Tevessül, ayet ve hadislere göre caiz midir?

TEVESSÜL NEDİR?

Tevessül: Vesile kılmak demektir. Allah’ın affına, yardımına veya başka bir isteğe nail olabilmek için kişinin kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Yine “hürmetine istemek” ve “falan kulunun hürmetine” demek de bir tevessüldür.

Tevessül Ehl-i sünnet itikadında caizdir, vacip değildir. Yani kişi dilerse tevessül eder dilerse tevessül etmeksizin doğrudan Allah’tan ister. 

Selefiler ise tevessülü küfür ve şirk kabul etmekte, tevessül edeni de şirke düşmekle itham etmektedirler. Yani onlara göre, bütün Ehl-i sünnet mensupları, avamından müçtehidlerine kadar hepsi şirke düşmüştür yani müşriktir.

Bu eserde -Allah'ın izni ve inayetiyle- Selefilerin ne kadar yanıldığını kati bir şekilde ispat edeceğiz. 

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz birinci delil Nisa suresinin 64. ayetidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:

 وَلَوْ أَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاؤُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا   

Onlar nefislerine zulmettiklerinde -yani günah işlediklerinde- sana gelselerdi ve Allah’tan af dileselerdi, Resul (a.s.m.) da onlar için Allah’tan af dileseydi, Allah’ı Tevvab (tövbeleri çokça kabul eden) ve Rahim ( çok merhametli) bulurlardı. (Nisa 64)

Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım:

Ayet-i kerimenin başında, “Onlar nefislerine zulmettiklerinde -yani günah işlediklerinde- sana gelselerdi.” buyrulmuş. Bu ifade açık bir şekilde, tevessülün caiz olduğunu ispat etmektedir. 

— Zira tevessül neydi? 

Tevessül: Kişinin kendi ile Allah arasına arzusuna nail olabilmek için salih bir kulu koymasıydı.

— Peki, ayette bahsi geçen kişilerin arzusu ne? 

Arzuları Allah’ın kendilerini af etmesi.

— Bu affa mazhar olabilmeleri için Allahu Teâlâ kaç şart ileri sürüyor? 

Üç şart ileri sürüyor:

Birinci şart: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a gelmeleri, onu aracı yapmaları yani ona tevessül etmeleri.

İkinci şart: Allah’tan af dilemeleri.

Üçüncü şart: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dilemesi yani onların tevessülünü kabul etmesi.

Bakın, bu ayet-i kerime sadece tevessülün caiz olduğunu beyan etmiyor, bir de tevessülü teşvik ediyor. Çünkü ayet açık bir şekilde, günah işleyenlerin Efendimiz (a.s.m.)'a gitmelerinive onu aracı yapmalarını emrediyor. Bu tevessül değil de nedir?

Burada şu soru akla gelebilir: 

— Kişinin tevessül etmeksizin tek başına tövbe etmesi caiz iken niçin bu ayet-i kerimede Efendimiz (a.s.m.)'a tevessül etmeleri şart koşulmuştur?

Bunun cevabı şudur: Her ne kadar kişinin tek başına af dilemesi tövbe için yeterli olsa da Peygamberimizin onlar için af dilemesi onların tövbesine katıldığında, tövbeleri kabule daha şayan olacaktır. Bu sebeple, onlara Peygamberimize tevessül etmeleri emredilmiştir.

Tevessülü inkâr edenler diyor ki: 

— Araya peygamberi bile koyamazsın. 

Peki, Nisa suresi 64. ayet ne diyor? Diyor ki: “Onlar günah işlediklerinde sana gelselerdi.” Yani seni araya koysalardı, seni aracı yapsalardı. 

Kur’an böyle diyor. Onlar, “Peygamberi bile araya koyamazsın.” diyor. Peki, biz kimin sözüne inanacağız? Kur'an'ın mı onların mı? Elhamdülillah biz Kur'an'ın sözüne iman ediyoruz.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz:

1. Günah işleyenlerin Peygamberimize gitmesi, onu araya koyması ve bunun ayetle emredilmesi tevessülün caiz olduğuna delil değil midir? 

2. Ayetinde devamında geçen “Sen de onlar için af dileseydin.” ifadesiyle, Efendimiz (a.s.m.)’dan onların tevessülünü kabul etmesi istenmiş. Eğer tevessül caiz olmasaydı AllahuTeâlâ Peygamberimizden onların tevessülünü kabul etmesini ve onlar için af dilemesini ister miydi? Yani -haşa- Allahu Teâlâ Peygamberimize şirk olan bir amele rıza göstermesini mi emretmiş?

Eğer “Tevessül caiz değildir.” derseniz, Allah’ın Peygamberimize şirke rıza göstermesini hatta ona ortak olmasını emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. Bunu kabul edene de değil Müslüman, insan bile denmez.

3. Siz “Tevessül şirktir.” diyorsunuz. Şirkin cezası ise cehennemde ebedî kalmaktır. Hâlbuki tahlilini yaptığımız ayet-i kerimede, Peygamberimiz (a.s.m.)’a tevessül etmeleri emredilenler hakkında: “Eğer sana gelselerdi, sen de onlar için af dileseydin, Allah’ı Tevvab ve Rahim bulurlardı.” buyrulmuş.

Eğer tevessül şirkse, onlar Cenab-ı Hakk’ı nasıl Tevvab ve Rahim buluyorlar? Onların Allah’ı Tevvab ve Rahim bulması, Allah’ın onları affedeceği manasındadır. Bu da tevessülün caiz olduğunu ispat eder.

HAZRETİ YAKUP (A.S.)’IN EVLATLARININ TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz ikinci delil Yusuf suresinin 97 ve 98. ayetleridir. Bu ayet-i kerimede, Yakup (a.s.)’ın evlatları şöyle diyor:

يَا أَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِين  

Ey babacığımız! Günahlarımız için af dile. Şüphesiz biz günah işlemiştik. (Yusuf 97)

Onların bu isteğine karşı Yakup (a.s.) da şöyle diyor:

سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ 

Ben sizler için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, gafur ve rahimdir. (Yusuf 98)

Şimdi, bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:

Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, Yakup (a.s.)’ın evlatları babalarına gelerek: “Ey babacığımız, bizim günahlarımız için af dile.” demiştir. 

— Bu bir tevessül değil midir? 

Bu apaçık gibi tevessüldür. Zira tevessül, kişinin Allah’ın affına ya da farklı bir arzusuna nail olabilmek için kendi ile Allah’ın arasına salih bir kulu koymasıdır. Yakup (a.s.)’ın evlatları da Allah’ın affına mazhar olabilmek için Allah ile aralarına Hazreti Yakup’u koymuşlar ve babalarına tevessül etmişlerdir. Bu apaçık bir tevessüldür.

Eğer tevessüle şirk derseniz, Yakup (a.s.)’ın evlatlarının şirke düştüğünü yani müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız. 

İş sadece bununla da bitmez. Eğer tevessül şirk olsaydı Yakup (a.s.)’ın onları menetmesi ve“Evlatlarım, tevessül şirktir. Allah ile aranıza beni sokmayın, doğrudan Allah’tan isteyin.” demesi gerekirdi. Çünkü bir peygamberin şirke rıza göstermesi düşünülemez. Tevessül şirk olsaydı Yakup (a.s.) muhakkak evlatlarını bu işten menederdi. Ama menetmemiş. Bırakın menetmeyi, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim.” diyerek evlatlarının tevessülünü kabul etmiştir.

— Acaba Yakup (a.s.) gibi bir peygamberin tevhidi anlamamış olması mümkün müdür?

— Tevessül şirk idi de Yakup (a.s.) bunu bilmiyor muydu? Bir peygamberin neyin şirk neyin iman olduğunu bilmemesi mümkün müdür?

— Evlatlarının Yakup (a.s.)'a tevessül etmesi ve Yakup (a.s.)’ın bu tevessülü kabul etmesi tevessülün caiz olduğuna kâfi bir delil değil midir?

Şunu da hemen hatırlatalım: 

İtikat esasları bütün peygamberler için aynıdır. Farklılık sadece amele bakan yöndedir. Yani itikaden onlara caiz olan bir şey bize de caizdir. Madem onlar babalarına tevessül etmiş ve babaları olan Yakup (a.s.) da bu tevessülü kabul etmiş, o hâlde tevessülün caiz olması gerekir. Tevessül onlara caizse bize de caizdir.

Şimdi, tevessüle şirk diyen Selefilere şu soruyu sormak istiyorum:

— Size göre Hazreti Yakup (a.s.) ve evlatları müşrik midir?

Eğer tevessül şirktir derseniz, onların müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız. 

Ey Selefiler! Sizler için yol ikidir: Ya tevessül şirktir sözünüzden döneceksiniz ya da Allah'ın peygamberine müşrik diyeceksiniz. Yapın seçiminizi!

KAVMİNİN HAZRETİ MUSA (A.S.)’A TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz üçüncü delil Benî İsrâil'in Hazreti Musa (a.s.)’a yaptıkları tevessüllerdir. Benî İsrâil Hazreti Musa’ya birçok hususta tevessül etmiş ve Hazreti Musa bu tevessüllerin tamamını kabul etmiştir. 

Mesela Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinin beyanıyla, kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek şöyle demiştir:

يَا مُوسَى لَنْ نَصْبِرَ عَلَى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الأَرْضُ   

Ey Musa! Biz tek bir yiyeceğe sabredemeyiz. Rabbine bizim için dua et de bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın. (Bakara 61)

Ayetin açık beyanıyla, kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek,  فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ  “Rabbine bizim için dua et.” demiştir. Bu apaçık bir tevessüldür.

Onların bu tevessülüne karşı Hazreti Musa (a.s.) onları şirk ile itham etmemiş ve şöyle demiştir: Öyleyse bir şehre inin, istediğiniz şeyler orada vardır. (Bakara 61)

Ayet-i kerimede geçen “Tek bir yiyeceğe sabredemeyiz.” ifadesiyle daha önce yaptıkları başka bir tevessüle işaret edilmiştir. Şöyle ki:

Kavmi Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek: “Rabbine dua et, Rabbin bizi rızıklandırsın.” dediklerinde, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek kavmi için dua etmiş ve duasının hürmetine onlara bıldırcın ve kudret helvası indirilmiştir. Bu mesele Bakara suresinin 57. ayet-i kerimesinde şöyle beyan edilir:

وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى   

Biz size bıldırcın ve kudret helvası indirmiştik. (Bakara 57)

Daha sonra kavmi etten ve tatlıdan bıkınca, tekrar Hazreti Musa (a.s.)’a tevessül ederek: “Rabbine bizim için dua et de bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın. Biz tek bir yiyeceğe yani bıldırcına ve tatlıya sabredemeyiz.” demişlerdi.

Kavminin Hazreti Musa (a.s.)'a yaptıkları başka bir tevessül de su için Allah’a dua etmesini istemeleridir. Hazreti Musa bu tevessülü de kabul etmiştir. Bakara suresinin 60. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulur:

وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا   

Bir vakit Musa kavmi için su istemişti. Biz de "Asan ile taşa vur." demiştik. Ondan on iki göz pınar fışkırmıştı. (Bakara 60)

Bu ayetin açık beyanıyla, Hazreti Musa (a.s.) kavminin su için yaptığı tevessülü kabul ederek Allah’tan su istemiş, Allahu Teâlâ da onun duasının bereketiyle suyu onlara ihsan etmiştir.

Kavminin Hazreti Musa’ya yaptıkları bir başka tevessül de Bakara suresinin 67. ayet-i kerimesiyle başlayan kıssada zikredilir. Bir cinayet olayında katilin bulunması için Hazreti Musa’ya gelirler ve   ادْعُ لَنَا رَبَّكَ “Bizim için Rabbine dua et.” diyerek birçok kere Hazreti Musa’ya tevessül ederler. Hazreti Musa da her bir tevessülü kabul ederek kavminin isteğini yerine getirir.

Kavminin Hazreti Musa’ya yaptığı başka tevessüller de var. Biz bu kadarıyla yetinelim. Meselemiz Benî İsrâin'in Hazreti Musa’ya tevessül ettiğini göstermektir. Verdiğimiz örnekler meselemizin ispatı için kâfidir. Dileyenler detay bilgi için tefsir kitaplarına müracaat edebilirler.

Şimdi, tevessüle dair beyan ettiğimiz bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:

Sorumuz şu:

— Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinde beyan edilen, kavminin Hazreti Musa (a.s.)’a gelerek: “Ey Musa, biz tek bir yiyeceğe sabredemeyiz. Bu sebeple Rabbine bizim için dua et.” demeleri bir tevessül değil midir?

Bu, güneş gibi apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin isteğine ulaşabilmesi için kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Hazreti Musa (a.s.)’ın kavmi de bunu yapmış ve kendileriyle Allah arasına Hazreti Musa’yı koymuşlardır. Bu, tevessül değil de nedir?

Eğer tevessül caiz olmasaydı Hazreti Musa (a.s.) onlara şöyle derdi: 

— Bana tevessül etmeyin, Allah ile aranıza beni sokmayın. Bu şirktir.

Evet, tevessül haram olsaydı Hazreti Musa (a.s.) böyle derdi. Ancak böyle dememiş ve onların tevessülünü kabul ederek onlar için Allah’a dua etmiştir.

— Acaba Hazreti Musa (a.s.) gibi ulu’l-azim bir peygamberin neyin şirk neyin iman olduğunu bilmemesi ve imanla şirkin arasını ayırt edememesi mümkün müdür? 

— Tevessül şirk olsaydı Hazreti Musa (a.s.) onların tevessülünü kabul eder miydi? 

— Hadi faraza hata etti, kabul etti diyelim. Bu durumda Allah onu uyarmaz mıydı?

Bırakın Allah’ın uyarmasını, Allahu Teâlâ Hazreti Musa’nın, kavmi için yaptığı her duayı kabul etmiş ve kavminin tevessül ederek istediği her şeyi Hazreti Musa hürmetine onlara ihsan etmiştir.

Kavmi Hazreti Musa’ya su için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden su istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine taştan on iki göz pınar fışkırtmış.

Kavmi yine Hazreti Musa’ya yiyecek için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden yiyecek istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine gökten bıldırcın ve kudret helvası indirmiş, topraktan da farklı nebatatı bitirmiş.

Kavmi yine Hazreti Musa’ya gölge için tevessül etmiş, Hazreti Musa (a.s.) bu tevessülü kabul ederek Rabbinden gölge istemiş; Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine beyaz bir bulutu onlara gölge yapmış.

Kavmi Hazreti Musa’ya daha birçok kere tevessül etmiş ve Hazreti Musa (a.s.) bu tevessüllerin tamamını kabul ederek Rabbine dua etmiş ve Allahu Teâlâ da onun duası hürmetine kavminin isteğini yerine getirmiştir. Bütün bunlar tevessülün caiz olduğuna delildir.

Ey tevessülü inkâr edenler! Sizler diyorsunuz ki: Araya peygamberi bile koyamazsın. Allah ile aranıza birisini koymak şirktir!

Şimdi size soruyoruz:

— Yahu siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Hazreti Musa’nın kavminin bu kadar tevessülünü ve Hazreti Musa’nın bütün bu tevessülleri kabul ettiğini gördükten sonra nasıl oluyor da “Tevessül şirktir.” diyorsunuz? Hazreti Musa şirke rıza mı gösterdi?

Günaha rıza günah, şirke rıza şirktir. Eğer tevessül şirkse, tevessülü kabul etmek de şirktir. Dolayısıyla bu durumda Hazreti Musa (a.s.)’ın, kavminin tevessülünü kabul ettiği için şirke düşmüş olması gerekir.

Hazreti Musa (a.s.) size göre müşrik miydi? Bunu mu kabul ediyorsunuz? “Yok, edemem.” derseniz, o zaman tevessülü nasıl şirk kabul ediyorsunuz? Nasıl bir çıkmazda olduğunuzun farkında mısınız?

Hem tevessül şirk olsaydı Allahu Teâlâ Hazreti Musa (a.s.)’ı uyarmaz mıydı? Ona demez miydi: “Ey Musa, kullarımla arama girme. Onlar sana tevessül etmeden direkt benden istesinler.” Böyle demez miydi? Peki, niye dememiş? Hiç bunu düşünmüyor musunuz?

Yoksa Allah da mı şirke rıza göstermiş? Yani -haşa, milyon kere haşa- Hazreti Musa tevessülün şirk olduğunu anlayamadı, Allah bilemedi de tevessülün şirk olduğunu siz mi bildiniz?

Ben bu sözleri söylerken titriyorum ancak itikadınızın nasıl bir cinayeti netice verdiğini göstermek için bu sözleri korka korka söylüyor ve Rabbimizden af diliyorum.

— Peki, siz, itikadınızın sizi ulaştırdığı bu neticeden dolayı korkmuyor musunuz? Hâlâ tövbe etmeyecek misiniz? Kalbiniz bu kadar ölmüş ve insafınız bu kadar kurumuş mu?

Hadi ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok? Zira biraz aklı olan, bu kadar ayetten tevessülün caiz olduğu hükmünü çıkarabilir.

Ya da sizin başka bir derdiniz mi var? Başka bir cereyan hesabına mı çalışıyorsunuz? Bile bilemi bunları yapıyorsunuz?

Sizleri Allah’a havale ediyoruz. Sizin hesabınız Allah’a kalmıştır. Allah’ın huzurunda bu ümmetin imanını bozmanın hesabını elbette vereceksiniz!

HAVARİLERİN HAZRETİ İSA (A.S.)’A TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz dördüncü delil havarilerin Hazreti İsa (a.s.)’a yaptıkları tevessüldür. Maide suresi 112 ve 113. ayetlerin beyanıyla, havariler Hazreti İsa'ya tevessül ederek gökten bir sofra indirmesini isterler ve şöyle derler:

 نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا  

Biz o sofradan yemek istiyoruz. (Maide 113)

Onların bu tevessülüne karşılık Hazreti İsa (a.s.) da şöyle der:

  اللَّهُمَّ رَبَّنَا أَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ

Ey Rabbimiz olan Allah'ımız! Bize gökyüzünden bir sofra indir. (Maide 114)

Bu duanın bereketiyle onlara gökyüzünden bir sofra indirilir. Kıssanın detayını öğrenmek isteyenler tefsir kitaplarına müracaat edebilirler. Bizler kıssanın tevessüle bakan cihetini tahlil edelim ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım:

Ey tevessüle şirk diyenler! Şu sorularımıza cevap verin:

Birinci soru: Havarilerin Hazreti İsa (a.s.)'a gelerek gökten bir sofra indirmesini istemeleri ve o sofradan yemeği arzu ettiklerini söylemeleri bir tevessül değil midir?

Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin kendi ile Allah arasına makbul bildiği bir kulu koyması, onun hürmetine istemesi veya ondan kendi için istemesini talep etmesidir. Tevessül budur. Havariler de bunu yapmış ve kendileri için Allah'ın bir sofra indirmesini Hazreti İsa'dan istemişlerdir. Yani kendileri ile Allah arasına Hazreti İsa'yı koymuşlardır.

— Bu tevessül değil de nedir?

— Yoksa siz tevessül deyince, bir kulun başka bir kulun önünde secde etmesini ve onu ilah kabul etmesini mi anlıyorsunuz?

Tevessül sizin anladığınız gibi değildir. Siz daha tevessülün manasını anlayamamışsız, bir de tevessül hakkında konuşmaya kalkıyorsunuz!

İkinci soru: Mezkûr ayet-i kerimenin beyanıyla, havariler Hazreti İsa'ya tevessül etmiş ve gökyüzünden bir sofra indirmesini istemiştir. Tevessül şirk ise bu durumda havarilerin şirke düşmüş olmaları gerekir.

— Acaba size göre, Hazreti İsa'nın havarileri müşrik miydi?

Üçüncü soru: Hadi faraza havariler tevessülün şirk olduğunu bilmiyordu ve bilmeden Hazreti İsa'ya tevessül ettiler. İyi de bu durumda Hazreti İsa'nın onları uyarması ve onlara: "Bana tevessül etmeyin, tevessül şirktir. Hem rızık Allah'tandır, bu sofrayı direkt Allah'tan isteyin, beni araya koymayın." demesi gerekmez miydi?

Ancak Hazreti İsa (a.s.) böyle dememiş; bilakis: "Ey Rabbimiz olan Allah'ımız! Bize gökten bir sofra indir." diyerek onların tevessülünü kabul etmiştir. Eğer tevessül şirk olsaydı Hazreti İsa (a.s.) tevessüle rıza gösterdiği için onun da şirke düşmüş olması gerekirdi. Zira günaha rıza günah, şirke rıza şirktir.

— Siz Hazreti İsa'nın şirke düştüğünü mü kabul ediyorsunuz?

— Hazreti İsa da mı neyin şirk neyin tevhid olduğunu bilmiyordu?

Herhâlde siz tevhidi Hazreti İsa'dan daha iyi biliyorsunuz.

Dördüncü soru: Hadi -haşa, binler defa haşa- Hazreti İsa (a.s.) tevessülün şirk olduğunu sizin kadar bilmiyordu. Ancak bu durumda Allah'ın onu uyarması ve "Ey İsa kulum, onların tevessülünü kabul etme, tevessül şirktir. Kullarım ile arama girme, onlar direkt benden istesinler." demesi gerekmez miydi?

Hâlbuki Allahu Teâlâ böyle bir uyarıda bulunmamış; bırakın uyarmayı, Hazreti İsa'nın yaptığı duayı kabul etmiş ve havarilerin tevessülüne Hazreti İsa'ya sofra indirmekle icabet etmiştir.

— Tevessül şirk olsaydı Allahu Teâlâ bu duaya icabet eder miydi?

Ey tevessülü inkâr eden cahiller! Sizler bu ayetleri hiç görmüyor ve hiç okumuyor musunuz?

Bakın, batıl itikadınız sizleri hangi neticelere sürüklüyor:

1. Havarileri şirk ile itham ediyorsunuz; çünkü havariler Hazreti İsa (a.s.)'a tevessül etmiştir.

2. Hazreti İsa (a.s.)'ı şirk ile itham ediyorsunuz; çünkü size göre, o da şirke rıza göstermiştir.

3. Daha da ileri gidip, Allah'ın da şirke rıza gösterdiğini kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.

Sizleri hidayete davet ediyoruz! Gelin, Ehl-i sünnet itikadına muhalefet etmekten ve bu milletin imanını bozmaktan vazgeçin. Yoksa ahirette öyle pişman olursunuz ki hayaliniz tasavvurundan âciz kalır!

YAHUDİLERİN PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.) İLE TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz beşinci delil Yahudilerin Peygamberimiz (a.s.m.)’a yaptıkları tevessüldür. Bu tevessül Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesinde şöyle beyan buyrulur:

وَكَانُوا مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءهُم مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ   

Hâlbuki onlar (Yahudiler) daha önce (Peygamberimizle) kâfirlere karşı fetih talep ederlerdi. Ne zaman ki bildikleri (kendisiyle fetih talep ettikleri Peygamberimiz) kendilerine geldi onu inkâr ettiler. (Bakara 89)

Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, Yahudilerin Peygamberimiz (a.s.m.)'ı tanıdıklarını ve onu beklediklerini beyan buyurmuştur.

Ayet-i kerimede geçen, Yahudilerin daha önce kâfirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri hakkında tâbiînin büyük müfessiri İmam Süddî Hazretleri şöyle der: 

— Yahudilerin müşriklere karşı fetih talep etmesi şu şekilde olmuştur: Yahudiler müşriklerle savaşırken savaşın kızıştığı anda Tevrat'ı çıkarıp, ellerini Peygamberimizin isim ve sıfatlarının geçtiği yere koyar ve şöyle derlerdi: Ey Allah'ımız! Ahir zamanda göndereceğini vadettiğinnebinin hürmetine, senden düşmanlarımıza karşı bugün bize yardım etmeni istiyoruz. (Tefsir-i Ruhu'l-Furkan, ilgili ayetin tefsiri)

Evet, onlar Peygamberimiz (a.s.m.)'a böyle tevessül ederek Allah'a dua eder ve bu tevessülleri hürmetine yardım görürlerdi.

"Yahudilerin daha önce kâfirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri" hakkında Kurtubî, Taberî, Begâvî, Âlûsî ve diğer birçok tefsir kitabında İbni Abbas Hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilir: 

— Hayber Yahudileri, müşriklerden Gaftan kabilesiyle muharebe içindeydiler. Yahudiler bozguna uğramak üzereyken: "Ey Allah'ımız, ahir zamanda göndereceğini vadettiğin ümmi nebinin hakkı için onlara karşı bize yardım et." dediler. Bunun üzerine Gaftan kabilesi bozguna uğradı. Yahudiler onlarla ne zaman karşılaşsalar bu duayı yaparak galip olmuşlardır.

Bu beyanı sahabenin en büyük altı müfessirinden biri olan ve "Kuran'ın sırlarını bana sorun. Devemin yularını kaybetsem Kur'an'da bulurum." diyen İbni Abbas Hazretleri yapmıştır. Yani bu izahı ben yapmıyorum; müfessirlerin güneşi olan İbni Abbas Hazretleri yapıyor ve bütün sahih tefsir kitapları onun bu beyanını naklediyor.

Demek, Yahudiler Peygamberimiz (a.s.m.)'ı kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıyorlardı ve düşmana karşı galip gelmek için ona tevessül ediyorlardı. 

Şimdi, mezkûr ayet-i kerimenin tevessüle bakan cihetini tahlil edelim:

Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, Yahudiler Peygamberimiz (a.s.m.)'a tevessül ederek fetih talep ediyorlardı. Demek, tevessül sadece İslam dininde değil, diğer semavi dinlerde de olan bir ameldir. Bu da tevessülün caiz olduğunu ispat eder.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: 

— Tamam, ayet-i kerime, Yahudilerin Peygamberimize tevessül ederek kâfirlere karşı fetih talep ettiklerini beyan ediyor. Ancak onların bu tevessülü niçin bize delil olsun? Belki onlar da kendi dinlerinde caiz olmadığı hâlde tevessül ediyorlardı. Bu mümkün değil mi?

Bu soruya vereceğimiz cevap şudur: Bizler tevessülün caiz olduğuna, onların Peygamberimize tevessül etmelerini delil yapmıyoruz. 

— Peki, neyi delil yapıyoruz? 

Delilimiz, Allahu Teâlâ'nın onların tevessülünü kınamamasıdır. Eğer tevessül caiz olmasaydı, Allahu Teâlâ doğruyu öğretmek için onların bu amelini kınardı. Hâlbuki ayet-i kerimede, onların tevessül etmeleri değil, kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıdıklar Peygamberimizi inkâr etmeleri kınanmıştır. Demek, tevessül zatında kınanacak bir amel değildir.

Ayrıca bu ayet-i kerime, gaibe tevessül edilebileceğine de delildir. Tevessülü inkâr edenlerin bir kısmı, eserinden başından beri gösterdiğimiz deliller karşısında tutunacak bir dal bulamayınca sözlerini değiştirerek şöyle demeye başladılar: 

— Biz huzurda olana tevessülü caiz kabul ediyor, sadece gaibe yapılan tevessülü inkâr ediyoruz.

Şimdi onlara soruyoruz: 

— Yahudilerin tevessülü gaibe tevessül değil mi? 

— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) o anda onların içinde miydi ki bu tevessül huzurda olanatevessül olsun? 

Bu, apaçık bir şekilde gaibe -yani huzurda olmayana- yapılan bir tevessüldür ve gaibinhürmetine istemektir. Şimdilik gaibe tevessülün caiz olduğu meselesinin kapısını açmayacağız. Bu meseleyi daha sonra özel bir başlıkta detaylı bir şekilde işleyeceğiz. 

Bu makamda şu kadar deriz ki: Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesi, YahudilerinPeygamberimiz (a.s.m.)'a tevessül ederek kâfirlere karşı fetih talep ettiklerini bildirmiştir. Cenab-ı Hakk'ın onların bu amelini kınaması, tevessülün -hem de gaibe yapılan tevessülün-caiz olduğuna bir delildir. 

Yine bundan anlıyoruz ki: Tevessül sadece İslam dininde caiz olmayıp diğer semavi dinlerde de caizdir ve vakidir.

HAZRETİ YUSUF (A.S.)'IN TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz altıncı delil Hazreti Yusuf (a.s.)’ın yaptığı tevessüldür. Hazreti Yusuf (a.s.) gibi bir peygamberin tevessül etmesi herhâlde tevessülün caiz olduğu hususunda kâfi bir delildir. 

Hazreti Yusuf (a.s.)'ın tevessülü şu şekilde olmuştur: 

Yusuf suresinde zikredilen kıssaya göre, Yusuf (a.s.) hapse atılır. Hapiste iken, iki kişi gördükleri rüyanın tabirini ona sorar. Yusuf (a.s.) ilk önce onlara bir tevhid dersi yapar ve daha sonra rüyalarını tevil eder. Rüyaları hakkındaki tabiri şöyledir:

 أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا وَأَمَّا الآخَرُ فَيُصْلَبُ    

Sizden birisi efendisine şarap sunacak. Diğeri ise asılacak. (Yusuf 41)

Hazreti Yusuf (a.s.) iki kişinin rüyasını bu şekilde tabir ettikten sonra, kurtulacağını zannettiği kişiye şöyle der: 

اُذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ  

Efendinin yanında benden bahset. (Yusuf 42)

Hazreti Yusuf (a.s.) bu ifadesiyle, zindandan çıkacak kişiden, kralın yanında kendisinden bahsetmesini istemiş ve hapisten çıkmak için hem arkadaşına hem de krala tevessül etmiştir.  

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere birinci sorumuz şu:

— Hazreti Yusuf (a.s.)'ın zindandaki kişiye, "Efendinin yanında benden bahset." demesi bir tevessül değil midir? 

Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, Allah'ın yardımına mazhar olabilmek için araya bir kişiyi koymak ve Allah'ın rahmetine ulaşmak için onu vesile yapmaktır. Hazreti Yusuf (a.s.) da bunu yapmış ve zindandan çıkmak için arkadaşına tevessül etmiştir. Hem sadece arkadaşına tevessülle de yetinmemiş, arkadaşının vasıtasıyla krala da tevessül etmek istemiştir.

Ey tevessüle şirk diyenler! 

— Hazreti Yusuf (a.s.) bu tevessülüyle şirke mi düşmüş? 

— Böyle büyük bir Peygamber, şirkin ve tevhidin ne olduğunu sizin kadar bilmiyor mu? 

Yoksa siz, "Hazreti Yusuf'un, arkadaşına ve krala yaptığı tevessül değildir" mi diyorsunuz? 

O zaman size soralım: 

— Bu tevessül değilse nedir? 

Nasıl ki biz bir Allah dostuna tevessül ediyor ve ondan yardım diliyorsak, Hazreti Yusuf (a.s.) da krala tevessül etmiş ve ondan yardım dilemiştir. Arada hiçbir fark yoktur!

Sizin itikadınıza göre, Hazreti Yusuf (a.s.) krala tevessül etmemeliydi ve zindandan çıkmak için direkt Allah'a yalvarmalıydı.

— Şimdi, dini siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa arkadaşı Hazreti Cebrail olan ve Allah'ın vahyine mazhar olan Hazreti Yusuf mu daha iyi biliyor? 

— Hanginizin sözü ve ameli doğru? 

Size soracağımız ikinci soru da şu: 

Hazreti Yusuf (a.s.) zindandaki kişiye, "Efendinin yanında benden bahset." diyerek, arkadaşının da krala tevessül etmesini istemiştir. Eğer "Tevessül şirktir." derseniz, HazretiYusuf'un bu kişiye şirki emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. 

— Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür? 

Şimdi önünüzde iki seçenek var; dilediğinizi seçin.

Birinci seçenek: Tevessülün caiz olduğunu kabul etmektir. Bu seçenek hem doğrudur hem de Ehl-i sünnet mezhebinin yoludur.

İkinci seçenek: Hâlâ "Tevessül şirktir." sözünde ısrar etmektir. Ancak bunu yaparsanız, Hazreti Yusuf (a.s.)'ı şirke düşmekle itham etmeniz gerekecektir. Zira onun zindandaki kişiye ve krala yaptığı bir tevessüldür. Tevessül şirk ise Hazreti Yusuf'un -haşa- şirke düşmüş olması gerekir. 

— Bu ihtimali kabul edebiliyor musunuz?

Ayrıca Hazreti Yusuf (a.s.)'a şirki emretme ithamında da bulunmanız gerekecek. Çünkü zindandaki kişiye krala tevessül etmesini bizzat kendisi emretmiştir. 

— Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür? 

— Bu yoldan gidecek ve bunları mı kabul edeceksiniz? 

— Kalbiniz bu kadar ölmüş ve vicdanınız bu kadar çürümüş mü?

Kalbi bu kadar ölene biz daha ne diyelim? Allah hidayet etsin.

HAZRETİ YAKUP (A.S.)'IN GÖMLEK İLE TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz yedinci delil Hazreti Yakup (a.s.)’ın yaptığı tevessüldür. Yusuf suresinde zikredilen kıssanın özeti şu şekildedir: 

Yakup (a.s.) evladı olan Hazreti Yusuf (a.s.)'dan ayrı kalmanın üzüntüsüyle görme yetisini kaybeder. Mısır'a aziz olan Hazreti Yusuf (a.s.) yıllar sonra kardeşlerini bulur ve babasının bu durumunu onlardan öğrenir. Bunun üzerine Yusuf (a.s.) kardeşlerine şöyle der:

 اذْهَبُوا بِقَمِيصِي هَـذَا فَأَلْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيرًا  

Bu gömleğimi götürün ve babamın yüzü üzerine koyun; gözü açılır. (Yusuf 93)

Hazreti Yusuf'un kardeşleri gömleği alarak babalarına dönerler. Kur'an bu sahneyi şöyle anlatır:

فَلَمَّا أَن جَاء الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيرًا   

Ne zaman ki müjdeci geldi ve gömleği babasının yüzü üzerine koydu; gözleri birden açılıverdi. (Yusuf 96)

Şimdi bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım:

Hazreti Yusuf (a.s.) babasının âmâ olduğunu öğrenince ona gömleğini gönderiyor ve gömleği yüzüne sürmesini istiyor. 

Başka bir ifadeyle: Hazreti Yusuf (a.s.) babasından -şifa niyetiyle- gömleğine tevessül etmesini istiyor. Gömleğini göndermesinin manası budur. Zira tevessül, kişinin kendi ile Allah arasına bir vesile koymasıdır. 

Hazreti Yakup (a.s.) da bu tevessülü kabul ediyor ve şifasına vesile olması için Allah ile kendi arasına Hazreti Yusuf'un gömleğini koyuyor.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz: 

— Gömlek ile gözlerin açılması arasında fiziki bir bağ var mıdır?

Hayır, hiçbir fiziki bağ yoktur! Yani gömlek göze görme yetisini verebilecek bir kabiliyete sahip değildir.

— O hâlde Hazreti Yusuf (a.s.) bu gömleği niçin göndermiş? 

Gömleği göndereceğine sadece ellerini açıp babası için dua etseydi ya! 

— Niçin gömleği vesile yapıyor ve babasından gömleğine tevessül etmesini istiyor? 

— Tevessül şirk ise Hazreti Yusuf (a.s.) babasını -haşa- şirke mi davet ediyor?

Peki, ya Hazreti Yakup (a.s.)... O da gömleği alıp yüzüne sürüyor. Yani şifa için gömleğe tevessül ediyor. Tevessül caiz olmasaydı Hazreti Yakup (a.s.) şöyle demez miydi: 

— Ben şifa için başka bir şeye tevessül etmem. Bu şirktir. Ben sadece dua ederim; şifa için vesile aramam...

Bunun gibi şeyler demesi lazım gelmez miydi? Ama dememiş ve gömleğe tevessül etmiş. Demek, tevessül caizdir. Zaten tevessül, neticeyi Cenab-ı Hak'tan bilerek bir sebebe yapışmaktır. Nasıl ki insan bir doktora gider; onun doktora gitmesi Allah'ın şifa vermesi için fiilî bir duadır. Yine doktorun verdiği ilacı şifa niyetiyle içer; bu içiş yine fiilî bir duadır. Yani kişi doktora giderken ve ilacı içerken şöyle düşünür: 

— Ya Rabbi! Şifa ancak senden gelir ve Şâfi ancak sensin. Doktora gitmem ve bu ilacı içmem, senin bana sebeplere yapışmamı emretmenden dolayıdır. Ben doktora gitmekle ve bu ilacı içmekle ancak senin emrine uydum. Yoksa tabip de ilaç da bana şifa vermekten âcizdir. Şifa ancak senin hazinenden çıkar...

İşte nasıl ki doktora giden ve ilaç içen kişi böyle itikad ederse ve böyle itikad etmeliyse, Hazreti Yakup (a.s.) da böyle itikad ederek tevessül etmiş ve şöyle düşünmüştür: 

— Ya Rabbi! Gözümü kapatan sensin, onu açacak olan da ancak sensin. Dünyanın bütün tabipleri toplansa, senin iznin ve inayetin olmadan gözümü açamaz. Ben, katında makbul olan Hazreti Yusuf'un gömleğine tevessül ediyor ve bu tevessülümle senden gözüme şifa vermeni istiyorum...

İşte Hazreti Yakup (a.s.)'ın niyeti budur. Zira tevessül eden, yardımı tevessül ettiği eşyadan ya da zattan bilmez. O eşya ve zatı ancak Allah'ın yardımına bir perde ve bir vesile bilir. Zaten tevessülü inkâr edenlerin anlayamadığı şey de budur. 

Yani mesela birisi, "Yetiş ya Hazreti Hamza!" dese bununla şu manayı kasteder: 

— Ey Rabbim, senden yardım istiyorum. Sen yardımını -sebepler dünyasında olduğumuzdan dolayı- bir vasıta ile yaparsın. Bazen bir meleğini gönderir, bazen salih bir kulunu gönderir, bazen de ordularından başka birini gönderirsin. Benim yardımıma, kullarından hem şehit hem de yiğit olan Hamza kulunu gönder. Onun eliyle bana yardım et...

İşte "Yetiş Ya Hamza" diyen kimse bu manayı kastederek böyle der. Sözü fazla uzatmaz,çünkü Allah'ın, niyetini bildiğini bilir.

Yok, eğer birisi Hazreti Hamza'ya tevessül edip ondan yardım istediğinde, Hazreti Hamza'nın kendi başına, Allah'ın izni ve haberi olmadan yardımına koştuğuna inanıyorsa bu yanlıştır,hem de çok yanlıştır. Ancak buradaki çözüm tevessülü inkâr etmek değil, bu kişiye doğru tevessülü öğretmektir. Hem bu kişinin tek problemi yanlış tevessül etmek de değildir. Bu kişinin asıl problemi tevhidi anlayamamaktır. Bunun çözümü de ona tevhid dersini vermektir. Yoksa tevessülü ona yasak ederek onun itikadını düzeltemezsiniz.

Velhasıl kelam: Bu başlıkta, Hazreti Yakup (a.s.)'ın Hazreti Yusuf (a.s.)'ın gömleğine şifa niyetiyle tevessül etmesini tahlil ettik. Herhâlde Hazreti Yakup (a.s.) gibi bir peygamber neyin şirk neyin tevhid olduğunu bizden çok daha iyi bilir. Madem o tevessül etmiştir, o hâlde tevessül caizdir. Bunun başka hiçbir izahı yoktur.

İSRAİLOĞULLARI'NIN SANDIKLA TEVESSÜLÜ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz sekizinci delil İsrailoğulları'nın sandıkla yaptıkları tevessüldür. Bu tevessül Bakara suresinde anlatılan kıssada geçer. Kıssanın özeti şu şekildedir:

İsrailoğulları kendi peygamberlerine gelerek bir hükümdar göndermesini isterler ve bu hükümdar ile Allah yolunda savaşacaklarına söz verirler. Allahu Teâlâ onlara Tâlût ismindeki zatı hükümdar olarak gönderir. Ancak Tâlût fakirdir, bu yüzden İsrailoğulları onu hükümdar olarak kabul etmek istemez ve kendilerinin hükümdarlığa daha layık olduklarını iddia ederler.

Bunun üzerine peygamberleri onlara şöyle der:

إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِن رَبِّكُمْ   

Şüphesiz onun hükümdarlığının delili size sandığın gelmesidir. O sandıkta Rabbinizden bir sekine vardır. (Bakara 248)

— O sandıkta ne varmış? 

Rabbinizden bir sekine...

Sekine: Maddi ve manevi bereketler ve feyizler demektir. İşte o sandıkta böyle bir sekine vardı. İsrailoğulları bu sandıkla Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olurlardı. 

Fahru'r-Râzî, Ebu's-Suud, Hazîn, Kurtubî ve Âlûsî tefsirlerinin beyanlarına göre, İsrailoğullarıHazreti Musa (a.s.)’ın vefatından sonra bozulup isyan edince Cenab-ı Hak onlara Amalikakavmini musallat etti. Bu kavim sandığı onlardan aldı. Daha sonra Mevla Teâlâ Tâlût’unhükümdarlığına bir alamet olarak melekleri vasıtasıyla o sandığı tekrar İsrailoğulları'nagönderdi.

Ayette geçen تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ  “O sandığı melekler taşır.” ifadesi, sandığın melekler tarafından taşınarak onlara getirildiğini bildirmektedir. 

Kıssanın detayını tefsir kitaplarına havale ediyoruz. Burada bilmemiz gereken şey şudur:

İsrailoğulları'nın, kendisiyle bereketlendiği bir sandık vardı. Kur’an bu sandık hakkında şöyle der:

فِيهِ سَكِينَةٌ مِن رَبِّكُمْ  O sandıkta Rabbinizden bir sekine vardır. (Bakara 248)

İsrailoğulları bu sandığa tevessül ederek sekineye yani feyze ve berekete mazhar oluyorlardı.Sonra günahları sebebiyle bu sandık onlardan alındı ve daha sonra Tâlût’un hükümdarlığına bir alamet olması için melekler tarafından taşınarak tekrar İsrailoğulları'na iade edildi.

Şimdi, berekete medar bu sandık üzerinde biraz daha derinlemesine tahlil yapalım:

Bir sandık, bir tahta parçası, izn-i İlahî ile maddi ve manevi bereketlere ve feyizlere sebep olabiliyor. Ona tevessül edenler onun bereket ve feyzinden istifade ediyor. Ve ona tevessül edilmesini ve saygı gösterilmesini de Allah istiyor.

Şu noktayı iyi anlamak lazım: Bereket ve feyiz, sandığın zatî malı değildir; ona Allah tarafından konulmuştur. Her bereket, her nimet ve her ihsan ancak Allah’ın hazinesinden çıkar. Ondan gayrı ihsana sahip olabilecek hiç kimse yoktur.

Lakin Allahu Teâlâ şu hikmet dünyasında sebeplerle iş görür. Meyveyi ağacın dalına takar. Sütü ineğin memesiyle içirir. Suyu bulut ile gönderir. Sebzeleri toprağın eliyle bize sunar. Ve hakeza… Her nimet bizlere bir sebep ile gelir. Hakiki iman, sebebi inkâr etmek değil; o sebep üzerinde Allah’ın rahmet elini görmektir. Sebebi inkâr eden, rahmetten mahrum kalır.

Tefsirini yaptığımız ayet-i kerimede bahsi geçen sandık sadece bir vasıtadır. Ondaki sekine onun zatî malı değildir, mal sahibi ancak ve ancak Allahu Teâlâ’dır. Lakin Allahu Teâlâ o sandığı bereketine bir sebep ve feyzine bir vasıta yapmıştır. O hâlde burada yapılması gereken şey tevhid namına sandığı yakmak değil, o sandığa Allah hesabına saygı göstermek ve ondan gelen sekineyi Allah’tan bilmektir. Bu hem tevhid hem de akıldır.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım:

Allahu Teâlâ bir sandığa, bir odun parçasına feyiz ve bereket koyabiliyor ve onu rahmetine vesile yapabiliyor. Ona tevessül edenler, Allah’ın rahmetine ulaşıyor. Siz bunu Kur’an’da okuyorsunuz. 

— Acaba bir peygamberin, bir evliyanın Allah katında bir odun parçası kadar değeri yok mu?

— Bir sandığa Allah hesabına tevessül edenler sekineye mazhar oluyorlar da bir peygambere Allah hesabına tevessül edenler niçin sekineye mazhar olmasınlar? 

— Sandığa tevessül şirk olmuyor da peygambere tevessül şirk mi oluyor?

Zannım şu ki: Eğer siz o zamanda yaşasaydınız, sandığa tevessül edenlere müşrik der ve ilk fırsatta sandığı ateşte yakardınız.

Eee sizin aklınız bu kadar çalışır! Bu kadar çalıştığı için Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ınsakal-ı şerifini ziyaret edenlere müşrik diyorsunuz. O hâlde biz de size soruyoruz:

— Bir sandığa feyiz ve bereket koyan Rabbimiz, en sevgili kulunun vücudundan kopmuş sakalına niçin bir feyiz ve bereket koymasın? Niçin onu rahmetine bir vesile yapmasın?

Bizler sakal-ı şerif ziyaretinde sakalı ayetteki sandık gibi kabul ediyoruz; feyzin ve bereketin hakiki sahibi değildir. Her feyiz ve bereket ancak Allah’ın hazinesinden çıkar. Lakin Allahu Teâlâ bazen bir sandıkla bunu kullarına ulaştırır, bazen bir sakalla; bazen de şu maddi âlemde olduğu gibi, ağaçla, koyunla, bulutla ve başka bir sebeple.

Tevhid, sebepleri inkâr etmek değildir. Tevhid sebepler üzerinde müsebbibu’l-esbabı yani sebepleri yaratan Allah’ı görmektir. Hakiki tevhid budur. Siz hakiki tevhidden ne kadar uzaksınız; tevhid namına sebepleri inkâr edip akıldan istifa ediyorsunuz!

Şimdi size soruyoruz:

1. Eğer tevessül haram olsaydı Allahu Teâlâ o sandığa sekine koyar mıydı?

2. Onlara sandığa tevessül etmelerini emreder miydi?

3. Sandığı kaybetmelerinden sonra Tâlût’un hükümdarlığına alamet olsun diye bu sandığı onlara iade eder miydi?

Bakın, neticeyi Allah’tan bilmek kaydıyla bir sandığa bile tevessül edilebiliyor. O hâlde Allah katında sandıktan bin derece daha fazla kıymeti olan peygamberlere ve evliyaya -neticeyi Allah’tan bilmek şartıyla- hayli hayli tevessül edilebilir.

Sandığa tevessül şirk olmuyorsa, peygamberlere ve evliyaya tevessül asla şirk olmaz!

"GELİN, ALLAH’IN RESULÜ SİZİN İÇİN AF DİLESİN.” AYETİNİN TAHLİLİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz dokuzuncu delil Münâfikûn suresinin 5. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُسْتَكْبِرُونَ   

Onlara: “Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” denildiğinde başlarını çevirirler ve onları büyüklük taslayarak yüz çevirmiş bir hâlde görürsün. (Münâfikûn 5)

Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım:

Ayet-i kerimenin beyanıyla, onlara şöyle deniliyor: Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.

Sorumuz şu:

— Onların Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a gelmeleri ve Peygamberimizin onlar için af dilemesi tevessül değil midir?

Bu apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin Allah’ın affına ya da başka bir arzusuna nail olabilmesi için Allah ile kendi arasına salih bir kulu koymasıdır.

Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, onlardan "Allah’ın Resulüne gelmeleri" istenmiş; Allah ile aralarına Peygamberimiz (a.s.m.)’ı koymaları emredilmiş ve şöyle denilmiş: 

— Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.

İşte bu, inkârı mümkün olmayan bir tevessüldür!

Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Allah ile aranıza peygamberi bile koyamazsınız, bu şirktir.

Biz de onlara soruyoruz:

— Araya peygamberi bile koyamıyorsak ne diye bu ayet-i kerime Peygamberimiz (a.s.m.)’a gelmeyi emrediyor? 

— Ne diye Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dileyecek olmasından bahsediyor? 

— Araya peygamberi koymak caiz olmasaydı onlara: “Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” denilir miydi?

"Gelin, Allah’ın Resulü sizin için af dilesin.” demek, Allah’ın Resulüne tevessül edin, Allah ile aranıza onu koyun; o da sizin için af dilesin demektir. Bu da tevessülün ta kendisidir.

— Peki, ayet-i kerime nasıl devam ediyor? 

Rabbimiz diyor ki: Onlara böyle denildiğinde başlarını çevirirler ve kibirlenirler.

İşte tevessülü inkâr edenler bu zümreye dâhildir. Zira biz onlara: “Gelin, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hürmetine isteyin.” dediğimizde, onlar: “Araya peygamber giremez, biz onun hürmetine falan istemeyiz.” diyorlar. 

— Bu, ayetin ifade ettiği "yüz çevirmek ve kibirlenmek" değil midir?

Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Kur’an’da tevessülü destekleyecek tek bir ayet bile yoktur!

Yahu biraz insaf! Siz hiç Kur’an okumuyor musun? Bu naklettiğimiz dokuzuncu ayet-i kerime, daha başka ayetler de var.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere sormak istiyoruz:

1. Mezkûr ayet-i kerime apaçık bir şekilde, “Allah’ın Resulüne gelin, o sizin için Allah’tan af dileyecek.” diyor. Eğer tevessül caiz değilse niçin onlara Peygamberimize gelmeleri emrediliyor?

2. Niçin tek başlarına tövbe etmeleri emredilmiyor?

3. Niçin Peygamberimiz (a.s.m.)’ın onlar için af dileyecek olmasından bahsediliyor?

4. Peygamberimiz (a.s.m.)’a gelmeyenler yani tevessül etmeyenler niçin kınanıyor ve niçin onlara kibirli deniliyor?

5. Araya Peygamber (a.s.m.)’ı sokmak şirkse, Kur’an şirki mi emrediyor?

Yahu daha kaç soru soralım! Aklınızı başınıza nasıl getirelim! Artık biz sizleri Rabbimize havale ediyoruz!

"EY İMAN EDENLER! ALLAH’TAN KORKUN VE O’NA VESİLE ARAYIN." AYETİNİN TAHLİLİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz onuncu delil Maide suresinin 35. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ  

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın. (Maide 35)

Bu ayet-i kerime apaçık bir şekilde tevessülü emretmektedir.

Şimdi diyeceksiniz ki: Ayet-i kerime bu kadar açık bir şekilde tevessülü emrederken, tevessülü inkâr edenler bu ayeti görmüyorlar mı? Onlar bu ayete nasıl mana veriyorlar?

Dilerseniz, bu sorunun cevabı için ayet-i kerimeyi biraz daha derinlemesine tahlil edelim ve tevessül hakkındaki bilgimizi biraz daha derinleştirelim:

Maide suresi 35. ayet-i kerimede  وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ  “O’na vesile arayın.” buyrularak tevessül etmemiz emredilmiştir. 

— Peki, neyle tevessül edeceğiz?

İşte bu kısım açıklanmamış ve mutlak bırakılmıştır. Tevessül üç şeyle yapılabilir:

Birincisi: Allah’ın isim ve sıfatlarıyla yapılır. Yani “Ey Rabbimiz, senden Rahman ve Rahim isimlerinin hürmetine istiyorum.” demek gibi, Allah’ın isim ve sıfatları hürmetine istenir ve bu isimlerle tevessül edilir. A’raf suresi 180. ayette bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:

وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا  

Bütün güzel isimler Allah’ındır. O güzel isimlerle Allah’a dua edin. (A'raf 180)

Bu ayet-i kerime, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tevessül etmemizi emretmektedir.

İkincisi: Amel ile tevessüldür. Yani kişinin “Ya Rabbi, şu kıldığım namaz hürmetine, tuttuğum oruç hürmetine, yaptığım hac hürmetine…” gibi sözlerle, yapmış olduğu ibadetleri vesile yapması ve onlarla tevessül etmesidir. Bakara suresi 45. ayette bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:

وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ  

Sabır ve namazla yardım dileyin. (Bakara 45)

Bu ayet-i kerime ibadetle tevessülü emretmektedir. Bu konuda daha başka ayet-i kerimeler de vardır.

Üçüncüsü: Zat ile tevessül etmektir. 

Tevessülü inkâr edenler, tahlilini yaptığımız  وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ  “O’na vesile arayın.” ayetindeki vesileyi, birinci ve ikinci çeşit tevessülle izah ediyorlar ve diyorlar ki: “Burada aranması emredilen vesile zat ile değil, Allah’ın isimleri ve ibadetlerle olan vesiledir.” Yani onlara göre, zat ile yapılan tevessül ayetin kapsamı dışındadır.

Şimdi, onlara çok basit bir soru sormak istiyoruz:

— Zat ile yapılan tevessülün ayetin kapsamı dışında olduğuna deliliniz nedir?

Dilerseniz, soruyu biraz daha açalım: Bir ayetin hükmü ya mutlak olur ya da mukayyed yani kayıtlı olur. Mutlak olan bir hüküm ancak başka bir ayetin ya da hadis-i şerifin beyanıyla kayıtlanabilir. Kur’an’da mutlak bırakılan bir hüküm varsa, ona kayıt koymak bir ayetin ya da mütevatir bir hadisin işidir; yoksa bizim vehmimizin ve nefsimizin haddi değildir.

Bu açıklamadan sonra, “O’na vesile arayın.” ayetini “Sadece Allah’ın isimleriyle ve ibadetlerle tevessül edilebilir.” diye izah eden kişilere şunu sormak istiyoruz:

– Kur’an “Allah’a vesile arayın.” demiş, neyle vesile aranacağını zikretmeyerek hükmü mutlak bırakmış. Sizler Kur’an’ın mutlak bıraktığı bu hükme hangi ayetin beyanıyla kayıt koyuyor ve “Zat ile tevessül olmaz.” diyorsunuz?

Hâlbuki daha önceki derslerimizde, Kur’an’da geçen zat ile tevessülleri anlattık. Siz bütün bu tevessülleri nasıl görmezden geliyorsunuz? Vehminizin hükmüyle ayetin mutlak olan emrine nasıl kayıt koyuyorsunuz?

Çok değil, sadece Kur’an’dan “zat ile tevessül edilemeyeceğine” dair tek bir ayet getirin; biz sizin sözünüzü kabul edecek ve haklı olduğunuzu söyleyeceğiz. Tek yapmanız gereken bize bir ayet göstermek.

Ama sakın, putlara tevessülü yasaklayan ayetleri göstermeye kalkmayın. Biz, “Allah’a putlar ile tevessül edilir.”demiyoruz ki bizim davamızı putlara tevessülü reddeden ayetlerle çürütebilin. Biz sizden peygamberlerle ve salih kullarla tevessül edilemeyeceğine dair tek bir ayet istiyoruz.

Eğer “Ha put ile tevessül ha peygamber ile tevessül, ikisi de tevessül değil mi? Biri yasaksa diğeri de yasaktır.” derseniz biz de deriz ki hiç de öyle değil... Nasıl ki elma ile kuş kıyas edilmez, çünkü aynı cins değildir. Öyle de peygamberler ile tevessül putlarla tevessüle benzetilmez, çünkü bunlar aynı şey değildir. Aralarında çok farklar vardır. Bu farkları ileride özel bir derste izah edeceğimizden bu kapıyı burada tamamıyla açmıyor, sadece birkaç farkı beyanla yetiniyoruz:

Birinci fark şudur: Cenab-ı Hak putlara buğzediyor. Öyle buğzediyor ki onları ateşin yakıtı olarak cehenneme atacağını bildiriyor. Peygamberleri ve salih kulları ise seviyor, onları cennetine koyacağını söylüyor.

— Hiç Allah’ın cehenneme atacağına yapılan tevessülle, cennetine koyacağına yapılan tevessül bir olur mu?

İkinci fark: Putlara tevessül edenler putları ilah kabul ediyor. Peygamberlere ve evliyaya tevessül edenler ise onları Allah’ın salih kulları ve makbul hizmetçileri biliyor. 

— Hiç putu ilah kabul edip ona tevessül eden ile diğerleri müsavi olur mu?

Üçüncü fark: Putlara tevessül edenler putları malik-i hakiki ve icraat sahibi kabul ediyor. Peygamberlere ve evliyaya tevessül edenler ise malik-i hakiki olarak Allah’tan başka kimseyi kabul etmiyor; kâinattaki bütün fiillerin faili olarak yalnız Allah’ı biliyor. Peygamberler ve evliyalar ise sadece Allah’ın nimetine kavuşmaya birer vesile ve birer sebeptir. Hakiki ihsan sahibi ancak Allah’tır. 

— Hâl böyle iken, puta tapanla peygambere tevessül eden nasıl eşit kabul edilebilir?

Daha birçok farklar var, hepsini izah etmeye makam müsaade etmiyor. Bu farkları ileride kendi başlığında izah edeceğiz.

Burada şu kadar deriz ki: Eğer puta yapılan tevessül ile Allah’ın salih kullarına yapılan tevessül aynı olsaydı, Kur’an’da salih kullara yapılan tevessülün haram olduğunu beyan eden bir ayet-i kerime olurdu. Ama böyle bir ayet yok. Kur’an’ın hangi suresine bakarsanız bakın, böyle bir ayet bulamazsınız.

— O hâlde puta ibadet ile Allah’ın salih kullarına yapılan tevessül nasıl aynı kabul edilebilir?

Sevgili kardeşlerim, tevessülün caiz olduğuna dair bu bölüme kadar on ayet-i kerimeyi tahlil ettik. Daha başka ayet-i kerimeler de var. Ancak yolumuz uzun. Daha bu konudaki hadis-i şerifleri göstereceğiz. Sonra sahabelerin uygulamasına bakacağız. Daha sonra bu konudaki icmayı yani İslam âlimlerinin ittifakını beyan edeceğiz. En sonunda da tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz. Yani yolumuz uzun...

Bu sebeple, bu delille birlikte artık Kur’an’ın kapısını kapatıyor ve hadis-i şeriflerin kapısını açıyoruz. Dersimizin bundan sonraki bölümünde tevessülü hadis-i şeriflerle ve sahabelerin uygulamalarıyla ispat edeceğiz.

HAZRETİ ÂDEM (A.S.)’IN PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’A TEVESSÜL ETMESİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz ilk hadis-i şerif Hazreti Ömer’in rivayet ettiğişu hadis-i şeriftir:

لَمَّا اقْتَرَفَ آدَمُ الْخَطِيئَةَ قَالَ يَا رَبِّ أَسْأَلُكَ بِحَقِّ مُحَمَّدٍ لَمَا غَفَرْتَ لِى فَقَالَ اللَّهُ يَا آدَمُ وَكَيْفَ عَرَفْتَ مُحَمَّدًا وَلَمْ أَخْلُقْهُ قَالَ يَا رَبِّ لِأَنَّكَ لَمَّا خَلَقْتَنِي بِيَدِكَ وَنَفَخْتَ فِيَّ مِنْ رُوحِكَ رَفَعْتُ رَأْسِي فَرَأَيْتُ عَلَى قَوَائِمِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا لا إله إلا الله محمد رسول الله فَعَلِمْتُ أَنَّكَ لَمْ تُضِفْ إِلَى اِسْمِكَ إِلاَّ أَحَبَّ الْخَلْقِ إِلَيْكَ فَقَالَ اللَّهُ صَدَقْتَ يَا آدَمُ إِنَّهُ لَأَحَبُّ الْخَلْقِ إِليَّ اُدْعُنِي بِحَقِّهِ فَقَدْ غَفَرْتُ لَكَ وَلَوْلاَ مُحَمَّدٌ مَا خَلَقْتُكَ  

Âdem (a.s.) hatayı işlediğinde dedi ki: 

— Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için senden beni affetmeni istiyorum. 

Bunun üzerine Allahu Teâlâ dedi ki: 

— Ey Âdem, ben daha onu yaratmamışken sen Muhammed’i nasıl bildin?      

Hazreti Âdem dedi ki: 

— Ey Rabbim! Şüphesiz sen beni -kudret- elinle yaratıp bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırdım ve Arş’ın direkleri üzerinde şöyle yazılı gördüm: "Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür." Bunun üzerine bildim ki şüphesiz sen kendi isminin yanına ancak kullarından en çok sevdiğinin ismini katarsın.

Bunun üzerine Allahu Teâlâ da dedi ki:      

— Doğru söyledin ey Âdem. Şüphesiz o, kullarımın bana en sevgilisidir. Onun hakkıyla -yani onun hürmetine- dua et, şüphesiz ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.

Gördüğünüz gibi, Hazreti Âdem (a.s.) Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül ediyor ve onun hürmetine af diliyor. Allah Teâlâ da  اُدْعُنِي بِحَقِّهِ  “Onun hakkıyla dua et.” diyerek Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül etmesini emrediyor.

Şimdi, bu hadis-i şerifin kaynaklarını inceleyelim:

Bu hadis-i şerifi Hakîm “Müstedrek”te sahih olarak rivayet etmiştir.

İmam Süyûtî “Hasâis-i Nebeviye” isimli eserinde sahih olarak rivayet etmiştir.

İmam Beyhakî “Delâil-i Nübüvve” isimli eserinin başında, mevzu yani uydurma hadisleri rivayet etmediğini belirtmiş ve bu eserinde mezkûr hadisi rivayet etmiştir.

İmam Kastallânî ve Zürkânî bu hadisi “Mevâhib-i Leduniyye” isimli eserlerinde rivayet etmişlerdir.

İmam Sübkî “Şifâü-s-Sikam”da, İmam Taberânî “Evsat”ta, Şeyhülislam Belkînî “Fetavâ”sında, İbnü'l-Cevzi “Vefa” isimli eserinde, İbni Kesir “Bidâye” isimli eserinde bu hadisi rivayet etmişlerdir.

İşte naklettiğimiz bu hadis-i şerifin senedi bu kadar sahihtir. Zikrettiğimiz hadis âlimleri bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir.

Aynı zamanda bu hadis-i şerif, gaibte olanla yani huzurda olmayanla tevessül edilebileceğine de delildir. Çünkü Hazreti Âdem (a.s.) Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ismiyle tevessül ettiğindedaha Peygamberimiz yaratılmamıştı.

Demek, hayatta olmayan kimseyle tevessül caizdir ve bunu ilk yapan Hazreti Âdem (a.s.)’dır.

Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:

Şu sabit bir kaidedir ki: Bir fende veya ilimde, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve ilmin dâhilerinin sözü geçer. O ilimden olan küçük birinin sözü, o ilimden olmayan büyük bir dâhinin sözüne tercih edilir. Mesela bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde küçük bir doktorun sözü, tıp ilminden olmayan bir dâhinin sözüne tercih edilir. Bu, değişmez bir kaidedir.

Burada meselemiz hadistir. Bir sözün Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a ait olup olmadığı hususunda söz hakkı, ezberinde yüz binlerce hadis-i şerif olan hadis hafızlarına ve bu ilmin dâhi ulemasına aittir. Başkasının sözünün onların sözü yanında sivrisineğin vızıltısı kadar kuvveti yoktur!

Dolayısıyla hadis ilmini bilmeyen hadis inkârcılarının, nefislerini kaynak kabul ederek bir hadise “uydurma” demelerinin hiçbir kıymeti yoktur. 

Şimdi, tevessülü inkâr eden ve "Tevessül şirktir, araya peygamberi bile koyamazsın." diyenlere deriz ki:

Hazreti Âdem’in Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessül ettiğine dair hadis-i şerifi işittiniz. Bu hadis-i şerifi hadis ilminin dâhileri olan Hakîm, İmam Süyûtî, İmam Beyhakî, Kastallânî, Zürkânî, İmam Sübkî, İbni Kesir, İmam Taberânî, İbnü'l-Cevzi ve daha birçok âlim rivayet etmiş.

Bütün bu âlimler bu hadisin sahih olduğunda ittifak etmişler. Şimdi bize cevap verin:

— Size göre bu âlimler yalan mı söylemiş? Hata mı etmiş? Uydurma olan bir sözü sahih mi zannetmiş? Yoksa Peygamberimize bilerek mi iftira etmiş? Onların sahih kabul ettiği bu hadise siz hangi ilminizle uydurma diyorsunuz?

— Yoksa onlardan daha mı âlimsiniz? Hadis hafızı olabilmek için en az 100.000 hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberlemek gerekir. Sizin ezberinizde 100.000 değil, 100 hadis var mı? Neyinize güvenerek İmam Süyûtî’ye, İmam Beyhakî’ye, İmam Taberânî’ye ve diğerlerine iftira atıyorsunuz?

Şimdi de bizi insafla dinleyen kardeşlerime soruyorum:

Hadis ilminin hafızları ve dâhilerinin sözü yanında, tevessülü inkâr eden bu cahillerin sözleri kaç para eder? Bunların sözü o âlimlerin sözünün önüne geçebilir mi? Bırakın önüne geçmeyi, bunların sözü hadis ilminde kayda alınır mı?

Artık bunların peşinden gidenler kimi kime tercih ettiğine dikkat etsin. Bir tarafta hadis ilminin dâhi uleması, diğer tarafta ezberinde yüz hadis bile olmayan bunlar... 

Biz hadis ilminin hafızlarının sözünü tercih ediyoruz. Elhamdülillah.

PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN ÂMÂ BİR SAHABEYE KENDİSİYLE TEVESSÜL ETMESİNİ EMRETMESİ

Hazretleri rivayet etmiştir. O şöyle diyor:

أَنَّ رجُلاً ضَرِيرَ الْبصَرِ أَتَى النَّبيَّ فَقَالَ اُدْعُ اللَّهَ لِي أَنْ يُعَافِيَني فَقَالَ إِنْشِئْتَ أَخَّرْتُ لَكَ وَهُوَ خَيْرٌ وَإِنْ شِئْتَ دَعَوْتُ فقالَ اُدْعُهُ

Görme özürlü bir adam Nebi (a.s.m.)’a geldi ve dedi ki: 

— Allah’ın beni iyileştirmesi için dua et.

Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.) dedi ki:     

— Eğer istersen senin için dua etmeyeyim. Bu daha hayırlıdır. İstersen dua edeyim.

Bunun üzerine adam "Dua et." dedi.

Peygamberimiz (a.s.m.) ona güzelce abdest almasını ve iki rekât namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını  emretti:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّد إِنِّي قَدْ تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى اللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ  

Ey Allah’ımız! Şüphesiz ben senden rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum! Ey Muhammed! Bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim! Ey Allah’ımız! Onu benim hakkımda şefaatçi kıl!

Bakın, âmâ sahabeye, kendisiyle tevessül etmesini bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.) emrediyor. Hadis-i şerifin ravisi İbni Huneyf diyor ki:

— Bu zat gitti. Biz daha Resulullah’ın huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuş.

Şimdi, bu hadis-i şerifin kaynaklarını inceleyelim:

İmam Tirmizî Hazretleri bu hadis hakkında şöyle demiştir: Bu, hasen-sahih bir hadistir. Biz onu Ebû Cafer Hatmî tarikinden bilmekteyiz.

Ebû İshak bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

Yine Hakîm hadisin sahih olduğunu söylemekte ve Zehebî ona muvafakat etmektedir.

Buhârî “Târihu'l-Kebir” isimli eserinde bu hadisi rivayet etmiştir.

İbni Mâce bu rivayeti sahih bulur.

İmam Nesâî, İbni Hibban, Ebû Nuaym, İmam Beyhakî ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söyler.

Yani bu kadar muhaddis bu hadisin sıhhatinde ittifak etmiştir.

Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:

Bu hadis-i şerifteki mühim nokta, âmâ sahabeye öğretilen “Peygamberin ile sana yöneliyorum.” duasıdır. Burada Peygamberimiz (a.s.m.)’ın olmadığı bir mekândan seslenme vardır. Ayrıca hadisin açık beyanıyla, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın duasıyla tevessül edilmemiş; bizzat Peygamberimizin zatıyla tevessül edilmiştir. Bunun delili, “Ey Muhammed! Ben senin ile Rabbime yöneldim!” denilmiş; “Peygamberin duasıyla yöneldim!” denilmemiştir.

Demek, bu hadis-i şerifte tevessülün iki çeşidine işaret vardır. Şöyle ki:

Âmâ zat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın Allah katındaki değerini biliyordu. Bu sebeple ona gidip kendisi için dua etmesini istedi ve tevessülün çeşitlerinden birini yaptı. Peygamberimiz (a.s.m.) da ona öğrettiği duayla, caiz olan tevessüllerden diğerini tatbik ettirdi. Yani ona eve gidip, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın olmadığı o mekânda, onun adını anarak dua etmesini söyledi. Bu sahabe de evinde, Resulullah’ın olmadığı o yerde, ona tevessül ederek dua etti ve neticede matlubuna nail oldu.

Demek, bu hadis-i şerif sadece tevessülün caiz olduğuna değil, aynı zamanda gaibte olana tevessül edilebileceğine de delildir.

Ayrıca hadisin bir rivayetinde şu ziyadelik vardır:

وَاِنْ كَانَتْ حَاجَةً فَافْعَلْ مِثْلَ ذَلِكَ Eğer bir ihtiyaç olursa bunun gibi yap. 

Bu ziyadeyi İbni Ebî Heysem sahih bir senetle rivayet etmiştir.

Bu ziyadeye göre, bu dua sadece o an için geçerli olmayıp, bütün ihtiyaçlar için her vakit yapılabilecek bir duadır. Bu sebeple, hadisin ravisi olan Osman İbni Huneyf Peygamberimiz (a.s.m.)’ın vefatından sonra insanlara bu duayı öğretmiş ve ihtiyacı olanların bu duayla Peygamberimize tevessül etmesini nasihat etmiştir.

İmam Taberânî, Hazreti Osman’ın halifeliği zamanında, İbni Huneyf’ten bu duayı öğrenen kişinin bu duayla matlubuna nasıl nail olduğunu “Mu’cemu’l-Kebir” isimli eserinde uzunca zikreder.

Bu hadis-i şerif hakkında söylenecek daha çok söz var. Biz daha fazla uzatmayıp hadisin tahlilini burada kesiyor ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular sormak istiyoruz:

Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Tevessül şirktir, araya Peygamberi bile koyamazsınız.

Biz şimdi onlara soruyoruz:

Peygamberimiz (a.s.m.) âmâ olan sahabeye kendisiyle tevessül etmesini emretmiş, bu sahabe de evine giderek Peygamberimiz (a.s.m.)’ın zatıyla tevessül etmiştir. İmam Tirmizî, Ebûİshak, Hakîm, Zehebî, İmam Buhârî, İbni Mâce, İmam Nesâî, İbni Hibban, Ebû Nuaym, İmam Beyhakî ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söylemiş ve bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir.

— Siz kim oluyorsunuz da bu kadar âlimin sahih kabul ettiği bir hadisi görmemezlikten geliyorsunuz? 

— Onların sahih kabul ettiği bu hadise siz hangi ilminizle karşı çıkıyorsunuz? 

— Yoksa onlardan daha mı âlimsiniz? 

— Ezberinde yüz binlerce hadis olan bu âlimlere hangi ilminizle muhalefet ediyorsunuz?

— Yoksa onlar hata etmiş de doğrusunu siz mi bulmuşsunuz? 

— Hadis ilminin yıldızları olan İmam Buhârî, İbni Mâce, Tirmizî ve diğerlerinin sözü yanında sizin sözünüzün ne kıymeti olur, bunu hiç düşünmüyor musunuz?

Şimdi de bizi insafla dinleyen kardeşlerime soruyorum:

— Hadis ilminin hafızları ve dâhilerinin sözü yanında bunların sözleri kaç para eder? Bunların sözü o âlimlerin sözünün önüne geçebilir mi? Bırakın önüne geçmeyi, bunların sözü hadis ilminde kayda alınır mı? Bunların sözüyle amel edilir mi?

Şimdi, bunların peşinden gidenlere sesleniyorum: Kimi kime tercih ettiğinize dikkat edin! Bir tarafta hadis ilminin dâhi uleması, diğer tarafta ezberinde yüz hadis bile olmayan cahiller!

Bizden uyarması! Eğer bunların sözünü tercih etmeye devam ederseniz ahirette çok pişman olursunuz! Gelin, bu hatadan vazgeçin ve hadis ilminin hafızlarının sözünü onların sözüne tercih edin! 

Biz tercih ettik. Elhamdülillah.

PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN KENDİNDEN ÖNCEKİ PEYGAMBERLERE TEVESSÜL ETMESİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz üçüncü hadis-i şerifte, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın diğer peygamberlere tevessül ettiğini göstereceğiz. Enes bin Malik Hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerif şöyledir:

Haşim oğlu Esed kızı Fâtıma (r.a.) vefat edince, Peygamberimiz (a.s.m.) Üsame İbni Zeyd’i, Eyyüb el-Ensari’yi, Hazreti Ömer’i ve bir köleyi kabrini kazdırmak için çağırttı. Onlar kabrini kazarlarken kabrin lahid denilen kısmına gelince, Peygamberimiz (a.s.m.) eliyle onun lahdini kazdı, toprağını eliyle çıkardı ve kazma işi bitince kabrin içine girerek şöyle dedi:

اَللَّهُ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ حَيٌّ لاَ يَمُوتُ اِغْفِرْ لِأُمِّي فَاطِمَةَ بِنْتِ أَسَدٍ وَلَقِّنْهَا حُجَّتَهَا وَوَسِّعْ عَلَيْهَا مُدْخَلَهَا بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالْأَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِي فِإِنَّكَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِين         

O Allah ki diriltir ve öldürür. O, ölümsüz olan diridir. Esed’in kızı Fatıma annemi affet. Ona hüccetini telkin et -yani vereceği cevabı öğret- ve gireceği yeri ona genişlet. Nebinin ve benden önceki nebilerin hakkı için bunu yap. Şüphesiz sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.

Gördünüz mü Peygamber Efendimiz (a.s.m.) duasında ne diyor? Diyor ki:

Nebinin ve benden önceki nebilerin hakkı için…

Yani Peygamberimiz (a.s.m.) kendinden önceki peygamberlere tevessül ediyor. Hani tevessül caiz değildi?

Ayrıca bu hadis-i şerif gaibte olana tevessül edilebileceğine de delildir. Zira Peygamberimiz (a.s.m.)’ın, kendileriyle tevessül ettiği peygamberler vefat etmişlerdir. O hâlde vefat edenlerle de tevessül edilebilmektedir. Onların ölmüş olması, kendileriyle tevessül edilmesine mâni değildir.

Şimdi, bu hadis-i şerifin kaynaklarını inceleyelim ve hadis hafızlarının bu hadis hakkındaki sözlerini işitelim:

İbni Hibban ve Hakîm Hazretleri hadis-i şerifin ravisi olan Ravh İbni Salah’ı hadiste güvenilir görür. O hâlde hadis İbni Hibban ve Hakîm’in görüşlerine göre sahihtir. O Hakîm Hazretleri ki hadiste imamdır ve müçtehiddir. Cerh, tadil, ilel ve hadis ilimlerinin hepsinde tam bir marifet sahibidir. İşte bu Hakîm, “Bu hadis sahihtir.” diyor.

— Onun bu sözü yanında, zamanımızın hadis inkârcılarının sözü kaç para eder?

Ayrıca bu hadisi İbni Abdilberr, İbni Abbas’tan; İbni Ebî Şeybe de Hazreti Cabir’den rivayet etmişlerdir.

Deylemî ve Ebû Nuaym da ayrı ayrı rivayette bulunmuşlardır.

İmam Taberânî “Mu’cemu’l-Kebir” ve “Evsat”da, Heysemî de “Mecmâu'z-Zevaid”de zikretmişlerdir. Heysemî hadisi Bezzar’ın rivayet ettiğini ve senedinde yer alan ravilerin sahih olduğunu belirtmiştir.

İşte bu hadis-i şerif bu kadar çok hadis âlimi tarafından rivayet edilmiş ve sahih kabul edilmiştir.

Tevessülü inkâr edenler bu hadis karşısında söyleyecek bir söz bulamayınca, “Hadis zayıftır.” demişler. Onların bu sözüne cevabımız şudur:

Siz işinize gelmeyen her hadise zayıf dersiniz. Biz de size deriz ki: Hadi ismini zikrettiğimiz hadis hafızlarının görüşlerini bir kenara bırakalım ve sizin dediğiniz gibi hadis zayıf olsun. Ancak Ahmed İbni Hanbel ve Ebû Dâvûd es-Sicintânî’ye göre, başka hadis bulunmadığı takdirde ahkâma ait meselelerde zayıf hadisle amel edilebilir. Madem zayıf hadisle amel caizdir, o hâlde sizin “Bu hadis zayıftır.” sözünüz bu hadisi hükümden düşürmez.

Kaldı ki zikrettiğimiz hadis hafızları bu hadisin sahih olduğunu belirtmişler ve eserlerinde rivayet etmişler. O hâlde kaçacak yeriniz yok. Hakikate gözünüzü kapamakla sadece kendinize gece yaparsınız. Yoksa hakikat güneşini göz kapamakla söndüremezsiniz.

Makam münasebetiyle şu noktayı izah etmek istiyoruz: Kabirlere giderek, “Bana çocuk ver, eş ver, iş ver…” şeklinde istekte bulunmak, kabirlere çaput bağlamak, bizzat kabrin kendisine kurban kesmek, kabre karşı secde etmek gibi işler elbette sakıncalıdır ve yanlıştır. Böyle hareketler kişiyi şirke düşürür.

Kişi ilk önce, tevessül ettiği kişinin, Allah’ın dilemesi olmadan hiçbir şeyi yapmaya gücü olmadığını bilmelidir. Bunu bildikten sonra kabirde yatanın hürmetine istemek veya kabirde yatandan dua istemek caiz olur.

Kabirdekilerin dua edebileceğine Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın şu hadis-i şerifi delildir:

حَيَاتِي خَيْرٌ لَكُمْ تُحَدِّثونَ ويُحَدَّثُ لَكُمْ وَوَفَاتِي خَيْرٌ لَكُمْ تُعْرَضُ عَلَيَّ أَعْمَالُكُمْ فَمَا كَانَ مِنْ حَسَنٍ حَمَدْتُ اللَّهَ وَمَا كَانَ مِنْ سَيِّئٍ اسْتغفَرْتُ اللَّهَ لَكُمْ

Benim hayatım sizler için hayırlıdır. Siz (bir meseleden) bahsedersiniz, size (o şeyden) haber verilir. Öldüğüm zaman, ölümüm de sizler için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz olunur. Hayrı görürsem Allah'a hamd ederim; şerri görürsem sizler için Allah’tan mağfiret dilerim. (İbni Sa'd, et-Tabakat, II, 94; İbni Hacer, Metâlibu'l-Aliye, IV, 22, 3853)

Bu hadis-i şerifteki “Eğer şerri görürsem sizler için Allah’tan mağfiret dilerim.” ifadesi, peygamberlerin ölü de olsalar dua ettiklerine delildir.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere deriz ki:

Sizler, “Tevessül şirktir ve büyük günahtır. Araya peygamberi bile koyamazsınız.” diyorsunuz. Hâlbuki mezkûr hadisin beyanıyla, Peygamberimiz (a.s.m.) Allah’tan isterken tevessül ediyor; ölmüş peygamberleri aracı kılıp onların faydasını umuyor.

— Eğer tevessül caiz olmasaydı hiç Peygamberimiz (a.s.m.) ölmüş peygamberlere tevessül eder miydi?

Ayrıca ikinci hadis-i şerifte, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın öldükten sonra hamd ettiğini ve ümmeti için af dilediğini işittiniz. Demek, peygamberler kabirlerinde dua ediyor. Eğer peygamberler öldükten sonra dua edebiliyorsa elbette peygamberlerin varisleri olan evliya ve âlimler de -derecelerine göre- kendisinden dua isteyenlere dua edebilir. Bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Ölüm bizler için bir son, bir yokluk değildir ki bunu inkâr edelim. Ölüm kabir kapısıyla başka bir âleme geçmek için bir terhistir.

Dolayısıyla Allah dostu kulların, izn-i İlahî ile kabirlerinde dua etmesi son derece makuldür ve hadsiz vukuatla vakidir.

PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN ISSIZ BİR YERDE SIKINTIYA DÜŞTÜĞÜMÜZDE “EY ALLAH’IN KULLARI, YARDIM EDİN!” DEMEMİZİ EMRETMESİ

Tevessülün caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifleri nakletmeye devam ediyoruz. Bu bölümde mana cihetiyle birbirine benzeyen üç hadis-i şerif nakledeceğiz:

Birinci hadis-i şerifimizi İbni Abbas Hazretleri rivayet etmiştir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

  إِنَّ لِلَّهِ مَلائِكَةً فِي الأَرْضِ سِوَى الْحَفَظَةِ يَكْتُبُونَ مَا يَسْقُطُ مِنْ وَرَقِ الشَّجَرِ فَإِذَا أَصَابَ أَحَدَكُمْ عَرْجَةٌ بِأَرْضِ فَلاَةٍ فَلْيُنَادِ يَا عِبَادَ اللَّهِ أَغِيثُوا   

Şüphesiz Allah’ın -hafaza meleklerinin dışında- yeryüzünde melekleri vardır. Bu melekler ağaçlardan düşen yaprakları yazarlar. Eğer sizden birine çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse şöyle seslensin: Ey Allah’ın kulları, yardım edin!

— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ıssız bir yerde sıkıntıya düştüğümüzde ne yapmamızı emrediyor?

يَا عِبَادَ اللَّهِ أَغِيثُوا  "Ey Allah’ın kulları, yardım edin!" diyerek yardım istememizi emrediyor.

Şimdi soruyoruz: 

— Böyle demek tevessül değil midir?

Naklettiğimiz bu hadis-i şerif hakkında İbni Hacer Hazretleri şöyle der: Bu hadisin isnadı sahihtir.

Sehâvî hadisin hasen olduğunu söyler. 

Heysemî: “Ravileri güvenilirdir.” der.

Hadis âlimlerinden hiçbiri bu hadise itiraz etmemiştir.

Ahmed İbni Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babamdan işittim, o şöyle dedi:

— Yaya olarak yaptığım haclardan birinde yolumu kaybettim. "Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!" demeye başladım. Ben böyle demeye devam ederken birden yolumubuluverdim.

Bu hadiseyi İmam Beyhakî ve İbni Asâkir sahih bir isnatla nakletmişlerdir. 

İmam Taberânî: “Bu denenmiştir.” demiştir.

İmam Nevevî, sıkıntıya düştüğünde “Ey Allah’ın kulları, yardım edin!” demeyi tecrübe ettiğini beyan etmiş ve şöyle demiştir:

— Benim de aralarında bulunduğum bir cemaatte hayvan kaçmaya başladı. Yardım isteme lafzını söyledim. Benim bu sözümden sonra hayvanlar durdular.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruyu sormak istiyoruz:

Ahmed İbni Hanbel ve İmam Nevevî Hazretlerinin kendi ifadelerinden öğrendik ki sıkıntıya düştüklerinde, “Ey Allah’ın kulları, yardım edin!” diyerek yardım istemişler.

— Acaba onlar yardım istedi diye şirke mi düştü, müşrik mi oldu? Onları şirkle itham edebilir misiniz? Ahmed İbni Hanbel’e ve İmam Nevevî’ye müşrik diyebilir misiniz?

Bakın, biraz önce zikrettiğimiz:

"Eğer sizden birine çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse, ‘Ey Allah’ın kulları, yardım edin!’ diye nida etsin.” hadisini imamınız olan İbni Teymiye bile kabul etmiş ve sünnete uygun duaları yazdığı “el-Kelimu’t-Tayyib” isimli eserinde bu hadisi naklederek bu şekildedua etmenin sünnet olduğunu söylemiş. Demek, imamınız olan İbni Teymiye bile bu hadisi inkâr edememiş. 

— Bu hadisi inkâr edememek tevessülü kabul etmek değil midir?

Yoksa siz şimdi şöyle mi diyorsunuz:

— Hadiste geçen "Ey Allah’ın kulları, yardım edin!" ifadesiyle, kendisinden yardım istememiz emredilenler meleklerdir. Meleklere tevessül caizdir ama diğer kullara tevessül caiz değildir.

Eğer böyle diyorsanız, biz de deriz ki:

Hadi diyelim ki kendisinden yardım istenilmesi emredilenler meleklerdir. İyi de meleklere tevessül caiz oluyor da diğer salih kullara tevessül niçin caiz olmuyor? Arada ne fark var? Melekler de Allah’ın kulu; peygamberler ve evliyalar da Allah’ın kulu. Meleklere tevessül edilebilirken, salih kullara niçin tevessül edilmesin?

Yardımı Allah’tan bildikten sonra meleklerden de yardım istenir, Allah’ın salih kullarından da. Yeter ki onları yardıma gönderenin Allahu Teâlâ olduğunu bilelim.

Mezkûr hadis-i şerifin tahlilini burada tamamlayalım ve aynı manayı ifade eden ikinci hadis-i şerife geçelim:

Bu hadis-i şerifin ravisi Utbe b. Gazvan Hazretleridir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

اِذَا أَضَلَّ أَحَدُكُمْ  شَيْئًا أَوْ أَرَادَ أَحَدُكُمْ  عَوْنًا وَ هُوَ بِأَرْضٍ لَيْسَ بِهَا أَنِيسٌ فَلْيَقُلْ يَا عِبَادَ اللهِ أَغِيثُونِي يَا عِبَادَ اللهِ أَغِيثُونِي فَإِنَّ لِلَّهَ عِبَادًا لاَ نَرَاهُمْ   

Sizden birisi bir şey kaybederse veya yanında arkadaşı olmayan bir yerde yardım dilerse şöyle desin: "Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin; ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!" Çünkü Allah’ın bazı kulları vardır ki biz onları göremeyiz.

— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu hadiste bizlere neyi emrediyor? 

Bir şeyi kaybettiğimizde veya arkadaşımızın olmadığı bir yerde yardım dilediğimizde, “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!” dememizi emrediyor. 

— Yahu tevessülü inkâr edenler bu hadisi görmüyorlar mı?

İmam Taberânî Hazretleri bu hadisi rivayet edip ravilerini güvenilir kabul etmiş. 

Büyük hadis ve tefsir âlimi Allame Muhammed b. Allân şöyle demiş: Bu hadiste geçen Allah’ın kullarından maksat ya melekler, ya Müslüman cinler, ya da ebdal diye isimlendirilen seçkin velilerdir.

Tevessülü inkâr edenlerin imamı olan Elbânî dahi bu hadisi reddedememiş ve demiş ki: Hadiste geçen "Allah’ın kulları" melekler olabilir.

Biz şimdi Elbânî’ye ve ona tabi olanlara diyoruz ki: Hadi diyelim melekler olsun. İyi de meleklerden istemek ve onlara tevessül etmek caiz oluyor da diğer salih kullara tevessül etmek niçin caiz olmuyor? Arada ne fark var? Meleğin eliyle gelen yardım da bizzat Cenab-ı Hakk’ın izni ve iradesiyle değil midir? Melekleri yardıma gönderen Rabbimiz, salih kulların ruhlarını niçin yardıma göndermesin veya gönderemesin?

İkinci hadis-i şerifin tahlilini burada tamamlayalım ve aynı manayı ifade eden üçüncü hadis-i şerife geçelim.

Bu hadis-i şerifin ravisi İbni Mesud Hazretleridir. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

  إِذَا انْفَلَتَتْ دَابَّةُ أَحَدِكُمْ بِأَرْضِ فَلاةٍ فَلْيُنَادِ يَا عِبَادَ اللَّهِ اِحْبِسُوا يَا عِبَادَ اللَّهِ اِحْبِسُوافَإِنَّ لِلَّهِ حَاضِرًا  فِي الأَرْضِ سَيَحْبِسُهُ   

Sizden birinizin hayvanı sahrada kaçarsa şöyle desin: "Ey Allah’ın kulları, onu yakalayın; ey Allah’ın kulları onu yakalayın!" Şüphesiz Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan kulları vardır ki onu yakalarlar.

Bu hadis-i şerifi Ebû Yâlâ Hazretleri “Müsned”inde, İbni Hacer “Metâlibu'l-Âliye”de, İmam Taberânî “Mu’cemu’l-Kebir”de zikretmiştir.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere soruyoruz:

— Gösterdiğimiz bu kadar ayete ve hadise gözlerinizi mi kapatacaksınız? Hâlâ anlamayacak mısınız ki yapılması gereken, caiz olan tevessüle haram demek değildir. Yapılması gereken, tevessülün şartlarını öğreterek yanlış tevessülün önüne geçmektir.

Biz tevessül caizdir derken, her tevessül eden şeriat dairesinde tevessül ediyor, demiyoruz. Yardımı Allah’tan değil de tevessül ettiği şahıstan bilenler ya da tevessül ettiği şahsın bizzat malik-i hakiki olduğunu zannedenler elbette vardır. Ve bu, büyük bir hatadır.

Lakin bunun önüne geçmenin yolu tevessüle haram demek değildir. Çünkü tevessüle haram derseniz, bu hadis-i şerifleri izah edemezsiniz. Yapılması gereken, tevessül edecek olana doğru tevessülü öğretmektir. Bunun başka bir yolu yoktur!

PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN, “SANA DUA EDENLERİN HÜRMETİNE VE BU YÜRÜYÜŞÜM HÜRMETİNE SENDEN İSTİYORUM.” DEMESİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz yedinci hadis-i şerifi Ebû Said el-HudrîHazretleri rivayet etmiştir. Bu hadis-i şerifi, İbni Mâce “Mesâcid”de, Ahmed İbni Hanbel “Müsned”de, İbni Huzeyme “Et-Tevhid” de, İbnü's-Sünnî “A’melü'l-yevmi ve'l-leyl”de, İmam Begavî “Müsned”inde ve İmam Beyhakî “ed-Deavetü’l-Kebir”de zikretmiştir. Bu hadis-i şerifi hadis hafızlarından bir topluluk hasen kabul etmiştir. Sözü uzatmamak için bu hadis hafızlarının isimlerini saymıyoruz.

Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

مَن خَرَجَ من بيتِه إلى الصَّلاةِ فقال اللهمَّ إنِّي أسأَلُك بحَقِّ السائِلينَ عليك وأسأَلُك بحَقِّ مَمْشايَ هذا فإنِّي لم أخرُجْ أشرًا ولا بَطَرًا ولا رياءً ولا سُمعةً وخَرَجتُ اتقاءَ سَخَطِك وابتغاءَ مرضاتِك فأسأَلُك أنْ تُعيذني من النارِ وأنْ تَغفِرَ لي ذنوبي إنَّه لا يَغفِرُ إلَّا أنتَ أقبَلَ اللَّهُ عليه بوجهِه واستغْفَرَ له سَبعونَ أَلْفَ مَلَكٍ

Her kim evinden namaza çıkarken şöyle dese: "Ey Allah’ım! Senden isteyenlerin senin üzerindeki hakları hürmetine ve bu yürüyüşümün hakkı için senden istiyorum. Çünkü ben kötülük, kibir, riya ve gösteriş için çıkmadım. Senin gazabından sığınmak ve senin rızanı ummak için çıktım. O hâlde senden beni ateşten korumanı ve benim günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Çünkü günahları ancak sen affedersin." Kim böyle derse Allahu Teâlâ ona cemaliyle yönelir ve yetmiş bin melek onun için istiğfar ederler.

Bizim bu hadis-i şerifte üzerinde duracağımız bölüm şurası:

اللهم اِنِّى اَسْأَلُكَ بِحَقِّ السَّائِلِينَ عَلَيْكَ وَ اَسْأَلُكَ بِحَقِّ  مَشْيَايَ    

Ey Allah’ım! Senden isteyenlerin senin üzerindeki hakları hürmetine ve bu yürüyüşümün hakkı için senden istiyorum…

Şunu hemen ifade edelim ki: Hiçbir varlığın Allah üzerinde bir hakkı olamaz, ancak Allah’ın bizim üzerimizde hakları olabilir. Hadis-i şerifte geçen haktan murad hürmettir. Yani “Sana dua edenlerin hürmetine ve bu yürüyüşüm hürmetine senden istiyorum.” demektir.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere şunu sormak istiyoruz:

— Hadis-i şerifte geçen, “Dua edenlerin hürmetine istiyorum.” sözü tevessül değil midir? 

Bu elbette bir tevessüldür!

Bu duada iki çeşit tevessül vardır: 

Birincisi: “Yürüyüşümün hürmetine istiyorum.” denilerek, namaza giderken atılan adımlarla yani kişinin kendi ameliyle tevessül edilmiştir. 

İkincisi: “Dua edenlerin hürmetine istiyorum.” denilerek dua edenlerle tevessül edilmiş, onların halisane duaları ve samimane yönelişleri duanın kabulüne vesile kılınmıştır.

Demek, tevessülü bize bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.) öğretmektedir. Herhâlde tevessül caiz midir değil midir meselesini Peygamberimiz (a.s.m.) bizden çok daha iyi bilir.

Tevessül caiz olmasaydı Peygamberimiz (a.s.m.) bizlere bu duayı öğretmezdi. Madem öğretmiş, o hâlde tevessül caizdir.

Şunu da ilave edelim: Sakın ola, “Bu hadis uydurmadır.” falan demeyin. Çünkü bu hadis-i şerifi İbni Mâce, Ahmed İbni Hanbel, İbni Huzeyme, İbnü's-Sünnî, İmam Begavî, İmam Beyhakî nakletmiş ve hadis hafızlarından bir topluluk bu hadisi hasen kabul etmiştir. 

— Onların sözleri yanında sizin sözünüzün ne kıymeti var?

— Aklı ve insafı olan, hiç sizin sözünüzü onların sözüne tercih eder mi? 

Biz asla tercih etmeyiz, elhamdülillah.

PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN, "BENÎ KA’B KABİLESİNİN ŞİİR OKUYANI BANA SESLENİP YARDIM İSTEDİ." DEMESİ

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz sekizinci hadis-i şerifi Hazreti MeymûneValidemiz rivayet etmiştir. Hadis-i şerif şöyledir:

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazreti Meymûne Validemizin yanında gecelemişti. Efendimiz (a.s.m.) sonra kalkıp namaz için abdest aldı.

Hazreti Meymûne Validemiz diyor ki:

— Onu abdest aldığı yerde üç defa "Lebbeyk, lebbeyk, lebbeyk." ve üç defa da "Sana yardım edildi, sana yardım edildi, sana yardım edildi." derken işittim. Ona: "Ey Allah’ın Resulü, babam sana feda olsun! Seni üç defa 'Lebbeyk', üç defa da 'Sana yardım edildi.' derken işittim. Sanki bir insanla konuşuyordun. Yanında biri mi vardı?" diye sordum.

O (a.s.m.) dedi ki: 

هَذَا رَاجِزُ بَنِي كَعْبٍ يَسْتَصْرِخُنِي وَيَزْعُمُ أَنَّ قُرَيْشًا أَعَانَتْ عَلَيْهِمْ بَكْرَ بْنَ وائلٍ

Bu, Benî Ka’b kabilesinin şiir okuyanı. Bana seslenip yardım istedi ve Kureyş’in onlara karşı Benî Bekir kabilesine yardım ettiğini iddia etti.

Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Benî Ka’b kabilesinden bir kişi Peygamberimiz (a.s.m.)’dan gaybi bir surette yardım diliyor. Peygamberimiz (a.s.m.) da uzak bir mesafeden onun sesini -Allah’ın işittirmesiyle- duyuyor ve ona “Sana yardım edildi.” diyor.

Bu hadis-i şerifi İmam Taberânî ve Ebû Nuaym Hazretleri eserlerinde rivayet etmiştir. Heysemî Hazretleri ve bazı hadis âlimleri bu hadisi zayıf bulmuşlardır.

Şimdi, burada çok önemli bir noktadan bahsetmek istiyoruz. Bu nokta çok önemli bir noktadır. Şöyle ki:

Bir hadisin zayıf veya sahih kabul edilmesi hadisin senediyle ilgilidir. Bazı hadis âlimleri hadisin senedindeki bir ravinin hafızasını zayıf görür, ona güvenmez veya başka bir sebepten dolayı hadisi zayıf addeder. Başka bir hadis âlimi ise raviye güvenir, hafızasını kuvvetli bulur ve diğer şartlarla hadisi sahih kabul eder.

Dolayısıyla bir hadisi zayıf kabul etmek hadisin senediyle ilgili bir durumdur.

Bazı âlimlerin bu hadis-i şerifi zayıf kabul etmesi bizim meselemizi zayıflatmaz. Çünkü zayıflık emaresi varsa, hadisin senediyle ilgilidir; manasıyla değil.

Şimdi şunu bir düşünün: 

— Eğer tevessül şirk olsaydı bu hadisi İmam Taberânî ve Ebû Nuaym Hazretleri nakleder ve kitaplarına alırlar mıydı? 

— Ve hadis âlimleri hadisin üzerinde cerh ve tadil yaparlar mıydı? 

Eğer tevessül şirk olsaydı hadise zayıf denmez, uydurma denirdi ve hadis kitaplarında nakledilmezdi. Ne yani, hadis hafızları şirki tavsiye eden bir hadis üzerinde sahihtir-zayıftır tartışması mı yapacak?

Eğer hadisin manası İslam’ın ruhuna uygun olmasaydı hadisin senedine bakılmaksızın hadis reddedilirdi. Ama zayıf diyen dahi hadisi reddetmiyor, sadece senedindeki bazı ravileri zayıf buluyor. Eğer tevessül şirk olsaydı, zayıf diyenler hadise zayıf demez; “Bu hadisteki haber şirktir; bu hadis hadis olamaz.” derlerdi. Ama kimse böyle dememiş. Hatta bir kısım hadis âlimleri hadisi sahih kabul etmiş ve bu hadisi eserlerinde rivayet etmiş. Bütün bunlar tevessülün caiz olduğuna delildir.

Dolayısıyla tevessülü inkâr edenler gösterdiğimiz hadis-i şeriflere “zayıftır” diyerek davamızı iptal edemezler. Faraza, naklettiğimiz bütün hadis-i şeriflerin zayıflığını ispat dahi edecek olsalar yine de davamızı çürütemezler. Çünkü bir hadisin senedi üzerinde tartışma yapılması, o hadisin manasının İslam’ın ruhuna uygun olduğunu ispat eder. Eğer tevessül caiz olmasaydı hadis âlimleri bu hadislerin senetleri üzerinde tahlil yapmaz ve topyekûn hadisi reddederlerdi. Zira şirki emreden bir hadise zayıf demekle yetinilmez.

Bu izahlardan sonra şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruyu soruyoruz:

— İmam Taberânî gibi bir hadis hafızı bu hadisi “el-Kebir” isimli eserinde rivayet etmiş. Acaba İmam Taberânî, manasında şirk olan bir sözü hadis diye nakleder mi? O koca imam,tevessülün şirk olup olmadığını sizin kadar bilmiyor mu? Eğer tevessül şirk olsaydı İmam Taberânî bu hadisi eserine alır mıydı?

— Yine tevessül şirk olsaydı Ebû Nuaym Hazretleri bu hadisi kitabında rivayet eder miydi? 

— Onların bu hadisi eserlerine alması tevessülün caiz olduğuna dair kâfi bir delil değil midir?

Daha ne arıyorsunuz!

Sevgili kardeşlerim, tevessüle dair eserimizin bu bölümüne kadar, önce tevessülün caiz olduğunu Kur’an'ın ayetleriyle ispat ettik ve 10 ayet-i kerimeyi meselemize delil yaptık. Daha sonra tevessülü hadis-i şeriflerle ispat ettik ve 8 hadis-i şerifi meselemize delil yaptık. Daha gösterebileceğimiz çokça hadis-i şerif de var.

Ancak yolumuz uzun. Daha bu konudaki sahabe uygulamasına bakacak, sonra bu konudaki icmayı gösterecek ve tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz. Bu sebeple, tevessül hakkındaki diğer hadis-i şeriflere geçmiyor ve sekiz hadisle yetiniyoruz. Zaten arife işaret yeter, hepsini nakletmeye gerek yoktur.

Şimdi sorulacak soru şu:

— Eğer tevessül caiz olsaydı sahabeler bunu uygulardı. Acaba sahabeler tevessül etmiş midir?

Eserimizin bundan sonraki bölümünde bu konuyu işleyecek ve sahabelerin tevessülüne dair örnekler vereceğiz.

HAZRETİ ÖMER’İN PEYGAMBERİMİZİN AMCASI HAZRETİ ABBAS’A TEVESSÜL ETMESİ

Tevessül caiz midir değil midir sorusunu ilk önce Kur’an’a sorduk; Kur’an on ayetiyle bize “Caizdir.” cevabını verdi. Sonra aynı soruyu Peygamberimiz (a.s.m.)’a sorduk; Peygamberimiz (a.s.m.) sekiz hadis-i şerifleriyle aynı cevabı verdi ve “Caizdir.” dedi.

Şimdi aynı soruyu ashâb-ı kirama soracağız. Zira tevessül caizse sahabelerin bunu uygulamış olması gerekir. Onların uygulaması da bizler için bir hüccettir.

Bazıları, “Eğer tevessül caiz olsaydı sahabeler bunu uygulardı. Hâlbuki sahabeler tevessül etmemiştir.” diyerek delilsiz ve mesnetsiz konuşmaktadır. İşte eserimizin bu bölümü delilsiz konuşan bu kimselere tam bir cevap olacaktır.

Sahabelerin tevessül ettiğine dair ilk örneğimizi İmam Buhârî Hazretleri eserinin “İstiska” bölümünde rivayet etmiştir. Enes b. Malik Hazretlerinin beyanına göre, Hazreti Ömer (r.a.) döneminde, kuraklık yüzünden Müslümanlar kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar.

Hazreti Ömer (r.a.) Peygamberimiz (a.s.m.)’ın amcası olan Hazreti Abbas’a tevessül ederek şöyle dedi:

اَللَّهُمَّ اِنَّا كُنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَبْكَ بِنَبِيِّنَا فَتَسْقِينَا وَاِنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَبْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا فَاسْقِنَا  

Ey Allah’ımız! Şüphesiz biz sana daha önce Peygamberimiz ile tevessül ederdik, sen de bize yağmur yağdırırdın. Şimdi ise Peygamberimizin amcasıyla sana tevessül ediyoruz, o hâlde bize yağmur yağdır.

Ravi Hazreti Enes der ki:  يُسْقَوْنَ  "Onlara yağmur yağdırıldı."

Hazreti Ömer’in duasına bir daha dikkat edelim: Ey Allah’ımız! Şüphesiz biz sana daha önce Peygamberimiz ile tevessül ederdik, sen de bize yağmur yağdırırdın. Şimdi ise Peygamberimizin amcasıyla sana tevessül ediyoruz, o hâlde bize yağmur yağdır.

— Hani sahabeler tevessül etmemişti? Bundan daha açık tevessül olur mu?

Bu hadisenin vukuu hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. Hatta tevessülü inkâr edenler dahi bu hadiseyi kabul ederler.

Şimdi merak ediyor ve diyorsunuz ki: Onlar bu hadiseyi kabul ediyorsa tevessülü nasıl inkâr ediyorlar?

Şimdi sorunuza cevap verelim:

Onlar diyor ki: Hadiste geçen  اِنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَبْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا  “Biz sana Peygamberimizin amcasıyla tevessül ediyoruz.” sözü,  بِدُعَاءِ عَمِّ نَبِيِّنَا  “Peygamberimizin amcasının duasıyla tevessül ediyoruz.” manasındadır. Yani onlara göre, burada gizli bir  دُعَاء  kelimesi vardır.

Şimdi onlara soruyoruz:

— Bu ilaveyi nereden çıkarıyorsunuz? Metinde  دُعَاء  kelimesi yok! Metinde olmayan bir kelimeyi metne nasıl ilave ediyor ve “Bu mana kastedilmiştir.” diyorsunuz?

Hâlbuki bu mana kastedilemez. Niçin kastedilemeyeceğini şöyle maddeleyelim:

Birincisi: İbni Hacer Hazretleri diyor ki: Zübeyr İbni Bekkâr “el-Ensab” isimli eserinde, Hazreti Ömer’in tevessülünden sonra Hazreti Abbas’ın dua ediş şeklini şöyle nakleder:

— Ey Allah’ım! Her bela mutlaka bir günah sebebiyle inmiştir ve ancak tövbeyle kaldırılır. Bu topluluk, benim senin Peygamberine yakınlığımdan dolayı benimle sana yönelmiştir. İşte bu günahkâr ellerimiz ve perçemlerimiz tövbe ile sana uzanmıştır. Bize yağmur gönder!

Şimdi duanın şu kısmına bir daha dikkat edin: Bu topluluk, benim senin Peygamberine yakınlığımdan dolayı benimle sana yönelmiştir.

Demek, olay Hazreti Abbas’tan dua istemek değil, onun zatıyla ve Peygamberimize olan yakınlığıyla Allah’a tevessül etmektir.

İkincisi: İmam Kevserî’nin "Makâlât" isimli eserindeki şu beyanı, hadisenin dua istemek değil, Hazreti Abbas’a tevessül etmek olduğunu ispat eder. O der ki:

— Metinde "Peygamberimizin amcasıyla sana tevessül ediyoruz." denilirken, buna gereksiz olarak bir muzaf ekleyip "Peygamberimizin amcasının duasıyla istiyoruz." manasına çevirmek herhangi bir delile dayanmadan konuşmak ve hakikati örtbas etmektir. "Peygamberimizin amcasıyla" tarzındaki tevessül, Hazreti Abbas’ın Peygamberimize olan yakınlığı ve onun yanındaki konumuyla tevessül manasına gelir. Böylelikle bu tevessül aynı zamanda Peygamberimiz ile tevessül demektir.

Üçüncüsü: İmam Şekvânî’nin “ed-Dürrü’n-Nadîd” isimle eserindeki şu beyanı, hadisenin dua istemek değil, Hazreti Abbas’a tevessül etmek olduğunu ispat eder. O der ki:

— Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hayatta iken ona tevessül olmuştur. Vefatından sonra ondan başkasıyla tevessül, sahabenin sükûti icmaı ile sabit olmuştur. Çünkü sahabenin hiçbiri Hazreti Ömer’in Hazreti Abbas’a tevessülünü yadırgamamıştır.

Daha açık bir ifadeyle İmam Şevkânî diyor ki: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın vefatından sonra ondan başkasıyla tevessül yapılacağına sahabenin icmaı vardır. Çünkü Hazreti Ömer’in Hazreti Abbas’a tevessül etmesini hiçbir sahabe yadırgamamıştır.

Demek, olay Hazreti Abbas’tan dua istemek değil, onunla Allah’a tevessül etmektir.

Dördüncüsü: Hazreti Ömer Hazreti Abbas hakkında: “Başınıza gelen bu kuraklık musibeti için Hazreti Abbas’a tevessül edin.” demiştir.

Aynî’nin “Umdetü’l-Karî”de naklettiğine göre, “Başınıza gelen bu kuraklık musibeti için Hazreti Abbas’a tevessül edin.” ifadesi “Ondan dua isteyin.” manasına gelemez. Çünkü Hazreti Ömer bu cümleyi Hazreti Abbas’tan dua etmesini istedikten sonra halka söylemiştir. Bu durumda, “Ona tevessül edin.” emri “Ondan dua isteyin.” manasında olamaz.

Yine büyük muhaddis İbni Hacer ve İbni Ruşeyd, “Hazreti Abbas’a tevessül edin.” ifadesinin “Ondan dua isteyin.” manasına gelemeyeceğini beyan etmişlerdir. (Fethu’l-Barî)

Bütün bu izahlardan sonra, tevessülü inkâr edenlere şu soruları sormak istiyoruz:

1. Metinde  دُعَاء  kelimesi yoktur. Bu lafzı nereden çıkarıyorsunuz?

2. İmam Kevserî: “Böyle bir ilave bir delile dayanmadan konuşmak ve hakikati örtbas etmektir.” diyor. Yani İmam Kevserî sizi delilsiz konuşmakla ve hakikati örtbas etmekle vasfediyor, buna ne dersiniz?

3. İmam Şevkânî: “Tevessülde sahabenin sükûti icmaı vardır.” diyor ve Hazreti Ömer’in Hazreti Abbas’a tevessül etmesini ve sahabenin itiraz etmemesini buna delil yapıyor. Sahabenin sükûtu sizin için bir delil değil midir?

4. Bizzat Hazreti Ömer sahabelere: “Hazreti Abbas’la tevessül edin.” diye emrediyor. Eğer tevessül şirk olsaydı Hazreti Ömer bunu emreder miydi? Hadi -haşa- emretti, buna karşı sahabeler hiç sükût eder miydi?

5. Bütün bu izahlardan sonra hâlâ tevessülü inkâr edecek ve rivayetin metninde olmayan bir kelimeyi metne ilave edecek misiniz?

Bu sorularımızın cevaplarını sizden istiyor ve şimdi meselenin başka bir cihetine geçiyoruz:

Tevessülü inkâr edenlerin bir kısmı, tevessülü ispat eden deliller karşısında söyleyecek bir söz ve dayanacak bir delil bulamadıklarından tevessülü kabul etmeye mecbur oldular. Ancak bu sefer de şöyle demeye başladılar:

— Canlıya tevessül caizdir, ölüye tevessül caiz değildir. Hazreti Ömer’in Hazreti Abbas’a tevessül etmesi sadece diriye tevessül edilebileceğine ve ölüye tevessül edilemeyeceğine delildir. Çünkü ölüye tevessül caiz olsaydı Hazreti Ömer Hazreti Abbas’a değil, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a tevessül ederdi.

Onlar böyle diyorlar. Gerçi bu da bir şey. Hiç değilse hayatta olana tevessülün caiz olduğunu kabul etmişler. Şimdi bize kulak verirlerse ölüye tevessülün de caiz olduğuna inanırlar.

İbni Abdilberr, Hazreti Ömer’in Hazreti Abbas’a tevessülünü şöyle açıklar:

— Yeryüzü Hazreti Ömer’in devrinde, hicretin on yedinci senesinde şiddetli bir kuraklığa maruz kalmış ve kıtlık olmuştu. Bunun üzerine, Hazreti Ka’b şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri! İsrailoğulları'nın başına böyle bir musibet geldiğinde peygamberlerinin yakını ile yağmur isterlerdi." Bu söz üzerine Hazreti Ömer: "İşte Resulullah’ın amcası, babasının benzeri -yani kardeşi- ve Haşimoğulları'nın seyyidi." diyerek Hazreti Abbas’a gitti ve onu vesile edindi.

Gördüğünüz gibi, olayın gelişimi budur. Hazreti Ka’b’ın mezkûr sözü üzerine Hazreti Ömer Hazreti Abbas’a gitmiştir. Ayrıca bu hadiseden İmam Kevserî Hazretleri şu hükmü çıkarır:

— Hazreti Ömer’in Resulullah (a.s.m.)'ın zatı ile tevessülü terk edip Hazreti Abbas’ın zatı ile tevessül etmesi, daha faziletli biri olduğu hâlde ondan daha az faziletli biriyle tevessül etmenin caiz olduğunu göstermektedir.

Demek, bu hadise ölüye tevessülün caiz olmadığını göstermez; bilakis daha az faziletli olanla tevessül edilebileceğini gösterir. Zaten bundan sonraki başlıkta, sahabelerin Peygamberimiz (a.s.m.)’a ölümünden sonra tevessül ettiğinin örneğini vereceğiz.

Buraya kadar konuştuklarımızı kısaca toplayacak olursak: Hazreti Enes’in rivayetiyle, Hazreti Ömer Peygamberimiz (a.s.m.)’ın amcasına yağmur için tevessül etmiş ve ashâb-ı kiramdan hiçbiri buna itiraz etmemiştir. Bu, sahabelerin tevessülü kabul ettiğine dair sükûti bir icmadır.

BİLAL İBNİ HARİS’İN PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.)’IN KABRİNE GELEREK YAĞMUR İÇİN TEVESSÜL ETMESİ

Sahabe Efendilerimizin tevessül ettiğine dair vereceğimiz ikinci örnek Mâlik ed-Dâr (r.a.)tarafından rivayet edilmiştir. O şöyle anlatıyor:

Hazreti Ömer (r.a.) devrinde halk şiddetli bir kuraklığa maruz kalmıştı. Derken, bir adam Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın kabrine gelerek şöyle dedi:

— Ya Resulallah! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldular.

Bunun üzerine rüyasında o adama şöyle denildi:

— Ömer’e git, ona selam götür. Halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şöyle de: Senin vazifen iyi muamelede bulunmak, adil olmak ve güzel hareket etmektir.

Adam derhâl giderek durumu Hazreti Ömer’e bildirdi. Bunun üzerine, Hazreti Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi:

— Rabbim, üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarf etmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum.

Şimdi, bu rivayetin kaynaklarını inceleyelim:

Bu rivayeti nakleden hadis imamlarına dikkat etmenizi istiyorum. Bu haberi bu şekliyle rivayet eden hadis imamları şunlardır:

1. İmam Buhârî

2. İmam Beyhakî

3. İmam Sübkî

4. İmam Heysemî

5. İbni Ebî Şeybe

6. İbni Asâkir

7. İbni Hacer

8. İbni Kesir

Bütün bu hadis imamları haberin senedinin sahih olduğunda ittifak etmiş ve eserlerinde bu hadiseyi nakletmiştir. Hadisin senedi İbni Ebî Şeybe, Ebû Muaviye, A’meş, Ebû Salih Zekvanve Mâlik ed-Dâr yoluyla gelmiştir. Senedi sahihtir. 

İbni Hacer Hazretleri yağmur isteyen kişinin Bilal İbni Haris olduğunu nakletmiştir.

Bu hadisede Hazreti Ömer’in tavrına da dikkat çekmek istiyoruz:

Peygamberimiz (a.s.m.)’a yağmur için tevessül eden Bilal İbni Haris hadiseyi Hazreti Ömer’e anlattığında, Hazreti Ömer onun tevessül etmesine karşı çıkmamış; aksine ağlayarak Cenab-ı Hakk’a dua etmiştir.

Hazreti Ömer ve diğer sahabelerin şirk olan bir hususta sessiz kalmaları düşünülemez. Eğer tevessül şirk olsaydı Hazreti Ömer tevessül eden Bilal İbni Haris’e şiddetli bir şekilde kızar ve onu bu amelinden menederdi. Ancak gördüğünüz gibi, menetmemiştir. Bu da HazretiÖmer’in tevessüle sükûti olarak cevaz vermesidir.

Bütün bu izahlardan sonra, tevessülü inkâr edenlere şu soruları sormak istiyoruz:

— Hazreti Ömer ve Bilal İbni Haris tevessülün şirk olduğunu anlayamadı ve şirke düştü ama siz sivri zekânızla bunun şirk olduğunu hemen anladınız, öyle mi?

— Yine İmam Buhârî, İbni Hacer, İmam Beyhakî, İmam Sübkî, Heysemî, İbni Ebî Şeybe, İbni Asâkir ve diğer allameler şirk olan bir ameli halis tevhid zannetti ama siz bunun şirk olduğunu hemen anlayıverdiniz, öyle mi?

Eee, tabi siz onlardan daha üstünsünüz, daha zekisiniz...

Yani ezberinde yüz binlerce hadis-i şerif olan hadis hafızları tevessülün şirk olduğunu fark edemiyor ama sizler gibi, ezberinde yüz hadis bile olmayanlar, bunun farkına hemen varabiliyor!

Aklınızı başınıza alın! Siz tevessüle şirk dediğinizde, bütün bu hadis âlimlerini müşrik olmakla hatta şirk ile tevhidin arasını ayırt edemeyecek kadar cahil olmakla itham ediyorsunuz. Bu cinayeti işleyen kişiye ne denir ve ben ne diyeyim! Sizleri ancak Allah’a havale ediyorum!

Ayrıca şunu da sormak istiyorum: Hep diyorsunuz ki: Sahabeler tevessül etmemiştir, bize ulaşan tek bir haber bile yoktur.

İşte haber, işte sahabe, işte bu haberi nakleden hadis imamları! Hani yoktu? Hadis ilmi okumazsanız, tabii size göre yok olur.

Bakın, imamınız İbni Teymiye bile zikrettiğimiz bu hadiseyi inkâr edememekte ve “İktizâu's-Sırati'l-Müstakim” isimli eserinde şöyle demektedir:

— Kuraklık olduğu zaman birisi Peygamberimizin kabrine geldi ve kuraklık hakkında şikâyet etti. Daha sonra Peygamberimizi rüyasında gördü. Peygamberimiz ona: "Ömer’e git ve yağmur namazı kılmasını söyle." buyurdu.

İbni Teymiye şöyle devam ediyor:

— Buna benzeyen birçok sahih rivayet mevcuttur. Bazı kimseler Resulullah’tan veya ümmetine mensub salih bir şahsiyetten dilemişler ve bu dilekleri yerine gelmiştir. Bu da çok görülen bir olaydır. Şunu bilmek gerekir ki: Resulullah’tan ve onun ümmetinden olan salih bir şahsiyetten bu dileklerin karşılanmış olması, söz konusu dileklerde bulunmanın müstehapolduğunu göstermez. Böyle bir dileğin yerine gelmesi, başında dua edilen mezardaki ölünün kerameti olarak sayılabilir.

Gördünüz mü İmamınız olan İbni Teymiye bile bu hadiseyi inkâr edemiyor? Hatta Peygamberimiz (a.s.m.)’a ve salih kişilere yapılan tevessül neticesinde istenilen şeye ulaşmanın çok görülen bir şey olduğunu ve bunun kabirde yatan zatın bir kerameti olduğunu kabul ediyor. 

Ancak daha sonra yanılarak, “Böyle çokça tevessül edilmesi bu işin müstehap olduğunu göstermez.” diyor ve yanlış bir hükme varıyor. Yani Hazreti Ömer’e ve sahabelere “Yaptığınız yanlıştır.” diyecek kadar ileri gidiyor.

Demek, naklettiğimiz olayın vukuunda hiçbir şüphe yoktur. İbni Teymiye dahi bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. 

Şimdi, bizi dinleyenlerin karar vermesi gereken bir mesele var. O mesele şudur:

Bir yerde hem Peygamberimiz (a.s.m.)’a tevessül eden hem de tevessül edeni kınamayan sahabeler var. O sahabeler ki şirk olan bir amel karşısında aslan kesilirler. Diğer yanda ise sahabeyi şirke düşmekle itham eden ve tevessüle şirk diyen ehl-i bid’a var. Bizi dinleyenlerartık bir seçim yapmalı: 

— Tevessüle şirk diyenler mi doğru yoksa Sahabe Efendilerimiz mi? 

Biz Sahabe Efendilerimiz diyor ve onların yolundan gidiyoruz. Elhamdülillah...

HAZRETİ AİŞE'NİN, SAHABELERİ PEYGAMBERİMİZİN KABRİNE GÖNDEREREK ONU VESİLE YAPMALARINI İSTEMESİ

Sahabe Efendilerimizin tevessülüne dair bu üçüncü örneği İmam Dârimî Hazretleri “Sünen”inde şöyle nakletmektedir:

Ebû Numan, Said İbni Zeyd’den; o, Amr İbni Mâlik en-Nekrî’den; o da Ebu’l-Cevza Evs b. Abdullah’tan şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Medine’ye çok şiddetli bir kıtlık isabet etmişti. Herkes bu durumdan Hazreti Aişe’yeşikâyetçi olmuşlardı. Bunun üzerine Hazreti Aişe şöyle dedi:

أُنْظُرُوا اِلَى قَبْرِ رَسُولِ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلم فَاجْعَلُوا مِنْهُ كُوَّةً اِلَى السَّمَاءِ حَتَّى لايَكُونَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ السَّمَاءِ سَقْفٌ

"Peygamberimiz (a.s.m.)’ın kabrine gidin ve gökyüzü ile arasında bir engel kalmayacak şekilde çatısına bir pencere açın."

Bizler gidip aynen dediğini yaptık. Akabinde otlar yetişip hayvanlar semizleşinceye kadar yağmur yağmıştı. (Dârimî, Mukaddime, No: 92, 1/47)

Şimdi bu rivayetin kaynaklarını inceleyelim:

Bu hadiseyi İmam Dârimî “Sünen”inde naklettiği gibi, İbnü’l-Cevzi, İmam Süyûtî, İmam Zürkânî, İbni Esîr ve daha birçok hadis âlimi eserlerinde rivayet etmişlerdir.

Hadisin ravilerinden olan Said İbni Zeyd, İbni Hacer'in beyanına göre, güvenilir bir muhaddistir. 

Yine İmam Buhârî, İmam İclî, Ebû Cafer ed-Dârimî, Ahmed İbni Hanbel, Ebû Zür'a, İbni Sa’d ve İbni Maîn de Said İbni Zeyd’i güvenilir, hafız ve sadık görmüşlerdir. 

İmam Nesâî dışındaki Kütüb-ü Sitte’nin bütün imamları ondan hadis nakletmiştir.

Hadisin senedindeki diğer bir ravi olan Ebu’l-Cevza da Buhârî ve Müslim’in güvenilir ravilerindendir.

Bir diğer ravi olan Ebû Numan ise İmam Buhârî’nin hocalarındandır. İmam Dârekutnî onun hakkında şöyle der:

— Buhârî ondan 100'den fazla hadis rivayet etmiştir.

Ahmed İbni Hanbel ve Abd b. Humeyd gibi birçok zatlar da ondan hadis rivayet etmiştir.

İşte hadisin ravileri bu kadar güvenilir!

Hadisin kaynaklarını ve ravileri hakkında hadis imamlarının sözlerini nakletmemizin sebebi hadisin sıhhatinden şüphe edilmemesi içindir. Böyle güvenilir ravilerle nakledilmiş ve güvenilir kaynaklarda kaydedilmiş bir hadisenin vukuu hususunda şüphe edilmez. İnkâr eden ancak nefsiyle ve vehmiyle inkâr eder. Nefsin ve vehmin de ilimde kıymeti yoktur.

Şimdi bu hadise üzerinde biraz tefekkür edelim:

Hazreti Aişe gibi, sahabe kadınlarının en âlimi ve en fakihi, ömrünü Peygamberimiz (a.s.m.) ile birlikte geçirmiş ve tevhidi bizzat Peygamberimiz (a.s.m.)’dan öğrenmiş annemiz, kıtlıktan dolayı kendisine fikir soranlara Peygamberimiz (a.s.m.)’ın kabrine tevessül etmelerini nasihat ediyor. O sahabeler de Hazreti Aişe’nin sözünü dinleyerek bu tevessülü yapıyor. 

— Acaba Hazreti Aişe ile birlikte bütün o sahabelerin hatada ittifak etmesi ve şirk olan bir ameli irtikap etmesi mümkün müdür?

Eğer tevessüle şirk derseniz, Hazreti Aişe’yi, onun sözünü dinleyerek Peygamberimiz (a.s.m.)’ın kabrine tevessül eden sahabeleri ve onları tenkit etmeyerek bu hadiseyi kitaplarında rivayet eden hadis imamlarını şirke düşmekle yani müşrik olmakla itham etmeniz gerekir. İşte tevessüle şirk demek kişiyi böyle bir neticeye sürükler.

Hazreti Aişe Validemiz, kendisine müracaat eden sahabeleri Peygamberimiz (a.s.m.)’ınkabrine yollarken şu hakikati bilmekteydi:

Hem Peygamberimiz hem de yanında yatan iki arkadaşı, yanlarına gelenlerin kim olduğunu bilmekte ve seslerini işitmektedirler. Bu sırdan dolayı Hazreti Aişe şöyle demiştir:

— Ben Allah’ın Resulünün ve babamın (Hazreti Ebû Bekr’in) medfun olduğu evime ne zaman girecek olsam örtümü rahatça çıkarırdım. Çünkü biri benim eşim, diğeri de babamdı. Ama Hazreti Ömer oraya defnedilince, Allah’a yemin olsun ki ondan utancımdan evime girince örtümü açmaz oldum! (Mecmeu'z-Zevâid, VII, 26; Hakîm, el-Müstedrek, IV, 7)

İşte Hazreti Aişe Validemiz kabirde yatanların kendisini duyduğunu ve gördüğünü iman ile bilmiş, bu sebeple, Hazreti Ömer defnedildikten sonra evinde bir daha cilbabını açmamıştır. Kıtlıktan dolayı kendisine gelen sahabelere de Peygamberimiz (a.s.m.)’ın kabrine tevessül etmelerini nasihat etmiştir.

Bu makamda bir noktaya dikkat çekmek istiyorum:

Eğer Hazreti Aişe içtihadında yanılıyor olsaydı yani tevessül şirk olmasına rağmen onlara tevessülü nasihat etseydi, ona müracaat eden sahabeler ona karşı çıkar ve kabre tevessül etmezlerdi. Lakin hiçbiri karşı çıkmamış ve kabre tevessül etmişlerdir. Bu tevessülün neticesinde de yağmura mazhar olmuşlardır.

Şimdi, “Sahabeler tevessül etmemiştir.” diyenlere sesleniyorum: 

Ey tevessülü inkâr edenler! Naklettiğimiz bu hadiseyi hiç mi okumadınız, hiç mi duymadınız? Hem bakın, bir sahabe de değil, onlarca sahabe tevessül ediyor. Hem bu nasihati küçük bir sahabe değil, Hazreti Aişe gibi fakih ve muhaddis bir sahabe veriyor. Onların bu tevessülüne karşı ne diyeceksiniz? Ayrıca hadisin ravilerindeki kuvveti işittiniz, bu hadise nasıl karşı koyacaksınız?

Önünüzde iki yol var. Bu iki yoldan birini tercih etmek zorundasınız:

Ya “Hem Hazreti Aişe hem de diğer sahabeler yanlış yaptı, hepsi birden şirke düştü. Bu hadiseyi kitaplarında naklederek kabul eden hadis imamları da müşriktir.” diyeceksiniz. Ya da tevessülü kabul edeceksiniz. Başka bir yolunuz yok!

Bizler tevessülü caiz kabul ediyor ve başta sahabeler olarak, bu ümmetin âlimlerini şirkten tenzih ediyoruz. Artık siz ne isterseniz onu yapın!

İBNİ HUNEYF HAZRETLERİNİN TEVESSÜLÜ DERS VERMESİ

Sahabe Efendilerimizin tevessülüne dair dördüncü örneği İmam Taberânî Hazretleri “Mu’cemu's-Sagîr”de şöyle nakletmektedir: 

Bir adam, halifeliği döneminde Hazreti Osman’a bir ihtiyacı için gidip geliyordu. HazretiOsman (r.a.) ise ona iltifat etmiyor, hacetine bakmıyordu. Adam İbni Huneyf ile karşılaştı ve Hazreti Osman’ı ona şikâyet etti. İbni Huneyf ona şöyle dedi:

— Abdest yerine git, abdest al. Sonra mescide gidip hemen iki rekât namaz kıl. Sonra da şöyle dua et: 

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّد إِنِّي أَتَوَجَّهُ بِكَ إِلَى رَبِّي فَيُقْضَي لِي حَاجَتِي 

(Ey Allah’ım! Ben rahmet nebisi olan Nebimiz Muhammed ile sana yöneldim ve senden istiyorum! Ey Muhammed! Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!)

İşte böyle de ve böyle dedikten sonra da hacetini söyle... O adam gitti ve hemen İbniHuneyf’in dediğini yaptı. Sonra da Hazreti Osman’ın kapısına geldi. Kapıcı geldi, onun elinden tuttu ve Hazreti Osman’ın yanına soktu. Hazreti Osman onu yaygı üzerine oturttu ve“Hacetin nedir?” dedi. O da hacetini söyledi. Hazreti Osman da hacetini yerine getirdi ve“Hacetini şimdiye kadar neden anlatmadın? Hangi ihtiyacın olursa bize gel.” dedi.

Sonra adam onun yanından çıktı ve İbni Huneyf ile tekrar karşılaştı. Ona: “Allah hayırlı mükâfat versin. Ne ihtiyacımı görüyor ne de bana iltifat ediyordu. Nihayet sen onunla benim hakkımda konuştun.” dedi. 

Bunun üzerine İbni Huneyf şöyle dedi: Vallahi ben onunla konuşmadım! Fakat bir vakit Resulullah’ın yanına varmıştım; ona âmâ bir adam gelip körlüğünden şikâyet etmişti. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) ona: "Sabreder misin?" buyurdu. Âmâ: "Ya Resulallah, benim çekip götürecek adamım yok. Körlük bana meşakkat verdi." dedi. Bunun üzerinePeygamberimiz (a.s.m.) şöyle dedi: "Abdesthaneye gidip abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl. Sonra da bu duaları oku…”

İbni Huneyf şöyle devam etti: Vallahi biz ayrılmamıştık ve sözümüz uzamamıştı ki adam yanımıza geldi. Onda sanki hiçbir zarar ve keder yoktu. (Mu’cemu's-Sagîr, I, 184)

Şimdi bu rivayetin kaynaklarını inceleyelim:

Bu hadiseyi Ravh İbnu’l-Kasım’dan Şebîb İbni Saîd el-Mekkî rivayet etmiştir ki o, hadiste sika yani güvenilir bir ravidir.

Yine bu hadiseyi Hazreti Şu’be, Ebû Cafer el-Hatmî’den rivayet etmiştir. O da hadis ilminde güvenilir kabul edilmiştir.

Yine bu hadiseyi Hâkim ve Heysemî gibi hadis hafızları da sahih kabul etmişlerdir.

İmam Beyhakî “Delailü'n-Nübüvve”de, İmam Taberânî “el-Kebir”de bu hadisi rivayet etmişlerdir. 

Bu muhaddislerin bu hadisi sahih bulmasından sonra herhâlde söylenecek bir söz yoktur.

Bu hadisten çıkan netice şudur:

Sahabe Efendilerimiz açıkça tevessül etmiş ve tevessülü şirk görmemiştir. Sahabelerin şirk görmediği bir şey şirk değildir. Tevhidin ve şirkin ne olduğunu onlardan daha iyi kimse bilemez. Zira onlar tevhidi bizzat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan öğrenmişler ve Peygamberimiz (a.s.m.)’ın rahlesinde yetişmişlerdir. Tevessülü şirk kabul etmek sahabeleri şirke düşmekle itham etmektir.

Herkes şunu bilsin ki Resulullah’ın o güzide sahabelerine şirki isnad eden, ne bu dünyada ne de ahirette felah bulur!

YEMAME SAVAŞI’NDA SAHABELERİN, “EY MUHAMMED, İMDADIMIZA YETİŞ!” DİYEREK TEVESSÜL ETMELERİ

Sahabe Efendilerimizin tevessülüne dair beşinci örneği İbni Teymiye’nin bir talebesi olan büyük müfessir İbni Kesir’den dinleyeceğiz. Hafız İbni Kesir'in naklettiğine göre:

Yemame Savaşı’nda Müslümanların şiarı  يَا مُحَمَّدَاهُ  sözü idi. Bu söz, “Ey Muhammed, imdadımıza yetiş!” manasındadır. Halid İbni Velid Hazretleri de bu sözü söyleyenlerdendir. Bu söz hem tevessüldür hem de istigâse yani “doğrudan yardım istemek”tir.

Tevessülü inkâr edenler: “Sahabeler tevessül etmemiştir.” diyorlar. Alın size sahabe tevessülü... Hem de bir kişi değil, bir ordu tevessül ediyor... Bu ordunun içinde Halid b. Velidde var... Hem sadece tevessül de değil, aynı zamanda istigâse yani doğrudan yardım isteme.

Bu haberi nakleden zat da sizin en çok kabul ettiğiniz âlimlerden İbni Kesir. İmamınız olan İbni Teymiye’nin talebesi Hafız İbni Kesir!

Şimdi, biraz Arapça bilenler için يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü tahlil edelim:

يَا مُحَمَّدَاهُ sözündeki  يَا  harfi nida olup “Ey!” demektir. مُحَمَّدَ kelimesi münâdâdır yani kendisine seslenilen kişidir. Münâdâdan sonra gelen elif ise "elif-i istigâse" yani yardım isteme elif’idir. 

Buna göre,  يَا مُحَمَّدَاهُ  sözünden çıkan mana “Ey Muhammed, imdadımıza yetiş; bize yardım et!” şeklinde olur.

Sizleri biraz tebessüm ettirecek bir şey nakledeyim:

Tevessülü inkâr edenler, Yemame Savaşı’na katılan Müslümanların, “İmdadımıza yetiş Ey Muhammed!” manasındaki  يَا مُحَمَّدَاهُ  sözleri karşısında söyleyecek bir şey bulamayınca saçmalamaya başladılar ve dediler ki:

—  يَا مُحَمَّدَاهُ  sözünü sahabeler parola olarak kullanıyordu. Yoksa Resulullah’tan yardım istemiyorlardı.

Onların bu komik sözlerine cevap olarak deriz ki:

— Size göre şirk olan bir kelimeyi sahabeler parola olarak mı kullanıyordu? 

— Sahabe şirk olan bir kelimeyi nasıl parola olarak kullanır?

Hem bunun parolayla ne ilgisi var? Parola karşılıklıdır. Mesela birisi “güneş” der, diğeri “ay”. İnsanlar parolayı birbirlerini tanımak için kullanırlar.

— "Yetiş Ey Muhammed!” manasındaki  يَا مُحَمَّدَاهُ  sözünü nasıl parola kabul edersiniz?

Yahu hadi hiç ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok! Sahabelerin birbirlerini tanımak için şirk olan bir sözü kullanabileceğine nasıl ihtimal veriyorsunuz? O hâlde size göre, yine parola olarak “Yetiş ya Uzza, yetiş ya Menat!” gibi sözler de söylenebilir ve putlardan medet istenebilir. Bunu kabul ediyor musunuz? 

Aklınızı başınıza alın! “Yetiş Ey Muhammed!” manasındaki  يَا مُحَمَّدَاهُ sözü bir parola değil, bir tevessül ve istigâsedir. Ve bu sözü bütün bir ordu söylemiştir.

Bütün bu izahlardan sonra şimdi, tevessülü inkâr edenlere şu soruları sormak istiyoruz:

— Halid b. Velid dâhil Yemame Savaşı’na katılan bütün Müslümanlar şirke mi düştü, müşrik mi oldu? 

— Onlar nasıl olur da bütün ömürlerini Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile geçirmelerine rağmen tevessülün şirk olduğunu öğrenememişler? 

— Halid b. Velid gibi bir İslam kahramanı nasıl müşrik olur? 

— Onlar mı müşrik oldu yoksa siz mi yanılıyorsunuz?

Gelin, sahabeye müşrik demekten vazgeçin! Bizden uyarması! 

Sevgili kardeşlerim, eserimizin bu bölümüne kadar, tevessülün caiz olduğunu önce Kur’an’ın ayetleriyle, sonra hadis-i şeriflerle, daha sonra da sahabelerin uygulamasıyla ispat ettik. Daha gösterebileceğimiz başka sahabe uygulamaları da var. Ancak bu bölümü daha fazla uzatmaya gerek duymuyoruz.

Bir sonraki bölümde, başta dört mezhep imamı olarak, âlimlerin bu konudaki icmaınıgöstereceğiz. İnayet ve tevfik Allah'tandır.

TEVESSÜL HAKKINDA İSLAM ÂLİMLERİNİN GÖRÜŞÜ

Bu dersimizde tevessül hakkındaki icmayı yani İslam âlimlerinin ittifakını beyan edeceğiz.

Sabit bir kaidedir ki bir meselede ihtilaf edilse, söz hakkı o fennin âlimlerine aittir. Büyük bir hastalığın tedavisinde küçük bir doktorun sözü büyük bir mimarın sözüne tercih edilir.

Madem meselemiz tevessüldür ve tevessül dinin bir meselesidir, o hâlde bu konuda söz hakkı müçtehitlerin, allamelerin ve hadis hafızlarınındır. Onların sözü yanında bir başkasının sözü, gök gürültüsü yanında sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalır.

Şimdi, İslam âlimlerinin tevessül hakkındaki sözlerine kulak verelim:

İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü caiz kabul eder. İmam-ı Azam Hazretlerinin görüşünü bir sonraki derste detaylı bir şekilde tahlil edeceğimizden dolayı burada görüşünün detayına girmiyor ve sadece caiz kabul ettiğini beyanla yetiniyoruz.

İmam Şafiî Hazretleri bizzat kendi yaptığı tevessüllerden bahsederek şöyle der: Ehl-i beyt (Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ailesi) benim aracım ve onunla aramdaki vesilemdir. Onların vesilesiyle yarın amel defterimin sağ elimden verileceğini umuyorum. (İmam Şafiî, Divan, Lübnan, Beyrut: Dâru’l-Fikir, 2005)

Yine İmam Şafiî Hazretleri şöyle der: Bir ihtiyacım olduğunda iki rekât namaz kılar ve İmam-ı Azam’ın mezarına gidip orada dua ederdim. Onun bereketiyle ihtiyacım hemen karşılanırdı. (Heysemî, el-Hayrâtü'l-Hisan, 94)

Yine İmam Şafiî Hazretleri şöyle der: Ben, İmam-ı Azam’ın kabrini ziyarette çok bereket buldum. Her gün onun kabrini ziyaret etmek itikadındaydım. Kendime bir ihtiyaç arız olunca hemen menzilimde iki rekât namaz kılıp onun kabrine giderdim. Onun kabri yanında hacetimi Allahu Teâlâ’dan dilerdim. Aradan çok zaman geçmeden hacetim kaza olurdu. (Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 197)

İmam Şafiî Hazretlerinin talebelerinden Rebi b. Süleyman şöyle anlatır: Bir gün İmam Şafiî bana: "Rebi, bu mektubu al, Ahmed b. Hanbel’e götür." dedi. Ben mektubu Ahmed b. Hanbel’e götürdüm. Ahmed b. Hanbel mektubu okuduktan sonra çok sevindi. Üzerindeki gömleği çıkarıp bana hediye etti. Mektubun cevabını İmam Şafiî’ye getirdim. İmam Şafiî bana şöyle dedi: "Sana hediye edilen gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” (İbnu'l-Cevzi, Menâkibu'l-İmam Hanbel, 609)

Dikkat edilecek bir husus bu kıssayı eserine alıp bize nakleden İbnu’l-Cevzi tevessülü kabul etmeyenlerin en çok itibar ettiği âlimlerdendir.

Şimdi de Maliki mezhebinin imamı olan İmam Malik Hazretlerinin tevessüle bakışını nakledelim:

İbni Humeyd’in bildirdiğine göre, Abbasi Halifesi Ebû Cafer hac ziyaretinde Medine’ye gittiği zaman, Hazreti Peygamber (a.s.m.)’ın kabrine vardığında, orada bulunan İmam Malik Hazretlerine: “Ya Eba Abdillah, yönümü kıbleye mi dönüp dua edeyim?” dediğinde İmam Malik Hazretleri: “Niçin yönünü Peygamberimiz (a.s.m.)’dan çevireceksin? Hâlbuki o, senin baban Âdem (a.s.)’ın vesilesidir. Bilakis Resulullah’a dön. Onun şefaatini iste.” demiştir. (Kastalânî, Şerhu’l-Mevâhib)

Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed İbni Hanbel Hazretleri de tevessül hakkında şöyle der: Yağmur kesilince dua edene, Peygamberimiz (a.s.m.) ile tevessülde bulunması müstehaptır. (İmam Mirdavî, el-Hanbelî el-İnsaf marifeti’r-râcih mine'l-hilaf)

Ahmed İbni Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının “Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın saçıyla tevessülde bulunduğunu, onu öptüğünü ve suyun içine daldırdığını, kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini” söylemiştir. (ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi’n-Nübela, XI, 212)

Ebû Bekir el-Marvazi der ki: Ahmed İbni Hanbel her ibadet ettiğinde Peygamberimize tevessül ederek şu sözleri söylerdi: Ey Allah’ım! Ben sana senin peygamberinle, rahmet Peygamberin Muhammed (a.s.m.)’la dönüyorum! (Mensek)

İbni Teymiye tevessülü inkâr edenlerin imamıdır ve tevessülü inkâr onunla başlamıştır. İşte bu İbni Teymiye’nin çokça övdüğü büyük âlim İmam Sübkî tevessülün müstehab olduğuna dair dört mezhebin naslarını “Şifaü's-Sikam fî ziyaret-i hayri'l-enam” adlı kitabında geniş olarak açıklayıp, kendisi de tevessülü caiz görmüştür.

İmam Sübkî Hazretleri bu makamda şöyle der: Şunu bil ki Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile tevessül etmek, ondan istigâsede bulunmak ve onu Allah’a karşı aracı koymak hem caizdir hem de güzeldir. Bunun caiz olması, her dindar kimse için bilinen hususlardandır. Tüm dinler arasında hiç kimse bunu inkâr etmemiştir. Bunu inkâr İbni Teymiye ile başlamıştır.

Gördüğünüz gibi, İmam Sübkî’nin beyanına göre, İbni Teymiye’ye kadar hiçbir âlim tevessülü inkâr etmemiştir. İbni Teymiye Hicri 661’de doğmuştur.

Demek, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın asrı dâhil yaklaşık yedi yüz sene tevessülü inkâr eden tek bir kişi olmamıştır.

— Yani şimdi bu din yedi yüz sene -hem de en iyi anlaşıldığı, en mümtaz allamelerin yaşadığı yedi yüz sene- yanlış mı yaşanmış?

— Yedi yüz sene boyunca haram olan bir amel helal mi kabul edilmiş?

— Şirk olan bir iş iman mı zannedilmiş?

— Ve başta sahabeler, dört mezhep imamı ve diğer müçtehitler bunun farkına varamamışlar mı?

Bu ihtimali kim kabul edebilir?

Tevessül hakkında âlimlerin sözlerine devam edelim:

İbni Hacer el-Heytemi şöyle der: İbni Teymiye’nin kötü eyleminden önce bu dünyada hiç kimse Resulullah’la tevessül ve istigâseye karşı gelmemiştir. (Cevheru'l-münezzem fi ziyaretu'l-kabri’l-mükerrem)

Yine İbni Hacer el-Heytemi “el-Cevheru'l-munazzam” isimli eserinde ölülerden yardım istemekten bahsediyor ve bunun caiz olduğunu söyleyip şöyle diyor: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dan, hayatında olduğu gibi vefatından sonra da ihtiyaçların giderilmesi için dua istenebilir. Bu, hakkında icma olan mütevatir haberlerin bulunduğu bir husustur.

İbni Abidin Hazretleri şöyle der: Ben Allahu Teâlâ’ya Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ile itaat ehlinden her muazzam makam sahibiyle ve imamımız İmam-ı Azam’la tevessül ederek, lütuf ve kereminden bu işi bana kolay eylemesini, doğru ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı af etmesini niyaz eylerim. (Reddü'l-Muhtar, V, 540)

Vehhabilere Vehhabi denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından birinin de Muhammed b. Abdulvehhab olmasından dolayıdır. Muhammed b. Abdulvehhab, Vehhabilerin itikatta imamlarından biridir. İşte bu zat “Mecmûatü'l-Müellefat” isimli eserinde şöyle diyor: Birisi dua ederken, "Allah’ım, ben senden peygamberlerin ya da salih kullarının vesilesiyle şunu şunu istiyorum." diye dua ederse, sadece Allah’a dua ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında dua ediyor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir. (Mecmûatü'l-Müellefat, 3. kısım, sf. 68)

Muhammed b. Abdulvehhab’ın bu sözleri tevessülün ona göre de caiz olduğunu göstermektedir. 

İmam Kudame Hazretleri Peygamberimiz (a.s.m.)'ı ziyaret adabında şöyle diyor: Kabrin yanına giderek şöyle söylenir: “Günahlarımdan tövbe ederek sana geldim ve seni Allah katında vesile ve şefaatçi kıldım.” (el-Muğni maa'ş-Şerh, III, 258; Şerhu'l-Kebir, III, 494)

Tevessülü kabul etmeyenlerin de itibar ettikleri büyük âlimlerden Ferec b. El-Cevzi ki İbnü'l-Cevzi ismiyle meşhur olmuştur. (Bu zat, İbni Teymiye’nin talebesi olan İbnu’l-Kayyim el Cevziyye’den bir asır önce yaşamıştır; bu zat ile karıştırılmasın) Ferec b. el-Cevzi der ki: Nefsimi terbiye edemedim. Bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için dua ettim. (Ebu’l-Ferec el-Cevzi, Saydu'l-Hatır)

İmam Şekvânî şöyle diyor: Allahu Teâlâ’ya fazilet ve ilim sahibi zatlarla tevessül etmek, hakikatte onların salih amelleri, faziletleri ve meziyetleriyle tevessül etmektir. Zira fâzıl zat ancak yaptığı amellerle faziletli olur. (ed-Dürru’n-Nedide, 5-6)

Vehhabilerin en büyük imamlarından İbnu’l-Kayyum “Kitabu’r-Ruh” isimli eserinde “Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile işitir.” hadisini izah ederken şöyle diyor: Yüce Allah bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin faydalı olacağını belirtmiştir. Allah, kulunu sevince kulağına, gözüne, eline ve ayağına yaklaşır. Artık gözü Allah ile görür. Kulağı Allah ile duyar. Onunla tutar, onunla yürür. Kalbi eşyaların gerçeklerinin belirtildiği saf ayna gibi olur. Ferasetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul Allah ile varlığa bakınca, onu olduğu gibi görür. Allah ile işitince, onu olduğu gibi işitir. İşte kâmil bir veli, darda kalıp kendisinden yardım isteyen bir mümine, İlahî izinden sonra, mesafe ne olursa olsun, Allah’ın izni ve dilemesiyle, dünyanın en uzak mesafesindeki bir insanı görebilir. Uzaktakinin sesini işitip Allah izin ve güç verirse yardım da edebilir. Bu, Allah’ın dilediği kullar için kolay ve mümkündür.

İbnu’l-Kayyum yine aynı eserinde ölülerin birtakım tasarruflarda bulanabileceklerini ve dirilere yardım edebileceklerini söylemektedir.

Bunu söyleyen, tevessülü inkâr edenlerin imamı olan İbnu’l Kayyum... İmamınız böyle diyor, siz imamınıza bile muhalefet ediyorsunuz. Daha size ne söylenir!

Bu dersimizde başta dört mezhep imamı olarak âlimlerin bir kısım sözlerini işittiniz. Bir kısım âlimlerin sözlerini de hadislerin izahında nakletmiştik. Daha fazla nakil yapmaya herhâlde gerek yok. Zaten hicri ilk yedi yüz senede tevessülü hiçbir âlimin reddetmediğini ve tevessülü inkârın İbni Teymiye ile başladığını belirmiştik.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlerin önünde iki yol var:

Birinci yol: Tevessüle şirk diyenlerin sözlerini dinlemeye ve tevessülü şirk kabul etmeye devam edecekler. Ancak bilsinler ki bunu yaptıklarında, başta dört mezhep imamı olarak, sahabeler de dâhil, ilk yedi asırda yaşamış bütün âlimlerin müşrik olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Zira İbni Teymiye’ye kadar -yedi yüz sene boyunca- tevessülü bütün âlimler caiz kabul etmiştir. Sadece ilk yedi asır da değil, o asırdan sonra bu zamana kadar bütün Ehl-i sünnet âlimleri tevessülü caiz görmüştür.

Şimdi, tek bir İbni Teymiye’nin sözünü bu kadar allame ve müçtehide tercih edebiliyorsanız ve onların tamamını şirke düşmekle itham edebiliyorsanız, tevessülün şirk olduğu görüşünüze devam edebilirsiniz. Bunu yapabilene bizim daha söyleyecek bir sözümüz yoktur.

İkinci yol: Bütün İslam âlimlerinin isabet ettiğini ve İbni Teymiye’nin yanıldığını kabul etmektir. Bizler bu seçeneği kabul ediyor ve Ehl-i sünnet âlimlerinin peşinden gidiyoruz. Ve inanıyoruz ki onların peşinden giden zarar etmez.

İMAM-I AZAM VE İMAM ÂLÛSÎ HAZRETLERİ TEVESSÜLÜ İNKÂR ETMİŞ MİDİR?

Eserimizin bu bölümüne kadar tevessülü hem ayet-i kerimelerle, hem hadis-i şeriflerle, hem sahabe uygulamalarıyla, hem de âlimlerin bu konudaki ittifakını beyanla ispat ettik. Eserin bundan sonraki kısmında tevessülü inkâr edenlerin sözlerine cevap vereceğiz.

Cevabını vereceğimiz birinci sözleri şu:

Onlar diyor ki: İmam Azam Hazretleri tevessülü mekruh görmüştür. Yine İmam ÂlûsîHazretleri de tevessülü caiz görmemiştir. Bu iki büyük imamın tevessülü caiz görmemesi tevessülün caiz olmaması için kâfi bir delildir.

İşte onlar böyle diyorlar. Onlara göre, hem İmam-ı Azam Hazretleri hem de İmam ÂlûsîHazretleri tevessülü çirkin görmüş. Onların bu sözüne cevap verdiğimizde, onların hakikatleri nasıl gizledikleri ve delil göstermedeki âcizlikleri ayan beyan ortaya çıkacaktır. Çünkü mesele hiç de onların dediği gibi değildir. Dilerseniz, önce meseleyi izah edelim, sonra konuyu nasıl çarpıttıkları üzerine konuşalım:

Önce İmam-ı Azam Hazretlerinin böyle bir sözü var mıdır ona bakalım. Evet, İmam-ı Azam Hazretleri şöyle der:

— Dua eden kimsenin, "Filanın hakkı için veya nebilerin ve resullerin hakkı için veya Beytü'l-Haram’ın ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için senden istiyorum." demesi mekruhtur.

Demek, İmam-ı Azam Hazretleri “hakkı için” denilerek yapılan duaya mekruh görmüştür. 

— İyi ama bunun sebebi nedir? Niçin “hakkı için” denilerek yapılan duayı mekruh kabul etmiştir?

Bunun sebebi, İmam-ı Azam Hazretlerinin Mutezile mezhebini reddetme niyetidir. Zira Mutezile’ye göre, bir kişinin yaptığı hayırlı bir işten dolayı Allah’ın o kişiye sevap vermesi vaciptir. Mutezile mükâfat vermeyi Allah’a vacip görür.

İşte İmam-ı Azam Hazretleri, Mutezile’nin bu görüşüne reddiye olarak, “hakkı için” denilmesini mekruh görmüştür. Zira hiçbir mahlukun Allah üzerinde bir hakkı yoktur.

Ama İmam-ı Azam Hazretlerine göre, “hürmetine veya hatırına” denilerek istemek caizdir. Yine “hakkı için” derken “hürmetine” manası kastediliyorsa, bu da caizdir.

Demek, İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü reddetmiyor, sadece Mutezile’nin, “İyiliğe karşı Allah’ın mükâfat vermesi vaciptir.” sözüne reddiye olarak, Allah’a hiçbir şey vacip değildir; hiçbir varlığın Allah üzerinde bir hakkı olamaz diyor. Ve Mutezile’nin bu yanlış görüşünü hissettirebilir zannıyla, tevessülde “hakkı için” demeyin, “hürmetine” deyin diyor. Ve yine diyor ki ameller niyete göredir; eğer “hakkı için” derken “hürmetine” manasını kastediyorsanız, bu da caizdir.

Yaptığımız bu izahın aynısını Hanefi âlimlerinden Aliyyü’l-Kârî Hazretleri yapar ve “Fethu’l-Babi’l-İnaye” isimli eserinde şöyle der:

— İmam-ı Azam’ın "hakkı için" sözüne mekruh demesi, "hak" sözüne vaciplik ve mecburiyet manası yüklendiği takdirdedir. Zira vaciplik ve mecburiyet manasında hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Eğer "hakkı için" sözü "hürmet" manasında olursa bunu kullanmak caizdir. (Fethu’l-Babi’l-İnaye, II, 30)

Aliyyü’l-Kârî Hazretleri böyle derken, aynı izahı İbni Abidin Hazretleri de yapmıştır. Hanefi uleması İmam-ı Azam’ın sözünü bu şekilde izah etmiştir. Bir Hanefi’ye düşen, mezhepimamının sözünü Hanefi mezhebi âlimlerinin izah ettiği şekilde anlamaktır; yoksa mezhepsizlerin izah ettiği gibi anlamak değildir.

Sözün özü: İmam-ı Azam Hazretleri tevessülü değil, mecburiyet manasına atfedilen “hakkı için” sözünü kerih görmüştür. “Hatırı ve hürmeti” kastıyla yapılan duayı ya da “hakkı için” derken, hürmetin kastedildiği duayı caiz görmüştür.

Şimdi, gördünüz mü bu mezhepsizler sözleri nasıl çarpıtıyor? Âlimlere nasıl iftira ediyor ve hakikatlerin üzerini nasıl örtüyor?

Eğer yaptığımız bu izahı bilmiyorsanız, onların iftirasını doğru kabul eder ve “Vay be! İmam-ı Azam da tevessüle caiz değil demiş.” dersiniz. Hâlbuki gördüğünüz gibi, İmam-ı Azam Hazretleri başka bir şeyden bahsediyor ve Mutezile’ye reddiye yapıyor.

Bu izahla iki şeyi öğrenmiş olmalıyız:

1. İmam-ı Azam Hazretlerinin tevessülü caiz gördüğünü,

2. Bu ehl-i bid'anın, sözlerini ispatlayabilmek için her türlü yalanı söyleyebileceğini.

Bu iki maddeyi de iyi kavrayalım ki onların her sözüne itimat etmeyelim.

Şimdi de İmam Âlûsî Hazretlerinin tevessülü kabul etmediği iddiasını tahlil edelim. Bakalım, o ne demiş?

İmam Âlûsî Hazretleri “Ruhu’l-Meânî” isimli eserinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın zatı ve makamı ile tevessül edilebileceğini beyan ediyor. (Âlûsî, Ruhu'l-Meânî, VI, 128)

Yine aynı eserde, Allah katında üstün bir yeri olduğu kesin bilinen kimseyle de tevessül edilebileceğini söylüyor. 

Yani İmam Âlûsî’ye göre, “dostlarının hatırına” denilebilir; ancak “dostun Ahmed Efendi hatırına” denilemez. Çünkü Ahmed Efendinin Allah katında rütbesi var mı yok mu bilinmiyor. Bu yüzden onunla tevessül Allah’a karşı bir cürettir.

İşte İmam Âlûsî Hazretleri böyle diyor. Ona şöyle cevap verilebilir:

Burada hüsnüzan asıldır. Müminin cenaze namazında mümine şahitlik etmesi de bu hüsnüzanna binaendir. En fazla olsa olsa kişi yanılmış olur; yanılmış olsa da bir zarar yokturve endişe yersizdir.

Gördüğünüz gibi, İmam Âlûsî Hazretleri tevessülü inkâr etmiyor, Allah katında makamı belli olmayan kişiyle tevessülü reddediyor. Bunun da cevabını verdik.

İmam Âlûsî Hazretleri “Ruhu’l-Meânî” isimli eserinde şöyle diyor:

— Allahu Teâlâ bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden önce olduğu gibi, öldükten sonra da dilediği kerameti verir. Allahu Teâlâ hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmuru yağdırır ve bunu o kula keramet olarak verir. (Ruhu’l-Meânî, VI, 128)

Yine şöyle diyor:

— Allahu Teâlâ'nın Peygamberimize olan sevgisi sebebiyle tevessül edilmektedir. Tevessülün hikmeti burada saklı olsa gerek. (Ruhu’l-Meânî, VI, 128)

Hani İmam Âlûsî tevessülü inkâr ediyordu? Bu yaptığımız nakiller Hazretin kendi eserinden yapıldı. Ne dediği ayan beyan bellidir. Eğer İmam Âlûsî Hazretlerinin tevessülü reddettiğine dair bir sözü varsa, muhtemelen bunun manası, Allah hatıra getirilmeksizin ve yapılan yardımın Allah’tan değil de kuldan bilindiği tevessüldür. Zaten böyle bir tevessül diğer âlimlere göre de caiz değildir. Bu bahsi bir sonraki derste detaylı bir şekilde işleyeceğiz. Bu yüzden bu bahsi burada açmıyoruz.

Sözün özü: Ne İmam-ı Azam Hazretleri, ne İmam Âlûsî Hazretleri ve ne de İbni Teymiye’yekadar yedi asır boyunca hiçbir âlim tevessülü reddetmemiş ve caizliği konusunda en ufak bir tereddüt oluşmamıştır. Selef âlimlerinin hiçbir kitabında tevessülün caiz olmadığına dair bir beyan bulamazsınız!

"ANCAK SENDEN YARDIM DİLERİZ." AYETİ TEVESSÜLE ZIT MIDIR?

Tevessülü inkâr edenler, Kur’an ve hadislerde geçen, yardımın sadece Allah’tan isteneceği ve ancak onun tarafından edilebileceğini beyan eden nasları delil getirirler ve tevessülün bu naslara zıt olduğunu, dolayısıyla caiz olmadığını söylerler. Onların en çok dillendirdikleri söz, “Allah’tan başkasından yardım istenmez.” sözüdür. Özetle şöyle derler:

— Fatiha suresinde "Ancak senden yardım dileriz." buyrulmuştur. Tevessül ise Allah’tan başkasından yardım dilemektir. Yine Âl-i İmran suresinde yardımın ancak Allah katından olduğu beyan buyrulmuştur. Tevessül ise yardımı Allah’tan başkasının katında aramaktır. Yine hadis-i şerifte "İstediğin zaman Allah’tan iste, yardım dileyeceğin zaman da Allah’tan yardım dile." buyrulmuştur. Tevessül ise Allah’ın gayrından istemek ve Allah’ın gayrından yardım dilemektir.

Bizler bu derste tevessülün mezkûr ayet ve hadislere zıt olmadığını kati bir şekilde ispat edeceğiz.

Cevabımıza, “Yardım sadece Allah’tan istenir, başkasından istemek şirktir.” diyenlere birkaç soru sorarak başlamak istiyoruz:

— Siz hasta olup doktora gittiğinizde: “Yardım et doktor, çok hastayım!” demiyor musunuz?Hatta acı içinde hastaneye yetiştirilseniz, hastaneye girer girmez: “Yetiş doktor, yardım et doktor!” diye bağırmıyor musunuz? 

— Şimdi siz Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz?

Ya da şöyle düşünelim: 

— Siz: “Yardım et doktor.” dediğinizde doktor size: “Yardım ancak Allah’tandır. Benden değil, Allah’tan yardım iste. Benden yardım istemekle şirke giriyorsun.” dese ne dersiniz? 

— Ya da mesela doktor size bir ilaç yazsa, doktora: “İlaç kullanmak şifayı Allah’tan başkasından istemek demektir. Şifa ancak Allah’tan gelir, ben ilaç içmem” mi diyeceksiniz?

— Ya da mesela arabanız bozuldu ve yolda kaldınız. Oradan geçenlere: “Arkadaşlar, şu arabayı itmemde bana yardım eder misiniz?” dediğinizde, Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz? 

— Ya da siz böyle dediğinizde, oradan birisi: “Yardım sadece Allah’tan istenir; Allah’tan yardım iste, bizden değil.” dese ne diyeceksiniz?

— Ya da mesela denizde boğulmak üzeresiniz. Bu durumda: “İmdat, imdat! Kurtarın beni, yardım edin!” diyerek sahildekilerden yardım istemeyecek misiniz? 

— Ve yardım istediğinizde, Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için şirke mi düşmüş olacaksınız? 

— Ya da yardım istediğinizde, oradan birisi: “Çok ayıp, Allah’la arana bizi sokma! Direkt Allah’tan yardım dile, Allah’tan başkasından yardım dilemek şirktir.” dese ona ne diyeceksiniz?

Misalleri çoğaltmak mümkün... Eğer davanıza delil olarak gösterdiğiniz, “Yardım sadece Allah’tan istenir.” mealindeki ayetleri mutlak kabul ederseniz; doktora gitmek, ilaç kullanmak ya da darda kaldığınızda birisinden yardım istemek şirk olacaktır. Bu mantıkla yola çıkıldığında da dünyada şirke düşmeyen kimse kalmayacaktır. Çünkü insan, hayatının her safhasında neredeyse her gün başkalarından yardım istemektedir ve buna mecburdur. Bir insandan yardım istemek şirkse, dünyada tek bir tevhid ehli yoktur. Yahu siz Kur’an’ı böyle mi anlıyorsunuz?

Şimdi de meseleye başka bir pencereden bakalım.

— Acaba yardımın Allah katından olması hakikati sebeplere yapışmaya engel midir? 

Mesela sütü veren Allah’tır; öyleyse ineğe ne ihtiyaç var, keselim gitsin! Meyveyi yaratan yine Allah’tır; o hâlde ağaca ne ihtiyaç var, keselim ağacı gitsin! Yumurtayı veren de Allah’tır; öyleyse tavuğa ne ihtiyaç var, keselim tavuğu gitsin!

— Peki, sebepleri yok sayarak ineği, ağacı ve tavuğu kestiğimizde; sütümüz, meyvemiz ve yumurtamız olacak mı? 

Elbette olmayacak!

Evet, sütü de meyveyi de yumurtayı da yaratan Allah’tır. Ancak Allah sebeplerle iş görmektedir; hikmeti böyle iktiza eder. Tevhid namına sebepleri inkâr etmek, neticeden mahrum kalmanın sebebidir. Tevessül de sadece sebebe yapışmaktır. Yoksa neticeyi sebepten istemek değildir.

Tevessül eden, hakikatte yardımı Allah’tan ister; tevessül ettiği zatı ise o yardıma ulaşmak için bir vesile ve sebep kabul eder. Tevessülün bundan başka hiçbir manası yoktur. Sebeplere yapışmak caiz ise tevessül de caiz olmalıdır. 

Şimdi meseleye daha farklı bir pencereden bakalım:

Eğer Kur’an ve hadislerdeki “Sadece Allah’tan yardım dileyin.” hükmünü mutlak kabul ederseniz benim şu sorularıma nasıl cevap vereceksiniz:

Âl-i İmran suresi 52. ayet-i kerimede, Hazreti İsa (a.s.) havarilerine, مَنْ اَنْصَارِي اِلَى اللَّهِ  “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” demiş ve onlardan yardım istemiştir.

— Şimdi, Hazreti İsa (a.s.) başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu? 

Ya da bu durumda havariler şöyle mi demeliydi: “Ey İsa! Yardım ancak Allah’tan istenir;bizden yardım isteyerek müşrik olma...” Böyle mi demeliydiler?

Ya da başka bir soru: Neml suresinin 38. ayet-i kerimesinde, Hazreti Süleyman (a.s.):

يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا  "Ey ileri gelenler! Sizden hanginiz onun tahtını bana getirir?" diyerek Belkıs’ın tahtını uzak mesafeden getirmeleri için adamlarından yardım istemiştir. 

— Şimdi, Hazreti Süleyman (a.s.) Allah’tan başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu? 

Ya da adamları şöyle mi cevap vermeliydi: “Ey Süleyman! Bir şey isteyeceğin zaman sadece Allah’tan iste; bizden istersen şirke düşersin...” Böyle mi demeliydiler? 

Ama böyle dememişler. Kur’an’ın ifadesiyle, “Yanında kitabın ilmi olan zat: Gözünü açıp kapatıncaya kadar onu getiririm.” demiş ve o anda tahtı getirivermiş.

Misalleri çoğaltmamız mümkün. Kur’an bunun onlarca misaliyle dolu.

İşin özü şu: Peygamberler dâhil bütün insanlar başkasından yardım istemiştir ve bu, hayatın tabii akışıdır. Bunun zıddını düşünmek yani kimseden yardım istenilmeyeceğini iddia etmek önce akla muhalefettir. Mesele başkasından yardım istememek değildir. Mesele yardım eden zatın başı üzerinde Allah’ın rahmetinin elini görmektir. Bu sırdandır ki Hazreti Süleyman(a.s.): “Belkıs’ın tahtını kim getirebilir?” dediğinde, kitabın ilmini bilen zat onu bir anda getirmiş; bunu gören Hazreti Süleyman da: هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي “Bu, Rabbimin fazlındandır.” demiştir. Yani tahtı getiren zata minnet etmemiş, onun başı üzerinde rahmet-i İlahîyenin elini görmüştür.

Demek, mesele başkasından yardım istememek değildir. Mesele gelen her yardımın üzerinde Allah’ın izini görmektir; yardımı ondan bilip sadece ona minnet etmektir; sebebe ve vesileye minnettar olmayıp onlara sadece dua etmektir. Bunu yaptığınızda kimden isterseniz isteyin, hakikatte Allah’tan istemiş ve yardımı ondan bilmişsinizdir. 

Şimdi konuya daha farklı bir pencereden bakacağız:

Dua iki kısımdır. Birisi kavli, diğeri fiilî. Kavli dua dil ile yapılan duadır. Fiilî dua ise kişinin sebeplere yapışarak lisan-ı hâliyle yaptığı duadır. Mesela bir çiftçinin tarlayı kazması fiilî bir duadır ve lisan-ı hâlle Allah’tan mahsul istemektir.

Bir öğrencinin ders çalışması fiilî bir duadır. Öğrenci ders çalışmanın lisan-ı hâliyle Allah’tan muvaffakiyet ister.

Yine doktora gitmek, ilaç içmek birer fiilî duadır ve lisan-ı hâlle Allah’tan şifa istemektir.

Bunlar gibi, bütün sebeplere yapışmak fiilî bir duadır ve neticeyi yaratmasını Allah’tan talep etmektir.

İşte tevessül de böyle fiilî bir duadır ve neticeyi Allah’tan istemektir.

Nasıl ki sebeplere yapışmak kişiyi şirke düşürmüyorsa, tevessül de kişiyi şirke düşürmez. Çünkü tevessül eden, hakikatte arzusunu tevessül ettiği kişiden istemez. Ve eğer istediği verilirse bunu ondan bilmez. Tevessül ettiği zatı sadece bir sebep, tevessülü de fiilî bir dua bilir.

Biraz daha açacak olursak: Mesela bir kişi darda kalsa ve “Yetiş ya Hamza!” dese, bu sözüyle şunu kasteder: Ya Rabbi, kulun dardadır ki bunu en iyi bilen sensin. Kuluna yardım et. Ya Rabbi, senin âdetin bu imtihan dünyasında sebeplerle iş görmektir. Bazen meleklerini, bazen ruhanilerini, bazen de ordularından başka birisini yardım etmesi için gönderirsin. Ya Rabbi, benim yardımıma Hazreti Hamza’yı gönder. Bu sesimi ona işittir, hâlimi ona bildir; havlin ve kuvvetinle onu bana yardımcı gönder.

İşte “Yetiş Ya Hamza!” diyen, bu manayı kastederek böyle der. Sözü fazla uzatmaz, çünkü Allah'ın niyetini bildiğini bilir.

Evet, “Yetiş ya Hamza!” diyen, sesini Hazreti Hamza’ya duyuracak olanın Allah olduğunu bilir. Perdeyi kaldırıp hâlini ona gösterecek olanın Allah olduğunu bilir. Onun ancak Allah’ın izin vermesiyle gelebileceğini de bilir.

Demek, o, “Yetiş ya Hamza!” sözüyle, yardımı yine Allah’tan ister ve bu yardımı HazretiHamza kuluyla yani onun eliyle kendisine ulaştırmasını talep eder.

Yoksa, “Yetiş ya Hamza!” dediğinde, Hazreti Hamza’nın kendi kabiliyetiyle duyduğunu, Allah göstermeksizin gördüğünü, -haşa- Allah’ın haberi olmadan bizatihi yardıma koştuğuna itikat etmez. Eğer böyle itikat ederse bu şirktir, bunda şüphe de yoktur. Lakin Allah'ı tanıyan hiç kimse böyle tevessül etmez. İlla vardır derseniz, biz de: “O kimse şirke düşmüştür.” deriz.

Ancak o kişinin tevessül ve istigâseyi yanlış yapması bunların haram olmasını gerektirmez. Burada yapılması gereken, o kişiye işin doğrusunu öğretmektir.

Şimdi konuya çok daha farklı, başka bir pencereden bakacağız:

Bu pencere büyük allame İmam Sübkî'nin tevessüle bakış penceresidir. İmam Sübkî tevessül ve istigâseyi belagat ilmindeki "mecaz-i akli"ye benzetmektedir.

Mecaz-i akli: Fiilin hakiki failine ve müessirine değil de o fiilin mekân, zaman ve sebep gibi alakası olduğu şeye isnat edilmesidir. 

Mesela Zilzal suresinde geçen, وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا  “Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığı zaman” ayetinde, ağırlıkları çıkaran Allah olduğu hâlde fiil hakiki failine değil, fiilin mekânına isnat edilmiş ve ağırlıkları çıkarma işi yeryüzüne nispet edilmiştir.

Ancak herkes bilir ki yeryüzünün bunu yapabilecek ne ilmi ne de kudreti vardır. Bu fiilin hakiki faili Allah’tır. Fiilin yeryüzüne isnadı ise mecaz-i aklidir. Mecaz-i akli belagatta bir sanattır.

İşte istigâse yani Allah’tan başkasından yardım dilemek de böyledir. İstigâse eden kişi yardıma çağırdığı zatın hakiki fail olmadığını ve hakiki failin Allah olduğunu bilir. Yardımı Allah’a değil de şahsa isnadı mecaz-i akli nevindendir.

Hazreti İsa’nın, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?”; Hazreti Süleyman’ın, “Bana onun tahtını kim getirebilir?” sözleri de bu manadadır.

Demek, hakiki tevhid başkasından yardım istememek değildir. Mecaz-i akli yoluyla başkasından yardım istenebilir. 

Hakiki tevhid: Yardım ve inayeti, yardım istediği zattan ve tevessül ettiği kişiden değilAllah’tan bilmek ve tevessülü sadece fiilî bir dua görmektir. 

– Sesini, yardıma çağırdığı zata duyuranın Allah olduğunu bilmektir. 

– Hâlini ona gösterenin Allah olduğunu bilmektir. 

– Onu yardıma gönderenin Allah olduğunu bilmektir. 

– Allah izin vermezse hiçbir kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanmaktır.

İşte hakiki tevhid budur!

Burada bir öz eleştiri de yapmak istiyorum:

Maalesef bazı kardeşlerimiz tevessül ve istigâseyi şeriatın müsaade ettiği sınırlar içinde yapmamakta ve tevessül ettiği zatı bizatihi mutasarrıf zannetmektedir. Bu, büyük bir hatadır. Evet, tevessül ve istigâse caizdir ancak bazı şartlar dâhilinde caizdir. Belki de bu Vehhabi zihniyeti Ehl-i sünnete musallat eden ve kadere bu hususta fetva verdiren, bazı sofi meşrebkardeşlerimizin tevessülü yanlış uygulamalarıdır.

Burada bir daha açıkça ifade ediyoruz ki: Allah’ın izni ve iradesi olmadan bir yaprak dahi kıpırdayamaz. Bütün fiillerin faili, bütün yardımların nâsırı, bütün işlerin müdebbiri yalnız ve yalnız Allah’tır. Tevessül edilen zat sadece Allah’ın kulu ve sevgilisidir. Tevessül eden tevessül ettiği zat hürmetine istemeli, onu yardıma gönderecek olanın Allah olduğuna itikat etmeli ve arzusuna nail olmuşsa bunu da Allah’tan bilmelidir.

Bu hakikati şu misalle akla yaklaştıralım:

Tevessül şuna benzer: Elinizde bir aynanın olduğunu farz edin. Gökteki güneş o ayna vasıtasıyla sizde tecelli ediyor olsun. Yani güneşin ışığı ve sıcaklığı o ayna vasıtasıyla size ulaşıyor olsun. Bu durumda, size sorsak:

— Aynada gözüken ışık ve sıcaklık aynanın malı mıdır?

Hayır, değildir.

— O hâlde kır aynayı at!

Bu da olmaz. Evet, ışık ve sıcaklık aynanın malı değildir ancak güneş bu ayna ile sizde tecelli ediyor. Aynayı kırarsanız güneşten mahrum kalırsınız.

— O hâlde ne yapmalı? 

Yapılacak iş şu: 

1. Işık ve sıcaklık güneşten bilinmeli.

2. Ayna muhafaza edilmeli.

3. Güneşe ait vasıflar asla aynaya verilmemeli.

İşte bu misalde olduğu gibi, Şems-i Ezel ve Ebed olan Rabbimiz de bazen lütuflarını ayna hükmündeki sebeplerle bize ulaştırır. Meyvenin ağaçla, sütün koyunla, şifanın ilaçla ulaşması gibi…

Ayna hükmündeki sebepleri muhafaza edeceğiz ancak neticeyi asla onlardan bilmeyeceğiz. Eğer onlardan bilirsek, aynada güneşin aksini görüp, aynayı güneş zanneden kişiye benzeriz. Hayır, ayna güneş değildir, sadece güneşin aksini yansıtan bir sebeptir.

Şu âlemdeki bütün ihsanlar Allah’a aittir. O ihsanın bize ulaşmasına vesile olan maddi ve manevi sebepler ise birer aynadır. Aynayı muhafaza edelim yani sebebe yapışalım ancak ihsanı asla sebepten bilmeyelim. Her sebep üzerinde Müsebbibu’l-Esbab olan (sebepleri yaratan) Rabbimizin rahmet elini görelim.

Bu dersi birkaç defa okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü bu derste hem bir iman dersi yaptıkhem de tevessül ve istigâsenin nasıl yapılması gerektiğini anlattık. Bu ders bu işin bel kemiğidir. Bu dersi anlayan tevessülün şirk olmayacağını kolayca kavrar. Bu dersi bilmeyen ise tevessülü şirke benzetir. Hâlbuki aralarında yerle gök arası kadar mesafe vardır.

MÜŞRİKLER HAKKINDA İNEN AYETLERİ DELİL GÖSTERİP TEVESSÜLE ŞİRK DİYENLERE CEVAP

Tevessülü inkâr edenlerin en çok başvurdukları yol, putlara ibadet eden müşrikler hakkındaki ayetleri gösterip, tevessül edeni puta ibadet eden müşrike benzetmeleridir. Mesela şöyle derler: 

— Zümer suresi 3. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Allah’tan başka dostlar edinenlerşöyle derler: ‘Biz onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’” Bu ayetin beyanıyla, müşrikler Allah’a yaklaşmak için putlara ibadet ediyorlardı. Tevessül eden de Allah’a yaklaşmak için bir kula dua eder. Dolayısıyla tevessülün puta tapmaktan bir farkı yoktur ve caiz değildir.

İşte tevessülü inkâr edenler bu manadaki ayetleri gösterip, böyle sözler söylerler. Gösterdikleri bütün ayetleri saymaya ihtiyaç yoktur. İşin özü, gösterdikleri bütün ayetlerin puta tapan müşrikler hakkında olduğudur. Onlara göre, puta tapan müşrik ile tevessül eden aynıdır.

Bizler bu derste puta tapmakla tevessül arasında hiçbir benzerliğin olmadığını kati bir şekilde ispat edeceğiz. Gerçi benzerliğin olmadığını onlar da biliyor. Zaten kimin zerre miskal insafı varsa ikisinin aynı olmadığına hükmeder. Lakin onların amacı hakkı ortaya çıkarmak değil, Ehl-i sünnet itikadını bozmak olduğundan, alakasız her şeyi delil diye gösteriyorlar.

Şimdi, tevessül ile puta tapmanın arasındaki farkları maddeleyelim:

Puta tapmak ile tevessül etmek tamamen birbirine zıt iki eylemdir. Aralarındaki farklardan bazıları şunlardır:

1. Putlar Allah’ın düşmanıdırlar. Bu sebeple, Allah Teâlâ putları cehenneme atacağını beyan buyurmuştur. Salih kullar ise Allah’ın dostlarıdır ve Allah cenneti bahusus onlar için hazırlamıştır.

2. Puta tapan putu ilah bilir. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı sadece Allah’ın salih bir kulu bilir.

3. Puta tapan putu tasarruf sahibi bilir. Yani o putu yaratma, besleme, öldürme gibi sıfatlarla mevsuf kılar. Hâlbuki tevessül eden, tasarruf sahibi olarak sadece Allah’ı bilir. Yaratan da öldüren de besleyen de Allah’tır. Tevessül ettiği zat ise Allah’ın rahmetine ulaşmak için sadece bir vesiledir.

4. Puta tapan putuna secde eder, onun önünde eğilir ve ona tazim gösterir. Tevessül eden ise Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmez, kimseye secde etmez, kimseye tazim göstermez. Yahu biraz insaf! Hiç putun önünde secde edenle salih bir kula tevessül eden aynı mıdır?

5. Puta tapan puttan ister. Tevessül eden ise Allah’tan ister. Tevessül ettiği zata, mecaz-i akli nevinden tevessül eder. (Mecaz-i aklinin ne olduğunu önceki derste izah etmiştik.)

6. Puta tapan Allah’ı hatırına getirmez. Onun ilahı ve sevgilisi o puttur. Tevessül eden ise Allah’ı hatırına getirir ve O’nu düşünür, onun ilahı ve sevgilisi Allah’tır.

7. Puta tapan putunu nihayet derecede kudretli, her şeyi bilen, her şeyi duyan ve her şeyi gören kabul eder. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı nihayet derecede âciz bilir. Onun bilmesi, duyması ve görmesinin ancak Allah’ın bildirmesiyle, duyurmasıyla ve gördürmesiyle olacağına itikat eder.

8. Puta tapan putun bizatihi kendi başına yardıma koşacağına inanır. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatın kendi başına yardım edemeyeceğini bilir; onu yardımına gönderecek olanın Allah olduğuna inanır. Ve şuna inanır ki bütün yardımlar ancak Allah’ın izni ve iradesiyle olur. Allahu Teâlâ bazen sebepsiz ve vesilesiz yardım eder, bazen de bir sebep ve vesileyle yardım eder. Tevessül eden Allah’tan o sebebin, tevessül ettiği zat olmasını ister. Yoksa yardımı asla tevessül ettiği zatın kendi malı bilmez.

9. Puta tapan putu Allah’ın şeriki ve ortağı kabul eder. Tevessül eden ise tevessül ettiği zatı Allah’a ortak koşmaz. Allah’ın bir kulu ve abdi olduğuna inanır.

10. Puta tapanın putuna olan sevgisi mana-yı ismiyledir. Tevessül edenin tevessül ettiği zata olan sevgisi ise mana-yı harfiyledir. Mana-yı ismi ve mana-yı harfinin ne olduğunu sizlerin bildiğini farz ediyor ve izahını yapmıyoruz. Bilmeyenler bu iki kavramı internetten araştırabilirler. Bu da onlar için ilmî bir çalışma olur.

On tane fark saydım ve inanın bu farkları sayarken saatlerce düşünüp kurmadım. Bunlar bir çırpıda aklıma gelen farklar. Derinlemesine tefekkür etsek, daha onlarcasını buluruz.

Şimdi, tevessülü inkâr edenlere şunu sormak istiyorum:

— Yahu sizin hiç mi insafınız yok! Puta tapmakla tevessül arasında zerre miskal benzerlik yokken, aralarındaki fark yerle gök arası kadarken, nasıl oluyor da tevessülü puta tapmaya benzetiyorsunuz? Nasıl oluyor da puta tapmayı reddeden ayetleri gösterip tevessülün şirk olduğunu iddia ediyorsunuz? Sizleri insafa davet ediyorum!

YANIMIZDA OLMAYAN KİŞİDEN YARDIM İSTEMEK VE ÖLÜYE YAPILAN İSTİGÂSE CAİZ MİDİR?

Tevessülü inkâr edenlerin dillerine doladıkları bir söz de uzakta olanın veya ölünün, sesi nasıl işiteceği meselesidir. Onlar der ki: 

— “Yetiş falanca!” denilerek kendisinden yardım istenilen şahıs orada hazır değildir. Ya dünyanın başka bir ucundadır ya da ölmüş ve ahiret âlemine gitmiştir. Dolayısıyla bu kişinin, kendisini yardıma çağıranın sesini duyması mümkün değildir. Onun sesini duyabileceğini kabul etmek ona ilahlık sıfatlarını vermekle olur ki bu daha kötü bir şirktir.

İşte onlar böyle sözler söyler. Bizler ilk önce yanımızda olmayan kişiden yardım istemeyi, sonra da ölüye yapılan istigâseyi tahlil edeceğiz.

Tevessülü inkâr edenler diyor ki: Dünyanın öbür ucunda olan birisi senin sesini nasıl duyacak?

Biz de bu işi zor hatta imkânsız gören kişiye soruyoruz: 

— "Uzakta olanın sesi işitmesi imkânsız.” diyorsun. Peki, yanında olan kişinin sesi işitmesi normal mi? 

Yani şunu bir düşün: Bu dil sadece bir et parçasıdır. Ondan kelimelerin çıkması bir mucize değil midir? Kulak da dil gibi bir et parçasıdır. Kulağın sesleri işitip, hiçbir sesi başka bir sesle karıştırmaması alelade bir şey midir? 

— Yani konuşmak ve işitmek insana ait olup insanın yarattığı fiillerden midir?

— Bu fiilleri yaratmak çok kolay olduğu için bunları insan mı yapmaktadır? 

Hayır, uzaktakine duyurmak ne kadar zorsa, yakındakine duyurmak da o kadar zordur. Bu zor işin kolayca yapılması Allah’ın kudretine kolay geldiği içindir.

Eğer Allah’ın kudreti olmasaydı ne dil konuşurdu, ne göz görürdü, ne de kulak işitirdi. Bütün bu fiillerin faili Allah’tır. Bu fiilleri yaratmak için sonsuz bir kudrete ve nihayetsiz bir kuvvete ihtiyaç vardır.

Bu sırdandır ki Allahu Teâlâ Kur’an-ı Hakîm’inde bu fiilleri zikreder ve bu fiillerle kendi kudretini izhar eder.

Demek, yakındaki kişiye seslenmemiz ve o kişinin bizi duyması bunların kolay olduğundan değil, Allah’ın kudretinin sonsuz olduğundandır.

O hâlde şimdi soralım: 

— Sesimizi yakınımızdakine işittiren Allahu Teâlâ uzaktakine işittiremez mi? Hatta işittirmiyor mu? 

Cep telefonuyla dünyanın öbür ucundaki kişiyle konuşabiliyoruz. Sesimiz o kısa zaman diliminde dünyanın öbür ucuna ulaşabiliyor. Hatta NASA uzaya gönderdiği astronotlarla konuşabiliyor. Birinin yerde, diğerinin uzayda olması konuşmalarına ve birbirlerini duymalarına mâni olmuyor.

Bunları gördükten sonra, tevessül eden kişiye, “Sesini uzaktaki kişi nasıl duyabilir?” denilir mi? Onun sesini duyuracak olan Allah’tır.

Herhâlde “Uzaktaki insan sesini nasıl duyabilir?” diyen kimse olaya kendi kuvveti cihetinden bakıyor. Bu cihetten bakıldığında doğrudur; kişi kendi kuvvetiyle sesini uzak mesafedeki bir kişiye duyuramaz. Ama işe kendi kuvveti cihetiyle bakıldığında kişi sesini yakınında olana da duyuramaz hatta kendisi de konuşamaz ve göremez. Kişi zatındaki kuvvetle bir hiç hükmündedir, elini kıpırdatmaktan bile âcizdir.

Biz: “Tevessül eden zatın sesini uzaktaki kişi duyar.” derken, bu sesi, tevessül eden zatın kendisinin duyurduğunu iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız şudur: Allahu Teâlâ dilerse tevessül eden kişinin sesini tevessül ettiği zata duyurur ve hikmeti müsaade ederse onu yardımına gönderebilir. Bizim iddiamız bu.

Yoksa siz "Allah bu işi yapamaz" mı diyorsunuz? Bu işi akıldan uzak görmenizin sebebi nedir?

Bir de önümüzde örnekleri var. Telefonla bir anda sesimizi dünyanın öbür ucuna ulaştırabiliyoruz. Hatta bir kamerası varsa görüntümüzü dahi gösterebiliyoruz. NASA’daysanız, siz yerdeyken uzaydaki kişiyle aynı anda konuşup birbirinizi görebiliyorsunuz.

Belki teknolojinin bu kadar gelişmediği ve örneklerinin göz önünde olmadığı bir asırda yaşasaydık, Hazreti Ömer’in şu hadisesini örnek olarak naklederdik:

Hazreti Ömer (r.a.) Medine’de hutbe okurken birden yüzlerce kilometre uzaklıkta, İran’ın Nihavent bölgesinde düşmanla savaşan İslam askerlerini ve askerlerin komutanı olan Sâriya'yı görüyor; düşmanın arkadan çevirdiğini bildirmek için “Sâriya, dağa dağa!” diye sesleniyor. Hazreti Sâriya o sesi 2.000 km uzaktan işitiyor. 

Bu hadiseyi İmam Beyhakî, İbni Hacer, İbni Merde ve İbni Kesir eserlerinde nakletmişlerdir.

— Bu hadiseyi, “Sesleri uzaktan işitmek mümkündür?” sadedinde nakletmeye gerek var mıdır?

Şimdi soruyoruz: Televizyonların naklen yayınla görüntüyle birlikte sesi naklettiği, telefonların aynı işi yaptığı hatta bilim adamlarının eşyanın fizikî olarak nakline çalıştığı bir asırda; birisi kalkıp: “İyi de yardım isteyeni, dünyanın öbür ucundan o zat nasıl duyacak?” derse bu kişiye gülünmez mi?

Kaldı ki duyurma işi insana değil, Allah’a ait bir fiildir. Allah da her şeye kadirdir.

Herhâlde yaptığımız bu izahla uzaktakine yapılan seslenmede, uzakta olanın sesi duymasının son derece mümkün olduğu anlaşılmıştır.

Şimdi de ölüye yapılan istigâseden bahsedelim:

NASA çalışanları dünyanın dışına çıkan bilim adamlarıyla konuşabiliyor, görüşebiliyor, seslerini onlara işittirebiliyor. 

— Peki, bizler gayb âlemine giden ölmüşlerimize sesimizi neden işittiremeyelim? 

Kaldı ki bu sesi işittirecek olan da Allah’tır. Allah’ın kudretine bu zor mudur?

— Hem “ölü” dediğinizde yok olmuş, ademe gitmiş, hiç olmuş birini mi anlıyorsunuz?

Ölü yok olan değil; başka bir âleme göçen kişidir. Ölü yokluğa giden değil, varlık âleminde vücut bulan kişidir. Ölü hiçlikte kaybolan değil, berzah âleminde yaşayan kişidir. Onların kendilerine göre bir hayatları vardır. Allah’ın duyurmasıyla bizi duyarlar. Eğer Allah hâlimizi gösterirse bizi görürler. Eğer Allah yardımımıza gönderirse bize yardım ederler.

Bedir Savaşı’nda Allahu Teâlâ Müslümanlara 5.000 melekle yardım etmiştir. Melekler nereden geldi, dünyadan mı? Hayır, gayb âlemlerinden. 

— Gayb âlemlerinden melekleri bu dünyaya yardımımıza gönderen Rabbimiz, niçin o âlemde hayy ve diri olan salih kulların ruhlarını bize yardıma göndermesin ve gönderemesin? 

— Mantığınızın almadığı yer neresi? Bunda hangi gariplik var? 

— Bunu Allah’ın kudretine zor mu görüyorsunuz? 

— Allah’ın hikmetine muhalif mi görüyorsunuz? 

— Bunu inkârdaki sebebiniz nedir?

Sizler Müslüman’sınız, öldükten sonra bir hayata inanıyorsunuz. Ruhların gayb âlemlerinden bir âlem olan berzah âleminde beklediğine imanınız var. Bedenin ölüp ruhun baki kaldığını ve ölmediğini kabul ediyorsunuz. 

— Bütün bunları kabul ettikten sonra, Allah’ın izni ve iradesiyle o ruhların temessül ederek yardım edebileceğini niçin inkâr ediyorsunuz? 

— Meleklerle yardım oluyor da salih kulların temessül eden ruhlarıyla niçin yardım olmasın? 

— Yine insanların yardımına melekleri göndermek ve meleklerle onlara yardım etmek şirk olmuyor da salih kulların ruhlarını yardıma göndermek ve temessül eden o ruhlarla yardım etmek neden şirk oluyor?

Biraz insafla düşünürseniz, bunun gayet normal ve vaki olduğunu kabul edersiniz.

Sevgili kardeşlerim, 26 derstir tevessül bahsini işliyoruz. Tevessülü önce Kur’an’ın ayetleriyle, sonra hadis-i şeriflerle, sonra Sahabe Efendilerimizin uygulamalarıyla ve sonra da âlimlerin ittifakı olan icmanın beyanıyla ispat ettik. Daha sonra da tevessülü kabul etmeyenlerin sözlerine cevap verdik. Bütün bu izahlarla da tevessülün caiz olduğunu kati bir şekilde ispat ettik.

Ancak şunu da biliyoruz ki hidayet ve tevfik bizim elimizde değil ancak Allah’ın elindedir. Bizler kimseye hidayet veremez ve kimseye sözümüzü kabul ettiremeyiz. Hidayet vermek sadece Allah’a mahsustur. Sözümüzün tesirini gönüllerde yaratmak da ancak O’na hastır. Allah dilediği kul için, sözümüzün tesirini gönlünde halk eder ve sözümüzü ona kabul ettirir. Hidayetten nasibi olmayansa ya kaşımıza bakar ya gözümüze, bir kusur bulur ve eski hâliyle devam eder.

Rabbim bu eseri kusurlarımıza, günahlarımıza ve gafletimize kefaret yapsın. Bizi kendine kul, Habibine ümmet eylesin. Bizleri Ehl-i sünnet itikadından ayırmasın. Bu itikat üzere yaşatsın, bu itikat üzere öldürsün ve bu itikat üzere diriltsin. Âmin.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Okunma sayısı : 50.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun