Günah konusunda en çok merak edilenler

1 Büyük günahlar, yedi kebair nelerdir?

Büyük günah demek olan “kebire”, sözlükte "maddi veya manevi bakımdan büyük olmak" anlamına gelen kebr (kiber) kökünden türemiş bir isimdir. "B­üyük günah" mânasında kullanılan kebîre (çoğulu kebâir), farklı tanımlarının ortak noktaları dikkate alınıp "dinen yasaklandığı konusunda kesin delil bulunan ve hakkında dünyevî veya uhrevî ceza öngörülen davranış" şeklinde tanımlanabilir. Bunun dışında kalan kötü davranışlara da sagîre (küçük günah) denir.

Israrla iş­lenen küçük günahın büyük günaha dönüşeceği telakkisi genellikle kabul görmüştür. Kur'an'da daha çok "zenb, ism, fısk, isyan" kelimeleriyle ifade edilen günahın büyük ve küçük olabileceği belirtilir. İlgili âyetlerde açıklandığına göre büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde küçük günahlar affedilir. (Nisâ, 4/31) Allah'a iman edip tevekkülde bulunanlar büyük günah ve hayâsızlıktan kaçınırlar. (Şûrâ, 42/36-37) Ayrıca âyetlerde, âhirette insanlara verilecek olan amel defterinin küçük büyük bütün günahları kapsayıp ortaya koyacağı anlatılır. (Kehf, 18/49)

Hadislerde büyük günahlardan "mûbikât (helak edici davranışlar), kebâir, a'zamü'z-zünûb" gibi tabirlerle bahsedilir. Çeşitli hadis rivayetlerinde Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, ana babaya karşı gelmek, yetim malı yemek, faiz yemek, dürüst kadınları iffetsizlikle suçlamak, büyü yapmak, savaştan kaçmak, yalancı şahitlikte bulunmak ve ödenemeyecek miktarda borçlu olarak ölmek büyük günahların başında zikredilmiştir. (Müsned, 2/201, 214; 4/392; 5/413; Müslim, imân, 143-146) Hadislerde ayrıca Hz. Peygamber (asm)'in büyük günah işlemiş Müslümanlara da âhirette şefaat edeceği belirtilmiştir. (Tirmizî, Kıyamet, 11)

Müslümanlar arasında vuku bulan ilk ihtilâfların en önemlisi, büyük günah işleyen kişinin (mürtekib-i kebîre) durumudur. Erken devirlerde tartışılmaya başlanan bu problemle ilgili olarak literatürde iki mesele öne çıkmıştır. Bunlardan biri hangi fiillerin büyük günah olduğu, diğeri de bu günahı işleyen kişinin dinî statüsüdür. Büyük günahların belirlenmesi konusunda ortaya çıkan görüşlerden birine göre, ilâhî emirlere aykırı olan bütün fiiller büyük günah kapsamına girer. Bunların sayısını yedi yüze çıkaranlar bulunduğu gibi, yetmişle sınırlandıranlar da vardır. İbn Hacer el-Heytemî dört yüz altmış yedi büyük günahtan bahseder. (ez-Zevâcir, 1/270-275; 2/265-27)

Bütün günahları büyük günah sayanların başında Haricîler gelir. Fakat İbn Hacer'de olduğu gibi, bu görüşe katılan Sünnî âlimlerin de bulunduğu söylenebilir. Bir başka anlayışa göre, ilâhî emirlerle bağdaşmayan her davranış büyük günah kapsamına girmekle birlikte, bunların bir kısmı diğerlerine oranla küçük kabul edilebilir. Ancak hiçbir günah küçük sayılamayacağından, büyük günahların sayısını ve niteliklerini belirlemek mümkün değildir. Eşarî, Bâkıllânî, İbn Fûrek ve Ebû İshak el-İsferâyînî gibi mütekaddimîn devri Eşariyye kelâmcıları bu görüştedir. (İbn Hacer el-Heytemî, Zevacir, Beyrut, 1408, 1/5)

Üçüncü bir görüşe göre ise, dinen yasaklandığı konusunda kesin delil bulunan ve hakkında dünyevî veya uhrevî ceza öngörülen fiiller büyük günahtır. Dolayısıyla bütün günahların kebîre statüsünde kabul edilmesi naslara aykırıdır.

Buna göre büyük günahlar yukarıda sayılanların yanında sıla-i rahimi terketmek, kovculukta bulunmak, zina fiilini işlemek veya ona aracılık yapmak, domuz eti yemek, ibadet için gereken temizliğe uymamak, hırsızlık yapmak, içki içmek, yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek veya azabından emin olmak, yapılan anlaşmayı bozmak gibi Kur'an'da yasaklanan fiillerden oluşur. Mu'tezile ve Mâtürîdiyye kelâmcıları ile müteahhir dönem Eşariyye âlimlerinin çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. (a.g.e.. 1/6-10)

Büyük günah kişiyi isyan ve fıska sevkederse de, bu durumdaki bir mümini mutlak mânada fâsık ve fâcir olarak nitelemek mümkün değildir. Zira imanın mahiyeti Allah'ın varlığını, birliğini ve Hz. Muhammed (asm) aracılığıyla gönderdiği vahiyleri kalben tasdik etmekten ibaret olup, amel imanın bir parçası değildir. Kişi ilâhî emre aykırı bir davranışta bulunurken de imanını devam ettirmektedir. Nitekim imanla ameli bir arada zikreden âyetlerde bu iki kavramı gramer açısından birbirine bağlayan atıf ve şart edatları imanla amelin ayrı şeyler olduğuna işaret etmektedir. (Bakara, 2/25; Nisâ, 4/124)

Ayrıca adam öldürmek gibi bir büyük günahı işleyenlerin kısas cezasına çarptırıldığı bildirilirken, bunu yapanlardan "müminler" diye bahsedilmiş ve onlardan iman vasfı kaldırılmamıştır. (Bakara, 2/178; Hucurât, 49/ 9)

Aklî açıdan da mürtekib-i kebîre mümin kabul edilmelidir. Böyle bir insan ilâhî emre karşı çıkmayı helâl telakki etmez aksine gaflet, kötü alışkanlık, nefsânî arzular, aşırı öfke vb. sebeplerle bu fiili işler, fakat her zaman affedileceği ümidini taşır. Ehl-i sünnet itikadi mezhepleri olan Mâtürîdiyye ve Eş'ariyye kelâmcıları bu görüştedir. (Mâtürîdî, Tevhid, s. 329-334; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhac, 1/409) Selefiyye âlimleri, mürtekib-i kebîreyi fâsık diye nitelendirmekle birlikte, onun dünyevî ve uhrevî konumunu Ehl-i sünnet kelâmcıları gibi değerlendirir. (bk. Ebû Bekir el-Hallâl, es-Sünne, s. 583-608; Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s. 295-334)

Günahların bir kısmının büyük, bir kısmının küçük olduğuna ve büyük günahların naslarda dünyevî veya uhrevî ceza öngörülen fiillerden ibaret bulunduğuna ilişkin görüş isabetli görünmektedir. Büyük günah işleyen kişinin dinî statüsü konusunda Hâricîler'le Mürcie ve Mu'tezile'nin görüşlerinin naslarla uzlaştırılması mümkün değildir. Hem Sünnî kelâmcıları hem de Selefiyye âlimleri büyük günah sahibinin dinden çıkmadığı kanaatini taşımakta, dünyevî cezanın yanı sıra tövbe yoluyla da günahtan kurtulma imkânı bulunduğunu kabul etmektedir. Bu yaklaşım naslara ve akla daha uygundur. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Kebire md.)

* * *

NOT: Vecdi Akyüz'ün hazırladığı bu konudaki şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz:

Gizli şirk ve göz zinası gibi fillerde büyük günahlardandır. İslâm inancında, peygamberler dışında bütün insanlar günah işlerler. Günah, Yüce Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı söz ve davranışların din açısından suç sayılmasıdır. Yüce Allah'ın hem emrettiğini yapmamak, hem de yasakladığını yapmak, aynı şekilde günahtır.

Büyük Günah Kavramı

Günahların hepsi eşit olmadığından, inançtan günlük davranışlara doğru uzanan bir çizgide, büyük günahlar ve küçük günahlar diye ikiye ayrılırlar. Büyük günahlara kebîre (ç. kebâir), küçük günahlara sagîre (ç. sagâir) adı verilir.

Büyük günahlar, yanlış ve bozuk inançlar, imandan ve dinden çıkma, bireysel ve toplumsal huzursuzluğa, bozgunculuğa, sapmaya, anomiye ve çürümeye sebep olan, hakkında tehdit edici âyet veya hadis bulunan, işleyenin dünyada ve âhirette ceza görmesine yol açan dinî, bireysel ve toplumsal büyük suçlar ve davranışlardır.

Gerçek bir mü'min, büyük küçük bütün günahlardan sakınmaya çalışır. Ama sorumluluğu ve sonuçları daha ağır olduğundan özellikle büyük günahlara yaklaşmamalıdır. Yüce Allah, şöyle buyuruyor:

"Size yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli/övgün bir yere sokarız." (Nisa, 4/31)

İnançlar ve helal-haramın kabulüyle ilgili olan günahlar dışında ve işlediği günahı helal saymıyorsa, büyük ya da küçük günah işleyenler dinden çıkmazlar, ama günahkâr olurlar. Şirk ve küfür dışındaki büyük günahları işleyene "Mürtekib-i Kebîre", "Fâsık" veya "Fâcir" adı verilir.

Günah işleyenlerin, günahkâr mü'min olmaları dolayısıyla kusurlarından kurtulmaları için çaba göstermesi gerekir. Bunun da başlangıcı pişman olup şirk ve küfür derecesindeki büyük günahlardan imana dönmek, diğer büyük günahlardan ise tövbe istiğfar edip yeniden günah işlememektir. Yüce Allah, şöyle buyurur:

"Ufak tefek kusurları (:lemem) dışında günahın büyüklerinden (:kebâiru'l-ism) ve çirkin işlerden (:fevâhiş) sakınanlara, rabbinin affı şüphesiz boldur." (Necm, 53/32);

"De ki: Ey kendileri aleyhine aşırı giden/sınırları aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Doğrusu O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Zümer, 39/53)

Büyük günahlar; itikat, iman, ibadetler ya da günlük hayatın akışıyla ilgili hususlarda yapılması haram, terkedilmesi farz olup, mü'minin bilmesi gereken temel esaslardandır. Geleneksel dinî kitaplarda gelişigüzel sıralanan 72 büyük günahı, 32 ve 54 farzın sistematiğine yaklaştırarak paralellik gösteren tarzda sıralamaya çalışacağız:

"Büyük Günahlar" önemli ölçüde 54 Farz olarak sayılan durumlardan terk edilmesi istenenleri yapmak ya da yapılması istenenleri terk etmek suretiyle ortaya çıkar.

Büyük günahların sayısı çoktur. Ancak geleneksel dinî kitaplar, pedagojik bir dehayla öğrenme ve akılda kalma kolaylığı açısından, büyük günahların başlıcalarını toplayan "72 Büyük Günah" kavramını geliştirerek, şematik ve sistematik bir liste belirlemişlerdir.

Büyük Günahlar (72 Büyük Günah)

A. İmanın Şartlarıyla İlgili Büyük Günahlar

İmanın şartlarıyla ilgili büyük günahlar, iman esaslarının uzantısı durumundaki yanlış ve bozuk inançlardır:

1. Allah'a şirk koşmak.
2. Falcılara, kahinlere, sihirbazlara, gâipten (:gaybden) haber verdiklerini iddia edenlere inanmak ve kapılmak.
3. Allah'tan başkasına yemin etmek.
4. Dininden dönüp mürted olmak.
5. Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip unutmak; okumasını öğrendikten sonra unutmak.
6. Dünyaya muhabbet etmek/bağlanmak. Dünya muhabbetine düşüp âhireti unutmak, dinî vazifeleri terk etmek.
7. Hz. Peygamber (asm)'e yalan/hilaf (:gerçek dışı) söz isnad etmek, onun söylemediği bir sözü söylemek.
8. Hz. Peygamberc(asm)'in  ashabına/sahabeye dil uzatmak/kötü söz söylemek ve onlara sövmek.
9. Mukaddesata küfretmek, bunları alaya almak.

B. İslâm'ın Şartlarıyla İlgili Büyük Günahlar

İslâm'ın şartlarıyla ilgili büyük günahlar, İslâm'ın şartlarıyla ilgili olumsuz tutum ve davranıları hatırlatıcı ve açıklayıcı esaslardır:

10. Bir namaz vaktini kaçıracak kadar cünüplükten temizlenmemek; cünüp gezmek.
11. Vaktinden evvel ezan okumak ve namaz kılmak.
12. Beş vakit namazı vakitlerinde kılmayıp kazaya bırakmak.
13. Bir özür olmadığı halde, Ramazan orucu tutmamak, Müslümanların önünde oruç yemek.
14. Malının zekâtını ve mahsulünün öşürünü vermemek.

C. Helal-Haramla İlgili Büyük Günahlar

72 Büyük Günah'ın bir kısmı, inançtan uygulamaya helal-haram konularına dairdir:

15. Helalı helal bilip itikat etmemek; haramı/haram olanı, haram bilip itikat etmemek.
16. Erkekler ve kadınlar, şehveti tahrik edecek şekilde giyinmek.
17. Erkekler ipekli giyinmek, âlâyişli/gösterişli bir şekilde süslenmek.
18. Edep yerlerini/avret mahallini açmak, başkasına göstermek; başkasının avret yerine bakmak.
19. Kadınlar erkek elbisesi giymek; erkekler kadın elbisesi giymek; karşı cinse benzemeye çalışmak.
20. Karnı doyduktan sonra yemek/yemeğe devam etmek.
21. Şarap ve alkollü içkiler içmek; Keyif verecek (esrar, eroin gibi uyuşturucu) şey yemek-içmek.
22. Köpek artığını yemek.
23. Domuz eti ve yağı yemek.
24. Ölmüş hayvan (meyte:leş) eti yemek ve yedirmek.
25. Birbirine nişan almak/nişan dökmek (dövme yaptırmak gibi).
26. Faiz (riba) almak ve vermek, tefecilik yapmak.
27. Hırsızlık etmek.
28. Elin/başkasının malını zorla gasbetmek/cebren almak.

D. Ahlâkla İlgili Büyük Günahlar

72 Büyük Günah'ın önemlice bir bölümü güzel ahlâkın (ahlâk-ı hamîde) zıddı olan kötü ahlâkla (ahlâk-ı zemîme/rezîil) ilgilidir:

29. Anaya babaya asi olmak, onları dövmek.
30. Sıla-i rahmi terk/kat-ı rahim etmek; akrabalarla bağlantıyı kesip, onları ziyaret etmemek, varsa hâcetlerini görmemek.
31. Haset etmek.
32. Emanete hıyanet etmek.
33. Müslüman veya kâfir bütün insanlara hıyanet etmek.
34. Mü'minin, imana ve İslam'ın emirlerine itaate dair olan taraflarını alaya almak.
35. Küfür ve fuhuş sözler konuşmak.
36. Söz/laf taşımak, koğuculuk etmek (:nemîme).
37. Gıybet/dedikodu etmek.
38. Mü'min kardeşinin hatırını/gönlünü yıkmak/kalbini kırmak.
39. Namuslu kadınlara dil uzatmak/bir saliha/namuslu hatuna fahişe demek, namuslu kadınlara ait aile sırlarını yaymak.
40. Kadınlar, erkeklerinin yatağından kaçmak.
41. Avretler (:kadınlar) erinin ziyanına varmak/kocasından izinsiz ziyarete gitmek.
42. İki kızkardeşi birden nikâh altında tutmak
43. Ehlinin (karısının) oyluğunu (:avret ve mahrem yerlerini) anasının oyluğuna benzetmek (zıhar yapmak:Türkçede 'anam avradım olsun' demek gibi).
44. Ehlinin anasına sövmek.
45. Cahil kalmak; dinî vazifeleri, farzları, vacipleri, sünnetleri öğrenmeyip, cahillikte ısrar etmek. (Dünya ve âhiret işlerine ve dinine ait bilgileri -farzları ve haramları- öğrenmemek, cahillikten sakınmamak. Dinî hükümleri öğrenmeyenler, rahatlıkla haram işleyebilir).
46. Cahillik ne musibettir bilmemek (Bilmediğini bilmeyen de rahatlıkla harama düşebilir).
47. Ölçüyü ve tartıyı düzgün ve adaletli yapmamak, hileli yapmak.
48. Allah Teâlâ'nın azabından emin olmak/korkmamak; kurtuluşa ermiş özel kişilerden olduğu sanısına kapılmak.
49. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek.
50. Zina etmek, meşru olmayan şehevi zevkler peşinde koşmak; kendine zina ettirmek.
51. Eşcinsel ilişkiye girmek (livâta etmek, sevicilik yapmak, kendisine livâta ettirmek).
52. Loğusa ve âdet halinde karısına yaklaşmak/cinsel ilişkiye girmek.
53. Mecburiyet olmadan/özürsüz elin/başkasının avretine (avradına)/karısına kızına şehvetle bakmak.
54. Kibirlenmek/tekebbür etmek(:büyüklük taslamak; kendini üstün görmek; tevazudan uzaklaşmak); Kibirlenip insanlara zulüm ve tahakküm etmek.
55. Haksız yere yetim malı yemek. (Nisa, 4/10)
56. Ölüm döşeğindeyken varisten/mirasçıdan mal kaçırmak.
57. Yalan söylemek,
58. Yalan/boş yere yemin etmek, çok çok yemin etmek.
59. Yalan yere/yalancı şahitlik yapmak; hak/doğru şahitliğe varmamak/gitmemek.
60. Canlı bir hayvanı ateşe atmak.
61. Cimrilik ve hasislik/nekeslik etmek (bul ve şuhh).
62. Yapılan iyiliği başa kakmak/Bir adama iyilik edip sonra başına kakmak.
63. Zorunlu olmayarak kahkahayla çok gülmek.
64. Tegannî etmek (ahlâksız şarkılar söylemek).

G. Günahlarla İlgili Büyük Günahlar

72 Büyük Günah'ın birkaçı, günah işler yapmakla ilgilidir:

65. Günah/küçük günah işlemekte ısrar etmek/Çok çok günahına musır olmak.
66. Harem-i Kâbe'de günah işlemek.

H. Toplum Hayatıyla İlgili Büyük Günahlar

72 Büyük Günah'ın son bölümü, toplumsal ve siyasî hayatla ilgilidir:

67. Ülülemre (devletin meşru yönetimine ve kanunlarına) itaat etmemek; devlete, amirlere isyan etmek.
68. Haksız yere, bilerek adam öldürmek.
69. İntihar etmek.
70. Harpte düşmandan korkup kaçmak; Allah yolunda cihadı terk etmek.
71. Rüşvet almak ve vermek.
72. Gücü yeten kimsenin münkeri/kötülüğü menetmemesi/engellememesi.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Büyük ve küçük günahlar hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

2 İnsanlarda günah yazılma işlemi kaç yaşında başlar?

İnsanların hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırtedebilmeleri, bâliğ olduktan sonra mümkün olduğundan, Rabbimiz mahşerde dünya hayatımızın çocukluk devresinden hesap sormamakta, ancak bâliğ olduktan sonraki günlerimizden başlayarak namaz, oruç gibi ibadet mükellefiyetlerimizi suâl etmekte, böylece dinî mükellefiyetlerimiz bülûğ çağından sonra başlamış olmaktadır.

Şu kadar var ki, bülûğ zamanı tarih olarak kesin değildir. Erkek on iki, kız dokuz yaşından başlayarak,on beş yaşlarına varıncaya kadar geçen her ay ve günde bülûğa erme hissi teşekkül edebilir.

Oğlanda ihtilâm olma, kızda ise ay hâli görme şeklinde kendini gösteren bu beşerî ve cinsî hissin başladığı günden itibaren mükellefiyetlerin her biri ayrı ayrı amel defterine ya “Yerine getirdi.”, ya da “getirmedi” şeklinde yazılır.

3 Peygamberimizin lanetlediği günahlar nelerdir?

Ayet ve hadislerde geçen lanet kelimesi Müslüman olmayanlar için “dünyada iyilik ve hidayetten, ahirette lütuf ve merhametten mahrum bırakma” anlamındadır. (Lisânü’l-ʿArab, “laʿn” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 750-752)

Ancak lanet kelimesi müminler için kullanılması durumunda “Allah’ın o kişiyi iyi ve salih kimselerin mertebesinden uzaklaştırması, işlediği günah ölçüsünde cezalandırması” şeklinde mecazi bir mana ifade edeceği belirtilmiştir. (Tehanevi, Keşşaf, 2/1309; Bedreddin el-Aynî, Umdetü’l-kari, 8/417)

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribayı (fâizi) yiyene de yedirene de lanet etti." [Müslim, Müsâkât 25, (1579); Ebu Dâvud, Büyû 4, (3333); Tirmizî, Büyû 2, (1206); İbnu Mâce, Ticârât 58, (2277)].

Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şahitlik edenlere de bu muameleyi yazana da..."

"Fitne uyumaktadır, Allah, onu uyandırana lânet etsin."

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

"Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin."

A'meş der ki: "Buradaki yumurtadan maksadın demir topağı olduğu, bazı iplerin de üç ve daha fazla dirhem ettiği kanaatinde idiler." [Buhârî, Hudud 13, 7; Müslim, Hudud 7, (1687); Nesâî, Sârik 1, (7, 65).]

AÇIKLAMA:

Muhtemelen burada Resûlullah (asv) "yumurta" ve "ip"le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumu hatırlatarak daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır.

Hırsıza Allah'tan lanet edilmeye gelince: Bu, muayyen bir şahıs zikredilerek yapılmış bir lanetleme değildir, mutlaktır. Muayyen bir şahsa lanet tecviz edilmez ise de, bu hadis mutlak şekilde lanet okumanın caiz olacağını göstermektedir. Bazı âlimler, hadd icra edilmezden önce mücrime lanet okumanın caiz olacağını; hadden sonra ise, -hadd işlenen günaha keffaret olacağı için- lanetin caiz olmayacağını söylemiş ise de buna da itiraz edenler olmuştur.

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

"İğreti saç takana da, taktırana da, bedene dövme yapana da, yaptırana da Allah lânet etsin!" [Buhârî, Libas 86, Tıbb 36; Müslim, Libas 119, (2124); Nesâî, Zinet 25, (8, 148)].

İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) dedi ki:

"İğreti saç takan, taktıran; kaşları incelten, kaşlarını incelttiren, dövme yapan ve dövme yaptıran lanetlenmiştir." [Ebû Dâvud, Tereccül 5, (4170).]

Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hamrla ilgili olarak on kişiye lanet etti:

"(Hammaddesinden şarap yapmak maksadıyla) sıkana ve sıktırana, içene ve sâkilik yapana, (imalathaneden veya depodan, toptancıdan perakendeciye veya müstehlike kadar) taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana, bunun parasını yiyene." [Tirmizî, Büyû 59, (1295); İbnu Mâce, Eşribe 6, (3381).]

Hufâf İbnu Îmâ el-Gıfârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rükû'ya gitti, sonra başını kaldırdı ve

"Gıfâr kabîlesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah'a ve Resûlüne isyan etmiştir. Allah'ım, Benî Lihyân'a lânet et. Ri'l ve Zekvân'a da lanet et." deyip secdeye gitti." [Müslim, Mesâcid 308, (679).]

Bir başka rivâyette şöyle denmiştir:

"Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar -bir rivayette yatağa gelinceye kadar- kadına lanet okurlar." [(Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)].

Resûlullah (asm) buyuruyor:

"Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti." (Buhârî, Libâs 62)

"Kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti." (Buhari, Libâs 61) 

"Kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti." (Ebû Dâvûd, Libas 28)

Adamın biri Hz. Ali (ra)'a, "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sana tevdi ettiği sır nedir?" diye sormuştu. Hz. Ali (ra) buna öfkelendi ve:

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadar var ki, bana dört kelime söyledi!" dedi. Adam:

"Nedir onlar, söyler misin?" deyince, Hz. Ali (ra):

"Allah'tan başkasının adına kesene Allah lanet etsin. Ebeveynine lanet edene Allah lanet etsin. Bid'atçıyı himaye edene Allah lanet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lanet etsin!" [Müslim, Edahi 43, (1978); Nesâî, Dahaya 34, (7, 232).]

Rezin, İbnu Abbas'tan şu ziyadede bulundu:

"A'mayı yoldan men eden mel'undur. Bir hayvana temasta bulunan mel'undur. Lut kavminin pis işini yapan mel'undur."

Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribayı yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı, sadakaya (zekata) mani olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle olan hariç- hulle yapanı, hulle yaptıranı lanetledi." [Nesâî, Zinet 25, (8, 147).]

(Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte) 

4 Kaç tane kavim veya topluluk, nerede, nasıl ve hangi sebeple helak olmuştur?

Tarihi süreçte zaman zaman yolunu şaşıran insanoğluna Allah Teâlâ tarafından çeşitli rasüller ve nebiler gönderilmiştir. Bunlar arasında isimlerini bildiklerimizin sadece beş tanesi Arap ırkındandır. Diğerleri ise başka ırklara mensup peygamberlerdir. Konuyla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

Kur’an’da isimleri yer alan peygamberlerin beş tanesi Araptır. Bunlar; Hz. İsmail aleyhisselâm, Hz. Şuayb aleyhisselâm, Hz. Salih aleyhisselâm, Hz. Hûd aleyhisselâm ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir.

Onların hepsi, Arapların yaşadığı bölgelerde peygamber olarak görev yapmışlardır. Kavimlerinin hemen hemen tamamı helak olan Hz. Şuayb, Medyen bölgesinde; Hz. Salih, Hicr bölgesinde; Hz. Hûd ise Ahkâf bölgesinde yaşamıştır.

Âd, Semûd ve Şuayb kavimlerinin helaki, Sebe’ kavmini perişan eden Arim Seli, Ashâbu’l-Uhdûd hadisesi ve Fil olayı, Arap toprakları olarak bilinen Bilâdü’l-Arap’ta meydana gelen helak hadiseleridir.

Musa aleyhisselâm’ın düşmanları olan Firavun ve adamlarının helaki ile Karun ve Haman’ın yok edildiği yer, Mısır topraklarıdır.

Lût kavmini yok eden o dehşetli felaket ile helak yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavmi’nin başına gelenler, Bilâdü’ş-Şâm topraklarında meydana gelmiştir.

Nuh kavminin helaki, İbrahim aleyhisselâm’in muarızı Nemrut ve adamlarının yok edilmesi ve Allah Teâlâ’nın gazabına uğramaktan son anda kurtulan Yunus kavminin başından geçenler ise Irak topraklarında meydana gelmiştir.

Helak olan kavimlerde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan her bir peygamberi diğer peygamberlerden ayıran özel bir vasıftan söz etmemiz mümkündür.

Örneğin En’âm Suresinde toplu olarak zikredilen peygamberlerin her birinin ayrı bir karakterde oldukları ve bir ilki temsil ettiklerini görmekteyiz.

Buna göre Hz. Nuh, puta tapanlarla uğraşan ilk peygamberdir.

Hz. İshak ve Hz. Yakup, bütün İsrailoğullarına gelen peygamberlerin aslıdır.

Hz. Davut ve Hz. Süleyman mülk ve saltanat ile seçkin, Hz. Eyyüb ve Hz. Yusuf imtihan ve güzel sabır ile diğer peygamberlerden ayrılmaktadır.

Hz. Musa ve Hz. Harun aciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici güç, kitap ve özel işaret ile seçkin; Hz. Zekeriya, Hz. Yakup, Hz. İsa ve Hz. İlyas ise zühd, ruhaniyet ve fedakârlıkta örnek olmuş peygamberlerdir.

Bunun gibi, helak edilen her bir birey ve kavim de diğerlerinden farklı özellikler taşıyan ve işledikleri fiiller bakımından insan nesli içerisinde o çirkinlikleri yapan ilkler olmaları vasfına sahiptirler.

Burada insanlık tarihini üç döneme ayırmak mümkündür. Ayrıca kavim ve bireylerin helak oluşunu, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öncesinde ve sonrasında olmak üzere iki kısımda incelenebilir.

Kur’ân-ı Kerim’e Göre İnsanlık Tarihinin Dönemleri:

Kurûn-u Ûlâ (İlk Nesiller): Hz. Âdem aleyhisselâmdan Hz. Musa aleyhisselâm döneminde Firavun’un helak edilmesi ve Tevrat’ın indirilmesine kadarki zaman dilimi.

- Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselem
- Ashâbu’r-Res, Kur’an’da, Nûh, Âd ve Semûd kavimleriyle birlikte peygamberlerini yalanladıkları ve bu yüzden helâk edildikleri belirtilmekte, bunun dışında bir bilgi verilmemektedir.
- Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam
- Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselam
- Lût Kavmi, Lut Aleyhisselam
- Şuayb Kavmi (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuayb Aleyhisselam     

Kurûn-u Vustâ (Orta Nesiller): Firavun’un helak edilmesi veya Tevrat’ın indirilmesinden Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleminin gönderilmesine kadarki zaman dilimi.

Ashâbu’l-Karye: Karye Ashâbı, köy ya da şehir halkı anlamına gelen Kur'ânî bir tabirdir.

Yâsin suresinde geçen "Ashâbu’l-Karye" tabiriyle Antakya’da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir. Allah, bu şehir halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir. Onlar kendilerinin Allah tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı:

"Hayır, siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. " (Yâsîn, 36/15)

deyip, onları yalanladılar. Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Karşılıklı süren bu konuşmalar sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına bu elçilere inanmalarını söyledi. Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler. Kendilerine iman etmemekte direndikleri bu üç elçi, oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma yakaladı. Bu sesle yok olup gittiler.

Sebe’ Kavmi (Seylü’l-Arim): Kur’ân-ı Kerîm’de iki sûrede Sebe’den söz edilir.

Neml sûresinde (27/20-44) danışma meclisi bulunan bir kadın hükümdarın yönettiği Sebe’nin zengin ve güçlü bir ülke olduğu, halkının güneşe taptığı, Hz. Süleyman’ın bu melikeye elçi göndererek onu ve halkını müslüman olmaya çağırdığı, meseleyi barış yoluyla halletmeye çalışan melikenin Kudüs’e gidip Süleyman’la bizzat görüştüğü ve bu görüşme sırasında onun cismanî ve ruhanî gücü karşısında gerçek bir peygamber olduğunu anlayıp kendisine iman ettiği ve hâkimiyetini tanıdığı anlatılır. Tarih ve tefsir kaynaklarında Hz. Süleyman’ın onunla evlendiği veya Hemdân melikiyle evlendirip görevinde bıraktığına dair rivayetler yer alır (bk. BELKIS). Adını bu toplumdan alan Sebe’ sûresinde ise (34/15-21) maddî refaha sahip güçlü Sebe toplumunun bunca nimete rağmen şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu sebeple büyük bir sel felâketiyle (Arim seli) cezalandırıldığı, verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir. Tarihçiler, seddin yıkıldığı zaman hususunda milâttan önce IV. yüzyıl ile milâdî VI. yüzyıl arasında değişen tarihler vermektedir. Bu farklılık felâketin muhtelif zamanlarda tekrarlanmış olmasıyla da açıklanabilir

Ashâbu’l-Cenneh (Bahçe Sahipleri): Kalem Suresi 68/17–32 ayetler arasında uzun uzadıya bahsedilen konu; kardeşlere babalarından miras kalan cennet timsali bir bahçenin kadir ve kıymetini bilmemeleri ve bu nimeti kendilerine ihsan eden Allah’a karşı nankörce bir tavır sergilemeleri sebebiyle, onun ellerinden alınarak nimetten mahrum bırakılmalarıyla ilgilidir. Asırlar önce bahçe sahiplerinin başına gelenlerin, Araplar tarafından da bilindiği söylenmektedir.

Ashâbu’s-Sebt: Ashâbu’s-Sebt’in cezalandırılma konusu, ağırlıklı olarak A’râf suresinde olmak üzere ayrıca Bakara ve Nisâ surelerinde de yer almıştır. Cumartesi gününün sahipleri (Ashâbu’s-Sebt) denilince ilk akla gelen kimseler Yahudilerdir. Ancak Kur’an’da "Ashâbu’s-Sebt" tabiri geçtiğinde akla tüm Yahudiler değil de cumartesi gününün kutsiyetini ihlal ettikleri için Allah’a isyan etmiş olan ve bu nedenle de maymuna ve domuza dönüştürülen Yahudiler gelmektedir.

Ashâbu’l-Uhdûd: Ashâbu’l-Uhdûd ifadesi, Kur’an’da sadece Buruc 4. ayette geçmektedir. "Ashâbu’l-Uhdûd", hendek (çukur) sahipleri anlamına gelmektedir. Bu kıssa, müminleri yakmak için kâfir bir zümrenin tutuşturduğu ateşi, müminlerin bu ateş çukurlarında canlı canlı yakılarak geçirdikleri imtihanı ve bunu yapan kâfirlerin helak oluşlarını konu edinmektedir. Mekkeli müşrikler arasında meşhur olan bu hadise vesilesiyle hem Mekkeli müşrikler Ashâbu’lUhdûd’un karşılaştıkları korkunç ceza ile tehdit edilmekte hem de müşriklerin eziyetlerine maruz kalan müminlere moral desteği verilmektedir. Bu kıssa, nazil olduğu dönem sonrası Kur’an muhataplarına ise inananlar açısından moral kaynağı, kâfirler açısından da tehdit unsuru bir fonksiyon icra etmeye devam edecektir.

Tübba’ Kavmi: Kur’an’da Duhân ve Kâf Surelerinde olmak üzere iki yerde geçmektedir.

Tübba’nın, bir kişi mi yoksa krallar soyu mu olduğu konusu tartışmalıdır. Ebû Hureyre (ra), Rasulullah (sav)’ın, “Tübba’nın peygamber olup olmadığını bilmiyorum.”, buyurduğunu rivayet etmiştir. Hz. Aişe (ra) ise onun hakkında şöyle demiştir: “Tübba’a sövmeyin, çünkü o salih bir kimse idi. Allah Teala, kavmini tenkit ettiği halde, onu tenkit etmemiştir.”

İbn Abbas ise, onun peygamber olduğunu söylemiştir. Bir görüşe göre de Tübba’, önceleri ateşe tapan bir kimse iken müslüman olmuş ve halkını da müslüman olmaya davet etmişti. Halkı ise peygamberlerini yalanlayıp, Allah’a karşı büyük suçlar işlediklerinden dolayı helak edilmiştir. Tübba’ kavminin belki de en önemli özelliği, helak olan toplumlar içerisinde Mekke müşriklerine en yakın toplum olmalarıdır. (Rivayetler ve bilgi için bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV, 279-280)

Ashâbu’l-Fîl: İslam’ın ortaya çıkışına az bir süre kala, Arap Yarımadasında müthiş bir olay meydana geldi. Ebrehe, San’a şehrinde “Kulleys” adında büyük bir kilise yaptırdı. Böylece, bütün Arapları, hacca gittikleri mabetlerini terk ettirip buraya çevirecekti. Bu maksatla Kabe’yi yıkmak isteyen Ebrehe ve ordusu helak olmuştu. Bu konu hakkında nazil olan Fîl Suresi, söz konusu korkunç manzarayı şöyle haber vermektedir:

“Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atan (kuşlar), nihayet onları, kurt yeniği ekin yaprağı gibi yaptı." (Fil, 105/1-5)

Kurûn-u Uhrâ (Son Nesiller): Âhir zaman diye ifade edilen, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile İslam’ın ortaya çıkmasından, kıyametin kopacağı ana kadarki zaman dilimidir.

Bedir’de öldürülenler: Ashâbu’l-Kalîb (Mekkeli müşrikler)    

Medine Civarındaki Yahudiler

- Benî Kaynuka,  
- Benî Nadîr,        
- Benî Kurayza.    

Kur’ân-ı Kerimd'e Allah Teâlâ’nın Gazabına Uğramış Bireyler

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellemden önce:

Nuh’un Oğlu,       
Nuh’un Eşi,            
Lût’un Eşi,              
Nemrut,   
Firavun ve İsrailoğulları,   
Kârun,      
Hâmân,    
Sâmirî,      
Bel’âm,    
Câlût,        
Sadece Bahçesi (Malı) Helak Edilen İki Adamdan Biri.   

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellem döneminde:

Ebû Leheb,          
Ebû Cehil,            
Velîd B. Muğîre,
Nadr B. El-Hâris,
Ka’b B. Eşref,      
Hristiyan Rahip Ebû Âmir.             

Kur’ân-ı Kerim’in örneklerini sunduğu gazapla ilgili hadiseler, insanoğlunu, bu kimselerin tavırlarından uzaklaştırma işlevi görür. Bu hadiselerde, bu nedenle tarih ve zaman faktörüne fazla yer verilmez.

Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir bölümünde şu kavim kesin olarak şu tarihte yaşamıştır, diye bir bilgiye rastlanmaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim, mekân unsuruna da fazla önem atfetmez.

Bunun nedeni, Kur’ân-ı Kerim’in tarihe bakış açısında gizlidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tarihi olayları anlatırken, onlardaki insan karakterleri ve toplumların davranış şekillerini ön plana çıkartır ve onları detaylı bir şekilde tahlil eder. Hangi davranış şekillerinin, Allah Teâlâ katında nasıl bir karşılık gördüğünü önemle vurgular.

Böylece insana, yapması ve yapmaması gereken davranışlar listesi sunar.

Bunu yaparken de dünya ve ahirette mutluluğa ulaşmasında davranışlarına hâkim olması gereken temel felsefeyi ve yaklaşım şeklini, bütün ayrıntılarıyla idrakinin algılayabileceği ölçülerde izah eder.

Gazap konusu, kıssalar olarak bilinen pasajlar içerisinde yer alır. Bu açıdan kıssaların en önemli konusu, gazapla ilgili hadiselerdir. İlk muhatapları, Kur’ân-ı Kerimi inkâr ederken “eskilerin masalları” (En’âm 6/25) nitelemesinde bulunmuşlardı. Günümüzde de Kur’ân-ı Kerimi inkâr edenlerin bu sebeple İslam’a en fazla saldırdıkları konu kıssalar olmuştur. Bu saldırıların bilimsel ayağını oluşturan müsteşrikler ve İslam dünyasındaki uzantıları, zihinlerde Kur’ân-ı Kerim kıssalarıyla ilgili şüpheler oluşturmak, kıssaları gerçekleşmemiş hikâye türünde fanteziler olarak sunmak için büyük gayretler sarf etmektedirler.

Kur’ân-ı Kerim’de, Tevrat’ta yer alan bazı kıssaların bulunduğu doğrudur. Ancak bunlar çoğu kez, Tevrat’ta anlatıldığı şekille uyuşmamaktadır.

Bu ortak pasajlarda Kur’ân-ı Kerim, hakem rolündedir ve Tevrat’ın tahrif edilmiş kısımlarının gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır.

Ayrıca kıssalarla ilgili çok önemli olan bir diğer husus da Kur’ân-ı Kerim’de Tevrat’ta bulunmayan kıssaların yer almış olmasıdır. Bu yönüyle Kur’ân-ı Kerim, ayrı bir orijinalliğe sahiptir. Kur’ân-ı Kerimi, eskilerin masallarından ibaret sayan ilk muhatabı Mekkeli müşrikler bile, vahiy tarafından bildirilen bu haberleri ilk duyduklarında şaşırmışlar ve hiçbir itirazda bulunamamışlardır.

Kıssaların, özellikle de yoğun olarak birey ve toplumların Allah Teâlâ’nın gazabına uğramalarını anlatan sahnelerinin Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok yer alması, azgınlaştığında başına gelebilecekleri önceden bilip, muhtemel bu yakın tehlikeden, insanın kendisini korumasını sağlamak içindir. Bu yönüyle gazap konusunu içeren pasajlar, “ilahi uyarı ve ikaz” niteliği taşıyan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli bölümleridir. Nitekim ilk muhatapları için de aynı işlevi görmüş, bundan sonra da benzer işlevi görmeye devam edecektir. Yüce Allah, eski milletlerin hayat hikâyeleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanlardan az çok haberdar olan müşriklere, Allah Teâlâ’nın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi gazaba uğrayacaklarını hatırlatıp onları uyarmaktadır.

Kıyamete kadar yaşayacak tüm insanlar içerisinde “Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun, önceki milletlerin akıbetinden farklı olmayacağı" bu pasajların ana temasıdır.

Özetle söyleyecek olursak, gazap konusunu içeren ayetlerin yer ve zaman unsuru ön plana çıkartılmaksızın, bahsettiği kimselerin karakterine vurgu yaparak Kur’ân-ı Kerim’de çokça tekrar edilmesi; sonraki muhataplarını, Allah Teâlâ’nın sünnetinin benzer durumlarda aynı şekilde işleyeceğinden haberdar etmek ve böyle bir duruma düşmemelerini sağlamaya yöneliktir.

Böylece kıssalar vasıtasıyla Kur’ân-ı Kerim’in her asırdaki muhataplarına “Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi helak olacakları” mesajı, yaşanmış olaylardan alınan kesitlerin, unutulması zor sahneler halinde zihinde canlandırılmasıyla adeta insan idrakine kazınmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok tekrarlanan kıssalar, özellikle tarihçilerin ve tefsir âlimlerinin ilgi odaklarından biri olmuştur. Ancak bazı kıssaların Kur’ân-ı Kerim’den önce Kitab-ı Mukaddes’te yer almış olması, önemsiz olduğu için haklarında Kur’ân-ı Kerim’de bir şey söylenmeyen hususların, bu âlimlerce Tevrat ve İncil’deki bilgilerle tamamlanmaya çalışılmasına ve hurafelerden oluşan birçok görüşün böylece bu tarih ve tefsir kaynaklarına girmesine neden olmuştur.

Burada üzücü olan, bu tür rivayetleri eserlerine alan âlimlerin, bunları Kitab-ı Mukaddes’ten veya hangi kaynaktan almış olduklarına çoğu kez bilerek ve bazen de bilmeyerek açıklık getirmemiş olmamalarıdır. Çünkü bilginin kaynağı ortaya konulmadığından, ayetin yorumu olarak verilen bu bölümler, adeta dinin ve vahyin konuyla ilgili açıklaması olarak anlaşılabilme tehlikesini beraberinde getirmektedir.

Hâlbuki bu konularda murad-ı ilahi, bu hususları önemli olmadığı için açıklamamıştır. Kıssalarda açıklanmayan hususları İslam dışı kaynaklarla doldururken, mutlaka ve mutlaka bilginin kaynağına temas edilmeli, “Konu Tevrat’ta şu şekilde, şu kişiye göre de şu şekilde ele alınmıştır.” tarzında uyarılarda bulunmak gerekmektedir.

Kâinattaki en dehşetli felaketi oluşturan gazap ve gazabın sonucu olan azapla helak, Yaratıcı’nın insanlık tarihi boyunca çok az uyguladığı ve insanlar tarafından şartları oluşturulduğu takdirde, her defasında yeniden tekrar edecek bir ilahi kanun (sünnetullah)dur.

Herhangi bir şahıs ya da bir toplumun ilahi gazaba uğraması, uzun bir değişim sürecinin oluşmasıyla gerçekleşir. Bu süreç içerisinde Yaratıcı tarafından inkârcı azgınlara değişik ihtarlar gönderilir. Bu ihtarlar, Allah Teâlâ’ya olan isyan ve özellikle de Allah Teâlâ ile kendince savaş halindeki birey ve toplumlara, büyük bir felaketin yolda olduğu haberini iletir. Gerekli mesajı alıp, dinî mukaddesatla savaşmaktan vazgeçen ve hâşâ ilahlık iddiasında bulunmaktan, bozgunculuk ve zulüm yapmaktan sakınan kimseler, ilahi kanun gereği kendilerini gazaptan korumuş olurlar.

Ancak ihtar şeklinde gelen türlü türlü felaketler ve cezalara rağmen, hala inkârcılıkta direten, ilahi değerlerle çatışmaktan vazgeçmeyen, hayattaki yaşam gayesini dinî değerlerle savaşmaya adayan iflah olmaz inkârcılar, Allah Teâlâ’nın gazabını üzerlerine çeker ve ilahi bir cezayla cezalandırılarak bu dünyada yok edilirler.

Önceki inkârcılara gönderilen yerden ve gökten gelen azap şekilleri, kıyamete kadarki süreçte, Allah Teâlâ’nın istediği her zaman ve zeminde meydana getirilebileceği bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir:

“De ki: Allah ’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’âm 6/65)

Kur’ân-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu insan fıtratındaki vahiy dışı değişimlere olan ilgi ve eğilim, yine Kur’ân-ı Kerim ifadesine göre, bu yolu tutanların zarara uğramasıyla sonuçlanacaktır.

İşte Kur’ân-ı Kerim bu noktada, insanlığı bu zararlardan kurtarmanın ölçü ve prensipleri üzerinde önemle durur. Bunu da, geçmiş ümmetlerden, peygamberlerden ve uğradıkları değişimlerden sık sık söz ederek, Kur’ân-ı Kerim muhataplarının dikkatini bu noktalara çekerek yapar.

Şüphesiz, kâinatın tüm kurallarını en küçük detayına kadar mükemmel bir şekilde ortaya koyan Allah Teâlâ’nın kanununda, bu büyük felaketten korunmanın yolları da vardır.

Bunların neler olduğu ise yine son dinin kutsal metni Kur’ân-ı Kerim’de bizlere haber verilmiştir.

Bunların birincisi, insanın Yaratıcı karşısında kul olduğunu hatırlaması ve kendi konumunu buna göre belirlemesidir. Kul olduğunu unutup Allah ile mücadeleye asla girişmemelidir.

İkincisi, hayatının değişik evrelerinde Allah Teâlâ’ya dua ve istiğfarda bulunması, yaptığı günahlardan af dilemesidir. Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer ilahi gazaptan kurtuluş reçetelerinden bahsedilmektedir.

Detaylı bilgi ve kaynak için bk. Hatice BAŞKAYA, Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın Gazabına Uğramış İnsanlar ve Toplumlar, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı  (Yüksek Lisans Tezi), Şanlıurfa, 2007.

Not: Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Bahattin AKBAŞ’ın şu makalesini okumanızı tavsiye deriz:

* * *

Helak Edilen Kavimler ve Helak Sebepleri

Yüce Allah, yaratılmışların en şereflisi olan insana akıl ve irade vermiş ve bunun sonucunda ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukları yerine getirebilmesi için de peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle ona rehberlik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed (a.s.)’e gönderilen son ilahi kitaptır. Bu Yüce Kitabın muhatabı bütün insanlar, gayesi de, onların dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaktır. Bu gayeye ulaşabilmemiz için, Kur'ân’ı okuyup anlamamız, emir ve yasaklarına uymamız gerekmektedir.

İnsanı yaratan, onu ruhen ve bedenen şekillendiren, onu yaşatan Allah'tır. Kainatı insanın emrine ve hizmetine veren Yüce Allah'ı tanımak, O'na yakınlaşmak ve O'na kulluk etmek her müslümanın en önemli görevidir. İnsan, kendisine yol gösterici olarak Allah'ın insanlara Peygamberimiz (sav) aracılığıyla ulaştırdığı vahyini ve Peygamber Efendimizin sünnetini rehber edinmelidir. Bitmez tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kur'ân; nuru ile alemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan yüce bir kitaptır.

Bundan dolayı, kendimize yol gösterici olarak Kuran'ı rehber edinerek Yüce Allah'ın Kuran'da bizlere neler bildirdiğini, son derece titiz ve dikkatli bir biçimde incelememiz ve bunlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Nitekim Allah, Kuran'ın gönderiliş amacının insanları düşünmeye yöneltmek olduğunu bildirir:

هَـذَا بَلاَغٌ لِّلنَّاسِ وَلِيُنذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُواْ أَنَّمَا هُوَ إِلَـهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ  

"Bu Kur'ân; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim, 14/52).

Kuran'ın büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin çoğunluğu, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamışlar ve onlara düşmanlık yapmışlardır. Bu taşkınlıklarından dolayı Yüce Allah Kuran'da, bu helak olaylarının sonraki insanlara ibret olması gerektiğini bildirmektedir. Mesela Allah'a isyan eden bir grup Yahudi'ye verilen ceza;

 فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ

“Biz bunu, hem onu görenlere hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık." (Bakara, 2/66) 

ayeti ile ibret olarak bizlere anlatılmaktadır.

Kuran'da anlatılan helak olaylarının pek çoğu çağımızda yapılan arkeolojik bulgular sayesinde "görülecek" ve "bilinip-tanınacak" hale gelmiştir.

Her canlı gibi millet  ve toplumların da dünyada belli bir yaşama süreleri vardır, doğar, yaşar ve ölürler. Tarih sahnesinde ebedi olarak yaşayan hiçbir kavim yoktur. Tıpkı insanlarda olduğu gibi kavimler de eceli geldiği zaman tarih sahnesinden silinir giderler. Bu Yüce Allah’ın kainatta tesis ettiği nizamın bir gereğidir.

Helak edilen kavimler  ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır;

“Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır. Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.” (Hicr, 15/4-5).

Kur'ân-ı Kerim’de helak olduğu bildirilen kavimlerle ilgili olarak, “karye”(1) ve “ümmet”(2) kelimeleri kullanılmaktadır. Bu kelimeler; memleket halkı, nesil, az veya çok, büyük veya küçük toplum anlamını ifade eder.(3)

Toplumlar ecelleri gelince helak olup giderler. Eceli ne bir an ileri geçebilir ne de geri bırakılabilir, ne uzatılabilir ne de kısaltılabilir. Bu eceli ancak Allah bilir. Her topluluğun bir helak zamanı vardır. O zaman gelince helakleri gerçekleşir.

“Her cemaat, büyük veya küçük her kavim ve devlet için Allah katında belirli bir vakit ve süre vardır. Allah’a karşı peygamberini yalanlayanların, müşriklerin,azgınların, dinsizlerin, zalimlerin, asilerin, edepsizlerin, hepsi dünyanın her tarafında birden bire aynı anda cezalandırılmazlar. Çeşitli toplumların, kavimlerin belirli müddetleri vardır. Birini şu kadar zaman içerisinde helak eden bir fenalık, diğerini mahvetmek için daha az veya daha çok zaman alabilir. Ancak ecelleri gelip mühletleri bitince ne bir saat gecikebilir ne de bir saat öne geçebilirler. Helak edilirler.”(4)

Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır;

فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ“  وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (A'raf, 7/34).

Ayet-i kerimede bu ecelin hiçbir şekilde şaşmadığı bildirilmektedir:

“Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münafıkun, 63/11).

Yine Kur'ân-ı Kerim’e göre ölen ancak Allah’ın izni ile ölür:

“Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükafatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız." (Al-i İmran, 3/145).

“Her ümmetin azap ve helaki takdiri olup, levh-i mahfuzda yazılıdır. O yazıdaki sebep ve şartlar tahakkuk edip vakitleri gelince helak edilirler.”(5) Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

 وَإِنْ مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ أَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَدِيدًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

“ Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edeceğiz ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.” (İsra, 17/58)

Ümmetlerin ve insanların helak zamanlarını takdir eden Allah’tır. Bu takdir ve ecelin dışında hiçbir kimsenin ölmesi, hiç bir ümmetin yok olması söz konusu değildir. Ayetlerde belirtildiği gibi, her toplumun ve her canlının bir eceli vardır. Zamanı gelince nefislerin ve kavimlerin ölümü tahakkuk eder. Bu ecelin zamanını insanlar bilemez, ancak Allah bilir.

Kur'ân-ı Kerim’e göre kavimlerin helak oluşuna bizzat o topluluklarda yaşayanların kendileri neden olmaktadır. Toplumların helakinin nedeni de işte burada yatmaktadır.Yüce Allah çok merhametlidir. Onun merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah insanlara zulmetmez, iyiliklerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. İşlenen kötülüklerin hepsine ise ceza vermez, bir kısmını bağışlar.    

“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” ( Nisa 4/40)

إنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَـكِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus, 10/44)  

Ayetler, Allah'ın insanlara zulmetmediği, insanların başlarına gelen felaket ve âfetlerin kendi hataları sebebiyle geldiğini, böylece isyan eden insanların kendi kendilerine zulmettiklerini ifade etmektedir.

 وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ

"Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız." (Yunus, 10/13)

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنْ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik." (A'raf,7/96)

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete götüreceğiz.” (A'raf,7/182).

Kavimlerin helak edilmeleri, yapmış oldukları zulüm ve hatalar yüzündendir. Bir kavim kendisinde bulunan güzel hasletleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Ayet şöyle buyurulmaktadır:

ان الله لا يغير ما بقوم ختى يغيروا ما بانفسهم  و اذا اراد الله بقوم سوءا فلا مرد له و ما لهم من دونه من وال

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.” (Ra’d, 13/11)

Ayet-i kerime’ye göre insanlar, iyi hallerini devam ettirdikleri müddetçe nimet ve huzur içerisinde bulunmaya devam ederler. Toplumların helake ve yokluğa sürüklenmeleri fitne, fesat, anarşi ve terör gibi kendi kabahatleri yüzündendir. (6)

Bir toplumda ahlaksızlık, haksızlık, zulüm ve kötülükler çoğalır, bu kötülükleri önlenmeye veya kaldırılmaya çalışan da olmazsa cezalandırılır, helâk edilir. Allah bu toplumun yerine başka bir nesil var eder. Bu husus Kur'ân'da şöyle  bildirmektedir.

“Biz zulmetmekte olan nice memleket halkını kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka toplumlar meydana getirdik.” (Enbiya, 21/11).

Geçmişten günümüze kadar pek çok kavim gelip geçmiştir. Bu kavimler varlıklarını bugüne kadar niçin sürdürememiştir? Bunlar niçin helak edilmişlerdir? Kur'ân-ı Kerim’e göre kimi kavimler darlık ve yokluk içinde, kimisi de bolluk ve refah halinde iken helak edilmişlerdir.(7)

Kur'ân-ı Kerim’in bizlere bildirdiğine göre Allah her kavme doğru yolu göstermeleri için peygamber göndermiş, peygamberler onları iman ve itaate çağırmışlar, taşkınlık, zulüm ve isyanı terk etmelerini istemişlerdir. Ancak o kavimlerin pek çoğu bu peygamberlerin davetine uymadığı gibi onları yalanlamışlar, hatta eziyet edip öldürmüşlerdir. Allah çeşitli kereler o kavimleri uyarmış, ancak düzelmeyince helak etmiştir. Konu ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de bu husus şöyle  ifade edilmektedir:

أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

“Onlardan (Mekke halkından) önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkan ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.” (Enam, 6/6)

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ

“Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar.” (Enam, 6/44)(8)

Ayet-i kerimeler; Yüce Allah'ın geçmiş kavimleri günahları sebebiyle helak ettiğini, bu kavimlerin ekonomik ve teknik imkanları iyi olmasına rağmen helak olmaktan kurtulamadıklarını bildirmektedir. Yüce Allah helak olan bu kavimlerin yerlerine yeni topluluklar yaratmıştır.

Helak edilen kavimlerin başta gelen kabahatleri, onları imana, itaate ve doğruluğa davet eden Peygamberlere isyan etmeleri ve onları yalanlamalarıdır.

Kur'ân-ı kerim’in önemli bir bölümü geçmiş kavimlerin (toplumların) ve peygamberlerin kıssalarından, hayat hikayelerinden kesitler sunmaktadır. Şüphesiz bu kıssalar insanların okuyup geçmeleri için değil, ibret almaları içindir. Bu kıssalar çok önemli ibret, hikmet ve öğütlerle doludur. Bu itibarla âyetleri dikkatle okumalı ve bunlardan ders almalıyız.

Şimdi  helâk edilen kavimlerden bazılarının helak ediliş sebeplerini zikredebiliriz.

NUH (A.S.)'IN KAVMİ

Hz. Adem’den sonra insan nesli çoğalmış, bunlar yeryüzünde bir çok yeri imar etmişler ancak zamanla hak dinden uzaklaşarak putlara tapmaya başlamışlardır. Yüce Allah insanlara Nuh (a.s.)'ı peygamber olarak göndermiş; ancak insanlar onun öğütlerini dinlememişler, hatta onu alaya almışlardır. Nuh (a.s.), kavminin iman etmesinden ümidini kesince onların helak olmalarını istemiştir. Allah da ona bir gemi yapmasını emretmiş ve bu gemiye müminlerle cins hayvandan birer çift almasını söylemiştir. Bundan sonra büyük bir tufanla sular her tarafı kaplamıştır. İman etmeyenler boğulmuşlar ve böylece helak olmuşlardır.(9) Nuh kavminin helak edilmesinin nedeni Kur'ân’da şöyle anlatılmaktadır: ..

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ

“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi." (Ankebut, 29/14).

مِمَّا خَطِيئَاتِهِمْ أُغْرِقُوا فَأُدْخِلُوا نَارًا فَلَمْ يَجِدُوا لَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَنصَارًا

“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.” (Nuh,71/25).

Nuh kavmi Allah’a ve Peygamberine isyan etmeleri, zulme, küfre ve günaha dalmaları sebebiyle helak olmuştur.

AD KAVMİ

Yemen bölgesinde yaşamakta olan Ad kavmine Yüce Allah peygamber olarak Hud (a.s.)'ı göndermiştir. Ad kavmi, bir çok nimetlere nail olmuş, görkemli binalar inşa etmişlerdi. Şirk ve küfürde israr eden kavme Hud (a.s.), mucizeler göstermiş ve onları Allah’ın birliğine inanmaya çağırmıştır. Ancak ona kulak vermemeleri ve şirkte devam etmeleri sebebiyle şiddetli bir rüzgar ile helak olmuşlardır.(10)

فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُون

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, 'Bizden daha güçlü kim var?' demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.” (Fussilet, 41/15)

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَّحِسَاتٍ لِّنُذِيقَهُم عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُم لَا ْ يُنصَرُون

“Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez." (Fussilet, 41/16).

.فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَد تَّبَيَّنَ لَكُم مِّن مَّسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ

"Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Ad ve Semûd kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Halbuki onlar gözü açık kimselerdi." (Ankebut, 29/37-38).

Ad kavmi, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmeleri ve peygamberi yalanlamamaları, inkar ve isyanları sebebiyle helâk edilmişlerdir.

SEMUD KAVMİ

Ad kavminin helakinden sonra Hicr bölgesinde Semud kavmi yaşamıştır. Semud kavmi pek çok nimete nail olmuş, dağları ve taşları oyarak muhkem evler inşa etmişler, yazlık ve kışlık konaklar yapmışlardır. Bolluk ve refah içerisinde yaşamışlar, uzun ömürlü bir hayat sürmüşlerdir. Zamanla Hak yoldan sapmışlar, şirke düşmüşlerdi. Yüce Allah onlara Salih (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi. Salih (a.s.), onları Allah’a imana, ibadete ve itaate çağırdı. Mucizeler gösterdi, öğütler verdi. Ancak kavmi onu dinlemediği gibi yalanladı. Kendilerine mucize olarak verilen ve sakın dokunmayın denilen dişi deveyi öldürdüler. Bunun üzerine Salih (a.s.), ve iman edenler dışında Semud kavmi şiddetli bir gök gürültüsüyle helak edildiler. (11)

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ

“Andolsun biz, 'Allah’a kulluk edin.' diye (uyarması için) Semûd kavmine, kardeşleri Salih’i peygamber olarak göndermiştik. Bir de ne görsün, onlar birbiriyle çekişen iki grup olmuşlar.” (Neml, 27/45).

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا  فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا

“Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı. Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: 'Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.' Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems, 91/13-14).

LUT KAVMİ

Lut (a.s.), Filistin muhitinde bulunan Sedom kavmine peygamber gönderilmiştir. Bu kavim, hak yoldan sapmış, inkâr ve isyana dalmış bir kavimdi. Kadınları bırakıp erkeklere yönelmişler, homoseksüellik yapmaya başlamışlardı. Lut  (a.s.) kavmini doğru yola davet etti. Kendilerine yapılan daveti kabul etmemeleri üzerine helake edildiler. (12)

ْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ  إِنَّا مُنزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

"Elçiler ona, 'Korkma, üzülme, biz seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karın başka. O geride kalıp helak edilenlerden olacaktır.' Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fasıklık ettiklerinden dolayı gökten bir azap indireceğiz." (Ankebut, 29/33, 34).

وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُون“أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُون الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ َ

"Lût’u da (Peygamber olarak gönderdik.) Hani o kavmine şöyle demişti: 'Göz göre göre o çirkin işi mi yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmez bir toplumsunuz.'” (Neml, 27/ 54, 55)

وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَت تَّعْمَلُ الْخَبَائِثَ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ

“Biz Lût’a da bir hikmet ve bir ilim verdik ve onu çirkin işler yapan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar kötü bir toplum idiler, fasık (Allah’ın emrinden çıkan kimseler) idiler.” (Enbiya , 21/74).

FİRAVUN VE ONA TABİ OLANLAR

Kur'ân-ı Kerim’de helak edildiği bildirilen bir başka kavim de Firavun ve ona tabi olanlardır. Eski Mısır krallarına verilen genel bir isim olan Firavunlar İsrail oğullarını esir gibi ağır ve meşakkatli işlerde çalıştırmışlardır. Bir yanda firavunların diğer yanda Mısır’ın yerlisi putperest Kıptilerin kendilerine yükledikleri ağır işlerden bıkan İsrail oğulları eski ata yurtları Kenan diyarına gitmek istiyorlardı. Ancak Firavundan kurtulup bir türlü buna nail olamıyorlardı. Firavun’a bir kahin, İsrail oğullarından bir çocuğun doğarak saltanatını yıkacağını söyleyince, Firavun, İsrail oğullarından doğan erkek çocuklarını öldürmeye başlamış, böyle bir zamanda Musa (a.s.) dünyaya gelmişti.(13) Kur'ân’a göre Musa (a.s), mucizevi şekilde Firavun’un elinden kurtulmuş hatta onun sarayında annesinin kucağında büyümüş, Firavunu ve Kıptileri tevhit inancına çağırmış, ancak imana gelmeyen Firavun ilahlık taslamış, neticede  askerleriyle birlikte denizde helak edilmiştir.

نَتْلُوا عَلَيْكَ مِن نَّبَإِ مُوسَى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ .  إِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْأَرْضِ وَجَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِّنْهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءهُمْ وَيَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ إِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İman eden bir kavm için Mûsâ ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız. Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı.” (Kasas, 28/3-4).

“فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ وَأَنجَيْنَا مُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ

“Bunun üzerine Mûsâ’ya, 'Asan ile denize vur.' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk.”  (Şuara 26/63, 66)

Firavun ve ona uyanlar isyanları ve diğer günahları sebebiyle denizde boğularak helak edilirken; İman ettim, Allah’tan başka ilah yoktur , ben de müslümanım diyerek iman etmek istemiş ancak bu, yeis anında artık yaşama imkanı kalmayıp azabı gördükten sonra olduğu için kabul olmamıştır;

وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيل الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ َ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım” dedi. Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun." (Yunus, 10/90-91).

Örneklerini vermeye çalıştığımız bu kavimlerin dışında nice kavimler helak olmuştur. Bunların helak edilmelerinde ana sebep ise zulmetmeleri olmuştur.

فَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُّعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَّشِيدٍ

"Halkı zulmetmekteyken helak ettiğimiz, böylece duvarları, çökmüş çatılarının üzerine yıkılmış nice memleketler, nice kullanılmaz kuyular, nice muhteşem saraylar vardır." ( Hac, 22/45)

Allah'ı, peygamberlerini ve âyetleri inkâr, Allah'a ortaklar koşma, isyan ve zulüm, helak edilen kavimlerin ortak özellikleridir.(14)

SONUÇ:    

Her kavim için dünyada belirli bir yaşama süresi vardır. Bu süre geldiği anda geri bırakılmaz ve ertelenmez. Dünya üzerinde yaşamış olan kavimlerin helak edilmeleri, işledikleri şirk, küfür, isyan ve zulüm gibi günahları sebebiyledir. Allah kullarına asla zulmetmez.

Geçmiş kavimlerin kıssalarında insanlar için ibretler ve öğütler vardır. Helak edilen kavimlerin kıssaları da böyledir.

Dipnotlar:

1. Karye ile ilgili olarak bak; İsra,17/16,58 Hicr,15/4,Enbiya,21/56 Hac,22/45,Şuara,26/208, Kasas,22/158, Muhammed,47/13.
2. Ümmet ile ilgili olarak bak; Araf,7/34,164,Yunus,10/49, Hicr,15/5, Enam,6/42, Hud,11/48, Zuhruf,43/22. Enbiya,21/92. Hud,11/8 Ayrıca bak: “kavm” için; Ali İmran,3/117, “karn” için; Kasas,28/78, Enam,6/6 Yunus,10/13,Secde,2226,Kaf,50/36. Kavm ve Karn kelimesi de bu anlamda kullanılmaktadır.
3. El-Kurtubi,Muhammed, el-Cami li Ahkami’l-Kur'ân, l,137. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili,l, 508 ilgili ayetler için bak;zuhruf,43/22,Enbiya,21/92, Hud,11/8, Enam,6/38,42.
4. Yazır, III, 2156.
5. Karagöz,İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,s.172.
6. Karagöz, İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,176-177.
7. Karagöz, s.182.
8. Ayrıca bk; Kaf,50/36.  Muhammed,47/13.  Meryem,19/74.  Kehf, 18/59.  Mümin, 60/21. Hakka, 69/9-10, Zuhruf, 43/6-8.
9. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, l/8 ilgili ayetler için bak, Araf,7/59-63, Nuh,71/1-28, Muminun,23/23-40, Hud,11/27-47, Şuara, 26/105-120, Kamer, 54/10-14, Enbiya,21/67-78, Yunus,10/37,73, Ankebut,29/1,Zariyat,51/46.
10. A.Cevdet Paşa, I, 8. İlgili ayetler; Araf,7/65,72, Hud,11/50-59, Muminun, 23/32-39, Furkan, 25/38, Şuara, 26/124-139, Ankebut,29/38, Fussilet,41/16, Ahkaf,46/21,25.
11. A.Cevdet Paşa, I,10, Yazır, lX/2796. İlgili ayetler; Araf,7/73-78.  Hud,11/61-68.  İsra,17/59.  Şuara,26/141-156.
12. A. Cevdet Paşa, I,1. Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatu’l-Beyan,lX/168 ilgili ayetler;Araf, 7/81-82, Hicr,15/73-74, Hud,11/78-82, Şuara,26/166, Neml,27/56.
13. A.Cevdet Paşa,l/22,30.
14. bk; Araf,7/5, Yunus,10/13, Hud,11/101,102,116, İbrahim,14/13, Kehf, 18/59, Enbiya,21/11,14,97, Hac,22/48, Muminun,23/41, Rum,30/9.

5 Günah işlememek mümkün mü? Günaha giren kişi nasıl davranmalıdır? Günah işlememek için çok dikkat ediyorum; bu da psikolojik olarak etkiliyor. İnsanın kusursuz olması mümkün mü?

İnsan günah işleyebilen bir varlık. "Benim günah işlemem mümkün değil." diyebilen hiç kimse bulunmuyor. Her insan, şu veya bu şekilde, az veya çok, günah çukuruna yaklaşıyor, bazen de içine düşüyor.

Bizler, akıl ve kalb dengesi içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Fakat, insan sadece akıl ve kalbden ibaret olmadığı için, başta nefis olmak üzere baskın duygular, söz dinlemez hisler, önü alınmaz hevesler ve karşı konulmaz vehimler altında, bazen farkında olarak veya olmayarak irademize söz geçiremiyor ve günah işliyoruz.

İşin aslına bakılırsa, Yüce Allah bizi kendisine yaklaştırmak, bizi kendisine muhtaç etmek, bizi kendisine çekmek için birbirinden farklı, değişik vesileler yaratmış. Meselâ, acıkma gibi bir duygu verip, bizi rızka muhtaç etmiş, Rezzak olduğunu göstermiş ve bizi bu yolla kendisine bağlamış. Biz de kul olarak bütün ihtiyaçlarımızı O'ndan istemiş, O'nu Rezzak olarak bilmiş, gerçek anlamda rızık verici olarak O'nu tanımışız. Demek ki, Rezzak ismi, acıkmamızı gerektiriyor.

Aynı şekilde, biz günahkârız, Allah bağışlayandır. Biz hata işliyoruz, Allah affedendir. Biz isyana kapılıyoruz, Allah mağfiret edendir. Biz tövbe ediyoruz, Allah tövbemizi kabul edendir. Allah Gafûr'dur, Afuvv'dur, Gaffâr'dır, Tevvâb'dır. İşlediğimiz günahlar bizi Allah'ın bu isimlerine götürüyor, bizi O'na yöneltiyor. Böylece Allah'ı Gafûr ve Gaffâr isimleriyle tanımış oluyoruz.

Bediüzzaman'ın dediği üzere, 'Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusurların bulunmasını iktiza ediyor.' Açıkçası, günah işlensin ki Allah'ın Gaffâr ismi tecelli etsin; kusur edilsin, hata yapılsın ki, Allah da kulunun kusurunu yüzüne vurmayıp örterek Settâr olduğunu göstersin.
Bir hadisinde, Sevgili Peygamberimiz (asm) bu tatlı gerçeği ne de güzel dile getiriyor:

"Nefsim kudret elinde olan Zât'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi."1

Ne kadar günah, o kadar tövbe

İnsan nefsine aldanır, şeytana kanar, hislerine hâkim olamaz, iradesine söz geçiremez de, sonunda bir günah işler, ardında da yaptığına, yapacağına bin pişman olur ve tövbe üstüne tövbe eder. İşte, kulun günah işlemiş de olsa tövbe ile Rabbine rücu ettiği bu hal, hadislerden öğrendiğimize göre, Cenâb-ı Hakk'ı hoşnut etmektedir.

Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm Rabbinden naklen buyurdular ki:

"Bir kul günah işledi ve 'Yâ Rabbi, günahımı affet!' dedi.
Hak Teâlâ da, 'Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır' buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve 'Ey Rabbim, günahımı affet!' dedi.
Allah Teâlâ da, 'Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.' buyurdu.
Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve 'Ey Rabbim, beni affeyle!' dedi.
Allah Teâlâ da, 'Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim.' buyurdu."2

Büyük hadis âlimi İmam Nevevî, bu hadisten şu hükmü çıkarır:

"Günahlar yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her seferinde tövbe etse, tövbesi makbuldür. Veya bütün günahlar için bir tek tövbe etse bile, yine tövbesi sahihtir."

Bir hadiste de, istiğfar eden kimsenin günde yetmiş defa günahını tekrar etse bile, 'günahında ısrar etmiş' sayılmayacağı belirtilir.3

Hz. Ali (ra)'nin bu konuya getirdiği açıklama daha ilginçtir:

"Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde helâk olan kimsenin durumuna hayret ediyorum. O reçete de istiğfardır."

Zaten Gaffâr ve Tevvâb isimleri, 'çok çok bağışlayan, tövbeleri çok çok kabul eden, her günah işleyişte istiğfar edeni affeden, her tövbe edişte tövbe edenin tövbesini kabul eden' anlamına geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak kulunu hayatı boyu sadece bir sefere mahsus olmak üzere affedecek olsaydı, ondan sonra insana günah işleme imkânı ve fırsatı vermemesi gerekirdi. Yani, Allah affetmek istemeseydi, bize af isteme duygusunu vermezdi.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk'ın günahları bağışlaması O'nun fazlı, lütfu ve ikramıdır. Hadiste de ifade edildiği gibi, günahı sebebiyle cezalandırması ise adaletinin tecellisidir. Said Nursî'nin belirttiği üzere, "Cenâb-ı Hakk'ın günahkârları affetmesi fazldır, tâzib etmesi [azap ile cezalandırması] adldir."

Efendimizin (a.s.m.) dizi dibinde yetişen sahabe nesli bu ince noktayı çok iyi kavramıştı. Allah'ın yüce isimlerini mükemmel mânâda hem çok iyi anlamışlar, hem de hayatlarına yansıtmışlardı. Rivayet ettikleri hadislere bakınca, bu eğitimin seviyesini ve anlayışlarının kapasitesini farketmek hiç de zor değildir.

Meselâ, kulun günahı ne kadar çok olursa olsun ve kul ne kadar af dilerse dilesin, hiçbir zaman isteğinin karşılıksız kalmayacağını, Hz. Enes haber veriyor.

Enes radıyallahu anh, "Ben Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellemi şöyle buyururken dinledim" diyor.

"Allah Teâlâ [buyurdu ki: Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat Bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, Ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım."4

Peygamber Efendimiz (asm) de, bir hadisinde, kulun işlediği günahtan dolayı tövbe edip Rabbine dönmesini çöl ikliminde yaşayan, çöle çıkınca varı yoğu devesi olan bir insanın üzüntüsünü ve sevincini dile getirerek bize şöyle anlatır:

"Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: 'Artık ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.' Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanıbaşında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mü'min kulunun tövbe ve istiğfarı ile, böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır."5

Anne çocuğunu ateşe atar mı?

Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti, şefkati ve merhameti sonsuzdur. Bütün kullara yeter, bütün bir âleme kâfi gelir. Kendini tanıyan, fakat günahtan elini çekemeyen, nefsinin eline esir düşmüş kullarını kendi hâline bırakmaz. Bir başka deyişle, Cenâb-ı Hak kendisine yönelen kulunu çeşitli vesileler yaratarak onu rahmet iklimine çeker. Yani, Allah kulunu cezalandırmak için yaratmamış, bir fırsatını yakalayıp da onu Cehenneme atmak için dünyaya göndermemiş. İnsan nasıl kendi çocuğunu hatasından dolayı ateşe atmazsa, Yüce Allah da kendisini Rab olarak tanıyan kullarından sonsuz merhametini esirgemez, onları Cehenneme atmaz.

Hazret-i Ömer (ra) Saadet Asrında şahit olduğu bir olayı anlatırken, bu hususta Efendimizin (asm) müjdesini bize de ulaştırıyor.

"Bir savaş sonrasıydı. Esirler arasında çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın da vardı. Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem çevresindekilere:"

"Bu kadının kendi çocuğunu ateşe atacağına ihtimal veriyor musunuz?" diye sordu.

"Asla, atmaz." dediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem:

"İşte Allahu Teâlâ kullarına bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir." buyurdu."6

Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz mağfiretini ve rahmetini anlatıyor. Aynı şekilde, şaşmaz bir prensip olarak âyet-i kerimeler, genel ölçüleri verdikten sonra önemli bir noktayı hatırlatıyor. O da, kulluk şuurunu zedelememek, kulun Rabbine olan saygı sınırını taşmamaktır. Tövbe, istiğfar ettikten sonra, nasıl olsa Allah affeder deyip suç işlemeyi sürdürmemeli ki, kulluk sırrı kaybolmasın. Kur'ân bu gerçeğe şöyle işaret eder:

"Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için O'na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah'tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler."7

Günahla Manevî Yükseliş

Kul işlediği günahtan dolayı Allah'a daha ciddi olarak sığındığı ve daha ihlaslı bir şekilde yöneldiği takdirde, manevî bir yükselişe de geçebilmektedir. Kur'ân bu gerçeği 'günahların sevaba dönüştürülmesi' şeklinde anlatmaktadır.

"Ancak tövbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."8

Cenâb-ı Hak, suç ve günahlarını itiraf eden, pişmanlık duyan kimselerin hem günahlarını bağışlıyor, hem de günahların yerini sevapla dolduruyor, böylece günah yerini sevaba bırakıyor, günah sevapla yer değiştiriyor. Bu sırdandır ki, bazı hadis âlimleri, "Birtakım günahlar vardır ki, mü'min için birçok ibadetten daha faydalıdır." derler.

Herkes hata işleyebilir, hatta herkes mutlaka hata eder, günaha girer. Fakat günahkârların da hayırlısı vardır. Bu hayrı Efendimiz (asm) şöyle ifade eder:

"Her insan hata işler; ama hata işleyenlerin en hayırlısı, çok tövbe edenlerdir."9

Hata işleyenlerin tövbeleri ile hayırlı bir insan olmalarının ötesinde, bir de Allah'ın sevdiği bir kul olma mertebesine yükselmeleri sözkonusudur. Kur'ân'ın gösterdiği bu müjde, İslâm'ın insana sunduğu en tatlı müjdelerden biridir:

"Muhakkak ki, Allah çok çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever."10

Peygamber Efendimiz (asm), bu âyeti şöyle tefsir ederler:

"Şüphesiz Allah, tekrar tekrar günah işlediği halde üst üste tövbe eden kulunu sever."11

Bu sevginin gerçek şuurunda olan Peygamberimiz (asm), hiçbir günahı olmadığı, günahlara karşı korunduğu halde, günde yetmiş kere, bazı zamanlar yüz kere tövbe ve istiğfar ederdi. Çünkü, istiğfarın içinde 'mahbubiyet' mertebesi ve sevinci vardır.

Ancak, bu müjdeyi yanlış bir tarafa çekerek, "Madem günahlar sevaba dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da tövbe etsek olmaz mı?" gibi cerbezelerle meseleyi istismar etmemek de gerekir.

Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce, kulluk edebine aykırıdır. Bu durum, -hâşa- Allah'ı imtihan etmek, dinî hükümleri ciddiye almamak sayılır ki, işin sırrını kavramamak olur. Böyle bir istismara karşı, birçok âyette af yetkisinin Allah'a ait olduğu, Allah'ın istediğini bağışlayacağı, istediğini azaba çarptıracağı bildirilerek, havf-reca muvazenesine, ümit-korku dengesine dikkat çekilir.

Kaldı ki, "Nasıl olsa tövbe ederim." düşüncesiyle günaha dalan kimse tövbe etme fırsatı bulabilecek midir, buna ömrü yetecek midir, bir garantisi var mıdır? Veya en önemlisi, davranışları Allah'ın gazabını çektiği halde, Allah kendisine tövbeye dönüş fırsatı verecek midir? Bütün bunların da gözönünde tutulması gerekir.

"Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur."

Bütün bunlarla birlikte, özellikle her gün yüzlerce günahın hücumuna maruz kalan mü'minin en mühim meselesi, günahtan kaçınmaya çalışması, günahlı ortamdan uzak durması, günah işlemeye açık olan kapılara yanaşmamasıdır. Bir bakıma, 'def'i şer' yapması, şerli işlerden uzak kalmasıdır. Bu husus bu zamanda çok büyük önem kazanmaktadır. Takva sırrına da ancak bu yolla erişilebilir. Çünkü bir haramı, bir büyük günahı terk etmek farzdır. Bir vacibi işlemek birçok sünnetten daha sevaplıdır. Takvanın esas alınmasıyla binlerce günahın hücumuna karşılık bir kerelik yüz çevirme ile, yüzlerce günah terk edilmiş, dolayısıyla yüzlerce farz ve vacip işlenmiş olur. Böylece, takva niyetiyle, günahtan kaçınmak maksadıyla çok sayıda salih amele yol açılır. Çünkü bu zamanda "Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur."12

Bu kurtuluşu, yani büyük günahlardan kaçınanların nimete, ikrama ve Cennet saadetine ereceklerini Kur'ân haber veriyor:

"Eğer size yasaklanmış günahların büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günahlarınızı örter ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan Cennete koyarız."13

Madem öyledir, "Hayatınızı imanla hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."14

Kaynaklar:

1. Müslim, Tövbe 9.
2. Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tövbe 29.
3. Müsned, 5:130.
4. Tirmizî, Daavât 98.
5. Müslim, Tövbe 3.
6. Buhari, Edeb 19, Müslim, Tövbe 22.
7. Âl-i İmran sûresi, 3:135.
8. Furkan sûresi, 25:70.
9. Tirmizî, Kıyâme 49.
10. Bakara sûresi, 2:222.
11. Müsned, 1:80.
12. Risale-i Nur Külliyatı, 2:1632.
13. Nisa sûresi, 4:31.
14. Risale-i Nur Külliyatı, 1:5.

6 "Günaha kendi rızasıyla girene merhamet edilmez." sözünü açıklar mısınız?

"İnsan kusurunu bilse, anlasa o kusur, kusurluktan çıkar." düsturu konumuz hakkında ehemmiyetlidir. Tövbe ciddiyetle yapıldığı taktirde Cenab-ı Hakk affetiğine göre, insanın affetmemesi hiç mümkün mü... "Kendisine şefkat edip acınmaz" hususu, kişinin kendisine gerekli şekilde tavsiyeler yapıldığı halde o, bunları dinlemeyerek kendi nefsinin peşinden gittiği takdirde söz konusu olur. Yoksa o kişi o davranışının kötülüğünü anlayıp avdet ettiği takdirde elbette o kişi affa layık olur.

Yüce Allah, insanı sevap ve günah işleyebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yapılan kötülüklerden, işlenen günah ve kabahatten kurtulma, manevî kirlerden arınma yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulur ve o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olur. Her insanın tövbeye ihtiyacı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Tövbe, günahın hemen peşinden olabileceği gibi, ölüm döşeğine düşüp, ölüm emarelerinin belirmesi öncesine kadar devam eden bir zaman içinde yapılabilir. İnsanın eceli belli olmadığı için, bir an önce tövbe etmelidir.

Tövbe etmek için, insanın bir aracıya ihtiyacı olmadığı gibi, belirli zaman ve mekânda tövbe eylemini gerçekleştirmek gibi, bir zorunluluk da yoktur.

Gerçek tövbe için; kişi geçmişe pişmanlık duymalı, gelecekte aynı hatayı işlememe kararı ile birlikte, yaşadığı ortamda günahı terk etmelidir. Kul haklarının sahibine iade edilmesi, tövbenin en önemli rüknüdür.

Yapılan tövbe sonucu, günahlardan temizlenip temizlenilmediği kuşkusu yersiz olup, Allah her türlü günah işleyeni temizlemek için tövbe kapısını açık bulundurmaktadır. İnsanların dikkatli olması gereken husus; tövbenin sahih olarak ortaya konulup konulmadığıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günaha Karşı Tövbe.

7 Günahların insana verdiği zararlar nelerdir?

Günâhlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan iman yeri olan kalbi karartır. Günâh kalbe işleyip onu karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir günâhın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günâh istiğfar (tövbe) ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allah'ın itaatinden çıkmış bir kalp hâline getirir.

Günâh, düşünceden pratiğe geçmemişse cezası olmaz. Resulullah (s.a.s),

" Allah Teâlâ ümmetimden nefislerinde yapmayı arzuladıkları şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları müddetçe affetti." (Buhârî, VII, 59) buyurmuştur.

Sorumluluk ve ceza açısından günâhlar kebâîr ve sağîr diye iki kısma ayrılır.

Kebâir (büyük günâhlar): Allah'ı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer'î ceza gereken veya Allah Teâlâ'nın cehennem azabıyla tehdit ettiği günâhlardır. Bir başka görüşe göre Allah'ın yasakladığı her şey büyük bir günâhtır. Büyük günahların sayısı hadis rivayetleri göz önünde bulundurularak, yedi, dokuz, yetmiş, iki yüz olarak tespit edilmiştir. (Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s. 370, 371).

Büyük günâhların belli başlıları şunlardır; Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, zina iftirasında bulunmak, zina etmek, İslâmî cihaddan kaçmak, sihir yapmak, yetimin malını yemek, ana-babaya karşı gelmek, Mekke'nin hareminde günâh işlemek, faiz yemek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak.

Bir Müslüman hatife almadan, kalbinde tasdik olduğu halde büyük günâh işlerse, dinden çıkıp kâfir olmaz. Ehl-i sünnet, büyük günâh işleyen kimsenin kâfir olmayacağını, cehennemde ebedî kalmayacağını, tövbe etmeden ölürse dahî, Allah dilerse fazl-ı keremiyle onu affedeceğini, dilerse adâletiyle cehennemde ona azap edeceğini kabul eder (Şerhu Akideti't-Tahâviyye s. 370).

Kebâirin (büyük günâhların) en büyüğü Allah'ı tanımamak, zatında, sıfatında ve fiillerinde O'na ortak koşmaktır. Buna ekberu'l-kebâir denir.

"Allah kendisine şirk koşulmasını kesinlikle affetmez. Bunun dışındaki günâhları dilediği kimseler için affeder."(Nisâ, 4/48).

Allah'ın rahmetinden ümidini keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azabından emin olarak günâha aldırış etmeden tövbe etmemek caiz değildir. Mümin ne kadar günâh işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, Rabbinden yüz çevirmemelidir.

"Ey günâhta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; muhakkak ki Allah bütün günâhları bağışlar. Şüphe yok ki O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53)

  "Fakat azabımın da pek acıklı bir azap olduğunu kullarıma haber ver." (Hicr, I5/50).

Mu'tezile büyük günâh işleyenin mümin olmaktan çıkacağını, iman ile küfür arasında (el-Menzile beyne'l-Menziteteyn) kalacağını; tövbe etmeden ölürse ebediyyen cehennemden çıkmayacağını iddia eder. Hâricîler daha da ileri giderek küçük günâh işleyen müminleri de küfür ile suçlamıştır. Mu'tezile Kur'an-ı Kerîm'deki

"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası cehennemde uzun süre (hâliden) kalmaktır..." (Nisâ, 4/33)

ayetini delil gösterir. Ancak Arab dilinde "Hâliden" kelimesi ebediyet anlamını ifade ettiği gibi, uzun müddet manasını da ifade eder. Bu ayette geçen "hâliden"in uzun müddet anlamına geldiği, yukarıda zikredilen ayetteki (Zümer, 39/53) anlam ile desteklenmiştir.

Bir mümin, kalbinde tasdik, dilinde ikrar olduğu halde günâh işler veya farzları yerine getirmede gevşeklik gösterir, fakat bu günâhların karşılığında cezayı da hak ettiğine inanıyorsa bu kişi günâhkâr mümindir. Allah Teâlâ'nın böyle bir insanı küfürle vasıflaması, mecâzîdir. Yani nimeti inkâr, nankörlük manasındadır. Bir Müslüman günâhı helâl kabul eder veya yapmadığı farzı inkâr ederse gerçek anlamıyla kâfir olur.

İslâm'ın esasları ile hükmetmemek büyük bir günâhtır. Eğer İslâm'ın devrini bitirdiği, çağımızda gereksiz olduğu inancı ile İslâm'ın hükümleri uygulanmıyorsa bu küfürdür. İman-küfür meseleleri ve müminlerin tekfir edilmesi müstakil eserlere de konu olmuştur. Sâlim el Behensavî'nin "el-Hükmü ve Kâdıyyetü Tekfiril-Müslim" adlı eseri bunlardan biridir.

Sağir (küçük günâhlar): Dünyada cezayı, ahirette de azabı gerektirmeyen küçük suçlardır. Devamlı işlendiğinde küçük günâh küçük olmaktan çıkar. Tövbe edilip mağfiret istendiğinde inşallah affedilir. Âlimler "Günâhın küçüklüğüne büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine bak." demişlerdir. Allah'ı tanımaya, kulluğa engel olan, Allah ile kulun arasına perde olan her şey günâhtır.

Günâhlardan sakınmak, farzları yapmaktan önce gelir. Önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla süslenir. Günâhlar ve haramlar dinî duyguyu helâl helâk eder, zehirler. Ancak bu zehirler görünürde bal gibidir; tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür.

Unutulmamalıdır ki her nimet külfet karşılığıdır. Cennet ve Cemâlullah'ı isteyenler nefse tatlı gelen günâhlara girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allah'a sığınmak zorundadır. Müminler ihsân sırrı ile Rabblerine kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler. Sol omuzlarında günâhlarını yazan bir meleğin olduğunun şuuru içinde hareket ederler.

Güç yettiğince günâhlardan sakınıldığında Allah küçük günâhları affedecektir.

"Eğer size yasaklanmış şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günâhlarınızı siler ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan cennete koyarız." (Nisâ, 4/31),

"O kimseler ki ufak tefek kusurlar hariç, günâhın büyüklerinden ve çirkin söz ve davranışlardan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rabbinin bağışlaması geniştir..." (Necm, 53/32).

Allah Teâlâ mümin kulların günâhlarını yaptıkları bazı ameller veya söyledikleri birtakım söz ve dualar sebebiyle affeder, günâhlarına keffaret eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Denizin köpükleri kadar günâhı olsa da 'Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh' diyen yeryüzündeki her insanın günâhına bu söz keffaret olur." (Tirmizî, Vitr, 15).

"Hiçbir kul yoktur ki, bir günâh yapsın ve kalkıp güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günâhdan mağfiret dilesin de Allah onu affetmesin." (Ahmed b. Hanbel, I/10).

Peygamberler mâsumdur, günâh işlemezler. Ancak, "zelle" denilen, peygamberlik makamı için kusur kabul edilen amelleri vardır. Ehl-i sünnet şefaat, hesap, mizân, sırat, havz, cennet, cehennem, kabir azabı ve münker-nekir sorgusunu hak ve dinin esası kabul etmiştir.

Günah ve İsyanın Sonuçları:

- İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez.

- Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın bereket ve ihsanı kalkar.

- Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır, kalp paslanır, haya duygusu ve ahlâk kalkar.

- İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günâhkâr yalnız kalmaya mahkum olur.

- Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük doğurur. Her günâh bir başka günâha yol açar.

- Her günâh, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mirasıdır. Kibirlenmek Firavun'un; eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır.

- Günâh ve isyân, Allah'ın azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günâhın geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı dokunur.

- Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatinden mahrum kalırlar. Günâhlar insanların imanını zayıflatır.

Günah hakkında Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu bazı Hadîs-i şerifler:

"Zulüm üç türlüdür: Bir zulüm var ki Allah onu affetmez. Bir zulüm var ki Allah onu affeder. Bir zulüm var ki Allah onun mutlaka hesabını sorar: Allah'ın affetmediği zulm şirktir. Çünkü O, 'Şirk büyük zulümdür.' (Lokman, 31/13) buyurmuştur. Allah'ın affedeceği zulüm ise kulların kendi nefislerine zulmüdür. Rableri ile kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatalardır. Allah'ın hiç bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm de kulların birbirlerine karşı haksızlıklarıdır. Allah bunların hesabını sorar ve yapılan haksızlıkları cezalandırır."

"Yüce Allah: 'Ey kulum sen bana kulluk etmedin, ama benden umut istedin. Ben de sende olanları bağışladım. Ey kulum, dünya kadar günâhla gelsen, bana şirk koşmamışsan, ben de seni dünya kadar mağriretle karşılarım.' buyurur."

"Kula erişen bir musibet, büyük-küçük bir felâket hep kendi günâhı yüzündendir. Allah ın affettikleri de pek çoktur."

"Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, mümine erişen hiçbir tasa, üzüntü, sıkıntı, hatta vücuduna batan hiçbir diken yoktur ki, Allah onunla o kimsenin günahlarını affetmesin."

"Her duyduğunu söylemesi kişiye günâh olarak yeter."

"Kim bir Müslüman kardeşine şefaat eder de şefaat ettiği kimse kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu kabul ederse, büyük günâh kapılarından birine gelmiş olur."

"Hiçbir günâhkâr, diğerinin yükünü çekmez."

"Allah, canı boğazına gelmemiş olan kulun tövbesini kabul eder."

"Farz namazı, abdest, huşû ve rükûunu tam olarak yapan hiçbir Müslüman yoktur ki -büyük günâh işlemedikçe- namazı önceki günâhlara keffâret olmasın."

"İnsanlar bir münker görüp de onu değiştirmezlerse, Allah'ın onlara umumî bir ceza vermesi yakındır."

"Başkalarının işlediği günâhlar yüzünden bizi de helâk etme Allah'ım! Şu yedi helâk edici şeyden sakınınız: Şirk, büyü, adam öldürmek, faiz, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak, masum kadınlara zina iftirasında bulunmak."

"Kim Ramazan'da inanarak, hak rızası için oruç tutsa geçmiş günâhları affedilir. Rüşvet alana da verene de lânet olsun. Helâl belli, haram bellidir ve sen sana şüpheli geleni bırak. Zina ve fuhuş bir toplumda yaygın hâle gelirse, Allah önceki nesillerde bulunmayan hastalıkları onlara bela olarak verir. Bir millet eksik tartar ve eksik ölçerse zulüm, açlık ve yoklukla cezalandırırlar. Bir milletin yöneticileri yüce Allah'ın indirdiği hüküm ile hükmetmezse Allah onların birliğini dağıtır. Kul, yaptığı isyan ve işlediği günâh dolayısıyla rızkından mahrum kalır."

"Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çek. Başınıza gelecekleri bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yaptığın bir kötülük seni üzüyorsa sen müminsin. Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin üzere sabit ve sürekli kıl." (İbn Kesîr, I, 508, 528; Buhârî, Libâs, 24, Tıb, l, Savm, 1-15, Ahkam, 9, Buyû', 2, 3; Müslim, Birr, 45 vd.; iman,143,144,145,153,154, Mukaddime, 5; Ebû Davûd Buyû, 82; Tirmizî, Tefsir, 44; Daavât, 90, 99; İbn Mâce Ahkâm, 2; Mâlik, Muvatta ; Hudûd, 2,' Ahmed b. Hanbel, II, 164, 248; V, 154, 190, 194).

(Zübeyr TEKKEŞİN)

8 Bazı günahlara niçin ceza uygulanır?

1. İnsanlara uygulanan had cezaları Allah Teala'nın koyduğu kanunlardır. Bu bakımdan had cezasının uygulanması ile Allah'ın emirleri yerine getirilmiş olur.

2. Kişiye uygulanan had cezası onun günahlarına kefaret olur. Peygamber Efendimiz (asm);

"Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et." buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle." dedi. Hz. Peygamber (asm) aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan!.." dedi. Hz. Peygamber (asm) "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber (asm) tekrar "Sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet!.." cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi."

"Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helak olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (asm) "Mâiz b. Mâlik için dua edin." buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin." dediler. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi." (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.).

3. Had cezası uygulanan günahlar dışındaki haramlara da tazir cezası verilmektedir. Mesela, yalan söyleyen kişilerin şahitlik yapmaması, namaz kılmayanın hapsedilmesi gibi.

4. Bazı günahlara bu dünyada ceza verilmese de tövbe etmese de ahirette büyük cezalara çarptırılacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

HAD, HADLER (Cezalar).

9 Günahlar ibadet etmemize engel olur mu?

Allah Teala'nın emirlerini yapmak farz olduğu gibi, onun yasaklarından da sakınmak farzdır. Bu bakımdan emirleri yapmayan kişi günah işlediği gibi, yasaklarından sakınmayan kişi de günah işlemiş olur.

Günaha giriyorum diye farz olan ibadeti yapmayan kişi iki türlü günahı işlemiş olur. Halbuki farzları yapsa en azından onların cezasından kurtulmuş olur ve günahını azaltmış olur.

İşlediğimiz günahlar bizim ibadetlerimize engel olmamalı; bu şeytanın bir vesvesesidir. Ayrıca günahların farz ibadetlere engel olduğunu düşünen biri, farzı terketmek yerine günahı terketmesi daha doğru bir karar olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

İbadetlerde isteksiz davranmamız...

10 Bir müminin kendisini "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak tanıtması caiz midir?

 - Bu ifadeyi kullanan kimsenin niyeti önemlidir. Eğer maksat, “İnsan da Allah gibi işler yapıyor” ise, bu tereddütsüz küfürdür.

- Fakat eğer maksat, söz konusu "insan, yeryüzünde Allah’ın emir ve yasaklarını uygulayan ve başkalarına tatbik ettiren kimse manasında” ise, bunda bir sakınca yoktur. Nitekim bu manaya gelen bazı hadis rivayetleri de vardır:

İbn Neccar’ın Ebu Hureyre’den, Beyhaki (Şuabu’l-İman, 9/475) ve Hakim’in de İbn Ömer’den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Sultan / padişah / devlet reisi, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Allah’ın bütün mazlum kulları ona sığınırlar…” (Aclunî, 1/521)

- İbn Ebi Şeybe’nin bildirdiğine göre Hz. Ebu Bekir-i Sıddık da şöyle demiştir:

“Mütevazi ve âdil olan bir sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve mızrağıdır. Ona yetmiş sıddıkın sevabını verir.” (Aclunî, a.y.)

- Hz. Enes’ten de aynı manadaki sözler nakledilmektedir. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 14598)

Bu rivayetler zayıf da olsa, İslam alimleri tarafından, insan için “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ifadesinin kullanıldığını göstermesi bakımından önemlidir.

11 Kötü karakterli kötü huylu insanlar görüyoruz, kainatta her şey Allah’ın esmasının bir tecellisi ise bu insanlar hangi esmanın tecelli dalga boyudur?

Allah’ın bazı isimleri mümin, kafir herkesin üzerinde tecelli ediyor, kendini gösteriyor. Mesela, Halık (Yaratan),  Hay, Kayyum, Rezzak, Rahman, Rahim, Kerim, Basir, Semi, Müzeyyin, Musavvir gibi daha pek çok isim herkeste tecelli ediyor. Çünkü her insan (sırasıyla) yaratılmış, hayatı var, varlıkta devam etmekte, rızkını alıyor, şefkat ve merhametle terbiye edilip besleniyor, maddi-manevi ikramlara mazhar kılınıyor, görüyor, işitiyor, süslü suretlere sahiptir.

Her insan yaratılışı itibariyle güzel ahlak, güzel huy, güzel düşünce kapasitesine sahiptir. Fakat imtihanın gereği olarak, çekirdek halinde olan bu güzel ahlakı dışa yansıtıp yansıtmamakta serbest bırakılmıştır.

Tin suresinde genel olarak insanların ahsen-i takvimde/en güzel bir kompozisyonda yaratılmış olduğuna vurgu yapılmıştır.

İşte, Allah’ın insanın yapısına dercettiği Rahman, Rahim, Kerim, Halim, Sabur, Kuddüs gibi sıfatlarına tam mazhar olmak için, Allah’ın emir ve yasaklarına tam riayet etmesi gerekir. Aksi takdirde, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmanın zirvesi olan şeref minaresinin şerefesinden kuyu dibine, esfel-i safiline, şerefsizlik gayyasına doğru yuvarlanması mukadder olacaktır.

Allah Teala kullarına özgür irade ve mühlet verdiği için kullar isyan edebilmektedirler. Allah Mürîd ismi ile kullarının özgür iradeli olmasını dilemiştir. Kişi özgür iradesiyle neyi seçerse, Allah da onu yaratacaktır.

12 Büyük günahları işlememek için küçük günahları mübah görmek caiz midir?

Büyük günahlardan kendimi koruyayım diye küçük günahları işlemek düşüncesi aslında nefis ve şeytanın bir hilesidir.

Küçük diye işlenmeye devam edilen günahlar zamanla terk edilemeyecek dereceye gelir ve insan onların müptelası olur. Bu durum manevî hayatın yavaş yavaş yaralanmasına, kalbin letafetini kaybetmesine, ibadet ve zikirden lezzet alınmamasına, pek çok ruhani, nurani nimetlerden istifade edilmemesine sebep olacağı için büyük zararları netice verebilir.

Bediüzzaman Hazretleri “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var” buyuruyor; yani insan günahları terk etme düşüncesi taşımaz ve sürekli işlemeye devam ederse önceleri tövbe istiğfarla imha edilecek küçük bir kurt hükmündeki günahlar, zamanla kalbini ısıran, ruhunu zehirleyen dehşetli bir yılana döner.

Örneğin işlediği bir günahı insanların görmesinden çok utanan bir insan bilir ki Melekler onu hem görüyorlar, hem de mahşer günü aleyhine vesika olacak şekilde kayıt ve zapt altına alıyorlar. İşin varıp Cehenneme dayanacağını bildiği için “Keşke Melekler olmasaydı” şeklinde itikadî açıdan mayınlı alanlarda ayak sürçmeye başlar. 

Bu durumda iken dinsiz cereyanlar ve şeytanın yardımıyla Meleklerin vücudunun yokluğuna dair duyduğu bir safsataya büyük bir hakikatmiş gibi sarılma ihtiyacı duyar ve nihayet isyan bayrağını çekerek hainler güruhuna dâhil olur. Her bir günahın böylesine potansiyel bir küfür taşıması ve dolayısıyla dinden çıkmak gibi dehşetli sonuçları doğurması ihtimaline istinaden en küçük sanılan günah dahi küçük değildir, küçümsenmemelidir.

İnsan günahın mahiyetinden daha ziyade günahı kime karşı işlediğini düşünürse nasıl bir yanlışın içinde olduğunu anlar. Bu cümleden olarak Muhyiddin-i Arabî Hazretlerine sormuşlar: “Büyük günahlar hangileridir?” Cevaben “Küçüğü var mı ki!” demiş.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bütün günahlara karşı mesafeli durmalıyız, onlarla aramızı açmalıyız; olur da cazibe alanlarına kapılırsak derhal tövbe istiğfar ile temizlenmeliyiz.

13 İnsan geçmişte işlediği günahları ibret olsun diye anlatabilir mi?

Kişinin geçmişte işlediği günahları anlatması doğru değildir. Çünkü günahlarına başkalarını da şahit tutmuş olmaktadır. Eğer başkalarına örnek olması için anlatmak gerekirse, o takdirde isim vermeden "şöyle bir hadise olmuştu" şeklinde anlatmalıdır.

Dinimiz, hem kişinin kendi kusurlarını hem de başkalarının kusurlarını gizlemeyi emretmiştir. İnsan her ne kadar Allah’ın mükemmel bir biçimde yarattığı varlık olsa da zaman zaman bilerek ya da bilmeyerek hata, kusur ve ayıp olarak nitelendirilebilecek türden davranış ve tutumlar sergileyebilir.

Ömür sürecinde hemen herkesin bu tür bir davranış veya tutum sergilemesi olağandır. Zaten Hz. Peygamber (asm),

“Bütün insanlar hata yapar, hata yapanların en hayırlısı ise hatasından dönendir.”(1)

sözüyle bu hususa dikkat çekmiştir. İslâm’da kişilerin sergilemiş olduğu bu tür menfi davranışların, araştırılması ve ifşa edilmesi değil, örtülmesi teşvik edilmiş, emredilmiştir. Hz. Peygamber (asm),

“Bir kul bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter.”(2) buyurmuştur.

Herkesin anasından, babasından ve bütün yakınlarından, dostlarından kaçacağı,(3) her şeyin ayan beyan meydana çıkacağı o büyük günde(4), her insanın ortaya çıkmasını hiç de istemediği ayıp ve kusurları olabilir. Eğer o gün ayıp ve kusurlarımızın kapanmasını arzu ediyorsak, bugün ayıplarının kapanmasını isteyen insanlara yardımcı olmamız gerektiği bilinciyle hareket etmeliyiz. Sergileyeceğimiz davranışların dünyevî ve ahlaki boyutu bir tarafa uhrevî boyutta da birtakım kazanımlar elde edeceğimizi asla göz ardı etmemeliyiz. Şunu unutmayalım ki, o gün, bu tür kazanımlara ifade edemeyeceğimiz derecede muhtaç olacağız. Gerçek şu ki, o gün bu günden kazanılır, bu günden kaybedilir. Ne kadar ayıp ve kusur örtebilirsek, o gün o kadar ayıp ve kusurumuzun örtüleceğini düşünmeliyiz. İnandığımız kutsal değerler ekseninde ayıp ve kusurları ifşa etmenin değil örtmenin erdem olduğunu asla unutmamalıyız.

Dinimiz İslâm, insanların ayıp ve kusurlarının araştırılmasını, onların gizli hal ve özel hayatlarının deşifre edilmesini yasaklamıştır. Buna karşın, dinimiz, bir kimsenin ayıplarını, kusur ve hatalarını örtmeyi ahlakî bir fazilet olarak telakki etmiştir. Şu kadar var ki, örtülmesi istenilen ve Allah’ın da kıyamet gününde örteceği ayıp, kusur ve hatalar, kul hakkına taalluk etmeyen, zulüm ve haksızlık olmayan, söylenilmesi halinde kimseye fayda sağlamayan türden ayıp, hata ve kusurlardır. Bu tür günah, hata veya kusurlara muttali olanların bunları gizlenmesi dinen caiz değildir. Çünkü bu tür günah ve kusurların gizlenmesinde, başkalarının mağduriyeti söz konusudur. Dinimiz, hata, kusur veya kuralları ihlal eden kimselere öngörülen yaptırımların uygulanması esnasında dahi, İslâm,’ın “rahmet ve insanın saygınlığı” prensiplerinin göz önünde bulundurulmasını önerir.

Dipnotlar:

1. Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet, 49.
2. Müslim, Birr, 72. Ayrıca bk. Buharî, Mezâlim, 3; Ebu Davûd, Edeb, 38.
3. Abese, 34-36.
4. Mü’min, 16.

14 Bilmediğimizden sorumlu olmadığımız doğru mudur?

“Bilmediğimizden sorumlu değiliz." sözü halk arasında dolaşan ve cehaletten kaynaklanan bir sözdür.

Bugün medeni hukukta, bir şeyin suç olduğunu bilmemek kişiyi sorumluluktan kurtaramadığı gibi, İslam’da da bir şeyin suç ve günah olduğunu bilmemek ve / veya farz ve vacip olduğunu bilmemek, kişiyi sorumluluktan kurtarmaz.

Bilmemenin mazeret kabul edildiği tek yer var, o da kişinin yeni Müslüman olmasıdır. Yeni Müslüman olan bir kimsenin bazı şeylerin farz-vacip mi veya suç-günah mı olduğunu bilmemesi makuldur ve bir mazeret olarak kabul edilebilir. Bir de çocuklar ve deliler sorumlu değillerdir.

Şimdi hayatı boyunca dünya işlerini öğrenen ve yapmasını son derece zekice beceren bir kimsenin, aynı çabayı din konusunda göstermemesi nasıl mazeret olabilir?

“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” (Mecmau’z-Zevaid, h. no: 472)

Farzı yerine getirmemek günahtır. Öyleyse ilim öğrenmemek, cahil kalmak da günahtır.

Diğer bir rivayete göre Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Bir alimin ilmini neşretmeyip suskun durması / öğrenmek isteyen birilerine ilim öğretmemesi caiz olmadığı gibi, bir cahilin de -ilim öğrenmek için bir gayret göstermeyip- cahil olarak kalmaya devam etmesi caiz değildir.”

Hz. Peygamber bu sözlerini şu ayetle da pekiştirmiştir:

“Bilmiyorsanız ilim ehlinden / bilenlerden sorunuz.” (Nahl, 16/43; bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 29254)

Görüldüğü gibi, ayette cahillerin ilim ehlinden sorup öğrenmeleri emrediliyor.

Bütün bu açıklamalardan sonra: “Cahil bir insan, hem yanlış yaptığından hem de yanlışı öğrenmediğinden dolayı iki kere suçludur.” denilebilir.

15 Bazı günahların, anne ile zina yapmak kadar günah olduğu doğru mudur?

İbn Mesud’dan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Faiz yetmiş üç kısımdır / çeşittir. En hafifi kişinin annesiyle zina yapması gibidir...” (Hakim, Müstedrek, 2/43).

- Hakim bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir. (bk. Müstedrek/Telhis, a.g.y)

- Bu konuda değişik rivayetler vardır. Önemli bir kısmı alimler tarafından zayıf kabul edilmiştir. Bazı rivayetler Abdullah b. Selam ve Ka’b gibi bazı sahabelerin kendi sözleri olarak nakledilmiştir. (bk. Beyhaki, Şuabu’l-İman, 7/362)

- En sahih kabul edilen, yukarıdaki Hakim’in rivayetidir. Bununla beraber, Beyhaki, bu rivayetin senedinin sahih olduğunu, ancak metninin münker (yanlış) olduğunu belirtmiştir. (bk. Beyhaki, Şuabu’l-İman, 7/361-363)

Yukarıda verdiğimiz rivayet, alimlerin büyük çoğunluğu tarafından sahih kabul edilmiştir. Biz de bunu sahih kabul ettiğimiz takdirde, bu misali şöyle açıklamak mümkündür:

a) Buhari ve Müslim’de yer alan bir rivayete göre, Hz. Peygamber (asm)’in insanları helak eden (ahiret hayatını mahveden) en büyük yedi günahı “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak,  adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak, masum iffetli kadınlara zina iftirasında bulunmak.” şeklinde sayarken, faiz yemeyi adam öldürmekten hemen sonra dördüncü sırada yer vermesi, bunun ne kadar büyük bir günah olduğunun göstergesidir.

Ne var ki, bu kadar büyük bir günah olan faiz yemek, cahiliye döneminde yaygın olduğu ve işlerine geldiği için, insanların iliklerine kadar işlemiş bir adet haline gelmiştir.

İşte İslam dini nazarında bu kadar büyük bir suç olan faiz konusunu insanlara çok çirkin olduğunu göstermek ve muhatapları bundan uzaklaştırmak için, onların en çok tiksindiği bir misalle ortaya koymak, irşat üslubunun bir yansımasıdır.  

b) Hz. Peygamber (asm) bazen içinde bulunduğu toplumun örf ve adetlerine uygun bazı sözlerde bulunduğu gibi, bu örfe ve adetlere uygun bazı temsillere de yer verebilir. Böyle bir temsil ve misallerde var olan olumsuzluk, Hz. Peygamber (asm)'e değil, mevcut örf ve adetlere aittir. İşte çirkin bir şeyin boyutunu göstermek için “kişinin annesiyle yatması” ile kıyaslama imkanını veren bu gibi temsiller / misaller her zaman olduğu gibi, o gün de kuvvetli bir ihtimalle revaçta idi.

İşte Hz. Peygamber (asm) İslam nazarında en büyük yedi günahlar arasında yer alan faizin, bu çirkin boyutunu bu temsil ile göstermesi, belagate uygun olduğu gibi, irşat üslubuna da uygundur.

Tekrar edelim ki, bu gibi misallerdeki olumsuzluklar insanların örf ve adetlerine aittir.

- Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri de bu konuda bize ışık tutmaktadır:

“Beyn-en nâs iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal (darb-ı mesel / misal / temsil) hükmüne geçer. Hakikî manasına bakılmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyn-en nâs tearüf etmiş (insanlar arasında şöhret bulmuş) bazı kıssa ve hikâyatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinaye nev'inden zikredivermiş. Şu nevi mes'elelerin mana-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesamu'-u umumîye raci'dir.” (bk. Sözler, s. 342)

16 Haram bir şeye güzel demek / beğenmek insanı dinden çıkarır mı?

Cevap 1: Günah olan bir durum veya davranışa güzel demek kişiyi kafir yapmaz. 

- İnsanlarda iki önemli mekanizma vardır:

Biri, ulvi duyguları kamçılayan iman ve İslam’ın emir ve yasaklarını güzel gören, onları beğenen ruh, kalp, vicdan ve akıl.

Diğeri ise, süfli duyguları coşturan, inkârcılığı ve isyanı güzel gösteren nefsani arzu ve istekler.

İnsanların bir kısmı kâfir, bir kısmı da mümindir.

Müminlerin bir kısmı günahkârdır. İçinde ikilem yaşayan kimselerdir. Bir yandan iman cephesinde yer alan aklıselim ve vicdan Allah’a itaat etmeyi telkin ederken, diğer taraftan Allah’a isyan etmeyi, nefs-i emmareye itaat etmeyi tavsiye eden süfli duygular vardır.

İnsanoğlu bir yandan imanını muhafaza ettiği halde, nefsinin arzularına kapılabilir. Kalp ve vidanı günah işlemekten nefret ederken, nefis ve süfli duyguları günahlardan zevk alır.

Bu düşünce kavşağında insanın özgür iradesi devreye girer. Nefsin arzu ve istekleri ağır basıyorsa, “İleride tövbe dip kurtulacaksın, şimdilik şu veya bu günahı işlemekten ve zevkini tatmaktan vazgeçme!” der.

Eğer imanın mahalli olan kalp, aklıselim ve vicdanının arzu ve istekleri ağır basarsa kişinin iradesi, tercihini günahlardan uzak durmaktan yana kullanır.

Demek ki, insanın imanını koruyan mahfaza ayrıdır, günah işleten mekanizma ayrıdır. Bu sebeple inkâr etmediği sürece, büyük günah işlemek de -bilerek, severek, güzel görerek, beğenerek de olsa- insanı dinden çıkartmaz.

- İslam dininin konuyla ilgili prensibi şudur: “Helale haram, harama helal demediği sürece işlediği hiç bir günahtan dolayı kişi kâfir olmaz.”

Cevap 2:

- Nefsin hoşuna giden bir şey aynı zamanda onun nazarında güzeldir. Şüphesiz buradaki “güzellik” kavramı birinci cevabımızda belirttiğimiz gibi- hakiki değil, mecazidir, ilmi değil, nefsanidir, imani değil, şeytanidir. Ama güzel kavramı ile ifade edilmiştir.

Kaldı ki, İslam alimlerinin bir kısmına göre haram, dolayısıyla çirkin; diğer bir kısmına göre ise helal, dolayısıyla güzel olan yüzlerce mesele vardır. Şimdi bunlardan hangisi dinin dışına itiyorsunuz.

- Bir şeyi nefsinin hoşuna gittiği için -fıtri bir duygunun sonucu olarak- güzel görmek ayrı bir şeydir, İslam dininin haram kıldığı bir şeyi -haram olduğu için- güzeldir demek ayrı bir şeydir. Aralarında yerden göğe kadar fark vardır.

- Konumuz çerçevesi içerisinde, her şeyin güzel veya çirkin olması iki açıdan değerlendirilir.

Birincisi: Söz konusu şeyin kendi konumu itibariyle güzel veya çirkin olmasıdır.

İkincisi: İslam dinine göre güzel veya çirkin olmasıdır.

Birinci şıkka göre, haram dahi olsa bir şeyi bir açıdan güzel görmekte niyete göre sakınca olmayabilir.

İkinci şıkka göre İslam’ın haram dediği bir şeyi güzel görmek küfür riski taşır. Bu iki şıkkın da bir araya gelmesi mümkündür.

Mesela: Bir insanın Ehl-i Kitaptan güzel bir hanımı olabilir. Bu adam, eğer hanımının kâfirliğini güzel görüp "Bu kadın çok güzeldir.” dese derhal dinden çıkar. Fakat bu adam eğer dininden dolayı değil, çok sevdiği eşi olduğu için “eşim çok güzeldir” dese bunun zerre kadar günahı olmaz.

Aksini iddia etmek Kur’an ayetini inkâr manasına gelir. Çünkü, Kur’an’da ehl-i kitap bir kadınla evlenmeye cevaz vermiştir. Evlenmeye cevaz verdiğine göre, her koca gibi bu kocanın da ehl-i kitaptan olan hanımını sevmesi ve güzel görmesi ve “çok güzeldir” demesine hiç bir mani yoktur. Yani Kur’an, bir kocanın kâfir olan eşi için “çok güzeldir” demesini uygun görmektedir.

- Söz konusu kaynaklardaki ifadelerden maksat, bir kimse, bilerek İslam’da haram yani çirkin görüldüğü için o âdeta inadına “Bu güzeldir.” dese kâfir olur demektir. Yoksa, Kur’an’ı teganni ile okuyan kimsenin sesini beğenerek, hiç teganni edip etmediğini düşünmeden “güzel okudun” diyen kimsenin kâfir olduğu söylenemez.  

- Şimdi düşünün ki, mezhepler arasında binlerce farklı görüşler vardır. Birinin helal dediğine diğeri haram, birinin farz dediğine diğeri mubah diyebiliyor. Hiçbir alim haramı güzel görmediğine göre, bütün taraflar kendi görüşünü güzel, karşı tarafın görüşünü çirkin görür. Şimdi ortada bir tek Allah’ın kulu Müslüman kalabilir mi?

- Keza, örneğin, Hanefilere göre, kadının tenine dokunmakla abdest bozulmaz. Şafiilere göre ise bozulur. Her alim, kendi görüşünü doğru ve güzel, karşı tarafın görüşünü ise kötü görebilir. Peki bunların imanında şüphe edilir mi?

17 Sedef hastalığı, kaş ve saç dökülmesi gibi durumlarda medikal yöntemler caiz olur mu?

Normal olmayanı normal hâle getirmek, normalin bozulmasını önlemek, hasta organı tedavi etmek, insana fiziki veya ruhi sıkıntı veren bir durumu gidermek... için yapılan operasyon ve eylemler, lanetlik değiştirmeye girmez, caizdir.

18 Gayri müslim bir ülkenin Müslüman bir ülkeye darbe girişimde sorumlu olduğunu ifade etmek, ülkelerle ilgili siyasi konuları konuşmak gıybet midir?

Eğer kesin olarak bir kanıt biliniyorsa, “Gayrimüslim bir ülkenin Müslüman bir ülkeye yapılan darbe girişiminden sorumlu olduğunu” söylemekte bir sakınca yoktur. Herhangi bir ülke hakkında -iftira etmeden, haksızlık etmeden- “Ülkelerle ilgili siyasi konuları konuşmak, o ülkenin devlet erkanı ya da o ülke insanlarının gıybeti sayılmaz.” 

Yalnız sadece tahminlere dayanan veya sırf karalama adına Müslüman bir ülkeye karşı bir kampanya açmak, oranın erkanını kötülemek doğru değildir. Bununla beraber, sırf bilinsinler ve şerlerinden Müslümanlar korunsun diye bir ülkenin erkanları hakkında konuşmakta bir sakınca yoktur. 

Müslümanlara buğzetmek günahtır. Ancak, Müslümanın yaptığı yanlışa buğzetmek, onun kötü söz veya fiiline buğzetmek gereklidir. Siyasi konularda konuşurken, Bediüzzaman Hazretlerinin II. Dünya savaşında birbiriyle boğuşan ve her iki taraf da gayri müslim olan bir ortamda, takınılması gereken tavrı belirlemeye yönelik ifadesine dikkat etmek ve ondan ders çıkarmak gerekir:

“...Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.” (Asa-yı Musa, s. 20)

Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözlerinde de önemli bir ölçü vardır:

“Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'î var. Zemm ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer'î yok, hiç zararı da yok.” (Emirdağ Lahikası-I, s. 205)

19 Günahlarımız olmazsa Allah’ın rahmeti tecelli etmez mi?

- Evvela, bu menkıbenin sahih olup olmadığını bilemiyoruz.

- Şayet doğru kabul edilirse, manevi olarak aldığı cevap bir ilham eseri olarak değerlendirilmelidir.

- Burada günahlara teşvik yok, insanların günah işleyebilecek şekilde yaratıldığına, bunun bir hikmetinin de Allah’ın affetme, ikramda bulunma, bağışlama, ihsan etme, tövbeleri kabul etmeyi ifade eden “Afuvv, Mükrim, Ğafur, Muhsin, Tevvab” gibi isim ve sıfatlarının tecelli etmesine imkan vermek anlamında olduğuna işaret edilmiştir. Örneğin, Şafi ismi hastalıkları, Razzak ismi açlığı istediği gibi, Ğafur, Tevvab ismi de günahların varlığını ister.

Nitekim bir hadis-i şerifin rivayetinde Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir mümin kul yoktur ki, ara sıra işlemeyi âdet haline getirdiği bir günahı olmasın veya dünyadan göçünceye kadar  işlemeye devam ettiği bir günahı bulunmasın. Şüphesiz mümin fitnelere maruz, tövbekâr ve unutkan olarak yaratılmıştır. Hatırlatıldığı zaman hatırlar.” (Suyuti, el-Camiu’s- Sağir, h. no: 10673)

Taberani’nin rivayet ettiği bu hadisi sahih olarak kabul edilmiştir. (bk. Elbanî, sahihu’l-Camii’s-sağir, h. no: 5735)

- Bu hadis insanlara ümit bahşeden bir hadistir. Burada günahlar güzel gösterilmiyor, günah işlemeye müptela olan müminlerin tövbekâr olmaları övülüyor.

Bu hadisin manası, “Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222) mealindeki ayetin ruhuna da uygundur.

Ayrıca insanların unutkanlık özelliklerine vurgu yapılmasıyla günahkarlara bir mazeret kapısı açılmış gibidir. Demek ki inanan insanların günah işlemeleri,  Allah’a karşı bilerek yapılan bir isyandan çok, o anda duygularına kapılıp  cehennem azabını veya Allah’ın emir ve yasaklarını bir anda unuttuklarından ötürüdür.

- Keza, bu konu “Eğer günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen bir topluluk yaratırdı. Sonra onlar günah işledikten sonra tövbe eder Allah da onları bağışlardı.” (Heyesemi, Zevaid, h. no: 17624) manasındaki hadisin ışığı altında değerlendirilmelidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

“Eğer siz günah işlemez olsaydınız, Allah başka insanlar yaratır ...

20 Lut kavminin helakiyle ilgili Ankebut 35. ayette haber verilen işaret nedir?

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Biz, yoldan çıkmaları sebebiyle şu belde halkının üstüne gökten bir azap indireceğiz. Andolsun ki biz, düşünen bir topluluk için bu beldeden apaçık bir ibret nişanesini geride bıraktık.” (Ankebut, 29/34-35)

- Ayette Lut kavminin helâkinden söz edilmektedir. Geride bırakılan ibret nişanesi ise,

a) Onların başına yağdırılan taşlardan geri kalanlar,

b) Onların yurtlarından geride kalan harabeleri,

c) O bölgede hâlâ akmaya devam eden siyah renkli su,

d) Genel olarak Lut kavminin helak edilmesi konusu. (bk. Zemahşeri, Beydavî, Kurtubi, ilgili ayetin tefsiri)

- Razi de bu “ibret nişanesi”ni, Lut kavminin helak edilmesi olarak değerlendirmiştir. Onun konuyla ilgili değerlendirmesini şöyle özetlemek mümkündür:

“Belli  bir zamanda, belli bir mekânda, Lutilik gibi en çirkin bir işle meşhur olan Lut kavminin helak edilmesi, Allah’ın kudret ve iradesini göstermesi bakımından açık bir ibret nişanesidir. Özellikle o harabeleri gören ve tefekkür etme kabiliyetine sahip akıllı insanlar için çok açık bir cezalandırmanın ipuçlarını, bir iradenin tercih izlerini, bir kudretin tasarruf işaretlerini vermektedir. (krş. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

- Bu ayetten anlaşılıyor ki, Kur’an’ın indiği devirde helak olmuş Lut kavminin harabeleri ortada duruyor ve Arap müşrikleri bazı yolculukları esnasında bunları görüyorlardı.

İşte bu harabeler onlardan aklı başında olanlar için, Allah’a isyan etmenin ne anlama geldiğini gösteren açık bir belge idi.  

“Siz  (ey Arap müşrikleri!) sabahleyin onların yanlarından geçip gidiyorsunuz. Ve geceleyin de (hem gece hem gündüz ticaret için yolculuk yaptığınızda, onların harabelerinin bulunduğu yerlere de uğruyorsunuz. Başlarına gelenleri gözlerinizle görüyorsunuz) hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Saffat, 37/137-138)

mealindeki ayetlerde bu hakikatin altı çizilmiştir.

Ayetin müşrik Araplara verdiği dersin özeti şudur:

“Bakınız, siz ticaret ve benzeri sebepler için yolculuk yaptığınızda, hem gündüz hem geceleyin onların harabelerinin bulunduğu yerlere de uğruyorsunuz. Başlarına gelenleri gözlerinizle görüyorsunuz. Artık sizin -peygamberlerine isyan ettikleri için- sakinleri helak olmuş bu harabelerden ders almanız lazımdır. Aklı başında olanlar bu manzaralarda açık ibret dersleri bulabilirler."

21 Günahların cezası neden bu kadar ağır?

- Biz ne cennetteki lezzetlerin ne de cehennemdeki azabın durumunu aklımızla bilecek durumda değiliz. Bizim bu konudaki yegâne bilgi kaynağımız, ayet ve hadislerdir. O halde, Kur’an’ın ve sahih hadislerin açıkça ifade ettikleri cennetteki lezzetin ve cehennemdeki azabın varlığına olduğu gibi inanmak imanın bir gereğidir.

- İbadet, Allah’ın isteklerini yerine getirmek ve sakındıklarından da uzak durmak demektir. Buna göre, Allah’ın her emrini terk etmek Ona bir isyan olduğu gibi, her yasağını işlemek de Ona bir isyandır.

Elbette, Alemlerin Rabbine karşı işlenen bir suçun cezası ona göre olacaktır.

- Bu sorunun cevabını Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Üçüncü Lem’a isimli eserinde vermektedir. Bizler bu cevabı biraz şerh ederek vermeye çalışalım:

Cenab-ı Hakk’ın, namazı ve ibadeti terk edenler hakkındaki şiddetli tehditleri ve dehşetli cezalarının sebebi şudur:

Nasıl ki bir padişah, halkının hukukunu muhafaza etmek için, halkın hukukuna zarar veren bir adama, hatasına göre, şiddetli bir cezaya çarptırır. Ta adalet gerçekleşsin halkın hukuku muhafaza edilsin.

Aynen bu misal gibi, ibadeti ve namazı terk eden adam da mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Cenab-ı Hak da onun bu tecavüzüne ve manevi zulmüne bir ceza olarak cehennemde ona şiddetli azap eder. Ta ki mahlûkatının hakkı ve hukuku muhafaza edilsin ve adalet yerine gelsin.

İbadeti ve namazı terk eden kişinin mahlûkatın hukukuna tecavüzü ve manevi zulmü şöyle olur:

Mevcudatın kemali ve kıymeti, sanatkârları olan Allah’a bakan yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. Yani her bir mahlûk kıymetini, Allah’ın sanatı olması ve Allah’ı tesbih edip O’nu zikretmesiyle kazanır.

İbadeti terk eden kişi ise, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih etme noktasında yüksek makamda bulunan o mahlûklar aşağıya düşerler ve birer başıbozuk derecesine inerler. Her biri, Rabbini tesbih eden birer müsebbih ve O’nu zikreden birer zâkir iken, kıymetsiz ve ehemmiyetsiz bir vaziyet alırlar.

Ayrıca her biri birer ilahî mektup ve Allah’ın güzel isimlerinin birer aynası olan o mevcudatı, ehemmiyetsiz, vazifesiz, cansız ve perişan bir vaziyette telâkki eder. Bu telakki ile de mevcudatın kıymetini tahkir eder, onların kemalatını inkâr eder ve onların hukukuna tecavüz eder.

Zira ibadet etmeyen bir kişinin nazarında, “Hak, Hak” diyerek Rabbisini tesbih eden leyleğin kelimeleri “Lak, lak”tır. O, leyleğin “Hak, Hak” tesbihini “Lak, lak” zanneder. Çünkü herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenab-ı Hak her insana, bu âlemden hususî bir âlem vermiştir ki, o âlemin rengi, o insanın kalbi itikadına göre boyanır.

Mesela, gayet hüzünlü ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve hüzünlü suretinde görür. Gayet sevinçli, neşeli ve neşesinden gülen bir adam ise, kâinatı neşeli ve güler görür. Tefekkür eden ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden kişi ise, mevcudatı ibadette ve tesbihte görür; onların ibadet ve tesbihlerini bir derece keşfeder ve anlar.

Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam ise, mevcudatı ibadetsiz, başıboş, vazifesiz ve perişan bir surette tevehhüm eder ki, işte bu tevehhüm, mahlûkatın hukuklarına bir tecavüz ve manen onlara bir zulümdür. Cenab-ı Hak da bu zulmün hesabını ahirette onlardan sorar ve mahlûkatının haklarını onlardan alır.

Şimdi şöyle bir düşünelim:

Siz camide namaz kılarken ya da elinizde tesbih Allah’ı zikrederken birisi gelse ve size bakarak şöyle dese: “Bu adam da burada boş boş ne diye duruyor? Hiçbir şey yapmadan zamanını zayi ediyor…” Bu sözler sizi ne kadar kızdırır ve hemen ona karşı dersiniz ki: “Ben boş boş durmuyorum, ben Rabbimi tesbih ediyor ve onun azameti karşısında secdeye gidiyorum. Onu zikrediyor ve emrettiği namazı kılıyorum…” Bu sözleri söyledikten sonra da ondan hakkınızı almak için adaletli sultanın kapısına gider ve sizin hakkınızdaki su-i zannı sebebiyle o kişiden hakkınızın alınmasını istersiniz.

Aynen bu misal gibi, namaz kılmayan ve ibadeti terk eden kişi de bütün mahlûkatı başıboş ve vazifesiz bilir. Onların zikir ve tesbihlerini inkâr eder; yaptıkları ibadetleri reddeder ve bu cihetle onların hukukuna tecavüz eder. Onlar da bu adam hakkında adeta Cenab-ı Hakk’a şöyle derler: “Ya Rabbi! Biz seni tesbih ve zikir ediyor idik, bu kişi bizi vazifesizlikle itham etti. Bizim zikrimizi ve ibadetimizi inkâr ederek bize iftira etti. Bizlerde tecelli eden güzel isimlerine göz kapayarak bizi kıymetsizlikle itham etti. Sen bizim hakkımızı bundan al.” Cenab-ı Hak da mahlûkatının bu duasına icabet eder ve onların hakkını o namazsız kişiden alır.

Şimdi şunu hayal edelim:

Namaz kılmayan kişi, yaşadığı o dakikada ve o saniyede bütün mahlûkların hukukuna beyan ettiğimiz şekilde tecavüz ediyor. Ve o dakikadaki manevi zulme uğrayan bütün mahlûklar da ondan hak talep ediyorlar. Mahlûkatın sayısını ve namazsız kişinin aleyhinde açılan davaların çokluğunu bir hayal edelim…

Bir de namazsız ve ibadetsiz bu kişinin, bu tecavüzü ve manevi zulmü hayatının her dakikasında yaptığını ve işlediği suçu daima tekrar ettiğini düşünelim. Suçların tekrarı ile davalar da elbette çoğalacaktır. Her bir zerre, her bir çiçek, her bir böcek ve sayılarla ifadesi mümkün olmayacak kadar çok mahlûkat, namazsız adamın, her dakikasında hatta her saniyesinde işlemiş olduğu bu zulümler sebebiyle onun aleyhinde dava açacak ve haklarının ondan alınmasını Mevla-yı Teâlâ’dan dileyeceklerdir.

Acaba bu kadar çok dava neticesinde, namaz kılmayan kişinin göreceği şiddetli azap adaletin ta kendisi olmaz mı?

Namaz kılmayan kişinin dehşetli bir cezaya çarptırılmasının bir diğer sebebi de şudur:

İnsan kendi kendine malik değildir. O, kudreti nihayetsiz ve ilmi sonsuz olan Allah-u Teâlâ’nın bir kuludur ve mahlûkudur. Kişi namazı terk etmekle, Allah’ın mahlûku ve bir kulu olan kendi nefsine zulmeder. İbadet için yaratılan azalarını, ibadette kullanmadığı ve kıymetsiz fani işlere sarf ettiği için, Allah-u Teâlâ, o kulunun hakkını onun nefs-i emmaresinden almak ister ve bu sebeple onu dehşetli tehdit eder. Adeta Allah-u Teâlâ, kulunu nefs-i emmaresine karşı korur.

Namaz kılmayan kişinin dehşetli bir cezaya çarptırılmasının bir başka sebebi de şudur:

İnsan, yaratılışının neticesi ve fıtratının gayesi olan ibadeti terk ettiğinde, Allah-u Teâlâ’nın hikmetini inkâr etmiş ve O’nu abes iş yapmakla itham etmiş olur. Bu da şiddetli bir cezaya onu müstehak eder. Bu meseleyi bir misalle şöyle anlayalım:

Bir usta milyonlar masraf yaparak son model bir araba yapsa ve bu arabadan maksadı insanları seyahat ettirmek olsa, sonra sizler bu arabayı alarak onu tavuklara kümes yapsanız; acaba bu hareketinizin lisan-ı haliyle şöyle demiş olmaz mısınız:

“Bu arabayı yapan usta boşuna bu kadar masraf yapmış. Bu araba kümes olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Ben de onu layık olduğu işte kullandım ve kümes yaptım…”

İşte sizin arabayı kümes yapmanız, hem arabanın kıymetini inkâr etme hem de arabayı yapan ustanın hikmetsizliğini kabul etme manasına gelmektedir. Arabayı kümes yapmak, lisan-ı haliyle bu manayı taşımaktadır.

Yine bir usta düşünelim…

Bu usta zamanı göstermesi için bir duvar saati yaptı ve size hediye etti. Saatin lisan-ı halinden anlaşılır ki, bu saati yapan ve size hediye eden usta, bu saatle zamanı bilmenizi istemektedir. Saati yapmasının maksadı ve gayesi budur. Eğer siz şimdi bu saati alarak, onu tepsi gibi kullansanız, saati yapan ustaya hakaret etmiş olmaz mısınız? Saati tepsi gibi kullanmanızın lisan-ı haliyle şöyle demiş olmaz mısınız:

“Bu saat tepsi olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Bu saati yapan usta abes bir şey yapmış ve boşuna bu kadar masraf etmiş…”

İşte sizin saati tepsi yapmanız, hem saatin kıymetini inkâr etme hem de saati yapan ustanın hikmetsizliğini kabul etme manasına gelmektedir. Saati tepsi yapmanın lisan-ı hali bu manayı taşımaktadır.

Aynen bu misaller gibi, her biri milyonlar kıymetinde olan şu cihaz ve azalarımız da ibadet etmemiz için yaratılmıştır. Kim gözünü, dilini, kulağını ve diğer aza ve cihazlarını, ibadetten çevirir ve onları sadece şu fani dünyanın işlerinde kullanırsa, misalimizdeki adam gibi lisan-ı haliyle şöyle demiş olur:

“Bu aza ve cihazlar boşuna verilmiş, bunların hiçbir vazifesi yok, bu yüzden ben de bunları kıymetsiz ve fani olan dünya işlerinde kullanıyorum. Bu cihazlara bu kadar masraf yapan usta da çok hikmetsiz bir iş yapmış, kısa bir ömür için bu kadar masraf yapmış…”

İşte kendisine verilen vücud, aza ve cihazlarını sadece bu fani dünyaya sarf eden kişi, Allah-u Teâlâ’nın hikmetine böyle ilişir, O’nu abes ve boş iş yapmakla itham eder.

Elbette bu kusurun cezası da ancak cehennemim şiddetli azapları olabilir.

Elhasıl:

- İbadeti terk eden kişi ilk önce kendi nefsine zulmeder. Zira vücudu Cenab-ı Hakk’ın kulu ve mahlûkudur.

- Sonra kâinatın hukukuna karşı tecavüz eder. Onların kıymetini hiçe indirip, vazifesizlikle ve başıboşlukla onları itham eder.

- Ve daha sonra da hikmet-i ilahiyeye karşı saygısızlık ve edepsizlik eder.

- Bu kusurları sebebiyle de dehşetli bir tehdide ve şiddetli bir cezaya müstahak olur.

22 Günah işlemek bu kadar kolay olmasına rağmen, neden vebali bu kadar ağır oluyor?

- Bunun ilk cevabı belki de şu olabilir: “Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir.”

- İkincisi, insanlarda olumlu ve olumsuz değişik mekanizmalar vardır. Bunların varlığı imtihanın bir parçasıdır.

Nefis ve kötüye sevk eden dürtüler insanı hak yoldan çıkarmaya, Allah’a karşı isyan etmeye çağırırlar.

Akıl, kalb, vicdan ve ulvi bazı duygular da insanı hak yola, Allah’a itaat etmeye davet ediyorlar.

Bu savaşta kimi kötü dürtülerin kazanması demek, şeytanın askerlerinin zaferi manasına gelir. Bu ise o kimsenin dininde samimi olmadığı, Allah’a karşı gereken sevgi ve saygı göstermediği anlamına gelir.  

İyi telkinlerde bulunan mekanizmaların kazanması ise, meleklerin ve melekî olan duyguların zaferi manasına gelir.

Netice itibariyle kazanlar, ihlas ve  samimiyetlerinden ötürü kazanırlar. Kaybedenler ihlassız ve samimiyetsizliklerinden ötürü kaybederler.

Kur’an’da defalarca cennet yolunun “salihat”tan (salih amellerden) geçtiğini bildirmektedir. Salih amel cennete uygun iş manasına geldiği gibi, salih insan da cennete girmeye uygun kişi demektir.

Dünyadaki imtihanlarda önemli kriterler olduğuna göre, ebedi saadet diyarı olan cennet imtihanının da elbette önemli kriterleri olu.

- Bununla beraber, insanlarda “alışkanlık” kodu denilen psikolojik bir damar da vardır. Bu alışkanlık ilk zamanlarda biraz zor olur. Fakat daha sonra en zor bir alışkanlık da zevk vermeye başlar. Bilimsel deneylerle kanıtlanmış, insanların bu psikolojisi, dini imtihan konusunda, olumlu anlamda kazınılması gereken son derece önemli bir fırsattır.

Nitekim, şu bir gerçektir ki, uyuşturucu müptelası bir insan bu kötü alışkanlıktan lezzet aldığı gibi, tahkiki iman şuuruna sahip dikkatli bir mümin de Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma hususunda tam bir alışkanlık kazandığı için bunlardan lezzet alır. Namaz kılmayan bir insanın orucunu her zaman tutması bu alışkanlığın bir ürünüdür.

Öyleyse, insanlar din konusunda her zaman ilk adımı atmasını bilecek, arkasından gelenler çok kolaylaşacaktır. Hatta lezzet verecektir.

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira’/arşın yaklaşırım, o bana bir zira'/arşın yaklaşırsa ben ona  bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." [Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)]

manasındaki hadiste ifade edildiği üzere, ilk adımı kul atacak, arkasını Mevla getirecektir...

23 Öz babamdan bile sorumlu tutulmazken, ilk babamız Adem’in günahından neden sorumlu tutuluyorum?

- Hiçbir insan babası Hz. Âdem’in suçundan dolayı cezalandırılmaz. Bu bazı Hristiyanların safsatalarıdır. İslam’a göre, suçun şahsiliği esastır. Hz. Peygamber (asm)'in Veda hutbesinde dediği gerçekler, Kur’an’ın birçok ayetinde de yer almaktadır.

- İnsanların bir kısmının cennete, bir kısmının cehenneme gitmeleri, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan dolayı çocukları için ne bir mükâfat ne de bir cezanın olmadığının açık göstergesidir. Aksi takdirde bütün insanların yalnız bir yere gitmeleri gerekirdi.

- Sorudaki imtihan konusu bir kader konusudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

Allah’ın her yerde geçerli küllî bir iradeye sahip olması, O’nun Yaratıcı, Rab ve ilah olmasının olmazsa olmaz şartıdır. Kader noktasında hayrı da şerri de yaratan Allah'tır.

Fakat imtihana tabi tutulanlar da birer kukla değildir. O kötülüklerin meydana gelmesinde onların önemli payı vardır.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsanları ilgilendiren konularda, her olayın iki yönü vardır:

Biri: Allah'ın yaratmasına bakan icat noktalarıdır. Yani hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır. Tevhit/Allah'ın birlik sıfatı bunu gerektiriyor.

Diğeri: İnsanların kazancına bakan ve içinde yaratma işi olmayan tasarruflar, meyiller ve Allah'ın yaratmasına bir vesile hükmünde olan şeylerdir. Özgür bir iradeyle imtihanın yapılmasını sağlamak ve sonuçtan insanları sorumlu tutmak için, insana bu cüzî iradenin verilmesi şarttır ve adaletin gerçekleşmesi adına kullara verilmiştir.

Söz gelişi, ortada bir hastalık varsa, onun yaratıcısı Allah'tır. Fakat icat noktaları içermeyen yönleri ise insana aittir. Mesela, terli terli soğuk su içmek bir suistimaldir, neticesinden sorumlu olan insanın kendisidir. Bademciklerinin şişmesinden, grip olmasından kendisi sorumludur. Fakat hastalığı yaratan Allah'tır.

Edepli olan kimse, Hz. İbrahim (as) gibi, vesilelik yönüyle kötülüğün kendisine; yaratıcılık yönüyle de iyiliğin Allah'a ait olduğunu düşünür ve:

“Ben hastalandığım zaman bana Allah şifa verir.” (Şuara, 26/80) der.

Eğer böyle düşünmezsek, bu takdirde kolumuzu, bacağımızı kıran, malımızı çalan, hatta bir insanı öldüren kimseye kızmamamız gerekir. Ve Allah'ın da bunlara ceza vermemesi lazım gelir.

“De ki: Rabbinizden gelen hak / gerçek budur. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)

- Kader, Allah’ın ilminin bir nevidir. Levh-i Mahfuz'da yazılanlar, bu sonsuz ilahî ilmin bir yansımasıdır. Bütün varlıklar gibi insanların da hayatları boyunca takip edecekleri yolun bütün detayları, Allah tarafından bilinmekte ve yanındaki kitaba yazılmış bulunmaktadır.

Allah’ın her şeyi bütün detaylarıyla, geçmiş ve geleceğiyle bilmesi, onun ezelî ilminin bir gereğidir. Aksi takdirde, Allah’a cehalet isnat edilmiş olur ki, bu yanlışı bütün kâinat reddetmektedir.

Burada mühim olan nokta, Allah’ın ilminin hiç kimseyi bir yöne zorlamadığı gerçeğini kavramaktır. Gerçekten ilim sıfatı, kudret sıfatından farklıdır.

Kudretin yaptırım gücü vardır. İlmin yaptırım gücü yoktur, zorlama özelliği yoktur. Bir şey nasıl olacaksa, Allah, onu o şekliyle bilir. Allah âdildir, zulmetmez. Bunu kabul etmek Allah’a imanın başında gelen bir husustur.

Öyleyse, Allah imtihana tabi tuttuğu kulları hakkında âdil muamelede bulunmak için, mutlaka onlara kalp, akıl, duygu gibi unsurları verdiği gibi, özgür bir iradeyi de vermiştir.

Ve O’nun önceden imtihanın sonucunu bilmesi, asla bu özgür iradeye bir müdahale anlamına gelmeyecektir. Çünkü, Allah, her irade sahibi varlığın, bu iradesini nerede ve nasıl kullanacağını bilir.

Özetle, Allah, sadece kimlerin cennete veya cehenneme gideceklerini bilmez, aynı zamanda kimin hangi işlerinden ötürü oralara gideceklerini de bilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Adem kusur işlemeseydi, hakikaten biz şimdi cennette mi?

Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk?

Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var?..

Allah bizi yaratırken ne yarattığını bilmiyor muydu?

24 Sarhoşken zinaya yönlendirilen kişinin hükmü nedir?

- Hanefi ve Şafiilerin de içinde bulunduğu alimlerin büyük çoğunluğuna göre, bir kimse kendi iradesiyle kendini sarhoş etmişse, bu sarhoşluk halinde yapacağı bütün muameleleri (sarhoş olmamış gibi) geçerli sayılır ve sorumlu olur. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslami, 4/129)

- Bediüzzaman Hazretlerinin konuyla ilgili fetvası da aynı doğrultudadır:

“...Bir adam sû'-i ihtiyarıyla (özgür iradesini kötüye kullanarak), haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı (yaptığı bütün olumsuz işleri), ülema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse (eşini boşasa), talakı vaki' olur. Bir cinayet etse, ceza görür.(bk. Sözler, s. 482-483)

- Bu fetvaya göre, kendi isteğiyle kendini sarhoş hale getirmiş bir kimsenin -kendinde/farkında olmasa da- yaptığı zina suçu, sarhoş olmadan yapmış gibi kabul edilir. Sarhoşluktan ötürü hiçbir mazereti kabul edilmez.

- Şu anda yapılması gereken şey, ciddi bir tövbe etmektir. Hem yabancı bir erkekle halvette kalmaktan dolayı, hem zina suçundan dolayı hem de bu suça sebebiyet veren içki içmekten dolayı samimi pişmanlık duymak ve bu işlerden uzak durmaktır. Uzak durmak için de sosyal çevreyi mümkün ölçüde değiştirmek esastır.

25 Şehvetin kulağı yoktur, sözü ne anlama gelir?

Kur’an’da tehditler genellikle büyük günahlar içindir. Harama bakmak -ısrar edilmediği zaman- büyük günah sayılmaz.

“Şehvetin kulağı yoktur.” sözü anonim bir sözdür. Kaynağına rastlayamadık.

Bir şeyi duymazlıktan gelen kimseye sağır denir. Bu sağırlık ister gerçek ister bir numara olsun fark etmez.

İnsanda iman ve nasihati dinlemeyen en önemli kuvvelerden birisi şehvettir. Bu manaya işaret için “Şehvetin kulağı yoktur." denilmiş olabilir. Yani bu söz önemli bir hakikate işaret ediyor.

Bilgi için tıklayınız:

Harama bakmanın şeytanın zehirli bir oku olmasına dair bir hadis...
Harama bakmanın sorumluluğu nedir?
Harama bakmaktan nasıl korunuruz?

26 Kınama, gıybet ve büyük konuşma aynı şey midir?

- Kınama ile gıybet arasında doğrudan anlamsal bir ilişki yoktur. Kınama bir kimseyi ayıplamak, kusurunu söylemek demektir. Gıybet ise, bir kimseyi arkasından çekişmektir.

- Bir kişinin kusurunu yüzüne vurmak bir kınamadır; fakat bir gıybet değildir. Gıybet olması için, onun bulunmadığı yerde konuşmak gerekir.

Bu konuyu mantık açısından şöyle bir formüle koyabiliriz: “Her kınama gıybet değildir. Fakat her gıybet aynı zamanda bir kınamadır.”

- “Büyük konuşma”, kişinin haddini aşarak, şımarıklık göstererek, gururlanarak, boyunu aşacak şekilde yaptığı konuşmaya denir. Bu gibi konuşmalar doğrudan gıybet değildir.

Eğer bir kimse bu “büyük konuşma”yı normal bir mecliste açıktan yaptıysa ve orada olmayan bir kimseyi hedef almadıysa bu gıybet olmaz. Eğer bu konuşma (ister büyük iste küçük olsun) bir kimsenin gıyabında onun aleyhine olacak şekilde ise bu gıybet de olur...

27 Bir eli, bir ayağı ya da birer eli ve ayağı eksik olan birinin hırsızlığı için mevcut uzuvlarından biri kesilir mi?

Ebû Hanîfe’ye göre, sağ elinin kesilmesi için sol elin sağlam olması gerekir. Eğer sol el kesik veya çolak ise veya baş parmağı yahut baş parmağı dışında iki parmağı kopuk ise, hırsızın sağ eli kesilmez. Ayrıca sağ ayak kopuk veya topal ise sağ el de kesilmez. Çünkü bu durumlarda uygulanacak el kesme cezası öngörülen ölçüyü aşan ağır bir ceza olmaktadır.

İmam Mâlik ile Şâfiî, hırsızlığın tekerrürü halinde her iki el ve her iki ayağın kesilebileceği hususunda aynı görüşte iseler de Mâlik açıkça sakat olan elin veya ayağın kesilemeyeceği kanaatindedir. İmam Şâfiî ise, elin veya ayağın sakat olması durumunda da kesilebileceğini söyler. Ancak bütün İslâm hukukçuları, kesilmesi gereken organın hırsızlıktan sonra herhangi bir sebeple yok olması, halinde bu cezanın başka bir organa uygulanamayacağı, dolayısıyla sâkıt olacağı görüşünde birleşmektedir. Benzeri bir durum olarak suçlu kesilmesi gereken organını kasten kesecek olursa, yine kesme cezası düşer. Ancak bunu yapana ta‘zîr cezası verilir.(Ali Bardakoğlu, DİA, Hırsızlık Md., XVII, 390-391).

28 Dine zarar verecek bidalar nelerdir?

Bilindiği gibi, Risale-i Nur’da söz konusu cümle “kebair” yani büyük günahlardan bahsedilirken kullanılmıştır. İlgili ifadeler şöyledir:

“Hem mektubunuzda 'yedi kebair'i soruyorsunuz. Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb'a tabir edilen günahlar yedidir: 'Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat'-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara tarafdar olmak'tır." (bk. Barla Lahikası, s. 335)

- Hadiste "helak edici yedi kebair" şöyle sırlanmıştır:

“(1) Allah’a şirk koşmak, (2) sihir, (3) haksız yere adam öldürmek, (4) yetimin malını yemek, (5) faiz yemek, (6) savaşı bırakıp kaçmak, (7) masum mümin kadınlara -yalan yere- zina isnadında bulunmak.” (Müslim, İman, 145)

- Bunu sahih hadislere aykırı görmemek gerekir. Çünkü, farklı hadislerde en büyük günah ile helak edici günahlar ayrı şekilde zikredilmiştir. Mesela, bir rivayette “En büyük günahlar” başlığında “şirk, ana-babaya saygısızlık, yalan şahitlik” suçları verilmiştir. (bk. Müslim, İman, 143)

Risalelerde ise, yalnız “en büyük günah” veya “helak edici” günahlardan söz edilmemiş, bilakis, hepsinin de sahih hadis ve ayetlerde yeri olan bu günahların tamamından yedi tanesi seçilmiştir. Örneğin, yukarıdaki hadiste yer alan “ana-babaya saygısızlık, yalan şahitlik” suçları, “mubikat / helak edici” günahlar arasında sayılmamıştır. Fakat Risalelerde bunlara yer verilmiştir.

- Risalelerde zikredilen büyük günahların bu asrın fert ve toplum hayatında yaptığı tahribatın boyutunu öğrenmekle, bunların ön plana çıkarılmasının hikmeti anlaşılabilir.

- Dine zarar veren bidaların teşhisine gelince, bunları Risalelerden öğrenebiliriz.

Mesela: “Hem suçlarından diye:
- Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve
- Lâikliğin kabulü,
- İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması,
- Şapka giyilmesi,
- Tesettürün kaldırılması,
- Latin harflerinin huruf-u Kur'aniye yerinde cebren kabulü,
- Türkçe ezan ve kamet okunması,
- Mekteblerde din derslerinin kaldırılması,
- Kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve
- Taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid'at, dalalet, ilhaddır
diyen, irtica ile suçludur." diye yazmışlar. (bk. Şualar, s. 431-432)

- Bu ifadeden anlaşıldığı gibi, Mahkemeler kararlarında Üstad Bediüzzaman’ın karşı çıktığı bazı maddeleri zikretmiş ve bunu bir suç olarak değerlendirmişlerdir. Üstad ise, bu maddelerin “dine zararlı bidalar” olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Ey insafsız heyet! Eğer her asırda;
- Üç yüz elli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur'aniyeyi inkâr etmek
- Ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak
mümkün ise
- Ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz,
beni bu şeylerle suçlu yapınız.

Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.” (bk. Şualar, s. 432)

- Üstad'ın bu ifadesinden anlaşılan: “Kitap ve sünnete, İslam alimlerinin ittifakla kabul etikleri içtihatlara aykırı olan her şey dine zararlı bidalara” girer.

- Dine zararlı olmayan bidalar: Kitap ve sünnetin emir ve yasaklarına aykırı olmayan, ancak onlarda açıkça bulunmayan şeylerdir. Bunlara bazı alimler “bidat değil” derken, bazıları da “bida-yı hasene” demişler.

29 Zina cezasına dört şahit aranması gerçekçi mı?

Şahitlerin görüp görmemesi hususu, kişileri zina yapmaya teşvik etmez. Böyle bir varsayım isabetli değildir. Çünkü, o anda nefsin kabarması, hayvani dürtülerin ağır basması sebebiyle, mümin olarak kendisini bizzat Allah’ın görmekte olduğuna inandığı halde yine de bu suçu işliyorsa, o anda kimsenin rasyonel bir hesap içinde olmayacağını göstermektedir.

Fakat İslam, bu konuda çok önemli olan “iftira”ların kapısını kapatmayı önemli görmüş ve bu sebeple dört şahidi şart koşmuştur.

Bir masumu haksız yere cezaya çarptırmak, on caniyi cezalandırmamaktan daha kötüdür.

Bunun için ortaya konulan “dört şahit” şartından ötürü şayet bazı suçlular ceza görmezse bile, iftiraya uğrayan masumların hak ve hukuklarının korunmuş olması, o yan etkinin zararlarını telafi edecek mahiyettedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

“Kur'an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz (ağzınızı açmayınız), bu kapıyı kapayınız demektir.” (Barla Lahikası, s. 268)

30 Günah işlenince hemen yazılır mı?

Sorudaki şekliyle bir hadis rivayetine rastlayamadık.

Ancak genel manayı ifade eden bazı rivayetler vardır. Bir tanesi şöyledir:

“Herhangi bir Müslüman bir günah işlerse, onun günahlarını yazmakla görevli olan melek mutlaka üç saat durur / bekler. Eğer kişi o günahından dolayı o saatlerin bir anında (o üç saat zarfında) tövbe edip Allah Teala’dan mağfiret dilerse, Allah Teala meleği onun günahına vakıf kılmaz, kıyamet günü de (o günahtan dolayı sahibine) azap etmez.” (Hakim, Müstedrek, 4/291)

Hâkim bu hadisin sahih olduğunu bildirmiş, Zehebi de onu tasdik etmiştir. (bk. Müstedrek, a.g.y)

31 Hırsızlık yapan ne yapmalı?

Kul hakkıyla ilgili tövbenin en önemli iki şartı var:

- Malı sahibine geri vermek veya ondan helallik almak.
- Biri de yaptıklarına ciddi pişmanlık duymak.

Bu kardeşimiz bu iki şartı da yerine getirmiştir. İmam Gazali’nin ifade ettiği gibi, şartlarına haiz sağlam bir tövbe yapılırsa mutlaka kabul olur... Makbul bir tövbenin karşılığı günahların affedilmesidir.

- Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, bu kardeşimizin -hasta olacak kadar- aşırı bir tedirginlik göstermesi, âdeta ilahi rahmetten ümidini kesmesi doğru değildir.

Evet, insan hangi konuda olursa olsun, işlediği her günahın, Allah’a karşı bir isyan manasına geldiğini düşünmeli, pişmanlık duymalı ve gerekli tövbeyi yapmakla birlikte, bundan böyle samimi bir ahiret yolcusu gibi davranmalı, Allah’ın rızasını kazanmak için her güzel yoldan istifade etmelidir...

Her insan, eski kötü halini yeni güzel bir hale dönüştürürken, şu ayetin himayesine sığınmayı asla unutmamalıdır:

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir / çok affedicidir,  pek merhametlidir." (Zümer, 39/53)

32 Mülteci istemeyen biri günaha girer mi?

Zulme maruz kalmış insanlar sığınma talep ettiklerinde, aksine bir zaruret yoksa bunları kabul etmek gereklidir. 

Ayrıca casus vb. olmayan gayri müslimler de geçici olarak İslam ülkesine gelmek isterlerse, onlara İslam'ı anlatmak ve bunu Müslümanların hayatında görmelerini sağlamak için kabul etmek gerekir.

33 Haram reklam veren siteye yazı yazmak caiz mi?

Siz haber yazmasanız, sitede başkaca ilgi çeken şeyler olmasa oraya kimse reklam vermez; yani siz de reklam verilmesine vesile ve yardımcı oluyorsunuz.

Bu sebeple reklamların çoğunun meşru olması gerekir ki, aldığınız parada problem olmasın.

34 Haram aşkı cennete tercih ederim, denilebilir mi?

- Şu bir gerçektir ki, bu söylenenler aklını bir kenara bırakıp şehevi duygularının iksiriyle sarhoş olmuş bir tatlı hayalin ürünüdür.

- Bugün tecrübeye dayalı olarak her şey hakkında bir deneyimin zorunluluğunu ders veren pozitif ilimlerin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. O halde bir konuda iddialı bir tavrı ortaya koymak için, bu bilimsel kurallara uygun olarak kendimizi test etmemiz en kıllıca bir yöntemdir.

Bu konuda hepimiz pek çok testleri müşahede etmişizdir. Bazı düğünlerde oyun-eğlence, aşk-u meşk derecesinde bir sarhoşluk verdiği halde, bir yangın durumunda en sevdiklerini bile bırakıp nasıl kaçtıklarını defalarca görmüşüzdür. Ve bu davranış bir insanlık dışı da değildir. Tamamen insanlık içinde olması gereken bir tavırdır. Çünkü, insan zayıftır, en çok kendi nefsini sever… Yangınlarda kurtarılması gereken kıymetli eşya öncelikli olduğu gibi, herkesin en kıymetli eşyası olan kendi canını kurtarması doğru bir davranıştır. Bunun ötesinde fedakârlık göstermek herkesin kârı değildir..

Yalnız bir tek dişi şiddetli ağrıyan bir kimsenin, aşk-u meşklerden zevk alacağına ihtimal veren delidir.

- Fazla uzatmadan, gerisini düşünebileceğinizi düşündüğümüz bu kısa başlıkların, öbür dünyadaki yansımalarını Allah’ın kitabı Kur'an’dan dinleyebiliriz:

Kendi nefsine zulmeden (suç işleyip cezayı hakkeden) her kişi, dünyadaki bütün şeylere malik olsaydı bile, cezadan kurtulmak için hepsini fidye olarak verirdi. Onlar cezaları olan azabı görünce, içten içe duydukları pişmanlığı açığa vururlar. (Ne çare ki) aralarında artık adaletle hüküm verilir ve onlar asla haksızlığa uğramazlar.” (Yunus, 10/54)

“Birbirlerine gösterildikleri halde hiçbir candan dost, dostunun hâlini sormaz. Her mücrim (suçlu olan) o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak oğullarını, eşini, kardeşini, kendisine sahip çıkan sülalesini, hatta dünyada olanların tamamını verip de kurtulmak ister. (Mearic, 70/10-14)

İşte o gün (kıyamet günü) kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkes kendi derdine düşer.” (Abese, 80/34-37)

Hülasa: Bu ayetlere iman edenin, günah işlemesi durumunda içi rahat olmaz...

35 Zina yayılırsa, daha önce görülmemiş bulaşıcı hastalıklar olur, sözü hadis midir?

Bu hadisi Beyhaki, Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir. (bk. Beyhaki, Şuabu’l-İman, 5/22, 23)

Bu konuda farklı iki rivayette bulunan Beyhaki, birincisi hakkında sükut etmiş, ikincisi için “zayıf olduğu” hükmünü belirtmiştir. (bk. a.y)

Beyhaki, bu manaya gelecek başka bir rivayetin sahih olduğunu ifade etmiştir. (bk. Beyaki, Şuabu'l-İman, 5/22 h. no: 3042; Hakim, Müstedrek, 4/582)

36 Sadist olan dinden çıkar mı?

Bir hayvana bile bilerek zarar vermeyi yasaklayan ve bunun ahirette hesabının olduğunu söyleyen Rahmet Dini olan İslam’a göre, insan gibi kainatın en değerli varlığına bilerek zarar vermenin ve bundan da şeytanca zevk almanın ne kadar büyük bir günah olacağı açıktır.

Bu tür günahlar, hem Allah hakkını hem de kul hakkını ilgilendirdiği için, hem tövbe etmek ve bir daha bu günaha girmemek gerekir; hem de zarar verilen kişilerden tek tek helallik alınarak maddi bir zarar söz konusuysa onları da ödemek gerekir.

Ancak, bir günah ne kadar büyük olursa olsun, kişi inkar etmedikçe, günah sebebiyle kafir olmaz.

Sadist kişilik bozukluğu, bilinçli olarak başkasına zarar vermekten haz alan kişilik bozukluğudur. Bu bir hastalıktır.

Herkes bazı zaman dilimlerinde anlık öfkesine kapılarak başkasına zarar verebilir ve bu durum normal karşılanır.

Ancak sadist kişilik bozukluğunda durum çok farklıdır. Aynı duygu kişide kalıcıdır ve her vesile ile devreye girer. Kişi yemekten haz alır gibi muhatabına çeşitli eziyetler çektirerek haz almaya çalışır.

Dinde asla yeri olmayan bir durumdur. Hiçbir insan bu durumu normal karşılayamaz.

Bu durumun bir hastalık olması nedeniyle ciddi ilaç ve terapi desteği ile tedavi edilmesi lazımdır.

Kişilerin çoğu bunu bilinçsiz olarak yapmaktadır; bunu fıtratın bozulması olarak yorumlamak daha doğru olur.

37 Zina, günah ve ahlaksız fiiller işleyen kişinin şahitliği geçerli midir?

Mezheplerin ittifakla aradığı adalet şartı, daha çok ilgili âyetlerde şahitler için “kendilerinden razı olduğunuz” ve “adalet sahibi” nitelendirmelerinin yapılmış olmasıyla (el-Bakara 2/282; el-Mâide 5/106; et-Talâk 65/2) temellendirilir. Ayrıca emanete hıyanet edenin ve zina fiilini işleyenin şahitliğinin kabul edilmeyeceğini bildiren hadis (Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 16) vb. deliller de bu konudaki değerlendirmelerin dayanakları arasında yer alır.

Büyük günahlardan kaçınma, farzları eda etme ve iyilikleri kötülüklerinden fazla olma gibi ölçülerin adalet tanımlarında etkili olduğu görülür (Kâsânî, VI, 268). Adalet şartlarını taşımayan kişiye fâsık denilmektedir. Kişinin böyle nitelendirilip şahitliğinin reddine sebep olan fiil ve hallerle ilgili açıklamalar, kişinin dini fazla önemsemediği ve dine bağlılığının zayıf olduğu izlenimini veren tutumlar şeklinde özetlenebilirse de bazı ayrıntılarda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.

Şâfiîler fâsığın şahitliğini hiçbir durumda kabul etmez. Bu konudaki temel gerekçe, şahitliğin bir tür değer ve saygınlık göstergesi olarak algılanmasıdır. Hanefîler, adalet şartında ısrar etmekle birlikte, genel olarak velâyete ehil olduğu gerekçesiyle fâsığın bazı durumlarda şahitlik yapmasını câiz görürler. Hangi suç ve günahı işlemiş olursa olsun, tövbe ettikten sonra kişinin şahitliği kabul edilir. Hanefîler zina iftirası suçundan dolayı cezalandırılmış kimseyi bu kuralın dışında tutar; çünkü onlara göre bu kişinin şahitliğinin kabul edilmemesi ona uygulanması gereken had cezasının bir parçasıdır. Bu görüşü benimsemelerinde ilgili âyeti (en-Nûr 24/4) anlama tarzı yanında muhtemelen işlenen suçun şahitlikle hiçbir şekilde bağdaşmayacağı düşüncesi de etkili olmuştur.

Fâsıklığın yaygınlaşıp adalet şartına sahip şahitlerin bulunmaması durumunda, hakların zayi olmaması için hâkimin zarurete binaen mevcutlar arasında nisbeten daha iyi olanların şahitliğine başvurabileceği şeklinde bazı Mâlikîler’ce öne sürülen görüşün Ezraî ve Ahmed b. Abdullah el-Gazzî gibi birçok Şâfiî fakihi tarafından kabul edildiği belirtilir (Kâsânî, VI, 268).

Kâsânî, bu konuda çok katı davranmanın doğru olmayacağına dikkat çekmek için bir defa yalan söyleyenin şahitliğinin kabul edilmemesi halinde şahitlik kapısının kapanacağını söyler (Bedâ'i, VI, 269, 270-271). Bu açıdan birçok fıkıh âlimi, şahitlik yapabilmek için hiç günah işlememiş olmak gibi bir şartın bulunmadığını belirtme ihtiyacı duymuştur.

Adalet niteliği bakımından şahitlerin gerçek durumlarının araştırılmasının (tezkiye) gerekli olup olmadığı tartışılmış, Ebû Hanîfe hadler ve kısas dışındaki haklar konusunda dıştan görünen adaleti yeterli görürken, Ebû Yûsuf ve Muhammed tezkiyeyi şart koşmuştur. Hasmın şahidin adaletine itiraz etmesi durumunda, had ve kısas davalarında hasmın itirazına gerek olmaksızın zâhir adaletle yetinilmeyip hâkimin şahitleri soruşturması gerektiği hususunda Hanefî mezhebinde görüş birliği vardır. (H. Yunus Apaydın, "Şahit Md.", DİA, 38/281)

38 Allah, anne-babaya karşı gelmenin cezasını ölümden önce verir mi?

“Allah bütün günahlardan dilediğini kıyamet gününe tehir eder. Ancak anne-babaya karşı gelmenin cezasını ölümden önce hayattayken verir.” (Hâkim, 4/172)

Hakim, bu hadis rivayetinin sahih olduğunu söylemiş, ancak Zehebi, senedinde Bekkar b. Abdulaziz adındaki ravinin zayıf olduğunu belirterek rivayetin zayıf olduğunu bildirmiştir. [bk. Zehebi, Talhis, (Müstedrek ile birilikte), a.g.y]

Alimlere göre, bu hadis ifadesi “tağliz-teşdid” (anne-babaya karşı gelmenin kötülüğünün büyüklüğünü göstermek) içindir. (bk.Aliyyu’l-Kari, Mirkatu’l-Felah, 7/3098)