Zaman konusunda en çok merak edilenler

1 Kerahet vaktinde neden uyunmaz, hikmeti nedir?

Sorudaki şekliyle bir rivayete rastlayamadık. Aşağıdaki rivayet aynı anlama gelebilir.

“İkindiden sonra,  uyuyup da aklını kaybeden kimse, yalnız kendini kınasın.” (Kenzu’l-Ummal, h. No. 41362)

Mecmauz’zevaid’de bu hadisin zayıf olduğuna işaret edilmiştir.(bk. Mecmau’z-zevaid, 5/116).

Bilindiği gibi -gündüz itibariyle- uykunun üç zamanı var ve üç ayrı hükmü vardır:

Birincisi Gayluledir: Bu uykunun zamanı; sabah namazının girmesiyle başlar, ta kerahet vaktinin bitiş zamanı olan Güneş'in doğmasından yaklaşık 45 dakika sonrasına kadar devam eder.

Bu vakit, günlük çalışmanın hazırlığını yapmak, serinliğinden istifade etmek zamanıdır. Güneş'in doğmasından sonra bir rehavet / gevşeme söz konusu olup, çalışmanın şevkini kırdığından ve de bereketsizliğe sebebiyet verdiğinden, hadiste “hilaf-ı sünnet / sünnete aykırı” olarak değerlendirilmiştir.

İkincisi Feyluledir: Bu vakit, ikindi namazından sonra başlar, akşam namazına kadar devam eder. Bu uyku, insanda sersemlik meydana getirdiğinden, yarı uykulu bir hal oluşturduğundan, adeta insanın ömrünün kısalmasına sebebiyet vermiş olur, Yukarıdaki hadis rivayetinde geçen aklın kaybolması meselesi, bu sersemliğin şiddetine işarettir. O günkü yapılan işlerin sonucunu görmek genellikle o vakitte olacağı için, o esnada uyuyan kimse, sanki o günü yaşamamış ve o günün manevî neticesini görmemiş gibi olur. Bu sebeple, bu uyku da hadiste mekruh sayılmıştır. 

Üçüncüsü Kayluledir: Bu uyku sünnettir. Kuşluk vaktinden başlar, öğleden biraz sonraya kadar devam eder. Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna denktir. Bu uyku, teheccüd namazının rahatlıkla kılınmasına yardımcı olduğu gibi, insana kazandırdığı zindelik sayesinde çalışma temposuna katkı sağlamakta ve çalışma enerjisini arttırmaktadır.(Bu konu için bk. Nursi, Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a). 

İlave bilgi için tıklayınız:

Sabah namazından sonra ve ikindi vakti ile akşam ezanı arası uyumak (feylule, gaylule ve kaylule) ...

2 "Bast-ı zaman ve tayy-i mekân" ne demektir?

Bast-ı zaman: “zamanın genişlemesi, bereketlenmesi”,“az zamanda uzun bir zaman yaşamış olma hâli”

Tayy-ı mekân: “Mekânı aşarak bir anda değişik yerlerde görünebilmek.”

Dağlarla yeryüzünün alanı genişliyor. O küçücük kabarcıklar da midenin alanını artırıyorlar. Akciğer açıldığı zaman iki yüz elli metrekare oluyor. Allah'ın mekân içinde mekân yarattığına bunlar birer misâl..

Öyle ise o Zât-ı Kadir, zaman içinde zaman da yaratabilir. Nitekim yaratmışta... Rüya, bast-ı zaman ve miraç...

Biz bilgimizle, görgümüzle sınırlıyız. Ülfete, alışkanlıklara esir olmuşuz. Güneş ışığının, yaklaşık, yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi sekiz dakikada kat ederek dünyamıza ulaşmasına artık hayret etmiyoruz. Halbuki bu çok harika bir kudret mucizesi...

“Cenâbı Hak ışıkta sergilediği bu mucizeyi, ruhu cesedine galip gelmiş bir sevgili kulunda da gösterebilir.” dediğimizde, hemen itirazlar başlıyor. Niçin? Çünkü; biz görgü mahkûmuyuz ve böyle bir şeye hiç şahit olmamışız. Bu hadiseyi her gün seyredebilsek o da nazarımızda gizlenecek, ona da hayret etmemeye başlayacağız

“Rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur'an okumuş olsa idin birkaç hatim okumuş olurdun. Bu hâlet, evliya için hâlet-i yakazada inkişaf eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zaman ile mukayyet değildir. Ruhu cismâniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sürat-ı ruh mîzanıyla cereyan eder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bugün, şekillerin ve seslerin televizyon vasıtasıyla bir anda birçok mekânlarda bulunmasını gayet normal karşılıyoruz. Ama Belkıs'ın tahtının çok kısa bir zamanda Süleyman aleyhisselâmın yanına getirilmesini aklımıza sığıştıramıyoruz. Faraza; bir gün ses ve şekiller gibi, eşyanın da nakline muvaffak olunsa, o zaman onu da gayet normal ve makûl bulacak, ona da hayret etmemeğe başlayacağız.

Yukarıdaki vecizede alışık olmadığımız bir tâbir geçti: Ruh sürati. Ruhun sürati ne ışıkla kıyasa girer, ne de sesle. Hayâl ruhun bir hizmetçisi. Bir anda cennetlere varabiliyor. Akıl, ruhun anlama âleti. İnsan bu âletle bir anda yıldızlara çıkıp onları tefekkür edebiliyor.

Ruh cesede galip olunca, birkaç mekânda bir anda bulunmak da gayet kolay olur. Rüyada bizim de ruhumuz bedenimize bir derece galip gelir. Çok uzak mesafelere bir anda gider, geçmişe ve geleceğe rahatlıkla geçeriz. Dedemizle de görüşürüz, torunlarımızla da.

Manen terakki ederek, melekleri gerilerde bırakan bir ruh, onların gayet rahatlıkla yaptığı bir işi niçin yapamasın? Bir anda birkaç mekânda neden bulunamasın?

3 "Kahpe felek!" gibi bir ifadeyi kullanmak doğru mudur?

FELEK, her ne kadar “dünya, kader, talih, dehr, asr ve zaman” anlamına gelse de öteden beri herkesin çattığı bir suç makinesi ve bir şikâyet kutusu olmuş. Kafası kızan feleği suçlar, canı sıkılan feleğe taş atar.

İnanç noktasında feleğe çatmanın sakıncası ve insanın imanına zarar vermesi, feleğin kader ve dehr (zaman) anlamında kullanıldığı zamandır.

“Dehre sövmeyiniz, çünkü Allah dehirdir.”(Müsned, II/259)

hadisi en çok bilinen hadislerden biridir. 

 

Sahihi Buharî’de geçen bir hadis de aynı noktaya dikkatimizi çeker:

“‘Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına’ diye sövmeyiniz. Çünkü Allah dehirdir.” (Buharî, Edeb 101)

Görüldüğü gibi, bu konudaki bütün hadislerde “dehr” kavramı geçiyor.

“Dehr” zaman manasına geldiği gibi, gece ile gündüzün art arda gelmesine de denir.

Asr Suresi’nde Cenâb-ı Allah “asr”a yemin ediyor. Çünkü her şey zaman içerisinde meydana gelir. Zaman, Cenab-ı Hakk'ın bir memuru olarak öldürmek ve olgunlaştırmak görevini yapar. Zaman kötü olmaz, insanlar kötüleşir. Zira zaman içinde meydana gelen her şey Allah’ın iradesiyle gerçekleşir.

Buhari'nin bir rivayetinde de şöyle buyuruluyor:

“Allah Teala buyuruyor ki: Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet verir. Halbuki ben dehrim (zamanın yaratanıyım). Her şey benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.” (Buharî, Tefsir 45)

Cahiliye devrinde Arapların, musibetlerin ve belaların gelmesini zamana izafe ettiklerini ifade eden Buhari Şarihi Bedrüddin Aynî şöyle der:

“Cahiliyet devri Araplarının bir kısmı gece ve gündüzün devranından ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu kısım Allah'a inanmaz ve bütün hadiseleri zamana atfederlerdi; yani hadiselerin vuku bulduğu gece ve gündüze hamlederlerdi . Her şeyin zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. İşte bunlar Dehriler olarak adlandırılırdı.”

Şarih Aynî ifadelerine şu açıklamalarla devam eder:

“İşte Hz. Resulullahın (a.s.m.) bu hadis-i şeriften maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir. Yapan Allah'tır. Bu musibetleri başınıza getirdiğine inandığınız zamana sövdüğünüzde, Allah'a sövmüş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah'tır. Cenab-ı Hakk'ın ‘Ben zamanım' demesi ise, ‘Ben zamanın sahibiyim' manasındadır.”(Umdetu'l-kari, 22:202)

Gerçekten Cahiliye devrinde her kötülüğü zamana nispet eden bir grubun var olduğuna, onların “Bizi ancak zaman öldürür.”(Casiye, 45/24) şeklindeki sözlerini nakleden ayet-i kerime işaret etmektedir. Bu fikir, tarihte inkârcı cereyanlar arasında “Dehrilik” olarak yer almıştır. Bunların İslamiyet'ten sonra da tesirleri görülmüştür. İşte bu hadis-i şeriflerde, zamanı gerçek fail telakki ederek sövmek yasaklanmaktadır.

Bu vesile ile şu hususu izah etmekte de fayda vardır: Zaman zaman bazı eski alimler dahi kitaplarında zamandan şikayet etmiş, “feleğin kubbesine” taşlar atmışlardır. Çünkü bazı kötülükleri gidermeye güçleri yetmemiş, ümitsiz kalınca da zamandan ve felekten şikayet etmişlerdir. Bunların bu şikayetleri, zamanı gerçek fail kabul ettiklerinden değil, hadiselerin arzu ve istekleri istikametinde cereyan etmediğinden dolayıdır.

İşte mü’minlerin de felekten şikâyet etmeleri bu yüzdendir. Yoksa inançlarına göre zaman Cenab-ı Hakk'ın bir mahlûkudur. Bu işleri yapmaya güç yetiremezler. Allah’ı insanlara şikâyet etmeyip zamanı ve ortamı şikâyet ederler. Böylece zaman, haksız tenkitlere karşı, Cenab-ı Hakk'ın izzetine bir perde olmuş olur. Şikâyetler zamana takılır, kalır; Allah’ın kudretine yapılmaz.

Özetle söylemek gerekirse; Ebu Hüreyre (r.a.) ve diğer râviler tarafından rivayet edilen bu husustaki hadis-i şerifler sahihtir. Allah’ın zamanın yaratıcısı olduğuna işaret edilmektedir. Zamanın yaratıcı kabul edilmesi de yasaklanmaktadır. Âlimler de zamandan sadece şikâyet etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bir şeye, O’nun hikmetinin cereyan tarzına itiraz etmek, hadisi şerifin yasaklamasına girer.

4 Big Bang ve zamanın ortaya çıkışı her şeyin başlangıcı mıdır?

Önce şunu belirtelim ki, sorudaki ifadelerin bir kısmı anlaşılır düzgünlükte değildir. Bu düşünce Allah’a inanmayan bir ateistin saçmalığından başka bir şey değildir.

Deniyor ki, “Çünkü Big Bang zamanın ortaya çıkışını sağladı.” Peki Big Bangın ortaya çıkışını sağlayan nedir? Diyelim ki, onu sağlayan başka bir sebep bulundu; aynı soru onun için de geçerlidir. Sebepler zincirinin sonsuza dek gitmesi imkânsız olduğuna göre, kâinatı yaratan ve bütün sebeplerin de yaratıcısı olan ve o farz edilen ilk sebebi yoktan var eden ezelî bir yaratana ihtiyaç vardır. Felsefe ve Kelam literatüründe Allah’ın “Vacibu’l-Vücut” unvanıyla anılmasının sebebi de budur.

Bir yandan “Big Bang zamanın ortaya çıkışını sağladı.” diyeceksiniz, diğer yandan “Zaman daima sebep olunmuş şeyden önce var olmalıdır.” diyeceksiniz. Bunu söyleyen ve bu çelişkinin farkında olmayan bir kimsenin söylediklerini hezeyan olarak değerlendirmek gerekir, diye düşünüyoruz.

Zaman, kendi başına bir cevher değil, renk gibi bir arazdır. Arazların varlığı ancak cevherlere bağlı olarak ortaya çıkar. Örneğin, beyaz, kırmızı dediğimiz zaman, mutlaka bu renkleri gösteren bir cevherin/ maddenin varlığına ihtiyaç vardır. Bunun gibi, bizdeki zaman kavramı da dünyanın güneş sistemindeki konumuna bağlı olarak belli hareketlerinden doğmaktadır. Güneş sisteminin dışındaki zaman mefhumu da o sistemin işlemesine bağlı olarak gerçekleşir.

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına / hükmüne göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte doğru hesap budur.” (Tevbe, 9/36)

mealindeki ayetten de anlaşılıyor ki, zaman mefhumu, göklerin ve yerin yaratılmasıyla ortaya çıkmıştır.

Uzmanların bildirdiğine göre, enerjinin maddeye dönüştüğü Big Bang, zamanın başladığı anı simgeler. Zaman Big Bang’le birlikte başlamıştır. Madde de aynı anda yaratılmıştır. Big Bang zamanın doğduğu sıfır noktadır. O andaki uzay yöresi sıfır genişliktedir ve maddenin varlığı sıfırdır. Demek ki zamandan ve mekandan önce bir enerji yaratılmıştır. Bu enerjinin varlığı ise ezelî sonsuz bir ilim, hikmet ve kudrete muhtaçtır. Bu vasıfların sahibi ise, semavî kitapların haber verdiği Allah’tır.

Göklerin ve yerin yaratılmasıyla zamanın ortaya çıktığı hususu, öncelikle dünyadaki zaman mefhumunu göstermekle beraber, -zamanın mekana bağlı olarak ortaya çıktığına işaretle- kâinat çapında da zamanın meydana geldiğine delalet etmektedir.

Big Bang olayı enerjinin maddeye dönüştüğü, dolayısıyla kainat çapında mekanların oluşmaya başladığı bir dönüm noktasıdır. Bu olay, aynı zamanda zaman kavramının oluşmasına vesile olacak maddi mekanizmanın da dönüm noktasıdır.

Özetle, zaman kavramı, Big Bang olayının meydana geldiği esnada mekanik varlıklar gibi kaotik bir mefhum olarak vardı, yer ile gök -aslî, cevherî- bir varlık olarak yaratıldıktan ve Big Bang olayı sonuca vardıktan sonra ise, zaman da mükemmel -arızî, vasfî- bir varlık olarak yerini aldı.

Allah’ın varlığı ve birliğini yakından görmek, bu konudaki bütün şüphelerini izale etmek isteyenlere Bediüzzaman Hazretlerinin Tabiat Risalesi ile Münacat Risalesi ve Meyve Risalesinin Altıncı Meselesini tavsiye edebiliriz.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Big bang teorisi ve kainatın yaratılması hakkında bilgi verir misiniz?

5 "Allah alimdir, her şeyi bilir." demek, kadere iman etmek için yeterli midir?

Kader, Allah’ın ilminin bir nevi olduğuna göre, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını anlamak, kaderi önemli ölçüde kavramaya yardımcı olur.

Ancak, eğer sadece bu kadar yeterli olsaydı, eskiden beri bütün İslam alimleri -Allah’ın sonsuz ilmine iman ettikleri halde- kader noktasında çok farklı görüşler, farklı deliller ortaya koymaları, bazılarının bu konuda susmayı tercih etmeleri gibi hususlar olmazdı.

Bu durum gösteriyor ki, kaderi anlamak Allah’ın sonsuz ilmini çok iyi kavramakla beraber, onun adalet, kudret, hikmet, irade sıfatları gibi daha pek çok sıfatları da yakından tanımak ve idrak etmek gerekir.

Çünkü kader ilmin bir nevi olmakla beraber, Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarının da tecellisidir. Hiç olmazsa, sıfat-ı sübutiye ve sıfat-ı selbiye gibi önem arz eden bazı sıfatların anlamlarını kesin olarak hazmetmekle beraber, konuyu zihne yakınlaştıran, akla kabul ettiren -yaşanan, yaşanabilen- bazı misalleri de özümsemek gerekir.

Soruda geçen konuya işaret eden bir hadis meali şöyledir:

“Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın.” (Müslim, Kader 7)

Allah, her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Her zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah, hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, onun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm'dir, hem de Hakîm'dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa, hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri hoş görmeyebiliriz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, yaratılışın sonuç itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır. Şerlere gelince, onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır...

Olayların arka yüzünü, meselenin tatlı yönünü gösteren bir misal Hz. Yusuf (as)’dır. Mısır'a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Dış yönüyle zor ve çetin görünen bu olayların arka yüzünde, iç yönünde bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.

Allah Resûlü (asm) de mi'râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice  (r.anha) ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü (asm)'ın yanında olmayacaklardı. Taif'e gitmiş, fakat kabul görmemişti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/151-166) İşte tam bu esnada Allah Resûlü (asm)'ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril (as) sadece O'nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi. (İbn Kesîr, a.g.e. 3/135-145)

İşte Allah’ın ilminde her olay başlangıç ve sonuçları yönüyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah, hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût yönünü bilmektedir. Ve kader de O'nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? ...

6 Allah'ın zamandan münezzeh olması ne demektir?

Allah’ın hem zâtı ezelî hem de sıfatları... Bizim ise zâtımız ve sıfatlarımız sonradan yaratılmış... Elbette biz onun ne zâtını ne de sıfatlarını lâyıkıyla bilemeyiz, ezelî ve zamandan münezzeh oluşunu hakkıyla kavrayamayız... Nasıl kavrayabiliriz ki, henüz zamanın ne olduğunu bile anlamış değiliz!..

Zaman nedir? Nasıl bir şeydir? Aynı anda o nehir içinde her şey akıyor, ama niçin her birine farklı tesirleri oluyor?.. Çocukları gençliğe tırmandırırken, olgunları ihtiyarlığa, ihtiyarları da ölüme sürüklüyor. Bu nehir aşağı doğru mu akıyor, yukarı doğru mu?

Şair, haklı olarak soruyor: 

"Nedir zaman nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?"

Biz zamanla kayıtlıyız. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları... Lâkin, bu safhalar hep nispî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar... Bu günümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil. Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem... Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hâdiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre farklı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse, her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor...

İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor, yahut, bu tablolar zamanın içinde dokunuyor. Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir kavram olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz. O, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir.

Âyet-i Kerime’de ne güzel buyurulur: 

“Yaratan bilmez olur mu? O lâtiftir, her şeyden haberdardır.”(Mülk, 67/14)

Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime her satır her harf yazılmış. O hâlde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..

Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar... Ölüme, kıyamete doğru yol alıyorlar. Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir. Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez.

7 Olayları olmadan önce rüya yoluyla görmenin hikmeti nedir?

- Sadık rüyalarda görülen olayların zaman içinde gerçekleşmesi, sizin de değiniz gibi, her şeyin önceden takdir edildiğini göstermektedir.

- İnsanın iyiliğine olan şeylerin görülmesi Allah tarafından bir ikram bir müjde olduğu gibi, insanın başına gelecek bir kötülüğün görülmesi de bir uyarı olabilir. Allah Basıt isminin tecellisiyle kullarının kalbine inşirah vermek istediği gibi, Kabıd isminin tecellisiyle de onların kalbine bazen darlık da verir. Bunları yakaza halinde verdiği gibi, rüya aleminde de verir. Maksat, müjdelerle ibadete şevkini, uyarılarla da yasaklara karşı dikkatini arttırmaktır.

- Rüyalar üç çeşittir, iki çeşidi gerçekte çıkmayacak olan türlerdir. Bunlar günlük sıkıntı veya neşeden ötürü veya daha önce etkisinde kalınmış olayların -adeta hafızada ve hayalde bir bant şeridi gibi- açılıp yeniden okunan şeylerdir ki, Kur’an’da bunlara “Adğasu ahlam” denilmiştir. Bu sebeple, her görülen -özellikle üzüntü kaynağı olan- rüyanın çıkacağını düşünüp üzülmek doğru değildir. Bundandır ki, Efendimiz (asm):

“Rüyanızda güzel şeyler gördüğünüzde, bilin ki o Allah’tandır; kötü bir şey gördüğünüzde ise, onun şeytan olduğunu bilin ve sağ ve sol yanlarınıza 'Tuh' deyip, şeytanın şerrinden Allah’a sığının (Euzu çekin)” (bk. Müslim, Rü’yâ 5)

buyurmuştur. Çünkü kötü gibi görünen rüyaları takıntı haline getirmek, hem sürekli bir üzüntü kaynağı, hem de Allah’a karşı suizanna sebep olur.

- Rüya tabircisi uzmanlara göre, dış görüntü itibariyle çok çirkin gelen öyle rüyalar var ki, gerçekte çok güzeldir. Muhammed b. Sirîn’in bu konuda verdiği ilginç örnekler vardır.

- Sözün özü; İmam Rabbani’ni dediği gibi demeliyiz:

“Ne şebem ne şeb-perestem / men gulamı şemsem, ez şemsi mî gûyem haber = Ne geceyim, ne de gececiyim, ben güneşin hizmetçisiyim, hep ondan haber veririm.”

- Bununla rüyaların değersiz olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü hem Kuran’da hem de sünnette rüyalara gereken değer verilmiştir. Fakat her şeyin aşırısı iyi değildir.

- İstiharelerde rüyanın etkisi halk arasında önemlidir. Fakat sünnetteki istihare tarzında, rüyaya hiç yer yoktur. “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete ram ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”

İlave bilgi için tıklayınız:

Rüyanın yaratılış amacı ve hikmetleri nelerdir?

8 Misak, yani kâlû belâdaki "anlaşma" ne demektir?

Tefsir alimlerinin büyük çoğunluğu, A'raf Sûresi, 172. Ayeti esas alarak, "misakın ana rahminde başladığını, bu soru ve cevabın bedene ruh ilka edilme safhasında gerçekleştiğini" ifade ederler.

Allah'ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında, bu mânâyı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah'ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhatap olmuşlardır.

Misakta "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, insanların dikkatleri kendilerinde icra edilen İlâhî terbiyeye çekilmiş ve insan olarak terbiye gören bu bahtiyar kulların, Allah'ın bu ihsanına karşı Ona iman ve ibadet etmeleri gerektiği ders verilmiştir. Misak üzerinde tartışmalara girerek bu temel mesajı unutmak doğru olmaz.

Misak; "güçlendirme, anlaşma, sözleşme," gibi mânâlara geliyor. Ve "misak-i ezelî," Cenâbı Hakk'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna, ruhların "Evet, sen bizim Rabbimizsin." diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.

Tefsir âlimlerimiz ruhlara yapılan bu hitabın "kelamî" olmadığında, yani Kur'an ve diğer semavî kitaplarda olduğu gibi bir hitap özelliği taşımadığında ittifak etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve "kelam-ı lâfzi" ile olmadığını vurgular ve şöyle buyurur: 

"Bunda da bizim anladığımız mânâda bir şahit tutmak ile soru ve cevap vermek, hakiki mânâsıyla bir mukavele düşünmek lazım değildir."

Buna göre, ruhlara sorulan bu soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir.

Cenâbı Hak, Şems suresinde, güneşten başlayarak birtakım mahlûklarına kasem eder. Bunlardan birisi de "nefistir." Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur:

"Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvayı ilham edene (ant olsun ki...)"

Bu âyette, insan vicdanına, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyurulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise "ilham" olarak ifade edilmiştir. İşte "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusu da böyle bir ilham olarak gerçekleşmiştir.

Bu konuşma, bizim anladığımız mânâda, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden teşekkül etmiş olmadığından, bu konuşmayı ruhun kelamı olarak anlamamız gerekir.

Biz bu hitabın ve cevabın mahiyetini bilmekten aciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak şu kadarını söylemek isteriz: Sadık rüyada, bir müminin kalbine ulvî bir mânâ akıtılır. Ve rüyasında o mânâ istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilham edilen mânânın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez.

Misak konusunda iki ayrı soruya muhatap oluyoruz. Birincisi "Misakı niçin hatırlamıyoruz?" diğeri ise "Bu hatırlamayış bizi sorumluluktan kurtarır mı?"

Önce, birinci soru üzerinde duralım: İnsanoğlu ana rahmindeyken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, misafir kalacağı bu beden hakkında hiçbir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hafıza, hayal gibi manevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor. Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık hâline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahimde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, "Ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum?" diye soruyor.

Soruya iki yönden yaklaşmak gerekir. Birincisi: Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik.

Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hafızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhatap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de misak meselesi. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah'a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir mânâsı kalmazdı.

Diğer yönü ise şöyle: Peygamber mucizelerinde çokça okuruz: Bir ağaç, mucize olarak konuşur ve Allah Resûlünün (asm.) peygamberliğini tasdik eder. Daha sona yine eski hâline döner, hiçbir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.

Cenâbı Hak, elma ağacına bir an için şuur verse ve ona "Seni elma verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?" deseydi, yahut bal arısına, "Seni bal verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?" diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, "Evet, bizi terbiye eden sensin." şeklinde olacaktı.

Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir: "Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve manevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan ben değil miyim?"

İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, "Evet, beni böylece terbiye eden sensin." diye verecektir.

Nitekim, ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu ilâhî hitaba, "Evet, sen bizim Rabbimizsin." diye cevap vermişlerdir.

"Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?" sorusuna gelince, bu soruya İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle cevap veriyor:

"Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. İnsanlar hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, onların aleyhinde delil olmuştur. Çünkü, bilirsin ki, bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur."

Bir mümin, namazın her rekatında, "âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd" etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icra edildiğini görür.

İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibadete sevk eder. Surenin devamında, "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." diyerek misakını yenilemiş olur. "Rabbimiz sensin, ibadetimiz de ancak sanadır ve senden başkasından da yardım dilemeyiz." der.

9 Allah katında zaman mefhumu olmadığı halde, bazı vakitlerin diğerlerinden daha faziletli olmasının hikmeti nedir?

Biz zamanla kayıtlıyız. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları... Lâkin, bu safhalar hep nispî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar... Bu günümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil. Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem... Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hâdiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre farklı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse, her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor...

İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor, yahut, bu tablolar zamanın içinde dokunuyor. Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir kavram olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz. Çünkü zaman da mahluktur. O, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir.

Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime, her satır, her harf yazılmış. O halde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..

Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar... Ölüme, kıyamete doğru yol alıyorlar. Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir. Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez.

Zaman ve mekânlar bütün kıymet ve kutsiyetini, hakikatte Allah’ın dilemesinden alırlar. Bu İlâhî dileme ise varlıklar için binbir maslahat ve hikmetler içerir. Ayrıca o zaman dilimlerinde gerçekleşen mühim olaylar ve o mekânları dolduran kıymettar mekînler de, içinde bulundukları zaman ve mekâna değer kazandırmışlardır. İslâm’da mübarek zaman dilimlerinin kudsiyeti de meşiet–i İlâhî’den geldiği için, Müslümanlara sonsuz feyz ü bereketin nüzulü için birer vesile olmaktadırlar.

Mübarek ay, gün ve geceler, İslâm’ın şeairindendir; hususi kıymetleri ve kerametleri vardır. Kâinat, semavat, fezayı âlem ve bütün varlıklar bu kutlu zaman dilimlerine hürmet etmektedir. Âyet veya hadîslerin, kutsallığını tespit ettiği ve Mü’minlerin de yüzyıllardan beridir kutladığı bu mübarek ay, gün ve geceler, senenin içine dağılmış vaziyette bulunmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (sas)’in hicretini esas alan ay takvimine göre Recep, Şaban ve Ramazan ayları öncelikli olan kutsal aylardır. İslâm toplumunda bu aylara Şühûr–u Selâse (Üç Aylar) denilmiştir. Eşhürü’l–Hurum (Haram Aylar) ise Muharrem (ki senenin ilk ayıdır), Zilkade, Zilhicce ve Recep aylarıdır.

Mübarek günlere gelince: Hicrî Yılbaşı, Aşûre Günü, Arafe Günü, Ramazan ve Kurban Bayramları, Cuma Günleridir.

10 Kur'an'daki zaman dilimleri hangi takvime göredir?

Kur’an’da geçen bu sürelerin hangi takvim yılına göre olduğuna dair bir bilgi yoktur.

Bu olayların hepsi Milattan ve Hicret'ten önce olduğuna göre, bunlara miladî veya hicrî bir patent tespit etmek mümkün değildir.

Kaldı ki, bu tür ifadeler, miladî veya hicrî takvimlere göre değil, şemsî veya kamerî takvime göre düşünülebilir. Burada kamerî takvimi düşünmek daha uygundur. Çünkü Kur’an’da kamerin/ayın bir takvim ölçüsü olduğuna işaret edilmiştir. (bk. Bakara, 2/189)

İki türlü takvim vardır yer üzerinde. Bir tanesi şemsî, yani güneşin dönüşüne bağlı olan takvim. Bugün halen dünyanın büyük çoğunluğunda kullanılan takvim budur. İkincisi de kamerî takvimdir. Kameri takvim, gerek Ramazan ve Hac dolayısıyla, gerekse mübarek geceler dolayısıyla senenin belli günlerinde dönüşümlü olarak, daha çok on gün fark atarak seyreden bir takvimdir. Bu da kamerin hareketlerine bağlı bir takvimdir.

Kur'anı Kerim'de Güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (bk. Rahman, 55/5) bunların, diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü de kılındığı (En'am, 6/96) yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için Ay'a menziller tayin edildiği (bk. Yunus, 10/5) gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (Tevbe, 9/36) Ay'ın, yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (bk. Bakara, 2/189) ifade edilmektedir.

Buna göre, on iki ay ve senenin, güneş sistemine göre değil de ay sistemine göre yapıldığı anlaşılmaktadır. Güneş yılının mevsimleri içinde tedricen yılda on günlük bir farkla ilerleyerek dolaşan bu sistem, ay takviminin aylarıdır.

Meselâ Ramazan ayının başlamasının tesbiti ay ölçeğine göre yapılırken, günlük orucun ve beş vakit namazın tesbiti, güneş ölçeğine göre yapılmaktadır. Haccın tesbiti de ay ölçeğine göre belirlenmektedir.

Allah'ın, on iki ay kavramını ayette (Tevbe, 9/36) söz konusu etmesinin sebebi, gökleri ve yeri eş zamanlı olarak yarattığını öğretmekten ziyade, esasen âyetin devamında gelen haram ayların öğretisini yapmaktır.

Haram Aylar ise, Kameri Ay’lardan olan, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb’dir.

Haram aylar, Arapların Hz. İbrahim (as)'den beri kullandıkları, kameri aylardandır. Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır. Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.

Takvim, mutlak zamanı algılama ve belli bir plâna göre değerlendirme isteğinin bir ifadesidir. Takvimler, tarihî süreç içinde incelendiğinde, Batı'da Mayalardan, Doğu'da Mısırlılara kadar bütün kavimlerde zaman ölçüsü olarak güneş ve ay gibi gök cisimlerinin düzenli ve periyodik hareketlerinin esas alınarak hazırlandığı anlaşılır. Böylece pek çok faydası yanında -Kur'ân-ı Kerîm'de de beyan edildiği gibi- güneş ve aydan vakitleri bilme ve hesaplama konusunda da faydalanılmıştır.

Bilindiği üzere İslâm dininde oruç, zekât, hac, kurban gibi ibadetlerin vakitleri kamerî takvime göre düzenlenmiştir. Kamerî yıl yaklaşık 354 gün, şemsî yıl ise yaklaşık 365 gündür. Aradaki on bir günlük fark sebebiyle, kamerî aylar her yıl, şemsî yılın aylarına ve mevsimlerine göre yer değiştirirler. Böylece Ramazan ayı ve hac günleri, bazen bahar, bazen yaz, bazen de kış mevsimine gelir.

11 Kalubela veya öncesindeki geçen zaman için neler bildirilmiştir?

Bilindiği gibi, Peygamberimizin (a.s.m) ilk yaratıldığına dair Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. Bu konuda hadis rivayetleri vardır.(bk. Aclunî, 1/265).

Söz konusu hadis rivayetinde verilen bilgiler arasında şu husus da vardır:

 “Allah benim nurumu yarattıktan sonra, o nur Allah’ın dilediği yerlerde onun kudretiyle dolaşıyordu... Allah diğer mahlukları yaratmayı dileyince bu nuru dört kısma ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi, üçüncü parçasından Arşı yarattı. Nurun dördüncü parçasını yine dört parçaya ayırdı: Birinci parçadan Hamele-i Arşı, ikincisinden Kürsiyi, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı yine dört parçaya böldü: Birincisinden gökleri, ikincisinden arzı, üçüncüsünden cennet-cehennemi yarattı…” (bk. a.g.e).

12 Zaman yaratılmıştır. Geçen zaman nereye gidiyor, yok mu oluyor?

"Zamandan öyle bir an geçti ki insanın üzerinden, o vakit adı anılmaya bile değmez bir şeydi."(İnsan/Dehr, 76/1)

ayetinde zaman geçmektedir.

Dehr kelimesi, Ragıb el- İsfehani'nin açıklamasına göre asıl mânâsı, "âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı" demektir. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir.  "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde, asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. duraklamış "bilmem" demiştir.

Hîn ise, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir; zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.

Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır. Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır.

İnsanın yaratılışı, zamanın akışı içinde bir kısacık an ile tanımlanmaktadır. İster birey olarak, isterse bütün bir insanlık olarak anlaşılsın, sonuç itibarıyla değişen bir şey yoktur. Çünkü, kâinatın, hattâ Dünyamızın yaratılışından bugüne kadar geçen zamanı yirmi dört saatlik bir gün ile temsil edecek olsak, insan neslinin ortaya çıkışı, günün son dakikasına rastlar. Herbirimizin üzerinden geçen kısacık anları bu son dakika içinden bulup çıkarabilirsiniz!

Her şeyin yaratılması, devamının sağlanması Allah'ın iradesiyle ve kudretiyledir. Zaman da yaratılmıştır ve her an da yaratılmaktadır.

Varlık alemine gelen her şey tamamen yok olmaz. Ahiret alemlerine gider. Bu nedenle geçmiş zamanlar da bu alemden ebediyet alemlerine intikal etmiştir.

Ayrıca mutlak yokluk yoktur. Allah (cc) vardı hiçbir şey yoktu. Fakat İlm-i İlahide her şey mevcut idi. Allah irade etti kudreti ile ve kün emriyle, alemi daire-i ilimden, daire-i kudrete geçirdi.(yani yarattı).

Maddenin başka şeye çevrilmesi mutlak yokluk olmasa da; madde sıfatlara bağlı olarak var olduğundan dolayı o sıfatlar gidince o madde de gider. Örneğin şu andaki zaman bu ana bağlıdır. Bu an gidince o anı ilgilendiren zaman da gitmiş olur.

Mesela; bir insanın hafızasında İstiklal Marşının olduğunu düşünelim. Bu daire-i ilimdir. Yazınca daire-i kudrete geçer. Yani meydana gelir. Silinirse tekrar kudretten ilme geçer. Esas varlık ilimdeki varlık olduğundan dolayı gözden kaybolma veya sayfadan silinme hakiki yokluk değildir. Önemli olan ilimdeki vücuttur.

Mutlak yokluk yoktur. Fakat nisbi bir yokluk oluyor. Diyelim ki bir kağıdı yaktık. Duman ve kül meydana geldi. Fakat kağıtlık maddesi gitti. Başka şey oldu. Çünkü kül ve dumana kağıt denmiyor.

Netice itibarıyla var olan eşyayı değiştirmek hakiki yokluk manasına değildir. Nisbi olarak yok olma manası anlaşılır. Allah isterse istediği an varı yok eder, yoku da var edebilir.

13 Allah zamandır, anlamında bir hadis var mıdır?

Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. Zamanı ve mekanı yaratan Allah için, zaman veya mekan demek mümkün değildir.

Hadislerde geçen ifade “dehr”dir. Bütün kaynaklarda hadisin ilgili yeri, “Sizin dehre nisbet ettiğiniz olayların asıl fâili ve yaratıcısı Allah’tır; bu sebeple zamana sövmekle Allah’a hakaret etmiş olursunuz.” şeklinde açıklanmıştır. 

Kur'ân-ı Kerim'de dehr iki âyette geçmektedir. Birisi,

"İnsan(oğlu), var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsân, 76/1)

ayetidir ki burada dehr, "uzun zaman" anlamındadır. Diğeri de

"'Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak dehr (zamanın geçişi) yokluğa sürükler.' derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece, böyle sanırlar." (Casiye, 45/24)

ayetidir ki burada dehr, zamanın gelip geçmesi anlamındadır.

Dehr, bizim kullandığımız, "zaman" anlamında değildir. Çünkü zaman; şimdiye, geçmişe ve geleceğe denebilir. Dehr ise, "kesintisiz devanı eden uzun zamana (âlemin ömrüne)" denir. (Tecrid-i Sarîh Terceme ve Şerhi XI, 180)

İkinci ayette işaret edilenler, öncelikle cahiliyye (İslâm öncesi) devrindeki inkârcılar ve müşriklerdir. Cahiliyye devrinde, bütün hadiseler, özellikle musibetler, gece ve gündüzden ibaret olan dehre nisbet edilirdi. Bu inançtaki cahiliyye mensupları iki fırka olup, bunlardan bir fırka Allah'a inanmaz, diğeri ise her şeyi dehrin yaptığına inanırdı. Bunlar her kötülüğü dehre nisbet ettiklerinden, Dehriyye adını almışlardır.

Câsiye sûresi 24. ayetindeki "Ancak bizi dehr öldürür." diyenler bu gruba dahil olanlardır. İkinci fırkayı teşkil eden cahiliyye mensupları ise dehri, hâlik (yaratıcı) tanırlardı. Fakat, kötülükleri ona nisbet etmekten tenzih ederler de dehre nisbet ederlerdi. Bir de kalkıp dehre söverlerdi. Dolayısıyla bu sövme Allah'a dönmüş oluyordu.  (el-Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, Humus, 1974, V, 423)

Nitekim Hz. Peygamber (asm)'in bildirdiğine göre bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Âdemoğlu dehre söverek beni ezalandırır, halbuki ben dehr(in yaradanıy)ım. Her emir benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim." (Buhârî, Tefsiru Süre 45/1; Tevhid, 35; Edeb,101; Müslim, Elfâz,1,2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb,169)

Yine "Sakın sizden biriniz: Vay dehrin musibetine, demesin (böyle sövmesin). Çünkü dehr ancak Allah'tır." ve "Dehre sövmeyin. Çünkü dehr ancak Allah'tır." buyurmuştur.  (Buhârî, Edeb, 101; Müslim, Elfâz, 4; Muvatta'. Kelâm, 3)

Bu hadislerdeki "dehr Allah'tır" ibaresinin anlamı şudur:

Zamanı ezelî ve ebedî kabul edip her şeyin dehr (zaman) tarafından (kendiliğinden) meydana getirildiğine inanan ve bu yüzden Dehriyye ismini alan, başta cahiliyye Arapları ve onların izinde giden diğer dehrîler (materyalistler) herhangi bir musibete maruz kalınca dehre söverler. Halbuki dehri ve her şeyi yaratan Allah'tır. Bu sövme, neticede Allah'a varmaktadır ve bundan dolayı dehre (zamana) sövmek yasak edilmiştir. Zira Allah'ın "dehr benim" buyurması "dehrin ve her şeyin yaratıcısı benim" demektir. (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1978, IX, 706-707; Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 160)

Hoşa gitmeyen bir şey karşısında, "bunu dehr yapıyor" diye dehre söven, -dehr bir şey yapmadığına ve her şeyi Allah yarattığına göre- Allah'a sövmüş oluyor. Onun için Cenâb-ı Allah, "Dehr Benim" buyurarak dehrin yaratıcısı, mâliki ve mutasarrıfının kendisi olduğunu bildiriyor.

Hadisdeki "bana ezâ veriyor" ibaresinin anlamı; "Bunu kim söylerse Allah'ın gazabına maruz kalır." demektir. Zira Allah eziyet duymaktan münezzehtir. Eziyet burada mecazdır. (Ahmed Davudoğlu, a.e., IX, 707)

- Eza, cefa kelimeleri, daha çok manevi olumsuzlukları ifade eder.

Özellikle Allah hakkında kullanıldığı zaman kesinlikle, bir sıkıntı anlamında olamaz. Çünkü eziyete uğramak, sıkıntı çekmek bir kusurdur. Allah ise kusurdan münezzehtir.

En iyisi “eza”yı Allah hakkında “hoşnutsuzluk ve razı olmamak” şeklinde anlamalıyız.

Çünkü, ayette yer alan “... Allah kullarının küfrüne razı değildir...” (Zümer, 39/7) mealindeki ifadeye göre, Allah kâfirlerin küfre girmesinden hoşnut değildir, bilakis hoşnutsuzdur.

Alimlerin bu konudaki yorumları özetle şöyledir:

Allah’ın insanların ezasına karşı sabırlı olması demek, onlardan kötü şeyler işittiği halde, “Halîm” isminin geniş tecellisiyle onlara karşı yumuşak davranır. Hemen intikam alma cihetine gitmez. Hiçbir şey olmamış gibi, onlara rızık ve afiyet vermeye devam eder. Esmau’l-Hüsna’da da yer alan “Sabur” isminin gereğini yerine getirir. (bk. Nevevi, Şerhu Müslim, 17/146)

14 Gün ne zaman başlar?

- İslam geleneğinde cuma gecesi, perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Bir tam gün, bir önceki akşam güneşin batmasıyla başlar, ertesi akşama kadar sürer. Kandil geceleri de öyle. Kandil gününden önceki gece kandil gecesi kabul edilir.

Aynı şekilde Arefe gecesi de sabahı Arefe olan gecedir. Sabahı Bayram olan gece de Bayram gecesidir. Bu ölçüye göre diğer mübarek geceler belirlenir.

- Yasin suresinin 40. ayetinde  meal olarak yer alan “Gece de gündüzü yakalayamaz.” ifadesi, mecazi bir mana ifade eder. Çünkü, “gece ile gündüzün birbirinin yerine geçmemesi” şeklindeki görüş isabetli değildir.

Doğrusu, “geceyi Ay, gündüzü de güneş temsil eder.”

Buna göre bu iki ayetin meali şöyle anlaşılır:

“Güneş Ayı yakalayamaz; Gece (yi temsil eden Ay) da gündüzü (temsil eden güneşi) yakalayamaz. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Bunun daha açık ifadesi şöyledir:

"Güneş ile Ay her biri kendileri için tayin edilen yörüngelerinde hareket etmektedir. Ne Güneş Ay'ın yörüngesine girer ki, her zaman yalnız gündüz olsun; ne de Ay Güneş'in yörüngesine girer ki, her zaman gece olsun…” (bk. Taberi, Meraği, ilgili yer)

Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi, bu ayette gece veya gündüzün hudutlarını tayin ve tespit eden bir ifade söz konusu değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Dinimiz İslam'da "gece" kavramı ne ifade etmektedir?
Yasin Suresi 40. ayet: "Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece ...