​Uygur Müslümanlarına olan sorumluluğumuz nedir?

“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise bâtıl dava uğrunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın planı (tuzağı) daima zayıftır.” (Nisâ, 4/75-76).

Kuzzat Altay isimli genç bir Uygur iş adamını dinlerken o ağladı benim de gözyaşlarım boğazımda düğümlendi.

Yazıklar olsun bizim Müslümanlığımıza, böylesine güzel, kâmil ve her derde deva bir dinin adamı olamadık, manevi alanda olduğu kadar maddi alanda da düşmanı caydıracak ölçüde güçlü olmamız gerekirken dağıldık, parçalandık, düşmanı koyup birbirimizle savaştık; dünyada zalimin hasmı, mazlumun dostu, adaletin teminatı olmamız gerekirken zalimden el açıp medet dilenecek duruma geldik. Bu zalim Çin’in Uygur Müslümanlarına yaptıkları hakkında bilgiler ve haberler geldikçe kahroluyorum. En son Kuzzat’ı dinledim ve bu yazıyı yazıyorum. Evet, biliyorum ki olan olmuş, ümmet bu hale gelmiş, iri zalimlere dur diyecek güç dengesinden mahrumuz, ama yine de yapılacak şeyler vardır. Devletin yapacakları vardır, halkın yapacakları vardır. Donmuş kanları belki ısıtır diye yukarıda mealini verdiğim iki ayetin tefsirini sunuyorum:

Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra da Mekke müşrikleri onların peşini bırakmamış, bazen başka kabileler ve Medineli bir kısım Yahudilerle iş birliği yaparak Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yapmış, yeni dinin sâliklerini hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak bu amaçlarına ulaşamadılar ve hicrî 6. yılda Hudeybiye Antlaşması’nı yapmaya mecbur kaldılar. Bu antlaşmanın bir maddesine göre bundan sonra Müslüman olup Mekke’den kaçanlar iade edilecekti. Böylece hicret imkânı bulamayan Müslümanlarla bu madde gereği iade edilen Müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke’de kaldılar, müşriklerin çeşitli zulüm ve baskıları altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı dayanılamaz hâle geldikçe Allah’a yalvarıyor ve bir kurtarıcı göndermesini istiyorlardı. Âyetler, bunların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutları da vardır; çünkü savaş nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da öyle mümkün değildir. Yapılması gereken, savaşın hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. Bu âyetlerden burada gördüğümüz ikisi, savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır:

a) Allah rızâsını elde etmek,

b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak.

“Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara dönmektedir. Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır. Allah, mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme razı olmadığından “Allah rızâsı için savaşmak” adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dine inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itaat ettikleri –maddî, mânevî– bir önderleri olacaktır. Bu önderler Kur’an’a göre tâguttur, şeytanlardır. Bunlara tâbi olanların savaş amaçları ise hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.

Savaş yalnızca silahlı kuvvetlerle yapılmaz. Silahsız kuvvetlerin yapabileceklerini yapmakla yükümlüyüz ve sorumluyuz.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun