaktan maksad, evden ayrılmamak, dışarı çıkıp fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı, kilim gibi  bir kısım eşyalar devamlı evde kalırlar; fitne sırasında da o eşyalardan biri gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da maksad, fitneye katılmamaktır.

5. (4762)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur." [Buhârî, İman 12, Bed'ü'l-Halk 14, Menakıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, (2, 970); Ebu Davud, Fiten 4, (4267); Nesâî, İman 30, (8, 123, 124).]

6. (4763)- Ma'kıl İbnu Yesar anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Herc (fitne) zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir." [Müslim, Fiten 130, (2948); Tirmizî, Fiten 31, (2202).]

7. (4764)- Mikdad İbnu'l-Esved (radıyallahu anh) anlatıyor:  "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!" [Ebu Davud, Fiten 2, (4263).]

8. (4765)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Yaklaşan bir şerden yazık Araplara! Elini çeken ondan kurtulur." [Ebu Davud, Fiten 1, (4249).]

AÇIKLAMA:

Kaydedilen son hadisler, özet olarak fitneye bulaşmamayı ve imkan nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Kapıya kadar gelen fitneye, öldürülmeyi tercih edecek kadar bulaşmama emri, üzerinde durulması gereken bir husustur. Zîra ulema, çeşitli  nokta-i nazarları ve mukabil delilleri de gözönüne alarak, mesele üzerinde ziyadesiyle durmuş ve enine boyuna tartışmıştır. Fitne şartlarında yaşamamız haysiyetiyle bu hususların daha sistemli ve teferruatlı olarak bilinmesinin gerekli ve faydalı olacağına inanıyoruz. Bu sebeple mevzuyu  biraz açıklayacağız.

Fitnede herkese ferdî olarak terettüp edecek vazifeleri şöyle sayabiliriz:

1. Fitnenin getireceği sıkıntılara sabır.

2. Fitnecileri yalnız bırakmak,

3. Uzlet; eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek,

4. Öldürmektense ölmeyi tercih etmek. Fitnede müdafa-i nefis meselesi,

5. Dilini tutmak,

6. Kalben  kerahet,

7. Mal ve evlatça hıffet,

8. Silah edinmemek,

Şimdi bunları açıklayalım:

1. FİTNEDE SABIR:

Hangi çeşitten olursa olsun, iradesi dışında gelen her çeşit musibet karşısında Müslümanın başvuracağı mühim bir silah olarak ifade edilen "sabır", fitne karşısında daha da ehemmiyet kazanan, ısrarla tavsiye edilen en mühim silah hüviyetini kazanmaktadır. Bu hususu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazan tek tek fertlere, bazan umumi bir ifade ile herkese duyurmuştur.

Müslim'de gelen bir rivayette, Hz. Peygamber, kendisine memuriyet vermesini isteyen Ensar'dan bir zata şu cevabı verir: "Siz benden sonra bencillik (ve fitneyle) karşılaşacaksınız. Havz(-ı Kevser)in  başında bana kavuşuncaya kadar sabredin." Tirmizî'nin rivayetinde, "..fitne ve dine muhalif bulacağınız icraatlar göreceksiniz" ibaresi vardır. Ensârinin "Ey Allah'ın Resulü, bize ne tavsiye edersiniz?" sualine karşı: "İcraatcılara olan vazifelerinizi (onların hakkını) eda edin, haklarınızı Allah'tan talep edin" cevabını verir.

Bu mevzuda Ebu Zerr'den gelen bir rivayet daha geniş, daha açıktır; aynen kaydediyoruz: Ebu Zerr anlatıyor: "Bir gün Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bineğinin terkisinde idim. Medine'nin evlerinden dışarı doğru çıkmıştık ki bana:

"Ey Ebu Zerr, Medine'de açlık bulunduğu ve hatta sen yatağından kalkıp da açlık sebebiyle mescide kadar gidecek gücü kendinde hissetmediğin zaman halin nedir?" dedi Ben de: "Allah Resulü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah:

"Ey Ebu Zerr! İffetini koru (söz ve fiillerde haramdan kaçın)" dedi ve ilave etti: "Ey Ebu Zerr! Medine'de kıtal olsa ve bir mezarın ücreti bir köle fiyatına ulaşsa, o kadar ki, bir kabir bile bir köle karşılığında satılsa, senin durumun ne olur?"  "Allah ve Resulü daha iyi bilir" cevabını verdim.

"Sabret ey Ebu Zerr" dedi ve ilave etti: "Ey Ebu Zerr! Medine'de kıtal olsa ve kan (Medine dışında yer alan) Zeyt mıntıkasının taşlarını sulayacak kadar çok  aksa ne yaparsın?" Ben yine: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah:

"Mensup olduğuna (yani aile ve akrabana veya biat ettiğin imama) dön." dedi. Ben sordum ve: "Silahımı kuşanayım mı?" dedim. Resûlullah:

"(Hayır) o takdirde insanlara (kötü amellerinde) iştirak etmiş olursun." cevabını verdi.

"Öyleyse ne yapayım ey Allah'ın Resulü?" diye sordum. Cevaben:

"Evinde kal, çıkma" dedi.  Ben tekrar: "Ya evime de gelirlerse?"  dedim.

"Kılıcın parıltısının galebe çalmasından (kullanmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne ört, ta ki (gelen kimse) hem senin günahınla hem kendi günahıyla dönsün."

Hz. Enes, Haccac'ın zulmüden çok ızdırap çekerek, ne yapacağız, diye şikayete gelenlere: "Sabredin, Rabbinize kavuşuncaya kadar sabredin. Zira artık her gelen yeni gün, gidenden daha kötüdür" der ve bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğini ilave eder.

Mikdad İbnu'l-Esved ise, yeminle te'kid ederek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den şunu işittiğini söyler: "Bahtiyar kimse (lütf-i İlahî olarak) fitnelere karışmaktan uzak tutulan kimsedir. Bahtiyar kimse fitnelerden uzak tutulan kimsedir. (Çeşitli belalarla) imtihan edildiği zaman sabırla karşı koyana ne mutlu!"

Tabiinden meşhur Hasan-ı Basrî de burada zikre değer. Zîra o da fitneye karşı hararetle sabır tavsiye eder ve ortalığın tevbe ile, insanların kendilerini düzeltmesi ile iyiye döneceğini söyler. Kendisine Haccac'la alâkalı sorulduğu zaman da hep şu mealde tavsiyede bulunurdu: "Ben onunla mukatele edilmemesi görüşündeyim. Zîra, eğer o Allah'tan bir ceza ise, siz kılıcınızla Allah'ın cezasını geri çeviremezsiniz. Şayet bir bela ise, sabredin, Allah hükmünü versin. Zîra O, en hayırlı şey üzere hükmedicidir." Ona göre fitne sırasında hiçbir gruba iltihak etmemelidir.

2. FİTNECİLERİ YALNIZ BIRAKMAK:

Çıkan fitnenin büyümesini önlemede ve ondan gelecek zararlara karşı korunmada en isabetli tedbirlerden biri, fitneciyi yalnız bırakmaktır. Haklı ve haksız tarafların belli olduğu durumlarda, haklı tarafın desteklenmesi tavsiye edilmiş olmakla beraber, haklı veya haksızın belli olmadığı durumlarda, hiçbir tarafa destek vermemek, bütün tarafları terketmek esastır. Hz. Peygamber'den gelen rivayetlerden bu anlaşılmaktadır.

Müslim'de gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ümmetimi Kureyş'ten şu kabile helak edecektir" diye istikbalde gelecek bir fitneden haber verir. Yanındakiler: "O vakit ne yapmamızı, nasıl davranmamızı emredersiniz?" diye sorarlar. Cevap şudur:  "İnsanlar onları terketmelidir."

Muhtelif tariklerden gelen şu rivayet, fitne çıkaranların yalnız bırakılmalarının lüzumunu ve fitneye karışmamanın gereğini herkesin anlayacağı bir üslubla, çok vazıh bir şekilde ifade eder: Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini bildirir: 

"Haberiniz olsun (benden sonra) fitne çıkacak. O fitne sırasında uyuyan uyanıktan [yatan oturandan]; oturan ayakta olandan; ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim böyle bir fitneye rastlarsa hemen geri dönsün. Kim de fitne anında sığınacak bir kuytu bulursa oraya girsin."

İbnu Hacer, ed-Davudî'den naklen şu açıklamayı sunar: "Hadisin zahirine göre, fitneye  uzak veya yakından muhtelif derecelerde teması olan kimseler burada dile getirilmektedir. Yani bu işte bazıları bazılarına rağmen çok daha ileridir. Bunlardan en ileride olanı, fitnenin artmasına sebep olacak şekilde koşandır. Sonra fitnenin sebeplerini  hazırlayacak şekilde  ortaya çıkandır ki, hadiste bu, "yürüyen" diye ifade edilmektedir.

Sonra fitne ile alakadar olan gelir ki, ona da: "ayakta olan" denmiştir. Ondan sonra fitneyi seyretmekle beraber mücadele etmeyen (karışmayan) gelir, bu da "oturan" diye ifade edilmiştir. Sonra da kendisinden bu hususta hiçbir ilgi, alâka  sadır olmayan, ancak razı (ve memnun) olan gelir ki, bu da "uyuyan" diye  ifade edilmiştir."

İbnu Hacer, fitneye karışma  hususunda niyetlenenleri üç gruba ayırarak mesuliyet  durumlarını belirtir:

1) Arzu geçirenler: Bunlar fiilen karışmadıkça günaha girmezler.

2) Arzuda kalmayıp fiile dökenler: Bunlar günahkârlardır.

3) Azmedenler, iyice niyetlenenler: Bunların durumu münakaşalıdır.

İbnu Hacer'in bu açıklamasının ışığında, "uyuyandan" maksadın fitneden hiç haberi olmayacak  kadar kendi işine gücüne  dalmış, çolukçocuğunun rızkı ve terbiyesi ile meşgul kimse olduğunu söyleyebiliriz.

Nevevî de bu hadiste, "fitnenin zararının  büyüklüğüne dikkat çekildiğini, fitneden son derece çekinip kaçmaya, fitneye götürecek herhangi bir şeye teşebbüsten imtina etmeye teşvik edildiğini, zira fitnenin zararı ve şiddeti onunla olan alaka nisbetinde arttığını" belirtir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), diğer birkısım hadislerinde de,  dahilî birliğin kaybolduğu, ortaya çeşitli hiziplerin çıktığı hallerde -ki hadiste Müslümanların cemaat ve imamı yoksa diye ifade edilir- bu fırkaların hepsinin terkedilmesi emredilir.

Fitnecinin yalnız bırakılmasının fiilen gerçekleşmesi için, Hz. Peygamber'in bunu tamamlayıcı başka tavsiyelerine de rastlarız. Şimdi onları görelim:

3. UZLET:

Bu, kısaca inziva diye de ifade edilebilir. Uzlet veya inzivanın tahakkukunda Resûlullah'ın farklı  tavsiyelerini görmekteyiz: Eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek gibi. Kişi, kendi şartlarına hangisi muvafıksa onu tercih edecek ve uzleti ihtiyar edecek. Şimdi bunları açıklayalım:

* EVE ÇEKİLMEK: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), gelecek fitneyi haber verip, insanları dehşete düşüren vasıflarıyla tavsif ettiği zaman dinleyicilerden vaki olan: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz o zaman ne yapalım.?" sualine, Hz. Peygamber'in verdiği cevaplardan bir kısmı "evlerinize çekilin" mealindedir.

Ebu Musa'dan gelen bir rivayet aynen şöyle: "Önümüzde karanlık gece parçaları gibi fitneler var. O fitneler geldiği zaman kişi, mü'min olarak sabaha erer de akşam oluncaya kadar kafir olur. Orada oturan ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen de koşandan hayırlıdır..." Dinleyenler:"Bize ne emredersiniz?" dediler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evinizin demirbaşları olun" cevabını verdi."

Aynı tavsiye İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivayette: "Elinizi ve dilinizi tutun, evin demirbaşlarından biri olun." şeklinde az bir farkla tekrar edilir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fitne çıktığı zaman dökülecek kanların çokluğuyla alakalı -daha önce Ebu Zerr'den kaydettiğimiz- tasviri sırasında Ebu Zerr'e yapılan  tavsiye daha vazıhtır: "...Evinde otur, kapıyı  üzerine kilitle..."

Keza, bir başka hadiste, fitne tasvir edilirken, emniyetin, insanlara güven ve itimadın kaybolması, iyi, kötü fark edilemeyecek derecede insanların her an değişeceği belirtildiği sırada, ne yapılması gerektiği sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evine kapan, diline sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap, kötü bildiğin şeyi de terket, kendi yakınlarınla meşgul ol, ammenin işini terket." der.

Şarihler eve kapanma emrini, zaruri olmayan işler dışında, halkla irtibatı kesmek şeklinde anlarlar. Zaruri temaslardan vazgeçilmemesi gerektiğini de belirtirler.

Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere, mücerred bir eve çekilme yeterli değildir. Bir başka rivayette: "(Göze batıcı, dikkat çekici davranışlardan kaçınarak) kendinizden az bahsettirin" denmektedir.

* DAĞA ÇEKİLMEK: Fitneye karışmamak, dışında kalabilmek için hadislerde ifade edilen bir tedbir de dağa çekilmektir. Fitneye karışmamaya teşvik hususunda beyan edilen: "...Fitne sırasında yatan oturandan; oturan ayakta durandan... daha hayırlıdır..." hadisinin Ebu Bekre tarafından rivayet edilen veçhinde, bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sorar: "Ey Allah'ın Resulü, bu durumda ne yapmamızı emredersin?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ona verdiği cevap şudur: "Kimin dağda develeri varsa onların peşine düşsün, kimin de davarı varsa, davarlarının yanına gitsin. Kimin de (ekim) arazisi varsa o da çiftinin başına çekilsin...."

Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen bir rivayette "dağa çekilme" keyfiyeti te'yid edilir: "Müslüman kimseye, en hayırlı malın davar olacağı zaman yakındır. fitnelerden kaçarak, dinini kurtarmak için dağların yağmur düşen otlak yerlerini takip etmek üzere peşine takıldığı davar onun en hayırlı malıdır."

Müslim'de Ebu Bekre'den gelen rivayette daha vazıh olarak: "...Haberiniz olsun, fitne iner veya vukua gelecek olursa, devesi olan, devesine; davarı olan davarına; arazisi olan arazisine  iltihak etsin..." denir.

Fitne sırasında inzivayı teşvik eden hadislerden biri de taarrüb ile alakalı rivayettir. Göçebe Araplara katılarak onlar arasında ikamet mânasına gelen taarrüb daha ziyade, hicret ederek Medine'ye yerleştikten sonra, geldiği kabileye geri dönerek tekrar göçebeleşmek durumuna düşenler için kullanılan bir tabirdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), göçebe hayattan sonra şehirlileşen bu kimselerin tekrar eski hayata dönmelerini kesinlikle yasaklamış, ancak fitne anında müsaade etmiştir: "Hicret ettikten sonra tekrar bedeviyete (eski göçebe hayata) dönen kimseye Allah lanet etsin, fitne zamanında dönenler bundan hariçtir. Zîra göçebelik (bedeviyet), fitne bulunan yerde ikametten hayırlıdır." Hz. Peygamber'den bu maksadla izin alanlar meyanında Seleme tu'bnu'l-Ekva'ın ismi geçer.

Bu bahsi kaparken şu noktayı belirtmede fayda var: İmam Azam tarafından da fitne sırasında karışmayıp eve çekilme gereği hususunda te'yid edilen hükme Bedayi'de Kâsânî tarafından şu ihtirazi kayıt konmaktadır: "Bu hüküm,  hususi bir vakitle alakalıdır. Bu da, fitnecilerle  savaşa çağıran imamın bulunmadığı   vakittir. Böyle bir imam  varsa ve (cihada) çağırıyorsa icabet etmek farzdır."

* TERK-İ DİYAR ETMEK: Bir kısım hadisler, fitne çıktığı vakit eve, dağa, tarlaya çekilmekten daha öte, terk-i diyar etmeyi tavsiye etmektedir. Bu tavsiyeye uyarak Şam'a göç eden Ebu'd-Derda ile alakalı rivayet şöyle: "Yezid İbnu Ebî Hubeyb anlatıyor: "İki kişi Ebu'd-Derda'ya gelerek bir parça tarla için birbirlerini şikayet ettiler. Ebu'd-Derda onlara: "Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Sen bir yerde bulunduğun sırada bir parça tarla için iki kişinin husumet ettiklerini işitecek olursan orayı terket." dediğini işittim." der ve Ebu'd-Derda Şam'a gider."

Terk-i diyar umumi bir emir olarak anlaşılmasa bile, fitne sırasında buna tevessül etmenin istihbab edileceği bu rivayetten anlaşılmaktadır. Nitekim, yukarıda kısaca temas ettiğimiz Selemetu'bnu'l-Ekva (radıyallahu anh) da Ebu'd-Derda gibi fitneye bulaşmak korkusuyla terk-i diyar edenlerden biridir. "Hicretten irtidat mı ettin?" şeklinde maruz kaldığı ağır ithamlara rağmen, Mekke ile Medine arasında yer alan Rebeze'ye göç eder.

Hadisi şerh eden Aynî fitne korkusuyla seleften birçoğunun terk-i  diyar ettiklerini belirtir. (1. cilt, s. 163)

İNZİVA VE UZLETİN FAZİLETİ:

Yukarıda kaydettiğimiz hadisler  bize fitne sırasında uzlet ve inzivanın tavsiye  edildiğini ifade eder. Esasen fitne olmayan normal zamanlarda alimlerin ekseriyeti tarafından cemiyete karışmak (muhalata), inzivaya çekilmeye tercih edilmiş, üstün tutulmuş ise de, bu üstünlük mutlak değildir. Birkısım şartların ortaya çıkması halinde  inziva tercih edilmelidir. Bu mühim mevzunun aydınlanması için fitne sırasında hayvanlarını alarak dağa çekilmeyi veya arazinin başına geçerek ekimle meşgul olmayı tavsiye eden hadisi açıklama zımnında İbnu Hacer'in sunduğu veciz açıklamayı burada kaydetmeyi gerekli bulduk. Der ki: "Selef alimleri, uzlet hususunda ihtilaf  etmişlerdir. Cumhur (ekseriyet) şunu söylemiştir: "İhtilat (cemiyete karışma) uzletten evladır. Zîra İslamî şeâirin devamı için  lüzumlu olan dinî bilgiler  bu sayede öğrenilir. Cemiyete karışmada Müslümanların sayıca artması da mevzubahistir. Onlara, maddî ve manevi yardımda bulunmak, hastalarını ziyaret etmek gibi çeşitli hayırlar bu sayede ulaştırılır."

Bazı alimler şunu söylemişlerdir: "Uzlet, üzerine düşeni bilmek şartıyla, ihtilattan evladır. Zîra  uzlette selamat tahakkuk eder, gerçekleşir." Nevevî der ki: "Muhtar olan (yani  farklı görüşlerden tercih edileni), günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib olan kimse için cemiyete karışmak daha iyidir."

Bazıları da şu görüştedir: "Burada verilecek hüküm  şahıstan şahısa değişir. Bazıları için bunlardan biri şarttır.  Bazıları için de tercih vesilesidir. Bu iki husus açıktır. Ancak, inziva ile ihtilat eşit olurlarsa birini diğerine tercih  hususunda verilecek hüküm zamanın ve ahvalin değişen şartına bağlıdır."

Kendisine muhâlata (yani cemiyete karışma) gereken kimseler meyanında kötülüğü bertaraf etme gücüne sahip olan kimse vardır. Böyle birisine cemiyete karışmak farzdır. Bu farz, ahval ve imkânlara tabi olarak, farz-ı kifâye nev'indendir.

Kendisine muhâlata şâyan-ı tercih olan kimseler meyânında, iyiliği emir, kötülükten men ettiği (emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünkerde bulunduğu) takdirde kendisi fitneye maruz kalmayacağı hususunda zann-ı galibi hasıl olan kimse vardır.

İnzivaya çekilme ile cemiyete karışma şıklarından her ikisi de kendisine eşit olanlara misal olarak şöyle bir adam gösterilebilir: Kişi fitneye düşmeyeceği hususunda kendinden emindir. Ancak, kesinlikle bilmektedir ki, sözü tutulmayacak,kendisine itaat edilmeyecektir. Bu duruma, umumî bir fitnenin mevcut olmadığı hallerde rastlanır. Fitne çıkacak olursa, uzleti tercih etmek gerekir. Zira bu durumda umumiyetle zarara düşülmektedir.

Fitneye girenlere (İlâhî) belalar gelir ve fitneye katılmayanlara da sirayet eder. Bu hususu şu ayet haber vermektedir: "Öyle bir fitneden kaçının ki geldiği zaman sizden sadece zalim olanları çarpmaz..."

Sunduğumuz açıklamayı Ebu Saîd'in rivayet ettiği şu hadis de te'yid eder: "İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, nefsiyle ve malıyla cihad eder, keza o kimsedir ki dağ başlarında Rabbına ibadet eder ve böylece insanlara kötülük yapmaktan uzak olur."

Cemiyete karışıp karışmama, yani inziva ve ihtilat hususlarında Hattâbî'nin bir izahı da klasik alimlerimizin görüşlerini anlamada bizim için faydalı olacağı kanaatindeyiz. Der ki: "İnziva ve ihtilat, kendileriyle alâkalı şeylere tabidir. Onlar değiştikçe bunlardan birini tercih durumu değişir. İhtilâta ve cemiyete karışmaya teşvik sadedinde gelen deliller, imamlara itaatla ve bir kısım dinî meselelerle alâkalıdır. İnzivaya teşvik sadedinde gelen deliller de, bunlar dışında kalan meselelerle alâkalıdır. Mesela bedenen insanlara karışmayı veya onları terketmeyi ele alalım. Tek başına geçimi te'min ve dinini muhafaza edebileceğine kâni olan bir kimse için, bir şartla, insanlara karışmaktansa uzak dursa daha iyi olur. O şart da (namaz için) cemaate devam, selam vermeye ve almaya devam, hasta ziyareti, cenaze teşyii gibi Müslümanların hukukunu edaya devamdır.

Matlub olan, lüzumsuz sohbetleri terketmektir. Zîra sohbetin fazlası, zihnimizi meşgul ve vaktimizi zâyi ederek mühim işlerimizi ihmal ettirir. En iyisi ihtilat ve insanlarla görüşme işini, kendisinden tamamen vazgeçilmeyen, sabah ve akşam yemekleri menzilesinde tutup, zarûrî olanıyla iktifa etmektir. Böyle yapmak beden için ve kalp için de çok daha rahatlatıcı, çok daha uygundur."

Buhârî şarihlerinden Aynî de hadislerden, fitne sırasında, inziva ve uzleti ihtiyar etmenin lüzumunu anlamıştır. İbnu Hacer'den sunduğumuz açıklamanın yapılmasına sebep olan aynı hadisin şerhi sadedinde Aynî de şu kıymetli açıklamayı yapar: "Bu hadiste, fitne zamanında uzletin fazileti ifade edilmektedir. Ancak fitneyi izale edecek güçte olan kimse bu hükme tâbi değildir. Zîra bu durumda olan kimseye, fitneyi izâle etmek için, üzerine yürümesi farzdır. Bu farz, ahvâl ve imkâna tâbi olarak ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifâye sûretlerinden biriyledir."

Fitne bulunmayan zamanlarda uzlet ve ihtilattan hangisinin efdal olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Nevevî'nin sunduğu izaha göre: "İmam Şâfiî ve âlimlerin ekserisi ihtilatın efdal olduğu görüşündedirler. Zîra derler, ihtilatta bir kısım faydalı ameller îfa  edilir, çeşitli İslâmî tezahürlere (şeâir-i İslâmiyye) katılır, Müslümanların sayısını artırır, hasta ziyareti, cenaze teşyii, selam vermek, emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünkerde bulunmak, iyi ve hayırlı işlerde yardımlaşmak, muhtaçlara yardım, cemaatlere katılmak gibi herkesin muktedir olabileceği amellerle onlara birkısım hayır ve menfaat ulaştırır."

Bilhassa, âlimler ve zühd sahipleri hakkında, ihtilatın fazileti te'kidli olarak beyan edilmiştir.

Birkısım âlimler de, uzlette kesinlikle selâmet bulunduğu için, onun daha efdal olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak bu, kendisine terettüp eden ibadet vazifelerini ve mükellef olduğu şeyleri bilmek şartına bağlıdır.

Muhtar olan (tercih edilen) görüş şudur: "Günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib hasıl olan kimse için cemiyete karışmak (ihtilaf) efdaldir."

Kirmânî ise şunu söyler: "Asrımızda muhtar olan inzivadır. Zîra uğranacak meclisler (mehâfil) arasında günahlardan hâlî ve uzak olanlar nadirdir." Aynî ilave eder: "Ben Kirmânî'nin sözüne iştirak ederim. Zîra bu devirde insanlara karışmak birtakım şeylerden başka bir şey celbetmez."

Daha uzlaştırıcı bir neticeye varan Kastalânî ise: "Kişinin kemâli hem uzlet ve hem de sohbet (karışma) ile gerçekleşir. Sohbetle dinini salim kılamayan fakihe uzlet, hakkını veren kimseye de sohbet gereklidir" der.

4. ÖLDÜRMEKTENSE ÖLMEYİ TERCİH ETMEK:

Dahilde fitne çıktığı zaman dağa çekilmek, eve kapanmak -ve az sonra temas edileceği üzere- silah edinmemek gibi emirler, aslında bozulmuş olan içtimâî durumun daha da kötüye gitmesini önlemek içindir. Fitne ateşinin yandığı yerde sönmesi, onun üzerine gitmemeye bağlıdır. Söndürmeye gücü yetmeyenlerin, hususi eşhasın buna katılmaları, karışmaları, bulaşmaları onu daha da artıracaktır. İslam'ın bu konudaki görüşünün özü budur.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneye bulaşmamanın ehemmiyetini vurgulayabilmek, tebarüz ettirebilmek, ami, cahil herkese duyurabilmek için "Fitne sırasında, seni öldürmeye gelseler bile karşılık verme, öldürmektense ölümü tercih et" mealindeki beyanlarda, emirlerde bulunmuştur.

Daha önce zikri geçen ve eve çekilmeyi emretmekle alâkalı rivayetlerin devamında umumiyetle şu sual sorulmaktadır: "Fitneciler eve de gelirse ne yapalım?" Bu sual Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fitnede  takınılacak tavırla alakalı emir ve tavsiyelerinin  mantıkî silsilesi içerisinde mukadder, kaçınılmaz bir sualdır. Suale verilen cevap, fitneye karışmamak için yapılması gereken gayret ve gösterilmesi gereken fedâkârlıkların neler olabileceğini ifade eder, hiçbir hal ve şartta fitneye bulaşmanın meşru olmayacağını, dinin buna cevaz vermeyeceğini gösterir.

Sual mükerrer olarak sorulmuştur. Hz.  Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her seferinde aynı cevabı vermiştir.

Cevap kısaca şu mealdedir: "Fitnede öldürülmeye razı ol, fakat öldürme."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tebliğ ettiği her mühim meselede olduğu gibi bunu da  tebliğ ederken, şartlara, muhatablara göre değişik üsluplara yer vermiştir. Kısmen daha önce söylediklerimizi tekrar mahiyetinde olmakla beraber, onlardan daha şümullu, daha cami olan bir rivayeti tam olarak görelim. Rivayeti yapan Abdullah İbnu Mes'ud'dur. Der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "İleride fitne çıkacak, o zaman uyuyan yatandan hayırlıdır; yatan oturandan hayırlıdır; oturan ayakta durandan hayırlıdır; ayakta duran yürüyenden hayırlıdır; yürüyen koşturandan (atlı) hayırlıdır. Fitnede savaşanların hepsi ateştedir." Ben: "Ey Allah'ın Resulü, bu söylediğin fitne ne zaman olacak?" dedim. "Bu, dedi, eyyamu'lherçtir (dahilî kıtal zamanıdır)." Ben takrar: "Eyyamü'lherç ne zaman olur?" diye sordum. Dedi ki: "Kişi arkadaşına itimat etmediği zaman." O güne erişecek olsam bana ne emredersin?" dedim. "Nefsini, elini geri tut ve mahallene gir" dedi.  Tekrar sordum: "Ey Allah'ın Resulü, eğer mahalleme de girerse ne yapayım?" "Evine gir" dedi. Ben tekrar : "Ya evime de girerse?" dedim. "O takdirde mescidine gir ve şöyle yap" -dedi ve sağ eliyle bileğinden tutarak- ilave etti: "Bu halde ölünceye kadar, "Rabbim Allah'tır" de."

Burada sırayla mahalleye, eve ve en sonunda evin daha kuytu  bir köşesi olan mescid odasına sığınmanın tavsiye edilmiş olması, fitneden en son imkana kadar kaçılması gerektiğini ifade eder. Sığınılan son melceye kadar takip edildiği takdirde ise, elini tutmak, müdahale etmemek tavsiye edilir.

Başka rivayetler, o andan yani  sığınılması mümkün  son kuytu yere de düşman geldiği andan itibaren, yapılması gerekecek davranışı daha açık olarak ifade etmektedir. Sa'd İbnu Ebi Vakkas'dan gelen rivayette Sa'd: "..Ey Allah'ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için elini kaldıracak olursa ne yapayım?" diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Hz. Âdem'in oğlu (Habil) gibi ol" der ve Hz. Âdem aleyhisselam'ın oğulları Kabil ile Habil arasında geçen hadiseyi hülasa eden  -ve Habil'in söylediği sözleri nakleden- şu ayeti okur:

"Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de o ateş yârânından olasın. İşte zalimlerin cezası budur." (Maide, 5/28-29).

Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir:

 "Elini tutsun, Allah'ın öldürülen kulu (Abdullahi'l-Maktul) olsun, Allah'ın öldüren kulu (Abdullahi'l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam cemaatinde bulunur da kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine isyan eder ve böylece cehennem kendisine vacip olur."

İbnu Ömer'den gelen bir rivayette ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunları söyler: "Sizden birine, bir adam -yani ehl-i kıbleden biri- öldürmek kastıyla geldiği zaman (iki elinden birini diğeri üzerine koyarak) (Kur'an'da Habil'in Kabil'e söylediği sözü) söyleyip Hz. Âdem'in iki oğlundan en hayırlısı olmaktan aciz mi? Zira bu taktirde o, cennetliktir. Böyle yapmaz da geleni öldürecek olursa cehennemliktir."

Fitnede kıtalden men etmek maksadıyla bir başka sahabiye Resûlullah şu mealde vasiyette bulunmuştur: 

"İnsanların iki ayrı emîre (lidere) biat ettiklerini gördüğün zaman, benimle birlikte  katıldığın cihadlarda kullanmış olduğun kılıcını al, kırılıncaya kadar Uhud dağına vur. Sonra evinde otur. Günahkar bir el veya ölüm sana gelinceye kadar (evinden çıkma)."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ebu  Zerr'e yaptığı bir  tavsiyede, buraya kadar söylenenlerin ötesinde bir tedbirin emredildiği görülmektedir. "Fitne zamanında eve giren düşmana karşı yüzünü örtmek."

Rivayetin bizi alâkadar eden kısmı aynen şöyle: "... Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ya evime de girecek olurlarsa?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: "Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört, (seni öldürse de karşılık verme). Böylece hem kendi günahıyla ve hem de senin günahınla geri dönsün ve ateş ashabından (cehennemlik) olsun."

Aynı rivayette, evine gelen düşmana karşı silahına davranma hususunda soran Ebu Zerr'e şu cevabın verildiğini görmekteyiz: "O taktirde, sana gelen kimsenin içinde bulunduğu şeyde (yani fitnede) ona ortak olursun." Nitekim Ebu Bekre'nin: "Benim üzerime düşmanlar girecek olsalar, kendimi müdafaa için elimi silahıma uzatmam" dediği rivayet edilmiştir.

Eyyûbu's-Sahtiyani'nin de ifade ettiği üzere, Hz. Osman kendini öldürmek için gelen katillerine mukabele etmemiştir. O, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Âdem'in oğlu Habil'in, kendini öldürmek isteyen kardeşine, "Andolsun ki,  beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim"  dediğini haber veren ayetle, bu ümmetten amel edenin ilki olduğu belirtilir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, fitne esnasında öldürmektense, ölmeyi tercih edecek kadar fitneden uzak durma hususundaki tavsiyelerine harfi harfine uymayı kendilerine şiar edinerek, Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın şehadetiyle teselsül eden fitnelerde Hz. Ali'nin haklı olduğunu,  muhaliflerinin haksız olduğunu kabul etmesine rağmen, Hz. Ali safında yer  almaktan kaçınan Sa'd İbnu Ebi Vakkas, Abdullah İbnu Ömer, Muhammed İbnu Mesleme,  Ebu Bekre ve diğerleri (radıyallahu anhüm ecmain) şu kanaati izhar etmişlerdir: "Fitneden uzak durmak şarttır.  Öyle ki, biri gelip kendisini öldürmek istese, ona karşı müdafa-i nefis de yapılmaz" (İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 16, 142).

* FİTNEDE MUDAFA-İ NEFİS:

Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra, İslam'da  tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta buna  teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: 

"Kim malı(nı koruma) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak) için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o da şehittir."

Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sorar. Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte burada kayda değer:

"Ey Allah'ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin?"

"Ona Allah'ı hatırlat." Müteakip hadiste: "Allah'ı üç kere hatırlat." denir.

"Allah'tan korkmazsa?"

"Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste."

"Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa?"

"Ona karşı sultandan yardım iste."

"Sultan beden uzaksa?"

"Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya kadar onunla dövüş."

Rivayetin bir başka veçhinde: "...Dövüş. Öldürülsen cennetliksin, öldürürsen öbürü  cehennemliktir" denir. Kur'an-ı Kerim'de  de -haddi aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz verilmiştir: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde  hakkını alırsa, artık bunlar aleyhinde (me'suliyete) bir yol yoktur" (Şura 40, 41, 42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce zikrettiğimiz  yasak alimler arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder:

"Bu ve benzeri hadisler fitne  zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz  görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine  farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub: "Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir (ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüdür.

İbnu Ömer, İmran İbnu'l-Husayn ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüne göre, "fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi karşısında nefis müdafaası yapılır."

Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine girmemek hususunda  müttefiktir. Sahabe ve  Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam âlimlerinin tamamı, "fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir" demişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse  aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine  dönünceye kadar savaşın..." denir.

Bu mevzuda sahih olan budur.

Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir."

Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te'yid etmekle beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.

Aliyyu'l-Kârî, Ebu Zerr'den gelen: "...Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört.." mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî'den şöyle bir görüş kaydeder: "...Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer düşman kafir ise, mümkün mertebe def'i vacibtir."

Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette Hz. Âdem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Habil, kardeşi Kabil'e şunu söyler:

 "Kasem  ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip  varasın da, o ateşe layıklardan olasın..." (Maide, 5/28).

Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: "Burada iki sual vardır:

* Birincisi: "Bir başka ayette mealen: "Hiç kimse başkasının günahından sorumlu değildir" (Fatır 18) dendiği halde, katil maktulün günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir hadis-i şerifte: "Birbirine  küfreden iki kişinin bütün söyledikleri, mazlum,  haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir" denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının  bir mislini yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe."

Ayrıca ayette geçen: "Benim günahımı da..", sözü "şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli" demektir.

Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet yapmış olur.

Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak cinayetidir.

Bundan başka, "benim günahımı..." sözü, "beni öldürmek günahını..." mânasına geldiği gibi, "kendi günahını.." sözü de "bundan evvelki günahın (Kabil'le ilgili olarak) ezcümle kurbanının  kabul edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu Abbas, İbnu Mes'ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten anlamışlardır.

Eyyubu's-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz. Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.

Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil, arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Âdem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Kabil'e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun başlattığını ifade eder.

İbnu Hacer'in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak, "fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz mi, değil mi?"  gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere, alimlerin bir kısmına göre, "fitne" tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi, karışmaktan men edilen fitne değildir,  bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.

Bu duruma göre, Nevevî'nin az önce sunduğumuz açıklamalarında rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan- müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya ayet-i kerimede ifade edilen "birbiriyle dövüşen iki mü'min zümreden mütecaviz olanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaş" emri de, meşru devlete karşı bir te'vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez.

5. DİLİNİ TUTMAK:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir kısım hadislerine göre, fitne yoksa çıkaran, çıkmış ise büyütüp geliştiren ve fertleri fitnenin getireceği şerlerin içine atan en mühim amillerden biri de "dil"dir. Fitneye karşı mü'minleri uyarmak maksadıyla varid olan  bir kısım hadislerde dilin rolüne dikkat çekilerek, dilin kılıç gibi, hatta kılıçtan da beter olduğu ifade edilmiştir.

Ebu Davud'da  gelen Ebu Hüreyre  rivayetinde: "Sağır, dilsiz ve kör fitne gelecek. Fitneye azıcık meyledenin üzerine o, süratle gelir (kendine çeker). Fitnede dilini oynatmak aynen kılıç oynatmak gibidir." denir. Abdullah İbnu Amr'ın rivayetinde ise, dilin kılıçtan  daha beter tesir icra  edeceği ifade edilir: "Haberiniz olsun ki, ilerde Arapları darmadağın edecek fitne çıkacak. O yüzden ölenlerin hepsi ateştedir. O zaman  dil(i kullanmak) kılıç kullanmaktan beterdir."

Yine Abdullah İbn-i Amr'dan gelen bir rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gelecek fitne ile alâkalı tasvir ve ihbarları üzerine, "O çıktığı zaman ne yapalım?" diye soranlara: "Evine çekil, diline sahip ol, maruf ile  amel et, münkeri terket, kendi çolukçocuğunla ilgilen, başkasıyla meşgul olma."  şeklinde cevap verdiğini görmekteyiz.

Hadiste yasaklanmış bulunan "fitnede dil oynatmak" tan maksad nedir?

Aliyu'l-Kârî'nin Mirkat'ta naklettiği açıklamalara göre,  halkın  dedikodusunu yapmak, fitneye karışanların lehinde veya aleyhinde konuşmak, bir tarafı kötülerken bir tarafı övmek suretiyle iki gruptan birini ta'n etmek, hep bu yasağa girmektedir. Hatta zalim idarecilere haber götürüp (ispiyonculuk yapmak) da bu yasağın  tahtındadır. Zîra bu davranış idarecinin öfkesini  kabartarak öldürme, hapis, sürgün vesair pek ciddi öyle fenalıklara sebep olur ki, kılıç kullanmak bu kadarını yapamaz.

Münâvî, "dilini  tutmak" emrinden, "konuşmazdan önce iyice düşünerek sadece lehine olacak hususlarda konuşup, kendini ilgilendirmeyen hususlarda hiç konuşmamayı" anlar.

Yukarıda kaydettiklerimizden öyle anlaşılıyor ki,  Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. Muaz'a bir vesileyle söylemiş bulunduğu: 

"Ey Allah hayrını veresice Muaz, insanları yüzüstü ateşe atan şeyin, dilleriyle haset etiklerinden başkası olduğunu mu zannediyorsun?"

 sözü fitne hakkında da aynen doğrudur: İnsanı fitneye atacak veya fitneden koruyacak en mühim amillerden biri dildir.

6. KALBEN KERAHET

Fitnenin maddî ve manevi şerrinden kurtuluşun mühim şartlarından biri, kalben fitneye buğzetmektir. Aslında münker olarak ifade edilen her çeşit şer ve kötülüğün izalesi için eliyle, diliyle müdahale bir vecibe kılınmış ise de, gerek şerrin büyüklüğü, gerek şahsın aczi gözönüne alınarak "gücü yetiyorsa", "fitneyi artırmayacaksa" gibi kayıtlar konmuştur. Güçsüzlüğü sebebiyle şer ve fitneye eli ve diliyle müdahele edemeyecek durumda olan kimselerden, ortadaki kötülüğe karşı, en azından kalben  kerahet istenmiştir. Buna da gücü yetmeyen kimse düşünülemez. Dinimizin yasakladığı şeyleri , devrin icabı, modanın icabı, bulunduğumuz cemiyetin icabı diyerek meşru görmek mümkün değildir. Kişi birkısım münkerleri işlemek durumunda olsa bile, onun kötülüğünü kabul etmek, kalben nefret etmek zorundadır.

Hadiste kesin bir dille şöyle denir: "Yeryüzünde  bir hata işlendiği vakit, bunu görüp de ikrah eden sanki orada bulunmayan birisi gibidir. Orada bulunmadığı halde, işlenen fenalığı hoş görüp razı olan kimse de sanki fenalığa şahit olmuş gibidir." Evet hadiste, "Mü'minin niyeti amelinden  hayırlıdır" buyrulmuştur.

7. MAL VE EVLATÇA HİFFET

Gerek dağa çekilmek ve gerekse eve çekilmek suretiyle fiile konması tavsiye edilen fitneden kaçma ve inzivanın gerçekleşmesine yardımcı olacak durumların da ayrıca tavsiye edildiğine  şahit olmaktayız. Bu cümleden olarak, mal ve evlad azlığı zikredilmektedir. Bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "İkinci asrın başında sizin en hayırlınız hissece hafif olanıdır." der. "Hissece hafiflik nedir?" diye sorulunca: "Ehil ve malı olmayandır." diye cevap verir.

Bir başka rivayet de şöyle: 

"Öyle bir devir gelecek ki, o zaman bekarlık helal olacak. O zaman dindar kişi, civciviyle kaçan bir kuş, yavrusuyla kaçan bir tilki gibi,  diniyle birlikte bir dağdan öbür dağa, bir inden öbür ine kaçmadıkça selamet bulamaz. Bu meyanda namazını kılar, zekatını verir ve hayır işleri dışında insanlardan uzak durur."

8. SİLAH EDİNMEMEK:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi önleyici, şümûlünü azaltıcı tedbirler meyanında "fitne sırasında silah satışını yasaklamakla" kalmaz, elde herhangi bir silah bulundurulmasını kesinlikle yasaklar. Rivayetlerde bu yasak "mevcutların kırılması", "taşa çalınması", "tahtadan  kılıç kuşanılması"  şeklinde ifade edilir.

Şu noktayı bilhassa belirtmeliyiz: Silah edinmeme emri, hassaten evinde kalanlara yapılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere fitneye karışmamak için ilk tavsiye edilen husus deve, koyun gibi hayvanlarını alarak dağlara çekilmek veya ekim arazisinin başına geçmek, meskun  mahalden uzaklaşmaktır. Bu imkânlardan mahrum kişiye de  evine kapanması emredilir.

İşte bu sonuncu durumda olan kimsenin peşi takip edilebilir, fitneye düşürülebilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu ihtimali asgariye düşürebilmek için bu durumdaki kimselere silah edinmemeyi emretmektedir.

Söylenen bu hususu az yukarıda kaydettiğimiz Ebu Bekre hadisinin devamında görmekteyiz: "...Fitne vaki olduğu zaman devesi olan devesine, davarı olan da davarına iltihak etsin, kimin de arazisi varsa, arazisine gitsin." Bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Ne devesi, ne davarı ve ne de arazisi olmayan kimse ne yapacak?" Cevaben: "Kılıcına gitsin, keskin tarafını taşa vursun, sonra da gücü yettiğince fitneden kaçsın." dedi."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu emrin ehemmiyetini vicdanlarda tesbit için: "Ey Allah'ım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey Allah'ım, tebliğ vazifemi yaptım  mı, ey Allah'ım tebliğ vazifemi yaptım mı?" diye üç kere tekrar eder.

Hadisin bir  başka veçhinde: "Kılıcını alsın, keskin tarafını kara taşa vursun" denir. Muhammed İbnu Mesleme'ye de: "Kılıcını al, Uhud dağına git, kırılıncaya kadar dağa vur" demiştir.

Nevevî: "Kılıcını taşa çalsın" emri ile hakikaten kılıcın kırılması mı, yoksa bununla mecaz mı kastedildiği hususunu ele alarak bazı alimlerin: "Hadisin zahirine göre, kişinin kendisine fitne kapısını kapaması için, gerçekten  kılıcı kırması gerekir" derken, bazılarının  da: "Bu mecazdır, asıl maksad kıtalin terkidir" dediğini belirtir. Ancak birinci görüşün muteber görüş olduğunu  kaydeder. Bu görüş başka alimlerce de paylaşılmıştır.

Fitne çıktığı zaman kırılması gereken silah sadece kılıç değil, silahın her çeşididir.  Nitekim bir başka rivayette, fitne hakkında gerekli bilgi verildikten sonra:

 "Yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parça parça edin, kılıçlarınızı taşa vurun (ve evlerinizin içine girin). Buna rağmen birinizin üzerine gelirlerse, Hz. Âdem'in  iki oğlundan hayırlısı (Habil) gibi olun."  buyurur.

Yayın kırılmasından sonra kirişin bir işe yaramayacağı bedihi olduğu halde, kirişin de  parçalanmasının emredilmesinde, bazı alimler, yasaktaki mübalağanın vurgulanma  gayesini görmüşlerdir. Fakat başkasının istifade etmesini önleme gayesine de matuf olduğu söylenmiştir.

Birçok durumlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ashabına: 

"Müslümanlar arasında fitne çıktığı vakit tahtadan bir kılıç edinin." 

 diyerek öldürücü silah bulundurma yasağını dile getirdiğini görmekteyiz.

Hadis kitapları, bu yasağa da harfiyyen uyup tahtadan kılıç taşıyanların örneklerini zikreder. Bunlardan biri Ebu Müslim'dir, bir diğeri Ühban İbnu Sayfi'dir. Ebu Müslim ile alâkalı rivayet aynen şöyle: "Hz. Ali, Hz. Muaviye ile olan mücadelesi sırasında hazırlık yapmak üzere Basra'ya gelir ve Ebu  Müslim'e uğrayarak: "Bana yardım et" der. Ebu Müslim "hayır" diye  kestirip atmaktansa lisan-ı hal ile bunu ifade etmeyi tercih ederek kılıcını getirir. Kınından bir karış kadar sıyırır. Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye bunun  tahtadan olduğunu gösterdikten sonra şu açıklamayı yapar: "Can dostum ve senin amcaoğlun (aleyhissalâtu vesselâm) benden, "Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman tahta kılıç edinmem" hususunda  söz aldı (ve ben de yaptım. Buna rağmen) seninle harbe çıkmamı istersen yine de çıkarım." Hz. Ali şu cevabı verir: "Ne sana, ne de kılıcına ihtiyacım yok."

(bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

8 İmamı Rabbani Hazretleri, "Mektubat" adlı eserinde kıyametin hicri 2000 yılında kopacağını söyler. Bediüzzaman Hazretleri ise kıyametin kopacağı vakti kimse tam olarak bilmez, der ve hicri 1545 tarihini ima eder. Kıyametin kopma tarihi ne zamandır?

Cifir ve ebced bir ilim dalıdır. Allah’ın gelecek ve geçmişle ilgili koyduğu bazı sırların anlaşılması ve şifrelerin çözülmesi için kullanılmaktadır. Fakat bunlar gaybı bilmek değildir. Sadece okumasını bilmektir. Çince bir yazıyı bilmeyen birisi resme bakıyorum zanneder. Halbuki bu dili bilenler çok manalar anlayacaktır.

İşte ebced ve cifir ilmi de Allah’ın geçmişe ve geleceğe yönelik koyduğu bazı şifreleri öğrenme ve okuma sanatıdır.

Bu ilim dalının özünü Hz. Ali (r.a) Peygamber Efendimiz (asm)'den almıştır. Bu nedenle bu ilmin kaynağı vahye dayanmaktadır. Hz. Ali (ra) aldığı bu sırları bazı kaide ve kurallarla belirlemiştir. Özellikle seyyidler sülalesinin bildiği söylenen bu kuralları kemaliyle ahir zamanda geleceği müjdelenen mehdinin bilebileceği söylenmiştir. (bk. Katip Çelebi, Keşfuzzunun, İlmu Cifir Maddesi)

Bu ilmin bazı Yahudiler tarafından bilindiğini gösteren açıklamalar vardır. Örneğin “elif, lam, mim” ayeti okununca Yahudiler ümmet-i Muhammedin ömrünün az olacağını söylemişler; fakat Peygamberimiz (asm) başka ayetler okuyunca seslerini kesmişlerdir.

Diğer bir örnek ise Kur'an’da geçen “beldetün tayyibetün” ifadesidir. Bu ifade ebced ilmiyle hesab edilince İstanbul'un fetih tarihi çıkmaktadır. (bk. İsmail Hekimoğlu, Yeni Ansiklopedi, Ebced Maddesi)

İşte Kur'an ve hadislerde gizlenmiş bu sırları okuma ilmine ebced ve cifir ilmi denilmektedir.

Bu konuda geniş açıklamalar ve örnekler için Abdulkadir Badıllı’nın hazırladığı ve Envar Neşriyat yayınlarında çıkan “Kudsi Kaynaklar” isimli eserine bakılabilir.

Allah’ın ilmi, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hadiseleri, zamanları ve mekânları kuşatmıştır. O ilmin haricinde hiçbir şey kalamaz ve ondan saklanamaz.

Henüz vukuâ gelmemiş gaybî olayları ancak Allah bilir. Allah’tan başkası gaybı bilemez.

"Mugayyebât-ı hamse" denilen beş şey vardır ki, bunlar yalnız Allah’ın ilmindedir.
1. Ana rahmindeki çocuğun bütün insanlardan farklı olan siması ve mânevî istidat siması.
2. Henüz gaybda olan ve şehâdet âleminde belirtileri bulunmayan bir yağmurun ne zaman yağacağı.
3. İnsanın yarın ne kazanıp, ne kaybedeceği.
4. İnsanın ne zaman, nerede ve ne şekilde vefat edeceği.
5. Kıyametin ne zaman kopacağı.

İslâm âlimleri, “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez.” düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek için, gaybdan haber vermeyi yasak görmüşler. Haber verenler de yalnız işâret sûretinde perdeli ve kapalı olarak ihbar etmişlerdir.

İstikbalden haber vermekte kullanılan ilim, cifir ilmi ve ebced hesabıdır. Arapça harflerin her birinin belli bir rakam değeri vardır. Bu ebced hesabı, İslâmiyet’ten evvel de bilinmekteydi. Bu hakikati, Bediüzzaman şöyle teyid eder:

“Bir zaman, Benî-İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberî de sûrelerin başlarındaki ‘elif-lâm-mim’ gibi harfleri işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti pek azdır.’ Onlara dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı (kesik harfleri) okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular."

“..Hazret-i Ali’nin (r.a) Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar, bir nevî ebced ve cifir hesabı üzerine telif edilmiştir. Hem, Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî (k.s) gibi gaybî sırlar ile uğraşan zatlar ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.” (Şuâlar, Birinci Şua, s. 613)

İşte, âhir zamandan ve kıyametten haber veren bir hadis-i şerifi, Bediüzzaman ebced ve cifir ilmiyle tahlil eder ve bir takım tarihler çıkarır.

“Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.”

Meâlen: “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.”

“Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî.” Ebced ve cifir ilmiyle rakam değeri Rûmi tarihle 1542. (Milâdî 2126)

“Zâhirine ale’l-hak.” Rûmî 1506 (Milâdî 2090)

“Hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Rûmi 1545 (Milâdî 2129)

Risâle-i Nur talebelerinin ne zamana kadar devam edeceğini düşündüğü bir sırada, Ramazan-ı Şerifin onuncu gününün ikinci saatinde birden kalbine bu hadisin ihtar edildiğini söyleyen Bediüzzaman, 1506 tarihine, yâni, 2090 Milâdî tarihine kadar zâhir, âşikârâne, belki galibâne hizmetler yapılacağını, sonra 1542 tarihine kadar, yâni, Milâdî 2126 yılına kadar, gizli ve mağlûbiyet içinde irşad ve tenvir vazifesini sürdüreceğini; sonra 1545 de, yâni Milâdî 2129 yılında kâfirlerin başında kıyametin kopmasını îma ettiğini ve bunların Allah’ın ilminde olup ve doğrusunun Allah tarafından bilinebileceğini ifâde eder.

Fatiha-i Şerif’de, sırat-ı müstakîm üzerinde olan, yâni doğru yoldan gidenleri tarif eden “Ellezîne en’amte aleyhim” fıkrasının şeddesiz 1506 veya 1507 ederek, “Zâhirine ale’l-hak” fıkrasının rakam değerine aynen denk gelmesi, hadisin îmasını teyid edip remz derecesine yükseltmesi de çok anlamlıdır. Böylece, Risale-i Nur talebelerinin, âhir zamanda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat denilen o büyük tâifenin âhirlerinde makbul bir grup olacağına işâret edildiği anlaşılır.

Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin kıyametle ilgili îmalı işâretleri yanında, ilim adamları da bir takım hesaplamalar yapmaktadırlar. Güneş sistemine bağlı bir yörüngede dolanıp duran ve her yetmiş altı yılda bir dünyaya en yakın mesafeden geçen Halley Kuyruklu Yıldızı, en son 1980’li yılların başlarında yakınımızdan geçti. Bundan sonra, ikinci defa geçişinde Allah’ın emriyle gezegenimize çarpması kıyametin kopmasına sebebiyet verebilir. Hatta, üç mil genişliğindeki “Swift Tuttle” adlı bir kuyruklu yıldızın saniyede otuz yedi mil hızla dünyamızın üzerine doğru geldiği ve hesaplanan 14 Ağustos 2126 tarihinde dünyamıza çarpacağı ve bir milyon atom bombasından daha fazla etki yapacağı söyleniyor. Bütün bu anlatılanlar, ancak yaklaşık tahminlerdir. Yine en doğrusunu Allah bilir.

Peygamberimiz buyuruyor:

“Ben insanlığın ikindi sonrası geldim.” (İbn-i Kesir tefsiri, 12/6549)

Diğer bir hadisinde ise “Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.” buyurmuş.

Kıyamet, kâinatın harap olması ve tekrar dirilmek üzere ölmesidir. Bizim ölümümüz de kendi kıyametimizdir. Kıyametimiz kopmadan sonsuzluk yurduna hazırlık yapmak ve Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğerek istikamet üzere hayatımızı geçirmek ise, yapılabilecek işlerin en isâbetlisidir.

9 Ahir zaman fitneleri nasıl ortaya çıkacak ve bu fitnelere karşı kendimizi nasıl koruyacağız?

Bir mümin olarak Asr-ı saadette hangi ibadetler yapılıyor, hangi yasaklardan kaçınılıyor idiyse, aynı yolu takip etmek esastır. Ahir zamanda öncelikli bazı konuları şöyle sırlayabiliriz:

Ahir zamanda en tehlikeye giren husus iman esaslarıdır. Bunları öğrenmeye azamî çaba göstermek gerekir. Deccallerin en büyük tahribatı, doğrudan Kur’an’a ve iman esaslarına yöneliktir. Allah’ın inkârı, haşrin inkârı deccalizmin, süfyanizmin temel felsefisidir. O hâlde en öncelikli husus başta tevhit ve ahiret inancı olmak üzere, iman esasları üzerinde yoğunlaşmak, -anadan, babadan gelen bir taklitle değil- ilmî araştırmayla tahkik mesleğini esas alarak, tahkikî imanı elde etmeye çalışmak gerekir.

Bir hadis-i şerifte “deccale karşı İhlas suresinin okunması” tavsiye edilmiştir. Bu hadisten anlaşılıyor ki, ahir zaman fitnesinde en fazla ihtiyaç duyulan husus Allah’ın birliğine imandır. İhlas suresinin okunmasından maksat, onun ders verdiği tevhit akidesini pekiştirmektir.

"Ahir zaman fitnesi" demek, İslam’ın öngördüğü tevhit ve istikametin bozulması demektir.

Bediüzzaman Said Nursi, tevhit akidesinin temel referansı İhlas suresi olduğunu söyler. Nitekim, Anglikan kilisesinin “Kur’an fikir ve hayata ne vermiş?” şeklindeki sorusuna karşılık,

“Fikre tevhid, hayata istikamet vermiştir. Buna dair şahidim: 'Kul huvellahu ehad' suresi ile 'festakim kema ümirte = Emr olunduğun şekilde istikametini belirle!' ayetidir.” (bk. Sözle, Envar, s. 746).

diyerek cevap vermişti

Ayrıca Deccalın şerrinden korunma noktasında,

“Kehf Sûresini okuyan Deccal'ın fitnesinden korunmuş olur.”(Ebû Davud, Melahim 14)

rivayeti yanında “son âyetlerini okuyan,”(Müsned, 2/446) “ilk on âyetini ezberleyen korunmuş olur.”(Müsned, 2/449) şeklinde rivayetler de vardır.

- Acaba bu sûrenin okunmasında ne gibi hikmetler olabilir?

Bu sûrede Cenab-ı Hak, zât ve sıfatlarıyla tanıtılmakta, Onun yardımıyla Ashab-ı Kehf'in, zamanın zâlim hükümdarı Dakyanus'un şerrinden kurtuluşları anlatılmaktadır. Deccal'ın şerrinden de yine Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle kurtulunabilir. İşte bu sûre mü'minlere bu güvenceyi vermektedir. Bu sûrenin Resûlullah zamanından beri cuma günleri camilerde okunmasının önemli bir hikmeti de Deccalın şerrinden Allah'a sığınmak içindir.

Muhammed el-Hicazî (öl. 1625), Deccalın fitnesine karşı Kehf Sûresini okuma tavsiyesini değerlendirirken, ona ancak Kur'ânla karşı çıkılabileceğini söyler ve sırrını şöyle açıklar:

"Deccala karşı kuvvetli olan Kur'ân ile kuvvetlidir."[bk. el-Hıcazî, Sevâü's-Sırat (Mısır: Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Gaybiyat Teymür, nr. 26), vr. 251, 268]

Kur’ân’ı iyi bilen, kalb ve aklını onun kutsî hakikatleriyle dolduran kişiye Deccalın hile, şüphe ve vesveselerinin hiçbir etkisi olamaz.

Dinî ilimlerle fen bilimlerini birlikte okumak, asrın durumunu müşahedeye çalışmak önemlidir. Çünkü, ahir zaman fitnesinin en önemli sıkıntılarından biri de cehalettir. Bu devirde bir yandan fen ilmini bilmedikleri için mekteplileri tekfir eden bağnaz medrese softaları, bir yandan da dinî ilimlerden habersiz olduklarından medrese alimlerini cehaletle suçlayan mektep bağnazları cehalet kaynağı durumundadır. Özellikle bu iki cehalet de ilim örtüsüne bürünmüş bir cehl-i mürekkep konumunda olduğu için, izalesi de oldukça zordur.

Her zaman kötülükten sakınmak iyilik yapmaktan daha önce gelir. Şu ahir zamanda ise, bu husus daha da önem arz etmektedir. Çünkü, devir kötülük çarkı gibi dönmektedir. Bu sebeple, maddî eylemlerden mutlaka uzak durmak gerekir. Bu tür örgütlerden fersah, fersah uzaklaşmak lazımdır.

Hadislerde ahir zamanın dehşetli fitnelerinden haber verilmiştir.

Ebu Hureyre’den (ra.) rivayet edildiğine göre Resulullah ümmetin sefih gençlerine dikkat çekerek

“Ümmetimin helaki sefih gençler eliyle olacaktır.”(1) buyurmuştu.

“İçimizde salihler (dindarlar) olduğu halde helak olur muyuz?” sorusuna

“Kötülükler çok olunca.”(2)

diye cevap vermişti. Yine Medine’de sahabelerine,

“Ben şüphesiz evlerinizin içine yağmur gibi girecek fitneler görüyorum.”(3)

buyurmuştu. Bir hadis-i şeriflerinde de,

“Zaman yavaş yavaş yaklaşıyor. Amel azalacak, (kalplere) cimrilik atılacak, fitne hakim olacak. Ölümler artacak.”(4)

buyurarak gittikçe ümmette bozulmaların olacağını haber vermişti. Bir başka Hadis-i Şerif de,

“Şu önümüzdeki günlerde cehalet iner, o zaman din ilmi kaldırılır. Hem o zaman ölümler çoğalır.”(5) haberi verilmişti. 

Ashabtan Enes b. Malike gelip, Emevi valisi Haccac b. Zalim’den şikayet edenlere o:

“Sabrediniz, üzerinize gelen zaman ancak kendisinden daha kötü (olarak) gelecek: Rabbinize kavuşuncaya kadar. Ben bunu Nebiniz (asm.) den duydum.”(6)

buyurmuştu. Resulullah (asm.) in sırdaşı olan Huzeyfe b. el-Yeman (ra.) bir gün kendisine ulaşmasından korktuğu şer konusunda Resulullaha şöyle demişti:

“Ey Allah’ın Resulü, mutlaka bizler (İslam'dan önce) cahiliyyede şerler içinde idik. Derken Allah bize hayrı getirdi. Acaba bu hayırdan (menfeatten, güzellikten) sonra kötülükler var mı?" Bunun üzerine Allah Resulü

“Evet!..” buyurdu. O:

“Peki, bu şerden sonra hayırdan bir şey var mı?" Resulullah (yine)

“Evet!..” buyurdu...

(Hadis-i şerifte Resulullah (asm.) yine şerlerden söz etti.) sonunda Huzeyfe (ra.) yine sordu:

“Bu şerlerden sonra da hayır var mı?” Resulullah (asm.)

“Evet” buyurdu. “(Bir kısım) çağırıcılar cehennem kapılarına çağıracaklar, kendilerine icabet eden oraya yönelecektir. Onu oraya atacaklar.(7).

Bunun üzerine ben:

“Onları bize tarif eder misin?” dedim. Resulullah:

“Onlar sizin aşiretinizden, içinizdendir. Sizin dilinizle konuşurlar.” dedi. (Yine) ben:

“Bu zamana ulaşırsam bana ne yapmamı emredersin?” dedim. Resulullah şöyle buyurdu:

“Müslümanların cemaatine ve onların imamına (önderine) uy ve bunlardan ayrılma.” Bunun üzerine:

“Onların cemaati ve önderi yoksa?..” dedim.

“O zaman cemaati ve imamı olmayan fırkaların hepsinden ayrıl, şayet bir ağacın köküne (kovuğuna) sığınabilirsen, ölüm sana yetişinceye kadar bu hâl üzere ol.”(8)

Burada Resulullah yine ümmetinin gittikçe bozulacağını, fakat Cahiliyye Çağından sonra İslam'ın geldiği gibi, her şerrin arkasından hayrın geleceğini belirtmiş, bozulmanın, çürümenin içten olacağını da ihbar etmiştir. Bozulanlar Müslümanlar içinden, onların kavim, kabile ve toplumundan olacaktır. O zamanlar Müslümanların da cemaatleri ve bunların önderleri olacak, bunlar bozulmaya, fesada karşı mücadele edeceklerdir. Durum daha kötüye gider de Müslüman kendisine yol gösterici bir imam (önder, lider) bulamaz, cemaat ve imam olmazsa, Resulullah böyle bir zamanda toplum içinde olmamayı, bozulan topluma karışmamayı tavsiye etmektedir.

Bir başka hadis-i şerifte de: (Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre) Resulullah (asm.)

“Yakında büyük fitneler olacak o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.”(9)

buyurarak, aynı konuya parmak basmıştır.

Cahiliye çağındaki açık saçıklığın, ümmetin sonunda da olacağını belirten Resulullah, bir gün Medine’de sabah namazı vaktinde korkarak heyecanla uyanmış:

Dünyada nice giyinmiş kadınlar vardır. Ahirette çıplaktırlar."(10)

buyurmuştur. Böylece Resulullah dünyanın sonunda ve ümmetin sonlarında, İslam kadınlarının dünyada giyinik oldukları hâlde, İslamî tarzda giyinmedikleri, bazı yerlerini açtıkları, şeffaf ve dar giyindikleri için ahiret nokta-i nazarından açık olduklarını ve açıklıklarının cezasını göreceklerini belirtmiştir.

Yine, “Benden sonra, kimisi kimisinin boynunu vuran kâfirler olarak dinden dönmeyin.”(11)

buyurarak, kendinden sonra cahiliye çağı gelenek ve göreneklerine, içki, kumar, faiz, puta tapma, fısk ve büyük günahlara dönmemeyi emrettiği gibi, dinden geri dönme hususunda da ümmeti uyarmış, İslam cemiyetlerinde irtidadların (dinden dönmelerin) olacağına da işaret etmiştir.

Yine, fitnelerin Hz. Ömer zamanından sonra başlayacağını da Huzayfe’ye (ra.) bildirmiş, Hz. Ömer’in (ra.) fitnenin ortaya çıkmasını engelleyen bir kapı olduğunu ifade etmiştir.(12)

Resulullah (asm.) ayrıca fitnenin doğudan çıkacağını, deniz dalgaları gibi dalgalanıp ortalığa hakim olacağınıda belirtmiştir(13). Hatta zamanın değişmesi ile insan şekilli putlara tapılacağını da haber vermiştir.(14) Ümmet içinde ye’cüc, me’cûc ve Deccal’ın çıkacağındanda söz eden Resulullah (asm.) (15) zaman geçtikten sonra, güvenilirliğin insanlardan alınacağını, insanların gittikçe kötüleşeceğini, geriye kötü hâlli insanlar kalacağını (Husale-i nas) belirtmiştir. Husale, her şeyin kötüsü hakkında kullanılır. Meselâ buğdayın, hurmanın kötüsüne ‘husale” denildiği gibi, insanların şerlilerine, alçaklarına da böyle denir. Nitekim Buhari’de nakledilen bir hadis-i şerifte: Mirdas b. Eslemi şöyle rivayet eder:

“İyiler birer birer önceden gider. Geride arpa veya hurmanın husalesi (döküntüsü, kötüsü) kaldığı gibi husaleler kalır da Allah Onlara hiç kıymet vermez.”(16)

Bir hadis-i şerifte ise, ahir zamanda, kişiyi kardeşinden ve babasından ayıracak fitneler çıkacağı haber verilmektedir:

İlerde büyük fitneler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak. (O zaman) fitneler erkeklerin kalplerinde kıyamete kadar yayılacak. Hatta O fitne zamanında bir kimse, zinakâr kadının zinasıyla ayıplandığı gibi, Allah’ın emirlerine uymasından dolayı (17) ayıplanacak.” (18)

Rasulullah (asm.)’ın bu haberine göre, kıyamete kadar devam edecek şiddetli fitnelerde, özellikle ahir zamanda gelecek fitnede, kişi düşünce, fikriyat, hayatı anlama ve yorumlama, hatta din edinme hususunda kardeşinden ve babasından farklı olacak. İki kardeş, baba ile oğul bu hususta aynı değerleri paylaşmayacak. Çünkü O zaman fitne çok yaygın hâle gelecek, kişiler ailelerinden, ana babalarından kopup, başka kaynaklardan etkilenecekler. Çok uzaklarda ortaya çıkan yanlış bir fikir, gönülden gönüle, zihinden zihine, dilden dile yazı ile veya başka yollardan hemen yayılacak. Fitne kuş gibi kalpten kalbe uçacak, zihinlerde yuvalanacak. Elbette böyle kritik ve tehlikeli zamanlarda İslâm’ı yaşamak, benimsemek, onu dosdoğru şekilde hayatı boyunca devam ettirmek, güç olduğu kadar da sevaplı olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hadis-i şerifte, "Yakında büyük fitneler olacak o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar." buyuruluyor. Bu fitnelerine karşı alınacak tedbirler nelerdir?

Kaynaklar:

1. Sahihu’l-Buhari, VIII, 88; Sunenu İbn-i Mace II, 1331 (no: 4015)
2. Sahihu’l-Buhari, VIII, 88; Sunenu İbn-i Mace II, 1305 (no: 3954)
3. Sahihu’l-Buhari, VIII, 89.
4. Sahihu’l-Buhari, VIII, 89.
5. Sahihu’l-Buhari, VIII, 89.
6. Sahihu’l-Buhari, VIII, 90.
7. Burada alma manasına kazf kelimesi kullanılmıştır.
8. Sahihu’l-Buhari VIII, 93; Sunenu İbn-i Mace II, 1317 (no: 3979).
9. Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.
10. Sahihu’l-Buhari VIII, 90; Sunenu İbn-i Mace II, 1326 (Tabahtur ve kadınların süslenmesi).
11. Sahihu’l-Buhari VIII, 91.
12. Sahihu’l-Buhari, VIII, 93; Sunenu İbn-i Mace II, 1306 (no: 3956)
13. Sahihu’l-Buhari, VIII, 95.
14. Sahihu’l-Buhari, VIII, 100.
15. Sahihu’l-Buhari, VIII, 101-104.
16. Riyazu’s-Salihin s. 171 (370. bab. 1825. hadis. Buhariden); Sunenu İbn-i Mace II, 1307 (no: 3957, 1340) (no: 4038 Hurmanın kapcığından ayıklandığı gibi iyiler gittiği zaman) ayrıca bk. II, 1342 (no: 4043).
17. el-Müfredat s. 61. Bela, imtihan, sıkıntı, mihnet, meşakkat manalarına gelmektedir.
18. Gümüşhanevi, Ahmed Ziyaüddin, Ramûzul-Ehadis, terc. Naim Erdoğan, İstanbul ty. s. 298-3715 nolu hadis (Nuaym fiten, Tabarani Evsattan); Ayrıca bk. İbn-ü Mace, Muhammed b. Yezid. Sunenu İbn-i Mace I-II, İstanbul ty. II, s. 1306, 1317, 1333 İlerde Gelecek Fitnelerle İlgili Hadis Kitaplarının özellikle “Kitabu’l-Fiten” bölümlerinde birçok hadis-i şerife rastlamak mümkündür.

10 Kıyamet alametleri nelerdir?

(Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.

Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir (el-A'raf, 7/187; Lokmun 31/34; el-Ahzab, 33/63). Buna karşılık yaklaştığını (el-Zümer, 54/1), yakın olduğunu (en-Nahl, 16/77), ansızın geleceğini (el-A'raf, 7/187) bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini (Muhammed, 47/18) ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak." (el-Kamer, 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.

Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları (Buhârî, Fiten, 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc; 1/58).
b) İnsanların ölümü temenni etmeleri (Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54)
c) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim, İmân, 1).

d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42).

e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması (Müslim, Filen, 29-31).

f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması (Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17).

g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4).
h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25).
ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (Buhârî, Fiten, 25).
i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18).

j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII/341; Müslim, Fiten, 79-82).

k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335).

l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi (Buhârî, Fiten, 23).

Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir:

Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize
"Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de
"Kıyâmet gününden konuşuyoruz." diye cevap verdik. Hazreti Peygamber;

"Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır." dedi ve "Deccâl'i, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi." (Müslim, Fiten, 39).

Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:

1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve Müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir (Buhârı, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112).

2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir (Müslim, Fiten, 39). Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.

3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim'de,

"Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler." (Neml, 27/82)

buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında,

"Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir." (Müslim, Fiten, 118) buyurmuştur.

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten, 118).

5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, Hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir (Buhârî, Büyû, 102; Müslim, İmân, 242-247).

6. Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288). Hz. ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak (el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar, insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir (Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim, Fiten, 1, 2).

7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Müslim, Fiten, 39).

10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi (Müslim, Fiten, 39).

Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünenlerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M.Abdul Hamid IV, 100, 106).

Hz. Peygamber (s.a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır (Buhari, Fiten, 5; Müslim, İmare, 53).

11 Ahir zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında çıkacak bir savaştan bahsediyorlar. Bir Yahudi'nin arkasına saklandığı ağacın veya taşın haber vermesi hakkında bilgi verir misiniz?

Şu anlamda hadisler vardır:

"Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; 'Ey Müslüman, Ey Allah'ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!' diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(Müslim, Fiten, 82)"

Ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yani bazı derin hakikatleri teşbih ve benzetmelerle ifade etme söz konusudur. İşte bu müteşabih hadislerden birisi de yukarıda bahsedilen hadistir. Allahu alem bir tabiri şu olabilir. Ahir zamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar ve Hristiyanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir.

Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir anti pati oluşacağından herkes her türlü yayın ve basın aletleriyle Yahudileri ele verip haber verecek ve ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu durumun ifrat derecede oluşunu Peygamberimiz (asm) "taşlar ve ağaçlar bile haber verecek" diye ifade buyurmuşlardır.

Muhbir-i Sâdık böyle haber vermiştir. Önünde sonunda, gerçekleşecektir. Şimdilerde, nihâî sonlarına kavuşacakları mahall-i Mev'ûd'da toplanmaya devam ededursunlar, insanlık vicdan-ı âmmesinde, yiyecekleri nihâî tokadın fetvasını verdirecek zulümlerine devam ededursunlar. Taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlık vicdan-ı âmmesinin aleyhlerine dönme vetiresi tamamlanıncaya kadar, mazlumun âhı hedefine varacak, mazlum vicdanlarda çoktan verilmiş olan hükmün infazı için, gerekli maddî imkanlar da sağlanmış olacaktır.

Hz. Cabir (ra) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbnu Meryem de iner. Bu Müslümanların reisi: 'Gel bize namaz kıldır!' der. Fakat Hz. İsa aleyhisselam: 'Hayır! Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz!' der." (Müslim, İman 247)

Hadis, kıyamete kadar, yeryüzünde İslam'ın devam edeceğini, hem de açıktan açığa mücadele edecek bir güç ve kuvvete sahip olarak devam edeceğini ifade eder. Bu ifade İslam'a karşı olan güçlerin devam edeceğini de ifade eder. Ancak, İslam'ın kesin bir mağlubiyetle her tarafta sindirilmiş, gizlilik içinde, gayr-ı müessir, mahdud ferdler arasında devamı suretinde değil, muzafferâne, açıktan açığa mücadelesini yapabilen bir haşmet içerisinde devam edeceğini ihbar etmektedir. Bu ihbar-ı nebevî, mü'minlerin gelecek hakkında ye'si atmaları için yeterli bir müjdedir.

Tarih boyu Müslümanlar çeşitli işkence, hakaret, muhaceret, mağlubiyet vs. zilletleri tatmışlarsa da, hiçbir zaman kesin bir yenilgiyle yok edilememişlerdir. Aleyhissalâtu vesselâm, bu halin kıyamete kadar devam edeceğini, yeryüzünün bazı bölgelerinde sindirilmiş olsalar bile, diğer bir kısım bölgelerinde tevhid bayrağının dalgalanacağını haber vermektedir.

Peygamber Efendimiz (asm) kıyamete kadar gelecek bütün günleri -Allah'ın izniyle-  hiç şüphesiz görmüştür ve haber vermiştir. Verdiği haberler de zamanı geldiğinde sabah güneşi gibi çıkmıştır veya çıkmaya namzettir. Fakat gelecek haberleri olduğundan teklif sırrını incitmemek için perdeli haber vermesi gerekiyordu. O da perdeli haber verdi. Kıyamet haberleri bunlardandır.

Şimdi Peygamber Efendimiz (asm)'in gelecekle ilgili verdiği haberlerden birkaç tanesine bakalım:

Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:

‘Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, imamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza kötüleriniz vâris olmadıkça kıyamet kopmayacaktır.’”1

Hz. Ebû Hüreyre (ra) ve Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:

‘Kıyamet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. O vakit kişi mü’min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü’min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimse azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.’”2

Ebû Mûsâ radiyallahü anh anlatmıştır: “Resûlullah Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm şöyle buyurdu:

‘Sizden sonra gelecek günler vardır ki, o günlerde ilim kaldırılacak ve herc çoğalacaktır!’

“Ashab-ı Kirâm (ra):

‘Yâ Resûlallah! Herc nedir?’ dediler.

“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm:

‘Öldürmektir. Öldürmektir. Öldürmektir’ buyurdu.”3

Ömer ibn-i Hamza (ra) bildirmiştir: “Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:

‘Sizler Yahûdîlerle muhakkak savaşacaksınız! Harp o kadar şiddetli olacaktır ki, hattâ taş: ‘Ey Müslüman! Şu arkamdaki bir Yahûdî’dir! Gel de onu öldür!’ diyecektir.”4

Abdullah bin Ömer (ra) bildirdi: “Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm şöyle buyurdu:

‘Yahûdîler sizinle savaşacaktır! Fakat netîcede siz onlara musallat kılınacaksınız! Öldürme o kadar şiddetli olacak ki. Bir kaya parçası: ‘Ey Müslüman! Şu arkamda duran kişi bir Yahûdî’dir. Onu öldür!’ diye haber verecektir.”5

Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: “Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm şöyle buyurdu:

‘Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”6

Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdu:

“İlim inkırâza uğramadıkça, depremler çoğalmadıkça, zaman yaklaşıp gece ile gündüz bir olmadıkça, fitneler meydana çıkmadıkça, adam öldürme olayları artmadıkça, aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, halk yüksek kâşâneler yapma yarışına girmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Kıyâmet öyle bir ansızın kopacaktır ki, sağmal devenin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasip olmayacaktır. Yemek yiyen kişi lokmasını ağzına götürecek, fakat yemek nasip olmadan kıyamet ansızın kopacaktır.”7

Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın halkı kısa zamanda çoğalır ve Müslümanların beldelerinden biri olur. Ahir zamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bura halkı üç fırkaya ayrılır:

- Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılırlar (dünya işlerine çok dalarlar, bunlar) helâk olurlar.
- Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar (ve Benî Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.
- Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar.”
8

Allah Resûlü (asm) bu hadislerinde, Müslümanların kıyamete yakın zamanlarda,

1. İman zaafına düşeceklerini,
2. İyiliği emredip, kötülükten sakındırma işini ihmal edeceklerini,
3. İman zaafından dolayı yer yer iç kargaşaya ve iç kavgalara sürükleneceklerini,
4. Kötülerin ve zâlimlerin mâsûmlar üzerinde hâkimiyet kuracaklarını,
5. Dünyada kötülerin ve şerirlerin şiddetli rahatsızlık unsuru olacaklarını haber vermiştir.

Hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını da hadîslerin metninden anlamak mümkündür. Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayri müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir.

Demek, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir. Ancak Yahudileri saldırganlıklarında tasvip eden, onlara destek veren, onları koruyan ve kollayan ve onlar adına savaşan bir kavim olacaktır. Bu kavim, istikbali çok net gören Peygamber Efendimiz (asm) tarafından “Garkad Ağacı” olarak tasvir ve teşbih edilmiştir.

O zaman henüz kurulmamış olan Basra ve Bağdat şehirlerinin kurulacağını ve buralarda Müslüman halkın yaşayacağını Allah Resûlü (asm) mucizevî bir şekilde haber vermiştir. Nitekim bu hadis-i şerife Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de temas etmiştir.9

Bilindiği gibi hicrî 656 tarihinde Bağdat bir kez de Hülâgu tarafından yakılıp yıkılmıştır. Böylece Benî Kantûrâ’nın yorumu çıkmıştır. Fakat günümüzde Yahudilerle dirsek teması bulunan Amerika ve İngiltere’nin Bağdat’ı ve Basra’yı yeniden yakıp yıkması, Benî Kantûrâ zulmünü, bu defa Yahûdî’ere destek veren Garkad Ağacı teşbihiyle birlikte, bir defa daha gündeme getirmiştir.

Günümüzde Yahudi fitnesinin Orta Doğu’yu ne derece ateş cehennemine çevirdiği malûmdur. Hadislerden anlaşılan odur ki, Yahudiler bozguna uğratılıncaya kadar bu savaş ahir zamanın acı bir musibeti olarak devam edecektir. Allah hayıra tebdil eylesin.

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Fiten 9, (2171).
2. Tirmizî, Fiten 27, 30, (2196);
3. bk.  Müslim, Fiten 18, (157); Tirmizî, Fitne, 28.
4. Müslim, Fiten, 80.
5. Müslim, Fiten, 81.
6. Müslim, Fiten, 82.
7. Buhârî, 12/2123.
8. Ebu Davud, Mehalim 10, 4306.
9- Mektûbât, s. 112.

12 Âhir zaman ile ilgili olarak Zülkarneyn ve Çin Seddi hakkında bilgi verir misiniz?

İlgili âyetlerin meali şöyledir: 

90. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık.
91. İşte böylece onunla ilgili her şeyden haberdardık.
92. Sonra yine bir yol tuttu.
93. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.
94. Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?
95. Dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım."
96. "Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca): "Üfleyin (körükleyin)!" dedi. Artık onu kor haline sokunca: "Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim" dedi.
97. Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ne de onu delebildiler.
98. Zülkarneyn: Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vâdi gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vâdi haktır, dedi.
(Kehf, 18/90-98)

Bu konu eskiden beri âlimler arasında tartışmalı olan Kur’an’ın “mübhematı” denilen belirsiz yerlerden biridir. Bizim anlattıklarımız, âlimlerin görüşlerini yansıtmaktan ibarettir.

Kur’an’da coğrafik konumuyla birlikte tasvir edilen Zülkarneyn seddi genellikle tefsirciler tarafından –bu tasvire uygun olarak- Uzak Doğu bölgelerinde olduğuna hükmedilmiştir.

Kadı Beyzavî’nin içinde bulunduğu bazı âlimler bunun Azerbeycan ile Ermenistan tarafında, Türkistan topraklarının bittiği yerde olduğunu söylemişlerdir.

Zemahşerî ve Ebu’s-Suud’un da içinde bulunduğu diğer bir kısım âlimlere göre, Kur’an’da ifade edilen iki dağdan maksat Türk toprağının bittiği yerdir. Eğer bundan maksat maveraunnehir denilen küçük Türkistan ise, bu görüş Çin seddi yerine işaret etmektedir.(bk. Elmalılı, İlgili âyetin tefsiri).

Bediüzzaman said Nursi’ de bu görüşü benimsemiştir.

Bugün bu meşhur Çin Seddi bu vasıfları taşımaktadır. Görenlerin anlattıkları da bu merkezdedir.
 
İlgili âyetlerde -mealen- yer alan “Nihâyet güneşin doğduğu yere varınca,..” ifadesinden, güneşin orada bulunmadığını değil, bulunduğunu anlamak gerekir. “Onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık” ifadesinden ise, Zülkarneyn’in en son fethettiği yerin, medenî yaşayıştan uzak, ilkel (çıplak, evsiz, barksız) yaşayan bir Uzak Doğu topluluğunu anlamak gerekir.

Bununla beraber, yukarıdaki açıklamayı iki yorum halinde verebiliriz:

Birincisi: Zülkarneyn, Japonya, Kore, Çin bölgesine varmıştır. Orası, dağ veya ağaç gibi -güneşten biraz olsun koruyan- bir örtünün olmadığı bir yer idi.

İkincisi: Orası, çıplak, evsiz, barksız olarak yaşayan ilkel bir topluluk vardı. (bk. Şevkânî, İbn Aşur, İlgili âyetin tefsiri).

Ayrıca, Zülkarneyn’in yaptığı sed –Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi- Çin seddidir. Buna göre, “Onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık” ifadesinden, onların güneşin üzerine ilk doğduğu bir bölgenin insanları olduğunu anlamak da mümkündür. Bu ifadeyle, en uzak Doğu sayılan Çin bölgesine işaret etmekle, yapılan seddin de Çin Seddi olduğuna bir ima yapılmıştır.

Veli mi, peygamber mi olduğu hususunda kesin bir şey söylenemeyen Hz. Zülkarneyn hakkında Bediüzzaman Hazretleri "Yemen Padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış" derken onun velî olduğuna işaret etmekte, bir başka ifadesinde de "Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin (Büyük İskender'in) nübüvvetkarâne (peygambere yaraşır bir şekilde) irşadatıyla" (Lem'alar, s. 100-101) derken peygamberliğine işaret ettiği anlaşılmaktadır. Pek çok tefsirlerde de peygamber olduğu görüşü ağırlıktadır.

Çin Şeddini de Hz. Zülkarneyn yapmıştır. Kur'ân'ın ifadesiyle Ye'cüc ve Me'cüc olarak isimlendirilen Mançur, Moğol ve Kırgız kabileleri, Hindistan ve Çin bölgesinde yaşayan mazlum ve masum insanlara pek çok defalar saldırıp vahşî bir şekilde öldürüyorlardı. Bu bozguncu ve çapulcu millet, Himalaya dağlarının arka taraflarında yaşamaktaydı. Girdikleri yerde âdeta taş üzerinde taş, omuz üzerinde baş bırakmıyorlardı.

İşte bu zâlim ve gaddar milletlerin zulüm ve tecavüzlerinden, çevrede yaşayan kavimleri kurtarmak için Hz. Zülkarneyn Çin Şeddini yapmıştır. Böylece zâlimlerin önüne duvardan bir perde ve zulümlerine karşı da taştan bir bina dikilmiş oldu. Ansiklopedilerde geçen bilgilere göre, daha sonraları Çin hükümdarları bu şeddi genişletip, uzatmışlar, zamanla da bakımını yaparak bu güne kadar gelmesine vesile olmuşlardır.

"Acâib-i seb'a-i âlemden", yani dünyanın yedi harikasından sayılan Hz. Zülkarneyn'in yapmış olduğu sedlerden birisi olan "Çin Şeddi" binlerce sene yaşadığı halde meydanda duruyor." İnsanın eliyle zemin (yeryüzü) sahifesine yayılan, mücessem, mütehaccir (taşlaşmış), manidar; tarih-i kadimden (geçmiş tarihten) uzun bir satır olarak okunuyor." (Şualar, s. 58-61)

Bu seddin harap olmasıyla kıyametin de kopmasını Kur'ân'ın nasıl işaret ettiğini iki nükte şeklinde izah eden Bediüzzaman şöyle demektedir:

"Bu sed nasıl harap olacak, öyle de, bu sed dahi dağ gibi metindir. Ancak dünyanın harap olmasıyla hâk ile yeksan (yerle bir) olabilir. İnkılâbat-ı zaman tahribat yapsa da çoğu sağlam kalır."(Lem'alar, On Altıncı Lem'a.)

Meşhur olan Çin Şeddinden başka daha birçok sedler de yapılmıştır. Bunlardan İskender-i Rûmî gibi cihangir ve kuvvetli hükümdarlar maddî olarak, bazı peygamber ve veliler de manevî bakımdan "o Zülkarneyn arkasından gidip, iktida edip, mazlumları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarındaki sedleri, sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle tesis etmişler. 

Yine Roma krallarından birisi İngiltere'de, İran Nüşirevanlarmdan diğer birisi de Kafkas dağlarında Derbent taraflarında, çapulcu ve bozguncu Tatar milletinin hücumunu durdurmak için Hz. Zülkarneyn gibi sedler inşa etmişler.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Kehf suresinin 85-90. ayetlerinde, güneşin doğuş ve batışı ile sebep ve sed ifadelerini açıklar mısınız? Güneş balçıklı bir suda nasıl batar?..

13 Ye'cüc ve Me'cüc Türkler midir?

Ye'cüc ve Me'cüc tarihte yaşamış çapulcu iki kavim olup, her zamanda emsallerine rastlanabilir. Özellikle ahir zamanda bunların yeniden ortalığı kasıp kavuracağı, yeryüzünü fesada vereceği anlaşılmaktadır.

Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin kökeni hakkında dilciler farklı görüşler ileri sürmüştür. Arapça (el-Müfredât, Lisânü’l-Arab, “ecc” md.) olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Arapça’ya İbrânîce, Âsurîce, Ârâmîce, Yunanca veya Türkçe'den geçtiğini söyleyenler de vardır. (bk. Razi, Zemahşeri, 18/94 ve 21/96. tefsiri)

Öyle anlaşılıyor ki; Ye'cüc ve Me'cücün anarşiyle çok yakından alakası vardır. Yunanca asıllı bu kelime, devlet ve iktidarın olmaması, halkın başıboş kalması, devlet ve kanun hakimiyetinin zaafa uğratılması ile meydana gelen sosyal kargaşalar anlamındadır.

Kur'an'da bahsi geçen Ye'cüc ve Me'cüc kavimlerinin ortalığı kasıp kavurması, her tarafta fesat çıkarması tam bir anarşi tablosu olduğu gibi, hadislerde kıyamet alameti olarak Ye'cü ve Me'cüc'ün yeniden zuhurunun nazara verilmesi, anarşinin kıyamet alâmetlerinden olduğuna delalet eder.

Bediüzzamanın "ahlakta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlu bir dinsizlik" ifadesinden yola çıkarak, bu anarşinin sadece maddi planda olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten kalblerdeki anarşidir ki, insanları fesada sevketmiş, dünyayı kan gölüne çevirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri konuyu nazarlarımıza yakınlaştırmak için Mançur ve Moğol kabilelerini örnek olarak vermektedir. Ahir zamanda bunların neslinden bir grupta bu işi üstlenebilir. Onu bilemiyoruz. Veya başka bir grupta...Bazı şeylerin Cenab-ı Hakk'ın katında mahfuz bırakılması, [Ye'cuc ve Me'cuc veya Mehdi (as) ve İsa (as) gibi] bir hikmete mebnidir. Bu dünya imtihan yurdu olmasından, bazı şeylerin gizli kalması iktiza eder ki, herkes kendine dikkat etsin, bazı aşırılıklara girmesin...Yoksa herkese her şey malum olsa o zaman Ebu Cehiller de, yani kömür ruhlu olanlarla elmas ruhlu olanlar aynı seviyede kalacak, birbirinden tefrik edilmeyecek... Bin yıldan fazladır dünyanın dört bir tarafında İslamiyet'in bayraktarlığını yapan bu vatan evlatlarının böyle bir işte yer almayacağını Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden kuvvetle ümitvarız.

Bu açıklamalardan sonra, Ye'cüc ve Me'cüc'le ilgili bilgilere geçebiliriz.

Ye'cüc ve Me'cüc, Kur'an-ı Kerim'de (18:94) ve (21:96) âyetlerinde bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğan ve boğacak olan bozguncu taifelerin ismidir. Bunlar ayrı ayrı milletler içinde de bulunabilir.

Ye'cüc ve Me'cüc'ün bahsi hadis kitaplarında da geçer. Ezcümle, S.B.M. 789 ve 1372. Hadislerinde; Ibn-i Mâce 36. Kitab-ül Fiten 9, 28, 33. Bablarında; S.M. 8.ci. 52. Kitab-ül Fiten 1. Bab sah. 403'de ve başka hadis kitaplarında Ye'cüc ve Me'cüc'den bahsedilir.

Ye'cüc ve Me'cüc hakkında Bediüzzaman Hazretleri, şu izahatı veriyor:

"Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmali Kur'anda olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'ânın muhkemâtından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar te'vil isterler. Belki râvilerin ictihadlan karışmasıyla tâbir isterler."

"Evet, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلاَّ اللهُ bunun bir te'vili şudur ki: Kur'ân'ın lisan-ı semavîsinde 'Ye'cüc ve Me'cüc' nâmı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır.

"Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyet-perverlik tohumiyle ve aşılamasiyle sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette, ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsûlünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir. daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise: Çin-i Mâçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acâib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan sedd-i Çininin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselam) mu'cizâne ve muhakkikane haber vermiş..." (Şualar, Beşinci Şua, s. 588)

Bu açıklamalardan Ye'cüc ve Me'cüc'ün Mançur ve Moğollar olduğu, kıyamete yakın tekrar zulüm ve anarşilik ile dünyanın huzur ve sükunetini bozacakları anlaşılıyor.

Ye'cûc ve Me'cûc'ün kimler olduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ise, "vaktiyle bir veya iki kavmin özel ismi olsa da doğrusu, İslâm dilinde herkesin bildiği mânâ şudur: Aslı ve soyu belirsiz, din ve millet tanımaz karma bir insan topluluğudur ki, çıkmaları kıyamet alâmetlerindendir. Yeryüzünü bozacaklardır..

Bu sebeple olmalıdır ki, Vehb bin Münebbih ve daha bazı zatlar, Ye'cûc ve Me'cûc'un Yâfis'in çocuklarından iki kabile olduklarını kesin olarak ifade etmişler ve Hicrî 3. asırdan sonraki bilginlerden bir çokları da bu görüşe dayanmışlardır. Bununla beraber Kur'ân'da, çoğul ifadesi olarak, "müfsidûne" denilmesinin, sayıca kalabalık olduklarına işaret olması gerekir. Onun için iki değil, yirmi kabile diyenler olduğu gibi, yeryüzündeki insanların onda dokuzuna kadar Yecûc ve Mecûc'un çok kalabalık olduğunu nakledenler de olmuştur. Ebu Hayyan da bunların sayı ve şekilleri hakkındaki sözlerin hiçbirini sahih haber olarak kabul etmez...(1)

Bu anarşistlerin kimler olduğu hakkındaki bilgiler net olmamamsına rağmen, konu hem Tevrat'ta hem de İncil'de yer almaktadır. İncil'de şöyle yer almaktadır:

"Bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir. Ve yerin dört köşesinden olan milletleri, Ye'cüc ve Me'cüc'ü saptırmak ve onları cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumları kadardır."(2)

Biz de bunların cinler ve özellikle cinlerin kafirleri olan şeytanlar olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Ebu Naim'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (asm); "Denizden şeytanlar çıkıp da insanlara Kur'an öğretmedikçe kıyamet kopmaz!" buyurmuştur.

Bu denizin Zülkarneyn'in gittiği ve güneşin balçıkların içine battığını zannettiği deniz olmaması için bir neden yoktur. İmanın kaynağı olan Kuran öğretme işinin cinlere veya şeytanlara kalması da bozgunculuğun ilk işaretidir. Çünkü eğer bunlar Ye'cüc ve Me'cüc kabul edilirse, herhalde öğretirken aynı şaşırtacak, fitne ve fesada da sebebiyet vereceklerdir. Mesela, Kuranda "insan hakları' veya kadınlarla ilgili, hiç olmayan veya çok değişik ve farklı yorumları bulunan "müteşabih" ayetleri saptırarak, öğretecek ve çağın gerçeklerine ters düştükleri için, diğer insanlarla savaşacaklar ve ortalığı karıştıracaklardır. Böylece de anarşi başlamış olacak ve kıyametin kopmasına kadar olay varıp dayanacaktır. Yoksa şeytan, insana hayrına Kuran öğretmez.

Tabii ki, bu bir görüş. Doğru olmayabilir de. Ancak bazen, çok büyük gibi görünen şeyler basit şeylerin içinde gizli olabilir. Tıpkı kocaman ağaçların küçük çekirdeklerden ve tohumlardan, büyük yangınların küçük kıvılcımlardan olduğu ve kainatın bir atomdan yaratıldığı gibi. Bunu düşünmeye sevk eden husus, özellikle günümüzde sıkıştıkları yerden çıkmak isteyen cinlerin; kahinleri, büyücüleri, falcıları ve medyumları kullandıklarıdır.

İbni Asakir ve Taberani ve Ahmed bin Hanbel tarafından çok az değişikliklerle rivayet edilen bir hadiste de yine bizi aynı şeyleri düşünmeye sevk eden hususlar var:

"İblis tahtını suyun üzerinde kurar. Yanında hicaplar (perdeler) vardır. Allah'a benzemek için. Sonra askerlerini yayar ve der ki..."

Bunu Kur'an-ı Kerim'de; "Allah evreni yarattığı zaman arşı su üzerinde idi..." (Hûd, 11/7) ayetinde olduğu gibi, Allah'ı taklit etmek için yaptığı açıktır. İblisin arşı'nın (makamı veya merkezinin) denizlerin üzerinde olduğuna dair ise yukarıdaki hadisten hariç başka hadisler de vardır: Bunlardan birinde yine şöyle denilmektedir:

Hz. Cabir (ra) anlatıyor: Rasülullah (asm) buyurdular ki:

"İblis'in arşı deniz üzerindedir. Oradan askerlerini gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan, yanında mertebece en yüksek olanı en büyük fitneyi çıkarandır. Askerlerinden biri gelip: Şunu şunu yaptım, der. İblis: Hiçbir şey yapmamışsın, der. Sonra bir diğeri gelip: Ben falanın peşini hanımıyla arasını açıncaya kadar bırakmadım, der. İblis onu kendisine yaklaştırıp: Sen ne iyisin, der."(3)

Zaten İblisin asıl amacı budur ve bu konuda yeminlidir. Onun Âdem'e secde etmediği için rahmetten ve huzuru ilahiden kovulduğu günden beri, insanoğluna kini devam etmektedir:

"İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (A'raf, 7/16)

Bediüzzaman ise: "Ye'cüc Me'cüc, Çin-i Maçin'de bulunan Mançur ve Moğol ve Kırgız ve her tarafta bulunan anarşistler ve sosyalistlerin müfritleri olan komünistlerdir."(4) diyerek, bunların Büyük Deccalın, çıkmalarına zemin hazırladığı ve kendisinden sonra da tahribatları devam edecek olan, Deccalın kalıntıları veya müritleri olan "komünistler" olduğunu söylüyor. Ayrıca, bazı Kırgız ve Hunları da Ye'cüc ve Mecüc olarak görmektedir.(5) Bediüzzaman bu kanaate, onların komünizm dönemindeki durumlarından dolayı varmış olabilir...

Dipnotlar:

1) Yazır, Hak Dini, V, 391-392.
2)  İncil, Vahiy, 20:7-11; Karş: Tevrat, Hezekiel, 38, 39.
3)  Müslim, Münafikûn, 66-67, (2813).
4)  Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s. 92.
5)  Şualar, 494; Muhakemat, s. 60.

İlave bilgi için tıklayınız:

 - YE'CÜC ve ME'CÜC.

14 Peygamberimizin şunlar olmadıkça kıyamet kopmaz, dedikleri hadisleri yazar mısınız?

Bununla ilgili hadisler çoktur. Bazıları şöyledir:

Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça, kıyamet kopmaz. Siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz." (Buharî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62, Ebu Davud, Melahim 9, Tirmizî, Fiten 40, Nesâî, Cihad 42.)

Ebu Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre: Allah Resulü (a.s.): "Herc vakıaları çoğalmadıkça kıyamet kopmaz" buyurdu. Sahabeler: Ey Allah'ın Resulü! Herc nedir? diye sordular. Allah Resulü: "Öldürmek, öldürmek!" buyurdu. (Müslim, Fiten 18.) 

Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmaz. Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür. Onlardan her biri: 'Herhalde savaşı ben kazanacağım.' der." (Buhârî, Fiten 24, Müslim, Fiten 29)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bu ateş Busra'daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır." (Buharî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Rumlar, A'mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçek kıyamet kopmaz. Onlara karşı Medine'den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf  düzen alınca, Rumlar:

"'Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!' derler. Müslümanlar da: 'Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz.' derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tövbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul'u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nida atar: 'Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!'" 

"Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah'ın düşmanı, Hz. İsa'yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir." (Müslim, Fiten 34,)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü'lhalasa putunun etrafında titremedikçe kıyamet kopmaz. Zü'lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde tapındıkları [Tebâle'deki] puttur." (Buharî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51)

Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Müslümanlardan iki grup aralarında savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlar aralarında büyük bir savaş yaparlar, fakat davaları birdir." (Buharî, Fiten 24, Menakıb 25, İstitabe 8; Müslim, İman 248, Fiten 17)

Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun! İmamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza şerirleriniz varis olmadıkça kıyamet kopmaz." (Tirmizî, Fiten 9.)

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyamet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) kişi mü'min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü'min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar." (Tirmizî, Fiten 30)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlardan her biri Allah'ın elçisi olduğunu zanneder." (Tirmizî, Fiten 43, Ebu Davud, Melahim 16)

Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz." (Buharî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, Ebu Davud, Melahim 12.)

Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun ki, vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin, ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını dizi haber vermedikçe kıyamet kopmaz." (Tirmizî, Fiten 19)

Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"İnsanların dünyaca en bahtiyarını adi oğlu adiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz." (Tirmizî, Fiten 37)

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyamet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır." (Müslim, İman 234, Tirmizî, Fiten 35)

Hadisin bir başka veçhinde:

"Yeryüzünde Allah Allah diyen kaldıkça kıyamet kopmaz." buyrulmuştur.

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur." (Tirmizî, Zühd 24)

15 Deccal kimdir ve bir gözü kör müdür? Deccal evimizdeki televizyon mudur?

Bir aletin kendisi fayda zarar vermez. Onu iyi yönde kullandığınız zaman fayda verir. Kötü yönde kullandığınız zaman zarar verir. Bu bakımdan televizyon gibi bir aletin deccal olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü onu faydalı veya zararlı yönlerde kullanmak bizim elimizdedir.

DECCAL: Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i faildir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve münafıkane hakkı bâtıl ile karıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlâl eden şahıs demektir. Tac tercemesi, V / 631. hadiste beyan edildiği gibi: "Deccal meçhul (gaib) bir şerdir." şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı gibi, süfyan denen İslâm deccalının deccallığı, herkesin anlayacağı tarzda apaçık değildir.

Münafıkane bir tavırla ümmeti ifsad ve idlâle çalışır. Deccalın başlattığı cereyana da deccaliyet denir. Deccalın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccalın ölümünden sonra da cereyanı hayli devam eder. Deccalın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı Kur'an, hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister, İşte Kur'an'ın dersini, tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tamamen ayrılmıştı.

Deccal; "Sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhir zamanda gelecek ve Risâlet-i Ahmediyeyi inkar edip İslâmiyet'i tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır." Bir hadis rivayetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam tarafından bildirilmiştir.

Âlem-i islâm'da muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivayetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk'ı inkâra kadar cür'et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybî ihbarın doğruluğunu tasdik etmektedir.

"Deccalın sahs-ı surisi insan gibidir. Mağrur, fîr'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbârane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat sahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azimi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccala ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun sahs-ı manevîsi gösterilmiş." (Bediüzzaman, Mektubat, s.58)

Âhir zamanda biri İslâm âleminde, diğeri beşeriyet âleminde olmak üzere, iki deccal ve cereyanları bulunur.

"Sual: ...Rivayetlerde, her iki Deccalın harikulade icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş..."

"Elcevab: (İlim ancak Allah' ındır.) İcraatları büyük ve harikulade olması ise: Ekser tahribat ve hevesâta sevkıyat olduğundan, kolayca harikulade öyle işler yaparlar ki, bir rivayette, "Bir günleri bir senedir." Yâni; bir senede yaptıkları işleri ücyüz senede yapılmaz denilmiş... tstidrac eseri olarak, müstebidâne olan koca hükümetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebep olur."

"Her iki Deccal, azamî bir istibdat ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdat ki: -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdâhale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablel vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer mâsumları tecziye ve tehcir ile perişan eder."

"Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besliyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir." (Bediüzzaman, Şualar, s. 593-594)

(Taç Tercümesi, V. cilt, 1026. hadisten 1047. hadisler; -Doç Dr. Abdülvehhab ÖZTÜRK tercümesinde sayfa 408-429 kadar- Deccal hakkındaki rivayetlerdendir.)

SÜFYAN: Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadislerle bildirilen ve şeair-i İslamiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs.

"Rivayetler, Deccal'in dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş."

"(Gaybı yanlız Allah bilir.) Bunun bir te'vili şudur ki: İslamların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi demişler ki onların Deccalı, Süfyan'dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa büyük Deccalın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmiyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz." (Bediüzzaman, Şualar, s. 585)

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

“Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ederim: Medine'den çıkacak bir fitne, Mekke'den çıkacak bir fitne, Yemen'den çıkacak bir fitne, Şam'dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam'ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfya-nî'nin fitnesidir.”

(Kitab-ül Feteva-yı Hadisiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-ül Heyte-mî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenzü'l-Ummal, 14. cilt, 272.sahifede ve 39639, 39677. hadislerinde ve diğer bazı hadis kitablarında "Süfyan"dan bahsedilir.)

"Evet, "Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş."

"Allahu a'lem, bunun bir te'vili şudur ki: Merkez-i hilâfet eski zamanda Irak'da ve Şam'da ve Medine'de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlariyle -daimî öyle kalacak gibi- mâna verip "Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye" yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlariyle tafsil etmişler."

...

"Diğer "bir rivayette, "İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek" denilmiş. Allahu alem bunun bir te'vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve Islâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Sûfyânî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder."

"Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde Islâmiyetin ve Kur'an'ın elinde şeref-şiâr, bârika-asâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten Islâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. "Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor." diye rivayetlerden anlaşılıyor."

...

"Rivayette var ki: "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile da lâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar."

"Vel'ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: "Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vâsıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve akliyle çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır." demektir." (Bediüzzaman, Şualar, s. 585-596)

...

"Büyük Deccal'ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı'nın dahi, bir gözünde teshir edici manyatizma bulunur. Hattâ rivâyetlerde, " Deccalın bir gözü kördür. " diye nazarı dikkati gözüne çevirerek büyük Deccal'ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü, öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle , onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve âkıbeti ve ahireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder."

"Ben bir mânevi âlemde İslam Deccalını gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür'et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avâm-ı nâs hakikat-ı hâli bilmediklerinden hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler."

"Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlûbiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tâli'li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mâhiyetine bakmayarak kahramanlık damariyle onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücâhid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur'an ışığıyle hakikat-ı hâli göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribâtını tâmire çalışacağı, rivâyetlerden anlaşılır." (Bediüzzaman, Şualar, s. 225)

Süfyan ve Deccal'in kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denen cereyanları ve komiteleri daha dehşetlidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Deccal" ve "Süfyan" hakkında bilgi verir misiniz?

16 Bir hadisde Hz. Peygamberin "ahir zamanda gelecek kardeşlerini görmeyi arzu ettiği" belirtiliyor. Bunun sebebi nedir?
Resulullah (asm.) bir gün sahabelerine:

“Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”

Bu sözleri üzerine ona denildi ki: “Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?”
O şöyle cevap verdi:

“Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri hâlde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim.”(1)

Bir başka benzer hadis-i şerifte de şöyle buyurur:

“Mutlaka kardeşlerime kavuşmamı arzuladım.” (Bunun üzerine kendisini dinleyenler) şöyle dediler:

“Biz senin kardeşlerin değil miyiz?”
O şöyle cevap verdi:

“Sizler benim ashabım ve kardeşlerimsiniz. Benden sonra da beni görmedikleri hâlde bana inanan bir topluluk gelecektir.”

Bir zaman geçtikten sonra da şöyle buyurdu:
“Ey Ebû Bekir, senin beni sevdiğini duyduklarından dolayı seni seven bir kavmi sevmek istemez misin? Sen de Allah’ın kendilerini sevdiği kimseleri sev.” buyurdu.(2)

Bu hadis-i şeriflerde de, Resulullah (asm.) ahir zamanda, ümmetin fesadı zamanında, ihvanlarının (kardeşlerinin) bulunacağından söz ediyor. “Kardeşlerim” dediği kimselere iştiyak duyuyor. Ahirette kevser havuzu başında iken havuza doğru gelecek sağlam imanlı kardeşlerini görmeyi çok istiyor, onlara kevser havuzundan su dağıtmayı arzuluyor.

Şu halde Peygamber’in (asm.) iştiyakına, hasretine sebep olan o kimselerin herhalde, fedakar, sadık, metin, İslam için kendini ortaya koyabilen, bütün itilme-kakılma, horlanma, kınanmalara karşı yılmadan, aldırmadan Resulullah’ın ve ashabının yolunda olabilen kimseler olması gerekir. Bunlar Resulullah’ın kardeşleridir. O, bunlara “kardeşlerim”, ashabına “arkadaşlarım” ünvanını veriyor.

Hz. Peygamberin kardeşlerim dediği bu bahtiyarların, O’nu görmeden kuvvetli bir imanla O’na ve getirdiklerine inanmaları son derece önemlidir.

Ayrıca bu kimselerin önemli bir özelliği, Hz. Ebû Bekiri Resulullahı sevdiğinden dolayı sevmek veya Ebu Bekir (ra.) gibi, Rasulullah’ı seven sahabeleri sevmektir.

Sahabelerin hâline bakılırsa, onlar da ilerde gelecek bu iman erlerine, hidayet nurunun aydınlığından sapmayanlara karşı büyük bir ilgi duyuyorlar. Bu kimselerin Cennete girmeden önce kevser havuzu başına geleceklerinden bahsedildiğine ve Resulullah’ın onlara olan iştiyakına bakılırsa, onlar Resulullah’tan sonraki tehlikeli dönemde gelmelerine rağmen, imanlarını muhafaza edecekler, imanla kabre girecekler, cennetlik olacaklardır.(3) Yani Resulullah (asm.) onların imanla kabre gireceklerini haber vermektedir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Nebiler ve Şehidlerin Gıbta Ettiği Kimseler

Kaynaklar:

1. Ramûzu’l-Ehadis s. 361, 4460 hadis (Ebu Nuaym, İbn-i Ömer’den) Ayrıca bk. Hak Dini IV, 2731 (Yuns suresi 62. ayeti ile ilgili olarak Evliyaullah’a havf, hüzün olmayacağı açıklanırken benzer bir hadis-i şerifin mealinden söz edilir): Hayatu’s-Sahabe. II, 567-568 (iki uzun hadisle buradaki hakikata temas ediliyor.
2. age. s. 461. 5719 hadis. (İbn-i Asakir Bera b. Azib’den).
3. Benzer hadisler için bk. el-Metalibu’l-Aliye, 4241, 8424, Müslim, Taharet, 395 Kenu’l-Ummal, 345, 84.

17 "Kişi, sabah mümin akşam kâfir olacak." hadisi nasıl anlaşılmalıdır?
“İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allah’ın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç.” (1)

Bu hadis-i şerif fitne ile ilgili hadis-i şerifleri kuvvetlendirmektedir. Burada da fitnenin, bozulmanın yaygın bir hâl olacağı anlatılır. Müslüman bir cemiyette sabahleyin Müslüman olarak uyanan, evinden çıkan bir kimse, toplumdan, arkadaşlarından, yayın organlarından veya başka mihraklardan aldığı tesirle, sabah mümin evinden çıktığı hâlde akşam, bir şüphe, bir söz veya bir başka sebeple evine kâfir dönebilecektir.

Burada en önemli faktör, kişinin dinini bilmemesi olarak görülmektedir. Çünkü Allah’ın, kalbini İslam bilgisi ile, iman hakikatleri ile dirilttiği kimse bu duruma düşmekten korunabilecektir. Bu durumda fitne ve bozulma devrinde, toplumda İslamı bilenlerin azalacağı, İslamî bilginin kifayetsiz olacağı, İslamı muhtaçlara ulaştırmanın güçleşeceği hususları akla gelmektedir.

Başka bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse, Hz. Âdem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)." (2)

Ebu Davud, "koşandan" kelimesinden sonra şu ziyadeyi kaydetmiştir: "Yanındakiler, "Bize ne emredersiniz (ey Allah'ın Resulü)?" dediler. "Evinizin demirbaşları olun!" buyurdu."

1. Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin dehşetini belirtmek için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peşpeşe fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani doğru yanlış, haklı haksız, isabetli hatalı vs. şekilde tefrik etmek imkânı tanımayacak, son derece dehşetli olacak demektir. Bu teşbihten maksat fitnenin büyüklüğünü ifadedir.

2. Hz. Âdem'in iki oğlundan hayırlısı Hz. Habil'dir. Kardeşi Kabil onu öldürmek istediği vakit ayet-i kerimenin ifadesiyle kardeşine:

"Sen beni öldürmek için elini bana kaldırsan da ben seni öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım." (Maide, 5/28)

demiştir. Bu ayette, Cenab-ı Hak fitne sırasında Müslümanların takip edeceği siyaseti vaz' etmiş olmaktadır: "Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek." İslam'da bunun ilk örneğini Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın verdiği belirtilir: O fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil, öldürülmeyi tercih etmiştir.

3. "Evin demirbaşı olmak"tan maksad, evden ayrılmamak, dışarı çıkıp fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı, kilim gibi bir kısım eşyalar devamlı evde kalırlar; fitne sırasında da o eşyalardan biri gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da maksad, fitneye katılmamaktır.

Özetleyecek olursak, bidatlar ve dalaletler, Müslümanları kuşatmışken, takva ehli dindar kimselerin İslam'ın hükümlerine ve sünnete uymaları, onlara çok büyük sevaplar kazandıracaktır. Çünkü o zamanda imanı muhafaza edebilmek bile, büyük bir iştir.

Kaynaklar:

1. Ramûzu’l-Ehadis s. 299, 3722 hadis. (Tabarani Kebirden, İbn-i Mace’den, Deylemi Ebi Umame’den), en-Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, Riyazüs-Salihin, Terc. Emre, Mehmed, İstanbul 1974, s. 99 87. hadis; Sunenu İbn-i Mace, II, 1305, 1310 (3954, 3961) hadisler.
2. Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).

18 Enam suresi 158. ayet, kıyamet alametlerinden olan güneşin batıdan doğmasına mı işaret etmektedir?

Kişi kabre girene veya kıyametle imatihanın sona ermesine kadar tövbe edebilir ve ibadete başlayabilir. Bu ayette kastedilen, imtihanın sona ermesinin başlangıcı ve kıyamet alametlerinin sonuncusu olan güneşin batıdan doğmasıdır. Demek ki insanlar imtihan boyunca çok fazla olağanüstü hal yaşamayacaklar, yaşasalar da bu bir derece perdeli olacaktır. Ama güneşin batıdan doğması kıyametin geldiğinin ve imtihanın bittiğinin bedahetle anlaşılması ve görünmesi demektir.

Bahsi geçen ayette şöyle buyrulmaktadır:

"Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya RABBİNİN BAZI İŞARETLERİNİN GELMESİNİ mi bekliyorlar? RABBİNİN İŞARETLERİNDEN BAZILARININ GELECEĞİ GÜN, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: 'Bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz.' " (Enam, 6/158)

Büyük İslam alimi Ahmed b. Hanbel yukarıdaki ayette geçen “RABBİ’NİN BAZI İŞARETLERİ” ifadesi hakkında Peygamberimiz (asm)’in “Güneşin batıdan doğuşudur” buyurduğunu rivayet etmektedir. Bu ayetle tüm insanlar, Rabbimiz’in kıyametin yaklaştığını gösteren işaretleri gelmeden önce iman etmeye çağırılmaktadırlar. Peygamber Efendimiz’in bu ayetle ilgili hadislerinden bazıları şu şekildedir:

“GÜNEŞ BATIDAN DOĞUNCAYA KADAR KIYAMET KOPMAZ. GÜNEŞ BATIDAN DOĞDUĞU ZAMAN, İNSANLARIN HEPSİ ONU GÖRÜRLER DE TOPTAN HEPSİ İMAN EDERLER."

"İşte bu, ‘…Rabb’inin ayetlerinden biri geldiği gün, daha evvelden iman etmiş veya imanından bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye (o günkü) imanı asla fayda vermez…’ (En’am, 6/158) olduğu zamandır. Muhakkak ki, kıyamet şüphesiz kopacaktır..." (Sahih-i Buhari, XIV/6426)

"GÜNEŞ BATTIĞI YERDEN DOĞMADIKÇA KIYAMET KOPMAYACAKTIR. İnsanlar onu gördükleri zaman yeryüzünde bulunanlar iman ederler." (Sünen-i İbni Mace, IX/4362)

Büyük İslam müfessirleri de ittifakla bu ayeti yukarıdaki şekilde yorumlamakta, “Güneşin batıdan doğuşu”na işaret olarak tefsir etmektedirler. Kıyamet Suresi’nde geçen,

“Güneşle Ay biraraya getirildiği zaman….” (Kıyamet, 75/9)

ayeti de aynı şekilde “Güneşin batıdan doğuşuna” bir delil olarak tefsir edilmektedir.

- Bu Büyük Alamet nasıl gerçekleşecek?

Güneş batıdan doğduğu zaman herkes iman edecek. Ama artık irade ve ihtiyarın bir anlamı kalmadığı için, tövbe kapısı da kapanmış olacaktır. O zaman, daha önce iman etmemiş olan kimselerin, o gün iman etmesi veya ibadete yönelmesi, yapacağı hayır ve hasenatlar kabul edilmeyecek ve hiçbir değer taşımayacaktır.(1) Çünkü artık vakit geçmiş olacaktır.

Güneşin battığı yerden doğmasıyla ibadet ve imtihan bitecek, irade elden gidecektir. O zamana kadar açık olacak olan tövbe kapısı(2) kapanacak ve artık tövbe etmenin de bir yararı olmayacaktır. Bu konuya işaretle Bediüzzaman, güneş batıdan doğduğu zaman insanda irade ve ihtiyarın kalmayacağını belirterek şöyle diyor:

“İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat (kıyametin şartları), bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekirler Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar.” (Şuâlar, s.884)

Hadislerde “Güneşin batıda doğması”, gerçek anlamda ele alınmış ve Ebu Zer (r.a) tarafından rivayet edilen hadiste, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“Güneş battığı bir sırada mescide girdim. Rasülullah (asm.) oturuyordu. Bana:

'Ey Ebu Zer, şu güneş nereye gidiyor, biliyor musun? dedi. Ben,

‘Allah ve Rasülü bilir.’ dedim. Şöyle buyurdu:

‘Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır.’ Rasülullah (asm.) daha sonra,

 ‘Güneş, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.(Yasin, 36/38) ayetini okudu.”(3)

Yine yorumlarına başvurduğumuz Bediüzzaman, güneşin batıdan doğmasını, açık manasıyla yani söylendiği batıdan doğacağı şeklinde ele alarak, tevile ihtiyacı bulunmadığını söylüyor ve “yalnız bu kadar var ki” diyerek, şöyle açıklar:

"Allahu a’lem, o tulûun sebeb-i zâhirîsi: Küre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup, izn-i İlâhî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garptan şarka olan seyahatini irade-i Rabbânî ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulûa başlar."

"Evet, arzı şems ile, ferşi Arş ile kuvvetli bağlayan hablullahi’l-metîn olan Kur’ân’ın kuvve-i câzibesi kopsa, küre-i arzın ipi çözülür, başıboş, serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garptan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlâhî ile kıyamet kopar diye bir te’vili vardır."  (Şualar, s.c496-497)

Güneşin batıdan doğması ile kıyametin kopması arasında az bir zaman olacaktır. Hadis-i şerifte bu hususa da temas edilerek, iki kişinin alışveriş yapmak üzere kumaşlarını ortaya dökeceği, ancak alışverişi bitirip kumaşlarını toplayamayacağı, bir başka adamın devesinin sütünü sağıp ama içemeyeceği, keza bir başkasının hayvanlarını sulamak için su yalağını hazırlayacağı fakat hayvanlarını sulayamayacağı, bir başkasının da ağzına doğru lokmayı götüreceği ancak yiyemeden kıyametin kopacağı bildirilmektedir.(4) Ancak bütün bunların olup bitmesinin birkaç saat içinde olacağı düşünülmemelidir. Bu da diğer bazı hususlar gibi mecazidir ve zamanın kısalığını anlatmak içindir.

Kaynaklar:

(1) Müslim, İman, 248; İbnu Mace, Fiten, 32.
(2) İbnu Mace, Fiten, 32.
(3) Tirmizi, Fiten, 22.
(4) Buhari, Fiten, 25; Müsned, II/313.

19 Ahir zamanda yapılan ibadete ayrı bir muamele yapılacak mıdır Allah katında?

 “Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa ), ona yüz şehid ecri vardır.”(1)

Bida‘ların ve dalaletlerin İslam toplumunu istila ettiği ve toplumda hükmettiği zaman, sünneti seniyyeye yapışan yüz şehid ecri kazanabilecektir. Tabii ki Kur'an’ın hakikatları ile sünnet-i seniyyenin prensipleri birbirinden ayrılmaz. Ümmet içinde bidatların revaçta olduğu, çoğunluğun bidatların ve dalaletlerin istilasında bulunduğu bir zaman; gerçekten çok riskli, çok tehlikeli bir zamandır. Bir amelde tehlike arttıkça sevap fazlalaşmaktadır. Böyle tehlikeli bir zamanda, başta iman hakikatlerine, İslâm’ın hükümlerine Kur'an’ın anlaşılmasına, sünnetin ve İslâm’ın hayata kazandırılmasına hizmet pek büyük bir hizmettir, hatta normal şartlarda bir şehidin yaptığı fedakarlıktan daha büyük fedakarlıklar ister ki, birçok şehidin sevabı kadar sevap gerektirebilsin. Çünkü şehit bir anda bir fedakarlık gösterip canını Allah yolunda verirken böyle bir atmosfer içinde iman hakikatlerine, Kur'an’a, Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden birisi hayatının her gününde büyük fedakarlıklarda bulunabilmektedir.

Demek oluyor ki, zaman şiddetlendikçe, fitneler arttıkça amellerin sevapları da artacaktır. Ayrıca bu hadis-i şerifte bir sünnete uymak için büyük bir teşvik vardır.

Hadiste geçen temessük (sünnete yapışma) kelimesi, şu manaları içermektedir:(2)

1) Temessük kararlılık, sebat ve ısrardır.
2) Temessük de devamlılık vardır.
3) Temessük bütüne sahip çıkmaktır.
4) Temessük karşılıklı güçlerin mücadelesini yansıtır.

Ammar b. Yasirden:

“Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.”(3)

Burada ümmetin ilki ile sonu arasında bir benzerlik kuruluyor. Nasıl ilk zamanlar islamı yaşamak için büyük zorluklar, işkenceler çekilmiş, ilk sahabeler müşrik toplumda yadırganmış, tahkir edilmiş, kınanmış, Rasulullaha Mecnûn denilmiş, ona uyanlar çeşitli sıkıntılara işkencelere maruz kalmışlar. Toplumda garipsenmişler, akılsızlıkla suçlanmışlar, hatta vatanlarından sürülmüşler. Bütün bu meşakkatlerin, acıların, ıstırapların sevabı ve kazancı da bir o kadar çok olmuş. İşte ümmetin sonu yani ahir zamandaki müminlerin durumu da ilklerine benzeyecek ve onlara yakın olacak. Ümmet ifsad olacak, bozulacak, yabancı kültürler ve sapık fikirler her yerde kendini gösterecek. Böylece, İslam’a sarılanlar, sünnete ve Kuran’a hizmet edenler, toplumda garipsenecek, tahkir edilecek, herkes onları tenkit edecek, onlar topluma uyumsuzlukla suçlanacak, hatta toplumdan dışlanmaya çalışılacaklar. Çoğunluğun maddi manevi engelleyici baskısı altında, zor şartlarda işlenen salih amellerin de sevabı çok olacak, zorluk artınca sevap artacak.

İlk devirde Mekke ve Medine hayatında Müslümanların maruz kaldığı sıkıntıların, eziyetlerin benzerleri, son zamanlardaki samimi Müslümanlara da yapılacak. Sürgün, işkence, vs. gibi eziyetler görecekler. Sokağa çıkamayacaklar. Onlara yapılan bütün eziyetler, bütün işkenceler berekete, manevi kazanca vesile olacak. Rütbeleri yükselecek. Ahir zamanın garipleri de bunlar olacak. (4) Bu noktadan sahabelerle benzerlikleri olacak.

Çünkü Resulullah (asm) bir hadis-i şerifinde ashabına hitaben:

“Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helak olur, sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır.” buyurur.(5)

Bu hadis te dinin onda birini yapmak kemiyet olarak deği keyfiyet olaraktır.

Yani İman hakikatleriyle birlikte namaz, oruç v.s. ibadetleri ifa etmede ve genel olarak dini yaşamada, sahebelerin yaptığının onda biri keyfiyetinde yapmak ahir zamandaki Müslümanlar için yeterli olacaktır.

Yoksa , namaz, oruç, kelime-i şehadet, zekat ve iman hakikatlerinden birini (mesela; sadece kelime-i şehadet getirmek) yapıp diğerlerini terk etmek değildir

Buna benzer bir hadiste şöyledir:

“Ümmetim, evveli mi sonu mu daha hayırlıdır kesin bilinmeyen yağmur gibidir.”(6)

Resulullah (asm)’ın burada yağmur kelimesini seçmesi manidardır. O ümmetini, faydalı, menfaatli, yağmur yüklü bulutlardan bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura benzetmektedir. Ümmetin evveli bu hayırlı yağmurun başı, ahiri de bu faydalı yağmurun sonudur.

Ayrıca, Resulullah (asm) sahabelerle ahir zamanda gelecek fıskın, günahların, kebairin, şerlerin zuhurunda, dinin hükümlerini uygulayacak kimseleri hayır cihetinde sahabelere benzetmektedir.

Resulullah (asm.) bir gün sahabelerine:

“Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”

Bu sözleri üzerine ona denildi ki:
“Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?”
O şöyle cevap verdi:

“Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri halde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim.” (7)

Bir başka benzer hadis-i şerifte de şöyle buyurur:

“Mutlaka kardeşlerime kavuşmamı arzuladım.” (Bunun üzerine kendisini dinleyenler) şöyle dediler:
“Biz senin kardeşlerin değil miyiz?”
O şöyle cevap verdi:

“Sizler benim ashabım ve kardeşlerimsiniz. Benden sonra da beni görmedikleri halde bana inanan bir topluluk gelecektir.”

Bir zaman geçtikten sonra da şöyle buyurdu:

“Ey Ebû Bekir, senin beni sevdiğini duyduklarından dolayı seni seven bir kavmi sevmek istemez misin? Sen de Allah’ın kendilerini sevdiği kimseleri sev.” buyurdu.(8)

Bu hadis-i şeriflerde de Resulullah (asm.) ahir zamanda, ümmetin fesadı zamanında, ihvanlarının (kardeşlerinin) bulunacağından söz ediyor. “Kardeşlerim” dediği kimselere iştiyak duyuyor. Ahirette kevser havuzu başında iken havuza doğru gelecek sağlam imanlı kardeşlerini görmeyi çok istiyor, onlara kevser havuzundan su dağıtmayı arzuluyor.

Şu halde Peygamber’in (asm.) iştiyakına, hasretine sebep olan o kimselerin herhalde, fedakar, sadık, metin, İslam için kendini ortaya koyabilen, bütün itilme-kakılma, horlanma, kınanmalara karşı yılmadan, aldırmadan Resulullah (asm)’ın ve ashabının yolunda olabilen kimseler olması gerekir. Bunlar Resulullah (asm)’ın kardeşleridir. O, bunlara “kardeşlerim”, ashabına “arkadaşlarım” unvanını veriyor.

Hz. Peygamber (asm)'in kardeşlerim dediği bu bahtiyarların, O’nu görmeden kuvvetli bir imanla O’na ve getirdiklerine inanmaları son derece önemlidir.

Ayrıca bu kimselerin önemli bir özelliği, Hz. Ebû Bekiri (ra)  Resulullah (asm)'ı sevdiğinden dolayı sevmek veya, Ebu Bekir (ra.) gibi, Rasulullah (asm)’ı seven sahabeleri sevmektir.

Sahabelerin haline bakılırsa, onlar da ilerde gelecek bu iman erlerine, hidayet nurunun aydınlığından sapmayanlara karşı büyük bir ilgi duyuyorlar. Bu kimselerin Cennete girmeden önce kevser havuzu başına geleceklerinden bahsedildiğine ve Resulullah (asm)’ın onlara olan iştiyakına bakılırsa, onlar Resulullah (asm)’tan sonraki tehlikeli dönemde gelmelerine rağmen, imanlarını muhafaza edecekler, imanla kabre girecekler, cennetlik olacaklardır. (9) Yani Resulullah (asm.) onların imanla kabre gireceklerini haber vermektedir.

Kaynaklar:

1. el-Bağavi, Hüseyin b. Muhammed eş-Şafi, Mesabihu’s-Sunne, I-II, Beyrut, ty. I, 40, no: 130; el-Munavi, Abdurra‘uf, Feyzu’l-Kadir, I-VI, Beyrut, ty. VI, 261. (no: 9171-9172); Ümmetin bozulduğu zaman sevapların çoğalağı konusu için bk. Taftazani, Mesud b. Ömer, Serhu’l-Makasıd, I-V, Beyrut 1988 I, 308; el-Heytemi, Ahmed b. Hacer, es-Savaiku’l-Muhrika, Kahire 1385, s. 210.
2. el-Kamûsu’l-Muhit III, 329; el-Mu’cemu’l-Vasit s. 869; el-Mufredat, s,469.
3. Kamûzu’l-Ehadis s. 83, 1151. hadis. (İbn-i Asakir, Amr b. Osmandan mürsel olarak); Kandehlevi Muhammed b. Yûsuf, Hayatu’s-Sahabe I-IV, Konya 1983, II, 599; Sübülü’s-Selam IV, 127; es-Savaiku’l-Muhrika s. 211.
4. Sunenu İbn-i Mace, II, 1306, (no: 3956), 1309 (no. 3988); 1320 (no: 4014: dindarlık elde kor tutmak kadar zorlaşacak. Ayrıca bela bakımından en şiddetli kimseler nebiler olacak bk. Aynı eser II. 1334 (no: 4023): Mükafatın büyüklüğü belanın büyüklüğü nisbetindedir. Bela katlandıkça ecir de katlanır. Aynı eser II, 1334 (no: 4031, 4032).
5. Ramûzu’l-Ehadis s. 136, 1753. hadis (Tabarani filkebir, İbn-i Adiy, Ebû Hureyre’den).
6. el-Cami‘li Ahkamil-Kuran, IV, 172; Bulutların çeşitleri ve sehab için bk. II, 222 (Burada bir yağmur meseli ile müminle kafirin durumu anlatılmaktadır. Bk. A’raf Suresi, 57-58); İbnü Mace, Muhammed b. Yezid, Sunenü İbn-i Mace I-II, İstanbul, ty. II, 1319, no: 3987; es-Savaiku’l-Muhrika s. 211, Sübülü’s-Selam IV, 127.
7. Ramûzu’l-Ehadis s. 361, 4460 hadis (Ebu Nuaym, İbn-i Ömer’den) Ayrıca bk. Hak Dini IV, 2731 (Yuns suresi 62. ayeti ile ilgili olarak Evliyaullah’a havf, hüzün olmayacağı açıklanırken benzer bir hadis-i şerifin mealinden söz edilir): Hayatu’s-Sahabe. II, 567-568 (iki uzun hadisle buradaki hakikata temas ediliyor.
8. age. s. 461. 5719 hadis. (İbn-i Asakir Bera b. Azib’den).
9. Benzer hadisler için bk. el-Metalibu’l-Aliye, 4241, 8424, Müslim, Taharet, 395 Kenu’l-Ummal, 345, 84.

20 "Allah nurunu tamamlayacaktır." ayeti nasıl gerçekleşecek, her yerde günahlar hakim görünüyor?

Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde yüz binlerce kişi Müslüman oluyor. Tüm dünyada İslamiyet hızla ilerliyor. Hem ahir zamandayız diye beş on yıl sonra kıyamet kopacak diye düşünmek yanlış olur. Kıyametin ne zaman kopacağı belli değil ki!.. Allah vaad etmişse elbette ki vaadini yerine getirecektir. Hatta kıyamete bir yıl kalmış olsa yine Allah vadini yerine getirir. Allah için bu zor değildir.

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff, 61/8)

1. Bu söz hem ayetlerde hem de hadislerde geçmektedir. Allah vadini yerine getirecek ve nurunu tamamlayacaktır.

2. Bizim vazifemiz, insanları zorla Müslüman yapmak değildir. İnsanların kalbinde imanı yaratacak olan Allah’tır. Tohumu zamanında tarlaya ekip onun yeşermesine karışamayan bir çiftçi gibi, biz de iman ve İslam tohumlarını insanların kalp tarlasına ekeceğiz. Onların yeşermesini Allah’a havale edeceğiz.

3. Kışın arkasından yazı, gecenin karanlığından gündüzü her sene ve her gün getiren; bulutlarla kapanmış gök yüzünü bir anda açıp güneşi her yerde gösteren Allah, bu küfür gecelerini, sefahet bulutlarını ve çirkinliklerle dolu kış mevsimini de bir anda gündüze, güneşe ve yaza çevirebilir. Yeter ki bizler o güzellikleri hak edelim. Onun rahmet ve bereketine itimat edip güvenelim.

4. Bazı peygamberler gelmiş, kendilerine birkaç kişi inandığı halde peygamberlik sevabını tam almışlar. Bu nedenle Allah, insanların ne kadar mümin ve Müslüman yaptığına değil, ne kadar anlatıp yaşadığına göre muamele edecektir.

5. Ümitsizlik hem büyük günah, hem de insanı yiyip bitiren bir hastalıktır. Bundan Allah’ın rahmetine iltica etmeliyiz. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (Rusya)'nın yıkılacağını kim tahmin edebilrdi; hem de böyle kolayca. Bu nedenle işimize bakalım. Allah ne yapacağını en iyi bilendir...

21 Kıyametten önce Kabe'nin Allah tarafından ortadan kaldırılacağı söyleniyor. Peygamber Efendimiz de kıyamet alametlerinden bahsederken, Habeşli birisinin Kabe'yi yıktığını görür gibiyim, demiş midir?

Bir hadisin rivayetine göre,  Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Kâbe’yi, kısa / cılız bacaklı bir Habeşli yıkar.”  (bk. Buharî, Hac, 47,49; Müslim, Fiten, 57-59).

Bu yıkım, kıyametin yaklaştığı bir zamanda gerçekleşir. Bu sebeple, bu tahrip, Kur’an’da belirtilen Mekke’nin “Emin Belde” olma özelliğine aykırı değildir. Çünkü, bu vasıf, kıyamete yakın bir zamana kadar devam eder demektir. Bu yıkım, yeryüzünde “Allah, Allah” diyen kimse kalmadığı bir zamanda meydana gelecek ve ondan sonra bir daha tamir edilmeyecek ve ziyaret edilmeyecektir. Kıyametin kopması sürecinde zaten hiçbir şey kararında kalmaz.

Ancak bazı alimlere göre, bu yıkımdan sonra, tekrar Kâbe tamir edilecek,  hac ve umre ziyaretleri yine yapılmaya devam edecektir.(bk. Nevevî, İbn Hacer, İbn Battal, İlgili hadisin şerhi).

Buharî bu konuyu iki-üç defa tekrarlamış ve bunlardan birisini,

"Allah, Kâbe'yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve (kurbanın boynuna asılan) gerdanlıkları (maddi ve manevi yönlerden) insanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu (sizin de anlayıp) bilmeniz içindir." (Maide, 5/97)

mealindeki ayetin başlığı altında zikretmiştir. Bununla, şu inceliğe dikkat çekmiştir: Kâbe ayakta kaldığı sürece, İslam dini de ayakta kalacaktır.

Nitekim, Hasan-ı Basrî, bu ayeti okumuş ve “İnsanlar Kâbe’yi kıble olarak kullandığı ve hac için onu ziyaret ettiği müddetçe, kendi dinlerinde sabit kalmaya devam edecektir." demiştir.(bk. İbni Hacer, a.g.e).

22 Mehdiden sonra Kahtani isminde birisinin geleceğinden bahsediliyor; Kahtani ya da Kahtalani kimdir?

Buhari ve Müslim de "Imam", "Halife" ve "Kahtani" tabirleriyle âhir zamandaki bir kurtarıcıdan söz edilmektedir.

Müslim'de Kahtani denilen bir zattan bahsedilmekte, âhir zamandaki bir bolluk ve refah dönemine işaret edilmekte ve saymaksızın mal dağıtan "halife"den haber verilmektedir (Müslim, Fiten 67-69). Bunların dışında Mehdi ile ilgili hadisler ise, Ebû Davud, Tirmizi, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbelin Müsnedi gibi hadis kaynaklarında geçmektedir.

Kelime manası itibariyle, "yokluktan", "yokluk diyarından" manalarına da gelebilen "Kahtani" kelimesinin -yukarıdaki rivayetlerden de anlaşıldığı üzere,- Hz. Mehdi'nin zuhurundan sonra dünyada görülecek bolluk ve bereketi ifade eden bir kelime olacağı ihtimali olabilir.

“Kahtan’dan bir adam çıkıp insanları asasıyla sevk/idare etmeden kıyamet kopmaz.” (Buharî, Menakıb 7; Müslüm, Fiten 60)

mealindeki hadiste de geçen Kahtânî’nin kim olduğu ya da olacağı konusunda detaylı bir bilgi yoktur. Himyer, Kinde, Hemedan ve diğerleri; Yemen ahalisinin hemen hemen hepsinin soyu Kahtan‘a ulaşır.

Bazı âlimlere göre Kahtânî’in adı Cehcah’tır. Ve saltanatı  yirmi yıl kadar sürecektir. Bazılarına göre, bu zat Hz. Mehdi'den sonra çıkacak ve onun yolunu tâkip edecektir. “İnsanları asasıyla sevk/idare etmesi” ifadesiyle kendisi bir çobana benzetilerek raiyetine karşı güzel ve âdil idaresine, güçlü saltanatına işaret edilmiştir(bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).

İbn Hacer’in de tercih ettiği görüşe göre, Kahtan kabilesi, Hz. İsmail (as)’in soyundan gelmiştir(bk. İbn Hacer, VII/537-538).

Asrımız İslam âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi'nin açıklamaları doğrultusunda mehdilik cerayanının üç basamağının bulunduğu, bunların "iman", "hayat", "şeriat" olduğu ve ilk basamak olan iman dairesinde iman esaslarını takviye ettikten sonra, ikinci basamakda bunların hayata tatbik edilmeye başlanacağı, ardından ise Kur'an hakikatlarının hayatın her devresinde hüküm süreceği üçüncü devreye gecileceği anlaşılmaktadır.

Tüm bu anlatılanlar doğrultusunda bir yoklukdan varlık dönemine geçiş söz konusunu olduğundan, Hz. Mehdi için "yokluk döneminden, varlık dönemine" manasınıda yüklenebilecek "Kahtalani" ismi de verilmiş olabilir. En iyisini Allah bilir...

23 Ye'cüc ve Me'cüc için "din tanımayacak" bir kavim deniyor; böyle bir kavim nasıl oluyor da çıkacakları yeri kazarken "inşallah" diyorlar?

İlgili hadis rivayeti şöyledir:

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (asm), Kehf sûresi 94. ayette bahsedilen sed hakkında şöyle buyurdu:

"Ye’cüc ve Me’cuc her gün o seddi delmeye çalışırlar, delmeye yaklaştıkları vakit başlarındaki amir onlara şöyle seslenir: 'Dönün yarın delersiniz.' Allah da ertesi güne o seddin oyulan kısmını öncekinden daha sağlam duruma getirir."

"Sonunda müddetleri dolup Allah onları insanlar üzerine salmayı isteyince; başlarındaki yetkili 'Dönün, onu inşallah yarın delersiniz.' diyerek, 'inşallah' kelimesini söyler. Onlar ertesi gün geldiklerinde seddi dünkü bıraktıkları şekilde bulurlar ve seddi delerek insanlar arasına çıkarlar. Bütün suları içerler. İnsanlar onlardan kaçar, oklarını göğe fırlatırlar, oklar kana bulanmış vaziyette geri döner. Bunun üzerine şımarık bir durumda şöyle derler: Yeryüzünde olanları kırıp geçirdik, gökte olanları da mağlup ettik. Sonra Allah onların boyun köklerinde bir kurt meydana getirir de bu yüzden hepsi kırılıp yok olur giderler."

Rasûlullah (asm) şöyle devam etti:

"Muhammed’in canını kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, O kırılıp yok olan Ye’cüc ve Me’cüc’un leşlerini yeryüzündeki tüm hayvanlar yiyecek ve çok güzel beslenerek etlenip yağlanacaklardır." (İbn Mâce, Fiten 27)

Önce şunu belirtelim ki, hadis sahihtir. Bu hadisi Tirmizi, Hakim, İbn Hibban da rivayet etmiştir(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 13/108). Alimler bu hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir: (bk. Şuayb el-Arnavutî, el-İhsan fi takribi sahihi İbn Hibban, 15/243). Hakim de hadisi -Buharî ve Müslimin şartına uygun olduğunu söyleyerek- tashih etmiş ve Zehebî de ona muvafakat etmiştir(bk. Hâkim, 4/534).

Şimdi sorudaki asıl problem olarak gösterilen “inşaallah” ifadesinin kullanılmasını birkaç ihtimalle açıklamaya çalışalım:

a. Evvela bu hadis müteşabihtir; manası açık değildir. Söz konusu ifadelerin ne anlama geldiğini kesin olarak bilmemiz mümkün değildir. Örneğin, “seddin delinmesi” ne anlama geliyor? İnceleşen seddin eretesi gün tekrar kalınlaşması neyi ifade ediyor? Bunları anlamak kolay değildir. Bu gibi müteşabih hadis ve ayetlerin manası eskiden beri alimlerin dikkatini çekmiş ve bazıları tevil cihetine giderken, bir kısmı da işin mahiyetini Allah’a havale ederek susmayı tercih etmişlerdir.

b. Ye'cüc ve Me'cüc’ün çok zalim, müfsit bir topluluk olması, onların Allah’a inanmadıklarını göstermez. Çünkü Kur’an’da,

“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başladıkları, doğru vâdin vaktinin yaklaştığı sırada, işte o zaman, kâfirlerin gözleri birden donakalır. 'Eyvah, bizlere! Biz bundan tam bir gaflet içinde idik, daha doğrusu kendimize zulmettik!' diyecekler.”(Enbiya, 21/96-97)

mealindeki ayetlerde Ye'cüc-Me'cüc’ün ateist olduklarını gösteren bir ifade yer almamaktadır. Müslüman olmamalarından dolayı kâfir olmaları, onların ateist olmalarını gerektirmez.

c. Buradaki “inşallah” ifadesi, kâinatta câri olan ilahî kanunlara uygun hareket etmelerinden ibaret olan eylemlerinin bir sözlü açıklaması olabilir. Yani, onlar bir gün medenî/uygar dünyanın kullandıkları teknik ve teknolojiyi kullanarak dünyaya meydan okuyacaklarından kinaye olarak bu ifade kullanılmış olabilir. 

d. Ye'cüc ve Me'cüc konusunda Bedüzzaman Hazretlerinin bazı açıklamaları şöyledir: 

“... Hattâ rûy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini, Kur'an lisanıyla Ye'cüc ve Me'cücün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Dağları'nın arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için, o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mani olduğu gibi..."(Lem'alar, On Altıncı Lem'a)

“Alâmet-i kıyametten olan Ye'cüc ve Me'cüce ve Sedde dair deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır."

"Bazı mülhidler derler: Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?"

"Elcevab: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatları, mahdud bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlahî ile o mahdud ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güya onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı herc ü merc eden o taifeler, izn-i İlahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder."(Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Sekizinci Dal)

Bediüzzaman Hazretlerinin, “Güya onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor...” ifadesi, seddi delme teşebbüslerinin boşa çıkmasına bir nevi açıklamasıdır. “Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.” ifadesi de son hamle olarak seddi delip çıkmalarına işarettir.

24 Kıyametin büyük alametleri arasında, suları çekilen Fırat nehrinin altından altın çıkması ve su savaşları bulunmakta mıdır?

Kıyamet alametlerinden bahseden hadislerden biri de Fırat Nehri ve bu nehrin sularıyla, etrafıyla ilgilidir:

"İhtimal, Fırat'ın suları çekilecek, kuruyacak. Ortaya altından bir hazine çıkacak, kim orada bulunursa, hiç bir şey almasın." (Buhari, Fiten, 24, Müslim, Fiten, 30.)

"Fırat nehrinin suları çekilerek altından bir dağ ortaya çıkacak, insanlar bunu almak için, vuruşacak ve her yüz kişiden, sadece biri hayatta kalacak. Bu zaman gelinceye kadar kıyamet kopmaz." (Müslim, Fiten, 29.)

"Fırat'ın altın bir define üzerinden açılması yakındır. İmdi orada kim bulunursa ondan bir şey almasın." (Müslim, Fiten, 29.)

"Fırat nehrinin altın bir dağ üzerinden açılması yakındır. İnsanlar bunu işitince ona yürüyecekler ve onun yanında bulunan insanların bundan bir şey almasına müsaade edersek, bunun hepsi götürülür, diyecektir. Müteakiben onun için harb edecekler ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecektir." (Müslim, Fiten, 29.)

Kuşkusuz geleceğin ve kıyametin bilgisi yalnız Allah'ın yanındadır. Ancak Allah'ın görevlendirdiği peygamberler de, onun bildirdiği kadarıyla geleceğe ait bazı haberleri, bazı hikmetlere binaen verirler.

"Rabbim gayb alemini bilendir. Gizli bilgilerini hiç kimseye göstermez. Ancak, razı olduğu elçi müstesna. Çünkü, Allah, o elçinin önüne ve arkasına, onu (şeytanlardan) koruyacak gözetleyiciler koyar." (Cin Suresi, 72 / 26-27)

ayeti de zaten bu konuya açıklık getiriyor.

Bundan asırlar önce Peygamber Efendimiz'in (asm) söylemiş olduğu bu sözlerin, Peygamber Efendimiz'in (asm) gayba ilişkin bir çok sözünün gerçekleştiği, Fırat nehrinin Türkiye'nin Orta Doğu jeopolitiğinde en önemli parametrelerden ve komşu ülkeleriyle ilişkilerinin belirlenmesinde rol oynayan en önemli unsurlardan biri olduğu hemen herkes tarafından bilinirken, ilahiyatçılar, akademisyenler, yer bilimciler ve dış politika uzmanları tarafından tam anlamıyla tahlil edilmesi gerekmektedir.

Bu hadisler, Orta Doğu ile ilgili kurgulanmak istenen bir çok denklemin ipuçlarını verdiği gibi, Türkiye'nin ve bölgede bulunan İslam ülkelerinin sürüklenmek istendiği bazı tehlikeleri de haber veriyordu.

Birleşmiş şekliyle Fırat önce güneydoğu, daha sonra güneybatı yönünde akarak Suriye'ye; ardından da Culap ve Habur'u alarak Al Kayem'de Irak'a giriyor. Irak sınırları içinde 350 km aktıktan sonra Ramadi'de Dicle-Fırat deltasına ulaşıyor. Hem Fırat suyunun, hem de Karsuyu'nun debisinin büyük bölümü karların erimesinden meydana geliyor. 444.000 km²'lik havza alanının 123.000 km²'sini, 3000 km'lik uzunluğunun 1230 km'sini Türkiye'den almasına karşılık suyunun neredeyse tümü Türkiye'den geliyor. Fırat tam anlamıyla müstesna bir su kaynağı. Yağışın Avrupa ve dünya ortalamasına göre çok daha düşük olduğu bu bölgede bulunması da ayrıca önemli. Bu bölge aynı zamanda petrol bölgesi.

Hazine Petrol Olabilir mi?

Fırat'ın su kaynağı olarak günümüzdeki önemi tartışılmaz. Yukarıda naklettiğimiz hadis-i şerifler ise bu önemin çok daha değişik boyutlara uzanacağını gösteriyor. Hadiste bahsedilen altından dağın gerçekten altın bir dağ mı olduğu yoksa mecazi olarak mı böyle bir ifadenin kullanıldığı şimdilik meçhul olsa da ilim adamlarının bu konuda çeşitli yorumları var.

Konuyla ilgili, Erzurum İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Bayraktar şunları söylüyor:

"Bu hadisler petrolün çıkarılması ile, Fırat üzerinde yapılacak büyük barajların birbirine yakın bir zamanda olacağına veya büyük kuraklıklarla nehirlerin kuruyacağına, yatakların değiştirileceğine işaret ediyor olabilir. Bunlardan Fırat nehrinin çevresinde bulunan kıymetli madenlerin ve petrolün çıkarılacağı, bunun, kıyamete yakın bir zamanda vaki olacağı ve o bölgelerde büyük ihtilafların meydana geleceği anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili hadislerde geçen farklı ifadelerden kastedilen petrol olabileceği gibi, büyük barajlar ve daha başka şeylerin de kastedilmiş olması kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır."

"Yakında Fırat'ın suları çekilecek, altından bir dağ oluşacak. İnsanlar bu olayı duyduklarında oraya doğru koşacak. İnsanların ondan biraz almalarına müsaade etsek, hepsini alıp gidecekler. Bunun üzerine onlardan herbiri ondan almak için savaşacak ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecektir" hadisindeki doksan dokuz rakamının çokluk ifade ettiğini "...insanların ondan biraz almalarına müsaade etsek, elbette hepsini alıp gidecekler..." ifadelerinin de topraklarında petrol bulunan devletlerin bunu millileştirmek isteyeceklerine işaret ediyor olabileceğini belirtiyor."

"Bu haberlerin bir kısmı aynen çıkmıştır. İleride belki de bu bölgedeki petrol için savaş çıkacaktır. ABD ve diğer devletler arasında bu yüzden bir çıkar çatışması yaşanmaktadır."

"Ebu'l Ganaim el Kufi'nin Kitabu'l Fiten'inde, Hz. Ali (ra)'den yapılan bir rivayete göre bahsedilen hazineler altın ya da gümüş değil."

"Tailikan'a yazıklar olsun, Allah'ın orada hazineleri vardır ki, onlar altın ve gümüş değillerdir."

"Talikan, Kazvin'in petrol bulunan bir nahiyesidir. Buradaki hazine sözüne dikkat edilirse, son derece ilginç ve şaşırtıcı, ancak günümüzdeki petrol olduğu anlaşılıyor."

Bu Bir Uyarı Olabilir.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Celal Yeniçeri de bu hadisin çok iyi incelenmesi gerektiğini söyleyerek şöyle açıklıyor:

"Fırat ve Nil nehirleri Peygamberimiz (asm)'in bazı hadislerinde geçmesi bakımından son derece önemlidir. Fırat Miraç'la ilgili bazı hadislerde geçtiği gibi, göklerle ilgili bazı hadislerde de geçmektedir. Fırat'ın altındaki "altundan" dağ ile ilgili hadise gelince, Sahih-i Müslim'in Kitabü'l Fiten adlı bölümünde geçmektedir. Peygamberimiz'in (asm) hadisinden anladığımız kadarıyla Fırat altından bir dağ ortaya çıkaracaktır. Fırat'ın suları çekilecek de, insanlar onun yatağında birtakım araştırmalar yaparken mi böyle bir hazineyle karşılacaklar, yoksa suları akarken mi? Her ikisi de olabilir. Fırat ve Dicle sonuçta birleştikleri için Peygamberimiz (asm) Dicle'yi de kastetmiş olabilir. Hadiste belirtildiğine göre insanlar bu altını bulacak, bunun için çarpışacaklar ve bu yüzden çok kan dökülecek. Hadisten bu olayın kesinlikle gerçekleşeceğini anlıyoruz. Ve bu da pek bir hayır getirmeyecektir. Benim anladığım kadarıyla bunu bir zenginlik ve hayır kaynağı olarak görmemek gerek. Bazı zenginlikler musibet getirebiliyor. Ya da bu hadisi bir uyarı olarak da görebiliriz. Eğer bu bölgedeki ülkeler bunu bir uyarı olarak görürlerse ve ona göre hareket ederlerse çok büyük bir hayır da olabilir. Çünkü "mal" kelimesi hayır anlamına da gelir Arapça'da. Pek çok ayette "mal" yerine hayır kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü mal insanların hayrına yaratılmıştır."

Hazine Potansiyel Bir Tehlike

Hadisle ilgili şu açıklamalara kulak vermek gerekiyor:

"Bugüne dek Fırat'ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat'a yakın bir yerde Irak ve İran katliamı oldu. 1958'de yine Fırat'a yakın bir yerde çok ciddi kıyım yapılarak Allah Resulü'nün (asm) torunları katledildi… Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hadiselere işaret aramak daha uygun olur. Mesela: Fırat'ın suyunun, altın değerinde olacağı bir devreye mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi, yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de "altın" sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat'ın suyu tamamen çekilerek, altında toprak çökmeleri neticesinde böyle bir madenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslam aleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur..."

Yoksa Su mu?

Çağlar boyunca yapılan savaşların tabii kaynakların paylaşılmasıyla yakından ilgili olduğu biliniyor. Tabii kaynaklar ise Allah'ın insanlara bahşettiği en önemli zenginliklerden. Bazı bölgeler insanlığın gelişimine çok iyi imkanlar tanırken, bazıları da geri kalma sebeplerini oluşturabiliyor. Büyük tabii kaynaklara sahip ülkeler, bunlara sahip olmayan ülkelere yardım ederek kalkınmalarını sağlayabilecekleri gibi, aynı kaynakları kullanarak diğer ülkeleri kendilerine bağımlı hale de getirebilirler. İnsanlığın tarım toplumuna geçişinde mücadele edilen alan verimli topraklar oldu. Sıçrama eşiği oluşturan buharlı makinelerin keşfinden sonra ilgi kömür havzalarına yöneldi. Petrolün enerji kaynağı olarak insanlığın gündeminde yer almasıyla birlikte mücadele alanı petrol bölgelerine yöneldi.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı esnasında ve savaş sonrasında ülkelerin başlıca amacı petrole ulaşmak ve petrol bölgelerini kontol etmek oldu. Günümüz dünyasında ise mücadele alanı arazi-kömür-petrol gibi tek boyutlu olmaktan çıkmış gözüküyor. Daralan tüm kaynaklar insanlığın diğerine karşı silah olarak kullanabileceği bir güç unsuru haline geliyor. En hızlı daralan ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelen doğal kaynak ise "su".

Suyun bu bölgede ne denli önemli olduğunu gösteren en canlı örnek Ürdün Kralı Hüseyin'in 13 Mayıs 1990'da yaptığı bir konuşmada geçen şu cümle: "Hiç bir konu İsrail'le tekrar savaşa girmeye bizi zorlayamaz. Su hariç."

Eski BM Genel Sekreteri Butros Gali de Orta Doğu'daki bir sonraki savaşın su yüzünden olacağını açıkça söylemişti.

Dünya Gündeminin Yeni Krizi: Su

Günümüzde su diğer doğal kaynaklardan farklı olarak dünya gündemine kriz şeklinde giriyor. Dünya nüfusu artarken, su kaynakları azalıyor ve kendisini yenileyemiyor. Bir insan için yılda ortalama 800 m³ su gerekiyor. Bu değer daha şimdiden su kıtlığı olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum 1970'lerdeki petrol krizinin yerini su krizinin alacağını gösteriyor. Gerçekten de insan ihtiyaçları, ekolojik denge ve siyasi açıdan son derece önemli olan su, XXI. yüzyılın suya sahip olan ülkelerle suyu olmayanlar arasında yoğun mücadele ile geçeceğini gösteriyor.

İsrail Nereye Koşuyor?

Su kaynakları bakımından yoksul bir ülke olan İsrail, 1951 yılında, Yukarı Teberiya bataklıklarını kurutarak buharlaşma kayıplarını azaltmış, böylece Yukarı Şeria nehrinin akışını artırmıştı. 1966 yılında İsrail Ulusal Su İletim Sistemi, Teberiya Gölü'ne bağlanmış ve bu Ürdün Nehri'ni adeta kurutmuştu. İsrail, 1967 Savaşı esnasında işgal ettiği Filistin toprakları üzerinde yerleşik halkın tabii kaynaklar üzerindeki haklarını reddetmişti. Daha sonra, Filistin su kaynakları, İsrail'in su kaynakları ile bütünleştirilmişti.

Su konusunda İsrail üzerinde durmamızın nedeni, bu ülkenin hem Orta Doğu'nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasından kaynaklanıyor. Diğer taraftan Fırat-Dicle havzasının, kurulması planlanan Kürdistan devletinin sınırları içerisinde yer alması, bununla birlikte bu bölgenin İsrail'in vadedilmiş topraklarına girmesi ve bu Kürt devletinin bir garantör devlete duyduğu ihtiyaç; ayrılıkçı Kürt hareketine verdiği desteği askeri kaynaklarca dahi bilinen İsrail'le ilgili şüpheleri daha da artırıyor. Bu da bu bölgede bir Kürdistan devletinin kurdurtulmak istenmesinin böylesine rasyonel temellere mi dayandığı sorusunun zihinlerde uyanmasına sebep oluyor.

İsrailli uzman Hillel Shuval'a göre Türkiye, kişi başına 4500 m³ su potansiyeli ile bölgenin en zengin ülkesi. İsrail'in halen kullanmakta olduğu kaynakları kullanmaya devam ettiği varsayılarak yapılan hesaplamada, 2023 yılında Filistinlilerin ve Ürdün'ün asgari su ihtiyaçlarını karşılayamayacakları, İsrail'in ancak bu kadarını sağlayabileceği iddia ediliyor. Shuval'e göre Türkiye ihtiyacından kat kat fazlasına sahip. Çözüm ise son derece basit: Türkiye, Ürdün'ün ve Filistinlilerin su ihtiyacını karşılamalıdır.

Filistinliler ise, kendilerine ait olan suları İsrail'e verip karşılığında Türkiye'den ya da Mısır'dan su almaları gerektiğini anlamakta güçlük çekiyorlar. Burada Türkiye açısından dikkat edilmesi gereken konu, müsebbibi ya da tarafı olmadığı bir su sorununun içine ne amaçla çekildiğinin ortaya konması. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (asm) Fırat nehri ile ilgili asırlar önce haber verdiği, insanlarının çoğunun ölümüyle sonuçlanacak çatışma bu yüzden mi çıkacak?

Cevabı aranan sorulardan biri de budur. Su da önemli bir faktör olmakla beraber, başka faktörlerin daha önemli olduğu söylenebilir.

Nitekim, Celal Bayar Mühendislik Fakültesi'nden Yrd. Doç Dr. Ömer Faruk Noyan şunları söylüyor:

"Bu bölge petrol bölgesidir. Dünya petrollerinin üçte ikisinden fazlası ve doğalgaz rezervlerinin büyük kısmı bu bölgededir. Güneş enerjisinin yoğun olduğu ve yakın bir gelecekte fiber-optik hatlarla Avrupa ve Asya'ya iletileceği bir bölgedir. Güneş kökenli elektrikle deniz suyundan hidrojen üretmeye yönelik projelere ev sahipliği yapacak bir coğrafyadır.”

Jeolojik olarak tarihte bir çok nehrin kuruduğuna ve bunların eski yataklarının uydulardan radar dalgalarıyla tespit edilebildiğine dikkat çeken Yrd. Doç. Noyan, bir nehrin kuruma sebeplerini de "Çeşitli kabuk hareketlerinin, yani deprem oluşturan tektonik kuvvetlerin etkisiyle nehir yatağından fay geçebilir. Ve bu fay atımıyla yatak belli noktalarda kayarak yer değiştirir. Böylece nehrin faydan aşağı alt kesimlerinden artık akış olmaz ve bu kesimler kurur. Yukarıdan gelen su kendine yeni bir yatak, yeni bir hat bulur ve akışına devam eder. Ya da nehrin belli yerleri çok küçük ölçekli küvetler şeklinde çöküntüye maruz kalır. Oluşan göl veya gölcüklerden geçen nehir, topoğrafyaya göre kendine yeni bir yatak bulur." şeklinde özetliyor. Ve şöyle devam ediyor:

“Tarım, buna bağlı olarak sanayi, ayrıca turizm ve spor faaliyetlerinin ihya edeceği bölge, akarsuları, barajları, hidroelektrik santralleri, canlandırılan tabii güzellikleri ile bir cazibe merkezi haline gelecektir. Fırat gibi bir nehir kurursa; GAP, Fırat'ın sağladığı su, elektrik, tarım, sanayii ve diğer imkanlar açısından çok büyük ölçüde sarsılacaktır. Dolayısıyla, hadiste geçen 'altından dağ' terimi su ve tarım ile gelen zenginliği karşılamıyor. Şu halde, 'Fırat'ın kuruması' ifadesinden, ayrıca 'altın' ve 'dağ' kelimelerinden ne anladığımız önemlidir."

"Acaba 'altın' kelimesinden 'çok kıymetli', 'dağ' kelimesinden 'çok bol' manalarını mı anlamalıyız? Peki 'çok kıymetli' ve 'çok bol' ifadeleri neye karşılık gelmektedir?"

"Aslında Fırat başlıbaşına 'altından dağ' değerinde bir hazinedir. Hz. Peygamber (asm), Fırat'ı kaynağı Cennet'ten gelen nehirler arasında zikretmektedir. Fırat havzası insanlık tarihi boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış, binlerce şehrin kurulduğu bir bölge olmuştur. Yani Fırat bolluk ve bereketin simgesi haline gelmiştir. Fırat'ın kuruması yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır."

Acaba Fırat Tabii Yollarla mı Kuruyacaktır?

"Tabii yollarla kuruyacaksa, bu çok ani, şiddetli bir yer kabuğu hareketi veya iklim değişikliği sonucu olabilir. Bu ihtimalin gerçekleşmesinde, iklim değişikliğine paralel olarak nehrin getirdiği ve baraj gölü tabanında biriken sedimen kalınlığının hızla artması sonucu su oranının birincisi lehine bozulmasına katkıda bulunabilir. Dünya bir iklim değişikliğine gitmektedir. Bazı yerlerde yağışlar, diğer bazı yerlerde ise kuraklıklar artmaktadır. Fırat'ın kaynaklarının bu kuraklık periyodundan nasibini alması sonucu nehir kuruyabilir. Eğer Fırat'ı doğrudan insan kurutacaksa, bu da bir amaca matuf olacaktır ki, belki de 'altından dağ'ı keşfettikten sonra gerçekleşecektir. Fakat Fırat bin kilometreyi aşan bir uzunluğa sahiptir. Yani Fırat kuruduğu taktirde bu Türkiye, Irak ve Suriye'den geçen bütün nehir yatağının kuruması anlamına gelecektir. Böylece üç ülkeyi içine alan büyük bir alanda yeni bir zenginliğin ortaya çıkması söz konusudur. Bölgede büyük petrol yatağı veya yeni bir yeraltı zenginliği ortaya çıkacaktır. Ve bu durum bölgede çatışma sebebi olacaktır. Fakat bu bence su yüzünden olmayacak."

Diğer taraftan, bu bölge yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengindir. Bunlar içerisinde fosfat yatakları, asfaltit yatakları vardır. Ve şimdiye kadar yeteri kadar değerlendirilmemiş olan bu asfaltit yataklarından Türkiye'nin enerji ihtiyacı karşılanabilir. Bunun dışında gene bazı bölgelerde linyit yataklarına rastlanmaktadır. Ayrıca çok miktarda olmamakla beraber demir cevheri, bakır, gümüş gibi maden yataklarının varlığı da bilinmektedir.

Tüm bu söylenenler ışığında, her ne kadar Fırat'ın taşıdığı değerler konusunda tam bir fikir birliği yoksa da, insanlık tarihini etkileyecek kadar önemli gelişmelere gebe olduğu daha da net anlaşılıyor.

(bk. Aydoğan Kılıç, Fırat'ın Altındaki Hazine)

25 Kıyamet kimin başına kopacak; yaşayan herkes kıyameti görecek mi?

Ahir zamanda fitneler birbiri üstüne gelecek ve insanlar imandan, Kur'an'dan ayrılacaklar. Ahlâk dağlara çıkacak, adaletin sadece adı kalacak ve zulümler kara bulutlar gibi dünyayı sarıp kaplayacaktır. Bunlar, Hz. Peygamber (asm) tarafından onlarca hadislerle anlatılan ve artık herkesin bildiği hadislerdendir.

Öyle ki, kıyamet yaklaştıkça insanlar, mümin olarak yatacak, kafir olarak sabahlayacak veya mümin olarak sabahladığı halde, gündüz yaşadığı olaylar veya yaptığı tartışmalara, taraf olduğu kişiler sebebiyle akşama kafir olacaktır.(1)

Kıyametin dinini imanını kaybetmiş şerlilerin, kötülerin ve kötülüğün temsilci ve yayıcısı olan kafirlerin üzerine kopacağı ve kopmadan az önce de olsa, o dehşeti yaşatmamak için Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak müminlerin ruhlarının alınacağı, bu dehşetten imanları hatırına korunacakları(2) hususu, öteden beri bilinen bir husustur ki, bunun mantıki sebepleri de vardır. Çünkü Allah (cc), bu dünyayı kendisine inanılıp ibadet edilmesi için yaratmıştır ve böyle bir mülkün sahibinin, istediği yerine getirilmeyince, burayı iptal etmesi normaldir. Bunu bir iş yerine veya sahibinin istediği doğrultusunda çalışmak üzere kurulmuş bir işe benzetebiliriz. Kâr etmeyen bir işin veya bir iş yerinin en kolay ve en doğal çözümü işin iptal edilmesi veya iş yerinin başka bir yerde açılması mantık bakımından en doğru seçimdir.

İşte bu sebeple de kıyametin, onu inkar edenlerin başına kopması ve neticeyi hiç olmazsa bir kısmının gözleriyle görmesi de normaldir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de inkarcıların onu yalanlamalarına ait birçok ayetten birkaçını burada nakledip konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak istiyoruz:

“İnkârcılar: Kıyamet bize gelmeyecek, dediler. De ki: Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile Ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık kitaptadır (yazılıdır).” (Sebe, 34/3)

Ayette, en küçükten en büyüğe kadar yerde ve gökte bulunan her şeyin kendi ilminde kayıtlı olduğunu veya kitaptan maksat Kur'an veya Levh-i Mahfuz adlı her şeyin kaderinin yazılı olduğu yerde saklı bulunduğunu ifade eden yüce Allah (cc), kafirlerin başına kıyameti koparacağını açıkça ifade ediyor. Sanki Allah ile aralarında bir anlaşma varmış gibi ukalaca tavırlarıyla “Kıyamet bize gelmeyecek”, “gelse gelse o, ancak size gelir...” gibi günümüzde de duyduğumuz kafirce tavırları sebebiyle, hem Hz. Peygamberi (asm), hem de müminleri alaya alanlar, bu söz ve davranışları sebebiyle bile kıyametin kopması için bir sebep oluşturuyor, belanın düğmesine dokunuyorlar. Çünkü iş inada binince olmayacak olsa bile olur. Nasıl ki, bir suçlu veya adi bir adam bir hakime, sen beni mahkum edemezsin dese, o hakim de eğer izzet ve onur varsa, kendisine yapılan bu hakaret için bile, o suçluyu veya hakaret eden adamı mahkum eder; olmasa bile bir hapishane yaptırıp içine atar. Aynen bunun gibi, Yüce Allah da, kendisini inkar edenleri, sorumsuzca yaşayıp kul hakkı yiyenleri ve insanlara zulmedenleri cezalandırmak için bile olsa kıyameti koparıp cehenneme atacaktır. Kaldı ki, kıyamet mutlaka kopacak ve Allah (cc), insanları hesaba çekecektir. Bu bilinen veya bilinmesi gereken mutlak/kesin bir gerçektir. Ancak onun gerçek sebebinin ve saatinin ne zaman tahakkuk edeceğini ezeli ilmiyle bildiği için sadece vaktini ertelemektedir:

“Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.” (Ahkaf, 46/3)

Elbette bu inkarları ve sorumluluktan kaçıp yüz çevirmeleri de boşunadır. Nitekim bunun pişmanlığını sonra duyup ellerini dizlerine vuracaklar ama iş işten geçmiş olacak:

“O gün (kıyameti) yalanlayanların vay haline!..” (Tur, 52/11)

Bir de ayetlerin ötesinde Hz. Peygamber (asm)’in bu konudaki çok açık ve net hadisleri vardır ki, bunlardan biri Enes (ra)’den nakledilmiştir ve şöyledir:

“Kıyamet, Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.”(3)

Ya da hadisi, Tirmizi’nin rivayet ettiği şekliyle tercüme edersek, “Yeryüzünde Allah Allah diyen kalmayıncaya kadar kıyamet kopmaz.” Başka bir hadis-i şerifte ise açıkça, kıyametten önce az dahi olsa inanan herkesin ruhlarının alınacağı ve kendilerinde iyilik ve hayır bulunan hiç kimsenin kalmayacağı belirtilerek, kıyametin bunların başına kopacağı bildirilmektedir.

Hz. Ayşe’den nakledilen hadiste, Hz. Peygamber (asm) bir gün:

“Lât ve Uzza'ya (tekrar) tapılmadıkça gece ile gündüz gitmeyecektir!” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ayşe:

“Ey Allah'ın Resulü! Allah (cc), 'O Allah ki Resûlünü hidayet ve hak dinle göndermiştir, ta ki onu bütün dinlere galebe kılsın.' (Saff, 61/9) ayetini indirdiği zaman, ben bunun tam olduğunu zannetmiştim!” demiş. Hz. Peygamber (asm) ise cevap olarak;

“Bu hususta Allah'ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir rüzgâr gönderecek. Bunun tesiriyle kalbinde zerre miktar imanı olanın ruhu alınacak. Kendisinde hiçbir hayır olmayan kimseler dünyada baki kalacaklar ve bunlar atalarının dinlerine dönecekler!” buyurmuştur.”(4)

Ebu Hureyre (ra)’den nakledilen bir hadiste ise, bu rüzgarın ipekten daha yumuşak olacağı ve Yemen tarafından geleceği(5) de başka bir hadiste bildirilmektedir.

Öyle veya böyle ikisi de aynı anlamı geliyor ki, kıyametten önce müminlerin tamamı, ya Allah’ın bir lütfu olarak, ya da kıyametin kaderinin bir parçası olarak, temizlenecek, ruhları o günden önce alınacaktır. Çünkü o gün dehşeti gören kafirler iman etmeye kalkacak, ama kendilerinden iman kabul edilmeyecektir. İşte bu dehşeti yaşatmamak için Allah önceden müminlerin vefat etmesini sağlayacaktır. Bilemiyoruz belki de dehşet anı insanın aklını başından aldığı için imanlarını da kaybettirecektir. Fakat, o ana kadar iman etmemiş olanların, gördükleri dehşet ve Allah’ın gücünün, kudretinin bu kadar açık tezahürü imansızların çoğunu o gücü kabul edip iman etmeye zorlayacaktır ki, buna az önce kaydettiğimiz ayetlerin yanı sıra hadislerde de açıkça yer veriliyor. Bunlardan birinde, Ebu Hureyre (ra)’in a anlattığına göre Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanının sevk etmesiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.”(6)

Çünkü artık imtihan zamanı bitmiş, sınav salonu iptal edilmiştir. Bu sebeple artık yeniden imtihan salonuna girmek de imtihan olmak da mümkün olmayacaktır.

Yine kıyametin kafirler üzerinde kopacağına dair, dünyada itibar gören insanların şerefsizliği konu edilerek, Huzeyfe (ra)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.”(7)

Kıyametten hemen önce ortaya çıkan bu adiler, isterse iman ettiklerini iddia etsinler, Allah nazarında önemi yoktur. Bu yüzden bunlar da kıyametin kopma sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Çünkü Allah nazarında önemli olan kamil iman sahibi olmak ve inandığı gibi yaşamaktır. Yoksa öbür türlü herkes kendine göre bir şeylere inanıyor ve şuursuz, bilinçsiz olarak “Allah” veya dini terimleri telaffuz ediyor.

Böyle, inanmadığını söyleyen biriyle bir şekilde birlikte olduk ve “inşallah, maşallah” gibi tabirlerini kullandığına şahit olunca, “Hani sen inanmıyordun, o zaman bunları niye telaffuz ediyorsun?” deyince, verdiği cevap şu olmuştu: “Ağız alışkanlığı, hoca nihayet biz bu kültürle büyüdük!..”

Evet, bu kültürle doğup büyüyen ve sonradan yabancılaşanlardan bir başkası da sekiz günlük Bosna ziyaretimiz sırasında, bir şehitlikte okuduğum Kur'an'dan ve yaptığım duadan etkilenerek, epeyi hislenmiş ve birtakım kimselerin ağlaması karşısında o da bayağı etkilenmişti. Belki de bunun neticesi olarak bana biraz yakınlık duymuş, daha sonra da sürekli beraber olduğu arkadaşlarından birine âdeta bir vasiyet niteliğinde şöyle demiş:

“Ben hocadan önce ölürsem, onu mutlaka mezarımın başına getirin ve bana da böyle bir Kur'an okuyup dua etmesini kendisinden benim ricam olarak isteyin...”

Bunu, kendisi de etkilenen o arkadaşı bana ulaştırdı. Ben de sekiz günlük yolculuğumuz bitip geri dönünce vedalaşırken;

“Allah seni güzelce inanıp iman etmeden öldürmesin...” diye, sözlerine telmih yaparak dua edince güldü ve yine o sözünü tekrar etti:

“Hoca bu sana vasiyetimdir. Benim dinle falan fazla ilgim yok, ama senden önce ölürsem, o Kur'an ve duayı ben de istiyorum, lütfen mezarımın başına gelip yap...”

dedi. Ben de söz verdim, yapacağım. Ama benim duam senin için ne ifade eder bilmem ki a güzel dostum!.. Bu işin zamanında olması ve gereken görevlerin hiç olmazsa bir kısmının yapılması gerekiyor veya en azından yürekten inanmak gerekiyor. Zira, kırk sene kendisini himaye eden amcası Ebu Talip için “affedilmesi için dua edeceğine yemin eden” Allah Rasülü (asm), bu konuda

“Cehennemlik oldukları belli olanlarla müşrik olarak ölenler için yakın akrabaları bile olsalar, Peygamber ve müminler asla istiğfar edemezler (onlar için Allah’tan af isteğinde bulunamazlar).” (Tevbe, 9/113)

ayeti ile Allah’tan ihtar almış ve bunu yapmaması konusunda uyarılmıştır. Ayrıca çok üzülmesine karşılık olarak da yine büyük yerden teselli gelmiş ve

“Sen istediğine hidayet edemezsin...” (Kasas, 28/56)

denilmiştir. Böyledir çünkü, insan kendisi Allah’tan hidayetini istemeli ve Onun yolunda olmaya özen göstermelidir. Böylesine hassas bir yüreğe sahip olan ve maalesef bu konuda eli-kolu bağlanıp çaresiz kalan Hz. Peygamber (asm)'in dualarının yanında bizim dualarımızın lafı mı olur... Ama madem onun gönlü öyle istiyor, belki ölmeden önce hidayete erişir de hakkında daha hayırlı bir iş gerçekleşir ve bize de ihtiyacı kalmaz. Bu vesileyle bir üzüntümü de sizlerle paylaşmak istiyorum...

Bu sözden sonra o zaman, benim içime bir ateş düştü. Bu okunan bir Kur'an-ı Kerim'le bile kalbi yumuşayıp hislenen ve yakınlık hissi duyan, “Bu tür arkadaşlarımızın, dinden uzaklaşmasına acaba biz mi sebep oluyoruz?..” diye çok düşündüm. Eğer öyleyse “Vay bizim halimize ve çekeceğimiz vebalimize!..” Eğer bu adamlar, dini bizim şahsımızda görüp de hatalarımızdan dolayı uzaklaşmışlarsa, biz bu işin altından kalkmayız... Evet belki de perde olan ve gölgeleyen bizleriz. Bu konunun dertlisi olan Bediüzzaman da öyle diyor zaten (mealen):

“Eğer biz, İslamiyet’i şahsımızda samimiyetle yaşayıp örnek olabilseydik –herhalde, değil kendi içimizde yetişenler, kültürümüzü paylaşan ve kısmen de olsa bazı örf ve adetlerle dinin bir kısmını da olsa paylaşan ve pek çoğu da şeyhlerin, hacıların, hocaların çocuğu veya torunu olan kişiler– sair dinlerin mensupları dahi İslam’a girip Müslüman olacaklardı...”

Ama ne yazık ki, biz böylesine önemli olan bir temsil görevini yapamadık!..

Dipnotlar:

(1) Tirmizi, Fiten, 30; Ramuz el-Ehadis, 299:4.
(2) Buhari, Fiten, 13; Rikak, 9; Tecrid-i Sarih Terc. XII/182; Müslim, İman, 234; Fiten, 52; Tirmizi, Fiten, 9, 35, 37; İbn-i Mace, Fiten, 25; Bediüzzaman, Şualar, s. 490-491.
(3) Müslim, İman 234, (148); Tirmizi, Fiten 35, (2208).
(4) Müslim, Fiten 52, (2907).
(5) Müslim, İman 185, (117).
(6) Buhari, Rikak 39, İstiska 27, Zekat 9; Müslim, İman 248, (157); Ebu Davud, Melahim 12, (4312).
(7) Tirmizi, Fiten 37, (2210).

26 Kıyamet hangi gün kopacak? Akşam vakti kopacağı bilgisi doğru mudur?

Ebu Hüreyre (ra)'den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün cennete girdi, yine o gün cennetten çıkarıldı. Bir de kıyamet cuma günü kopacaktır." (Müslim, Cuma, 18)

Diğer taraftan, kıyametin akşam vaktinde kopacağı da Peygamber Efendimizin (asm) ifadelerinde geçmektedir:

“Güneş batınca, akşam vakti kıyamet kopacaktır.” (Buhari, Tefsir-u Sure 6/9; Tirmizi, Deavat, 98)

Ayrıca Peygamber Efendimiz (asm),

“Ben ikindi sonrası peygamberiyim.” (İbn-i Kesir tefsiri, XII/6549)

buyurarak, bu vakitlerin üzerinde yaşadığımız Arz Küresinin vaktiyle ve gün ile ilgili olmadığı anlaşılmaktadır.

Esasen gün, sene, insan ve kainat birbirini hatırlatır, birbirinin numunesidir. Yani bu dört şeyde hemen hemen aynı şeyler meydana gelmektedir. Örneğin;

- Gün, sabah vakti doğarken, senenin sabahı da bahar vaktidir. Aynı şekilde insan ana rahminde, kainat ise altı günlük yaratılış safhasından 1. gününde doğmaktadır.

- Günün öğle zamanı ise, senenin yaz ortasını, insan ömrünün gençliğini, kainatın da insanın yaratılmasının vaktini hatırlatır.

- Günün ikindi vakti de, senede yazın son demlerini, insan ömründe ihtiyarlık vaktini ve kainatta da ahir zaman Peygamber (asm)'inin dünyaya teşrifleri zamanını hatırlatır. Buna göre, Peygamber Efendimiz (asm), insanlığın ömrü içinde veya kainatın zaman diliminde ikindi vakti sonrası dünyaya teşrif etmişlerdir.

- Akşam vakti ise, senede güzü, insanın ömründe ölümünü, kainatın ömründe ise onun tahribi olan kıyameti andırır.

Bundan dolayı, kıyametin akşam vaktinde kopması, üzerinde yaşadığımız Arz Küresinin gününün akşam vakti olarak değil de, kainatın akşam vakti olarak anlaşılması gerekir.

Kıyametin Cuma Günü kopmasından maksat da yeryüzünün Cuma Günü değildir. Kainatın kıyameti, kainatın Cuma gününde kopacaktır.

Gün olarak anlaşılması durumunda ise Mekke esas alınması gerekir. Buna göre Mekke'nin Cuma gününde ve akşam vaktinde kopacağı şeklinde yorumlanabilir. Zira Hz. Peygamber'in doğup yetiştiği yer orasıdır. Oranın zaman dilimine göre haber verdiğini söylemek mümkündür.

27 Dâbbetü'l-arz nedir?

Kıyamet alametlerinden biri "dâbbetü'l - arz"ın çıkışıdır. Peygamber efendimiz şöyle bildirir:

"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II/491)

Dâbbe kelimesi "canlı, hareket eden varlık" anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de "dâbbe" denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse "işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.

Burada "Dâbbetü'l- arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?" sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.

Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: "Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir." Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.

Dâbbeye "AİDS mikrobu" diyenler vardır. "Televizyon" şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta "robotlar olabilir" görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, "efendilerinin" sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.

Kur'an'da Dâbbe

"Dâbbe" kelimesi Kur'anda ondört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan "devâbb" ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6)

"Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir." (Hud, 11/56)

"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45)

Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:

"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."

Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde "Dâbbenin başı bulutlara değecek" denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.

Dinin helal-haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.

Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma "lisan-ı hal" yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.

Dâbbe neler söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab- Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.

Kur'ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. "Rüzgârın dişleri" denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.

Keza, Ka'beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur'anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen "ebabil" kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir "semavi bombalama" olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları "kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına" çevirmişlerdir.

Kur'an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve inatçı bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.

Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle "Allah zar atmaz." Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, "bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur." (Yazır, IV, 2802)

Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terk etmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez.

"Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 6/59)

"Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 35/11)

Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rastgele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazan meltem olur yüzümüzü okşar, bazan fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü'minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.

AİDS Dâbbe mi?

Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur'anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir

"Eceli gelip de Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 34/14).

Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.

(Not: Burada nazara verilen Hz. Süleymanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)

İşte bu dâbbe Hz. Süleymanın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama "Dâbbe AİDS midir?" denilirse "evet" demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatının bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Meseleye şu açılardan bakmakta yarar görüyoruz:

- Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan "the" takısı gibi Arapçada "el" takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

- Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

- Din bir imtihandır. İmtihanda ise "akla kapı açılır, irade elinden alınmaz." Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında "bu kâfir" yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını beklemek de böyledir. Bazı kitaplarda "Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar." rivayeti geçer. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece askıda bıraktığımız görülür.

İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela "zaman nedir, ruh nedir" gibi sorulara çok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de bir derece bilinmezlik söz konusudur. Sözgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar. Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan böyle bir seyahatte önünü çok net göremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik katar.

Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. "Bundan murat şudur" diyenler yarın öyle olmadığını gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin hüküm vermek yerine "Bundan murat şu olabilir." demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü,

"De ki: Gerçek ilim Allah'ın katındadır." (Mülk, 67/26)

"Göklerde ve yerde Allah'tan başkası gaybı bilemez." (Neml, 27/65)

28 Hz. İsa ve Mehdi kim olduğu herkes tarafından bilinecek mi, yoksa belirli kişelere mi görülecekler?

Kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin çoğunluğu müteşaabih olup açıklanmaya ihtiyaç vardır. Bu konularda kesin bir şey söylemek doğru olmaz. Mehdinin veya Hz. İsa'nın gelip gelmediğini kesin olarak bilemeyiz. İmtihan gereği Mehdi, Hz. İsa, deccal kim olduğu herkes tarafından bilinmeyecek. Bediüzzaman, Hz. İsa (as) için şu tespitlerde bulunmaktadır:

"Hz. İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes Onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun mukarreb ve havassı (yakınları ve has dostları) nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”

Mehdi ile ilgili bazı noktalar iyi bilinirse, bu konuda gelen rivayetler ve yapılan yorumlar daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz. Şöyle ki:

- Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır, hizmetinden istifade edememiş olur.

- Mehdiyi şahıs olarak belirlemek zordur. Hemen her hizip, kendi üstadını veya şeyhini mehdi görme temayülündedir.

- Mehdi olmak ayrı, kendini mehdi zannetmek ayrıdır. Nitekim zaman zaman bazı meczuplar çıkmakta ve kendilerini mehdi veya İsa olarak takdim etmektedirler. Halbuki, mehdi kendisinin mehdiliğine değil, İslama davet eder. Bir peygamber "Ben Allah'ın elçisiyim, bana tabi olun." der. Ama mehdi, "Ben mehdiyim, bana uyun, yoksa küfre düşersiniz." diyemez.

- Her asır, ehl-i imanı ümitsizlikten kurtaracak bir mehdi manasına muhtaçtır. Yani, mehdi manasından her asrın bir çeşit hissesi vardır.

- Bediüzzaman Said Nursi, mehdi konusunda çok kıymetli bilgiler verir. Bunların en mühimlerinden biri şudur:

Bu zaman şahıs zamanı değildir. Eski zamanda bazı harika şahıslar çıkmışlar, kıymettar hizmetlere vesile olmuşlar. Ama bu zamanda küfür şahs-ı manevi olarak hücum etmektedir. Bu hücuma karşı en büyük ferdi mukavemet başarısız kalmaya mahkumdur. Onun için bu külli hücuma mukabil bir şahs-ı manevi çıkarmak gerekir.

- Bediüzzaman, mehdiyetin üç merhalesinden söz eder:

1. İman,

2. Hayat,

3. Şeriat.

Risale-i Nur, temelde iman hizmeti görmekle beraber, diğer iki merhalenin de öncülüğünü yaptığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (asm) İslam davasının temelinde yer almış, sonraki İslami hizmetlerin de temelini atmıştır. Benzeri bir durumun mehdiyyette olmasına bir engel söz konusu değildir. Yani, iman hizmeti diğer iki hizmet alanını etkileyecektir. Bununla beraber, hayatın geniş dairelerinde hizmet edilirken sıra dışı bazı harika fertlerin eliyle bu hizmetlerin ifa edilmesi medar-ı bahs olabilir.

"Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır."

Bu kutsi hizmetlerin icrasında elbette bir kısım maneviyat erleri istihdam edilecektir.

"Her ormanın kendine göre arslanları olduğu gibi, her meydanın da ona münasip erleri vardır."

- "Mehdi kimdir? Ne zaman gelecektir?" gibi sorular, bazan insanı asıl vazifelerinden alıkoyabilmektedir. Bunun yerine doğrudan aktif hizmetle meşguliyet tercih edilmelidir. Hele hele mehdiyyet konusunu tartışma alanına sokmaktan kaçınılmalıdır.

Nakledildiğine göre, Said Nursi sürgünde iken saf gönüllü bir zat,

"Efendim, üzülmeyin. Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek" der.

Said Nursi, şu anlamlı mukabelede bulunur:

"Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!.."

29 Peygamber Efendimizin, "İslam garip başladı, başladığı gibi (bir hâle) dönecektir. Ne mutlu gariplere!" hadisini izah eder misiniz?
İslam garip başladı, başladığı gibi (bir hale) dönecektir. Ne mutlu gariplere!” (1)

“Garib” uzak olan demektir. Güneş, bizden uzaklaşıp kaybolduğu için “Güneş gurub etti.” denilir. Gurbet, vatandan uzaklaşmaktır. Gurubda, kaybolma, gitme, bir köşeye çekilme vardır. Anlaşılmayan söze, anlayıştan uzak olduğu için “garib” denir.(2)

“Garib” kendi cemaatı, kavmi arasında olmayan, kendi beldesinde bulunmayan kimsedir. İlk Müslümanlar kendi vatanlarında, kendi kavimleri arasında görünseler de gariptiler. Küfürle iman, akla kara, görmekle körlük(3), bilmekle cehalet kadar zıt ve uzaktı. Bu sebepten onlarla diğerleri arasında mekana bağlı olmayan bir uzaklık, hatta zıtlık söz konusu idi.

Âlimler, cahil çoğunluk yanında gariptirler(4), az olan müminler, çok müşrik arasında gariptirler. Kötülerin ve şerlerin çokluğu yanında hayırlar ve hayırlılar az olunca garip olurlar. Fıskın, isyanların, büyük günahların içinde takva, amel-i salih gariptir.

Böyle kötü bir çevrede ve zamanda, iman ve salih amelin önemi pek büyüktür. İçinde yaşanılan çevrede, fısk, büyük günahlar, şer ve isyanlar ne kadar çoksa, orada barınabilen müminin, imanın, salih amelin, takvanın değeri o derece artmaktadır. İslam ve iman ilminin kalktığı,(5) müminin, Müslümanın olmadığı veya çok az olduğu bir toplumda “garib” olmak, amellerin sevaplarını olabildiğince arttıracaktır. Müminin zelil, hakir edildiği, facirin yüksek tutulduğu, fıskın çok olduğu bir toplumda, imanın ve amellerin keyfiyeti çok büyüktür. Orada, din gariptir, müminler gariptirler.

Bu hadis-i şerife göre:

a) İslam garip başlamıştır. Başlangıcı tarih kitaplarında anlatılır. Bu işi ilk başlatanlar da bu bakımdan gariplerdir.

b) Sonra İslam, deniz dalgaları gibi zuhur etmiş(6), hak, iman, ahkam-ı ilahi galib olmuştur. Bir zaman gelecek, İslam ilk başladığı duruma dönecek, anlaşılamamasından ve hükümlerinin toplumda hakim olmamasından dolayı toplumda garip düşecektir.

Çoğu insanda bu menfi halin bulunması, bidatların ve cahiliye zihniyetinin toplumda yer etmesi ile toplumda genel bir bozulma olacaktır. Artık ilk garipler dönemi gibi son garipler dönemi de başlamıştır. İslam'ın başlangıcında müşrikler tarafından ashaba reva görülen şeyler; tahkirler, terziller, küçümsemeler, hafife almalar bu dönemde de kendini gösterecektir. Toplumda onlara hayat hakkı tanımama, onların inançlarını, fikirlerini ve hayat anlayışlarını ortadan kaldırma yoluna gidilecektir.

İlk gariplerin yaşadığı cemiyette, günahlar, isyanlar, fısk nasıl diz boyu ise, bu ikinci dönemde de adı Müslüman olan bir toplumda günahkarların, fasıkların, kötülerin zihniyeti hakim olacaktır.

Yine ilk devirde olduğu gibi bu menfi çevrede bozulan ümmet içinde, az olan bir takım garipler bulunur. Onlar çoğunluğu teşkil edenler karşısında azlık olmalarına rağmen imanlarına yapışırlar, çoğunluğun akıp gittiği mecradan farklı bir yönde yürürler, kafa yapıları, hayata bakışları, anlayışları diğerlerine uymaz. Sanki o toplumun insanı değillerdir. Kendilerine yapılan her türlü işkenceye sabrederler, zaten karşı koymaya güçleri de yoktur. Maddi mağlubiyet ve mahkumiyetlerine rağmen, manen kuvvetlidirler. Dinlerine sıkı bir şekilde yapışırlar. İnançlarından ve yaşayışlarından taviz vermezler. İşte bunlar ümmetin sonunda gelen “ğuraba”dır.

Son gariplerin yaşadığı bozulmuş cemiyetlerin de ne gibi kötü hâller zuhur edeceğini Resulullah (SAV) hadis kitaplarının fitne ile ilgili bölümlerinde anlatmış, ümmetini önceden uyarmıştır. Onun için sahabelerin ilk devirde dinlerinde fitnelendikleri gibi ümmetin sonlarında da fitne pek büyük bir rol oynayacaktır.

Son gariplerin zamanı da ilk gariplerin zamanı gibi pek şiddetli, tehlikeli, fitneli olacaktır. Resulullah (SAV) ahir zamandan haber verirken genel hatları ile o zamanı bize tasvir etmiştir.

Allah Rasülü’nün zaman zaman çeşitli şekillerde bize tablolaştırdığı bu fesat döneminde, bir bakıma ilk başladığı hale dönecektir. Dindarlar da çektikleri sıkıntılardan dolayı, amellerindeki sevap bakımından onlara benzeyeceklerdir.

Fakat ilk gariplerle son gariplerin önemli bir farkı vardır. İlk Garipler müşrik bir toplumda mücadele etmişlerdir. Ahir zamanda gelen son garipler, fesad-ı ümmet zamanında, bozulmuş İslam cemiyeti içinde cihat edeceklerdir. Son gariplerin işi, ilk gariplere göre daha kolaydır. Zahmetleri daha azdır. Bu sebeple sevapta, hayırda, külli fazilette ilk garipler olan sahabelere yetişmeleri mümkün değildir. İlerlemeden sonra gerilemekle, işe ilk başlamanın zorluğu bir değildir.

Kaynaklar:

1. el-Cami‘ li Ahkamil-Kuran IV, 172, Ayrıca bk. Sahihu’l-Müslim 232, 251. Hadisler, Sunenu İbn-i Mace II, 1319 (no: 3987, 3988).
2. el-Müfredat, s. 359, el-Mu’cemu’l-Vasit, s. 647; el-Kamûsu’l-Muhit I, 107-108.
3. Ayet-i kerimede “Görenle Görmeyen bir mi?” buyrulur. Ra’d 13/16.
4. el-Cami‘li Ahkamil-Kuran IV, 172; Ayrıca bk. Sahihu’l-Müslim 232, 251. Hadisler, Sunenu İbn-i Mace II, 1319 (no: 3987, 3988).
5. el-Mufredat s. 359; el-Kamûsu’l-Muhit I, 108. Ayrıca bk. Te’vilü Muhtelifi’l-Hadis s. 107-108; el-‘Acluni Ali b. Muhammed Keşfu’l-Hafa, I-II, Kahire ty. 887 (islamın garip başlaması ile ilgili hadis-i şerif için bk.)
6. Ramûzu’l-Ehadis s. 366; Sunenu İbn-i Mace II, 1331 (no: 4015), 1339 (no: 4036: boş adamlar nutuk atacaklar.) 1344 (no: 4047: İlim ve Kuran yani onu anlama azalacak.) 1335 (no: 4050-4052: ilim kalkacak cehalet yeryüzüne inecek, o hakim olacak. Burada ilimden maksat, gün geçtikce gelişen teknik, fen ilimleri, değil, dini ilimlerdir). Ayrıca bk. el-Buhari, Muğire b. Berdubeh, Sahihu’l-Buhari, I-VIII, İstanbul, ty. VIII, 89.

30 Kıyamet alameti olarak hadislerde geçen, "Cariye yani köle kadın efendisini doğuracak." ne demektir?

Bu konu meşhur Cibril hadisinde söz konusu edilmiş ve "kıyametin alametlerinden biri de köle kadınların efendilerini doğurmaları olduğu" vurgulanmıştır. (Buharî, Tefsiru Sureti 31, 2).

Alimler bu konuyu değişik şekilde açıklamışlardır.

Bu Hadis hem günümüzde hem de geçmişte olan olaylara işaret etmektedir. Özellikle günümüzde aile ilişkilerinde ve çocukların anne babalarına karşı davranışlarını, anne babaların da çocuklarını terbiye ederken dikkat edecekleri konuları hatırlatmaktadır denilebilir.

Hadis, verdiği bilgiler yönüyle Peygamber Efendimizin (asm) gelecekten haber veren mucizelerindendir:

a. Bu hadîsi şerîfin "cariyenin efendisini doğurması" cümlesi günümüzde çok görülen olaylardandır. Çocukların anne ve babalarına koca herif ve koca karı gibi ifadeleri; ahlakî yapıdaki bu çöküşün görüntüleridir.

Ayrıca anne dünyaya gelmesine neden olduğu çocuğundan gerekli hizmet, hürmet ve saygıyı beklerken, aksine anne çocuğuna hizmet etmektedir. Böylece anne hizmetkâr, çocuğu ise efendi konumuna girmiş olmaktadır.

Ana-babaya itaat azalacak, kadının doğurduğu çocuk, kendisine köle muamelesi yapacak; bir evlâd, kendi annesine karşı efendilik taslıyacak, onu hor ve hakîr tutacaktır.

Bu açıdan hadis kıyamete yakın böyle bir tehlikenin ortaya çıkacağını, büyüklere özellikle anne babaya hürmet ve saygının azalacağını haber vermektedir. Ailelere önemli bir hatırlatmada bulunarak çocukların dini ve ahlaki terbiyesine çok dikkat edilmesi gerektiğini önemle vurgulanmaktadır.

b. Bunun manası, zamanla kadın köleler çoğalır, efendileri onlarla evlenir ve çocukları olur. Kendi efendisinden olan çocuğu bir anlamda kendisinin efendisidir. Alimlerin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bu görüşe göre, hadiste kadın kölelerin ve onların çocuklarının çoğalması kıyametin bir alameti olarak gösterilmiştir. Tarihte bunun pek örnekleri çoktur.

c. Bazı alimlere göre, burada ifade edilen şey; kadın kölelerin krallar, padişahlar doğurmasıdır. Padişahlar herkesin efendisi olduğu gibi, bir anlamda kendi annesinin de efendisidir denilebilir. Memlüklüler / Kölemenler devleti bir örnek sayılabilir. (bk. Nevevî, Şerhu Müslim, ilgili hadisin şerhi).

31 Beyaz Ev'in (Saray'ın) fethedileceğine dair Peygamberimizin hadisi var mı?

Cabir bin Semure (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki;

"Müslümanlardan bir çetecik beyaz evi fethedeceklerdir." (Müslim, İmare: 10, N: 1822)

Gerçi bu hadis-i şerif Acem Kralı'nın sarayından bahsetmekte ise de Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın bazı sözleri, kıyamete kadar geçerli olabileceğinden, bu hadis-i şerif Beyaz Saray'ın fethine de işaret olabilir. İstanbul'un fethinin gerçekleştiği gibi, bu müjde de en yakın zamanda gerçekleşecektir inşallah...

Ancak şunu ifade edelim ki bu fetih, illa kılıçla değil, Beyaz Saray'a herhangi bir şekilde İslam'ın nüfuz etmesiyle de gerçekleşebilir. Nitekim Amerika'daki İslamî gelişmeler buna işaret olabilir.

32 "İmanı elde tutmak, kor ateşi elde tutmak gibi olacak." anlamındaki hadise göre, az da olsa bir süre bile imanlı kalamayacak mıyız; o zamanda mıyız, nasıl imanlı kalacağız?

Bu hadisin tam tercümesi şöyledir: Hz. Enes anlatıyor; Resulullah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.” (Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17).

a. Bu hadiste imansızlıktan söz edilmiyor, bilakis dini yaşamanın zorluğundan bahsediliyor. Demek zor da olsa yaşanıyor... Nitekim ilgili hadisin bazı varyantlarında Efendimiz (asm); “o günlerde iyi bir iş yapan kimse, başka zamanlarda o işin aynısını yapanın alacağı ecrin, sevabın elli katını alacağını” müjdelemiştir.(bk. a.g.e).

b. Efendimiz (asm)'in bahsettiği zaman, ahir zaman fitnesidir. Ahir zaman fitnesi yıllarca süren ve şiddetine göre değişik safhaları olan uzun bir zaman dilimidir. Biz elbette ahir zaman fitnesinin içerisindeyiz. “Allah Allah” demenin yasak olduğu, Kur’an okuyanın hapse atıldığı, bazı camilere askerî katırların bağlandığı ve ahırlar hâline getirildiği bir zaman dilimini büyüklerimiz bizzat yaşamıştır. Binlerce subayın sırf namaz kıldığı veya sırf eşinin başı örtülü olduğu için görevinden atılması “ateş korunu avucunda tutmak” değil de nedir?

c. Bu asırda dinsizlik, imansızlık fen ve felsefeden geldiği için, bu materyalist akımlara karşı durmak elbette zor iştir. Ancak her derde devayı ihsan eden Allah bu asırda da “bilimsellik görüntüsü altında” hücuma geçen dinsizlik akımlarına karşı, Kur’an’ın ilmî yönlerini gözler önüne seren bir çok çalışmalara ışık yakmıştır.

Bu asırda, Kur’an’ın mucizeliği çok büyük önem arz etmektedir. Bu konuda pek çok eser yazılmış ve yazılmaktadır. Kanaatimizce bu eserlerin başında -asrın müceddidi ve "Bedüzzaman" unvanına sahip Said Nursi Hazretleri tarafından yazılan- Risale-i Nur Külliyatı gelir. İmanı çok kısa yoldan kuvvetlendiren, vesvese kirlerinden arındıran, iyi ahlak ve güzel amelle destekleyip pekiştiren prensipler ders verdiğine binlerce ilim ve bilim adamı şahitlik etmektedir.

Orada diyor ki;

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” (Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam).

Mesela, Risale-i Nur’dan Yedinci Şua, imanı çok kuvvetlendiren hakikatlerle doludur. O risalede ifade edilen şu sözler büyük öneme sahiptir:

“...ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.”

İlave bilgi için tıklayınız:

İmanı elde tutmak, kor ateşi elde tutmak gibi olacak, ne demektir?

33 Kıyamet alametleri nelerdir?

Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri

1. Ahiret âlemi başlamadan önce, bütün insanların ve bütün âlemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını "Sûr'a birinci üfürüş" olayı meydana getirecektir. Şöyle ki:

Melek İsrafil (aleyhisselâm) "Sûr" denilen ve niteliği Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, her şey altüst olacaktır.

2. Bildiğimiz yer sarsıntıları, su basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi birtakım olaylar yüzünden, yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felâketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah'ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr'a üfürülmenin dehşetiyle) olacaktır. Kim bilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah'ın eseridir, O'nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkân kalmaz. İşte bu umumî (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı ancak Yüce Allah bilir.

3. Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alâmetleri) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir. Başlıcaları şunlardır;

     a) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir.

     b) Müminleri nezleye tutulmuş ve kâfirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması.

     c) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi...

     d) Ye'cûc ve Me'cûc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması...

     e) Hz. İsa (as)'ın gökten inerek bir müddet Peygamberimizin (asm) şeriatı ile amel etmesi...

     f) "Dabbetü'l-Arz" adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi...

     g) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması...

     h) Doğu ile batıda ve Arap yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması...

     ı) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması... (bk. Müslim, Fiten, 39)

Bu alâmetlere de, Büyük Alâmetler denir.

Bütün bu olaylar Yüce Allah'ın kudretine göre, hiç bir zaman imkânsız sayılamaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi insan imkânsız görebilir?

Bundan önce varlıklarına imkân verilmeyen nice büyük icatlar zaman zaman ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zekâ ve çalışmaları sayesinde böyle birtakım büyük ve güzel şeyler meydana geldiği halde, Yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim.

«Bütün bunları yaratmak Allah'a güç değildir.» (İbrahim,14/20)

KIYAMET: Dünyanın yıkılıp harâb olması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanlann dirilip toplanacağı zaman. *Mc: Büyük belâ. *Fazla sıkıntı.

"Kıyamet, "mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmaldir ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülat ve tegayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir."

"Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum Ramazanda; saat-i icâbe-i duayı, Cum'a gününde; makbul velîsini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve reca ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder... Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahdır."

"İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vusta, gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ, dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hanesinin ve köyünün bekasiyle alâkadardır. Öyle de: Hayat-ı içtimaiye ve neviyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'an "Kıyamet yakındır" (Haşr, 59/1) ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-i Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün, îşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, Kıyameti "Mugayyebât-ı Hamse" den olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırnndandır ki, her asır hattâ asr-ı hakikat-bîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, "Şeraiti hemen hemen çıkmış" demişler."

"İşte bu hakikati bilmiyen insafsız insanlar derler ki: "Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarda karib zannetmişler?"

"Elcevab: Çünki: Sahabeler feyz-i sohbet-i Nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyametin ibham-ı vaktindeki hikmet-i îlâhiyyeyi anlıyarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam: "Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz" tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevidir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun, îllet ayrıdır, hikmet ayrıdır, îşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki: Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tabiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler, işte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiyye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki: Her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdî" mânasına muhtaçtır. Bu mânada her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır."

"Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak içirı nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu. Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i Ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlanna tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Küfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de, o eşhasın şahs-ı mânevisine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhâs-ı âhirzaman tanılabilir."

"Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkında Hadîs-i Şerifte, "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı şâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ, şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, -İlim Allah’ın katındadır- hakikati şu olmak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccalın bir günü bir senedir" o daire yakınında zuhuruna işarettir, "ikinci günü bir aydır." demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal'a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulü' ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmiyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı. "Deccal'ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek" olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar!.."

"Alâmet-i kıyametten olan Ye'cüc ve Me'cüce ve Sedde dair bir risalede, bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvaniyle içtimaat-ı beşeriyeyi zir-ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyyeyi zir ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır. Bazı mülhidler derler: "Bu kadar acâibi yapan ve yapacak taifeler nerede?"

"Elcevab: Çekirge gibi bir afat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri mahdut bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile o mahdut ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güya onların hakikatı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı here ü merc eden o taifeler, izn-i ilâhî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife, medeniyet-i beseriyeyi here ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder. –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez-" (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, s.341-345)

Hadislerde kıyamet alâmetlerinden bahsedilir. Ezcümle: Sahih-i Müslim 52. Kitab-ül Fiten, 13.Bab ve îbn-i Mâce, 36.Kitab-ül Fiten, 25 ve 28. Bablar, T.T. 5ci. 5.kitab, sah.531, yedi bölüm olup fitneler ve kıyamet alâmetleri hakkındadır.

"Âhirzaman alâmetlerinden olan; Deccal ve Deccal’ın mahiyeti, İsâ Aleyhisselâm'ın onu öldürmesi ve Deccal'ın yalancı cennet ve cehennemine dair birkaç mes'ele:"

"Rivayetler, Deccal'ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir M, bütün ümmet istiaze etmiş. (195) –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez- Bunun bir te'vili şudur ki: İslamların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik. İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal'ı Süfyan'dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal'ı ayrıdır. Yoksa büyük Deccal'ın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmiyen şehid olur ve istemiyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz." (Şualar, Beşinci şua, İkinci Makam, s.585)

"Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle dîn-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." (192) Böyle umumiyetle îmana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?"

"Elcevab: Hadîs-i Sahihde rivayet edilen: "Hazret-i İsa Aleyhisselâmm geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal'ı öldüreceğini" îmanı zaif olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati îzah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki:"

"O hadîsin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mâna budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:"

"Birisi: Nifak perdesi altında Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevinin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemâlin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkâneyi öldürüp dağıtacaktır."

"İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmiyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûya hâkimiyet verir. Öyle de: Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarâne sûrî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile îcad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâva etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur."

"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i îsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dîni o hakikata karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslâmiye ile birleşecek; manen, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir... Ve Kur'ana iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan Şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o dîn-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır."

"Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bâzı vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri Âlem-i Ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i Isa Aleyhisselâmı, İsa dînine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i Isa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak değil, belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek..."

"Hazret-i Isa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes O'nun hakiki İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nûr-u îman ile O'nu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes O'nu tanımıyacaktir."

"Suâl: Rivayetlerde gelmiş ki: "Deccal'ın bir yalancı Cenneti var; kendine tâbi ' olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi' olmayanları ona atar. (196) Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış... Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır." diye tarif at var?"

"Elcevab: Deccal'ın şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, fir'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; sûrî, cebbârâne olan hâkimiyetine, ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş."

"Amma Deccal'ın yalancı Cenneti ise, medeniyetin câzibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tâbi' olmıyanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yâni diğer başı Cennet gibi tefriş edilmiş, tâbi' olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer ehl-i sefâhet ve dünya için yalancı bir Cennet getirir. Bîçâre ehl-i diyanet ve ehl-i îslâm için medeniyet elinde Cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar."

"İşte İsevîliğin dîn-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâb etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve "Elhükmü-lil-ekser" kaidesince, yeryüzünde "Allah Allah" diyecek kalmıyacak, yâni ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz'da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette "Allah Allah" denilmiyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlûb düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s.56-58)

"Amma güneşin mağribden tulu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mânası zahirdir, te'vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:"

Allahu a'lem, o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur'an onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup, -izn-i îlâhî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp- garbdan şarka olan seyahatini, irâde-i Rabbani ile şarkdan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet, Arzı Şems ile, Ferşi Arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il-metin olan Kur'an'ın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i îlâhî ile Kıyamet kopar diye bir te'vili vardır." (Şualar, Beşinci Şua, s.591)

Âhiret hayatını bırakıp sadece dünya menfaat ve lezzetlerini esas alan anlayış ve sistem sahibi olmak mânasında olarak Deccal a'verdir; yani tek gözlüdür, mealindeki hadisler için (bk. T.T., V / Hadîs 1031, 1032, 1033, 1035, 1037, 1043).

"Büyük Deccal'ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalının dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde, "Deccal'ın bir gözü kördür." diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal'ın bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadiste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder." (Şualar, Beşinci Şua, s.595)

Rivayette: (...) Yani:

"Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir." (Buhâri, Enbiya 50; İbn Mâce, Fİten 33, 4071)

"Hem "Rivayette var ki: -Îsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdüğü münasebetiyle- "Deccal'ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu...." gösterir. (Mecmeu’z-Zevâid, 8/244) –Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez- Bunun bir te'vili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâmı Nur-u îman ile tanıyan ve tâbi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin kemiyeti, Deccal'ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir." (Şualar, Beşinci Şua, s.588-589)

- Deccal'ın icraatını beğenmiyenler onu tanıyabilirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anlaşılır ki, Deccaliyet tarz-ı hayatını yaşayıp beğenenler, onun dalâlet ve sefahetinin çirkinliğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler.

Bir rivayette şöyle buyrulur: (...) Yani:

"Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölünceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal'ın iki gözü arasında "kâfir" yazılıdır; onun işi ve icraatını beğenmiyen herkes bu yazıyı okur." (bk. Ebu Dâvud, Melahim 14, 4316 , 4318; Tirmizî, Fiten 62, 2245; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/211, 249)

Diğer bir rivayet de meâlen şöyledir:

"Ümmetim on beş şeyi yaptığı vakit belâ başlarına iner." buyurdu.
— Ey Allah'ın Resulü! Bunlar nedir, denildi. Peygamber (A.S.M.)
— Devlet malı yalnız bir takım insanlara verilip ötekilerin mahrum bırakıldığı; emanetin kendisine bırakılan kişi tarafından ganimet sayıldığı; zekâtın ödenmesi gereken bir zarar telâkki edildiği; kocanın her hususta karısının emrinde bulunduğu; kişinin, anasına isyan edip arkadaşına itaat ettiği; babasına cefa ettiği; mescidlerde yüksek sesle konuşulduğu; bir halkın en alçağı, o halkın ilk adamı olduğu; kişinin şerrinden korkulduğu için ikram edildiği; içkinin bol bol içildiği; ipek elbiselerin giyildiği; şarkıcı kadınların, çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği ve bu ümmetin sonundakilerin, ilkte bulunanları lanetlediği vakit bu on beş şey gerçekleşmiş demektir. İşte bu saydıklarım meydana geldiği vakit, kızıl rüzgârı veya hasfı ya da mesh'ı bekleyin." (Tirmizi, Fiten 39)

"Rivayette var ki: "Ahirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar; alnında "Hazâ kâfir" yazılmış bulunur." (bk. Müsned, 3:115, 211, 228, 249, 250, 5:38, 404-405, 6:139-140)

"Allahu a'lem bissavab bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz." (Şualar, Beşinci Şua, s.582)

34 Kıyametin kopuşunu Müslümanlar görecek mi?

Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

"Kıyamet müminlerin başına kopmaz. Cenab-ı Allah kıyametin kopacağına yakın bir zamanda, bir rüzgar gönderir. O rüzgarın dalgalanmasıyla, imanı olan hiçbir mümin kalmayacak, ruhunu teslim edecektir. Allah onlara rahmet eylesin."1

Dipnot:

1. Şerhüs-Sünne 15/90, Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582 (İmamı Busiri hadisin sıhhatine hükmetmiş); Kenzü'l-Ummal 15/229; Beyhaki, Şuab-ı İman 2/191; Mu'cemut-Taberani El-Kebir 3/3037.

35 Deccalin bir genci öldürüp tekrar dirilteceği doğru mudur?

Uzun bir hadisin soruda geçen kısmı şöyledir:

“... Deccal bir kavmin üzerine gelir ve onları dâvet eder. Onlar da ona iman edip kendisinin çağrısına uyarlar. Ardından semaya emreder, sema yağmur yağdırır. Yere emreder de, yer her türlü bitkiyi bitirir... Bir harabeliğe uğrar ve ona hitaben: ‘Hazinelerini ortaya çıkar’ diye emreder. Sonra yetişkin gençlik dolu bir civanmert çağırır. Onu kılıçla vurup, iki parça halinde keser. Parçalarını bir ok atımı mesafesi kadar birbirinden ayırır. Sonra, parçaladığı genci çağırır. O da hemen yüzü parıldayarak ve güler halde ona yönelir, gelir. ...” (Müslim, Fiten, 110)

Hadiste Deccal’ın kavimleri kendine tabi edeceği, semaya emredip yağmur yağdıracağı, yere emredip her türlü bitkiyi bitireceği, bir genci çağırıp öldüreceği, sonra tekrar dirilteceği, dirilen genci çağırdığında bu gencin gülerek kendisine geleceği şeklinde ifadesini bulan Deccal’ın “fevkalâde güç ve iktidarı”, Bediüzzaman’a göre, Deccal’ın temsil ettiği manevî şahsiyetin dehşet ve azametinden kinayedir. Şahs-ı manevîsinin dehşetli azameti, fevkalâde iktidarı ve olağan üstü gücü bu ifadelerle bildirilmiştir ki, işi ve icraatı tahrip olduğundan, gençlik şehvetini tahrik ederek gençleri zevk ve eğlencelerle güya diriltir, fakat maneviyat açısından öldürür ve her türlü bozgunculuğu yapar. (bk. Şualar, Beşinci Şua)

Çünkü tahribat kolaydır. İştiha ve şehvetleri tahrik eden icraatlar, nefisler taraftar olduğundan, çabuk yaygınlaşır ve kabul görür. O şahıs fevkalâde büyütülür. Azamî bir istibdat, azamî bir zulüm, azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket eder. Herkesin vicdanına, mukaddesatına ve hatta elbisesine kadar müdahale eder. Şahsında pek acaib ve harika bir iktidar bulunduğu meddahları tarafından yayılır.

Deccalın genci diriltmesi konusu başka şekillerde de anlaşılabilir. Bu hususta ulemadan hicri dördüncü asırda yaşamış el-Halimi, "EI Minhac" isimli eserinde farklı bir açıklama yapmaktadır. Ona göre deccalın insanı öldürdükten sonra diriltmesi bir çeşit tedavi yoluyla olacaktır. (Sarıtoprak, Zeki, Deccal, Yeni Asya Yayınları, s. 84)

Nitekim, Antibiyotik olan Penicilin bulunduğu zaman tıbba büyük bir kapı açılmıştı, tabi aynı zamanda inkarcılara da. Artık eskiden ölecek zannedilen, ölecek olarak bilinen hastalar antibiyotik'in kullanışıyla iyileşmekteydi. Herkesin başı dönmüştü, sanki ölüme çare bulmuşlardı. İnsanlık için tarihde az rastlanılan başarılardan birisi idi. İnkarcılık fikri de artık meydan okuyordu. Sanki artık ölüleri diriltiyorlardı, çünkü eskiden o hastalıktan ölen insanlar şimdi artık bir haftalık veya bir kaç haftalık tedaviden sonra eski sıhhatine kavuşuyorlardı. Her şeyi biliyoruz, her şeye bir çare buluruz zannına kapılmışlardı. Fakat aradan bu kadar sene geçmiştir, bugün insanlar artık bilgilerinin çok az olduğunu itiraf etmektedirler. Ve yeni hastalıklar çıkmaktadır, onlara karşı hiçbir tedavi yöntemi bulamamaktadırlar, yine en sonunda acizliklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Diğer taraftan sihir ve büyü ile insanların gözlerini boyayarak bir kişiyi ortadan ikiye ayırmış gösterebiliyorlar. Bazı Hadis-i Şerifler'de buna işaret vardır. Mesela bir Hadis-i Şerif'de, genç mü'mini kılıçla ikiye böleceği ifade edilirken, diğer bir Hadis-i Şerif'de testere ile ikiye böleceğini iki parçanın arasında yürüyeceğini ve kalk diyeceğini ve adamın tam olarak kalkacağını belirtmektedir. Başka bir Hadis-i Şerif'de deccal adamı ikiye böldükten sonra hempalarına: "Ben bunu diriltirsem Rabb'iniz olduğuma inanacak mısınız?" diye sorar. Sonra deccal deyneğini alıp her iki parçaya vurur, bunlar ayağa kalkarlar, dostları bu hali görünce onu tasdik ederler, sevgi izhar ederler ve onun Rabbleri olduğu hususunda kanaat sahibi olurlar. (Bu son rivayet zayıfdır). Bu Hadis-i Şeriflerden anlaşıldığına göre, bu Hadis-i Şerif'de belirtilenler durum bugünkü sihirbazlarda vardır, onlar da bazı insanları sihir yaparak güya ortadan ikiye bölerler, ayırırlar (insanların gözlerine öyle gösterirler), aradan geçerler sonra tekrar birleştirirler ve adamı kaldırırlar.

Âlimlerin bu açıklamasından başka kesin delile dayanan başka bir açıklama vardır. O da Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir:

"Allah kendisine hükümdarlık verdi diye (şımararak) Rabb'i hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Benim Rabb'im odur ki yaşatır, öldürür' demişti. (Nemrut) 'Ben de yaşatır, öldürürüm' dedi. İbrahim: 'Allah güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getir.' deyince inkar eden o adam (Nemrut) şaşırıp kaldı. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez." (Bakara, 2/258)

İşte bu Ayet-i Kerime'de Nemrut kendisinin de öldürüp dirilteceğini iddia etmektedir ve rivayetlere göre Nemrut öldürülmesi gereken kimseyi azad edip, bir suçsuzu da öldürmek suretiyle kendisinin güya diriltmeye ve öldürmeye kadir olduğunu Hz. İbrahim (as)'e söylediği rivayet edilir. Hz. İbrahim bu mevzuda onunla daha fazla tartışmayıp hemen diğer soruyu sormuştur ve o da şaşırıp kalmıştır. İşte deccalın da diriltmesi, Nemrut'unkinden pek farklı olmayabilir.

Konuyla ilgili rivayetler, sihre işaret ettiği gibi, aldatma ve kandırmaya da işaret etmektedir. Onun için başta Bediüzzaman olmak üzere bir çok alimler tevil etmişlerdir. Yoksa bu Allah'ın kudretini inkar değildir, böyle bir kâfirin eline böyle kuvvetli hüccet vermez kanaatından dolayıdır. Ayrıca Hadis-i Şerifler deccalın genç mü'mini öldürüp dirilttikten sonra kimseyi öldürüp diriltemeyeceğini bildirmektedir ki, bu ya onun sihrinin bozulacağını ve sahtekarlığının ortaya çıkacağını ya da Müslümanlara daha fazla zulmedemeyeceğine ve onların kurtuluşa ereceklerine işaret etmektedir.

Şu halde, Deccal'in elinden zuhur edeceği ifade edilmiş olan harikulâde hadiseler bir kısım te'vil ve izaha muhtaç müteşabih ifadeler olarak anlaşılmalıdır. Söz gelimi, "Deccal'in çıkacağı zamanda teknik ve ilmin gelişmesi sebebiyle, yağmurun yağdırılması, yerden insanlığın menfaatine pek çok şeyin kolayca elde edilebilmesi, bütün bunlara imkan veren ilim, teknik ve maddî gücün büyük ölçüde Deccal'le sembolleştirilen şer cephesini tutanların elinde olacağı, zamanla o sırları, Mehdi sembolü ile ifade edilen hayır cephesinin ele geçirerek mahvolmaktan kendilerini koruyacakları" şeklinde yorumlanabilir.

Ama  unutmayalım: Resulullah (asv)'ın istikballe ilgili ihbarları hep teşbihlidir. Yorum yapılırken hissedilen, zannedilen manada kesin hüküm verilmez, ihtimal olarak ifade edilir, gerçeği ise Allah bilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Deccal'ın özellikleri konusunda bilgi verir misiniz?

36 Kıyamet ile ilgili hadislerde Yahudilerle bir savaşın olacağı geçiyor mu?

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve sizi dininizde sabit kılar." (Muhammed, 47/7).

"Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar." (Al-i İmran, 3/160).

"Allah sizden iman edip güzel işler yapanları, kendilerinden önce gelen müminleri hâkim kıldığı gibi, onları da dünyada hâkim kılacağını, kendileri için beğenip seçtiği dinlerini tatbik etme gücünü vereceğini, yaşadıkları korkulu dönemin ardından kendilerini tam bir güvene erdireceğini kesin olarak vaad etmiştir. Artık onlar, yalnız bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Ama kim bundan sonra da nankörlük ederse, onlar artık yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir." (Nur, 24/55).

Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Allah'ın dinî yardım konusundaki ikramları, insanların liyakatine göre, dinlerine karşı gösterdikleri samimi duruşlarına göre söz konusu olacaktır.

Peygamberimiz (asm) de hadislerde görüldüğü gibi, ümmetini kıyametle korkutmuş ve hatta sahabelerden bile bir takım kimselerin kıyametten önce çıkacak olan Mehdiye yetişme arzusu içerisinde bulunanlar olmuştur. Ancak, Peygamberimiz (asm) onlara, başka konularda ümitler vererek ve vaatlerde bulunarak, korkularını ümide ve hizmete bağlamasını başarmıştır. Bu yüzden onların yaptıkları hizmetler ve fedakarlıklar sayesinde İslamiyet günümüze kadar gelebilmiştir. Eğer onlar, “Nasıl olsa kıyamet kopacak, çalışmaya ne gerek var.” şeklinde bir kanaate sahip olarak, her şeyi bırakıvermemişler, üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmişlerdir. Çünkü din, yeis ve tembelliği reddeder, çalışmayı ve akıllı davranmayı, hiçbir anının boş kalmamasını ve zamanı iyi değerlendirmeyi emreder.

Yüce Allah’ın, bütün dünyada İslam nurunun parlayacağına dair olan vaadi vardır:

“Allah'ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. Zira yine müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderen O’dur.” (Tevbe, 9/32-33) 

“Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.” (Yunus, 10/82.)

“Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette ona (Resûlüne) asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise, (Allah ona yardım ettiğine göre) artık o kimse tavana bir ip atsın; (boğazına geçirsin); sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu kimse baksın! Acaba, hilesi (bu yaptığı), öfke duyduğu şeyi (Allah'ın Peygambere yardımını) gerçekten engelleyecek mi?” (Hac, 22/15)

Elbette engellememiş ve Onun Peygamberinin yolunda olanlara yapacağı yardımı da engellemeyecektir. Çünkü Onun yolunda, dinine hizmet eden ve ne dünyevi, ne de uhrevi hiçbir makam, mevki ve ücret peşinde olmayan samimi müminler vardır ve olmaya da devam edecektir. Allah’ın yardımının sebeplerinden biri de, ihlas ve samimiyet olduğuna göre, şu anda bunlar da mevcuttur ve yardım gelecektir. Yine, Ona dua eden ve dinine hizmetten başka hiçbir maksadı ve gayesi olmayan, yaptığını da “yaptım” diye çalım satmadan, başa kakmadan yapanlar var. Bu sebepledir ki, ümidimizi ve imanımızı takviye etmek için, başka bir surede yukarıdaki ayeti konu ederek yüce Allah:

“Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O’dur.” (Saff, 61/8-9)

buyurmaktadır. Bu ayetlerde “Allah’ın nurunu söndürmek isteyen” kafirlere hitap edilerek, Allah ile başa çıkamayacakları vurgulanıyor.

Nitekim bu konuya işaretle, İmran bin Husayn (ra)’den nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden bir grup (taife), hak üzerine savaşmaya devam edeceklerdir. Onlar kendilerine meydan okuyanlara karşı muzafferdirler. Öyle ki, bunların sonuncuları Mesih-Deccal ile de savaşırlar.” [Ebu Davud, Cihad 4, (2484); Nesâî, Hayl, 1, (6, 214-215).]

Ve Allah’ın izniyle, diğerlerine olduğu gibi, onlara da galip gelirler. Nitekim başka bir hadiste buna işaretle şöyle denilmiştir;

“Ümmetimden bir grup, kıyamet kopuncaya kadar, Allah'ın yardımına mazhar olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyecekler.” [Tirmizi, Fiten 27, (2193)] 

Bu hadislerden İslam’ın hakim olacağı takvim de çıkmaktadır. Nitekim bu hadislerdeki bazı kelimelerin Ebcedi ve cifiri değerlerini hesaplayan Bediüzzaman, bu takvimi çıkararak, İslam’ın yeryüzüne hakim olacağını ve Müslümanların yakın bir zamanda başlayacak hakimiyetlerinin, Hicri 1506, Miladi 2075 yılına kadar devam edeceğini söylüyor. Tabii en doğrusunu Allah bilir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de bu hakimiyet Allah’ın mutlak ve kesin bir vaadi olarak anlatılmaktadır:

“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur, 24/55)

Bunun yeminle anlatıldığı bir surede ise şöyle buyuruluyor:

“Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır.' diye yazmıştık. İşte bunda, (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesaj vardır.” (Enbiya, 21/105-106.)

İnşallah bizi o, iyi kullardan ve verdiği mesajı alıp anlayanlardan sayar da vadini bizimle gerçekleştirir. Bütün bu vaatlerden dönmesi için Allah’ın ya aciz olması lazım, ya da sözünü tutmaması. Bunların ikisi de Allah için caiz değildir ve “Allah asla verdiği sözden dönmez.” (bk. Al-i İmran, 3:9, 194; Ra’d, 13:31; İbrahim, 14:47; Rum, 30:6; Zümer, 39:20)

Ayrıca, bu güne kadar bütün sistemleri deneyip mutlu olamayan ve teselli bulamayan beşer için bu bir kurtuluş yoludur ki, mahzun ve mükedder vicdanların gece gündüz tek duası budur. Bu duaya da yüce Allah er-geç icabet edecek ve gereğini yerine getirecektir:

"Hem nev'-i beşer, özellikle medeniyet fenlerinin ikazlarıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünkü beşer acizliğiyle beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyaçlara müptela ve sonsuza kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdat noktası, yalnız ve yalnız Âlemin Sanatkarını tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!.. Kalbin sedefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak…"

"Hem son defa günahlarına kefaret arayan hem de daha değişik gelişmeleri ve yenilikleri görmesi için insanlık alemine bu şansın verileceğini umuyoruz: Madem tekâmül meyli kâinatta beşerin fıtratında yaratılış olarak vardır. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatalarına kefaret olacak bir dünya saadetini de gösterecek inşallah…"

"Evet bakınız, zaman doğru bir çizgi üzerine hareket etmiyor ki, başlangıcı ve sonu birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak, inşallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz…"

"Yoksa zaten dünya burada kalmayacak, başlangıcını gördüğümüz terör ve ayaklanmalar, nükleer, biyolojik ve kimyasal savaşlar ortaya çıkacak ve kendi başına kendisi kıyameti koparacaktır: Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve Hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler."(Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye, s.24, 43, 50, 78.)

Gelecek de bir gün gelecek ve her gelecek yakındır. İnanıyoruz ve ümit ediyoruz. Zira bize denilmişti ki:

"Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılapları içerisinde en yüksek ve gür seda, İslam’ın sedası olacak; Kur’an’ın ve Sahib-i Kur’an’ın sedası olacaktır!"

İlave bilgi için tıklayınız:

Ahir zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında çıkacak bir savaştan bahsediyorlar. Yahudinin...

37 Kıyamet neden gizli tutulmuştur?

Semavi dinlerin mühim bir esası olan kıyamet hakkında Kur'an-ı Kerimde ve hadis-i şeriflerde geniş izahlar vardır. Bu izahlarda kıyametin çok yakın olduğu ve o günün dehşeti ifade edilerek insanların hazırlıklı olması teşvik edilmektedir.

Enes bin Malik'in rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün,

“Ben ve kıyamet günü şu iki parmak gibi yaratıldık.”(1)

 buyurmuş ve işaret parmağı ile orta parmağını birbirine bitiştirmiştir.

Peygamberimiz bu sözleriyle kıyametin çok yakın bir zamanda meydana gelebileceğine işaret ediyordu. Kur'an-ı Kerim'de “Kıyamet yakındır.” buyurulması ve Peygamber Efendimizin kıyametin çok yakın zamanda kopacağını bahsetmesi 1.400 sene geçtiği hâlde vuku bulmamış olması akla bir şüphe getirmemelidir. Çünkü kıyamet dünyanın eceli ile ilgili bir meseledir.

“Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baid (akıldan uzak) görülsün.”(2)

Ayet ve hadislerde Kıyametin tam zamanı bildirilmemekle beraber Peygamberimiz (a.s.m.) onun vaktine yakın zamanda meydana gelecek bazı hadiselerden ve alametlerden bahsederek, mü'minleri devamlı uyanık tutmaya ve hazırlıklı bulunmaya teşvik etmiştir.

Kıyametin kopmasının gizli tutulmasının sebep ve hikmetlerine gelince;

Bunun pek çok hikmetleri vardır. Nasıl ki, insana öleceği zaman bildirilmiş olsaydı, hayatının yarısını iman ve İslam şuurundan mahrum olarak tam bir gafletle yaşayacak, yarıdan sonra ise adım adım darağacına giden bir idam mahkumu gibi ölümünü bekleyerek müthiş bir ızdırap duyacak ve azap çekecekti.

Musibet ve felaketlerin insanoğlu için gizli kalmasında da aynı hikmet vardır. Çünkü vakti belli olan bir felaketi beklemek, o musibeti yaşamaktan daha fazla ızdırap ve işkence verecektir.

İşte bunun gibi pek çok hikmetler için kıyametin vakti insanlar için gizli kılınmıştır.

Her insan için ecel ne ise, bütün bir insanlık için de kıyamet odur. Şualar'da Bediüzzaman bu mevzu ile ilgili olarak şu mealde izahlara yer verir:

Dünyanın eceli ve ölümü olan kıyametin vakti belli olmuş olsaydı, İlk ve Orta Çağda yaşayan insanlar ahiret düşüncesinden habersiz bir şekilde gaflet içinde yaşamış olacaklardı. Ve son çağın insanları da kıyamet vaktini beklemenin dehşeti içinde, dünya hayatının huzurunu ve lezzetini alamayacaklardı.

Şayet kıyamet vakti belli olmuş olsaydı, bir kısım iman hakikatleri apaçık bir şekilde ortaya çıkacak, herkes ister istemez tasdik edecek; netice olarak da teklif, imtihan ve iman sırrı kaybolacaktı. İşte bunun gibi pek çok maslahatlar için, kıyametin vakti gizli kalmış ve herkes, her dakikada hem ecelini, hem de hayatının devamını düşünebilmiştir. Böylece ne dünya hayatı ne de ahiret ihmal edilmemiştir.(3)

Kıyamet gününün gizli kalışı, kıyametin kopuşuna kadar devam edecektir. Ne zaman ki, güneş doğu yerine batıdan doğacak, artık insanlar için imtihan meydanı ve tövbe kapısı kapanacak, herkes kıyametin kopacağına yakinen inanacaktır. Ancak o vakitten sonra yapılacak pişmanlık ve edilen iman da fayda vermeyecektir.

Kaynaklar:

1. Müslim, Fiten:135.
2. Sözler, s. 318
3. Şualar, s. 488.

38 "Müslüman İseviler" ve "Ahir zamanda Hristiyanlığın İslam'la birleşmesi ve omuz omuza gelmesi" ifadeleri ne demektir, nasıl anlaşılmalıdır?

Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinin girişinde bazı hayat tabakasından bahseder: Bunlardan birincisi tüm insanların şu an yaşadığı hayat tabakasıdır. İkincisi ise Hz. Hızır'ın yaşadığı hayattır. Bediüzzaman bu hayatı "... bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir..." şeklinde açıklar. Üçüncüsü ise Hz. İsa (as)'ın bulunduğu hayat tabakasıdır.

Üstad Bediüzzaman bu hayatla ilgili şu önemli açıklamaları yapmıştır:

1. Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa (as)'ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından (gerekli olanlar) tecerrüd (ayrılma, temizlenme) ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek, nuranî bir letafet kesbeder (güzellik kazanır). Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. (Mektubat, Birinci Mektup, s. 6)

Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa'nın insanların hayatlarını devam ettirmek için gerek duydukları her şeyden uzaklaştığını, meleklerinkine benzer bir hayata kavuşup nurani bir güzellik kazandığını ifade etmektedir. Hz. İsa'nın, bir yıldız gibi parlayan ve eşsiz güzellikte olan dünyadaki bedeniyle gökyüzünde bulunduğunu açıklamaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi'nin dikkat çektiği bir diğer önemli konu ise, Hz. İsa'nın ikinci kez dünyaya gelişi hakkında şüphe içinde olan çevrelerdir. Bediüzzaman açıklamalarında tüm kainatı yoktan var eden, her şeye kadir olan Rabbimiz'in Hz. İsa'yı ikinci kez dünyaya getirmeye muktedir olduğunu hatırlatmaktadır.

2. "Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan (ruhlar aleminden) gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını (ruhlarını) cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa aleyhisselâm'ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi (güzel netice) için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak değil... belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için (gerektiği için) va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 56-57)

Bediüzzaman bu sözünde melekleri insan suretinde yeryüzüne gönderen, kainattaki bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm boyutların tek sahibi olan, alemlerin Rabbi olan Allah'ın Hz. İsa'yı da istediği surette yeniden dünyaya geri getirebileceğini söyler. Hz. İsa'nın böyle önemli bir dönemde ve böyle şerefli bir görev için yeniden dünyaya geleceğini vaat eden Rabbimiz, mutlaka vaadini yerine getirecektir.

Hz. İsa Geldiğinde İmanın Nuru ile Tanınır

1. Hz. İsa'nın dünyaya ikinci kez geldiğinde nasıl tanınacağı hususu her zaman merak konusu olmuştur. Bediüzzaman eserlerinde bu konuyu da açıklamakta, Hz. İsa'nın imanın nuru ile tanınacağını söylemektedir. Üstad'ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise, Hz. İsa'yı herkesin tanıyamayacağı, sadece ona yakın olan kişilerin ve imanda derinleşmiş olanların onu tanıyabilecekleridir.

"Hazret-i İsa aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb (yakınları) ve havassı (dindarlar ve manevi derecesinde yüksekler), nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet (aşikarlık) derecesinde herkes onu tanımayacaktır." (age.)

2. Bediüzzaman bir diğer açıklamasında Hz. İsa'yı tanıyanların sayıca çok az olacaklarından, dünya üzerindeki dinsiz güçlerin çok daha güçlü olacağından bahsetmektedir:

"Rivayette var ki: -İsa aleyhisselâm Deccal'ı öldürdüğü münasebetiyle- 'Deccal'ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu' gösterir. Bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: İsa aleyhisselâm'ı nur-u iman ile tanıyan ve tâbi' olan cemaat-ı ruhaniye-i mücahidînin kemmiyeti (miktarı), Deccal'ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir." (Şualar, Beşinci Şua, s. 588-589)

Bediüzzaman bu sözleriyle Hz. İsa'ya tabi olacak olan cemaatin ilk başlarda sayıca az olacağına dikkat çekmektedir.

"...Deccal'ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına...": Bediüzzaman bu ifadeyle Hz. İsa'nın karşısında yer alacak olan dinsiz güçlerin hem eğitim kadroları, hem askeri güç, hem de maddi açıdan çok güçlü olacaklarını belirtmektedir. Bu eğitim merkezlerinde insanları din ahlakından uzaklaştıran, dinsizliğe teşvik eden bir öğrenim verilirken, askeri kadrolar da aynı dinsiz fikir sistemlerinin yaygınlaşması için çaba sarf etmektedirler.

"...cemaat-ı ruhaniye-i mücahidînin...": Bu ifadeyle Hz. İsa'ya tabi olan topluluğu tarif etmektedir. "Cemaat" ifadesiyle bu kişilerin birarada olduklarına, birlikte hareket ettiklerine işaret edilmektedir. Bu "cemaat" dinsiz güçlerin hakim olduğu yerlerde din ahlakını hakim etmek için büyük bir çaba sarf edecek, ihlasla Allah yolunda çalışacaktır. Eğitim sisteminde ve askeri kadroların yardımıyla oluşturulan dinsiz anlayışı etkisiz kılmak için büyük bir fikri mücadele yürütecektir. "Ruhani" ifadesi ise, bu cemaattekilerin samimi iman etmiş, olayların görünen yönlerinin yanısıra batıni yönlerini de yaşayan bir topluluk olduğuna dikkat çekmektedir. "Mücahidin" kelimesi ise bu cemaatin Allah yolunda çaba sarf eden, Allah'ın dinini yaymak için dünya çapında büyük bir tebliğ faaliyeti yürüten bir topluluk olduğuna işarettir.

Hz. İsa İslam Diniyle Hükmedecek, Kur'an'a Tabi Olacak

Bediüzzaman Said Nursi, dinsiz ideolojilerin hakim olduğu böyle bir dönemde Hz. İsa'nın yeniden dünyaya döneceğini müjdelemektedir. Üstad'ın aşağıdaki sözlerinde haber verdiği gibi, Hz. İsa (as) yeryüzüne ikinci kez gelişinde Kur'an'la hükmedecek, Kur'an'a tabi olacaktır. Hristiyanlık ile Müslümanlık birleşerek dinsizlik akımına karşı Kur'an ahlakını yaşayarak üstün geleceklerdir. Risale-i Nur'da bu konuyla ilgili aktarılanlar şöyledir:

1. "Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (ASM) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfrîye (inkarcı hareket) ve inkâr-ı uluhiyete (Allah'ı inkar) karşı İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa (as), İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal'ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek." (Mektubat, s. 6)

"...felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete (Allah'ı inkar) karşı...": Bediüzzaman Hz. İsa'nın Darwinizm'in meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah'ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

"... İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği...": Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa'nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa'nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hristiyanlığı tüm batıl hurafelerden temizleyecek ve daha sonra da İslamiyete dönecektir.

Böylece Hristiyanlar ve Müslümanlar birlik olup, dünya üzerinde çok büyük bir güç oluşturacaklardır. Hz. İsa bu dinsiz sistemin bütününü ifade eden Deccal'i öldürecek, inkarcı sistemleri tamamen yeryüzünden kaldıracaktır.

2. "İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazreti İsa (as)'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i ilahiyetinin semasından nuzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi (saflaşacak) edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir..." (Mektubat, s. 53)

Bediüzzaman yukarıdaki sözünde dinsizliği temsil eden Deccal'in görünürde çok kuvvetli olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu dönemde Hz. İsa Allah'ın rahmeti sayesinde tekrar yeryüzüne gelecek ve böylece gerçek Hristiyanlık ortaya çıkacaktır. Daha önce de vurguladığımız gibi, Hz. İsa'nın ilk yapacağı şey, vahyedilmesinden sonra çeşitli tahrifata uğrayan Hristiyanlık dinini aslına döndürmek, tüm batıl uygulamaları, sapkın inanışları, aslı olmayan uygulamaları, gereksiz gelenek ve kuralları ortadan kaldırmak olacaktır. İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa'dır. Böyle bir değişim de bugüne kadar gerçekleşmemiştir.

"...hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir...": Hristiyanlığın saf haline dönerek vahyedildiği özüne geri dönüşünden sonra, Allah'ın son hak dini ve Allah katında tek geçerli din olan İslam'ın gerçekleriyle birleşecek ve İslam'a dönüşüme başlayacaktır.

3. "Ve Kur'an'a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık [Hz. Muhammed (asm)], bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır." (age.)

"...Kur'an'a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak..": Hristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan bu dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kur'an'a tabi olmakla neticelenecek. Hz. İsa'nın şahsı ve ona tabi olan Hristiyanlık İslam'a tabi olacak.

"...Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak...": Hz. İsa öncülüğündeki Hristiyanlık Kur'an'a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacak. Çünkü günümüzde dünyanın en büyük iki dini olan Hristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler. Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren yok edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran, bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten materyalist felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

"...cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini...": İki dinin ittifakı ve Hristiyanların Kur'an'a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek,. bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa'nın yeryüzüne gelip, bu hareketin başına geçeceğini Peygamberimiz (asm)'in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bir bilgi olduğunu söylemiştir.

Hz. İsa'nın Dinsiz Akımlarla Olan Mücadelesi

Bediüzzaman Said Nursi ahir zamanla ilgili olan açıklamalarında, iki felsefi akımın yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağını ve bu akımların dinsizliği hakim kılmak için çaba sarf edeceklerini vurgular. Bu akımlardan birincisi İslam ahlakını içten tahrip etmeye çalışacaktır. İkincisi ise Allah'ı açıkça inkar eden, maddenin ezelden beri var olduğunu, sonsuza kadar da var olacağını öne süren ve canlılığın cansızlıktan tesadüfen ortaya çıktığını savunan maddeci ve tabiatçı anlayış, yani materyalizm ve natüralizmdir. (Natüralizm, Darwin'in evrim teorisinin felsefi boyutu olarak da bilinir.)

Bu tanımlama elbette Allah'ın varlığını inkar eden bütün fikir akımlarına da temel teşkil etmiştir. Materyalistler tarihin en eski çağlarından beri bütün hak dinlere karşı cephe almışlar, bu yolda karşılarına çıkanlarla mücadele etmiş, halklara zulmetmiş, savaşlar çıkarmış, her türlü yozlaşmanın en ön safhalarında yer almışlardır. Hz. İsa (as) da yeryüzüne tekrar döndüğünde bu materyalist ve Darwinist anlayışla mücadele edecek ve Allah'ın izniyle onlara karşı galip gelecektir.

1. Bediüzzaman, Külliyat'ında bu materyalist akıma şöyle dikkat çekmektedir:

"Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe ahir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir... Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet (İlahlık) verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma (ölülerle haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş) ve manyetizmanın (bazı hareketlerle başkasını etkileme-hipnotizma) hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane surî (dış görünüşe ait) hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 56)

Bediüzzaman bu sözünde tabiiyyun ve maddiyyun felsefelerinin toplum üzerindeki yıkıcı etkileri üzerinde durmaktadır. Üstad'ın "tabiatçılık yani tabiata tapma ve maddecilik yani sadece maddenin varlığını kabul etme hastalığı" olarak tanımlayabileceğimiz bu ifadesi, dinsizliğin temelini oluşturan materyalizm ve Darwinizm'e dikkat çekmektedir. Ahir zamanda bu iki felsefe maddeci felsefe vasıtasıyla tüm dünyada yayılacak, Allah'ın varlığını açıkça inkar eder bir hal alacaktır. Bu akımların mensupları Allah'ın sonsuz güç ve kudretini inkar edip, kendilerinin müstakil güçlere sahip oldukları vehmine kapılırlar.

2. Bediüzzaman Deccal ve oluşturduğu dinsiz kuvvet ile ilgili şu tariflerde bulunmaktadır:

"Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber (karma karışık) eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa (as)'ın din-i hakikîsini İslâmiyet'in hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa (as)'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak." (Mektubat s. 441)

"... inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber...": Bediüzzaman, Deccal ve onun temsil ettiği dinsiz akımları "Allah'ın varlığını inkar amacıyla medeniyeti ve insanların mukaddesatlarını karıştıran" bir birlik olarak tanımlamaktadır.

"... Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyet'in hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet...": Tüm bozulmalardan arındırılan gerçek Hristiyanlığın İslam dini ile birleşmesi için samimiyetle, fedakarane çaba sarf eden Hz. İsa (as)  ve samimi İsevileri Bediüzzaman "Müslüman İseviler" olarak tanımlamaktadır. Hz. İsa (as) önderliğindeki bu Müslüman İseviler cemaati, Üstad'ın Deccal şahs-ı manevisinde tanımladığı dinsiz fikir sistemlerini ortadan kaldıracaktır.

3. "O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz." rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavî ve ulvî, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur'aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa (as)'ın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir." (Şualar, Beşinci Şua, s. 581)

Bediüzzaman bu hikmetli sözünde Deccal'i ancak Hz. İsa'nın yok edebileceğine işaret eden hadislere dikkat çekmiştir. Deccal'in yerleşik düzenini, saldırgan rejimini ortadan kaldıracak olan, dinsizliği insanlar arasında yaymak ve mukaddesatı bozmak olarak tarif edilen mesleğini bozacak olan Hz. İsa, ona tabi olan samimi İseviler ve hurafelerden sıyrılıp Kur'an'a teslim olan Hristiyanlardır. Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişi ile Deccal'in dinsiz mesleği ölecektir.

"o dinsiz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir": Bediüzzaman burada çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Önemli olan dinsizliği insanlar arasında yaymak için çaba sarf eden insanları teker teker fikren etkisiz hale getirmek değil, dinsiz akımların yaşamasına imkan veren, olara sözde dayanak sağlayan tüm fikri sistemlerin ortadan kaldırılmasıdır. Yoksa kişilerin teker teker fikren etkisiz hale getirilmesi çok kolaydır.

4. "Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî (inkarcıların inkarlarını artıran olay) hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal'ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu'cizatlı ve umumun makbulü bir zât olabilir ki: O zât, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa (as)'dır."(age.)

Bediüzzaman bu sözünde de çeşitli kandırmacalarla, aldatmacalarla insanların inkarlarını daha da artırmak için çaba sarf eden dinsiz akımları ortadan kaldırabilecek, kendisine meslek edindiği bu çabasından Deccal'i döndürebilecek tek kişinin Hz. İsa olduğunu belirtmektedir.

5. "Büyük Deccal, şeytanın iğvası (aldatma) ve hükmü ile şeriat-ı İseviye'nin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini (sosyal hayat) idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder."(age., s. 593)

Bediüzzaman dünya üzerindeki dinsiz fikir sistemlerinin tümünü birden tanımlamak için kullandığı Deccal'in, İseviliğin tüm dini hükümlerini ortadan kaldırmayı, sosyal hayatı düzenleyen tüm manevi bağlarını bozarak bu kişileri bozgunculuğa, isyankarlığa ve anarşizme teşvik eden bir akım olduğunu belirtmektedir.

6. Bediüzzaman, Hz. İsa ve onunla birlikte olan İseviler'in dinsiz akımları yokedişini ise şu şekilde tanımlamaktadır:

"Şahs-ı İsa (as)'ın kılıncı ve maktul olan şahs-ı Deccal'in, teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizlik azametli heykeli ve şahs-ı manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevi'nin hakikatini hakikat-i İslamiye ile mezcederek (karıştırarak) o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek..."(age., s. 493)

"dehşetli maddiyunluk ve dinsizlik azametli heykeli": Bediüzzaman bu sözleriyle dünyanın dört bir yanını etkisi altına almış olan maddeci akımları çok büyük bir heykele benzetmektedir. Bu heykel söz konusu akımların yerleşik ve kuvvetli olduklarına bir işaret olabilir. Büyük bir heykeli yıkmak, yerinden sökmek oldukça zordur. Ancak bu heykelin yıkılmasıyla maddiyunluk ve dinsizlik hem maddi hem de manevi olarak ortadan kalkacaktır.

"din-i İsevinin hakikatini hakikat-i İslamiye ile mezcederek": Hz. İsa ikinci kez dünyaya geldiğinde Allah'ın son kitabı olan Kur'an'a tabi olacak, bozulmuş olan Hristiyanlığı gerçek haline döndürüp gerçek İslam'la birleştirecektir.

"o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek": Allah'ın iki hak dini birleştiğinde geniş anlamda çok büyük bir güç kazanacaktır. Dünyanın dört bir yanında hakim ideoloji olan materyalizmi fikren mağlup edecekler ve insanlar üzerindeki bütün etkisini yok edecekler.

Bediüzzaman Said Nursi, Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez dönüşünü anlattığı tüm açıklamalarında, onun o dönemdeki tüm inkarcı sistemleri ortadan kaldıracağına ve bunu yaparken de Müslümanlarla birlikte hareket edeceğine işaret etmektedir. Hz. İsa (as), İslam dünyasındaki samimi Müslümanlarla birlik olup, inkarcı sistemin zulmünü ortadan kaldıracaktır.

Hz. İsa ve İseviler Deccal'i, Dinsizliği ve Maddeciliği Yok Edecek

"Şahs-ı İsa Aleyhisselam'ın kılıncı ve maktul olan şahs-ı Deccal'in, teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizlik azametli heykeli ve şahs-ı manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatini hakikat-i İslamiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek..." (age.)

İsevilik, Hz. İsa'nın Öncülüğünde İslamiyet ile Birleşecek

"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazreti İsa (as)'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i ilahiyetinin semasından nuzul edecek; hal-i hazir Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi (saflaşacak) edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir..."

"Ve Kur'an'a inkida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o dini hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in vadine istinad ederek haber vermiştir. Maden haber vermiş, haktır; maden Kadir-i Külle Şey va'detmiş elbette yapacaktır." (Mektubat, s.53-54)

"Rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdüğü münasebetiyle- 'Deccal'ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu' gösterir. Bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâm'ı nur-u iman ile tanıyan ve tâbi' olan cemaat-ı ruhaniye-i mücahidînin kemmiyeti, Deccal'ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir. "(Şualar, s.588-589)

"Âhirz amanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulüne ve Deccal'ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur'an feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak bir tek misal beyan ederiz. Şöyle ki:"

"Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal ile mücadelesi zamanında, Hazret-i İsa Aleyhisselâm onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıncı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücudça o derece Deccal'ın heykeli Hazret-i İsa'dan büyüktür, diye mealinde rivayet var. Demek Deccal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir. Bu rivayetin zahirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafî olduğu gibi, nev'-i beşerde câri olan âdetullaha muvafık düşmüyor."

"Halbuki bu rivayeti, bu hadîsi, -hâşâ- muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât ve o zahiri ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadîsin bir kısım hakikatlarını gözleri gördükleri halde daha intizar eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o hadîsin bu zamanda da ayn-ı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddid manalarından bir manası çıkmıştır. Şöyle ki:"

"İsevîlik Dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükûmet ile, resmî ilânıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis menfaati için İslâmlarda ve Asya'da dinsizliğin intişarına tarafdar olan fitnekâr ve cebbar hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı manevîsi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün tarafdarları da bir şahs-ı manevîsi tecessüm eylese, üç cihetle, bu müteaddid manaları bulunan hadîsin, bu zaman aynen bir manasını gösteriyor. Eğer o galib hükûmet netice-i harbi kazansa, bu işarî mana dahi bir mana-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mana-yı işarîdir."

"Birinci Cihet: Din-i İsevî'nin hakikîsini esas tutan İsevî Ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında bir çocuk kadar da olamaz."

"İkinci Cihet: Resmî ilânıyla, Allah'a istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyet'i ve İslâmları himaye edeceğim diyen bir hükûmet yüz milyon küsur iken, dört yüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete ve dört yüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çin'e ve Amerika'ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibane, öldürücü darbe vuran o hükûmetteki muharib cemaatin şahs-ı manevîsi ile, mücadele ettiği dinsizlerin ve tarafdarlarının şahs-ı manevîleri tecessüm etse, yine minare boyunda bir insana nisbeten küçük bir insanın nisbeti gibi olur. Bir rivayette, 'Deccal dünyayı zabteder' manası; ekseriyet-i mutlaka ona tarafdar olur demektir. Şimdi de öyle oldu."

"Üçüncü Cihet: Eğer Küre-i Arz'ın dört kıt'aları içinde en küçüğü olan Avrupa'nın ve bu kıt'anın da dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi; ekser Asya, Afrika, Amerika, Avusturalya'ya karşı galibane harbederek Hazret-i İsa'nın vekaletini dava eden bir devletle beraber dine istinad edip çok müstebidane olan dinsizlik cereyanlarına karşı semavî paraşütlerle muharebe ve mücadele eden o hükûmet ile ötekilerin şahs-ı manevîleri insan suretine girse; ceridelerin eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuvvetlerini ve hükûmetlerin derecelerini göstermek nev'inden o manevî şahıslar dahi rûy-i zemin ceridesinde, bu asır sahifesinde birer insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül etseler; aynen ve tam tamına hadîs-i şerifin mu'cizane ihbar-ı gaybî nev'inden beyan ettiği hâdise-i âhirzamanın müteaddid manalarından tam bir manası çıkıyor. Hattâ şahs-ı İsa'nın (A.S.) semavattan nüzulü işaretiyle bir mana-yı işarîsi olarak, Hazret-i İsa'yı (A.S.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir bela-yı semavî gibi nüzul ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. Hazret-i İsa'nın nüzulünün maddeten bir misalini gösteriyor."

"Evet o hadîs-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavî nüzulü kat'î olmakla beraber; mana-yı işarîsiyle başka hakikatları ifade ettiği gibi, bu hakikata da mu'cizane işaret ediyor. Küçük Hüsrev olan Feyzi ve Emin'in suali ve ilhahlarıyla bazı bîçarelerin imanlarını şübehattan muhafaza niyetiyle bu mes'eleye dair yalnız bir-iki-üç satır yazmak niyet edip başlarken, ihtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı. Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık. Kusura bakmayınız, bu fıkrada tashihe ve dikkate vakit bulamadık, müşevveş kaldı." (Kastamonu Lahikası, s. 80-82)

"Dördüncü sualinizin meali: Âhir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: 'Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.' Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?"

"Elcevab: Hadîs-i sahihte rivayet edilen: 'Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal'ı öldüreceğini' imanı zaîf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikatı izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki:"

"O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:"

"Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır."

"İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur."

"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır..." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s.56-57)

"Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarîkatları, asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş'et etmiştir. Meselâ: İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir." (Sözler, s.334)

"İncil'in bir yerinde, İsa Aleyhisselâm demiş: 'Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin.' Acaba Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i İsa Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben, onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim..."

"Evet İncil'de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini ve o zâtı da bazı isimler ile yâdediyor. O isimler, elbette Süryanî ve İbranîdirler. Ehl-i tahkik görmüşler. O isimler, "Ahmed, Muhammed, Fârik-un Beyn-el Hakk-ı Ve-l Bâtıl" manasındadırlar. Demek İsa Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan beşaret veriyor." (Mektubat, s.171) 

"Sual: Eğer desen: "Neden Hazret-i İsa Aleyhisselâm, her nebiden ziyade müjde veriyor; başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sureti azdır."

"Elcevab: Çünki Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm, İsa Aleyhisselâm'ı Yahudilerin müdhiş tekzibinden ve müdhiş iftiralarından ve dinini müdhiş tahrifattan kurtarmakla beraber.. İsa Aleyhisselâm'ı tanımayan Benî İsrail'in suubetli şeriatına mukabil, sühuletli ve câmi' ve ahkâmca Şeriat-ı İseviye'nin noksanını ikmal edecek bir şeriat-ı âliyeye sahibdir. İşte onun için çok defa, "Âlemin Reisi geliyor!" diye müjde veriyor." (age.)

"Bu kıyasın, Birinci İşaret'teki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünki Din-i İsevî'de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a'zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzib çıkmaz. Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar." (Mektubat, s.435)

"Şimdiki Hristiyanlık dini ise; 'Velediyet Akidesi'ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz'in esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünki gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor." (age., s.437)

"Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak." (age., s.441)

"İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: 'Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.'" (age., s.470)

"Hazret-i İsa (A.S.) gibi kılınçsız değil, belki sahib-üs seyf bir peygamber gelecek, cihada memur olacak ve onun sahabeleri dahi, kılınçlı ve cihada memur olacaklardır. O kadîb-i hadîd sahibi, reis-i âlem olacak. Çünki İncil'in bir yerinde der: 'Ben gidiyorum, tâ âlemin reisi gelsin.' Yani: Âlemin Reisi geliyor. Demek oluyor ki; İncil'in bu iki fıkrasından anlaşılıyor ki: Sahabeler, çendan mebdede az ve zaîf görünecekler. Fakat çekirdekler gibi neşvünema bularak yükselip kalınlaşıp kuvvetleşerek, küffarın gayzlarını onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılınçlarıyla nev'-i beşeri kendilerine müsahhar edip, reisleri olan Peygamber'in (A.S.M.) ise, âleme reis olduğunu isbat edecekler. Aynen şu Sure-i Feth'in âyetinin mealini ifade ediyor." (Lem'alar, s.32)

"Birinci Nokta: İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes'eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu'cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur'aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş'in mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar." (Şualar, s. 579)

"Nasıl ki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz."(age., s. 593)

"On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum. Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir. Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir." (Kastamonu Lâhikası 111)

"Kelâm'ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid'a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa'nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa mes'eleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali'nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müdhiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz." (Emirdağ Lâhikası-I, s.211)

"Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur." (Emirdağ Lâhikası-II, s.244)

"Hazret-i İsa Aleyhisselam'la Deccal hakkındaki Ehâdîs-i müteşabiheden bir Hadîsin üç cihetle hakikî te'vilini beyan ve izah eden Mehmed Feyzi ve Emin kardeşlerimizin mübarek fıkralarını Sabri kardeşim göndermiş, bu gün aldım, okudum. Bu Hadîs-i Şerîfin meâline ve hakikî te'villerine o kadar muhtaç imişim ki; kızgın kum sahralarında senelerden beri susamışlara âb-ı hayat uzatır gibi ruh ve kalbim bir taze hayat buldu, derinden derine nefes aldım, bütün letâiflerim sürurla doldu, zâhirî cesedimden mânevî kalbime kadar sirayet etti. Sevgili Üstâdımız, talebelerini; ve Kastamonulu kardeşlerimiz de bizleri lütuflariyle doyurduklarından, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükrettim. Başta sevgili Üstadım, Risalet-ün-Nurun kerâmetine ve bu fıkranın feyzine bakan üç ikram ile karşılaştık." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.45)

"Bu kıyasın, Birinci İşaret'teki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünki Din-i İsevî'de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a'zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzib çıkmaz. Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar." (Bediüzzaman Cevap Veriyor, s.141-142)

"Hem sen 'Ben de Firenk gibi olacağım.' diyemezsin ve Firenk gibi olamazsın. Çünki bir Firenk, Muhammed (A.S.M.) Hazretlerini kabul etmezse de İsa ve Musa (Aleyhimesselâm'ı) veya sair enbiyaların birini bir derece her nasılsa kabul eder. Sen ise Nebi-yi Âhirzaman Aleyhissalâtü Vesselâm Hazretlerinin zincirinden çıktığın ve derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacak. Ve senin ruhunda hiçbir kemalât ve ahlâk-ı âliyeye yer kalmayacak. Meğer insaniyetini söndürüp, zaman-ı hal ile mukayyed sırf bir hayvan olabilesin." (Nur'un İlk Kapısı, s.147)

39 Hz. Mehdi gerçekten gelip İslam'a hizmet edecek mi? Mütevatir hadisler ne demektir?

Cevap 1:

Mehdi ve Deccal'la ilgili hadislere ve bizzat hadislerin açıklamasına geçmezden önce, birbiriyle alâkalı ve hatta birbirini tamamlayıcı mahiyette olan iki tâbiri öncelikle açıklamada fayda umuyoruz.

Deccâl ve Mehdî tabirleri birbirinden ayrılmadığını ve hatta birbirini tamamladığını söylerken mübalağa etmiş değiliz. Birçok hadislerde bunlar beraber zikredilirler. Mehdî, Deccâl sebebiyle vardır. Yani O, Deccâl'in tahribatını telâfi etmek için gelecektir. Hadislerde otuz kadar yalancı Deccâl'in çıkacağı ifade edilir. Ancak Mehdi'nin sayıca çokluğundan söz edilmez. Fakat her asırda müceddid geleceği belirtilir.

Diğer taraftan, bazı rivayetlerde Hz. İsa (as)'ın müceddid ve Mehdî olduğu ifade edilir. Şu halde sâdece iki değil, bazı durumlarda dört tabirin iç içe sokularak, meselenin muğlaklaştırıldığı görülür, istikballe ilgili ihbarlarda Şâri'in muttarid usûlü, bu mübhemliktir. Böylece bu tabirlerde müşahhas bir şahıstan ziyade mücerred bir mefhum, her asra, pek çok kimseye tatbîk edilebilecek bir şahs-ı manevî mahiyeti kazandırılmış olmaktadır. Bu tabirleri şöyle açıklayacağız:

Müceddid inancı:

Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam:

"Allah, bu ümmet için her yüz senenin başında, dini tecdîd edip yenileyecek kimse(ler) gönderecektir."

buyurmaktadır. Bu hadisin mucibince, daha ilk asırdan itibaren müceddid beklenmiş, birinci asır müceddidi olarak Ömer Ibnu Abdilaziz kabul edilmiş; çeşitli şahıslar müteakip asırların müceddidi bilinmiştir. Bunların isimlerini ve muhtelif münâkaşaları burada vermek konumuzun dışına çıkmak olur. Ancak, müceddid mevzuunda Müslümanlarca beslenen telakkiyi, bir başka deyişle müceddide izafe edilen vasıfları az sonra ortaya koyarken anlamada yardımcı olmak üzere, Buhârî şârihlerinden Bedrü'l-Aynî’nin bir açıklamasını burada aynen vermede fayda mülâhaza ediyoruz:

"... Nevevî Tehzîbü'l-Esmâ'da der ki: "Alimler, birinci asır müceddidi olarak Ömer (İbnu Abdilâziz)'i, ikinci asırda Şâfi'î'yi, üçüncü asırda Ali İbnu Şureyh'i -Hafız ibnu Asâkir, üçüncü asır için Ebu'l-Hasanı'I-Eş'ari'yi teklif etmiştir. Dördüncü asır için Ali İbnu Ebi Sehl eş-Şu'luki'yi, -bu asır için Bakillânî'yi, Ebu H'âmid-el-İsferâyînî'yi de zikredenler olmuştur- beşinci asır için Gazâlî'yi zikretmişlerdir."

"Kirmanı de şunları söyler: "Müceddid mevzuunda yakın söz konusu değildir. Bu sebeple, müceddid olarak Hanefîler için ikinci asırda Hasan İbnu Ziyâd, üçüncü asırda Tahâvî ve bunların emsalleri; Mâlikîler için ikinci asırda Eşhab vs.; Hanbelîler için üçüncü asırda Hallâl, beşinci asırda er-Râğunî vs.; Muhaddisler için ikinci asırda Yahya İbnu Ma'în; üçüncü asırda Nesâî vs.; iktidar sahipleri için el-Me'mûn, el-Muktedir, el-Kaadir; Zahidler için, ikinci asırda Marufu l-Kerhî, üçüncü asırda eş-Şiblî vs. mevcuttur. Hadîs-i şerifte dinde tashih (düzeltme, tecdît) yapacak kimseye delâlet eden "men" (kimse» kimseler mânâsına gelir), müteaddide (yani sayıca çokluğa) muhtemel olması sebebiyle bu sayılan grupların hepsinden din hizmeti (tashîhu'd-dîn) vâkidir. 'Nitekim her asrın sonlarında dinin emrini ikâme edip tashihte bulunanlar olmuştur."

Bu iktibasın da yardımıyla Müslümanlar arasında müceddid hususunda şöyle bir telakkinin yerleştiği kesinlikle söylenebilir:

1. Müceddid, dine müteallik zahirî ve bâtınî ilimlerin âlimidir, sünneti bid'atten temizler, ilmi yayar ve ilim ehline yardımcı olur. Bid'at ehline karşı kor, onları zelil kılar.

2. Her yüz senede gelecek mezkûr müceddidin bir kişi olması gerekmez, aynı zamanda farklı yerlerde, çok sayıda müceddid gelebilir

3. Her grup (kavim) kendi büyüğünü (imâm) hadiste vaadedilen mezkûr müceddid bilmiştir. Halbuki bu mânâ her taifenin, müfessir, muhaddis, fakîh, nahivci, lügatçi, vs. her sınıftan büyüklere şâmildir.

4. Mezkûr müceddid, asrında kesin olarak "müceddid" diye bilinemez, muasırları, onun izhâr ettiği ahvâlin karînesine dayanarak zann-ı gâlible müceddid olduğuna hükmederler.

5. Tecdîdden maksad, Kitap ve Sünnet'in amelde ihmâle uğrayan hükümlerinin ihyâsı, Kitap ve Sünnet'in muktezâsının emredilmesi, bir de ortalığı saran, Sünnet'e aykırı bid'aların yok edilmesidir.

Müslümanların vicdanında böyle bir müceddid telâkkîsi olduğu müddetçe, -ki kıyamete kadar devam edecektir- dine aykırı kötülüklerin arttığı devirlerde ilmi, ameli ve din uğrundaki gayretiyle iştihar edecek olan kimseler dâimâ diğerlerince takip edilecekler, kendilerine tâbi olanlar çıkacaktır. Uyanış ve dinî salâbetini bu şahıslardan bilen etbâ'ı, onları müceddid bilecektir. Bu durumda, bâzı kimselerce bir kısım ilim ve hamiyet sahiplerinin müceddid bilinmesi, din açısından normaldir, kınamak, hatâkarlıkla itham etmek mümkün değildir.Tarihten vâki olan bu durumun bundan sonra da devam edeceği açıktır. Ancak hiç kimsenin de kesin bir dille: "Bu asrın müceddidi falancadır." demeye, bir başka iddiayı bâtıllıkla itham etmeye hakkı yoktur. Yukarıda yaptığımız iktibâstanda anlaşılacağı üzere, ciddi âlimlerce müceddid olduğu ileri sürülen isimler arasında bile dâima ihtilâflar olagelmiş, hattâ bizzat Sünnî alimler tarafından bâzı Şiîlere bile müceddid denmiştir.

Daha câlib-i dikkat olanı, Celâleddînü's-Suyûti gibi son derece meşhur ve muteber bir âlimin, her asrın müceddidini tâdâd ettiği bir kasîdede, kendisini dokuzuncu hicrî asrın müceddidi ilân etmiş olmasıdır. Müceddidleri sadece Şafiî fakîhlerine hasretmesi sebebiyle İbn-i Hacer'i tenkid eden Aliyyü'l-Kârî, dinî ilimlerin her birinde bir eser vermiş olması sebebiyle Celâleddînü's-Süyûtiyi müceddid lâkabına müstehak görür.

Mehdi innacı:

Gruplaşmalara psikolojik ortamı hazırlayan, dinden gelen diğer bir âmil de Mehdî inancıdır. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın çok çeşitli vecihlerle gelen rivayetler, müceddidden başka, kıyamete yakın, içtimâî bozuklukların artması sonucu dinsizliğin siyâsî hâkimiyet kuracağı bir devirde, Mehdi’nin çıkıp veya Hz. İsa'nın inip ehl-i imânın başına geçerek şer kuvvetlere karşı mücâdele verip zafer kazanacağını haber veriyor. Bu Mehdî inancı da, birçok asırlarda, cemiyette şer ve fesadı artıran şahıslara karşı çıkıp mücadele eden bâzı fertlerin etrafında halkın "Mehdî"dır diye toplanmalarına sebep olmuştur. İstikbâlde geleceği haber verilen bu şahıs da, çeşitli hadislerde farklı şekillerde tarif ve tavsîf edilmektedir. Bir rivayette Mehdi’nin Âl-i Beyt'ten yani Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın, neslinden olacağı belirtilirken; bir başka rivayette Mehdi’nin yapacağı hizmetlerin hemen hemen tamamı Hz. İsa (as) tarafından görüleceği belirtilmiş; bir diğerinde de "Mehdi’nin Hz. İsa (as)'dan başkası olmadığı" söylenmiştir.

Müceddid, Mehdî, Hz. İsa (as)'ın tekrar yeryüzüne inmesi gibi birbirinden ayrı olan mefhumların böylece bâzı rivayetlerde iç içe girdiği müşahede edilmektedir. İbnu Hâcer, bâzıları tarafından, Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne bir müceddid olarak ineceğinin söylendiğini kaydeder. Bu durumda tıpkı "müceddid" meselesinde olduğu gibi, yeryüzünün belli bir bölgesinde, belli bir târihinde, Mehdî olarak belli bir şahıs beklemek isabetli olmamalıdır. Her devirde, farklı bölgelerde bu mânâyı taşıyan şahıslar bulunabilir. Bu söylediğimizi, Mehdi inancının Deccâl inancıyla beraber oluşu daha da te'yîd eder. Zira bizzat hadiste, hakîkî Deccâl'den önce yeryüzünde otuz kadar yalancı Deccâl'in zuhur edeceği bildirilmiştir. Hattâ Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam bâzan, Deccal'den öyle bir tarzda söz ediyordu ki, kendi muasırları bile "devirlerinde Deccal'in fitnesine uğramaktan korkuyorlardı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam şöyle diyordu:

"Hz. Nuh'tan sonra, ümmetini Deccâl'e karşı inzâr edip korkutmayan peygamber yoktur. Ben de sizi inzâr ediyorum. Beni görüp sözlerimi duyan kimselerin bile Deccâl'e ulaşmaları mümkündür."

Bâzı rivayetlerde Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamım, İbnu Sayyâd adında bir Yahudinin Deccâl olabileceği ihtimali üzerinde durup, tahkîk ettiği ve hattâ ashâbtan bir kısmının buna dayanarak onun Deccâlliğine hükmettiği kaydedilir.

Resûlullah'ın namazlardan sonra duasında "Deccâl'in fitnesinden istiâzede bulunması" da mevzumuz yönünden burada kayda değer bir husustur. Şu halde Deccâl'in fitnesini bertaraf etmek vazifesiyle gelecek olan MehdiDeccâl'in zuhûrundaki mübhemiyete tâbidir ve çıkacağı yer ve zaman için kesin bir şey söylenemez. Durum böyle olunca, her devirde ve islâm âleminin her köşesinde şerir insanlara "Deccâl", dine şümullü bir şekilde hizmet edenlere de bir nevî "Mehdî" nazarıyla bakılması, din açısından mahzurlu olmamalıdır. Bu konudaki hadislerin mübhem ve teşbihli olarak gelmiş olması da esasen meselenin böyle anlaşılmasına imkân vermek içindir. Mezkur ibhâm, rivayetlerin zayıflığından değil, lisân-ı nübüvvetin îcâzındandır.

Öyle ise, bir kısım büyüklere Mehdî nazarıyla bakanlar "aldanmış olmakla", "bâtıl îtikâda saplanmış olmakla" itham edilmemelidir. Yeter ki bunlar da, kanaatlerinde, hadislerle tahdît edilen, telakki ve ölçülerin dışına taşarak ifrata sapmasınlar, kendi Mehdilerine inanmayanları buna zorlamasınlar, bunu bir itham vesilesi yapmasınlar.

(Prof. Dr. İbrahim CANAN: Kütüb-ü Site Muhtasarı, XIV/266)

Cevap 2:

"Mütevatir" kelimesi, yalan üzere birleşmeleri ihtimali olmayan bir cemaat veya grubun, yine yalana ittifakı olmayan bir cemaat veya gruba bir konuyu nakletmesidir. İşte sahabe efendilerimizden (ki yalana ittifakı olmayan ve doğruluk için ailelerini anne ve babalarını terk edip düşman olmuşlar) tabiin dediğimiz büyük din sahip ve alimlerine intikal eden hadislere mütevatir ve senetli hadis denilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Mehdi kimdir? Mehdiyi nasıl bileceğiz? Mehdinin kim olduğunu nereden bileceğiz?..

MÜTEVÂTİR HADİS

40 "Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid ecri vardır." sözü hadis midir, hadis ise nasıl anlaşılmalıdır?

Evet, bu ifadeler hadistir.

 "Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid ecri vardır."(1)

Bidaların ve dalaletlerin İslam toplumunu istila ettiği, toplumda hükmettiği zaman, sünneti seniyyeye yapışan yüz şehid ecri kazanabilecektir.

Tabii ki Kur'an’ın hakikatları ile sünnet-i seniyyenin prensipleri birbirinden ayrılmaz. Ümmet içinde bidatların revaçta olduğu, çoğunluğun bidatların ve dalaletlerin istilasında bulunduğu bir zaman; gerçekten çok riskli, çok tehlikeli bir zamandır.

Bir amelde tehlike arttıkça sevap fazlalaşmaktadır. Böyle tehlikeli bir zamanda, başta iman hakikatlerine, İslâm’ın hükümlerine Kur'an’ın anlaşılmasına, sünnetin ve İslâm’ın hayata kazandırılmasına hizmet pek büyük bir hizmettir; hatta normal şartlarda bir şehidin yaptığı fedakarlıktan daha büyük fedakarlıklar ister ki, birçok şehidin sevabı kadar sevap gerektirebilsin.

Çünkü şehit bir anda bir fedakarlık gösterip canını Allah yolunda verirken böyle bir atmosfer içinde iman hakikatlerine, Kur'an’a, Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden birisi, hayatının her gününde büyük fedakarlıklarda bulunabilmektedir.

Demek oluyor ki, zaman şiddetlendikçe, fitneler arttıkça amellerin sevapları da artacaktır. Ayrıca bu hadis-i şerifte bir sünnete uymak için büyük bir teşvik vardır.

Hadiste geçen temessük (sünnete yapışma) kelimesi, şu manaları ihtiva etmektedir: (2)

1. Temessük kararlılık, sebat ve ısrardır: Temessük’ün ifade ettiği yapışmada kararlılık; sebat ve ısrar vardır. Ümmetin bozulması zamanında öyle kimseler çıkar ki, kararlılık ve ısrarla, aynı müsbet tavrı muhafaza ederek, sebatla sünnet-i seniyye ve ahkâm-ı Kur’an’a bağlılıklarını gösterirler. Bu yolda her şeyi göze alırlar. Bu manâ “msk” kökünde ve bütün müştaklarında vardır.

2. Temessükde devamlılık vardır: Zaten kararlılık ısrar ve sebat devamlılığı gerektirmektedir. Fiilin manaları incelendiğinde hepsinde devamlılık göze çarpar. Bir şeyi salıvermemek üzere tutmak, sürekli tutmayı gerektirir. Muhafaza bir şeyi mütemadiyen korumak demektir. Öyleyse yüz şehid ecri gibi büyük mükâfat gerektiren iş devamlılığı, sabrı, kararlılığı, bir ömrü birbirinden ayrılmayan Kur’an ve Sünnet yoluna vakfetmeyi gerektirir.

3. Temessük bütüne sahip çıkmaktır: Temessük “bütüne” sahip çıkmaya da işaret eder. Bir şeyi salmamak üzere tutmak, yakalamak, yakalanan ve tutulan şeyin bütününü elde tutmakla mümkündür. Bir insanı yakalamak gibi. Dili konuşmaktan tutmak onu tamamen söz söylemekten alıkoymak demektir. Biraz konuşup biraz susmak, konuşmamak sayılmaz. Yemekten içmekten cinsi münasebetten vazgeçmek ve bunlardan kendini tutmak demek olan imsak da böyledir.

Şu halde fesad-ı ümmet zamanında sünnete temessük, küllü ve bütünü ilgilendiren, bütünü ayakta tutmaya ve yaşatmaya yönelik bir temessüktür. Bu, İslamın, Kuran ve sünnetin bütün yönlerine yapışma, onları bırakmama, ayakta tutma mücadelesi verme demektir. Genelde ümmetin bozulduğu, top yekün bir fesad devrinde bu işe el atacak kimseler az olacaktır. Hem bu işin zor olduğu da açıktır. Bu gibi sebeplerden dolayı mükafatı da pek büyük olmaktadır.

4. Temessük karşılıklı güçlerin mücadelesini yansıtır: Msk kökünde ve temessükde karşılıklı mücadele ve iki gücün birbirine direnmesi, mukavemeti vardır. İmsak, imtisak, temâsük, temessük, mesk, önce bir şeyi bırakmamak, salmamak üzere tutmayı ifade ederler. Burada güçlüğü göğüsleyen, yakalayıp tutan, salmayan taraftır. Tutulan taraf da bırakmama karşısında teslimiyetçi değildir. O da bu tutuştan kurtulmak, serbest kalmak arzu eder.

Mesela msk köküyle ifade edilen, dili konuşmaktan, söylemekten tutmak işinde, dil konuşmak istemekte, konuşmaya çabalamakta fakat bu mücadelede onu engelleyen güce mağlub olmaktadır. Msk kökündeki çatışma “Kim benim sünnetime temessük ederse...”, hadisi açısından düşünüldüğünde, sünneti muhafaza ve korumak için sürekli bir mücadele ve mücahedeyi ifade eder.

Kaynaklar:

1. el-Bağavi, Hüseyin b. Muhammed eş-Şafi, Mesabihu’s-Sunne, I-II, Beyrut, ty. I, 40, no: 130; el-Munavi, Abdurra‘uf, Feyzu’l-Kadir, I-VI, Beyrut, ty. VI, 261. (no: 9171-9172); Ümmetin bozulduğu zaman sevapların çoğalağı konusu için bk. Taftazani, Mesud b. Ömer, Serhu’l-Makasıd, I-V, Beyrut 1988 I, 308; el-Heytemi, Ahmed b. Hacer, es-Savaiku’l-Muhrika, Kahire 1385, s. 210.

2. el-Kamûsu’l-Muhit III, 329; el-Mu’cemu’l-Vasit s. 869; el-Mufredat, s,469.

41 Ahir zamanda zaman gerçekten kısalmış mıdır?

Hadislerde geçen "KRB" kökünden gelen "kerube-tekarebe" kelimeleri, kanaatimize göre tercüme edilirken "kısalma" anlamı verilmiştir. Aslında, bu kelime "yakınlık" manasına gelir.

Bir hadiste, Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Zaman yaklaştığında, müminin rüyası neredeyse hiç yanlış çıkmaz. En doğru sözlü olan kimsenin rüyası da en doğrudur. Rüya, nübüvvetin kırk parçasından bir parçadır." (İbn Mace, Rüya, 9)

Âlimler burada geçen "zaman yaklaştığında" sözünden, zamanın kıyamete yaklaşmasını, ona doğru yakınlığını, kıyamete yakın olması hasebiyle, zamanın bitmeye yaklaştığını/bitmeye yüz tuttuğunu anlamışlardır.

Konuyla ilgili bir hadis şöyledir:

" 'Zaman tekarub' eder, ameller (bir rivayette ilim) noksanlaşır, insanlar hırsa bürünür, fitneler ortaya çıkar, herc-u merc olur/öldürmeler çoğalır." (Buharî, Edep, 39, Fiten, 25; Müslim, İlim, 11-12).

Âlimler, hadiste geçen "zamanın tekarübünü"(zamanın yaklaşmasını) farklı anlamışlardır.

Bazıları bunu "gece-gündüzün sürekli eşit olacağı zamanı" anlamışlardır. Bu görüşün çok sıhhatli olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü, eğer böyle bir şey olursa bu, Güneş sisteminin tamamen düzensiz bir yola girdiği anlamına gelir. Bu takdirde, kıyamet kopmak üzeredir, demektir. Oysa hadiste ahir zaman fitnesinden bahsedilmektedir.

İbn Hacer'in de tasvip ettiği en doğru görüşü şöyle özetleyebiliriz:

Bundan maksat, kıyametin yaklaşmasıdır. Kıyamete yakın ahir zaman fitnesinde, öyle bir zaman gelecek ki; her şeyden bereket kalktığı gibi, zaman da bereketsiz olur. Gece-gündüz büyük bir hızla gelip geçer. Bu husus, şu anda herkesin bizzat görüp şikâyette bulunduğu bir realitedir.

Bir hadiste bu anlam açıkça görülmektedir:

"Zaman yaklaşır. Öyle ki yıl bir ay gibi, ay bir cuma/bir hafta gibi, hafta bir gün gibi, gün bir saat gibi, saat ise, bir anda yanıp kül olan hurma ağacının dalı gibi süratle gelip geçer. Ayrıca o zamanda bulunan insanların seviyesi -genellikle- birbirine yaklaşmış olur. Hayırlı işler yapmamakta, kötülük yapmakta insanlar aynı düzeyi paylaşmış olur." (İbn Hacer, 13/16)

42 Kıyametin büyük alametleri görülüyor, kıyamet yakın ise daha ne zaman İslam dünyaya hakim olacak?

Kıyametin alametlerini mütalaa ederken, bu alametleri sanki kıyamete yüz yıl kala gerçekleşecekmiş gibi dar bir zamana sıkıştırmamak gerekir. Kıyametin bir alameti de son peygamberin gelmesidir. Yani kıyametin alametleri, yratılıştan bu güne, geniş bir zaman dilimi içerisinde mütalaa edilmelidir.

Ayrıca kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin çoğu müteşabih olduğundan, bu hadislere bakaraktan kesin şeyler söylemek mümkün değildir. Bir çok alim bu hadislere bakarak bazı yorumlar yapmışlardır. Yapılan yorumlar için kesin bu böyledir denemez.

Bu hadislerin müteşabih olup bir çok yorumlara açık olması, her asrın bu hadislerden hissesini alması içindir; her asra hitab eden vecihleri vardır.

Bazı alimlere göre kırk yıl İslamiyet dünyada hâkim durumda olacak. Ehl-i küfür Müslümanlara galebe edemeyecek. Ancak kırk yıl sonunda tekrar ehli küfür güçlenerek Müslümanlara galebe edecek. Müslümanların sayısı dünya genelinde azalıp kafirlerin en azgın zamanında kıyamet kafirlerin başına kopacak. Müslümanlar kıyametin kopma anına kalmadan vefat edeceklerdir.

İslamın hakimiyetini çok uzak görmemek gerekir. Elli yıl öncesiyle bugünkü gelinen nokta ve gelinecek olan nokta kıyaslanırsa, İslam'ın yükselişi daha net görülecektir. Şu anda bütün olumsuzluklara bütün karalamalara rağmen İslamiyet hızla yayılmaktadır. 

İlave bilgi için tıklayınız:

Kıyamet ile ilgili hadislerde Yahudilerle bir savaşın olacağı geçiyor mu? Kıyamete yakın  İslamiyet'in dünyaya hakim olacağı doğru mu?

43 Hermeciddun (Armagedon) Savaşı ile Melhame-i Kübra (Büyük Kahramanlık Savaşı) aynı mı, yoksa farklı mı?

- Önce şunu belirtelim ki, ahir zaman olaylarıyla ilgili hadislerin çoğu müteşabih kabul edilir. Bunlar çok açık olmadığı için, kesin olarak tayin edilmeleri zordur. Çünkü ahir zaman peygamberi olan Hz. Muhammed (asm), kendisinden sonra vuku bulacak olan bazı olayları haber verirken, bu olayların bir kısmı dört halife devrinde, bazıları onlardan biraz sonra ortaya çıkmış olabilir. Yani, işaret edilen olayların bir kısmının tarih içerisinde farklı şekilde tezahür etmeleri de mümkündür. Örneğin, Kudüs, hicri 17. yılda fethedilmiştir. Ardından bir kaç defa daha el değiştirmiştir. Hadislerdeki Kudüs fethinin hangisine işaret edildiği açık değildir.

Bununla beraber, bugünün penceresinden olaylara baktığımızda, bizdeki kanaate göre, Melhame-i Kübra (büyük etleşme / insanların bolca doğrandığı) savaş, I ve II. Dünya savaşlarıdır. Özellikle İslam aleminin içinde bulunduğu ve Osmanlı’nın tarih sahnesinden kalktığı I. Dünya savaşı, Melhame-i Kübra olarak görünmektedir.

Armagedon yedi düvelin saldırdığı Osmanlı devletinin de içinde bulunduğu I. Dünya savaşı olma ihtimali kuvvetlidir.

- Kanaatimize göre:

a. İstanbul’un fethi ile Deccal ve Mehdi’nin ilişkisi şöyle değerlendirilebilir:

İlgili hadis rivayetlerinde, İstanbul’un Hz. Fatih tarafından fethedilmesi ile Deccal ve Mehdi’nin çıkması arasından bir bağlantı olduğuna işaret edilmiştir.

İslam literatüründe -değişik hadis rivayetlerine dayanarak- genellikle ahir zamanın önemli olaylarından olan deccal ve Mehdi’nin çıkması İslam devletlerinin başkentlerinde / hilafet merkezlerinde olacağına hükmedilmiştir. Bu sebeple, Medine, Şam, Bağdat gibi merkezlerde olacağına vurgu yapılmıştır. Halbuki İstanbul’un fethi ile hilafet merkezi Osmanlı topraklarına intikal etmiş ve İstanbul bizzat hilafet merkezi olmuştur.

İşte, Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile Deccal ve Mehdi’nin zuhuru arasında bu açıdan bir bağlantı vardır.

b. “Büyük etleşmenin / korkunç ölümlerin yaşandığı savaşın çıkışı, Konstantiniye'nin / İstanbul’un fethinin habercisi olması, İstanbul'un fethi, Deccal'ın çıkışının habercisi" olmasını şöyle anlayabiliriz:

Birinci dünya savaşının bitiminden sonra İstanbul işgal edildi. 1 Kasım'da İttihat ve Terakki kendini lağvetti.  6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale Boğazı'ndan geçti ve Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a ulaştı. 13 Kasım 1918'de müttefiklerin elli beş parçalık gemilerinden İstanbul'a 3.500 asker çıkarıldı.

Fiilen 1918 yılının Kasım ayında işgal altına düşen İstanbul’un bir de resmen işgal tarihi vardır: 16 Mart 1920.

İstanbul ancak 6 Ekim 1923′de, Lozan’da kabul edilen şarta uygun olarak, yani Lozan antlaşmasının Meclis’de onaylanmasından altı hafta sonra, bu işgalden kurtulur. İşgal dönemi yaklaşık beş-altı yıl sürmüştür. Yani İstanbul yeniden fethedilmiştir. Bu bilgiler, hadis rivayetlerinde yer alan, I. Dünya savaşı (Melhame-i kübra), İstanbul’un fethi (demek işgal edilecek ki fethedilecek...), deccalin hurucu, pratikte görülmüş olan hadislere uygunluk göstermektedir. (Bazı rivayetlerde Mehdi de bu zaman diliminde ortaya çıkar). Peki nerede, Deccal ve Mehdi? Bunun cevabı basittir: “İman şuuruyla idrak edilen realitelerin içindedir.”

- Tekrar edelim ki, ilgili rivayetler müteşabihtir. Farklı yorumlara müsaittir...

44 Ahir zamanda Müslümanların sayısı artacak mı, azalacak mı? "La ilahe illallah" diyen kalmayacak, deniyor?

Ahir zamanda İslam dini insanlar arasında yayılacak ve güçlenecektir. Daha sonra tekrar bir zayıflama olacak ve kıyametin kopması vuku bulacaktır. Hz. Peygamber (asm)’in bu konudaki çok açık ve net hadisleri vardır ki, bunlardan biri Enes (ra)’den nakledilmiştir ve şöyledir:

“Kıyamet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.” [Müslim, İman 234, (148); Tirmizi, Fiten 35, (2208)]

Ya da hadisi, Tirmizi’nin rivayet ettiği şekliyle tercüme edersek, “Yeryüzünde Allah Allah diyen kalmayıncaya kadar kıyamet kopmaz.”

Başka bir hadis-i şerifte ise açıkça, kıyametten önce az dahi olsa inanan herkesin ruhlarının alınacağı ve kendilerinde iyilik ve hayır bulunan hiç kimsenin kalmayacağı belirtilerek, kıyametin bunların başına kopacağı bildirilmektedir.

Hz. Ayşe (ra)’den nakledilen hadiste, Hz. Peygamber (asm) bir gün:

“Lât ve Uzza'ya (tekrar) tapılmadıkça, gece ile gündüz gitmeyecektir!”

buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ayşe:

“Ey Allah'ın Resulü! Allah (c.c), 'O Allah ki Resûlünü hidayet ve hak dinle göndermiştir, ta ki onu bütün dinlere galebe kılsın.' (Saff, 61/9) âyetini indirdiği zaman, ben bunun tam olduğunu zannetmiştim!”

demiş. Hz. Peygamber (asm) ise cevap olarak;

“Bu hususta Allah'ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir rüzgâr gönderecek. Bunun tesiriyle kalbinde zerre miktar imanı olanın ruhu alınacak. Kendisinde hiçbir hayır olmayan kimseler dünyada baki kalacaklar ve bunlar atalarının dinlerine dönecekler!” buyurmuştur. [Müslim, Fiten 52, (2907)

Ebu Hureyre (ra)’den nakledilen bir hadiste ise, bu rüzgârın ipekten daha yumuşak olacağı ve Yemen tarafından geleceği [Müslim, İman 185, (117)] de başka bir hadiste bildirilmektedir.

Öyle veya böyle ikisi de aynı anlamı geliyor ki, kıyametten önce müminlerin tamamı, ya Allah’ın bir lütfu olarak ya da kıyametin kaderinin bir parçası olarak, temizlenecek, ruhları o günden önce alınacaktır. Çünkü o gün dehşeti gören kâfirler iman etmeye kalkacak, ama kendilerinden iman kabul edilmeyecektir. İşte bu dehşeti yaşatmamak için Allah önceden müminlerin vefat etmesini sağlayacaktır.

Bilemiyoruz, belki de dehşet anı insanın aklını başından aldığı için imanlarını da kaybettirecektir. Fakat, o ana kadar iman etmemiş olanların, gördükleri dehşet ve Allah’ın gücünün, kudretinin bu kadar açık tezahürü imansızların çoğunu o gücü kabul edip iman etmeye zorlayacaktır ki, buna az önce kaydettiğimiz âyetlerin yanı sıra hadislerde de açıkça yer veriliyor.

45 Kelime-i şahadet getirip intihar etmekle kişi cennete gider mi? Bu ahir zamanda günahlarla baş edememekten, imansız ölmekten ve ahirretini kaybetmekten korkup kelime i şehadet getirip intiharı seçenlerin durumu nedir?

İntihar etmek büyük günahlardandır. Bu bakımdan kendisini intihar edenin son sözü kelime-i şehadet olması onun günahını affettirmez. Bu Allah'ın rızasını kazanayım derken Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yapmaktır. Ayrıca kelime-i şahadeti söyleyen her kişi direkt cennete gidecektir diye kesin bir hüküm de yoktur.

Muaz İbnu Cebel el- Ensari (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) buyurdular ki:

"Kimin hayatta söylediği en son sözü La ilahe illallah olursa cennete gider." (Ebu Davud, Cenaiz, 20.)

Açıklama:

İslam uleması, bu ve benzeri hadislerde zikredilen "La ilahe illallah" tabirinden maksadın kelimei şahadet olduğunu belirtirler. Yani kişiyi kurtuluşa götürecek şey sadece Allah'ın birliğini teyid değildir. Buna "Muhammedur Resulullah" cümlesi de dahil olmalıdır. Bunlar, birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan bir bütün teşkil etmektedir.

Münavi, ölüm anında her çeşit dünyevi ve nefsani arsuların sönmüş olması sebebiyle, kelime-i şahadetin telaffuzun ihlası, içten gelerek olacağını, bu sebeple Allah tarafından kabul göreceğini belirtir.

Bu çeşit mücdeli hadisler, ibadeti, tövbeyi sona bırakmayı gerektirmez. Kulluk edebi her an samimi olarak Allah'a ilticayı amirdir. Ayrıca nasıl bir son bizi beklemektedir? Normal yaşlanarak, şuuru yerinde olarak can verebilecek miyiz, yoksa beklenmedik bir yaşta, hiç umulmadık bir anda mı ölüm yakalayıverecek? Günümüzde inanan pek çok insan gençlik gafletiyle şeytanın bu iğvasına kapılır. İbadeti, tövbeyi ihtiyarlığa bırakır. Son nefeste ihlasla yapılcak tövbenin, telaffuz edilecek kelime-i şahadetin yetebileceği söylenir. Bektaşivari sözlerle kendini oyalayan nicelerinin umulmadık kazalara kurban gittiğini görmekteyiz.

Şunuda unutmamak gerekir, bu çeşit hadisler, kişinin eksik bıraktığı ibadetler, kul hakkıyla ilgili günahlar sebebiyle maruz kalınacak azabtan garanti vermiyor. "Cennete gitmek" garantisi veriyor. Ehl-i sünnet akidesi, azda olsa bir hayır yapan müminin, cezasını çektikten sonra cennete gideceğini kabul eder. Mümin olarak kabre giren bir kimse ebedi olarak cehennemde kalmayacaktır.

(Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan)

İlave bilgi için tıklayınız:

İNTİHAR...

46 "Ahir zamanda yaşlı kadınların dinine tabi olun." diye bir hadis var mıdır? Varsa ne demektir?

Bu konuda değişik yollarla ve farklı lafızlarla gelen zayıf rivayetler vardır. (bk. Aclûnî, 2/70)

Manası şudur: Yaşlı dindar kadınlar genellikle takva sahibi olurlar. Çünkü kadınlardaki zayıflık ve acizlik, kulluk görevinde terakki etmeye daha uygundur. “Erkeklerin kırk yılda ulaştıkları bir mertebeye kadınlar kırk günde ulaşabilirler.” yargısı eskiden beri tasavvuf çevrelerinde kabul görmüştür.

İşte bu hadis rivayetinde, erkeklere, dindar kadınların Allah’a karşı gösterdikleri bağlılığı, samimiyeti, ihlası rehber edinmeleri tavsiye edilmiştir.

47 Allah'ın, Mehdi'yi bir günde hidayete erdireceği ve onu zengin edeceği doğru mudur?

- Mehdiyle ilgili hadiste tövbeden söz edilmemiştir. İlgili hadisi Hz. Ali anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Mehdi bizden; Ehl-i Beyttendir, Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn Mace, Fiten, 34)

Buradaki ıslahtan maksat, günahlardan uzaklaştırmak değildir. Bilakis, Hz. Mehdi’nin mehdilik görevini yapabilecek yepyeni bir kişiliğe bürünmesi, bir hidayet külçesi haline gelmesidir.

- Hz. Mehdi ile ilgili söz konusu edilen zenginlik, onun şahsına ait olmayıp, bulunduğu döneme ve Müslümanların şahs-ı manevisine aittir. Aşağıdaki hadis-i şerifi de bu çerçevede değerlendirmek lazımdır.

"Benliğime hakim olan zata yemin ederim ki, Meryem'in oğlunun adaletli bir hakem olarak size inmesi pek yakındır. O, Haç'ı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak; mal öyle çoğalacak ki, kimse onu kabul etmeyecektir.” (Tirmizî, Fiten, 54)

Hz.İsa ile Hz. Mehdi aynı devrin adamı olduklarına göre, bu zenginlik aynı devre aittir.

- Ebu Said el-Hudrî anlatıyor: Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Size Mehdi’yi müjdeliyorum. O insanların ihtilaflara düştüğü, depremlerin olduğu (çoğaldığı) bir dönemde gönderilecektir. Yeryüzü zulüm ve haksızlıklarla dolduğu gibi, o da adalet ve hakkaniyetle doldurur. Göklerin de yerin de sakinleri ondan hoşnut olur. Malları insanlar arasında eşit şekilde dağıtacaktır.(bk. Mecmau’z-zevaid, 7/313).

İlave bilgi için tıklayınız:

Mehdi'nin Özellikleri Nelerdir?

48 Bazı hadislerde "kıyamet günü nebilerin ve şehidlerin gıbta edeceği kimseler"den söz edilir. Bunların özellikleri nelerdir?

Hz. Ömer (ra)'in rivayetine göre, Resulullah (asm.) şöyle buyurmuştur:

“Mutlaka Allah’ın kullarından bazı insanlar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehitlerdir. Fakat kıyamet gününde, Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler onlara gıpta edecekler.”

Sahabeler dediler:

“Ey Allah’ın Resulü bize haber ver, onlar kimlerdir?”

Resulullah:

“Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal mülk olmaksızın Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur. Şüphesiz onlar nur üzerindedirler. (İşleri nurdur) insanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.”(1) buyurdu ve şu ayeti okudu:

“İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”

Bir başka rivayet de şöyledir:

“Mutlaka Allah’ın kullarından, nebilerin ve şehitlerin kendilerine gıpta edecekleri kullar vardır. Sahabeler tarafından denildi ki:

- Onlar kimlerdir ey Allah’ın Resulü, bize haber ver ki onları sevelim?..

Resulullah onların bu isteği üzerine, şöyle buyurdu:

- Onlar öyle bir topluluktur ki, aralarında mal (ticari ilişki) ve akrabalık olmaksızın birbirlerini severler. Onların yüzleri nurdur. Nurdan minberler üzerindedirler. Halk korktuğu zaman korkmamayı sürdürürler. İnsanlar mahzun oldukları zaman onlar üzülmezler.” dedi ve sonra,

“Dikkat edin! Mutlaka Allah’ın evliyası için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” ayetini okudu. (2)

Resulullah (asm.) kendisinden sonra gelecek ‘kardeşleri’ni bir başka hadis-i şerifte şöyle dile getirmişti. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre, bir gün “Resulullah (asm.) kabristana geldi ve: “Ey müminler yurdunda yatanlar, selam üzerinize olsun. İnşaallah biz de size kavuşacağız buyurdu.” Sonra hasretle iç geçirerek: “Kardeşlerimi öyle göreceğim geldi ki.” diye ekledi. Yanında bulunan sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?" dediler. Resulullah (asm.): “Sizler ashabımsınız, kardeşlerim henüz gelmiş değildir.” buyurdu.

Yukarıda geçen hadislerde olduğu gibi burada da Resulullah (as), ashabdan bir kısmı ile Medine kabristanı yanından geçerken kendisinden sonra gelecek “İhvanı’nı görme arzusunu” ve onlara olan hasretini ifade etmektedir. Çünkü dünyada onları görmesi mümkün olmayacaktır. Onlar Resulullah (asm) buradan göçtükten sonra, şu veya bu zamanda, Allah dilediğinde hayat sahnesine çıkacaklardır. Onlarla ancak ahirette görüşmek nasip olacaktır.

Sahabeler, onun hasretini bir nebze olsun söndürmek için, kendilerinin ona olan yakınlıklarını bildiklerinden, “Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” diye sormuşlardır. Fakat Resulullah (asm.) onlara “ashab” diğerlerine “ihvan” (kardeş) ünvanı vermiştir. Resulullah (asm)'ın devrinde onu görenler, sohbet edenler sahabe veya ashab diye anıldığı ve ashab sözü onlar için çok kullanıldığı gibi ihvan, kardeş veya kardeşler sözü de sonra gelecekler arasında çok kullanılacak, belki de onlar hangi ırktan veya beldeden olursa olsun birbirlerine “kardeş!” diye hitap edeceklerdir. İslam ve imanla birbirlerini soy kardeşten daha çok sevecekler, mesleklerinin esası, kardeşlik olacak, birbirlerine en fedakar kardeş, en civanmert arkadaş olacaklardır. Yani sonradan geleceklerin en önemli özellikleri ve mesleklerinin en mühim esası, İslâm kardeşliği olduğu için, Resulullah (asm.) onlara kardeş, ihvan, kardeşler ünvanını vermiş, bu kimselerin sonlarının iyi olacağına, imanla kabre gireceklerine de bir işaret vardır.(3)

Resulullah (asm.) “Kardeşlerim henüz gelmiş değillerdir.” buyurunca, sahabeler daha dünyaya gelmeyen kimseleri Resulullah (asm.)'ın hiç görmeden nasıl tanıyacağını, ahirette nasıl bileceğini düşünmeliler ki, şöyle sordular:

“Peki ya Resulullah! Sen ümmetinden henüz dünyaya gelmemiş olan bu kimseleri nasıl bileceksin?”

Resulullah (asm) bunun üzerine şöyle sordu:

“Bir kimsenin alnı ve ayakları ak nişanlı bir atı bulunsa, onu siyah ve boz atlar arasında iken tanıyabilir mi?”

Sahabeler:

“Evet” dediler.

Resulullah (asm)'ın o ak bahtlı kimseleri, alnında akı, ayaklarında sekisi bulunan atlara benzetmesi gösteriyor ki, bu kimseler beş vakit namazlarını sürekli kılan, büyük günahları terk eden kimselerdir. Ayette belirtildiği gibi(4) onların alınlarında imanlarının ve secdelerinin izi ve işareti olan bir nur ve beyazlık olacaktır.

Hadis-i şerifin devamında şu husus dile getirilir:

“İşte o kardeşlerimde abdestlerinden hasıl olan nur sebebi ile abdest uzuvları pırıl pırıl parlayarak mahşere gelirler. Ben ise onları Kevser havuzumun yanında beklerim. Dikkat edin, bir kısım kimseler de şaşkın develerin kovalandığı gibi kevser havuzumdan kovulur. ‘Buraya gelin’ diye onlara seslenirim. Denilir ki, ‘Onlar senden sonra hal ve durumlarını değiştirdiler.’ Ben de o zaman, ‘Helak oldular, helak oldular.’ derim.”(6)

İlave bilgiler için tıklayınız:

Nebiler Ve Şehidlerin Gıbta Ettiği Kimseler

Kaynaklar:

1. Mecma‘ût-Tefasir (Lubabu’t-Te’vil) III, 267; Hak Dini IV, 2731; Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, II, 422-423; III, 291 (Nur Sûresi 35. ayeti tefsir edilirken, Nur üzerinde olan kimse hakkında: “kelamı nurdur, ameli nurdur, medhali nurdur, mahrecleri nurdur, kıyamet gününde dönüşü nura cennetedir” açıklaması yapılır. Ayrca bk. Hak Dini IV, 2730; Yunus, 64. ayeti ile ilgili olarak yüzleri nur, nurdan mimberler üzerinde olan müminlerden, Allah’ın evliyasından bahsedilmektedir. Ayrıca bk. Tefsiru’l-Kurani’l-Azim II, 423. Her muttaki Allah’ın evliyasıdır. Yine yüzleri nur olan kimselerin, onlar olduğu belirtilir. Ayrıca, III, 291: O Allah velilerinin, kelamları nur amelleri nur, medhalleri nur, mahrecleri nur, varacakları yer cennet de nurdur.
2. Tefsiru’l Kurani’l-Azim II, 422; Hak Dini IV, 2731; Riyazu’s-Salihin s. 874.
3. Bu Hadis-i şerifin sonunda bu kimselerin kevser havuzuna geleceklerinden söz edildiğine göre bunlar imanla kabre girecek saidlerdendirler.
4. Fetih, 48/29.
5. Ankebut 29/45.
6. el-Tac no. 1645 (Müslim, Nesei); Kırk Hadis, s. 27.

49 Hadislere göre Orta Doğu'nun durumu ne olacaktır ve herkes Müslüman olup Allah nurunu tamamladıktan sonra ne olacak?

1. Peygamberimiz (sav)'in ahir zamanda meydana gelecek olaylarla ilgili olarak dikkat çektiği bölgelerin başında Orta Doğu gelmektedir.

Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat, ve İstanbul gibi şehirlerin de içinde bulunduğu Orta Doğu bölgesi tarih boyunca Allah'ın mübarek peygamberlerinin yaşadığı, üç semavi dinin de doğuşuna tanıklık etmiş ve her dinin kutsal mekanlarının inşa edildiği kutlu bir bölge olmuştur. Tarih sahnesinde hep başrolde olmuş bir bölgenin ahir zaman gibi muhteşem olayların yaşanacağı bir dönemde de ön planda olacağı ahir zaman hadislerinde belirtilmektedir.

Peygamberimiz (sav), Allah'ın izniyle hadislerinde, ahir zamanın alametlerini son derece detaylı biçimde anlatmıştır. Hadislerdeki bilgilere göre ahir zamanın ilk dönemini oluşturacak kargaşa ve bozulmaların ardından Yüce Allah, güzel ahlaktan uzaklaşıp, dejenerasyona uğrayan toplumları doğru yola iletmek için ‘Mehdi' (doğruya götüren) sıfatını taşıyan üstün ahlaklı bir kulunu vesile kılacaktır. Hz. Mehdi, İslam dünyasını bir çatı altında toplayacak ve ikinci kez dünyaya gelecek olan Hz. İsa (as) ile birlikte Kur'an ahlakının dünyaya hakim olmasına vesile olacaktır.

Orta Doğu Tarih Boyunca Birçok Açıdan Önemli Bir Merkez Olmuştur

Günümüzde Irak, İran, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin ve -kısmen de- Türkiye gibi ülkelerin de içinde bulunduğu bu bölgenin genel adı olan Orta Doğu, tarih boyunca gerek stratejik konumu ve sahip olduğu maddi zenginlikler, gerekse de tüm semavi dinlerin mensupları için ifade ettiği önem ve manevi yönü açısından çok büyük bir değere sahip olmuştur.

Örneğin; dünya petrol rezervlerinin yaklaşık üçte ikisinin (% 65.3), dünya bilinen doğal gaz rezervlerinin ise üçte birinden biraz fazlasının (% 36.1) Orta Doğu'da bulunması, bölgenin neden maddi yönden bu kadar değerli olduğunun göstergesidir. Bu cazibe nedeniyle bölge geçmişte, birçok mücadele, savaş ve güç oyunlarına tanık olmuştur.

Bölgenin tarihsel geçmişini incelediğimizde karşımıza çıkan diğer bir önemli bilgi ise, günümüzde Orta Doğu olarak adlandırılan coğrafyanın belli başlı birkaç önemli şehir merkezinin, her dönemde tüm dünyanın gözünün üzerinde bulunduğu merkezler olduğudur.

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Kudüs'tür. Manevi değeri çok büyük olan bu şehir, pekçok büyük savaşa tanıklık etmiş ve birçok kez de farklı yönetimlerin hakimiyeti altına girmiştir. İçinde bulunduğumuz yıllarda Kudüs, dünya kamuoyunda sıcak bir gündem oluşturmaktadır. Üç Semavi dinin de mensupları için büyük önem arzeden bu şehir, bu yönüyle de farklı bir önem kazanmaktadır.

Leys, Nâfi'den, o da İbni Ömer'den naklen haber verdi ki, kendisi Resûlüîlah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i doğuya dönmüş olduğu halde şöyle buyururken işitmiş:

«Dikkat! Hiç şüphe yok ki, fitne şuradadır. Dikkat! Hiç şüphe yok kİ, fitne şurada! Şeytanın boynuzunun doğduğu yerdedir.»

"Batı tarafından gelen bir fitne, doğu tarafından gelen bir fitne ile karşılaşınca Şam'ın ortasında toplanın. O gün yerin altı üstünden daha hayırlıdır." [Hz. İbni Abbas (r.anhüma)]

2. Ahir zamanda hakiki, tahrif olmamış İsevîlik yani Hristiyanlık dininin yeniden ortaya çıkması ve İslâmiyetle birlik olmasıyla dünyanın genelinde İslam nurunu yayacaktır. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve bu cereyandan insanların çoğu etkilenir; çoğunluğa göre hüküm verilmesi kaidesince, yeryüzünde "Allah Allah" diyecek kalmıyacak, yâni ehemmiyetli bir cemaat, Dünya'da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette "Allah Allah" denilmiyecek demektir. Yoksa azınlıkta kalan veyahut mağlûb düşen müminler, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir Allah' ın rahmetinin eseri olarak, iman sahiplerinin ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

Diğer bir mana ise, kıyametin kopmasına yakın bir zamanda İslam dininin eğitimi için açılan, dini eğitim merkezlerinin kapatılması ile İslam dinini anlatan yerlerin olmaması neticesinde ortaya çıkan dinsizlik neticesi olarak yer yüzünde ehl-i iman azalacaktır. Bunun neticesi olarak da kıyametten önce "Allah Allah" diyenlerin sayısında, yani inananların iman ve Kur'an hakikatlerini yaşayan ve anlatanların sayısında azalma olacağından kıyamet kafirlerin başına kopacaktır... (Gaybı yanlız Allah bilir...)

Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

Kıyamet müminlerin başına kopmaz. Cenab-ı Allah kıyametin kopacağına yakın bir zamanda, bir rüzgar gönderir. O rüzgarın dalgalanmasıyla, imanı olan hiç bir mümin kalmayacak, ruhunu teslim edecektir. Allah onlara rahmet eylesin.1

Dipnot:

1. Şerhüs-Sünne 15/90, Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582 (İmamı Busiri hadisin sıhhatine hükmetmiş); Kenzül Ummal 15/229; Şuab-ı İman Beyhaki, II/191; Mu'cemut-Taberani El-Kebir, III / 3037.

50 Ümmet-i Muhammed'in ömrünün 1.500 yılı geçmeyeceği ve kıyamete yakın Müslümanlarla Yahudilerin savaşacağı haberleri doğru mudur?

Âyetlerin müteşabihatı olduğu gibi, hadislerin de müteşabihatı var. Yani bazı derin hakikatleri teşbih ve benzetmelerle ifade etme söz konusudur. İşte bu müteşabih hadislerden birisi de yukarıda bahsedilen hadistir. Allahu alem bir tabiri şu olabilir:

Âhir zamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar ve Hristiyanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir.

Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından, herkes her türlü yayın – basın aletleriyle Yahudileri ele verip haber verecek ve ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bu durumun ifrat derecede oluşunu Peygamberimiz (a.s.m) "taşlar ve ağaçlar bile haber verecek" diye ifade buyurmuşlardır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- "Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek." ifadesi hadis midir? Bu hadis sahih ise, kıyamet zamanı bu yılları mı gösteriyor? Bu durumda bir Müslüman ne yapmalıdır?..

- Ahir zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında çıkacak bir savaştan bahsediyorlar. Bir Yahudi'nin arkasına saklandığı ağacın veya taşın haber vermesi hakkında bilgi veri misiniz?..

51 Ahir zamanda namaz unutulacak, diye bir hadis var mıdır; namaz kılınmayacakmış, doğru mudur?

Bu konuda bazı hadis rivayetleri vardır. Bunlardan birisinin meali şöyledir:

Ebu Ümame anlatıyor; Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:

“İslam’ın halkaları ilmek, ilmek çözülür. Her bir ilmek sökülünce, insanlar arkasından gelen ilmeği sökmeye çalışırlar. Bu halkalardan ilk çözülüp söküleni şer’î hükümleridir, en sonuncusu ise namazdır.”

Ahmed b. Hanbel ve Taberanî’nin rivayet ettiği bu hadis sahihtir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 7/281)

Namazın unutulmasından maksat, gereği gibi kılınamaması, bir özür yokken bilerek geciktirilmesi ve bazı Müslümanların hiç bir özür olmaksızın bilerek namazı kılmamasıdır. Hatta bazılarının -Allah korusun- namazı hafife almaları ve namaz kılanlarla alay etmeleridir. Yoksa namazın hiç bir Müslüman tarafından kılınmaması şeklinde anlaşılmamalıdır.

Ayrıca böyle bir dönemde namaz kılmanın ne kadar önemli olduğu da anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm),  hem namaz kılmayanları uyarmakta, hem de namaz kılanların yaptığı ibadetin değerini hatırlatmaktadır. Ahir zamanın fitnesinin dehşetinden verilen bu örnek; aynı zamanda gelecekten haber verme mucizelerindendir.

52 Peygamberimizin, "Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez." sözü nasıl yorumlanmalı?

Ammar b. Yasir'den:

"Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez." (1)

Burada ümmetin ilki ile sonu arasında bir benzerlik kuruluyor. Nasıl ilk zamanlar islamı yaşamak için büyük zorluklar, işkenceler çekilmiş, ilk sahabeler müşrik toplumda yadırganmış, tahkir edilmiş, kınanmış, Rasulullaha Mecnûn denilmiş, ona uyanlar çeşitli sıkıntılara işkencelere maruz kalmışlar. Toplumda garipsenmişler, akılsızlıkla suçlanmışlar, hatta vatanlarından sürülmüşler. Bütün bu meşakkatlerin, acıların, ıstırapların sevabı ve kazancı da bir o kadar çok olmuş.

İşte ümmetin sonu, yani ahir zamandaki müminlerin durumu da ilklerine benzeyecek ve onlara yakın olacak. Ümmet ifsad olacak, bozulacak, yabancı kültürler ve sapık fikirler her yerde kendini gösterecek. Böylece, İslam'a sarılanlar, sünnete ve Kuran'a hizmet edenler, toplumda garipsenecek, tahkir edilecek, herkes onları tenkit edecek, onlar topluma uyumsuzlukla suçlanacak, hatta toplumdan dışlanmaya çalışılacaklar. Çoğunluğun maddi manevi engelleyici baskısı altında, zor şartlarda işlenen salih amellerin de sevabı çok olacak, zorluk artınca sevap artacak.

İlk devirde Mekke ve Medine hayatında müslümanların maruz kaldığı sıkıntıların, eziyetlerin benzerleri, son zamanlardaki samimi müslümanlara da yapılacak. Sürgün, işkence, vs. gibi eziyetler görecekler. Sokağa çıkamayacaklar. Onlara yapılan bütün eziyetler, bütün işkenceler berekete, manevi kazanca vesile olacak. Rütbeleri yükselecek. Ahir zamanın garipleri de bunlar olacak.(2) Bu noktadan sahabelerle benzerlikleri olacak.

Çünkü Resulullah bir hadis-i şerifinde Ashabına hitaben:

"Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helak olur; sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır.buyurur.(3)

Buna benzer bir hadiste şöyledir:

"Ümmetim, evveli mi sonu mu daha hayırlıdır kesin bilinmeyen yağmur gibidir." (4)

Resulullah'ın burada "yağmur" kelimesini seçmesi manidardır. O ümmetini, faydalı, menfaatli, yağmur yüklü bulutlardan bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura benzetmektedir. Ümmetin evveli bu hayırlı yağmurun başı, ahiri de bu faydalı yağmurun sonudur.

Ayrıca, Resulullah (s.a.v) sahabelerle ahir zamanda gelecek fıskın, günahların, kebairin, şerlerin zuhurunda, dinin hükümlerini uygulayacak kimseleri hayır cihetinde sahabelere benzetmektedir.

Kaynaklar:

1. Kamûzu'l-Ehadis s. 83, 1151. hadis. (İbn-i Asakir, Amr b. Osmandan mürsel olarak); Kandehlevi Muhammed b. Yûsuf, Hayatu's-Sahabe I-IV, Konya 1983, II, 599; Sübülü's-Selam IV, 127; es-Savaiku'l-Muhrika s. 211.
2. Sunenu İbn-i Mace, II, 1306, (no: 3956), 1309 (no. 3988); 1320 (no: 4014: dindarlık elde kor tutmak kadar zorlaşacak. Ayrıca bela bakımından en şiddetli kimseler nebiler olacak bk. Aynı eser II. 1334 (no: 4023): Mükafatın büyüklüğü belanın büyüklüğü nisbetindedir. Bela katlandıkça ecir de katlanır. Aynı eser II, 1334 (no: 4031, 4032).
3. Ramûzu'l-Ehadis s. 136, 1753. hadis (Tabarani filkebir, İbn-i Adiy, Ebû Hureyre'den).
4. el-Cami'li Ahkamil-Kuran, IV, 172; Bulutların çeşitleri ve sehab için bk. II, 222 (Burada bir yağmur meseli ile müminle kafirin durumu anlatılmaktadır. Bk. A'raf Suresi, 57-58); İbnü Mace, Muhammed b. Yezid, Sunenü İbn-i Mace I-II, İstanbul, ty. II, 1319, no: 3987; es-Savaiku'l-Muhrika s. 211, Sübülü's-Selam IV, 127.

53 Lut Kavmi'nin başına gelenleri kısaca anlatır mısınız? Kavimleri helak eden günahların daha dehşetlileri bugün görülmesine rağmen, Allah?ın bunların cezalarını tehir etmesinin hikmeti nedir?

Bu kavimlerin hikâyesini tek tek burada anlatamayız. Bu iş çok uzun sürer. Bunların kısa hayat hikâyelerini Kur’an’ın mealinden, sözgelimi, Şuara suresinde bulabilirsiniz.

Lut kavmi, özellikle lutîlikle, erkek erkeğe tatmin yolunu seçmekle meşhur olmuştur. Hz. Lut’un bütün ikazlarına rağmen bu işten vazgeçmemişlerdir. Konunun özetini Kur’an’dan takip edelim:

“Elçilerimiz, yakışıklı birer delikanlı suretinde Lut’un yanına gelince, onların melek olduğunu henüz bilmeyen Lut, kadınları bırakıp erkeklere yönelen sapık hemşerilerinin bu gençleri taciz edeceğinden korkarak, onlardan dolayı üzüntü ve endişeye kapıldı. Misafirlerini koruyacak gücü olmadığını görerek onlar yüzünden içi daraldı ve kendi kendine, “Bugün çok çetin bir gün olacak!” dedi.

Bu arada, şehre gelen yabancıların Lut’un evinde misafir olduğunu haber alan kavmi, sapık arzularının kamçılamasıyla, âdeta kudurmuş bir hâlde koşarak Lut’un kapısına dayandılar. Zaten öteden beri böyle çirkinlikler yapmayı âdet hâline getirmişlerdi.

Lut, “Ey kavmim!” dedi, “İşte kızlarım; onlarla evlenip meşru ve doğal yollarla arzularınızı tatmin etmeniz, sizin için erkeklere yönelmekten çok daha temizdir. Öyleyse, Allah’tan korkun da misafirlerime tacizde bulunarak beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?”


Buna karşılık onlar, “Sen de gayet iyi bilirsin ki, bizim senin kızlarında gözümüz yok. Çünkü kadınlarla ilgilenmiyoruz biz. Sen aslında bizim ne istediğimizi pekâlâ bilirsin!” dediler.

Bu azgın topluluk karşısında tamamen çaresiz kalan Lut, “Ah, keşke size karşı koyabilecek gücüm olsaydı yahut şerrinizden korunabileceğim sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” dedi. Şehre sonradan yerleşen bir yabancı olduğu için, kendisini savunacak kabile desteğinden yoksundu. İşte, Lut Peygamber’in üzüntüsü doruk noktasına ulaşmıştı ki:

Sonunda melekler gerçek kimliklerini ortaya koyarak, “Ey Lut!” dediler, “Bizler Rabb’inin elçileriyiz. Artık korkmana, üzülmene gerek yok! Çünkü onlar senin kılına bile dokunamazlar! Zaten kısa bir zaman sonra hepsi helâk edilecektir! Bunun için, gecenin bir vaktinde ailenle birlikte şehri terk etmek üzere yola çık. İçinizden hiç kimse kâfirlerle birlikte olma özlemiyle geriye dönüp bakmasın! Ancak karın hariç; çünkü o, zalimlerin yanında kalmayı tercih edecek. Bu yüzden de, onların başına gelecek olan azap, onun da başına gelecek. Onların helâk edilme zamanı sabah vaktidir; sabah vakti de yakındır, değil mi?”

Ve nihayet Sodom şehri için helâk emrimiz gelince, Lut’u ve ailesini oradan çıkardık, sonra korkunç bir sarsıntıyla oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine, ateşte pişip sertleşmiş kızgın taşları sağanak sağanak yağdırdık.

O taşlar, öyle tesadüfen yağmadı onların başına. Aksine her bir taş, Rabb’inin katında işaretlenmiş ve zalimleri cezalandırmak için özellikle gönderilmişti. Ve siz ey insanlar! Kendinizi benzer bir felâketten uzak sanmayın! Zira bu tür cezalar, zalimlerden hiç de uzak değildir. Allah zaman zaman belâ ve musibetler göndererek insanları uyaracaktır. (Hud, 11/77-83; Kısa tefsirli Kur’an meali).

Bu ümmetin kavimlerinin bütün bütün helak olmaması, Hz. Muhammed (a.s.m)’in yaptığı ve kabul olmuş duasının bir sonucudur. Bununla beraber, âhir zamandaki artan kötülüğe paralel olarak Allah’ın gazabını gösteren felaketler de çok artmıştır. Bugün, depremler, seller, tufanlar, tusunamiler, hortumlar, kasırgaların helak ettiği insan sayısı, eski kavimlerin kat kat üstündedir. Fakat, eski kavimlerde olduğu gibi, bugün de bu musibetleri tesadüflere vererek, normal birer doğa olayı diyerek işin içinden çıktığını zannedenler var. “Deprem Allah’ın bir uyarısıdır” diyenler ceza görmüşse, bunun altında yatan sebep, olan felaketi, suç-ceza ilişkisinden uzaklaştırıp tesadüflere havale etme gayretlerinin varlığıdır.

İlave bilgi için tıklayınız: Eski ümmetlerin başlarına gelen belalar neden şimdi olmuyor?

54 Bir hadis-i şerifte, "ahir zamanda, kişiyi kardeşinden ve babasından ayıracak fitneler çıkacağı" haber veriliyor. Bu fitneler nelerdir?

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“İlerde büyük fitneler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak. (O zaman) fitneler erkeklerin kalplerinde kıyamete kadar yayılacak. Hatta O fitne zamanında bir kimse, zinakâr kadının zinasıyla ayıplandığı gibi, Allah’ın emirlerine uymasından dolayı(1) ayıplanacak.”(2)

Rasulullah (SAV)'ın bu haberine göre, kıyamete kadar devam edecek şiddetli fitnelerde, özellikle ahir zamanda gelecek fitnede, kişi düşünce, fikriyat, hayatı anlama ve yorumlama, hatta din edinme hususunda kardeşinden ve babasından farklı olacak. İki kardeş, baba ile oğul bu hususta aynı değerleri paylaşmayacak. Çünkü O zaman fitne çok yaygın hâle gelecek, kişiler ailelerinden, ana babalarından kopup, başka kaynaklardan etkilenecekler. Çok uzaklarda ortaya çıkan yanlış bir fikir, gönülden gönüle, zihinden zihine, dilden dile yazı ile veya başka yollardan hemen yayılacak. Fitne kuş gibi kalpten kalbe uçacak, zihinlerde yuvalanacak.

Elbette böyle kritik ve tehlikeli zamanlarda İslâm’ı yaşamak, benimsemek, onu dosdoğru şekilde hayatı boyunca devam ettirmek, güç olduğu kadar da sevaplı olacaktır.

Kaynaklar:

1. el-Müfredat s. 61. Bela, imtihan, sıkıntı, mihnet, meşakkat manalarına gelmektedir.

2. Gümüşhanevi, Ahmed Ziyaüddin, Ramûzul-Ehadis, terc. Naim Erdoğan, İstanbul ty. s. 298-3715 nolu hadis (Nuaym fiten, Tabarani Evsattan); Ayrıca bk. İbn-ü Mace, Muhammed b. Yezid. Sunenu İbn-i Mace I-II, İstanbul ty. II, s. 1306, 1317, 1333 İlerde Gelecek Fitnelerle İlgili Hadis Kitaplarının özellikle “Kitabu’l-Fiten” bölümlerinde birçok hadis-i şerife rastlamak mümkündür.

55 "Hiç kan akıtmadan bir büyük şehir veya ülke Müslüman olacaktır." diye bir kıyamet alameti var mıdır?

Araştırmalalarımıza göre Roma'nın savaş olmadan fethedileceği bildiriliyor.

Ayrıca İstanbul'un tekrar fethedileceği de rivayet ediliyor. 

Hz. Mehdî'nin icraatlarından biri de İstanbul'u fethetmesidir. Bir rivayette Ümmet-i Muhammed'in son emiri Ehl-i Beyt-i Nebevî'den hüsn-ü sîret sahibi Mehdî'nin çıkacağı, Kayser şehrini fethedeceği, zamanında Deccal'ın çıkacağı ve Hz. İsa (as)'ın gökten ineceğini bildirilir.(1)

Hatta Resûlullah (asm) bu konu üzerinde öylesine önemle durmuştur ki, dünyanın sonuna bir gün bile kalsa Allah'ın o günü uzatıp Kostantıniye'ye fethedeceğini bildirmiştir.(2)

Muhyiddin-i Arabî de Mehdî'nin İstanbul şehrini Deccal'ın elinden kurtaracağını kaydeder.(3)

Rivayetlerde bu fethin harp etmeden, "Lâ ilâhe illallah" tekbirleriyle gerçekleşeceği de belirtilmektedir.(4) Ki bundan, fethin mânevî yönden gerçekleşeceğini anlıyoruz.

Kayser şehri Kostantıniyye, yani İstanbul’un ilk fethinin Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedildiğini, hadis-i şerifte de gerek kendisi ve gerekse askerlerinin medhedildiğini biliyoruz. Yukardaki hadiste ise bundan farklı bir yöne, yani İstanbul'un Deccal'ın çıktığı, Hz. Mehdî'nin indiği bir zamanda fethine dikkat çekilmiştir. Bundan bir zaman gelip İstanbul'un işgal edileceğini, fakat kurtarılacağını, ayrıca fısk u fesada gömüldüğü bir zamanda Hz. Mehdî'nin gelip onu mânen fethedeceğini çıkarabiliriz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Roma'nın fethine dair hadis var mıdır?

Dipnotlar:

1) Nuaym bin Hammad, Kitabü'l-Fiten, Varak: 59a.
2) el-Bürhan, s. 74.
3) M. Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, s. 66.
4) Şârânî, Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahir zaman Alâmetleri, s. 445-446.

56 Mehdi, On İkinci İmam olan İmam Muhammed midir? Mehdi ile ilgili rivayetler nelerdir?

Hz. Mehdi’nin âhir zamanda geleceğine dair Ehl-i sünnetin inancı, delilleri birçok hadis-i şerife dayanmaktadır. Ünlü hadis alimlerinden Mansur Ali Nasıf’ın da belirttiği gibi;

"Selef ve halef uleması arasında yaygın bir şekilde, şu husus oldukça şöhret bulmuştur: Ahir zamanda Ehl-i beyttten Mehdi adında bir kimse zuhur edecektir. Müslümanlar ona tabi olacaktır. O da onların arasında adaletle muamelede bulunacaktır. Dini güçlendirecek ve takviye edecektir.”

Mehdi ile ilgili hadisleri sahabenin önde gelenlerinden bir grup rivayet etmişlerdir. Ve bu hadisler Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Taberani, Ebu Ya'la, Bezzaz, İmam Ahmed b. Hanbel ve Hakim gibi büyük Muhaddisler tarafından rivayet edilmiştir. Bu sebeple, Mehdi ile ilgili bütün hadislerin zayıf olduğunu söyleyen İbn Haldun gibi bir kısım alimler, bu konuda  ciddi bir hata yapmışlardır. (et-Tac, V/341).

Yine Meşhur hadis âlimlerinden İbnu Cafer el-Kettanî, “Nazmu’l-Mütenasir mine’l-Hadisi’l-mütevatir” adlı eserinde Hz. Mehdi ile ilgili hadislerin mütevatir (yalan / yanlış bilgi taşıma ihtimali olmayan) hadisler olduğunu ifade etmiş ve konuyla ilgili olarak hem hadisleri rivayet eden sahabeden, hem de hadis kaynaklarından uzun bir liste vermiştir.(bk. Kettanî, a.g.e, s.236-239).

Ayrıca "mehdi" kelimesi zikredilmemekle beraber, yine de ondan bahseden hadisler, Buharî ve Müslimde de rivayet edilmiştir. Biz şu tevatür derecesine varan pek çok hadisten, birkaç tanesini misal olarak arz etmekle yetineceğiz:

Ebu Hureyre’den yapılan rivayete göre, Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

"İbni Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imamınız olduğu (İsa da imamınıza uyduğu) halde bakalım nasıl olursunuz?" (Müslim, İman, 244, 247).

Hz. Ali (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

"Dünyanın ancak bir günlük ömrü kalmış olsa bile,  Allah, Ehl-i beytimden yeryüzünü adaletle dolduracak bir zatı (Mehdi’yi ) insanların başına gönderecektir."(Ebu Davud, Kitabu’l-Mehdî, 1).

Ümmü Seleme anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Mehdi, benim neslimden; Fatıma’nın evladındandır.”(Ebu Davud, a.g.e; Tirmizî, Fiten, İbn Mace, Fiten, 34).

Ebu Said el-Hudrî anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Mehdî bendendir / benim soyumdandır, alnı açık / geniştir, burnu tümsektir, yeryüzünü -daha önce zulüm ve hasızlıkla / işkenceyle dolduğu gibi- adalet ve hakla, huzur ve güvenle dolduracaktır."(Ebu Davud, a.g.e).

Abdullah b. Mesud anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

"Dünyanın ancak bir günlük ömrü kalmış olsa, Allah Ehl-i beytimden ismi ismime, babasının ismi babamın ismine mutabık olan ve yeryüzünü -daha önce zulüm ve hasızlıkla / işkenceyle dolduğu gibi- adalet ve hakla –huzur ve güvenle- dolduracak bir kişiyi başa geçirmek için mutlaka onu uzatacaktır.”(Ebu Davud, a.g.e; Tirmizî, Fiten, 52; Tirmizî: Bu hadis Hasen ve sahihtir, demiştir).

Abdullah b. Mesud anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Ehl-i beytimden ismi ismime muvafık bir kişi Müslümanların başına geçmeden kıyamet kopmaz.”(Tirmizi, a.g.e.; Tirmizî: Bu hadis Hasan ve sahihtir, demiştir).

Hz. Enes anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Biz Abdulmuttalib’in çocukları, cennetin efendileriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi...”(İbn Mece, a.g.e).

Hz. Ali (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Mehdi bizden; Ehl-i Beyttendir, Allah onu bir gecede ıslah eder / Mehdilik görevini yapabilecek yepyeni bir kişiliğe büründürür.”(İbn Mace, a.g.e).

"Benliğime hakim olan zata yemin ederim ki, Meryem'in oğlunun adaletli bir hakem olarak size inmesi pek yakındır. O, Haç'ı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak; mal (o nisbette) çoğalacak ki, kimse onu kabul etmeyecektir." (Sünen-i Tırmizi Tercemesi, Hadis No: 2334, Mütercim: Osman Zeki Mollamahmutoğlu, Yunus Emre Yayınları, c. 4, s. 93)

Dikakte değer bir nokta şudur: Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mace, bu hadisleri “Mehdi” başlığı altında işlemişlerdir.

Şiaya gelince, bilindiği üzere, Ehl-i Beytin meşhur imamları on ikidir. Bu sayı Şia veya Ehl-i sünnete göre değişmez. Ancak, on ikinci imam hususunda farklı değerlendirmeler yapılmıştır.

Şiaya göre, on ikinci imam, hicri 255’te dünyaya gelen, çocukken kayıp olan, İmam Hasan el-Askerî’nin oğlu Muhammed Mehdi'dir. Ahir zamanda yeniden ortaya çıkıp, İmam Mehdi-yi Muntazar olarak gelecektir. Şia'nın bu konudaki yaklaşımları duygusaldır, mantık ölçülerinden ziyade, ahir zamanda gelecek Hz. İsa (as)’a bir benzetme yapıldığı kokusunu veriyor.

Ehl-i Sünnet ise, Hz. Mehdi o kayıp olan çocuk değil, ahir zamanda doğup ortaya çıkacak Muhammed  Mehdi adında bir zattır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Şiilikte bulunan Mehdilik inancı ile Ehl-i Sünnetin Mehdilik inancı arasındaki farklar nelerdir?

57 Bir hadiste "Ahir zamanda kişi emrolunduğu şeyin onda birini yaparsa kurtulacaktır." deniyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Resulullah (asm) bir hadis-i şerifinde ashabına hitaben:

"Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helak olur; sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır.” buyurur. (Ramûzu’l-Ehadis s. 136, 1753, hadis Tabarani filkebir, İbn-i Adiy, Ebû Hureyre’den)

Bu hadis geçen "dinin onda birini yapmak" kemiyet olarak değil keyfiyet olaraktır.

Yani iman hakikatleriyle birlikte namaz, oruç v.s. ibadetleri ifa etmede ve genel olarak dini yaşamada, sahebelerin yaptığının onda biri keyfiyetinde yapmak ahir zamandaki Müslümanlar için yeterli olacaktır.

Yoksa , namaz, oruç, kelime-i şehadet, zekat ve iman hakikatlerinden birini (mesela; sadece kelime-i şehadet getirmek) yapıp diğerlerini terk etmek değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin, “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” sözü nasıl yorumlanmalı?

58 "Cariyenin efendisini doğurması"nı nasıl anlamalıyız?

Kıyamet alametlerinin önemli bir bölümü müteşabihtir / manaları kapalı, farklı ihtimallere açıktır. Bu husus imtihanın gizlilik sırrından kaynaklanmaktadır.

"Zamanın yaklaşması.”(Buharî, İstiska, 27; Müslim, ilim, 11, 12; Ebu Davud, Fiten, 14) hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Önemlileri şunlardır:

1. Zahiri manasında olduğu gibi, gece-gündüz arasında tam bir eşitlik olacak.

2. Kıyamet gününe ait hususî zaman dilimi, genel zamana yaklaşmış olacak.

3. Zamandan bereket kalkacak, gece-gündüz süratle gelip geçeçek.

4. O zamanın insanları kötülük yapmakta birbirine yaklaşacak / omuz omuza verip birbirlerine destek olacak.

5. Devletlerin, hükümetlerin ömrü -fitnelerden ötürü- kısalacak, değişim hızları ivme kazanack.(bk. Nevevî; İbn Hacer;  Ebu Tayyıp-Avnu’l-Mabud, ilgili hadis şerhi).

İlave bilgi için tıklayınız:

Kıyamet alameti olarak hadislerde geçen, köle kadın efendisini doğuracak, ne demektir?

Mehdiden sonra Kahtani isminde birisinin geleceğinde bahsediliyor; bu zat kimdir?

59 "El-Kavlu'l-Muhtasar Fi Alameti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar" kitabının yazarı kimdir?

“El-Kavlu'l-Muhtasar Fi Alameti’l-Mehdiyyi’l-Muntazar” adlı kitap, İbn Hacer el-Mekkî’nindir.

“Kitabü’l-Burhan Fi Alameti’l-Mehdiyyi’l-Ahir Zaman” adlı eser ise, Celaleddin Suyutî’nindir.

Bu iki yazar da İslam âleminde tanınmış büyük âlimlerdendir.

Söz konusu kitaplardaki hadislerin bir kısmı, sahih, bir kısmı hasen, bir kısmı da zayıf olabilir. Ancak genel olarak, Hz. Mehdi’nin geleceğine dair hadisler sahihtir. Sahavî gibi büyük hadis âlimlerine göre, Mehdi ile ilgili hadis rivayetleri mütevatir olup sıhhatinde şüphe yoktur.

60 Eski ümmetlerin başlarına gelen belalar, neden şimdi olmuyor?

Bu ümmetin eski ümmetler gibi, toptan yok edilmemesi, değişik ağır cezalara çarptırılmamasının bir hikmeti, Son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.m)’in ümmeti olmasıdır.

“Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe, Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar / tövbe ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfal, 8/33)

mealindeki ayette Hz. Peygamberin (asm) nasıl bir rahmet peygamberi olduğuna vurgu yapılmıştır.

Allah İslâm'ı, kıyamete kadar bütün insanlığa son bir çağrı olarak gönder­di. İnsanların, inanmadıkları takdirde helak olma korkusundan değil, mâkul buldukları ve ihtiyaçlarına cevap verdiği için ona iman etmelerini istemiştir.

Bu ilâ­hî İrade müşriklerin isteklerine ters düşüyordu, dilekleri hemen kabul edilemezdi. Bu genel ilke dışında kısmen veya toptan imha eden felâketlerle cezalandırmayı iki şey daha engellemekteydi:

1. Hz. Peygamber (asm)'in içlerinde, aynı topluluk ve şe­hir içinde olması.

2. Müşriklerin inatlarından vazgeçerek tövbe etmeleri, hak dini kabul ederek bağışlanmayı dilemeleri.

Hz. Peygamber (asm)'in dünyadan ayrılmasından sonra da ya kâfirlerin imana gelip tövbe etmeleri veya bunların çocuklarının hida­yete gelmesi ihtimali açık bulunduğundan âyetteki istiğfar, fiilen yapılanın yanında "devamlı olan istiğfar ihtimali" olarak da anlaşılmış, bu doğrultudaki bazı rivayetlere dayanılarak felâketlerle cezalandırmanın hiç olmayacağı ileri sürülmüştür. (İbn Kesîr, Elmalılı, ilgili ayetin tefsiri)

Ancak müşriklerin, gökten taş yağ­ması veya kendilerini toptan imha edecek bir felâket gönderilmesi dışında, kısmen imha edecek felâketlerle veya başka şekillerde cezalandırılmaları, hem bu âyete hem de ilâhî irade ve âdete aykırı değildir. Peygamberimiz (asm) Medine'ye göç edince müşrikler birinci güvenceyi kaybetmiş oldular. Geriye iman ve tövbe kaldı, buna sarılanlar kurtuldular; inkârlarında ısrar edenler ise dünyada yenilerek, esir düşe­rek, yaralanıp ölerek cezalandırıldılar, âhirette de cehenneme girerek ceza göre­ceklerdir.

Bu açıklamalar peşin hükümle zihinleri perdelenmemiş insanları şu so­nuca götürmektedir: Kur'an, Allah katından gelmiştir, bunu ispat etmek için gök­ten taş yağdırmaya gerek yoktur. Ancak bir istisna teşkil eden ahir zaman fitnesi çok garip olaylara gebe olabilir.

61 Kıyametin kopması ne kadar sürecektir?

Kıyamet kopmaya başlayınca, dünya günü diye bir şey kalmaz. Dünya, güneş, ay ve yıldızlar bomba gibi patlar.

Kıyametin kopması bir süre devam edecektir. Ancak bunu binlerce yıl olarak değil bir müddet olarak değerlendirmek gerekir.

Ebu Hüreyre'den rivayetle Peygamberimiz (asm) bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

«İki üfürme arası kırk...dır.»

Bunun üzerine Ebû Hüreyre (ra)'den soruldu:

—  Kırk gün müdür?

—  Bilmiyorum, dedi.

—  Kırk yıl mıdır?

—  Bilmiyorum, dedi.

—  Kırk ay mıdır?

—  Bilmiyorum, dedi.

«Artık insanın her yanı çürüyüp ufalanacak, ancak kuyruk sokumundaki (küçücük bilyamsı) kemik çürümeyecektir. İnsanlar o kemikten oluşup meydana gelecek.» (Müsned, II, 322; Buharî/tefsîr:  3/39, 1/78- Müslim/fiten: 141)

Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

"Kıyamet müminlerin başına kopmaz. Cenab-ı Allah kıyametin kopacağına yakın bir zamanda, bir rüzgar gönderir. O rüzgarın dalgalanmasıyla, imanı olan hiç bir mümin kalmayacak, ruhunu teslim edecektir. Allah onlara rahmet eylesin." [Şerhüs-Sünne 15/90, Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582 (İmamı Busiri hadisin sıhhatine hükmetmiş); Kenzül Ummal 15/229; Şuab-ı İman Beyhaki 2/191; Mu'cemut-Taberani El-Kebir 3/3037]

İlave bilgi için tıklayınız:

Kıyamet ne zaman ve nasıl gerçekleşecektir?

62 Değişen dünyada Müslümanın görevi nedir?..

Cevap 1:

Bir Müslüman öncelikle her zaman hak ve hakikati, doğru olanları yapmalı ve savunmalıdır. Çünkü kurtuluş doğruluktadır. Fakat bu hakikatleri, bu doğruları da doğru tespit etmek gerekir. Ayrıca, “Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” vecizesinin anlamlı hikmetine kulak verilmelidir. Bunları detaylarına girmeden birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:

a. Bu asır ilim asrıdır. Kıyamete kadar gittikçe ilimler daha da artacak yeni keşifler ortaya çıkacaktır. Bugün bizim en büyük düşmanız cehalet, zaruret/fakirlik ve ihtilaftır. Bunlara karşı tavizsiz duruş sergilememiz gerekir. Önce kendimizden ve yakın çevremizden başlayarak dinî ve fennî ilimlerin tahsiline önem vereceğiz. Tabii ki, herkesin bütün ilimleri öğrenmesi mümkün değildir. Bunu iş bölümü çerçevesinde yapacağız. Bu bir farz-ı kifâyedir, cenaze namazı gibidir, bazılarının yapması yeterlidir, fakat bu işler eksik yapılırsa, ihtiyaca cevap veremiyorsa, bütün toplum, bütün ümmet günahkâr olur. Bu bağlamda şunu vurgulamak gerekir, insanlara doğru İslamiyeti ve İslamiyete yakışır doğruluğu, doğru olarak yaşar ve yaşatmaya çalışırsak iki cihanda da mesud ve bahtiyar oluruz.

Şu halde, bilgi-bilgisayar çağı olan bu asırda, tek silahımız ilim olmalıdır. Artık cihat manevîdir, fikir, ilim, kalem üzerinde yükselir İslam’ın evrensel mesajı. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde okuma, insanların yaratılışı ve kalemin  dikkatlere sunulması, fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte okunmasının gereğine güçlü bir vurgudur.

b. Maddi / ekonomik gelişme düzeyi bu günkü toplumların değer ölçüsü haline gelmiştir. Asrın ihtiyacı olan bu gelişmeye ayak uyduramamış İslam âleminin bu günkü perişan vaziyeti, bu ölçünün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Şahsî menfaatleri için değil, Müslümanların menfaatleri için zengin olmaya, teknolojiyi elde etmeye çalışanların sevabı büyüktür. Çünkü bu asırda “İ’la-yı kelimetüllah maddeten terakkiye mütevakkıftır = Allah’ın mesajlarının evrensel boyutta hâkim olabilmesi, maddi imkânlara bağlıdır”. Devletçe milletçe buna dikkat edeceğiz, dikkat edenlere taraftar olacağız. “Bir hırka-bir lokma” devri geçmiştir. Çünkü işler ferdî hayat boyutundan çıkıp toplumsal, evrensel bir boyut kazanmıştır.

c. İhtilaflardan sıyrılıp ittihada, ittifaka ulaşmak için, Allah’ın ipine sımsıkı sarılacağız: “Müminler ancak kardeştir.” ayetinin önüne hiçbir tasavvur geçmemelidir. Ne ırk, ne bölge, ne yakın akrabalık, ne dünya menfaati, ne ideolojik yoldaşlık, ne siyasî görüş farklılığı İslam kardeşliğinin önüne geçmemelidir. Allah’ın ön gördüğü bu ittifaka girmeden, arızî rüzgârların önünde savrulmaktan kurtulamayız.

d. Her zaman barıştan yana olmak, İslam mesajının her tarafa yayılmasının önemli şartlarından biridir. Çünkü gerçekler, ancak sakin atmosferlerde anlaşılabilir. Bediüzzaman, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” derken, İslam’ın güzelliğini, merhametini, şefkatini, evrenselliğini, alemlere rahmet veçhesini seslendirmiş oluyor.

e. Onun “Aç olan canavara karşı gevşeklik göstermek, merhametini değil, iştihasını açar, geri dönüp dişlerinin kirasını da ister” şeklindeki veciz sözü, yerine göre / hikmete uygun hareket etmenin lüzumuna işarettir.

Bu konuda ilave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu...

Cevap 2:

Bu konuda kesin bir nas (ayet veya hadis) olmamakla beraber, âlimlerin tespitine göre bu tabakalar ve grupları şöyledir:

Katları: Alt tabakadan üst tabakaya doğru: 1. Munafıklar, 2. Müşrikler, 3. Mecusiler, 4. Sabiiler, 5. Hristiyanlar. 6. Yahudiler, 7. Günahkâr müminler. (bk. Beyzavî, Mecmu, 3/564)

Bununla beraber, değişik suçlardan ötürü aynı kişinin farklı yerlerde cezaya tabi tutulması da göz ardı edilmemesi gereken bir mülahazadır. “Onunla / cehennemle Hamim / kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) mealindeki ayetin ifadesi bu görüşü güçlendirmektedir.

“Onun (cehennemin), yedi kapısı vardır. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır." (Hicr, 15/44)

âyetinde işaret edilen bu yedi bölge, Cehennem, Lezâ, Hutame, Saîr, Sekar, Cehîm, Hâviye isminde olup, hepsi de farklı derecelerdedir. (bk. et-Taberî, VIII, 35; el-Beydâvî, III, 564)

Ayette geçen yedi kapıdan maksat, insanı helâk eden ve beş duyu ile alâkalı olan fiillerin yanı sıra, bu beş duyudan farklı sayılabilecek şehvet ve öfke ile alâkalı fiillerin cezalandırıldığı toplam yedi bölge olabilir. Yahut, genel olarak suçların durumuna göre yedi guruptan meydana gelen cehennemliklere ayrılan yedi bölgedir. (bk. el-Beydâvî, III, 564; el-Alûsî, XIV, 53)

Bu konudaki -şeriat dili açısından akla daha uygun görülen- diğer bir ihtimal de yedi cehennemin, insanların yedi organına göre tespit edilmesidir. Çünkü cehennem kapılarının yedi olması ile cennet kapılarının sekiz olması arasında apaçık bir ilişki vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların teklife tâbi tutulmuş organlarla yakın ilişkisi vardır.

Bilindiği gibi insanın mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunlardan yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalptir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allah'ın emri doğrultusunda hareket ederek cennete birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde cennete sekiz kapıdan girilir. Fakat içte ruh körleşmiş ve kalp kapısı kapanmışsa, dıştaki yedi organ, Cehenneme açılmış birer giriş kapısı hükmüne geçer. İşte cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının yedi olması -Allah daha iyi bilir ki- bu hikmetten dolayıdır. (bk. Yazır, V, 212) Tabii ki organların cennet ve cehennemle ilişkileri, daha çok insanlar açısından değerlendirilmiştir. Cinler için de ayrıca bir değerlendirme söz konusu olabilir.

Bediüzzaman Said Nursi de insanların her bir organının, hem cennet hem de cehennem kapılarını açabilecek birer anahtar hükmünde olduğunu söylemektedir. Ona göre: akıl bir âlettir; eğer Allah adına kullanılmayıp nefsin heva ve hevesine tâbi kılınırsa, insanı ciddi rahatsız eden, sahibini cehenneme kadar sürükleyecek olan uğursuz bir âlet halini alır. Dinden uzak kimselerde kendini gösteren huzursuzluğun önemli bir bölümünün kaynağı budur. Eğer akıl, Allah adına kullanılsa, bir yandan din ilimleri, bir yandan da müspet ilimler penceresinden kâinat kitabını okuyacak, sahibine Allah'ı tanıtarak ona cennet kapılarını açacak tılsımlı ve şifreli güzel bir anahtar hükmüne geçer.

Meselâ: göz öyle bir organdır ki, ruh bu dünyayı o pencere ile seyreder. Allah adına kullanılan bir göz, yüce yaratıcının hârika sanatlarını seyreden, kãinat kitabını okuyan ve yeryüzündeki nimetleri temaşa eden mübarek bir arı derecesine çıkar. Topladığı  ilmî çiçeklerle sahibine imân petekleri takdim eden sihirli bir anahtar şekline girer. Eğer nefis hesabına kullanılsa, bu takdirde nefsin kötü arzularını tatmin için çırpınarak  onun alçak bir hizmetkârı durumuna düşer. Tabii ki nefsini ilâh edinenlerin yeri bellidir.

Yine dil gibi bir organ, Allah namına çalışsa, onun güzel nimetlerini tanıtan, çeşit çeşit tatlarını teftiş eden güzel bir müfettiş seviyesine çıkar. Sahibini şükür vasıtasıyla cennet saraylarına götürür.

Dil eğer nefis hesabına çalışsa, baş aşağı düşerek mide fabrikasının bir kapıcısı seviyesine iner. Ve sahibinin başına belâ olur. (krş. Nursi, Sözler, 28-29)

Bediüzzaman, insanın organları ile cennet ve cehennem arasındaki ilişkiyi  şu sözleri ile vurgulamıştır:

"İşte ey akıl, dikkat et! Meşum bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdî bir kavvad nerede? Kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil! İyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?"

"Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: hakikaten mü'min cennete lâyık ve kâfir cehenneme muvafık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların her biri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, imânıyla Hâlikının emanetini onun nâmına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs–i emmâre hesabına çalıştırmasıdır." (bk, Nursi, a.g.y)

İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir (Rahman 55/43) ayetinde geçen ve suçluların yalanlamasını ifade eden tekzip fiili, mâzî değil de istikbâl siygası ile kullanılması, ölünceye kadar onların inkârlarının devam ettiğini ve bu sebeple de cezayı çoktan hakettiklerini göstermek içindir. (krş. el-Alûsî, XXVI, 115)

Ayrıca geniş zamanı ifade eden istikbal fiili (gelecek zaman kipi), dünyada yaşamakta olan insan ve cinlerin durumlarına daha uygundur. Çünkü geçmiş zaman kipi, işin geçmişte olup bittiğini ifade etmesinden dolayı, düşünce ve hayaller üzerinde tesiri azdır. Ahirete iman işinin hâlâ bazı kimseler tarafından yalanlanmakta olduğunu ifade eden gelecek zaman kipinin te'siri,  dinleyiciler üzerinde daha fazladır. Herhangi bir hastalığın varlığını duyan ve  aynı bölgede yaşayan bir kimse, kendisine de o hastalığın bulaşmasından çekinip tedbir almaya çalıştığı gibi, inançsızlık hastalığını da zihinlerde canlı tutan Kur'an'ın bu üslûbu, bir karantina görevini görmektedir.

Allah'a karşı suç işleyenler, en zavallı bir durumda yakalanıp ateşe sürüklenirken, onları bir leş gibi sürükleyen zebânîler: "İşte bu, size haber verilip de yalanladığınız cehennemdir." diyerek onlara  sitem ederler.

İbn Kesîr'in dediği gibi, o gün onlara şöyle denilir: Sizin, asla var olmadığını söylediğiniz ateş ve yalanladığınız cehennem işte budur! Şimdi ortada duruyor ve siz de açıkça görebiliyorsunuz değil mi? (krş. Muh. İbn Kesir, III/412)

“Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman, 55/44) ayetine göre cehennemde bir yandan cehennem gibi kavurucu bir ateş, diğer yandan barsakları delip geçen bir kaynar su söz konusudur. Belki de emre itaatsizlikten dolayı ateşi, yasakları çiğnemekten dolayı da kaynar suyu hakediyorlar.

Ayette geçen ve meâllerde "dolaşma" olarak ifade edilen "Tevaf" kelimesi, meşhur tavaf terimini de çağrıştırıyor. Buna göre bu kelimenin tercih edilmesinin bir hikmeti, onların Allah'ın evini  ve mescitlerini hac ve namaz ibadeti için ziyâret edip tavaf etmediklerinin, yani oraları dolaşmadıklarının bir cezası olarak, azapla dolu bir dolaşımı hakettiklerini göstermek içindir. (bk. Niyazi BEKİ, Rahman Suresi, ilgili ayetlerin tefsiri)

Bu konuda ilave bilgi için tıklayınız:

Cennet ve Cehennemin katmanları...

63 Hz. İsa'nın Deccal'ı öldürmesi, şahs-ı manevi ile mi yoksa bizzat şahsı ile mi olacaktır? Yani İsevîlik dîn-i hakîkisinin küfrü yok etmesi şeklinde mi anlamalıyız Hazret-i İsa'nın nüzûlunu? Bu meselede İslâm ulemâsının fikirleri nelerdir?

Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinin girişinde ÜÇ hayat tabakasından bahseder: Bunlardan birincisi tüm insanların şu an yaşadığı hayat tabakasıdır. İkincisi ise Hz. Hızır’ın yaşadığı hayattır. Bediüzzaman bu hayatı,

“… bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir…”

şeklinde açıklar. Üçüncüsü ise Hz. İsa’nın bulunduğu hayat tabakasıdır. Üstad Bediüzzaman bu hayatla ilgili şu önemli açıklamaları yapmıştır:

"Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa (as)’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından (gerekli olanlar) tecerrüd (ayrılma, temizlenme) ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder (güzellik kazanır). Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar." (Mektubat, s. 6)

Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın insanların hayatlarını devam ettirmek için gerek duydukları her şeyden uzaklaştığını, meleklerinkine benzer bir hayata kavuşup nurani bir güzellik kazandığını ifade etmektedir. Hz. İsa’nın bir yıldız gibi parlayan ve eşsiz güzellikte olan dünyadaki bedeniyle gökyüzünde bulunduğunu açıklamaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin dikkat çektiği bir diğer önemli konu ise Hz. İsa’nın ikinci kez dünyaya gelişi hakkında şüphe içinde olan çevrelerdir. Bediüzzaman açıklamalarında tüm kainatı yoktan var eden, her şeye kadir olan Rabbimiz’in Hz. İsa’yı ikinci kez dünyaya getirmeye muktedir olduğunu hatırlatmaktadır.

"Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan (ruhlar aleminden) gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını (ruhlarını) cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi (güzel netice) için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil… belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için (gerektiği için) va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 56-57)

Bediüzzaman bu sözünde melekleri insan suretinde yeryüzüne gönderen, kainattaki bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm boyutların tek sahibi olan, alemlerin Rabbi olan Allah’ın Hz. İsa’yı da istediği surette yeniden dünyaya geri getirebileceğini söyler.

Hz. İsa’nın böyle önemli bir dönemde ve böyle şerefli bir görev için yeniden dünyaya geleceğini vaat eden Rabbimiz, mutlaka vaadini yerine getirecektir. Hz. İsa geldiğinde imanın nuru ile tanınır (1) Hz. İsa’nın dünyaya ikinci kez geldiğinde nasıl tanınacağı konusu her zaman merak konusu olmuştur. Bediüzzaman eserlerinde bu konuyu da açıklamakta, Hz. İsa’nın imanın nuru ile tanınacağını söylemektedir. Üstad’ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise, Hz. İsa’yı herkesin tanıyamayacağı, sadece ona yakın olan kişilerin ve imanda derinleşmiş olanların onu tanıyabilecekleridir.

"Hazret-i İsa aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb (yakınları) ve havassı (dindarlar ve manevi derecesinde yüksekler), nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet (aşikarlık) derecesinde herkes onu tanımayacaktır." (Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 56-57)

Hz. İsa İslam diniyle hükmedecek, Kur'an’a tabi olacak.

Bediüzzaman Said Nursi, dinsiz ideolojilerin hakim olduğu böyle bir dönemde Hz. İsa’nın yeniden dünyaya döneceğini müjdelemektedir. Üstad’ın aşağıdaki sözlerinde haber verdiği gibi, Hz. İsa yeryüzüne ikinci kez gelişinde Kur'an’la hükmedecek, Kuran’a tabi olacaktır. Hıristiyanlık ile Müslümanlık birleşerek dinsizlik akımına karşı Kur'an ahlakını yaşayarak üstün geleceklerdir. Risale-i Nur’da bu konuyla ilgili aktarılanlar şöyledir:

"Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (ASM) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfrîye (inkarcı hareket) ve inkâr-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa (as), İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek." (Mektubat, s. 6)

“…felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı…“: Bediüzzaman, Hz. İsa’nın Darwinizm’in meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

“… İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği…” Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa’nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa’nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hıristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hristiyanlığı tüm batıl hurafelerden temizleyecek ve daha sonra da İslamiyete dönecektir. Böylece Hristiyanlar ve Müslümanlar birlik olup, dünya üzerinde çok büyük bir güç oluşturacaklardır. Hz. İsa bu dinsiz sistemin bütününü ifade eden Deccal’i öldürecek, inkarcı sistemleri tamamen yeryüzünden kaldıracaktır.

"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazreti İsa (as)’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i ilahiyetinin semasından nuzul edecek; hal-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi (saflaşacak) edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet’e inkilab edecektir…" (Mektubat, s. 53)

Bediüzzaman yukarıdaki sözünde dinsizliği temsil eden Deccal’in görünürde çok kuvvetli olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu dönemde Hz. İsa Allah’ın rahmeti sayesinde tekrar yeryüzüne gelecek ve böylece gerçek Hristiyanlık ortaya çıkacaktır. Daha önce de vurguladığımız gibi, Hz. İsa’nın ilk yapacağı şey, vahyedilmesinden sonra çeşitli tahrifata uğrayan Hristiyanlık dinini aslına döndürmek, tüm batıl uygulamaları, sapkın inanışları, aslı olmayan uygulamaları, gereksiz gelenek ve kuralları ortadan kaldırmak olacaktır. İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa’dır. Böyle bir değişim de bugüne kadar gerçekleşmemiştir.

“…hakaik-i İslamiye ile birleşecek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet’e inkilab edecektir…“: Hristiyanlığın saf haline dönerek vahyedildiği özüne geri dönüşünden sonra, Allah’ın son hak dini ve Allah katında tek geçerli din olan İslam’ın gerçekleriyle birleşecek ve İslam’a dönüşüme başlayacaktır.

"Ve Kur'an’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed (sav)), bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır." (Mektubat, s. 54)

“…Kur'an’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak..“: Hristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan bu dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran’a tabi olmakla neticelenecek. Hz. İsa’nın şahsı ve ona tabi olan Hıristiyanlık İslam’a tabi olacak.

“…Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak…“: Hz. İsa öncülüğündeki Hristiyanlık Kur'an’a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacak. Çünkü günümüzde dünyanın en büyük iki dini olan Hristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler. Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren yok edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran, bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten materyalist felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

“…cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini…“: İki dinin ittifakı ve Hristiyanların Kur'an’a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek,. bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın yeryüzüne gelip, bu hareketin başına geçeceğini Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bir bilgi olduğunu söylemiştir. Bediüzzaman Deccal ve oluşturduğu dinsiz kuvvet ile ilgili şu tariflerde bulunmaktadır:

"Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber (karma karışık) eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa (as)’ın din-i hakikîsini İslâmiyet’in hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cem’iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa (as)’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak." (Mektubat s. 441)

“... inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber…“: Bediüzzaman, Deccal ve onun temsil ettiği dinsiz akımları “Allah’ın varlığını inkar amacıyla medeniyeti ve insanların mukaddesatlarını karıştıran” bir birlik olarak tanımlamaktadır.

“... Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın din-i hakikîsini İslâmiyet’in hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cem’iyet…“:

Tüm bozulmalardan arındırılan gerçek Hristiyanlığın İslam dini ile birleşmesi için samimiyetle, fedakarane çaba sarf eden Hz. İsa ve samimi İsevileri Bediüzzaman “Müslüman İseviler” olarak tanımlamaktadır. Hz. İsa önderliğindeki bu Müslüman İseviler cemaati, Üstad’ın Deccal şahs-ı manevisinde tanımladığı dinsiz fikir sistemlerini ortadan kaldıracaktır.

“O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz.”

rivayet edilmiş.

"Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavî ve ulvî, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur’aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa (as)’ın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir." (Şualar, s. 581)

Bediüzzaman bu hikmetli sözünde Deccal’i ancak Hz. İsa’nın yok edebileceğine işaret eden hadislere dikkat çekmiştir. Deccal’in yerleşik düzenini, saldırgan rejimini ortadan kaldıracak olan, dinsizliği insanlar arasında yaymak ve mukaddesatı bozmak olarak tarif edilen mesleğini bozacak olan Hz. İsa, ona tabi olan samimi İseviler ve hurafelerden sıyrılıp Kur'an’a teslim olan Hristiyanlardır. Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelişi ile Deccal’in dinsiz mesleği ölecektir.

“o dinsiz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir”: Bediüzzaman burada çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Önemli olan dinsizliği insanlar arasında yaymak için çaba sarf eden insanları teker teker fikren etkisiz hale getirmek değil, dinsiz akımların yaşamasına imkan veren, olara sözde dayanak sağlayan tüm fikri sistemlerin ortadan kaldırılmasıdır. Yoksa kişilerin teker teker fikren etkisiz hale getirilmesi çok kolaydır. Bediüzzaman, Hz. İsa ve onunla birlikte olan İseviler’in dinsiz akımları yokedişini ise şu şekilde tanımlamaktadır:

"Şahs-ı İsa (as)’ın kılıncı ve maktul olan şahs-ı Deccal’in, teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizlik azametli heykeli ve şahs-ı manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevi’nin hakikatini hakikat-i İslamiye ile mezcederek (karıştırarak) o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek…" (Şualar, s. 493)

64 Ahir zamanda Hz. İsa'nın yeryüzüne inip Deccal'i öldürmesi ile ilgili hadisler nasıl anlaşılmalıdır? İnsanlar önce ona (Deccal'e) inancaklar, sonra Hz. İsa (as) inince herkes ona inanıp İslam dinine inancak?..

Ahir zamanda Deccal gelecek ve Allah'ı inkar fikrini dünyaya yayacaktır. Hz. İsa (as) da yeryüzüne inerek Deccal'ın dünyaya yaydığı bu fikri engelleyerek İslamı yayacaktır.

Deccal'ın gelmesi ile herkes kafir olacak veya Hz. İsa (as) geldiğinde herkes Müslüman olacak şeklinde anlaşılmamalıdır. Belki Deccal'ın gelmesi ile dünya üzerinde küfür artacak ve Hz. İsa (as) geldiği zaman İslam küfre galip gelip Müslümanların sayısı artacaktır. Her iki dönemde de Müslümanlar olduğu gibi kafirler de olacaktır. Bu husus uzun bir dönemde gerçekleşecektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. İsa, kıyamet kopmadan önce tekrar yeryüzüne inecek mi?..

65 Din Mekke'de başladı yine orada bitecek, ne demektir?

- “Din Mekke’de başladı, orada bitecek.” manasına gelen bir rivayet vardır.(bk. Kenzu’l-ummal, h.no: 1195).

- Gelecekle ilgili bilmediğimiz binlerce gerçek vardır. Bu konu da onlardan biridir ve bizi doğrudan ilgilendirmeyen bu gibi konular, bizi fazla rahatsız etmemelidir.

- Tirmizî’nin rivayetine göre, İslam beldeleri arasından en son harap olacak, Medine’dir.(bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 38493). Buradaki bilgi de, kıyametten biraz önceki devrede Müslümanların yaşadığı en son bölge Medine olacaktır. Bazı rivayetlerde bu devre kırk yıldır.(bk. a.g.e, h. no: 38478).

- Bu gün gördüğümüz, seller, depremler, volkanik patlamalar ve daha nice semavi ve arazî musibetlerle insanların yok olması son derece makuldür. O zamanlarda, ileri teknolojiyle yapılacak savaşların ölümcül tahribatını -şimdiden- tahmin etmek bile güçtür.

- Şimdi sorunuza cevap olabilecek şu hadis-i şerifi aktarmakta fayda vardır:

Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Kıyametten biraz önce, Allah Yemen tarafından ipekten daha yumuşak bir rüzgâr gönderir ki, kalbinde zerre miktar imanı bulanlardan hiçbirisini bırakmaz / öldürür.” (Müslim, İman, 185).

Hadisteki, “ipekten daha yumuşak” ifadesi, onların ruhlarının şefkatle alınacağına işarettir.(bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

Bu hadisin verdiği bilgi bile, tek başına müminlerin nasıl kısa bir zamanda öleceklerine dair yeterli bir malumattır. Bu ölüm, müminlerin kıyamet dehşetini görmemelerini sağlayan bir ilahî lütuftur.  Müminlerin ölümünden kısa bir süre sonra, kıyamet kâfirlerin başında kopacaktır.

“Kıyamet insanların en kötülerinin başında kopacaktır.” (Nevevî, a.g.y) hadisi de bunu göstermektedir.

66 Hz. Mehdi'nin geleceğini inkar etmenin bir sakıncası var mıdır?

- Mehdî ve Deccal'in geleceğini bildiren ve âlimler tarafından sahih olarak kabul edilen hadislerin varlığında şüphe yoktur. Bu konuda özel hazırlanmış eserler de bilinmektedir.

- El-Kettanî, Mütevatir hadislere ayırdığı “Nazmu’l-mütenasir, mine’l-ahadisi’l-mütevatir” adlı eserinde Mehdi ile ilgili değişik hadis rivayetlerine yer vermiş ve Sahavî gibi birçok büyük hadis otoritelerine göre, Mehdi ile ilgi hadislerin mütevatir olduğunu ve Ehl-i sünnet ve cemaat alimlerine göre Mehdi’nin geleceğine iman etmenin vacip olduğunu belirtmiştir.(bk. a.g.e, s. 236-239).

- Bazı alimler demiş olsalar bile, din adına takip edilmesi gereken en ihtiyatlı yol, tekfir / kâfirliğine hükmetme mekanizmasını işletmemektir. Çünkü böyle bir iddia çok büyük vebal getirebilir ve sevabı ise hiç yoktur. Bize düşen, yanlış yapanların durumunu tespit etmek değil, inandığımız davayı ilmî delillerle ispat etmektir.

- Tarih boyunca Müslümanlar arasında Mehdi inancı pek yaygın bir şekilde süregelmiştir. Bu inanca göre; "Ahir zamanda ehli beytten bir zat ortaya çıkacak, Müslümanlar kendisine biat edip, etrafında toplanacak ve bütün İslam memleketlerini birleştirip hakimiyetini sağlayacaktır."

67 Gökten bir melek seslenecek, bu Mehdi'dir, diyecek anlamına gelen bir rivayet var mıdır?

Önce ilgili rivayetin sahih olup olmadığını araştırmak gerekir. Biz araştırmalarımızda böyle bir bilgiyi sahih kaynaklarda bulamadık.

İkincisi, Hz. İsa (as)’ın, iki meleğin omuzlarında yere ineceğine dair hadis rivayetinde olduğu gibi, bu ve benzeri rivayetler sahih de olsa, müteşabih olup manaları kapalıdır. Bunların herkesin görebileceği şekilde gelmeleri imtihan sırrına aykırıdır. Faraza Hz. İsa (as) meleklerin omuzlarında inse bile, onun bu inişini kimse görmeyecektir. Keza, Hz. Mehdi (as)’in mehdiliğini ilan eden meleğin sesini de kimse duymayacaktır.

Bunun manası -Allahu a’lem / en doğrusunu Allah bilir- bir melek, İslam dininin hakikatlerini yeniden ispat edecek, zulüm ve haksızlıkları ortadan kaldırıp adaleti yayacak olan en son müceddid olan Hz. Mehdi (as)'in sevincini paylaşmak üzere -Allah’ın izniyle- göklerin ehline, onun geldiğini ilan edecek ve “İşte Mehdi!” diyecek ve bu sesin yankıları da  -nuru iman ile bakan- müminlerin kalbine ilham olarak yansıyacaktır.

68 Dünyanın sonunda gelen insanlar neden Hazreti Allah'ın rahmetinden istifade edemeyeceklerdir?

- Dünyanın sonunda gelenler, Allah’ın rahmetinden mahrum kalmayacaklardır. Öncelikle bunu belirtmek gerekir.

- Dünyanın sonuna kadar Kur’an’ın mesajları insanlık camiasında yankılanmaya devam edecektir. O günkü insanların aklı da bu günkü insanların aklından farklı değildir. Günümüzde materyalist fen ve felsefenin etkisinde kalarak inkârcılığa sapanlar olduğu gibi, o gün de böyle sapanlar olacaktır. Yalnız, dinsizlik akımları daha popüler, insanlar daha azgın hale gelecektir. XIX. asırda, “dinin amentüsünü artık ilimler yazar” diyen pozitivist felsefî akımlar, ateistler ve deistler olduğu gibi, o gün de bu türden ateistler ve deistler olacaktır.

- Eğer, sizin kurguladığınız gibi, dinden, Kur’an’dan; imandan, İslam’dan habersiz bir nesil söz konusu olacaksa, onların ceza görmeyeceklerinde hiç şüphe etmemek gerekir. Çünkü ilahî adalet ölçüsü şudur:

“Bir peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15).

- Şayet, “Kıyamet kâfirlerin başında kopacaktır” manasına gelen hadisten hareketle bunu söylüyorsanız, o süre çok az bir zaman dilimidir. Belki de -kıyametin dehşetini görmemek için- bütün müminler, birkaç saat önce -öldürücü bir unsur taşıyan bir esintiyle- ölürler ve hemen arkasından kıyamet kâfirlerin başında kopar. Yani, bu sürede dinî imtihan açısından önemli bir zaman dilimi söz konusu değildir.

- Gelecekle ilgili detaylarda fazla yüzmemeli, onda boğulmamalıdır. Çünkü birçok detay, birçok bilinmezlikle doludur. Çoğu zaman, onları insanlar, hayal gücüyle doldurmaya veya yanlış yorumlamaya çalışırlar.

Bir mümin, Allah’ın sonsuz adaletine, hikmetine ve merhametine güvenmelidir. Onun asla yanlış yapmayacağına bütün benliğiyle emin olmalıdır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Kıyamet kimin başına kopacak? 

İslam dininden haberi olmayan gayrimüslimlerin durumu nasıl olacaktır?

69 Hz. İsa gelecek mi, yoksa geldi de biz mi görmüyoruz?

Hz. İsa (as)'ın kesin olarak ne zaman geleceği bilinmemektedir; ancak ahir zamanda geleceği bilinmektedir.

1. Hz. İsa (a.s) tekrar yeryüzüne beşer olarak inecektir. Ve Hristiyanlık dinini tasaffi ettirip, hurafattan sıyırıp manen İslamiyete inkılap ettirecektir.

2. Hz. İsa (a.s)’ın tekrar dünyaya gelmesi, hakiki İsevîlik dininin tasaffisi olarak anlaşılabilir. Fakat birinci mana, yani Hz. İsa (a.s)’ın bizzat ineceği ve Hristiyanlık dinini hurafattan tasaffi ettireceği anlamı daha ağır basmaktadır.

"Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır." (Said Nursi, Mektubat, s.57)

Bu cihetle Hz. İsa (a.s)’ın gelip Hz. Mehdi’nin arkasında namaz kılması muhtemeldir ve tanınmamış olabilir. Onu tanıyan zaten tanımıştır. Fakat ifade edilmediği ve duyurulmadığı için iştihar bulmamış olabilir.

"Hattâ "Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi' olur." diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur'aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder." (Said Nursi, Şualar, s.587)

bu ifadeden de, Mehdi'yi temsil eden Hakikat-ı İslamiyenin metbu -yani imam-, Hz. İsa (a.s)’ı temsil eden hakiki Hristiyanlık dinide tabi olacağı anlaşılmaktadır.

Hz. İsa (a.s) bir veli olarak tekrar geleceğinden kendisinin bir peygamber olarak görev yapmamasından dolayı, makam izharı olmayacaktır. Onun gelmesi Hristiyanlık ve İslamiyet'in beraber hareket etmesi ve birleşmesi açısından önemlidir. Ayrıca Yahudiler de onun geleceğini biliyor ve nefret ediyorlar. Belki de onun bilinmemesi hizmeti açısından daha ehemmiyetlidir. Şayet bilinse rahat hizmet edemeyebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. İsa'nın dünyaya tekrar gelmesi nasıl olacak?..

70 Naim bin Hammad'ın rivayet ettiği siyah ve sarı sancaklılarla ilgili rivayetler sahih midir?

- Bu rivayetler zayıftır. Ravi Naim bin Hammad hakkında cerh tadil neticesinde şu tespitler yapılmıştır:

İmam Ahmed Bin Hanbel, Naim bin Hammad'ın sika olduğunu bildirmiştir. İmam Nesai ise bu ravinin zayıf olduğunu bildirmiştir. İmam Ebu Davud bu ravinin rivayet ettiği 20 hadisin aslının olmadığını söylemiştir. (İmam Zehebi, Mizanül İtidal fi Nakdi Er Rical, c.4, s.267)

- Özellikle savaşlarla ilgili ve ahir zamandaki hadiselerle ilgili rivayetlerde bazı raviler -hadislerin mücmel ifadesinden hareketle- bulundukları zamanı değerlendirmiş ve kendi yorumlarını eklemişlerdir. Zühri’nin “Hişam (b. Abdulmelik) ölür, ardından onun ehl-i beytinden bir genç öldürülecek... Süleyman b. Hişam da Arap yarım adasında öldürülecek...” (el-Fiten,1/136, 197) şeklindeki ifadeleri buna bir misal olabilir.

- Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şu sözlerle ifade etmiştir:

“Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihatlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir.” (Şualar, s. 581)

- Bu gibi rivayetlerde yer alan hususlar, sadece bir defaya mahsus olmayıp, tarih boyunca tekrar edilen savaşlara bir işaret olabilir. Bunların bu geniş bir zaman yelpazesinde yer alması, bu gibi rivayetleri manası kapalı / müteşabih hadisler kısmına sokmuştur.

- Hz. Peygamber (asm) tarafından Ensar için sarı sancaklar belirlediği rivayetleri vardır. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/321)

- Bununla beraber, sarı sancaklar, genellikle “Benu asfer” denilen Avrupa’nın / Batı'nın sarışın ırkına bir işaret olabilir. Siyah sancak ise, Batı'nın dışında kalan özellikle de Asya ve Afrika’daki esmer ve siyahi insanlara işaret olabilir.

- İslam aleminin tarih boyunca sarı ırkı temsil eden Hristiyanların başlattığı haçlı savaşları / seferleriyle uğraşması, bu rivayetlerin bir kısmını temsil edebilir.

- Özellikle Osmanlı Devletinin yine Avrupalılarla Şam bölgesinde önemli savaşlara girmek zorunda kalması ve bilhassa Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla neticelenen bu kirli savaşlara da bir işaret olabilir.

İlgili kitabın 160 diye verilen (doğrusu, 1/270) sayfasında yer alan ve Mısırlıların köprüsü üzerinde savaşın olacağı bildirilen rivayette, ahir zamanda gelecek olan “İslam Deccalı”nın bir unvanı olan Süfyani’den de söz edilmesi bu rivayetlerin ne kadar müteşabih olduğunun göstergesidir.

71 Ahir zamanda yapılan ibadetlerin kıymeti nasıldır?

İbadetlerin neticesi insanın ihlasına ve Allah'ın rızasına uygun olup olmadığına göre değerlendirilir. Bu bakımdan buna bu kadar sevap buna da bu kadar sevap diye bir ölçek düşünülemez.

İbadetlerin ağır şartlar altında yapılıyor olması mücadelenin de fazla olduğunu gösterir. Rahat ortamlarda yapılan ibadet ise fazla mücadeleyi gerektirmeyebilir. Kışın bir saat nöbet baharda tutulan bir saat nöbetle aynı değerde olmaz. Savaş esnasında tutulan nöbetle barış zamanında tutulan nöbet de bir değildir. Ahir zamanda da, günahların etrafı sardığı, günaha çağıranların fazla hayra çağıranların az olduğu dönemde, bir farzın edası diğer zamanlardakine göre daha fazla mücaleyi gerektirdiğinden, kıymeti bir iken yüz olabilir...

İlave bilgi için tıklayınız:

Bir hadiste "Ahir zamanda kişi emrolunduğu şeyin onda birini yaparsa kurtulacaktır." deniyor; bunu nasıl anlamalıyız?

72 Peygamberimizin nuru bütün dünyaya yayılacağı halde, kıyamete yakın nuru dünyadan çıkıp (yani kalplerde anılmamasıyla) kıyametin kopması nasıl gerçekleşecek?

Kıyametin alametlerini mütalaa ederken, bu alametleri sanki kıyamete yüz yıl kala gerçekleşecekmiş gibi dar bir zamana sıkıştırmamak gerekir. Kıyametin bir alameti de son peygamberin gelmesidir. Yani kıyametin alametleri, yaratılıştan bu güne, geniş bir zaman dilimi içerisinde mütalaa edilmelidir.

Ayrıca kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin çoğu müteşabih olduğundan, bu hadislere bakaraktan kesin şeyler söylemek mümkün değildir. Bir çok alim bu hadislere bakarak bazı yorumlar yapmışlardır. Yapılan yorumlar için kesin bu böyledir denemez.

Bu hadislerin müteşabih olup bir çok yorumlara açık olması, her asrın bu hadislerden hissesini alması içindir. Her asra hitab eden vecihleri vardır.

Bazı alimlere göre kırk yıl İslamiyet dünyada hâkim durumda olacak. Ehli küfür Müslümanlara galebe edemeyecek. Ancak kırk yıl sonunda tekrar ehli küfür güçlenerek Müslümanlara galebe edecek. Müslümanların sayısı dünya genelinde azalıp kafirlerin en azgın zamanında kıyamet kafirlerin başına kopacak. Müslümanlar kıyametin kopma anına kalmadan vefat edecekler. Demek ki Peygamberimizin (asm) ismi her tarafa yayılacak yani her tarafta Müslüman kişiler bulunacaktır. Ancak kıyamete yakın bir azalma olacak ve kıyamet kopmadan Müslümanların ruhları kabzedilecek ve kafirlerin başına kopacaktır.

İslam'ın hakimiyetini çok uzak görmemek gerekir. Elli yıl öncesiyle bugünkü gelinen nokta ve gelinecek olan nokta kıyaslanırsa, İslam'ın yükselişi daha net görülecektir. Şuanda bütün olumsuzluklara, bütün karalamalara rağmen Amerika'da yılda beş yüz bin insan Müslüman oluyor. İslam'ın hakimiyetini illa da bugunkü Müslüman ülkelerin güçlenip galebe etmesi şeklinde düşünmemek gerekir.

"Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

"Kıyamet müminlerin başına kopmaz. Cenab-ı Allah kıyametin kopacağına yakın bir zamanda, bir rüzgar gönderir. O rüzgarın dalgalanmasıyla, imanı olan hiç bir mümin kalmayacak, ruhunu teslim edecektir. Allah onlara rahmet eylesin."
1

Dipnot:

1. Şerhüs-Sünne 15/90, Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582 (İmamı Busiri hadisin sıhhatine hükmetmiş); Kenzül Ummal 15/229; Şuab-ı İman Beyhaki 2/191; Mu'cemut-Taberani El-Kebir 3/3037.

73 Hz. İsa aleyhisselamın inmesine inanmak gerekli midir?

a. İslam'da inanç esaslarını Tevhid, Nübüvvet ve Meâd (ahiret) olarak üç ana başlıkta özetleyebiliriz. Ancak Hz. İsa (as)'nın nüzulünü bu inanç esasları arasında göremeyiz. Konuyla ilgili ayetlerden çıkarılan anlamlar, hadisler ve ümmetin kabulü esas alınınca nüzûl-ü İsa’ya inanmak Efendimiz (asm)’e îtimadın ve güvenin ifadesidir, denilebilir. Fakat bunu inkâr etmek küfre sebep olmaz, yani kişi kafir olmaz...

b. Kur'an'da anlatılan Hz. İsa (as), Hristiyan teolojisinde anlatılan İsa (as)'dan farklıdır. Kur'an’da Hz. İsa (as) ile ilgili anlatılan haberlerin temel vurgusu, onun bir insan olduğu (Zuhruf, 43/59), annesi Meryem'in günahsız bir kadın olduğu ve ilahi bir mucize ile İsa (as)'yı babasız olarak dünyaya getirdiği (Meryem, 19/16-34), İsa (as)'ın babasız dünyaya gelişini idrak edemeyen ve onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden Hristiyanların dalalet içerinde oldukları ve tevhidi şirke bulaştırdıkları üzerinedir. (Maide, 5/72). 

Hz. İsâ (as)'ın ölümü ve kıyametin kopmasından önce kıyametin bir alâmeti olarak tekrar dünyaya gelişi genellikle "nüzûl-İ İsa" adı altında âlimler arasında tartışılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de, İsâ (as)'ın kıyametin kopmasından önce yer yüzüne ineceğine dair açık bir beyan yoktur. Kur'an'da İsâ (as)'ya inanmayanların ona tuzak kurdukları, fakat Allah'ın onların tuzaklarını boşa çıkardığı ifade edildikten sonra,

"Ey İsâ! Senin ruhunu kabzedeceğim, seni nezdime yükseltecek ve kâfirlerden çekip arındıracağım." (Âl-i İmrân, 3/54-55)

denilmektedir. Diğer bir âyette ise Yahudilerin, "Meryem oğlu İsâ'yı öldürdük." demeleri şiddetle eleştirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:

"Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, sadece onlara öyle göründü." (Nisâ 4/157)

Âyette geçen "teveffı" kelimesi Arapça'da "ruhu bedenden ayırmak, öldürmek" anlamına geldiği halde bazı müfessirlerce buna "yeryüzünden çekip almak, göğe yükseltmek" mânası verilir. Bazılarınca da teveffînin gerçek ölüm değil "uykuda ruhu alıkoyma" anlamına geldiği kabul edilir. Bir kısım müfessirler. teveffî kelimesi "öldürmek" mânasına geldiğinden bunun Hz. İsâ (as)'ın ruhunun kabzedildiğini açıkça ifade ettiği görüşündedir. (Taberî, III/290-291; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur-ân, 1, 366; Reşîd Rızâ, III/316-317) Âl-İ İmrân süresindeki âyette yer alan "ref" kavramı ise cansız varlıklarla ilgili olarak zikredilince maddî, insanlar hakkında kullanılınca mânevi yükseltmeyi ifade eder. Kur'an'da ref bazan mutlak olarak da geçer ve mertebenin veya ruhun yükseltilmesi kastedilir. Âyetlerde  (Âl-i imrân 3/55; Nisâ 4/158) Hz. İsa (as)'ın Allah'a yükseltildiği bildirilir, fakat bunun mahiyetine ilişkin herhangi bir açıklama yapılmaz.

c. Muhtelif hadis rivayetlerinde Hz. İsâ (as)'ın kıyamet alâmeti olarak yeryüzüne ineceğine dair bilgiler yer almaktadır. Kütüb-i Sitte'deki rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. İsâ (as), Deccâl ortaya çıktıktan sonra inecek, Müslümanlar arasında adaletle hükmedecek, haçı kırıp domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, hac ve umre ziyareti yapacak, nefesi kâfirleri öldürecek,Deccal’ı katlettikten sonra yedi veya kırk yıl yaşayacak ve vefat edecektir. (bk. Buhârî, Büyü, 102; Müslim, İmân, 242-243. 247, Fiten, 34, 39; Tirmizî, Fiten, 21, 54, 59, 62)

Kütüb-i Sitte dışındaki literatürde yer alan rivayetlerde ise Hz. İsâ (as)'ın ineceği yer, yapacağı işler, dünyadaki ömrü ve ölümü hakkında daha ayrıntılı bilgiler yer alır. Buna göre İsâ ruhlu-bedenli olarak göktedir, Hz. Peygamber (asm) Mi'rac yolculuğunda onunla karşılaşmış ve gökten inişini idrak etmeleri halinde kendisine selâmını iletmelerini ashabına vasiyet etmiştir. (Zemahşerî, lll/424; Kurtubî, Tezkire, II/546; Jbn Kesîr, Nihâye, I/183)

Taberî, İbn Kesîr, Keşmîrî ve M. Zâhid Kevserî gibi âlimler nüzûl-i İsâ'ya dair rivayetlerin mütevâtir olduğunu söylerken M. Reşîd Rızâ ve Abdülkerim el-Hatîb gibi bazı son dönem âlimleri bu görüşü reddederler. Bunlara göre söz konusu metinlerin çoğu Kâ'b el-Ahbâr vb. Ehl-i kitap menşeli râvilerce nakledilmiş olup tedvin döneminde kaynaklara hadis olarak intikal etmiş ve dinin esasıyla ilgili görülmediğinden bu konuda titiz davranılmamıştır. (Abdülkerîm el-Hatîb, el Mesîh fi’l-Kur'ân, s. 539)

Nüzûl-i İsâ meselesi erken devirlerden itibaren Sünnî ve Şiî kaynaklarında kısaca yer almış, son dönemlerde ise bu konudaki tartışmalar çoğalmıştır.

Bu tartışmaları şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Hz. İsâ (as) düşmanları tarafından öldürülmek istenince ruhlu-bedenli olarak ilâhî huzura yükseltilmiştir. Kıyametin vukuundan önce dünyaya inecek, son peygamberin getirdiği vahiylere tâbi olacak ve Deccal’ı öldürüp yeryüzünde adaleti hâkim kılacaktır. Âyet ve hadisler buna inanmayı gerektirir. Zira âyetlerde İsâ (as)'ın düşmanlarınca öldürülmediği, ileride Allah tarafından ruhunun kabzedileceği belirtilmiştir. (Âl-İ İmrân 3/55; Nisâ, 4/ 157) İsâ (as)'ın ruhunun Allah tarafından kabzedildiğini mazi sîgasıyla bildiren âyetteki teveffî kavramı (Mâide, 5/117) bunun kıyametin kopmasından önce gerçekleşeceği tarzında yorumlanmalıdır. Çünkü başka âyetlerde Ehl-i kitabın her birinin Hz. İsâ (as)'ın ölümünden önce ona iman edeceği haber verilmiş (Nisâ, 4/159) ve İsâ (as)'ın bir kıyamet alâmeti olduğu açıklanmıştır. (Zuhruf, 43/61)

Ayrıca tevatür derecesine ulaşan hadisler nüzûl-i İsâ konusuna açıklık getirmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ile Selefiyye ve Şîa bu görüştedir. Her ne kadar İbn Haldun, Şîa'da îsâ'nın nüzulü yerine Mehdî inancının geçtiğini söylemişse de Şîa kaynaklarında Mehdî'nin ortaya çıkacağı inancı yanında nüzûl-i İsâ inancının da benimsendiğine dair bilgiler vardır. (İbn Bâbeveyh. s. 69; Tabersî, II, 758-759)

2. Hz. İsa (as) düşmanlarınca öldürülmek istendiği anda, Allah tarafından tabii bir ölümle öldürülerek ruhen kendi katına yükseltilmiştir. Mu'tezile kelâmcılarının yanı sıra Ahmed Emîn, Abdülkerîm el-Hatîb, Ebû Reyye ve Muhammed İzzet Derveze gibi çağdaş âlimler bu görüştedir.

3. Hz. İsâ (as)'ın ölümü ve âhir zamanda dünyaya dönüşüne ilişkin âyetler açık anlamlı olmadığı ve bu konuda pek çok hadis bulunduğundan nüzûl-i İsâ olayını bütünüyle reddetmek doğru değildir. Buna göre İsâ (as) ruhlu-bedenli bir varlık olarak ilâhî huzura yükseltilmemiş, tabii ölümle ruhu kabzedilmiştir. Ancak konuyla ilgili hadisler de dikkate alınarak uygun şekilde te'vil edilmelidir. Buna göre ileriki asırlarda Hz. İsâ (as)'ın manevî şahsiyetinin ortaya çıkıp insanlığa getirdiği sevgi, barış, şefkat gibi değerlerin onun mensupları tarafından uygulanacağını söylemek mümkündür. Muhammed Abduh, M. Re-şîd Rızâ gibi son devir âlimleri bu görüştedir. Halîmî ve Teftâzânî gibi bazı eski kelâmcılar da nüzûl-i İsâ'ya dair nasları te'vil etmeyi caiz görmüşlerdir.

Hz. İsâ (as)'ın ölümü ve dünyaya inişine dair görüşlerden ikincisiyle üçüncüsünün Hz. İsâ (as)'ın tabii bir ölümle öldüğü, ruhlu bedenli olarak ilâhî huzura yükseltilmediği ve dolayısıyla kıyametten önce dünyaya bir insan olarak inmesinin mümkün olmadığı hususunda birleştiği görülmektedir.

Hz. İsa (as)’ın Yahudiler tarafından öldürüldüğü iddiası, asla doğru değildir. (bk. TDV. Nuzul-i İsa Md.)

Sonuç olarak, Hz. İsa aleyhisselam hakkındaki inancımız şu olmalıdır:

Hz. İsâ (as) düşmanları tarafından öldürülmek istenince ruhlu-bedenli olarak ilâhî huzura yükseltilmiştir. Kıyametin vukuundan önce dünyaya inecek, son peygamberin getirdiği vahiylere tâbi olacak ve Deccal’ı öldürüp yeryüzünde adaleti hâkim kılacaktır. Âyet ve hadisler buna inanmayı gerektirir. Zira âyetlerde Hz. İsâ (as)'ın düşmanlarınca öldürülmediği, ileride Allah tarafından ruhunun kabzedileceği belirtilmiştir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Mehdi ve İsa (as) hakkındaki ayet ve hadisler. Dünyanın altı günde yaratılması...

74 "İmanı elde tutmak kor ateşi elde tutmak gibi olacak." ne demektir?

Ebu Ümeyye eş-Şa'bânî anlatıyor: "Ey Ebu Sa'lebe, dedim, şu ayet hakkında ne dersin?" (Mealen):

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez..." (Maide, 5/105).

Bana şu cevabı verdi:

"Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum: Demişti ki:

"Ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (müçtehitleri dinlemeden) kendi görüşlerini beğendiklerini müşahede edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir." [Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizî, Tefsir, Mâide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014)]

İnsanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, o devirde dini üzerine sabret­mek, elinde ateş tutmak gibi zordur. Çünkü o devirde mümin, (öyle haka­retlere maruz kalır ki) davarından daha zelil, (daha haysiyetsiz bir) duruma düşer. Bu hakaret ve baskıya birçok insan dayanamaz. Zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve mukaddesatından rüş­vet verme durumuna düşer. Gündüz ve gecelerin akması öyle devir getire­cektir ki, o zaman biri kalkıp alenen: "Bir avuç menfaati için bize din (ve mukaddesatını) kim satacak?" diye sorar. Bu soruş boşa değildir de: "Bir­çokları dinlerini çok az bir dünya malı karşılığında satar."

Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, bu zor şartlar altında dinî tatbika­tın diğer zamanlardakine göre çok daha değerli olduğunu ifade eder:

"Herc fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve karışıklıklar zamanında ibadet tıpkı bana hicret etmek gibi büyük sevaba vesiledir."

Bir başka rivayette Hz. Peygamber (asm), fitne devrindeki şartların ağırlığını ifade için ashabına şu hitapta bulunur:

"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini terketse helak olur. Fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim, emredilenlerin onda birini yapsa kurtuluşa erecek."

Zor fitne şartlarında dinî salabetini mu­hafaza edebilenlere, normal şartlarda yapılan ibadetin sevapça elli misli vaadediliyor. Hz. Peygamber (asm),

"Siz kendi nefislerinizi (ıslah etmeye) bakın..."

ayetiyle alakalı bir soru üzerine Ebu Sa'lebe'ye yaptığı açıklama sırasında sözlerini şöyle bitirir:

"...Zira, önünüzde "sabır günleri" var. O zaman sabır, elde ateş tutmak gibidir, O vakit, dini tatbik eden bir kimsenin (âmilin) ücreti, onun gi­bi çalışan elli kişinin ücretine denktir..."

"Bu onlardan elli kişinin ücreti mi?" diye bir kişi sorunca, Hz. Peygamber (asm):

"Bizden elli kişinin" ücreti diye açıklık getirir.

(Prof.Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-ü Sitte,  XIII/458-459)

75 Ahir zamanda sadece Muhammed ismi kalacak, sözü hadis midir?

Kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık.

Şayet bu anlamda sahih bir hadis rivayeti varsa, bunun manası şu olabilir: Ahir zamanda Hz. İsa (as) indiği zaman ve Hz. Mehdi (as) ile birlik olup Deccalı öldürdükleri zaman, yeryüzünde bir süre Hz. Muhammed (asm)’in getirdiği dinin hakikatleri hâkim olacaktır. Hz. İsa (as) Hz. Muhammed (asm)’in diniyle amel edecektir.

O dönemde Din-i Muhammedî’nin ortaya koyduğu hakikî tevhitten başka bir akideye izin verilmeyecektir. Yani, Yahudilerin millî din anlayışı, Hristiyanların teslis akidesi genel olarak ortadan kalkacaktır. Âdeta, herkes artık İslam’ın hakikatlerini kabul etmekle âdeta gönül yazılarıyla “Hz. Muhammed” diye ilan edeceklerdir.

76 "Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra denen geniş bir düzlüğe inerler..." diye başlayan hadiste geçen "Benî Kantûra" hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın halkı (kısa zamanda) çoğalır ve muhacirlerin [Müslümanların(1)] beldelerinden biri olur. Ahir zamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bundan böyle (Basra) halkı üç fırkaya ayrılır:

- Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (kır ve ziraat hayatına dönerler, bunlar) helak olurlar.

- Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar  (ve Benî Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.

- Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar." [Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)]

Hadisin Açıklaması:

1. Bu hadis, henüz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zamanında mevcut olmayan, Hz. Ömer zamanında, hicrî 27 yılında, Utbe İbnu Gazvan tarafından kurulan ve içerisinde hiç puta tapılmamış olan Basra şehrinden bahsetmektedir. Ancak bazı alimler başka görüştedir. Aliyyu'l-Kari şu açıklamayı kaydeder:

"El-Eşref der ki: Aleyhissalâtu vesselâm  bu şehirle, Medinetu's-Selam olan Bağdat'ı kastetmiştir. Zîra Dicle hadiste geçen kırdır. Köprü de Bağdat'ın ortasında mevcuttur. Basra'nın ortasında köprü yoktur. Resulullah Bağdat'ı Basra diyerek tanıtmıştır. Çünkü Bağdat'ın dışında kapısına pek yakın bir yer vardır; Babu'l-Basra denir. Aleyhissalâtu vesselâm  böylece, Bağdat'ı, ya bir kısmının ismiyle isimlendirmiş olmaktadır; yahut da muzafın hazfedilmesiyle(2) tıpkı ayet-i kerimede  وَاسْألِ الْقَرْيََةَ  dendiği gibi. Bağdat dahi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bugünkü şekliyle kurulmuş değildi. Keza Aleyhissalâtu vesselâm devrinde, şehirlerden bir şehir de değildi. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): 'Müslümanların beldelerinden biri olur.' demiş, geleceğe matuf konuşmuştur. Aleyhissalâtu vesselâm zamanında bilakis (o civarda), Kisra'nın Medain şehri çıktıktan sonra Basra'ya mensup, onun nahiyeleri sayılan bir kısım köyler vardı (büyük bir şehir yoktu)."

"Ayrıca, meselenin bir başka yönü daha var: Zamanımızda, Türklerin Basra'ya savaş suretiyle girdiğine dair kimse bir şey işitmiş değildir. Hadisin mânası şu olmalıdır:  "Ümmetimden bir kısmı, Dicle yakınlarına inecek ve orada yerleşecektir. Burası Müslüman beldelerden biri olacaktır." İşte burası Bağdat'tır." (Aliyyu'l-Kârî'den.)

2. Benî Kantûra ile Türklerin kastedildiği kabul edilmiştir. Hattâbi, "dendiğine göre" diyerek şu açıklamayı kaydeder:

"Kantûra Hz. İbrahim'in cariyesinin ismidir. Hz. İbrahim'in bundan çocukları dünyaya geldi. Türkler bu çocuklardan çoğalmadır."

Bazı açıklamalara göre Kantûra, Türklerin atasının ismidir. Bazı âlimler bu açıklamaları reddeder ve "Türklerin, Hz. Nuh'un oğullarından Yafes'ten çoğaldıklarını ileri sürer. Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim'den çok önce yaşadığına göre Türklerin Hz. İbrahim'le bir  irtibatı olmamalıdır."

Görüşlerdeki bu zıtlığı, "Cariyenin, Yafes evladından olması mümkündür" veya "Cariye  ile, -Hazreti İbrahim'in evladlarından gelmesi haysiyetiyle- Hz. İbrahim'e mensup, Yafes'in evladlarından biriyle evlenmiş bir kızın kastedilmiş olması, Türklerin mezkur evlilikten hasıl bulunması da  mümkündür." gibi uzlaştırıcı açıklamalarla kaldırmaya çalışanlar da olmuştur.

Şunu kaydetmek isteriz: Yeryüzündeki ırkların menşei bugün dahi ilmî kesin bir çözüme kavuşmuş değildir. Sadece bazı nazariyeler mevcuttur. Kaydedilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, eski kitaplarımız da çok sağlam ve kesin bir kaynağa dayanmaksızın, malumat-ı mütearife şeklinde yaygınlık kazanmış olan birkısım rivayeti, bütün farklılıklarıyla birlikte tekrar etmektedirler. Ulemanın ekseriyeti tarafından Benî Kantûra'dan maksadın Türkler olduğu kabul edilmiş bulunduğu hâlde bununla başkasının ve mesela Sudanlıların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.

3. Basralıların ayrılacağı üç fırka hususunda şarihler şu açıklamayı kaydederler:

   a.  فرقة يأخذون اذناب البقروا البرية   "Sığırların ve kır develerinin kuyruklarını yakalarlar"dan murad,  "Savaştan kaçınırlar, canlarını ve mallarını kurtarmayı düşünürler ve sığırlarının peşine düşerek kırlara, çöllere çekilirler. Ancak oralarda helak olurlar." veya "Savaştan kaçınıp ziraatle meşgul olurlar. Ekip kaldırmak maksadıyla sığırların peşine takılarak muhtelif yerlere dağılırlar, oralarda helak olurlar."

   b.   فرقة يأخذون ‘نفسهم   "Can derdine düşenler"den maksad, Benî Kantûra ile sulh yapmayı prensip edinen zümredir. Bunlar sulh elde edecek ama dinden, sünnetten, şahsiyetten fedâkârlıkla, zilletle bunu yapabilecektir. Bu da helakın bir başka şekli, cesedden önce ruhun öldürülmesidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu da te'yid etmiyor.

   c. Üçüncü grup, kadın ve çocuklarını arkada bırakarak Benî Kantura'ya karşı çıkıp mertçe savaşanları teşkil edenlerdir. Bunlar Resulullah'ın te'yid ve tasvibindedir. Zîra bunlardan ölenlerin şehit olacaklarını haber vermektedir.

Aliyyu'l-Kârî der ki:

"Bu hadis Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mucizelerindendir. Çünkü, hâdise Aleyhissalâtu vesselâm' ın haber verdiği tarzda aynen, 656 yılında Safer ayında vukua gelmiştir."

Aliyyu'l-Kârî'nin temas ettiği bu hâdise, Hülagu tarafından Bağdat'ın zaptıdır.

Bağdat'ın düşmesiyle noktalanan İslamî tezebzüb ibretlerle dolu bir hâdisedir. Hülagu, Bağdat'ı  zaptettikten sonra Halep Hükümdarı el-Meliku'n-Nasır'a yazdığı bir mektupta, Müslümanların uğradığı bu mağlubiyet ve zilletin sebebini şöyle özetler:

"Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz. 'Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler.' (Şuara, 26/227). Siz bize kâfir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz."

Mezkur mektubu, dipnotlar da düşerek bazı yorumlar katarak nakleden Ahmed Hilmi'den aynen kaydetmeyi, Resulullah'ın hadisinin  anlaşılması ve tarihten ibret alınması için gerekli görüyoruz:

"Bu arada (Hicrî 657'de) Hülagu, Halep Hükümdarı el-Meliku'n-Nasır'a elçilerle bir mektup gönderdi. Bu mektup, Hülagu'nun davranışı ve zihniyetini göstermesi bakımından çok alakabahştır. Bu sebeple Ebu'l Ferec'den aynen alıyoruz:

'el-Meliku'n-Nasır bilir ki biz (Hicrî 656'da) Bağdat üzerine inip tanrının kılıncı ile orayı aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak kendisine iki sual sorduk. Suallerimize cevap veremedi. Bundan dolayı sizin Kur'an'ınızda "Tanrı hiçbir kavmin elindeki nimeti, o kavim kendi kendisini bozmadıkça bozmaz." (Rad, 13/2) denildiği gibi, bizim azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu. Mallarını kıskandığı için, malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı canlarını adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu yine Tanrının dediği "Her ne yaptılarsa orada hazır buldular." (Kehf, 18/49) gibi oldu. Çünkü biz, Tanrının kuvvetiyle kalktık ve O'nun  kuvvetiyle muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrının askerleriyiz.(3) Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir.' 

'Olup biten vakalar size ibret ve nasihat olsun. Bizim önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve hakkımızda yaptığınız kargışlar (beddua) bize geçmez. Başkalarına bakıp onların başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp altındakiler meydana çıkmadan ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi bizim elimize verin; biz sonradan ağlayanlara ve şikayet feryatları koparanlara acımayız. Nice şehirleri yaktık ve nice kimseler yok ettik ve nice çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak varsa, bize de kaçanları yakalamak  var. Sizin için bizim kılıncımızdan kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız yetişir. Atlarımız her attan ziyade koşar ve oklarımız her şeyi yarar geçer, kılıçlarımız yıldırım gibi iner. Akıllarımız dağlar gibi sağlamdır. Sayımız kumlar kadar çoktur.'

"Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş etmeye yeltenenler sonunda pişman olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat ile şartlarımızı kabul edecek olursanız, canlarınız bizim canlarımız ve mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve muhalefette ayak dilerseniz, başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi değil kendinizi kınayın, ey zalimler! Tanrı sizin aleyhinizedir. Gelecek musibet ve belalara hazırlanın! Sonucun fena geleceğini önceden söyleyen kimsede şüphe yoktur ki, hiç bir kabahat kalmamıştır.'

'Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz!  "Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler." (Şuara, 26/227).

'Siz bize kâfir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz. Bütün işleri takdir ve tedbir eden kimse tarafından biz size musallat edildik. Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve hakirdirler. Sizin zenginleriniz bizim katımızda yoksuldurlar. Yeryüzünün batı ve doğusu bizim elimizdedir. Yeryüzünde ne kadar mal sahipleri varsa onların hepsinin ellerindeki mallar ve kendileri bizim demektir. İstediğimiz vakit o malları onların ellerinden alırız ve her gemiyi gasbederiz.(4)

'Kâfirler ateşlerini alevlendirmeden, kıvılcımlarını saçmadan ve sizin hepinizi yok edip yeryüzünde sizden bir kimseyi bırakmadan, akıllarınızı başlarınıza devşirin; doğruyu eğriden ayırın. Bu mektubumuz ile biz sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen bu mektubumuza cevap verin. Sonrasını siz bilirsiniz.'

Hülagu, bu mektubunda, kendilerinin Tanrı te'yidine mazhar oldukları, hatta Tanrı kudretinin kendilerine tecelli ettiği, kendilerinin onun takdirini icra eden memurlar olduklarını, zalimlere, facirlere karşı gönderilmiş bulunduklarını söylemektedir. Cengiz'den itibaren hep böyle konuşmuşlardır. Bu onların bu vazifelerine hakikaten inandıklarını gösterir. "Sizin azizleriniz bizim katımızda  zelil ve hakirdirler..." derken de makam-ı uluhiyetten konuşur gibidir. Eski Türk hakanları (Tanrı kulu)durlar, yani (Zillullahi fil-arz)dırlar. Tanrının yeryüzünde mümessilidirler ki, bu ibare de ona işaret etmektedir. Diğer taraftan kendi vücudunu ve zuhurunu Kur'an'la da te'yit etmektedir ki, bu kalplere hoş görünmek içindir denilebilir.

Halep Meliki bu mektubu alınca, umerâsıyla müzakere ederek yerine oğlunu gönderdi. Hülagu bunu izaz etmekle beraber, babasının gelmesini şu cümle ile bildirdi: "Onun gönlü bize karşı doğru ise kendi gelir; yoksa biz, ona gideriz." Bu sözler üzerine Melik, Hülagu'ya gitmek istedi ise de beyleri döndürdüler."

Dipnotlar:

(1) Ebu Ma'mer'in rivayetinde "Müslümanların..." denmiştir.

(2) Muzafın hazfı: Bâbu'l-Basra tabirinde Bâb kaldırılınca Basra kalır.

(3) Hülâgû burada Hz. Peygamber'in, rivayet edilen bir hadisine işaret etmektedir. Bu hadis şöyledir:

"Benim bir takım askerlerim vardır, onları doğu tarafına yerleştirdim ve onlara Türk adını verdim. Onları hiddet ve gazap arasında yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet benim emrimi yapmazsa, bunları onların üzerine musallat ederim ve bunlar vasıtasıyle onlardan intikam alırım..."

Bu tip hadislerin hem ilm-i rivayet-ül hadis, hem de dirayet-ul-hadis yönünden muallel ve mevzu bulundukları, muhaddislerce kabul edilmektedir. Fakat bu hadisler mevzu olsalar bile, bize devirlerindeki telâkkiyi anlatırlar ve zamanlarının, muhitlerinin bir bakıma aynası hükmündedirler. Hülâgû mektubunda, Moğolların nasıl göründüğünü, Müslümanlarca nasıl karşılandığını pek mükemmel gösterdiği gibi, kendisinin sebeb-i vücudunu da bu görüşe istinat ettirmektedir. Cengiz'in Buhara'daki konuşması, Hülâgû'nun bu mektubu, Papaların ve Hristiyanların görüşleri hep aynı noktada düğümlenmektedir: Moğollar insanların günâhları dolayısıyla Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza makinesidir. Moğollar bunu bilhassa işlemişler ve kendilerini diğer milletleri yola getirmek için Tanrı tarafından gönderilmiş, İkab-ı ilahîyi icraya memur, bir kavim olarak görmüşler ve göstermişlerdir. Bu, onlara karşı mukavemeti kırdığı gibi, kendilerinin de gayrete getirmiş; kuvvetlendirmiştir.

(4) Kur'an'da buyrulduğu veçhile Musa (A.S.), Hızır'la yoldaşlık ederken, Hızır binmiş oldukları gemiyi delmiş, Musa (A.S.) buna itiraz etmiş, Hızır "geminin önünde her gemiyi gasbeden bir padişah var idi"  demişti. Bu söz buna işaret edip, biz ilâhi kudret ve teyidle hareket edip, her şeyi yaparız demek istemekte, hatta daha ileri gitmektedir.

(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

77 Deccal kimdir? Deccal'in istidrac (olağanüstü şeyler) göstermesi nasıl yorumlanabilir?

Dünya, imtihan yeridir. İnsanlar bu dünyada imtihana tabi tutulmaktadırlar. Deccal da bir imtihan vesilesidir. Allah'ın kendisine verdiği güçle birtakım hârikalar gösterecektir. Deccâl'in göstereceği hârikalara "istidrâc" denir. İstidrâc, "inançsız ve şerîr kimselerin arzularına uygun olarak gösterdikleri hârikalara" denir.

İlâhlık iddia eden Deccâl, istidrâc türünden hârikalar gösterecek ve neticede bazı zayıf inançlılar buna aldanacak, imanı kuvvetli olanlar ise kanmayacaklardır.

Zira insanlar çok iyi bilirler ki, ilah doğmaz, yemez, içmez, acıkmaz, susamaz, dünyada insanlar tarafından görülmez. Halbuki Deccâl ise bir insandır, üstelik eksik yani kör bir insan ve hatta kendi gözünü iyileştirmekten aciz bir yaratıktır. İşte insanlar, akıllarıyla bunları bilebilecekleri için Deccâl ve benzerlerinin istidrâc göstermeleri mümkinattandır.

Müseylemetü'l-kezzâb gibi peygamberlik iddia eden yalancılar ise "ihânet" türünden hârikalar gösterebilirler. Yani isteklerinin zıddı gerçekleşerek rezil olurlar. İstedikleri yönde harika gösterseler;  peygamberlik iddia eden yalancılarla gerçek peygamberleri halk ayırt edemez. Ve bu, halkın sapmasına sebep olacağından caiz değildir. İnsandan peygamber olur ama ilah olamaz. Hz. Peygamber (asm),

"Dikkat edin Deccâl'in sağ gözü kördür. Rabbiniz ise tek gözlü değildir."

diye ümmetini bu konuda uyararak Deccâl'in harikalarına aldanmalarını önlemiştir.

Hadislerde Deccâl'in iki gözü arasında KFR (kâfir) yazılacağı ve bunun herkes tarafından okunacağı bildirilmiştir. (Müslim, Fiten,102, 103,105).

Deccâl, müminler için çok büyük bir fitne olduğundan, bütün peygamberler ümmetlerini Deccâl'e karşı uyarmışlardır. (Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 101).

İlave bilgi için tıklayınız:

- İSTİDRAC  
- İRHASAT

78 Kıyamete yakın zenginleşme olacağı ve altın çağın yaşanacağı, zulüm olmayacağı, Kur'an ahlakının bütün dünyaya yayılacağı doğru mudur?

Hârise İbnu Vehb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Sadaka verin. Kişinin eline parayı alıp sadaka olarak vermek üzere çıktığı ve fakat kendisine bağışta bulunulan kimsenin 'Bunu dün getirmiş olsaydın kabul ederdim, ama şu anda ona ihtiyacım yok.' diye cevap vereceği ve böylece sadakasını kabul edecek bir kimseyi bulamadan sadakası elinde olduğu halde geri döneceği zaman yakındır." [Buharî, Fiten 24, Zekât 9; Müslim, Zekât 58, (101.1); Nesâî, Zekât 64, (5,77)]

Ebu Mûsa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Muhakkak ki insanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi altından sadaka ile (çarşı pazar) dolaşır da bunu kendisinden sadaka olarak kabul edecek tek kişi bulamaz. O zaman, tek bir erkeğe kırk tane kadının tâbi olduğunu ve kadınların çokluğu ve erkeklerin azlığı sebebiyle ona sığındıklarını görürsün." [Buharî, Zekât 9; Müslim, Zekât 59, (1012)]

AÇIKLAMA:

Bu hadisler, âhir zamanda bolluğun artacağını, öyle ki zekat kabul edecek kimsenin kalmayacağını haber vermektedir. Hadîste zekat malı olarak altın kelimesinin zikri, mânayı te'kid içindir. Çünkü insanlar arasında tedavül eden kıymetli eşyaların en değerlisi, taşınma ve saklanması en kolay olanı altındır. İnsanlar sunulan altına bile istiğna gösterirlerse, gözleri, gönülleri son derece doymuş demektir. Bu da o devirde bolluğun fevkalâde artacağını ifâde eder. Bu mâna birçok hadislerde ifâde edilmiştir. Aynî'ye göre, bu hal fitnelerin artması ve insanlar arasında öldürme hadiselerinin çoğalmasıyla hâsıl olur. Elli kadının bir erkeğe sığınmaya çalışmaları da aynı devrenin vasıfları olarak zikredilmiş olması da bu mânayı te'yid eder. Zira fitnelerde daha ziyade erkekler hayatını kaybeder. Geriye kalan zevceler, yakınlarının himâyeye muhtaç kadın ve kızları epeyce bir yekûn tutar. Hadisler, bu hâlin Kıyamete yakın vâki olacağını, bu esnâda bolluğun, sadaka kabul edecek kimse kalmayacak derecede artacağını belirtir. Bazı hadisler, bu bolluğun Hz. İsâ (as)'ın zuhur edip, Deccal'ı öldürmesinden sonra vukua geleceğine işaret eder.

Mezkur bolluğa temas eden hadîslerden Müslim'de kaydedilen bir rivayet şöyle:

"Aranızda mal çoğalmadıkça kıyamet kopmaz. Mal o kadar artacak ki, mal sahibi 'Acaba sadakamı kim alır?' diye endişeyle fakir arayacak. Sadaka vermek üzere biri çağrılacak olsa, 'İhtiyacım yok!' diye cevap verecek."

Bir başka hadis, Arabistan çöllerinde nehirler akıp, çayırlıklar hâsıl olacağını haber verir.

Bütün bu hadisler, ilerleyen teknik vasıtalar sebebiyle mi, yoksa sağlanacak olan sulh-ü umumî sebebiyle mi, yoksa bazı şârihlerin söylediği üzere, kıyâmetin yaklaştığını anlayan insanların mal hırsını bırakmaları sebebiyle mi, her ne ise kıyamete yakın, bolluk ve bereketin artacağını haber vermektedir. İbnu't-Tîn şöyle der:

"Bu hâl, Hz. İsa'nın inmesinden sonra, arz bereketini çıkardığı, bir narla bir âilenin doyduğu, yeryüzünde tek kâfirin kalmadığı zamanda husûle gelecektir."

Sadedinde olduğumuz hadis, bu bolluğun, hiç beklenmedik bir tarzda sür'atle gelebileceğine dikkat çekerek, sadaka verme fırsatlarını değerlendirmeyi emretmektedir.

Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Vallahi Meryem oğlu (Hz. İsa aleyhisselâm), Feccu'r-Ravhâ nam mevkide, hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir." [Müslim, Hacc 216, (1252)]

İslâmî nasslara göre, Hz. İsa aleyhisselâm hayattadır, cism-i dünyevîsi semadadır. Ahir zamanda Deccal'i öldürmek üzere yeryüzüne inecek ve adaleti tesis edecektir. Onun getireceği adaletle bolluk artacak, insanlığa refah ve sulh-ü umumî gelecektir. Öyle ki zekât alacak fakir kalmayacaktır.

Şu halde, Hz. İsa (as) o zaman hac yapacaktır. Onun telbiye getireceği Feccu'r-Ravha Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke'ye altı mil kadar uzaklıkta bir yerin adıdır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), Bedir gazvesi, Fetih gazvesi ve Veda haccına giderken buradan geçmiştir.

Bazı hadislerden kıyamete yakın bütün insanlara şamil fevkalade bir zenginliğin geleceği ifade edilir. Ancak bu zenginlik kıyamet alâmeti olması sebebiyle bir fitnedir, en azından bir fitnenin sebebidir. Belki de daha önce zikri geçen "refah fitnesi"dir.

Her halükarda mükerrer hadislerde kıyamete yakın, zekat kabul edecek bir kimse bulunmayacak derecede umumi bir bolluk mevzubahistir:

"Ahir zamanda ümmetim içerisinde bir halife zuhur edecek. Bu halife malı öyle dağıtacak ki, hesabını bile tutmayacak."

Buharî'nin bir rivayetinde malı hesapsızca dağıtacak olan kimse Hz. İsa (as)'dır:

"Hz. İsa çıkınca malı cömertçe dağıtır, ama kimse bunu kabul etmez."

Bir diğer rivayette de şöyle buyurulur:

"Sizden birinin sadaka vermek üzere çıkıp, kabul edecek kimseyi bulamayacağı gün gelmezden önce kıyamet kopmaz."

İlave bilgi içn tıklayınız:

Kıyamete yakın insanların zenginleşmesi...

79 Süfyan kimdir; deccallerden biri midir?

- Evet, Süfyan unvanını taşıyan bir şahıs da deccallerden biridir. Ancak, bu unvanın daha çok "İslam deccalı" için kullanıldığı belirtilmektedir.

Bu unvanın gerçekten bir şahsın “soyadı” gibi açıkça kullanması gerekmez. Önemli olan, İslam deccalının vasıflarını taşıdığı görülen bir şahsın tam da “Süfyan” olduğunun bilinmiş olmasıdır.

Mahiyeti ise: Sahih hadislerde bildirildiğine göre âhir zamanda gelecek ve ümmete karanlık günler yaşatacak, şeâir-i İslâmiyeyi tahribe çalışacak dehşetli ve münafık bir şahıstır." (Kenzü'l-Ummal, 11/125; İsmail Hakkı, Ruhu'l-Beyan, İstanbul, 8/197)

- Tabii ki, ne deccalı ne de süfyanı herkes tanımaz, onların deccal olduklarını bilemez. Bunlar, ancak büyük bir iman şuuru ve bu şuurdan kaynaklanan iman ferasetiyle bilinebilir. Aksi takdirde sırr-ı imtihan bozulur. Çünkü hadislerde haber verilen otuz kadar deccaller ve özellikle ahir zamanda en büyük deccalı ve bu iki deccalden biri olan süfyanı herkes tanısa, bu takdirde hiç kimse onların arkasından gitmez. Bu ise, İslam dininde önemli bir imtihan kuralı olan “akla kapı açılır, ihtiyarı / özgür seçme hakkı elinden alınmaz” prensibine aykırıdır. Akla “zorunlu isitkamet” göstermek imtihan sırrına aykırıdır. 

- Önemli bir not: 

Bu sırr-ı imtihanın bir gereği olarak ahir zamanla alakalı hadisler genellikle müteşabih / manası kapalı / değişik ihtimaller ihtiva eden hadisler olarak kabul edilmektedir. Örneğin, deccal ve süfyanın Şam, Bağdat ve benzeri yerlerde bulunmasından söz edilmesi, o kişilerin farklı zamanlarda farklı yerlerde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Yahut da hadisi rivayet eden raviler Hilafet merkezine yakın vuku bulacağı bildirilen o hadiseleri kendi dönemlerinde var olan Bağdat, Şam gibi şehirlerini adını vererek tevil etmişler ve hadisin mücmel manasını kendi bilgilerine tatbik etmişler. 

- Bu konuyu Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

“Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş. Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak'ta ve Şam'da ve Medine'de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi- mana verip 'merkez-i hükûmet-i İslâmiye' yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.” (bk. Şualar, s. 585).

“...Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhir zamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

"Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt'ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır."

"İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir… İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır."

"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır.” (Mektubat, s. 56-57)

80 Kıyamet ile ilgili Devs kabilesi hakkındaki hadisi ve Naziat suresinde geçen kıyametle ilgili 42 ve 43.ayetlerin açıklamasını yapar mısınız?

2. (5035)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü'l halasa putunun etrafında titremedikçe kıyamet kopmaz. Zü'lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde tapındıkları [Tebâle'deki] puttur." [Buharî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51, (2906).]

AÇIKLAMA:

1. Hadisin bazı vecihlerinde Zü'l halasa putunun yeri de zikredilmiştir: Tebâle, burası, Taif'le Yemen arasında Yemen'e altı günlük mesafede bir karyedir. Ma'mer, rivayetinde: "Bugün orada kapalı bir bina mevcuttur." demiştir.

2. İbnu't-Tîn, "Devs kadınlarının kıçlarının titremesi" tabiriyle ilgili olarak der ki: "Hadiste, Devs kadınlarının mezkur puta giderken hayvana bindiklerine delil vardır; "kıçlarının titremesi"nden murad budur." Ancak İbnu Hacer bir başka mananın muhtemel olduğunu söyler: "Belki de onlar putun etrafında tavaf yaparlarken izdiham hasıl olur, sıkışma sebebiyle arkaları birbirlerine değer." Bu manada olan bir diğer rivayet şöyle:

"Benî Amir'in kadınlarının omuzları, Zü'l halasa putunun etrafında birbirini itmedikçe kıyamet kopmaz."

Ebu Hureyre'den gelen bir diğer hadisde (...)  "Lat ve Uzza'ya tekrar tapılmadıkça kıyamet kopmaz." buyrulmuştur.

Şarihler, tekrar puta tapmaya başlanacağını haber veren bu hadisleri değerlendirirken derler ki:

"Bu hadislerden maksad, yeryüzünden hakiki dinin tamamen silineceğini haber vermek değildir. Zira, İslam'ın kıyamet anına kadar devam edeceğini haber veren rivayetler vardır. Ancak zaman içinde din zaafa uğrayacak ve başlangıçta olduğu şekilde garib kalacak."

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

* * *

Naziat Suresi, 43-46. Ayetler:

"43- Sen nerde, onu anlatmak nerde?

44- Onun son ilmi Rabbine aittir.

45- Sen ancak ondan korkacak olanları uyarıcısın.

46- Onlar o kıyameti görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamışa dönecekler."

43. Bunda da iki mânâ söylenmiştir:

BİRİNCİSİ; "Nerde?", 'nin önce gelmiş haberi olarak, "Nerdesin sen onu anlatmaktan? Onu anlatmak senin görevin değildir. O, senden uzaktır." diye sorulan soruyu reddetmektir.

İKİNCİSİ, iki cümle olup "Nerde bu sual?" diye soruyu ret; mübteda, haberi olarak, "Sen son Peygamber, onun alâmetlerindensin." diye beyandır. Yani senin gönderilmen onun meydana gelme vaktinin yaklaşmakta olduğunu anlatıp dururken bununla yetinmeyip de sormaya kalkışmaları anlamsız ve yetkileri dışındadır.

44. Zira Onun sonu Rabbinedir. Bütün incelikleriyle ve herkes hakkında vuku bulma vaktine kadar bütün detaylarıyla onu bilmek Rabb'ına aittir, başkasına değil. Onu ancak o bilir. İlerisine karışmak onların haddi olmadığı gibi, daha fazlasını anlatmak da senin görevin değildir.

45. Sen ancak ondan korkacak, korunacak olan kimseleri sakındıracak bir habercisin.

46. Sanki onlar onu görecekleri gün, bu dünyada, bir akşam veya kuşluğundan fazla durmamışa döneceklerdir. Uzun zannedilen dünya ömrü o kadar çabuk geçer. Korkup sakınanlar o çeşit korkulardan kurtulurlar, sakınmayıp keyiflerine bakanlar da bir gün gibi ömürlerini geçirir, neticede o sonsuz belaya düşerler. Dolayısıyla "Ne zaman?" diye alay edip acele etmesinler.

Burada "Sen ancak korkutucusun." buyurulduğu için, bunun kimlere ve nasıl fayda vereceği açıklanmak üzere bu korkutmalar gelecek sûrelerde de ardarda anlatılacaktır.

81 Türkiye Diyanet Vakfı mealinde, Taha Suresi 15. ayetine, "Kıyameti neredeyse gizleyecek (geleceğinden hiç söz etmeyecek)tim.” diye meal verilmiş. Kıyamet alametleri olan hadislerle bu ayet çelişmişyor mu?

Sizin de ifade ettiğiniz gibi, bazı meallerde ilgili ayetin meali şöyle verilmiştir:

"Kıyamet mutlaka gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, neredeyse onu gizleyecek (geleceğinden hiç söz etmeyecek)tim." (Taha, 20/15)

Ayete, değişik açıklamalar yapılmış, bu arada ilgili cümleye "onu neredeyse açıklayacağım" mânası da verilmiştir:

“Kıyâmetin kopuş saati elbette gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye onu neredeyse (açıklar gibi oluyorum, ama yine de) gizliyorum.” (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri).

Fakat müfessirlerin çoğu, bu ifadenin Arap dilinde bilinen bir üslûp (mübalağa) olduğu, bizim tercih ettiğimiz  "âdeta kendimden dahi gizlemekteyim" anlamını taşıdığı ve Allah'ın bu bilgiyi kimseye vermediğini, o günün ansızın gelip çatacağını belirtmeyi hedeflediği kanaatindedirler. (bk. Taberî, İbn Atiyye, ilgili ayetin tefsiri)

Bu âyetin "herkes yapıp ettiğinin karşılığını görsün diye" şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla bilinçli çabaların kastedildiği ve dolayısıyla -ahlaken iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın- elde olmadan yapılan eylemlerle, farkında olmadan yapılan ihmallerin hariç tutulduğu anlaşılmakladır. Bu ilkeyi Hz. Musa (as)'ın kıssasını anlatırken telaffuz etmekle Kur'an, bütün gerçek dinlerin temelinde yatan ahlâkî kavram ve öğretilerin özde hep aynı olduğunu vurgulamaktadır. (bk. Kur’an Yolu, ilgili ayetin tefsiri)

Bu konu, "Cibril Hadisi" olarak bilinen bir hadis rivayetinin son kısmında da görülmektedir:

“Cibril / Cebrail, 'Bana kıyametten haber ver.' dedi. Rasûlullah (asm), "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir.' buyurdular."

"Cibril, 'O halde bana alâmetlerinden haber ver.' dedi. Peygamber (asm), 'Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.' buyurdu…”
(Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1)

Demek ki, kıyametin kopma anıyla ilgili bir bilgi vermek ile kıyamet alametlerinden bahsetmek farklı şeylerdir. Ayet, kıyametin kopma anının tarih, saat ve saniye olarak bildirilmediğini haber verir. Yoksa, kıyamaetin alametlerinin de bildirilmediğini veya bildirilmeyeceğini söylemez.

Nitekim, bir kimsenin ağır ve iyileşmesi ihtimali kalmamış bir hastalığa tutulması, emsallerinden daha uzun bir ihtiyarlığa ulaşması, ölüm alametleri olarak değerlendirilebilir. Ancak yine de ölüm anı, saat ve saniye olarak bilinemez. Bu nedenle, madem bir kimsenin ölüm anı bilinmiyor, öyleyse ölümünün yaklaştığını da bilemeyiz, şeklinde genel bir hükmün verilmesi doğru olmaz. Aksine, ölüm anını bilemiyoruz, onu Allah bilir, ancak, yine Allah’ın verdiği işaretlerle, ölümünün yaklaştığını düşünebiliriz, demenin de hiçbir sakıncası yoktur.

İşte, Allah, kainatın ölümü demek olan kıyametin kopma anını bildirmemiş, ancak ölümüne yakın gerçekleşecek bazı işaretleri de Elçisi Hz. Muhammed (asv) vasıtasıyla bildirmiştir.

Bilindiği gibi, Kur'ân tarih üzerinde değil, cereyan eden olaylar üzerinde durur. Önemli, ibretli safhaları ve olayları yansıtır. Gelecekle ilgili bazı çok önemli olaylara dikkatleri çeker ve aynı zamanda birtakım belirtilerden haber vermek suretiyle daha uyanık ve daha hazırlıklı olmamızı sağlar. Bütün bunlarla beraber “Şu tarihte meydana gelecek.” veya “Şu olay şu tarihte meydana gelmiştir.” demez. Çünkü bazı konularda, özellikle gelecekle ilgili önemli olaylar hakkında kesin tarih ortaya koymak insanların çalışma azmini kırar; hele yakın bir tarihse, tansiyonları yükseltip birçok insanları tedirgin edebilir.

Bir de unutmamak gerekir ki, Kur'ân bir tarih kitabı değildir. O bütünüyle insan hayatının her parçasına yönelen ve ilâhî nizamı beraberinde getiren Allah'ın insanlara son mesajıdır.

Onun için Kur'ân ve sünnette kıyametin mutlaka kopacağı, kurulu düzenin bozulup yeni bir düzene gireceği açıklanmakta ve bunun yaklaştığını bize haber verir mahiyette çok yönlü alâmetlerden söz edilmektedir. Bununla, Resûlüllah (asm) Efendimiz, her müminin her gün kendini kıyamete hazır duruma getirmesini tenbîh etmekte ve dünyası ile âhireti arasında sağlam bir köprü kurmasını hatırlatmaktadır. Zira bazı alâmetlerin çıkması, onun yakın olduğuna işarettir. Ölümünün geldiğini bilen kimse nasıl ona teslimiyet gösterip hazırlanırsa, kıyametin geleceğinin yakın olduğunu idrâk eden de yavaş yavaş ona hazırlanmak ve inecek ilâhî hükme baş eğmek zorundadır; aynı zamanda bu inanç son derece yönlendiricidir.

İlgili âyetle bu inceliğe dikkatler çekilerek, herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, neredeyse kıyameti açıklar gibi oluyoruz, ama yine de gizliyoruz, buyurularak çıkan alâmetleri gözden geçirmemiz isteniliyor. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri)

Sonuç:

Kıyametin gizlenmesinde korku ve dehşet vardır. Ölüm vaktini gizlemede de durum böyledir ki insan daima hazırlıklı olsun. Korku daima önde gelsin.

Kıyametin gelmesi,
her nefsin çalışmasının karşılığını görsün diyedir veya kıyametin gelmesini açıklamak her nefis çalışmasının karşılığını alsın diyedir veya kıyamet vaktinin gizli tutulmasının nedeni, her saat kıyamet beklensin, insan isyandan sakınsın, Allah’ın emir ve yasaklarına var gücüyle uysun diyedir.

82 Altın nesil nedir, gerçek midir, gelmiş midir, gelecek midir?

"Altın nesil" eskiden beri filozofların da değindiği ideal sistem ve ideal insanlardır. İslam alimleri ve filozoflarının da değindiği bir konudur. Dünyada ideal bir yaşamı ortaya koyacak nesildir.

Bu ideal hayat Asr-ı saadette yaşanmıştır. Ahir zamanda da buna yakın bir yaşayışın olacağına dair hadislerde işaretleri vardır. Bunu, ahir zamanda dine hizmet eden Müslümanlar ortaya koyacaktır.

Bu konu yoruma açık olduğu için, "böyle bir nesil gelmiş veya gelecektir" diye kesin bir hüküm verilmez.

83 Kıyametin dehşetinden kabirdeki ruhlar etkilenecek mi?

Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir rahmet eseri olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

Kıyametin olaylarından kabirdeki baki ruhlar etkilenecekler mi?

Derecelerine göre etkilenecekler. Melâikeler, Allah'ın kahır tecellilerinde kendilerine göre etkilendiği gibi etlilenirler. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, dışarda kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla etkilenir. Öyle de şuur sahibi olan baki ruhlar, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın büyük hadiselerinden derecelerine göre etkilenmelerini; azap ehli ise elemli bir şekilde, saadet ehli ise hayretli bir şekilde etkilenmelerini Kur'an'ın işaretleri gösteriyor. Zira, Kur'ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, "Göreceksiniz!.." diyor. Halbuki, insan bedeni ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ruların da o tehdid-i Kur'âniyeden hisseleri var.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müminlerin kıyametteki durumu nasıl olacak?

84 "Meryem oğlunun adaletli bir hakem olarak size inmesi pek yakındır. O gelince haçı kıracak, ..." hadisini açıklar mısınız?

1. (5004)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin ederim! Meryem oğlu İsa'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur."

Sonra Ebu Hureyre der ki: "Dilerseniz şu ayeti okuyun. (Mealen):

"Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O'nun (İsa'nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir." (Nisa, 4/159). [Buhârî, Büyû 102, Mezalim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, (155); Ebu Davud, Melahim 14, (4324); Tirmizî, Fiten 54, (2234).]

AÇIKLAMA:

1. İnancımıza göre Hz. İsa ölmemiş, semaya çekilmiştir. Cesed-i dünyevîsi ile semada yaşamaktadır. Hadiste de görüldüğü üzere, kıyamete yakın, yeryüzüne inecek, müsbet icraatları gerçekleştirecek: Deccal'in hasıl ettiği manevî tahribatı telafi edecektir. Onun gelmesiyle birlikte bolluğun, refahın artacağının ifade edilmesi, onun ıslahatı sadece manevî cihette olmayacak, maddî cihette de olacak, iktisadî düzelmeler, düzeltmeler de gerçekleştirecektir.

İstavrozların kırılması, Hristiyanlığın iptal edilmesi, yeryüzünden kaldırılması demektir. Bugün insanlığın ızdırap kaynağı olan Batı'nın gerisinde kilisenin yer aldığı düşünülürse, kilisenin iptali, Batı'nın dize getirilmesi, egoizmden kurtarılması, gerçek insaniyete kavuşturulması demektir. Dünya siyaset ve ekonomisine hakim olan Batı'nın hakka gelmesi insanlığın sulh-u umumiye kavuşması demektir. Zira günümüzde, dünyanın neresinde olursa olsun, insanları huzursuz eden bütün içtimâî fitnelerin, kargaşaların gerisinde Batı'nın eli mevcuttur. Beşerî ızdırapların temelinde bu "Batılı el" yatmaktadır.

Haçın kırılmasının zımnında hınzır etinin tahrim edilmesi mevcuttur. Zira Hristiyanlar hınzır yeme ruhsatını dinlerinden almaktadırlar. Din iptal edilince, diğer pek çok batıl inançları meyanında "domuz yeme" âdetleri de iptal olacak demektir. Dahası, bir rivayette وَلَتَذْهَبَنَّ الشَّحْنَاءُ وَالتَّبَاغُضُ وَالتَّحَاسُدُ "...adavetler, buğzlar, hasedler de mutlaka gidecektir." denmiş olması da dikkat çekicidir. Müslümanlarla Hristiyanlar arasında, asırlar değil, çağlar boyu süregelmiş olan düşmanlıkların kalkacağı da ifade edilmiş olmaktadır. Bütün bunlarda kördüğüm kilise idi. Onun Hz. İsa tarafından iptali, çok şeyin birden değişeceğine bir işarettir.

2. Cizyenin terkedilmesi, Hristiyanların Müslüman olması demektir. Çünkü Müslümandan cizye alınmaz, zekat alınır. Şu halde dünyada tek din kalır, cizye verecek kimse bulunmaz demektir. Bu ibareden şu yoruma ulaşan da olmuştur: "Mal öyle çoğalır ki, cizye yoluyla alınan malın sarfı için bundan istifade edecek fakir kalmaz. İstiğna sebebiyle, cizye sarfedilmeden terkedilir."

İyaz der ki:

"Cizyenin vaz'ı meselesinden murad, cizyenin kâfirlere takrir edilmesi de olabilir. Bütün kâfirlerden alınacak cizye ile de mezkur bolluk hasıl olabilir."

Nevevî, İyaz'ın yorumuna katılmaz ve: "Hz. İsa, İslam'dan başka hiçbir dini kabul etmeyecektir." der. Nitekim Ahmed İbnu Hanbel'in meseleyle ilgili bir tahricinde وَتَكُونُ الدّعْوى وَاحِدَةً "Dava bir olur" buyrulmuştur.

Yine Nevevî, Hz. İsa'nın cizyeyi kaldırmasıyla ilgili olarak der ki: "Bu şeriatte cizyenin meşruluğuna rağmen Hz. İsa'nın onu kaldırmasının manası, onun meşruiyeti Hz. İsa'nın inmesiyle kayıtlıdır." demektir. Sadedinde olduğumuz hadis buna delalet eder. Hz. İsa cizye hükmünü neshedici değildir. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bu sözüyle neshi beyan etmiş olmaktadır. İbnu Battal da:

"Biz cizyeyi, mala olan ihtiyacımız sebebiyle Hz. İsa'nın inmesinden önce kabul ediyoruz, ama Hz. İsa'nın inmesinden sonra mala ihtiyacımız olmayacak. Çünkü onun zamanında mal pek bol olacak. O kadar ki, kimse mal kabul etmeyecek. Şu da muhtemeldir: Cizyenin Yahudi ve Hristiyanlardan kabul edilişinin meşru olması, onların elindeki kitabın vahiy olma şüphesini taşıması ve zanlarınca kadim şeriatla ilgisi sebebiyledir. Hz. İsa aleyhisselam inince, kendisini şahsen görme hasıl olunca, delillerinin inkıtaı ve durumlarının iyice ortaya çıkması sebebiyle mezkur şüphe izale olur ve onlar puta tapan diğer müşrikler durumuna düşerler ve böylece, onlarla muamele, cizyelerini kabul etmeme şeklinde olması münasib olur."

Bu yoruma bir kayd-ı ihtirazî koymak isteriz: Burada Hz. İsa indiği zaman onu herkes İsa olarak bilecek, tanıyacak gibi bir mana mevcuttur. Halbuki ahir zaman eşhasını herkesin kesin bir şekilde bilmesi mevzubahis değildir. O şahısların yakınları, manevî mertebesi yüksek olan hal sahipleri bilse de, başkaları bilemez. Aksi durum imtihan sırrına aykırı olur.

Hz. İsa'nın inmesiyle, arzın hazinelerinin ortaya çıkacağı, ancak "kıyametin yakınlığı sebebiyle" kimsenin iltifat etmeyeceği şeklindeki yorumlar da bu açıdan tatminkâr gelmiyor.

3. "Tek secdenin dünya ve içindekilerden hayırlı olması" o zaman, "sadakayı kimse kabul etmeyeceği için Allah'a en ziyade yaklaşma yolunun sadece ibadet ve namaz olacağı" şeklinde açıklanmıştır. Bazı alimler: "İnsanlar dünyadan öylesine nefret ederler ki, tek bir secde onlara dünya ve içindekilerden daha mahbub olur." şeklinde yorum getirmiştir.

İbnu'l-Cevzî der ki:

"Ebu Hureyre, rivayetin sonunda ayet okumakla, o ayetle 'Tek secde dünya ve içindekilerden hayırlı olacak.' sözü arasında münasebet kurduğuna işaret etmek istemiştir. Zira Ebu Hureyre bu suretle insanların düzeleceklerine ve imanlarının kuvvetine ve hayırlı amellere yönelmelerine işaret etmektedir. Öylesine bir düzelme ve kuvvetli bir imana ulaşacaklar ki, onlar tek secdeyi dünya ve içindekilere tercih edecektir. Secdeden maksat rek'attir."

4. Ayet hususunda da değişik te'vil ve yorumlar yapılmıştır:

* Bu hadisten anlaşılacağı üzere, Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'ye göre, "ona iman edecek" ibaresindeki zamirle, ölümünden önce ibaresindeki zamir Hz. İsa'ya bakar. Yani mana şöyle olur. "Hz. İsa ölmezden önce, Ehl-i Kitaptan herkes Hz. İsa'ya inanacaktır." İbnu Abbas da bu te'vilde cezmetmiştir. Ondan gelen bir rivayette: "Hiçbir Yahudi ve Nasranî, İsa'ya iman etmeden ölmez.. Lakin ölüm anındaki imanın faydası yoktur." buyrulmuştur.

* Müfessirler de bu meselede farklı yorumlara gitmişlerdir. Bazısına göre, ona iman edeceklerdeki zamir Allah'a veya Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e racidir. Ölümünden öcneki zamir de kitabîye -ve hatta Hz. İsa'ya- racidir. Bu durumda, Ehl-i Kitab'ın gerçek İslam inancına ererek ölecekleri anlaşılır. Yapılan bir te'vile göre: "Ne Yahudi, ne Hristiyan, Hz. İsa'ya (doğru şekilde) iman etmeden ölmez." Nevevî bu görüşü şöyle açıklar: "Buna göre ayetin manası şöyledir:

"Ehl-i Kitaptan her ferd, ölüm gelip (ayet ve hadiste haber verilen) ruhun çıkmasından önce, sekerât anında hakikatları gözle gördükten sonra Hz. İsa'nın Allah'ın kulu, Allah'ın bir cariyesinin oğlu olduğuna inanacak. Ancak o halde bu iman, şu mealdeki ayette de ifade edildiği üzere ona fayda vermeyecektir:

"Yoksa Allah katında makbul olan tövbe, ömürleri boyunca günahları işleyip de nihayet her biri ölüm gelip çattığında 'Ben şimdi tövbe ettim.' diyenlerin veya kâfir olarak ölenlerin tövbesi değildir. Öyleleri için biz acı bir azab hazırladık." (Nisa, 4/18) buyrulmuştur."

Nevevî bu te'vili daha mâkul bulur. "Çünkü der, önceki te'vilde "Ehl-i Kitapla sadece Hz.İsa'nın inme zamanına hazır olan ehl-i kitap kastedilmiş olmaktadır. Kur'an'ın zahiri ise bütün Ehl-i Kitab'a şamildir: Hz İsa'nın inme zamanındakiler olsun, daha önce yaşayanlar olsun farketmez."

* Bazı İslam alimleri: "Diğer peygamberler değil de Hz. İsa'nın inmesi, Yahudileri reddetme hikmetine dayanır. Çünkü onların iddiasına göre, Hz. İsa'yı öldürdüler. Allah ise onların yalanlarını beyan etti." demiştir.

* Şu da söylenmiştir: "Hz. İsa, Hz. Muhammed ve ümmetinin sıfatını görünce Allah'a dua edip, kendisini de bu ümmetten kılması talebinde bulunmuş, Allah da duasını kabul etmiştir. Böylece, onun hayatını, ahir zamanda bir müceddid olarak inme vaktine kadar ibka etmiştir. Günü gelince yeryüzüne inip, Deccal'ı öldürecektir. Onun inişi Deccal'ın zuhur zamanına tesadüf edecektir."

İbnu Hacer önceki görüşü daha mâkul bulur:

* Hz. İsa inince, yeryüzünde ne kadar kalacak, ihtilaflıdır:
** Bazı rivayetlerde yedi yıl kalacaktır.
** Bazı rivayetlerde, indikten sonra evleneceği ve 19 yıl daha yaşayacağı ifade edilmiştir.
** Bir başka rivayette ise 40 yıl kalacağı söylenmiştir.
* Hz. İsa ile ilgili bir rivayet de şöyledir: "Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu halde iner; salibi kırar, hınzırı öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslam'a çağırır. Allah onun zamanında, İslam hariç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Aslanlar develerle otlar. Çocuklar yılanlarla oynar."
* Hz. İsa'nın semaya çekilmesinden önce ölüp ölmediği hususunda da ihtilaf edilmiş ise de bu meselede esas olan, şu mealdeki ayettir:

"O vakit Allah buyurdu ki: Ey İsa! Seni, ecelin geldiğinde öldürecek olan benim. Seni ben semaya yükselteceğim. Yahudilerin suikastinden tertemiz kurtaracağım..." (Al-i İmran, 3/55).

* Hz. İsa semaya çekildiği zaman kaç yaşında olduğu da ihtilaflıdır; 33 denmiştir, 120 denmiştir.

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

85 Ahir zamanda görülecek olan ahlas, serra ve duheyma fitneleri nelerdir?

- Ahlas fitnesinin zikredildiği hadisin rivayetini belli bir olaya veya şahıslara kesin olarak bağlamak ilmen mümkün görülmemektedir. Çünkü hadisin ifadeleri geneldir ve sadece fitnelerin belli bir kısım özelliklerine işaret edilmiştir.

Bu sebeple, günümüzdeki bir çok olaya uygulanabileceği gibi, tarih boyunca İslam âleminde meydana gelen bir çok hadiseye de tatbik edilebilir.

Hadiste zikredilen, Ahlas, Serra, Duheyma fitnelerinin peş peşe gelmeleri söz konusu olmayabilir. Hadiste, bu fitneler arasında kullanılan ve “sonra” manasına gelen “SÜMME” edatının varlığı, bu fitne safhalarının farklı zaman diliminde meydana gelebileceği ihtimalini de ortaya çıkartmaktadır. Bu sebeple, söz konusu fitnelerin peş peşe gelme ihtimalleri yanında, yüzlerce yıl ara ile gelme ihtimalleri de vardır.

Hadiste yer alan deccal kelimesine bakarak bu hadiseleri tespit etmeye çalışırsak, bu takdirde, İslam âleminde en çok deccal fitnesine mazhar olan zamanlardan biri Abbasi devletinin yıkılması, diğeri ise, Osmanlı devletinin yıkılması olarak düşünülebilir.

Uzun bir süre Cengiz ile başlayan ve Hülagü ile son noktaya ulaşan Tatar fitnesinin süreci bir nevi Ahlas fitnesi olarak düşünülebilir. Hicri 570’lerden başlayıp 656’ya kadar süren bu fitne esnasında müslümanlar her türlü maddi-manevi talanlara ve kaçışlara maruz kalmışlardır. Diğer taraftan Abbasi yöneticilerinin israfa varan SERRA hayatları hadiste yer alan diğer bir fitne unsuru görünümündedir.

Osmanlı devrini dikkate aldığımızda ise, denilebilir ki, Haçlı seferleri ile başlayan uzun bir süreçte meydana gelen fitneler bir nevi Ahlas fitnesidir. Aslında “AHLAS” kelimesi HİLS’in çoğuludur. Devenin semerinin altında yer alan bir çeşit astar denilen siyah bir bezdir. Siyah rengiyle, karanlığı, sabit kalmasıyla da devamlılığı simgeler.

Buna göre, karanlık geceler gibi olan ve de uzun süreçlerde yer alan AHLAS fitnesi (hilslerin fitnesi / Ahlas fitneleri şeklinde) birden çok olma ihtimali de vardır.

Başta haçlı seferleri olmalı üzere, batı emperyalistlerinin İslam aleminde sürdürdükleri sömürüleri ve özellikle Osmanlı devletinin yıkılmasına sebep olan fitneleri bu kabilden kabul edilebilir.

- Serra fitnesi de Hz. Peygamberden sonra başlayan ve tarih boyunca değişik zamanlarda oldukça yeşeren bir fitnedir. Ebu Yala ve Bezzar’ın Sad b. Ebi Vakkas’dan naklettiklerin göre, Peygamberimiz:

“Ben sıkıntıdan, darlıktan daha fazla sizin için korktuğum şey bolluktur. Nitekim siz darlıkla, sıkıntılarla sınandınız ve sabrettiniz. Ancak dünya yeşildir, tatlıdır(ona zor dayanırsınız)” buyurdu. (bk. Heysemi, Macmau’z-Zevaid, 10/245)

Bu bolluk dönemi, İslam alemi içinde epey devam etti. Bu durumun, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar sürdüğü söylenebilir. Bu ihtimali nazara aldığımızda, hadisin “bunun dumanı Ehl-i beyt'imden olan bir adamın ayakları altından tütecektir” mealindeki ifadesi, Şerif Hüseyin ihtimaline de kapı aralar.

Ancak bazı Arap araştırmacılarına göre, bu şahıs geçen yıllarda Mehdilik davası eden ve kahtani olduğunu söyleyen ve meşhur Mescid-i haram kavgasına sebep olan kişidir.

- “Sonra insanlar eğri, kaburga kemiği üzerine oturmuş gibi bir adama beyat etmek üzere anlaşacaklardır” şeklindeki hadisin ifadesine uygun bir örnek, Osmanlı’nın son Sultanı Vahdeddin olabilir. Çünkü, onun hilafetinde Müslümanlar birleşti, İslam alemi, Birinci Dünya savaşı sırasında bu bağlılık vesilesiyle maddi-manevi yardımlarda bulundu. Ancak, işgal altında olan bir saltanat “eğri kaburga kemiği üzerinde oturmuş gibiydi”.

Ve nihayet İslam aleminde liderlik ve hilafet makamı yok olduktan sonra her tarafa, en şiddetli zulümlere ve en şiddetli baskılara dayalı militarist hükümetler kuruldu. Ve Duheyma fitnesi başladı.

Bu fitne, karanlık geceler gibi kalpleri karartan materyalist felsefe akımları, kominizim ve vahşi kapitalizm ejderhalarının alevlendirdiği fitneler olarak düşünülebilir.

Maalesef bu durum öyle bir hale geldi ki, sabah mümin, akşam kâfir veya tersi durumlar oldu. Artık, iman-küfür mücadelesi başlamıştır.

İşte Avrupa decccalleri ile birlikte, yerli deccaller de işin içine girmeye başladı ve bu süreç  hala devam ediyor.

Artık bir süre sonra, belki bütün İslam alemi sathında insanlar saf imanlı ve salt nifaklı şeklinde iki obaya ayrılacaktır. Vahşi kapitalizmin, ateist materyalizmin, zalim kominizmin -az-çok- tokat vurmadığı kimse yok gibidir.

Bazı Arap siteleri, bu fitneleri sahabe devrinde, bir kısmı da özellikle bu asırdaki Arap toplumlarında meydana gelen hadislerle açıklamışlardır.

Şüphesiz her şeyin hakikatini bilen Allah’tır.

86 Kıyamete yakın kalem bollaşacak, anlamına gelen hadis var mıdır?

Bir rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Malın bollaşması, kalemlerin çoğalması ve ticaretin yaygınlaşması kıyametin alametlerindendir.” (Kenzu’l-Ummal, h. no: 38520).

İbn Mesud’dan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Selamın özelleşmesi, -kadının kocasına ticarette yardımcı olacak şekilde- ticaretin yaygınlaşması, sılayı rahmin koparılması, yalancı şahitliğin yapılması, hak olan doğru şahitlikten kaçınılması ve kalemlerin ortaya çıkması, kıyametin alametlerindendir.” (bk. Müsned, 1/407-408; 5/333-334)

Hadiste, -soruda işaret edilen hususlarla beraber- genel olarak toplumlarda her türlü okuma-yazma oranının çoğalacağına ve yayılmasına işaret edilmiş de olabilir. (bk. Müsned Şerhi, Ahmed Şakir 5/334)

Bu durum günümüzde çok açık olarak görülmektedir. Bilgisayar ve matbaanın çoğalmasıyla yazı çok hızlı bir şekilde dünyanın dört bir tarafına anında yayılmaktadır. Özellikle bilgisayar, internet ve uydu teknolojileri, bilginin çoğalmasını, geliştirilmesini ve bütün dünyada paylaşılmasını ve kolay iletimini sağlayan en önemli teknoloji olmuştur.

Bununla birlikte insanlar arasında cahillik artmış, faydalı ilim olan Kur’an ve sünnet bilgisi azalmış, ne kadar çok kitap olursa olsun, amel edilmediği için kalemin çoğalmasından elde edilecek fayda temin edilememiştir.

Müslümanların bu konuya daha çok dikkat etmesi, bu nimeti hayırda ve faydalı işlerde kullanması gerekir.

87 Kıyamete yakın bolluk ve zenginlik olacağını nasıl anlamalıyız?

Yazdığınız senaryolar şu anda gerçekleşmiş değildir. Her an başka bir yaratışta olan kudreti sonsuz Yüce Yaratıcı, kışta baharı, baharda kış mevsimini yarattığı gibi, şu andaki senaryoların aksine güzel günler göstermesi akıldan uzak değildir.

O bolluk Kur’an’ın hâkim olduğu Hz. Mehdi devrinde gerçekleşecektir. Allah’ın son mesajı olan Kur’an’ın insanlık camiasına hâkim olacağı bir dönemin hatırına böyle bir mükafat vermesi vad edilmişse, buna hiçbir tabiat olayı engel olamaz. Çünkü her şeyi var eden, yok eden Allah’tır.

Hz. Nuh (as)’ı tufandan, Hz. Yunus (as)’ı denizden, Hz. İbrahim (as)’i ateşten  kurtaran Allah, insanlığı manevî fırtınalardan, manevî buhranlardan, manevî tufanlardan, ateş gibi yakıcı sıkıntılardan kurtaracağı bir dönemde, onları maddî sıkıntılardan da kurtarması, o günkü bayramların bir ziyafeti olarak bolluk lütfetmesi, hikmet ve rahmetinin bir yansıması olacaktır.

Kıtlık, yağmursuzlukla başlar. Yağmurun yağdırılması elinde olan Allah dilerse, her gün yağmur yağdırır ve su ihtiyacını giderir. Tarih boyunca, hem kıtlık, hem de bolluk mevsimleri birbirini takip etmiş ve bu güne kadar gelinmiştir. Bu kural / bu ilâhî kanun bugün de, kıyamete kadar da geçerli olacaktır.

Musibetler, kıtlıklar genellikle insan isyanının bir cezası olarak ortaya çıkar. Saadet asrına yakın bir ölçüde Allah’a itaatin olacağı, saygı ve sevginin dalgalanacağı Hz. Mehdi devrinde de insanlığın bu iyiliklerine karşılık olarak bolluk ve bereket mükâfatının verilmesinde ne mani olabilir ki... Bir baharı bir çiçek kadar kolay yaratan, cenneti bahar kolaylığında yaratabilen Allah’ın hazineleri tükenmez, cömertliği ise bitmez. Elbette insanlığın hak edeceği bir mükâfatı onlardan esirgemez.

Hayatı yaratan yaratıcı, hayatın muhtaç olduğu rızkı da yaratmıştır. Rızkı bitmeden hiçbir canlı ölüp gitmez. Cezalar hariç, kıyamete kadar hayat hakkının korunması devam edecektir. Kıyamete yakın yıllarda -o bolluktan sonra- insanlar baştan çıkacağından, mükâfatlar da devreden çıkar ve cezalar devreye girer. İsyanın cezasını çekeceklerdir.

Yer altı ve yer üstü kaynakları tükendiği gün kıyamet kopar. Şu anda öyle bir şey söz konusu değildir. Bütün israf ve vurdumduymazlıklara rağmen, bugünkü dünya -bir açıdan- bolluk içerisindedir. Tabii ki, zalimlerin sömürgecilikleri yüzünden aç olan kesimler de vardır. Fakat bunda insanların suistimali vardır.

Alimler bu gibi hadisleri açıklarken misal olarak Ömer b. Abdulaziz devrini gösteriyorlar. Demek ki, bu bolluk döneminin, uzun bir dönem olması gerekmediği gibi, bütün dünyayı kapsayan bir genişlikte olmasını da gerektirmez. Hz. Mehdi ve bolluk devri uzun olmayıp kırk yıl kadar kısa bir devirdir. Bir de bu bolluğun bütün dünyada olması anlamına gelmeyebilir.

İleve bilgi için tıklayınız:

Kıyamete yakın zenginleşme ve altınçağ ile ilgili rivayetler hakkında bilgi verir misiniz?